Abdulfettah Ebu Gudde - İslam Alimlerine Göre Zamanın Kıymeti AdlıEserinden 'Alıntılar'

Abdulfettah Ebu Gudde - İslam Alimlerine Göre Zamanın Kıymeti Adlı Eserinden 'Alıntılar'




İmam Ebu Yûsuf un ölüm Döşeğinde Bile Îlmî Müzakerede Bulunması



 İşte İmam Kâdı Ebû Yûsuf, Ya'kûb ibn İbrahim el-Ensârî el-Kûfi summe’l-Bağdâdî. 113/731 yılında dünyaya gel­miş, 182/798 yılında vefat etmiştir. Allah Teala kendisine rahmet etsin. İmam Ebû Hanîfe’nin arkadaşı ve talebesi, onun ilminin ve mezhebinin yayıcısı idi. Üç Abbasi halife­sinin de kadılığını yapmıştı. Bu halifeler şunlardır: Mehdi, Hâdi, Haran Reşid. İlk kez Kâdîl-Kudât (Kadılar Kadı­sı) diye isimlendirilen kimse odur. Kendisine ayrıca Kâdı Kudâti’d-Dunyâ (Tüm Dünya Kadılarının Kadısı) denirdi.

İşte bu büyük âlim hayatının son deminde, nefesini ve­rip dünyasını değiştirirken bile, kendisini ziyarete gelen ziyaretçisiyle fıkhi bir meseleyi, bir kimsenin istifade et­mesi veya bir talibin öğrenmesi gayesiyle müzakere etmiş­ti. Hayatının son zaman dilimini dahi ilmi müzakere yapmadan, bildiğini aktarmadan ve de karşıdakinden istifade
etmeden geçirmemişti:

Öğrencisi Kâdî îbrâhim ibn Cerrâh el-Kûfî Sümme’l- Mısrî anlatıyor:

Ebû Yûsuf hastalandığında ziyaretine gittim. Yanına girdi­ğimde baygın hâlde buldum. Ayılıp kendisine gelince, “Ey İbrahim! Şu mesele hakkında ne dersin?” dedi. Ben ise, “Bu durumda bunu mu müzakere edeceğiz?” deyince, şöyle de­di: “Bir beis yok. Bu meseleyi tetkik edelim ki belki bilme­yen bir kimse öğrenip kurtulur.”

Daha sonra da şunu söyledi: “Ey İbrahim! (Hac menasi- kinde) hangi taş atma daha faziletlidir? Yürüyerek mi yok­sa binekli olarak mı?” Ben, “Binekli olanı.” dedim. “Hata ettin.” dedi. “Yürüyerek.” dedim. Yine “Hata ettin.” dedi. “Allah sizden razı olsun, o hâlde siz söyleyin.” dedim. O da şöyle açıkladı:

“Dua için durulan cemrelerde efdal olan yürüyerek taş­ları atmaktır. Dua için durulmayan cemrelerde ise efdal olan binekli olarak atmaktır.” Sonra yanından kalktım. Evinin kapısına varmıştım ki ağlaşmaları duydum. Anla­dım ki vefat etmişti. Allah’ın rahmeti üzerine olsun.”



Müfessir Taberi’nin Vaktini Düzenlemesi

işte size müfessirlerin, muhaddislerin ve tarihçilerin pi­ri, büyük müçtehid, İmam İbn Cerir Taberi. Allah kendi­lerine rahmet etsin. O, akitten istifade etmek, öğretmek, öğrenmek, yazmak veya telif etmek suretiyle zamanı de­ğerlendirmek açısından örnek alınacak kimselerden biri­si idi. Öyle ki ciddiyetle ve araştırmak suretiyle yazmasına rağmen eserlerinin sayısı ilginç bir rakama ulaşmıştır.

Allame Yâkût el-Hamevî Mu'cemu’l-Udebâ' adlı eserinde İmam İbn Cerir Taberi için bir terceme-i hâl yazar ki bu terceme-i hâl 56 sayfadır. Keza Hatib-i Bağdâdî de Târihul Bağdâd'da onun terceme-i hâlini vermiştir. Şimdi sizlere büyük imamın terceme-i hâlinden bazı bölümler aktara­cağım. Dolayısıyla burada her iki müellifin sözü birbirine katılmış olmaktadır. Evet bu iki zat şöyle demişlerdir:

Alî ibn Ubeydullâh el-Lugavî es-Simsimî, Kâdî Ebû Ömer Ubeydullâh ibn Ahmed es-Simsâr ve Ebûl-Kâsım ibn Akıl el-Verrâk’tan rivayet eder: Ebû Ca’fer Taberî arka­daşlarına der ki: “(Size) Kur’an tefsiri (yazdırmamı) ister misiniz?” Onlar da Hacmi ne kadar olur?” diye sorarlar. “Altı bin sayfa olur.” deyince, “Bunu tamamlamadan insanın ömrü biter derler Bunun üzerine o da tefsir çalış­masını altı bin kadar sayfada özetler ve yedi yılda yazdırır. Bu yazdırma 283/896’dan 290/903 yılına kadar sürer.

Daha sonra onlara sorar: “Âdem'den günümüze kadarki cihan tarihini ister misiniz?" “Hacmi ne kadar olur?” diye sorarlar O da tefsir için zikrettiği kadar bir miktar söyle­yince aynı cevabı verirler O da: “innâ liliâh! Artık insan­larda ilme iştiyak kalmamış.” der. Daha sonra tefsiri gibi bunu da yaklaşık aynı miktar sayfada ihtisar eder Yeniden tasnifi ile kendisine kıraat edilmesi 303/915 yılı Rebiulahir ayının bitmesine üç gün kala, Çarşamba günü sona erer. Kitabı nihayete erdirip söylenecek sözleri noktalama­yı ise 302/914 yılının sonunda bitirmiştir.

Hatib diyor ki: “Simsimt’den dinledim: İbn Cerir 40 yıl boyunca her gün 80 sayfa yazdı, öğrencisi Ebû Muhammed Abdullâh ibn Ahmed ibn Ca’fer el-Fergâni, Târihu ibn Cerir'e eklediği ve Sile diye maruf olan eserinde şöyle der: İbn Cerir’in talebelerinden bir grup buluğdan vefatına ka­dar yaşadığı günleri hesap ettiler. Ömrünün tamamı 86 yıl idi. Daha sonra eserlerinin sayfalarını bu ömre taksim et­tiler. Her güne 28 sayfa düşmekteydi. Bu, Hâlık’ın yardı­mı olmaksızın bir insanın yapabileceği bir şey değildir.” Allah ne yücedir, insanların gayretleri kendilerini nerelere vardırıyor! İşte görüyorsunuz!

İbn Cerir 224/839 yılında dünyaya gelip 310/922 yılın­da vefat etmiştir. 86 yıl hayat sürmüşlerdir.

