Hamd ve Şükür



Hmad ve Şükür

Hâris el-Muhâsibî’ye şükürden şükürden soruldu: “Nedir şükrün mâhi­yeti? Mânası nedir?” Şöyle cevap verdi Muhâsibî: “Nimetin yalnızca Allah Teâlâ'dan olduğunu bilmendir. Semâvât ve arz ehli mahlûkâta ihsan edil­miş hangi nimet var ise hepsinin başlangıcı Allah a aittir. Bunu böylece bi­lirsin ki Allah Teâlâ'nın hem senin hem başkalarının üzerindeki nimetlerini tanımakla O'na şükreden bir kul olasın.”



Bazıları şöyle demiştir: “Şükür, nimetlerin Allah’tan olduğunu dil ile ikrâr etmen ve Allah Teâlâ’nın o nimetleri yaratan ve hiç kimse hak etme­mişken o nimetlerle rızıklandıran olduğunu kalbinle tasdik etmendir. Kul­landığın vasıta ve sebepler ise Allah Teâlâ’ya taatte hazırlayıcı unsurlardır.”



Hâris el-Muhâsibî’ye (yine) “Şükür üzerine şükür gerekir mi?” diye suâl ettiler: O da şöyle cevap verdi: “Evet gerekir. Kul, Allah’ın kendisini şükre muvaffak kıldığım gördüğü zaman bu şükür için Allah’a kalben şükreder, sonra bu şükür kalbinden taşar da dilinden hamd kelimeleri dökülür.” İşte budur şükrün şükrü. Kula, şükürde bir nihayet yoktur bilakis her bir şük­rün şükrü gerekir. Şükrün gâyesi Allah Teâlâ’nın sana ihsân ettiği nimetle­rin bir nebzesinin yanında dahî ne kadar şükretsen az görmektir.



Denildi ki: Şükreden şükrünü nasıl artırır? Buna şöyle cevap verdi: “Şükrün endazesinin olmadığını bilmekle.” Şöyle devam etti: “Ne kadar şükredebiliyorsa külliyyen Mevlâ’nın ihsanı olduğunu; şükür niyetiyle tüm yaratılmışların takati nisbetindesâlih amelle gelse bunun da âzalarının takat getiremeyeceği, aklının almayacağı ölçüde şükür gerektireceğini bilmektir. Bu sebeple, şükreden ne kadar şükretse âz görür.



Haris el-Muhâsibiye şükrün alâmetleri soruldu. O da: “(Nimetlerdeki) artma” cevabını verdi. “Buna delilin nedir?” denildiğinde de: Allah Teâlâ’nın şu âyetidir dedi: “Eğer şükrederseniz elbette size (nimetimi) arttırırım.”



Hamd kavramına gelince, onun iki mânası vardır: îlkmânası şükretme,

İkincisi de mahmûd (övülmüş) olana kendisine lâyık olduğu gibi senâ et­mektir. Filan kimsenin durumunu övgüye lâyık buldum denilir. Bundan dolayı din ve dünya işlerinin ıslahı, şükür ve edepledir derler ki burda şükür (teşekkür etme) seninle mahlukât arasındaki durumdur.



Şükredenler üç gruptur: 1. Allah Teâlâ’nın sevabını arzulayarak O’na şükredenler. 2. O’nun azabından korkarak O’na şükredenler. 3. O’na senâda bulunmaktan lezzet alarak şükredenlerdir.



Bir kısım kimseler de demişlerdir ki; “Şükrün hakikati, Allah’a şükretmede aciz kaldığını itiraf etmektir.” Nitekim bu mânada şair demiştir:



‘’Değil mi ki Allah’ın nimetine şükretmek bizâtihî nimettir

öyleyse şükrümün şükrü gerektir.

Günler uzayıp gitse, ömre ömür eklense

şükre muvaffak olmak ancak Rabbin fazlı iledir.’’



İbnMesud (Allah rahmet eylesin) der ki: “Kıyamet günü insanlar üç divanda haşr olunun 1. İyilikler divanı. 2. Kötülükler divanı. 3. Nimetler  divanı. İyilikler nimetlerle karşılaştırılır. Ne kadar iyilik sayılsa illâ ki mukâbilinde bir nimet bulunur. Sonunda (iyilikler tükenip) nimetler iyilikleri kuşatıncaya kadar bu böylece sürer. Geriye kalan günahların da Allah dile­diğini siler.