Buluğdan önceki dönemi çıkardığımızda, -bunu 14 yıl olarak hesap edelim- geriye 72 yıl kalmaktadır. Bu dö­nem zarfında her gününe 28 sayfa düşmektedir. Bu du­rumda, 72 yılın günlerini hesap edip her gün için 28 say­fa takdir ettiğimizde, İbn Cerir’in tüm eserlerinin yekûnu 718000 sayfa etmektedir.

Bunu hesaplarken hem Târihini hem de Tefsirini yaklaşık 6000’er sayfa olarak saymışlardır. Bu durumda her iki kitabın toplamı yaklaşık 14000 sayfa veya yaklaşık 16000 sayfa etmektedir. Târihi matbu olarak, 11 büyük cüz hâlinde elimizdedir Tefsîri de 30 büyük cüzdür. Bun­ların her bir cüzü bir cilt kitap tutacak çaptadır.

İmamın eserlerinin kaç tane olduğunu artık var sen he­sap et. Çünkü yukarıdaki rakam çıktığında, geriye 702000 sayfa kalmaktadır.

Gerçekten de o, sahip olduğu bilgilerle, pek çok ilmi içinde barındıran bir akademi, pek çok eseri sebebiyle de âdeta bir yayınevi gibidir. O her şeyiyle benzeri olmayan eşsiz bir insandır. Kendi eliyle kâğıda bizzat yazarak telif etmiş ve böylece imbikten süzülmüş düşüncelerini ve fi­kirlerini insanlara sunmuştur. Eğer vakti değerlendirmeyi ve ondan nasıl istifade edip telif ile dolduracağını bilmeseydi, tüm bunları yapması mümkün olmazdı.

İbn Cerîrin talebesi ve arkadaşı Kâdî Ebû Bekr ibn Kâ­mil, İbn Cerîr in (Allah ona rahmet etsin) vaktinin ve işi­nin ne kadar düzenli olduğunu şu şekilde izah ediyor: “Yemeğini yedikten sonra sandal ağacı yaprağı ve gül suyuyla boyanmış, kolları kısa, hayş gömleğiyle uyurdu.

Daha sonra kalkardı. Öğle namazını kılar, ikindiye ka­dar eser yazardı.

Peşinden dışarı çıkar, ikindiyi kılardı. Namazdan sonra insanlara faydalı olmak için oturur, akşama kadar okut­turur veya kendisine okunurdu. Akşam ile yatsı arasında da fıkıh ve kendi çalışmaları için otururdu. Daha sonra da evine giderdi. Aziz ve Celil olan Allah’ın muvaffak kıldığı gibi, gece ve gündüzlerini kendisine, dinine ve insanlara faydalı olmak için taksim etmişti.”

Üstat Muhammed Kurdeali Kunüzül-Ecdûd adlı eserinde İmanı İbn Cerir Taberi’nin terceme-i hâlinde şöyle der: “İlim aktarmak veya ilim almak dışında hayatının bir da­kikasını bile başka şekilde sarf ettiği rivayet edilmemiştir.

Muâfâ ibn Zekeriyyâ sika bir zattan rivayet eder: “Ken­disi vefatından önce Ebû Ca’fer Taberinin (Allah kendisi­ne rahmet etsin) yanında idi. Bu ziyaretinden yaklaşık bir saat veya daha az bir müddet sonra vefat etti. Bu ziyaret esnasında Ca’fer ibn Muhammed’den gelen bir dua ken­disine zikredilince, bir divitle kâğıt istedi ve duayı hemen yazdı. ‘Bu hâlde de bununla mı iştigal edeceksin?’ denin­ce şöyle cevap verdi: İnsanın ölene kadar ilim elde etmeyi bırakmaması gerekir.” (Kunuz-ul Ecdad,syf;123)Allah Teala kendisine rahmet et­sin. İlme, dine, İslam’a ve Müslümanlara olan faydaları se­bebiyle ecrini kat kat versin. Âmin.

Ebû Hilâl Askeri, el-Hass alâ Talebil-İlm ve’l-İctihâd fi Cem'ih adlı eserinde şöyle der: "Ebû Bekr ibn en-Hayyât en-Nahvt (Allah kendisine rahmet etsin), tüm vakitlerin­de hatta yolda bile mütalaa ederdi. Bu sebeple bazen bir çukura düşer, bazen de bir hayvan kendisine çarpardı.”(agd-s.77)



Bîrûninin Senenin İki Günü Hariç Sürekli İlimle Meşgul Olması

  'Yâkût el-Hamevî’nin Mu’cemu’l-Udebâ' adlı eserinde, 362/ 973 yılında dünyaya gelip, 440/1048 yılında vefat eden astronomi âlimi, matematikçi, eşsiz bilge, tarihçi, filo­log, edip, üstün insan, pek çok ilmi kendisinde topla­yan Ebû’r-Reyhân Bîrûnî’nin (Muhammed ibn Ahmed el- Havârizmî’nin) (Allah kendisine rahmet etsin) terceme-i hâlinde şöyle denir:

“Ebû’r-Reyhân inşaat tekniğinde geniş bilgiye vâkıftı. Her konuda üstün malumata sahipti. Kendisini ilim tahsi­line vermişti. Kitap telifiyle iştigal ederdi. Yaşamında ihti­yaç duyduğu iaşeyi temin için senede iki gün, yani Nevrûz (21 Mart) ve Mihricân (bayram) günleri hariç ilimlerin ka­pılarını açar, benzeri ve yakın meseleleri ihata eder (kapa­lı ve gizli yönleri yakalar), neredeyse eli kalemden, gözü tetkikten, kalbi tefekkürden ayrı kalmazdı. Bu iki günde yetecek kadar yiyecek ve maişeti temin ederdi. Senenin diğer geri kalan günlerinde ise müşkilat perdesini yüzün­den kaldıran ve kapalı meseleleri kendisine açan ilim, onu bu tip işlerle meşgul olmaktan uzaklaştırıyordu.

Fakih Ebû’l-Hasan Alî ibn Isa el-Velvâlicî anlatıyor:

Nefsi gidip gelip can çekişirken, göğsü iyice daralmış­ken (78 yaşına ulaşmıştı) Ebû’r Reyhân’ın yanına vardım. Bu hâlde bile bana şunu sordu:

“Geçen gün, (anne tarafından) ninelerin fasid miras he­sabı hususunda bana ne söylemiştiniz?”

Ben de kendisine merhamet ederek, “Bu durumda bunu mu konuşacağız? dedim. O ise: “Efendi! Dünyadan bu meseleyi bildiğim hâlde ayrılmak istiyorum. Bu, meşelenin cahili olarak ayrılmamdan daha hayırlı değil midir?

Bunun üzerine açıklamalarımı tekrarladım, o da söylediklerimi ezberledi ve bana daha önceden vaat etmiş olduğu şeyi öğretti. Ardından yanından ayrıldım. Yolda giderken (vefatı sebebiyle) yapılan ağlaşmaları duyuyordum.”

Bu dâhi imam Arapça, Süryanice, Sanskritçe, Farsça ve Hintçeyi çok iyi biliyordu. Ardında uzay,tıp, matematik, edebiyat, filoloji, tarih ve diğer ilim dallarında olmak üzere 120’den fazla eser bırakmıştır. Büyük müsteşrik Karl Edward Sachau onunla ilgili olarak şöyle demiştir: “O, tarihin tanıdığı en büyük akıldır.”

Meşhur müsteşrik George Sarton da onunla ilgili olarak şöyle demiştir: “Bîrûnî İslam âleminin en önde gelenlerin­den ve dünya âlimlerinin en büyüklerinden birisiydi.”



Yatıp Uzanırken Bile Tefekkür Ederlerdi

 İmam Ebûl-Vefâ ibn Akıl el-Hanbelî (Ali ibn Akıl el-Bağdâdî) hakkında Hafız İbn Receb el-Hanbelî Zeylu Tabakâti’l-Hanâbile adlı eserinde bu zatın yüklü ve zengin terceme-i hâlini anlatırken özetle şöyle der:

“431/1039 yılında dünyaya geldi ve 513/1118 yılında vefat etti. Âlemdeki faziletli zevattan, Âdemoğullarının ze­kilerinden biri, üstün kapasiteli ve ilim dallarında geniş bilgi sahibi bir insandı.

O şöyle diyordu: ‘Ömrümden bir saati bile boşa zayi et­mem helal olmaz Dilim müzakere ve münazara, gözüm mütalaa yapmadığı durumlarda yani uzanıp yatıp rahat ederken bile tefekkür ederim. Kalkarken yazacağım şey­leri düşünmüş olarak kalkarım. Şu 80 yaşımda, ilme kar­şı olan hırsımı 20 yaşımdaki hırsımdan daha çok bulu­yorum.

Yemek için elimden geldiğince az vakit ayırıyorum. Bu sebeple ekmek yerine suyla yumuşatarak kek dilimi yiyo-rum. Çünku ikisi arasında çiğnem farkı vardır. Bunu da elde edemediğim bir bilgiyi mütalaa etmeye veya yazmaya daha çok vakit ayırmak için yapıyorum.Çünkü âlimlerin hepsinin ortak kanaati şudur: Akıllı insanların elde etmek için uğraşması gereken en değerli şey vakittir. Vakit bir ganimettir ve içindeki inşatlar servet bilinmeli, kapılma­ya çalışılmalıdır. Hayatta sıkıntılar çoktur ama vakitler de Hızlı geçip gitmektedir,’

Üstat İbnu’l-Cevzi der ki: İmam İbn Akıl daima ilimle meşgul olurdu. Üstün düşünme kabiliyeti, kapalı ve ince meseleleri araştırma hasleti vardı. Funûn adlı eserini dü­şüncelerine ve başından geçen olaylara tahsis etmiştir.’ Çeşitli ilim dallarına ait pek çok eseri vardır. Bunlar yir­mi kadardır. En büyük eseri Funûn adlı eseri olup ger­çekten büyük bir kitaptır. Bunda çok kıymetli ve faydalı vaaz, tefsir, fıkıh, usûlül-fıkh, kelam, nahiv, dil, şiir, tarih, hikâye tarzında bilgiler vardır. Bu eserde aynı zamanda, başından geçen münazara ve toplantılar ile düşünceleri ve düşüncelerinin vardığı neticeler vardır. Bunları da eserine katmıştır.

Hafız Zehebî der ki: ‘Dünyada bundan daha büyük bir kitap yazılmadı. Bunu kitabın 400’üncü cildinden sonra­ki bir cildini gören kimse bana haber verdi.’ İbn Receb diyor ki: Âlimlerden bazıları bunun 800 cilt olduğunu söylemişlerdir. ” (Zeylu Tabakâtil Hanabile, I, 142-62; ibnu’l-Cevzi, Muntazam, IX/92. 212- 15.)Allah rahmet etsin, işte o, Funûn adlı eserinin matbu olan kısmının giriş bölümünde şöyle diyen insandır: “İmdi, vaktin kendisiyle harcandığı, nefsin meşgul edil­diği ve kudreti yüce olan rabbe yaklaştırarak en güzel şey ilim talep etmektir. Bu, insanı cehalet zulmetinden dinin nuruna çıkarır. Benim nefsimin meşgul olduğu ve vaktimi kendisiyle geçirdiğim şey işte budur, ilimdir.

Âlimlerin sözlerinden, kitapların içlerinden ve ulemanın meclislerinden, faziletlilerin toplantılarından ortaya saçı­lan anlık güzel düşünceleri kapmak suretiyle elde edip istifade ettiğim bilgileri yazmaya devam ediyorum. Bunu yaparken, arzum, ilmin bir parçasının bana bulaşmasıdır. Çünkü böyle yapa yapa cehaletten uzaklaşıyorum. Belki de böyle devam ede ede benden öncekilerin ulaştığı bazı seviyelere ben de ulaşabileceğim.

İlim, kendisiyle iştigal eden insana hemen faydalar sağ­lamasa bile; vaktin kendisiyle ölüp gittiği boş şeylerden alakayı kesip atması bile yeterlidir. Allah Teala’dan bizleri sırat-ı müstakimden ayırmamasını dilerim. O bana yeter.

O ne güzel vekildir.”

İbnu’l-Cevzi diyor ki: İmam Ebû’l-Vefâ ibn Akîl’e ölüm yaklaşıp vefat alametleri baş gösterince, kadınlar ağlaşma­ya başladılar. Bunun üzerine onlara şöyle dedi: 'Elli yıl Al­lah adına fetva verip imzaladım. Bırakın beni de O’na kavuşacağım için sevineyim.”’

Bu büyük imam dünyadan ayrılırken, kitapları ve giydi­ği elbiselerinin dışında bir şey bırakmadı. Bıraktığı elbise­ler sadece kefenine yetip borcunu ödeyecek kadardı. İlme olan hayırlı hizmetlerinden dolayı Allah ona rahmet etsin ve en güzel şekilde mükâfatlandırsın.

Muhterem okuyucu!

Görüldüğü gibi aklı çalıştırmak, vakti değerlendirmek, nefsi hayır ve ilme alıştırmak nasıl neticeler verdiriyor? Bu vesileyle elde edilen neticeler akılla kabul edilemeyecek kadar büyük rakamlara ulaşıyor. Oysa akü kabul etmese bık hakikat böyledir. Evet bu azim, 800 cilt kitabı ortaya çıkartıyor. Hem de dünyadaki en büyük kitap! insanlar­dan sadece bir fert, evet sadece Ebû’l-Vefâ ibn Akîl kendi başına bu kadarlık bir kitabı telif etmiş. Hem de bunla­rın yamada sayısı yirmiye ulaşan başka çalışmaları da var. Bunların bir kısmı ise onar ciltten meydana gelmektedir.