İbn Furek - Tasavvuf Istılahları

(Türkiye Yazma Eserler Başkanlığı)
Devamını Oku »

Allah Teâlâ'nın Ahdi Ve Kulun Ahdi Hakkında Tafsilât



Bil ki Allah Teâlâ, senin O'na bir ahdin, O'nun da sana bir ahdi olduğunu beyân edip, sen ahdine riayet ettiğinde, kendisinin ahdini yerine getireceğini açıklayarak: "Bana olan ahdinizi (sözünüzü) yerine getirin, ben de size olan ahdimi yerine getireyim (Bakara. 40) buyurmuştur. Sonra Cenâb-ı Hak başka ayetlerde sadece senin ahdini, veya sadece kendi ahdini zikretmiştir. Senin ahdin hususunda şöyle buyurmuştur: "Bir söz verdikleri zaman sözlerinde (ahidlerinde) duranlar" (Bakara, 177); "(Onlar), emânetlerine ve ahdlerine riayet ederler" (Mü'minûn, 8); "Ey iman edenler, ahidlerinizi yerine getirin" (Mâide 1) ve: "Yapmadığınız şeyleri niçin söylüyorsunuz? Yapmadığınız şeyleri söylemeniz, Allah katında büyük bir kızgınlığa sebebiyet vermiştir" (Sad. 2-3).

Allah Teâlâ, kendi ahdi, (sözü, va'adi) hususunda ise şöyle buyurmuştur: "Sözünde Allah'dan daha vefakâr olan kimdir?" (Tevbe, 111). Sonra O, babamız Hz. Adem'e nasıl ahidde bulunduğunu beyân ederek: "Daha önce Adem'e andolsun kibir ahidde bulunmuştuk da, o bunu unuttu. Onda bir azim bulmadık (Ta-ha, 115) buyurmuş. Sonra bize nasıl ahidde bulunduğunu anlatarak: "Ey Ademoğulları, ben size ahdetmedim mi..?"(Yasin, 60); buyurmuştur. Daha sonra İsrailoğullarına nasıl ahidde bulunduğunu, "Allah, bize hiçbir peygambere... getirinceye kadar imân etmemizi bize emretti (ahdetti)" (al-i imran, 183) diye; daha sonra da Peygamberlere olan ahdini, "Biz İbrahim'e ve İsmail'e ahdettik..." (Bakara, 125)diye; bu tefsir etmekte olduğumuz ayette de: "Ahdim zalimlere ulaşmaz" diye, zalimlerin ahdine ulaşamayacağını beyan etmiştir. Bu muahede (ahidleşme) hususundaki bu derece itinâ, bunun hakikatini araştırmayı icab ettiriyor.

Buna göre biz deriz ki: Senden alınan ahd (söz), ancak hizmet ve kulluk sözüdür. Cenâb-ı Allah'ın iltizam ettiği ahid ise ancak rahmet ve rubûbiyet sözüdür (ahdidir). Sonra akıllı kimse bu ahidleşme üzerinde düşündüğünde, kendisinin ahdini devamlı surette bozduğunu, Rabbininse devamlı olarak ahdine vefa gösterdiğini anlar. Şimdi biz, bu konunun temel noktalarına değinerek şöyle deriz:

a) Allah'ın sana olan ilk nimeti seni yaratmak, yoktan var etmek, diriltmek, akıl ve onu kullanacak aletler vermiş olması nimetidir. Bütün bunlardan maksat, senin Allah'a itaat, hizmet ve O'na kullukla meşgul olmandır. Nitekim "Ben cinleri ve insanları ancak bana ibadet etsinler diye yarattım" (Zariyat, 56) buyurmuştur. Yine Allah, kendisini boş yere bir şey yaratmaktan ve icad etmekten tenzih ederek: "Biz gökleri, yeri ve ikisi arasında bulunan şeyleri boş yere, oyalanmak için yaratmadık; biz onları ancak bir hak ile yarattık" (Duhan, 38-39); "Biz göğü, yeri ve bu ikisi arasındakileri boş yere yaratmadık. Bu, kâfirlerin zannıdır" (Sad, 27); ve: "Siz, sizi boş yere yarattığımızı ve bize dönmeyeceğinizi mi sandınız?" (Mü’minun, 115) buyurmuştur.

Sonra Cenâb-ı Hak, yaratmasındaki ve yoktan var etmesindeki hikmeti açıkça beyan ederek: "Ben cinleri ve insanları, ancak bana ibadet etsinler diye yarattım" (zariyat, 56)buyurmuştur. Böylece Allahu Teâlâ, seni yaratmış, diriltmiş; sana her türlü nimeti vermiş ve seni akıllı, iyiyi kötüyü ayırdeden bir varlık olarak yaratmış olmast bakımından rubûbiyyet ahdini yerine getirmiştir. Bu sebeple sen, O'na hizmet, itaat ve kulluk ile meşgul olmazsan, Allah'ın rubûbiyyet ahdini ifâ etmesine rağmen, sen kulluk ahdini bozmuş olursun.

b) Rubûbiyyet ahdi, muvaffak kılmayı ve hidâyete erdirmeyi gerektirir. Senden olan kulluk ahdi ise, amelinde ciddiyet ve gayretini gerektirir. Sonra Cenâb-ı Hak, rubûbiyyet ahdini bîhakkın yerine getirmiş, ner bir zerreyi seni hak yola iletecek bir hidâyet rehberi yapmıştır: "Hiçbir şey yoktur ki, Allah'ı teşbih ediyor olmasın " (İsra, 44).Sen ise, itaat ve kulluk ahdine kesinlikle vefa göstermedin.

c) Allah'ın verdiği iman nimeti nimetlerin en büyüğüdür. Bunun delili ise şudur: Bu nimeti kaçırdığında, sen ebedî ve devamlı olarak bedbahtların en bedbahtı olursun.. Sonra bu nimet, Allah tarafındandır. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Sizde olan her bir nimet, ancak Allah'tandır" (Nahl. 53) buyurmuştur.

Bu nimet O'ndan olmasına rağmen, yine O sana teşekkür ve takdir ederek, "İşte bunlar yok mu, onların gayretleri makbuldür" (isra, 19) buyurmuştur. Allahu Te-âlâ bu nimete mukabil bu nimete teşekkür edince, senin O'nun tevfikine ve hidayetine haydi haydi teşekkür etmen gerekir... Sonra sen sadece küfrân-ı nimette bulundun. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Kahrolasıca insan, nedir onu küfre sevkeden?"(Abese, 17) buyurmuştur. Allah'u Teâlâ ahdini yerine getirdiği halde sen ahdinde durmadın..

d) Onun nimetleri rızası uğruna harcamandır. Buna göre, O'nun sana olan ahdi, sana çeşitli nimetlerini vermesidir ki, O da bu ahdini yerine getirmiştir. Senin O'na olan ahdin ise, O'nun nimetlerini rızası uğruna harcamandır; ama ne var ki sen bunu yapmadın. muhakkak ki insan, kendisini Allah'dan müstağni görmekle azmaktadır " (Alak, 6-7).

e) Fakirlere lütufta bulunasın diye Allah sana, çeşitli nimetleri lütfetmiştir. Nitekim O, "Ve ihsan edin; muhakkak ki Allah ihsan edenleri sever" (Bakara, 195) buyurmuştur. Sonra sen bunu insanlara eziyyet etmek ve onları hayret içinde bırakmak için bir vasıta edindin. Nitekim (onlar, cimrilik yaparlar ve insanlara cimriliği öğütlerler" (Nisa, 37) buyurmuştur.

f) Hamdine yönelsin diye, O sana bu büyük nimetleri vermiştir; oysa ki sen, O'nu değil de başkasını översin.. Hele bir bak bakalım; büyük bir hükümdar, sana çok kıymetli bir elbise hediye etse.. Sonra sen de onun huzurundan yüz çevirip, alalâde kimselerin hizmetiyle meşgul olsan.. Söyle bakalım, sen te'dib edilip azarlanmayı hak etmez misin? Burada da böyledir. Şunu bilmek gerekir ki, biz Allah'ın ihsan ve rubûbiyyet ahdine nasıl vefa gösterdi-; -ı ve bizimse ihlâs ve ubûbiyyet ahdini nasıl ihlâl etmiş olduğumuzu açıklamaya kalkarsak, buna gücümüz yetmez. Çünkü biz, hayatımızın başından sonuna kadar O'nun zahir ve bâtınımızla ilgili çeşitli nimetleri bir an olsun, bizi bırakmaz. Bu nimetlerden herbiri, başlıbaşına bir şükrü ve başlıbaşına bir hizmeti gerektirir.

Sonra biz O'nun nimetlerinin şükrünü edâ etmemiz bir yana, O'nun nimetlerinin farkına varıp, onların keyfiyyet ve kemiyyetlerini bile hakkıyla tanıyamadık. Sonra, Allahu Teâlâ, bizim bu kadar kusur ve gafletimize rağmen, çeşitli nimet ve lütuftarını artırmaktadır. İşte böylece biz, hayatımızın başından sonuna kadar sadece noksanlık, kusur ve kınanmaya müstehak olma derecelerimizi fazlalaştırdık. Halbuki Allahu Teâlâ, ihsan, lütuf ve keremini; hamde ve övgüye müstehak olmasını arttırdı; çünkü bizim kusurumuz ne kadar çok olursa, bundan sonra O'nun bize olan nimeti daha fazla müessir olur. O'nun bize olan nimeti ne kadar çok olursa, O'na şükür hususundaki kusurumuz da o nisbette kötü ve çirkin otur. Buna göre bizim fiillerimizin çirkinlikleri artarken, O'nun fiillerinin güzellikleri ise, sona ermeyecek biçimde devam etmiştir.

Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/428-432.
Devamını Oku »

Hamd ve Şükür



Hmad ve Şükür

Hâris el-Muhâsibî’ye şükürden şükürden soruldu: “Nedir şükrün mâhi­yeti? Mânası nedir?” Şöyle cevap verdi Muhâsibî: “Nimetin yalnızca Allah Teâlâ'dan olduğunu bilmendir. Semâvât ve arz ehli mahlûkâta ihsan edil­miş hangi nimet var ise hepsinin başlangıcı Allah a aittir. Bunu böylece bi­lirsin ki Allah Teâlâ'nın hem senin hem başkalarının üzerindeki nimetlerini tanımakla O'na şükreden bir kul olasın.”



Bazıları şöyle demiştir: “Şükür, nimetlerin Allah’tan olduğunu dil ile ikrâr etmen ve Allah Teâlâ’nın o nimetleri yaratan ve hiç kimse hak etme­mişken o nimetlerle rızıklandıran olduğunu kalbinle tasdik etmendir. Kul­landığın vasıta ve sebepler ise Allah Teâlâ’ya taatte hazırlayıcı unsurlardır.”



Hâris el-Muhâsibî’ye (yine) “Şükür üzerine şükür gerekir mi?” diye suâl ettiler: O da şöyle cevap verdi: “Evet gerekir. Kul, Allah’ın kendisini şükre muvaffak kıldığım gördüğü zaman bu şükür için Allah’a kalben şükreder, sonra bu şükür kalbinden taşar da dilinden hamd kelimeleri dökülür.” İşte budur şükrün şükrü. Kula, şükürde bir nihayet yoktur bilakis her bir şük­rün şükrü gerekir. Şükrün gâyesi Allah Teâlâ’nın sana ihsân ettiği nimetle­rin bir nebzesinin yanında dahî ne kadar şükretsen az görmektir.



Denildi ki: Şükreden şükrünü nasıl artırır? Buna şöyle cevap verdi: “Şükrün endazesinin olmadığını bilmekle.” Şöyle devam etti: “Ne kadar şükredebiliyorsa külliyyen Mevlâ’nın ihsanı olduğunu; şükür niyetiyle tüm yaratılmışların takati nisbetindesâlih amelle gelse bunun da âzalarının takat getiremeyeceği, aklının almayacağı ölçüde şükür gerektireceğini bilmektir. Bu sebeple, şükreden ne kadar şükretse âz görür.



Haris el-Muhâsibiye şükrün alâmetleri soruldu. O da: “(Nimetlerdeki) artma” cevabını verdi. “Buna delilin nedir?” denildiğinde de: Allah Teâlâ’nın şu âyetidir dedi: “Eğer şükrederseniz elbette size (nimetimi) arttırırım.”



Hamd kavramına gelince, onun iki mânası vardır: îlkmânası şükretme,

İkincisi de mahmûd (övülmüş) olana kendisine lâyık olduğu gibi senâ et­mektir. Filan kimsenin durumunu övgüye lâyık buldum denilir. Bundan dolayı din ve dünya işlerinin ıslahı, şükür ve edepledir derler ki burda şükür (teşekkür etme) seninle mahlukât arasındaki durumdur.



Şükredenler üç gruptur: 1. Allah Teâlâ’nın sevabını arzulayarak O’na şükredenler. 2. O’nun azabından korkarak O’na şükredenler. 3. O’na senâda bulunmaktan lezzet alarak şükredenlerdir.



Bir kısım kimseler de demişlerdir ki; “Şükrün hakikati, Allah’a şükretmede aciz kaldığını itiraf etmektir.” Nitekim bu mânada şair demiştir:



‘’Değil mi ki Allah’ın nimetine şükretmek bizâtihî nimettir

öyleyse şükrümün şükrü gerektir.

Günler uzayıp gitse, ömre ömür eklense

şükre muvaffak olmak ancak Rabbin fazlı iledir.’’



İbnMesud (Allah rahmet eylesin) der ki: “Kıyamet günü insanlar üç divanda haşr olunun 1. İyilikler divanı. 2. Kötülükler divanı. 3. Nimetler  divanı. İyilikler nimetlerle karşılaştırılır. Ne kadar iyilik sayılsa illâ ki mukâbilinde bir nimet bulunur. Sonunda (iyilikler tükenip) nimetler iyilikleri kuşatıncaya kadar bu böylece sürer. Geriye kalan günahların da Allah dile­diğini siler.

İbn Furek - Tasavvuf Istılahları

(Türkiye Yazma Eserler Başkanlığı)
Devamını Oku »