698/1299 yılında vefat eden İmam Bahâuddin ıbnun- Nehhâs el-Halebi en-Nahvî (Muhammed ibn İbrahim) ne kadar güzel, ne kadar doğru söylemiştir. (Allah ona rah­met etsin). Aşağıda zikredeceğimiz şiiriyle, sürekli olarak az şeyi başka az bir şey üzerine eklemek suretiyle son de­rece büyük bir yekûnun meydana geleceğini beyan et­mektedir. Ebû’l-Vefâ ibn Akil de görüldüğü gibi, durum aynıyla budur. Çünkü onun eserleri 800 cilttir.

Evet, Suyûtînin Buğyetu’l-Vuât adlı eserinde Bahâuddin ibnu’n-Nehhâs el-Halebi’nin terceme-i hâli verilirken şu şiiri de zikredilir:

İlim, oradan buradan toplanan,

Bir şey üstüne bir şey koymaktır.

Böyle devam eden bir insan,

Bir gün hikmete ulaşacaktır.

Çünkü sel kocamandır, lâkin Damlalardan oluşmaktadır.



Bin Fasikül Kitap Yazdı

Tezkire tu’l-Huffâz da, 541/1146 yılında dünyaya teşrif edip 600/1203 yılında vefat eden Hafız Abdulğanî Makdisînin (Allah kendisine rahmet etsin), terceme-i hâlinde şöyle geçer;

“İmam, Muhaddisu-l İslam, Takiyyuddin  Ebu Muhammed Abdulğani ibn Abdulvâhid el-Makdisi el Cemmâilî sümme’d Dımaşki es-Sâlihi el-Hanbelî. Pek çok eserin sahibi Ebü Tâhir Silefi’den 1000 cüz yazmıştır. Sa­yılamayacak kadar eser telif etmiştir. Vefat edene kadar sürekli istinsah etmekle, eser yazmakla, hadis rivayet et­mekle ve Allaha ibadet etmekle meşgul oldu.

(Öğrencisi) Ziyâ Makdisî şöyle demiştir: Zamanının hiç­bir dilimini zayi etmiyordu. Sabah namazını kıldıktan sonra, bazen Kur an-ı Kerim’in kıraat vecihlerini öğretiyor, bazen de hadis yazdırıyordu. Daha sonra kalkıp abdest alıyor ve öğlen öncesine kadar Fatiha ve Muavvizeteyn’i (Felak,Nâs surelerini) okumak suretiyle 300 rekât kılı­yordu Ardından biraz uyuyor ve öğleni kılıyordu. Peşin­den de akşama kadar hadis rivayeti ve eser yazmakla meş­gul oluyordu. Akşamleyin de oruçlu ise iftar ediyordu. Yatsıyı kıldıktan sonra gece yansına kadar veya biraz da­ha fazla uyuyordu.

Sonra abdest alıyor ve namaz kılıyordu. Ardından bir da­ha abdest alıyor ve sabah namazına yakın vakte kadar na­maz kılıyordu. Bazen yedi ve daha fazla abdest aldığı olur­du. (Böyle çok abdest alması hususunda) şöyle diyordu: 'Azalarını ıslak olunca namaz benim için daha lezzetli olu­yor.Bu ibadetten sonra, sabah namazından önce biraz kes­tiriyordu. Onun âdeti bu şekilde idi.” Geriye kırktan fazla kitap bırakmıştır. Bu eserlerde çok kıymetli bilgiler vardır.



Tefsirini Geceleri Yazdı

1217/1802 yılında doğup 1270/1854 yılında vefat eden, Bağdat müftüsü, mûfessirlerin sonuncusu, imam, müfes-sir Alûsî (Ebû’s-Senâ Şihâbuddîn Mahmûd ibn Abdullâh el-Alûsî) el-Bağddı de şöyle der;Her an ilminin artmasına çok hırslı idi.Faydalı bilgiler elde etmekten,şiirleri toplayıp ezberlemekten geri durmazdı.

Gündüzleri fetva vermek ve ders talim etmekle geçerdi. Ge­cenin başlangıç diliminde kendisinden istifade etmek isteyen bir kimse veya bir dostu ile olurdu. Gecenin sonlarına doğru tefsirinden birkaç sayfa yazardı. Gecenin sabahında yazmış olduğu bu sayfaları evinde görevlendirdiği kâtiplere verirdi. Onlar ise bunların yazım işini ancak 10 saatte bitirirlerdi. Günde 24 ders verirdi. Tefsir ve fetva ile meşgul olduğu günlerde de büyük kitaplardan günde 13 ders yapardı. Devamlı telif ile meşgul olurdu. Hatta vefat ettiği hastalı­ğında da böyleydi.

Tefsiri, âlimlere göre diğer tefsirler arasında son derece güzel ve eşsizdir. Sadece bu tefsir onun imametini, fazile­tini ve ilmini ifade etmek için yeterlidir. O, tefsirini gece telif etmiştir.



Eskilerin Koca Koca KitaplarıZamanı Hiç İsraf Etmediklerini Gösterir

Burada hocamız allame Muhammed Zâhid Kevserinin (Al­lah Teala kendisine rahmet etsin) bir açıklamasını sizlere nakledeyim. Bu yazısında o, diğer ilimler dışında özellikle tefsir alanında yazılmış büyük tefsir kitaplarına değinmiş­tir Bu eserlerin büyüklüğü yazarlarının ilme ve zamanı değerlendirmeye önem verdiklerini göstermektedir. On­lar bu hacimli eserleriyle büyük insanlar olduklarını is­pat etmişlerdir. İnsan, bu kitapların kendilerini görmek bir tarafa, onlarla ilgili malumatı duymakla bile dehşete düşmektedir. Gerçekten Allah Teala’nın kullan içinde ni­ce enteresan kimseler vardır.

Hocamız Kevser'i Makâlâtul-Kevseri adlı eserinde Kur’ an-ı Kerim’e yapılan bazı hizmetlerden bahsederken şöyle der:

İlim ehlinin Kuranın yüce manalarım parlatmak için telif etmiş oldukları eserler neredeyse sayılamayacak ka­dardır Bunların hepsi de tefsirlerinde rivayet ve dirayet tarzında farklı metotlar takip etmişlerdir. Ayrıca çeşit­li Kur an ilimlerini ön planda tutmalarına, kendi zevk ve meşreplerine göre Kur'an-ı Mecıdin bir yönüne özellikle ağırlık vermek suretiyle de Kur’anı tefsir etmişlerdir.

Bu sadette ümmetin âlimlerinin bazı eserlerini zikretme­me sanırım okuyucu kardeşlerim müsamaha gösterecek­tir Bu eserler sahiplerinin onları yazarken ne kadar gayret gösterdiklerini sunması açısından güzel örneklerdir. Me­sela İmam Ebûl-Hasan el-Eş’arinin Muhtezan adlı tefsiri. Makrizı’nin Hıtafta zikrettiğine göre 70 cilt imiş. Keza Kâdî Abducebbâr Hemedâni’nin Muhit tefsiri 100 fasikül imiş.

Ebû Yûsuf Abdusselâm Kazvînînin Hadâiku Zâtu Beh-ce adlı tefsiri için söylenen en küçük rakam 300 cilt oldu­ğudur. Müellifi bunu vakfetmiş ve Bağdat’taki İmam Ebû Hanîfe Mescidine koymuştu. Daha sonra malum Moğol istilasıyla beraber, diğer pek çok eser gibi bu kıymetli eser de kaybolup gitti. Yalnız ben Hind ediplerinden birisin­den, bir kütüphanenin katalogunda bunun bir parçasının mevcut olduğunu gördüğünü duydum.

Hafız İbn Şâhinin de hadisler ışığında yazdığı 1000 cüz lük tefsiri varmış. Kadı Ebû Bekr İbnu’l-Arabî’nin tefsiri Envâru'l-Fecr de 160000 sayfa civarındaymış. Bu eserin bi­zim memleketimizde (İstanbul ve Türkiye kütüphanelerin­de) mevcut olduğu bilinmektedir. Ancak ben uzun arama­larıma rağmen bu esere muttali olamadım. Ebû Hayyân’ın hocalarından Ibnu’n-Nakib el-Makdisinin tefsiri de 100 cilde yakınmış. Bu eserin bazı ciltleri İstanbul kütüphane­lerinde bulunmaktadır. Bu tefsirlerden bazılarının bir kısım ciltleri bildiğim kadarıyla bazı kütüphanelerde mevcuttur.

Bugün elimizde bulunan tam ve en büyük tefsir (bildiği­miz kadarıyla) Tefsir-i Alât de denilen Fethul-Mennân tefsiridir.Eser, allame Kutbuddin eş*Şirâzi’ye aittir. 40 Cilttir. Birinci cildi Dâru’l-Kütübi’l-Mısriyye’de mevcuttur.Bu cilde bakıldığında eserinde takip ettiği metot ortaya çıkmaktadır. Eserin diğer ciltleri de İstanbul’da iki kütüphanede, Muhammed Es’ad ve (Hekimoglu) Ali Paşa’da bulunmaktadır.

el -Menhdu’s-Safi de zikredildiği gibi allame Muhammed Zâhid el-Buhâri’nin tefsiri 100 kadar ciltlik bir tefsirmiş. İslam ümmeti âlimlerinin bu geçenlerin dışında daha sa­yılamayacak kadar tefsirleri vardır. Hepsinin metotları farklıdır. Onların şükre değer bu hizmeti yanında; kitabı açıklayan, Kur’anda icmali geçen yerleri izah eden hadis­leri toplayarak yaptıkları çalışmaları da vardır.”

Allame, fakih, usul âlimi, araştırmacı Muhammed Haşan el-Hacvi el-Fâsî el-Mağribî (Allah Teala kendisine rahmet etsin) ilginç eseri el-Fikru’s-Sâmî fi Târihi’l-Fıkhil-îslâmî adlı eserinde, çok eser yazan müelliflere temas etmiştir. Bunlar arasında İbn Cerîr’i, Îbnul-Cevzî’yi ve başkalarının zikretmiştir, İçlerinde benim zikrettiklerimin bir kısmı tekrar ediliyor olsa da -ki bunun zararı yok- onun yazı­sından bir parçayı aşağıya alıyorum. O şöyle demiştir:

el-Dibâcul-Muhezzeb'de geçtiğine göre, Kâdî Ebû Bekr Muhammed ibn Tayyib el-Bâkıllânî her gece 20 rekât namaz kılardı. Hafızasından 70 sayfa yazmadan da uyumazdı.

İbn Ebid-Dunyâ geriye 1000 kitap bıraktı. İbn Asâkir de Tarih’ini 80 ciltte telif etti. Suyûtî şöyle demiştir: ‘En çok eser yazan İbn Şâhîndir. 330 eser yazmıştır. Bunlar­dan birisi olan Tefsir 1000 cüzdür, Musned 1500 cüzdür. Keza Suyûtî şunu da söyler: ‘Bu tıpkı tayy-ı mekân gibi tayy-ı zamân işidir, İsra ve Kadir gecesinden miras kalan bir berekettir.’ Bunu (Muhammed ibn Abdurrahmân ibn Zekeriyyâ el-Fâsî) el-Minâhu’l-Bâdiye’de nakletmiştik.

İmam Ebû Muhammed Alt ibn Hazm geriye 400 cilt eser bırakmıştır. Bunlar takriben 160000 sayfa tutmaktadır. İmam Ebû Muhammed Abdurrahmân ibn Ebî Hâtim er- Râzî de geriye pek çok eser bırakmıştır. Bunlar fıkıh, ha­dis, tarih dallarındadır. Eserlerinden birisi olan Musned 1000 cüzdür. Bunu da (Subkî) Tabakâtu ’ş-Şâfi ’iyye’sinde zikretmiştir.

Mustedrek alâs-Sahîhaynın sahibi, Ibnu’l-Beyyı diye ta­nınan Ebû Abdullah el-Hâkim de 1500 cüze varan eser bı­rakmıştır. Tahricu’s-Sahîhayn,ilel,EmâlîFevâidu’ş-ŞuyûhTârihu Neysâbûr ve diğerleri eserlerinden bazılarıdır.

İmam Ebû’l-Hasan el-Eş’arinin kitapları da büyük kü­çük cinsinden 50'ye ulaşmıştır. Bunların çoğu batıl fır­kalara reddiye konularındadır. Bu ise en zor eser yazılan mevzulardandır. Bu tip eserleri yazmak çok zaman ister.

Takiyyuddin ibn Teymiyye de 300 eser yazmıştır. Bu eserler çeşitli ilim dallarına aittir. Bunlar 50 kadar cilt içinde toplanmıştır. Öğrencisi İbn Kayyım el-Cevziyye büyük-küçük eser cinsinden 50 cilt eser telif etmiştir. İmam Beyhaki de 1000 cüz eser telif etmiştir. Bunlar ben­zeri nadir bulunan cinsten kıymetli eserlerdir. Faydaları çoktur, Beyhaki 30 yıl oruç tutmuş bir insandır.

Meşhur Muhammed ibn Sahnûn el-İfrikî de fıkıh, siver tarih ve diğer ilim dallarını havi büyük eserini 100 cûz olarak bizlere miras olarak bırakmıştır. Âhkâmul-Kur’ân ve diğer kitapları da böyledir.

Fas'ta metfun, İmam Ebû Bekr ıbnu’l-Arabî el-Meâferî de büyük tefsirini 80 cüz olarak yazmıştır. Onun başka eserleri de vardır. Tirmizi, Muvatta’ şerhleri ile büyük ve küçük Ahkâmul Kur’ân kitapları gibi. Keza el-Kavâsım vel-Avâsım, el-Mahsûlfî’l-Usûl gibi. Bunlar en üst seviyede eserlerdir. Bu, az rastlanan bir durumdur.

İmam Ebû Ca fer Tahâvî de pek çok eser yazmıştır. Bir tek mesele için bile eser yazmıştır. O da şudur: Hazre-ti Peygamberin haccı, kıran mı, ifrad mı yoksa temet­tü muydu? Bu eserini iki sayfa olarak yazmıştır. İslam âleminde buna benzer nice çalışmalar vardır.

Ebû Ubeyde’nin (Ma'mer ibn Musennâ) çeşitli ilim dal­larındaki eserleri 200’e ulaşmıştır. İbn Sureyc’in eserleri de 400’e ulaşmıştır. Kadı Fâdıl’ınkiler de 100’e ulaşmış­tır. Endülüslü âlim Abdulmelik ibn Habıb’in eserleri de 1000’e varmıştır. Bunu da Nefhu’t-Tîb'de Lisânuddin Hatîb zikretmiştir.

Eserleri ciltler dolusu tutmaktaydı. Mesela Sibi ibnu’l- Cevzî’nin tarihle ilgili Mirâtuz-Zemân 40 cilt idi. Hatib’in Târihu Bağdâdi de 15 cilttir. Eğânî de 20 cilttir. İbnu’l- Esîr’in Kâmili 12 cilttir. Ebû Hanife ed-Dîneverinin Şerhu’n-Nebât'ı 60 cilde ulaşmaktadır. Arap âleminin filozofu Ya’kûb ibn İshâk el-Kindî’nin felsefe, tıp, matematik ve di­ğer pek çok ilimlere dair eserleri de 231’e varmaktadır.

Zikri geçen zevatın eserlerinin ciltleri 20 sayfadan 200 sayfaya kadar değişmektedir. Bunların yazı malzemesinin zor bulunduğu zamanlarda yazıldığı düşünülürse durum daha iyi değerlendirilip anlaşılır.

Sonrakilere gelince; yazma malzemesi ve imkânlar art­masına rağmen, önceki âlimler kadar eserleri yoktur.Mesela Fe'thul-Bari ve İsabe ve diğer eserlerin sahibi İbn Hacer, Zehebî, eserleri 400’den fazla olan Suyûtî gibi.Bunların eserlerinin çoğu iki veya dört sayfaya varıncaya kadar küçüktür.Suyûtî den daha da çok eser veren, Ebû’l-Feyd Muhib-buddin Muhammed Murtazâ el-Hûseynî el-Vâsıtî ez-Zebî-di el-Hanefi Nezîlu Mısr da böyledir.Ancak Şerhul Kâmûs, Şerhul-ihyâ adlı eserleri çalışmalarının azametine delildir.Bu iki eserin faydası çok geniş olmuş ve İslam âlemi bunlara ziyadesiyle rağbet göstermiş, üzerlerinde çalışarak yararlanmışlardır.’’

Ben de yazımı vakitlere dikkat eden, anları bile değer­lendiren, zamandan en güzel meyveleri elde etmesini bi­len âlimlerden birisi olan Ebû’l-Kâsım ibn Asâkir ed- Dımaşki’nin terceme-i hâlini kısaca vererek bitirmek istiyorum. Onun hayat hikâyesinde insandaki arzu ve is­tekleri harekete geçiren, uyuyanı uyandıran taraflar var­dır. Simdi sizlere onu anlatacağım.

O Kadar Çok Eser Yazmıştır ki Hepsi Basılamıyor

Hafız Ebul-Kâsım ibn Asâkir ed-Dımaşkî (Ali ibn Ha­şan) 499/1105 yılında Şam'da doğdu ve 571/1175 yılında Hakkın rahmetine kavuştu. Allah Teala kendisine rahmet Yaşamında anları bile değerlendiren bir insandı. İslam kütüphanelerine o kadar çok eser ikram etti ki bugün ilmi kurumlar (akademiler) bile bunları basmaktan âciz kalmaktadır. Oysa o, bunları tek başına yazmıştı. Evet,bunları bizzat kendi eli ve kalemi ile telif etti, inceleyerek yazdı.İlk önce bunların asıl malzemelerini topladı, daha sonra bunları özetledi, düzenleyip tertip etti. Bunun ardından, çok sağlam hafızası, geniş bilgisi, eser yazmaya ve fazlaca eser telif etmeye karşı son derece gayret ve yeteneği olduğunu gösteren, yaşayan ve konuşan birer delil olan kitaplarını insanlara sundu.

Burada sizlere onun bayat hikâyesinin bir yönünü sunacağım. Anlatırken ilim için ne kadar çok yolculuk ettiğine, eserlerinin oldukça fazla olduğuna, vakitleri ve zamanını değerlendirme hususunda son derece gayretli olduğuna temas etmekle yetineceğim.

Tarihçi Kâdî ibn Hallikân Vefeyâtu’l-A'yân adlı eserinde bu zatın terceme-i hâlini verirken şöyle der:

“Zamanın Şam bölgesi muhaddisi, Şafii fıkhının önde gelen âlimlerinden idi. Daha ziyade hadis ilmiyle meşgul oldu ve bu yönüyle meşhur oldu. Hadis toplamak için son derece gayret gösterdi. Bu sebeple onun topladığı hadis kadar hadis toplamak başkasına nasip olmadı. Hadis toplamak için çok seyahatler edip, beldeler dolaştı, yollar katetti. Pek çok hadis hocası ile görüştü. Hafız Ebû Sa’d Âbdulkerîm ibnu’s Sem’ânî ile bu yolculuklarda arkadaşlık etti.

Hadis hafızı idi. Dinine son derece bağlıydı. Hadislerin metinlerini senedleriyle toplardı. Bağdat’ta (hadis hocalarından) hadis dinledi. Sonra Şam’a yöneldi. Ardından-Horasan’a gitti. Neysabur, Herat, Esbehan ve Cibal’e de gitti. Çok faydalı eserler hazırladı. Senedleriyle beraber  hadis kitapları yazdı. Hadisler hususunda çok güzel değerlendirme yapan birisiydi. Hadisleri toplamaktan ve eser yazmaktan son derece haz alıyordu. Târihu Dımaşki  yazdı. Bu 80 ciltlik bir eser olup çok kıymetli bilgilere ha­vidir. (Hatîb-i Bağdadinin) Târîhu Bağdâd’ının usulünce hazırlanmıştır.

Mısır’ın hafızı, hocamız hafız allame Zekiyyuddin Ebû Muhammed Abdulazîm el-Munziri, bu tarih kitabının bahsi geçince, bir cildini bizlere çıkarıp getirdi. Eser ve ne kadar büyük bir çalışma olduğu hususundaki konuşma uzadı da uzadı. Sonra da şöyle dedi: ‘Kanaatimce bu zat tarih kitabını buluğa erdiği günden itibaren yazmaya az­metti ve kitapla ilgili malzemeleri bu tarihten itibaren top­lamaya başladı. Ancak yine de bir insanın, ders veya hadis rivayetiyle meşgul olurken, bir taraftan da şöhrete ulaş­mışken (bu şöhret sebebiyle insanlar kendisine sürekli gi­dip gelirlerken, meselelerini arz ederlerken) böyle bir ese­ri telif etmesi bir ömre kısa gelir.’Gerçekten de doğruyu söylemiştir. Hayatını inceleyen kimse bu sözünün ne kadar doğru olduğunu anlar. Bir insanın fırsat bulup da bu hacimdeki bir eseri bu süre­de yazması mümkün müdür? Ortaya çıkan bu eser (tarih kitabı) seçtiği bilgilerdir. Esas topladığı malzemeler nere­deyse özetlenemeyecek kadar çok ve müsveddeler şeklin-de idi. Bunlardan sahih olarak seçtiklerini bir araya getirdi (ve elimizdeki eser oluştu). Bunun dışında başka güzel eserleri, faydalı cüzleri de vardır.”

Hafız Kasım ibn Asakirin eserleri 50’den fazladır. Bunlardan bir tanesi olan Târihu (Medîneti) Dımaşk, daha önce bahsedildiği gibi 80 cilttir.

Hafız Zehebî Tezkiretu ’l-Huffâz'da İbn Asâkir’in terceme-i hâlini verirken şöyle der:

"'İmam, büyük (hadis) hafız(ı), Şam bölgesinin muhaddısi, ümmetin övünç kaynağı Ebû’l-Kâsım ibn Asâkir. Pek çok eserin ve Tarihu Kebîrin sahibi. 499/1105 yılı­nın başlarında doğdu. 505/1111 yılında babasının ve kar­deşi Ziyâuddîn Hibetullâh’ın ilgilenmesi ile hadis dinle­meye başladı. Şam’da şu hocalardan hadis dinledi... 20 yaşında iken yolculuğa başladı. Bağdat’ta hocalardan ha­dis dinledi. Mekke'de, Kûfe’de, Neysabur’da, Esbehanda, Merv’de ve Beratta da pek çok hocadan hadis dinledi. 40 beldeden, kırk hocadan birer taneden kırk hadislik) el-Erbeûnu’l-Buldânıyyeyi hazırladı. Hocalarının sayısı 1300’dür. 80 küsur tanesi de kadındır.

Kendisinden pek çok insan hadis rivayet etmiştir. Bun­lardan birisi de yolculuklarda arkadaş olan Ebû Sa’d es- Sem’âni’dır. (Zehebi daha sonra eserlerini sayar. Bunlar 50 ve yakındır). Çeşitli ilim dallarına dair bilgilerini yaz­dırmak için 480 meclis (oturum) tertip etti. (Her yazdır­ma meclisi bir eser telif etme mesabesindedir).

Oğlu muhaddis Bahâuddîn Kâsım şöyle demiştir: ‘Allah rahmet etsin, babam cemaate ve Kur’an okumaya devam eden bir insandı.. Her cuma bir hatim bitirirdi. Ramazan­da ise her günde hatim bitirirdi. (Şam Camii’nin) doğu minaresinde itıkâfa girerdi. Çok nafile ibadet eden, zikir ehli insandı. (Şaban ayının) ortasındaki geceyi ve bayram gecelerini ihya eder, ibadet ve zikir ile geçirirdi. Giden her vakit hususunda kendi nefsini muhasebeye çe­kerdi.40 yıl, yani hocaları kendisine rivayet ve hadis nakli için icazet verdiği andan itibaren sadece hadisleri bir araya getirmekle ya da rivayet etmekle meşgul oldu. Gezer­ken ve yalnızken bile bu hâl üzere idi.

Hafız Ebûl-Alâ Hemedânî de şöyle der: ‘Ebû’l-Kâsım îbn Asâkır’e, ateş gibi yanan ve son derece iyi kavrayan zekâsından dolayı “Ateş Meşalesi” denmekteydi.’ Ebû’l- Mevâhib ıbn Sasrâ da der ki: ‘Ona, ‘Efendimiz kendileri gibi bir kimse gördüler mi?’ diye sordum. Bana şöyle ce­vap verdiler:

- Böyle söyleme. Çünkü Allah Teala Kur’an’ında şöyle ferman ediyor: ‘Kendi nefislerinizi temize çıkarmayın.’ Böyle deyince ben de dedim ki: ‘Fakat Allah Teala şöy­le de buyurmuştur: ‘Amma rabbinin nimetini söyleyip anlat.' Bu sefer şöyle cevap verdi: ‘Bir kişi benim gibi bir kimseyi gözlerinin görmediğini söylerse doğru söylemiş olur.’

Ebû’l-Mevâhib daha sonra şöyle der: ‘Ben de derim ki: Onun gibisini görmedim. Onda toplanan şu güzelliklerin bir başkasında toplandığını da görmedim: 40 yıl boyun­ca hep aynı yol üzere devam ederdi. Bir özür olmadık­ça sürekli birinci safta yerini alırdı. Ramazan ayında ve Zilhicce’nin 10 gününde itikâfa girerdi. Kendisinde mal ve binalar edinme yönünde bir arzu ve istek yoktu. Bu dü­şünceyi nefsinden atmıştı. İmamet ve hitabet gibi makam­lardan yüz çevirmişti. Teklif edilince de kabul etmemişti. Kendini emr-i bil-ma’rûf ve nehy-i ani’l-munkere vermişti. Kınayanın kınaması onu Allah yolundan alıkoymazdı

3- imam Tacuddin Subkî de Tabakatuş Şafiyyetul Kubra adlı eserinde Ibni Asâkir’in terceme-i hâlini verirken şöyle der;

Büyük imam, ümmetin hafızı Ebû'l-Kâsım ibn Asâkir.Dedelerinden ismi Asâkir olan birini bilmiyoruz fakat bununla meşhur olmuştur Kendileri Allah Resulünün sünnetinin yardımcısı ve hızmetçisiydi. Muasırı olan hadisçilerin  imamı, seçkin hadis hafızlarının sonuncusu, hadis talep eden öğrencilerin konaklayıp uğradığı kişi idi.

Kendisini çeşitli ilim dallarına verdi. İlim ve amel dışında bir şeyi arkadaş edinmiyordu. Nihai gayesi hep bu iki-siydi. Öyle kuvvetli bir hafızası ve zabtı vardı ki en küçük bir şeyi bile kaçırmıyordu. Elde ettiği bilgileri öyle sağlamlaştırırdı ki bu özellikleri onu kendisinden öncekilerin üzerine çıkarmasa bile aynı seviyeye taşımıştı. O kadar geniş ilmi vardı ki bununla zenginleşmiş ve tüm insanları kendisine muhtaç bırakmıştı.

Pek çok insandan hadis dinledi. Hocalarının sayısı 1300’dür. 80 küsur kadından da hadis dinlemiştir. Irak’a, Mekke’ye, Medine’ye hadis talebi için yolculuklarda bulundu. Acem beldelerine de gitti ve Esbehan, Neysabur,Merv, Tebriz, Miyhene, Beyhak, Husrevcird, Bistam, Damegan, Rey, Zencan, Hemedan, Esedabad, Cey, Herat, Bven, Beğ, Buşenc, Serahs, Nukan, Simnan, Ebher, Merend, Huvçy, Cerbazekân, Muşkân, Ruvzaver, Hulvan, Erciş gibi şehirlerde hadis dinledi.

Ayrıca Enbar, Rafika (Silvan), Rahabe, Mardin, Maksin ve diğer pek çok beldede ve farklı yörelerde hadis dinledi.Bineğini hep uzak sahralarda yürütür, evinden sürekli ayrı kalırdı. Devamlı yalnız yaşardı. Kendisine dost olarak takvayı edinmişti. Öyle bir azme sahip idi ki hedeflediği bilgilere ulaşmayı büyük bir derece olarak kabul ediyordu.

' Hocası Hatîb Ebul-Fadi et-Tûsî onunla ilgili olarak şöyle demiştir: Bugün onun dışında bu lakabı hak eden birbaşka kimse bilmiyoruz,’ Bu sözüyle, (yüz bin hadisi her yönüyle bilen, hadis ilminde iyice derinleşmiş manasına gelen) hafız’ lakabını kastetmekteydi. İbnu’n-Neccâr da şöyle demektedir: ‘Zamanındaki muhaddislerinin ima­mıydı. Hıfz ve ezberlediğini sağlamlaştırmada, hadis ilim­lerini kamilen bilmede, güvenilirlikte, seçkinlikte, güzel­ce tertipli eser hazırlamada üstatlık ona aitti. Bu iş onunla son buldu.’

İbnu'n-Neccâr şunu da der: Hocamız Abdulvahhâb ibn Emin’in şöyle dediğini işittim: ‘Bir gün Hafız Ebû’l-Kasım ibn Asâkir ve Ebû Sa’d ibn es-Sem’ânî ile beraberdim. Ha­dis almak ve hadis ravilerine uğrayıp onlardan hadis işit­mek için gidiyorduk. Yolda böyle birisiyle karşılaştık. Ibnus-Sem’ânî, bir hadis cüzünü okuması için o zattan durmasını rica etti. O da çantasında işitmiş olduğu hadis­lerin bulunduğu cüzü aramaya başladı fakat bir türlü bu­lamadı. Bulamayınca da cam sıkıldı. Bunun üzerine İbn Asâkir, es-Semaniye sordu: ‘İşitmiş olduğu o cüz hangi cüzdür?’ O da İbn Ebî Dâvûd’un el-Ba’s ve’n-Nuşûr cüzü­dür. Bu zat o cüzü Ebû Nasr Zeynebî’den dinlemiş.’ dedi. Bunun üzerine İbn Asâkir, ‘Üzülme!’ dedi. Daha sonra o cüzün tamamım veya bir kısmım hıfzından es-Sem’ânî’ye okudu.

İbnu’n-Neccâr der ki: ‘Tamamını veya bir kısmım’ şek­lindeki şüphe hocamız Abdulvahhâb’dan kaynaklanmak­tadır..

Onunla ilgili olarak, Üstat Muhyiddîn en-Nevevî bizzat kendisinin yazdığı yazısında şöyle demiştir: ‘Şam bölgesi­nin hafızıdır. Hatta tüm dünyanın hafızıdır. Mutlak olarak imam, sika (güvenilir) ve sebt (sağlam) bir zattır.’

Oğlu Hafız Ebû Muhammed Kasım naklediyor: ‘Babam pek çok kitabı(n okunuşunu, kıraatini) dinlemişti. Ancak bunlardan bir kısmını yol arkadaşı Hafiz Ebû Ali ibn el-Vezir istinsah ettiğinden dolayı kendisi istinsah etmemişti. Çünkü Ibnu-l-Vezirin istinsah ettiklerini baham istinsah etmiyor, ba­bamın istinsah ettiklerini de İbnu’l-Vezir istinsah etmıyordu, Bir gece ay ışığında camide bir arkadaşıyla konuşurlarken şöyle dediğini duydum: ‘Hadis peşinde o kadar gezdim ama sanki hiç gezmemiş gibiyim, bir sürü eserlere ulaştım ama şimdi hiç ulaşmamış gibiyim. Çünkü yol arkadaşım İbnu'l- Vezir’ın benim de kıraatlerini dinlediğim Sahibul-Buhâri, Müslim, Bey bakînin kitapları ve diğer âli (birinci elden, az ravili) senedli cüzlerle buraya geleceğini hesap ediyor­dum ancak Merv e yerleşip orada ikamete başladı. Yûsuf ibn Fârevâ el-Ceyyâni ve Ebû’l-Hasan el-Murâdînin de bu­raya gelmesini ümit ediyordum. Fakat Ebû’l-Hasan bana diyor ki: ‘Belki Şam’a gelirim, oradan da ülkem Endülüs’e dönerim.’ Velhasıl bunlardan hiçbirinin Şam’a geleceğine ümidim yok. Bu durumda büyük kitapları, mühim ve âlî (birinci elden, az ravili) cüzleri tekrardan elde etmek için üçüncü kez yolculuklara çıkmam gerekecek.’

Birkaç gün geçmeden arkadaşlarından birisi çıkageldi ve kapısını çaldı. ‘Ben Ebû’l-Hasan el-Murâdîyim. Geldim.’ dedi. Babam karşılamak için dışarı çıktı, sonra buyur edip evinde misafir etti. Ebû’l-Hasan rivayetleri dinlenilmiş ki­taplarla dolu dön sepetle gelmişti. Babam buna çok sevin­di. Kıraatlerini dinlemiş olduğu eserlere, yorulmaksızın kolayca ulaştığı için Allah Teala’ya şükretti. Çıktığı yolculukların semeresi olarak bunlar ona yetti. Hemen kitaplara yöneldi. Bir kısmını kendisi istinsah etti, bir kısmını da et­tirdi, Ve nihayet maksadına ulaştı. Eline aldığı bir cüz sanki dünyanın malını elde etmiş gibi sevindiriyordu onu. Allah Teala rahmet etsin. O’ndan razı olsun.



Abdulfettah Ebu Gudde - Zamanın Kıymeti (Otto Yayınları)

Çeviri:Enbiya Yıldırım



Devamını Oku »

Allah'ı İnsana Benzeten Hadisler,Kuran'a Aykırı Mı ?

Allah'ı İnsana Benzeten Hadisler,Kuran'a Aykırı Mı ?

Aşağıdaki hadîslerde Allâh, insanı niteleyen lafızlarla zikredilmiştir. Bu halleriyle hadîsler, “Onun benzeri hiçbir şey yoktur” şeklindeki âyete ters düşmektedir. Gerçekten bu hadîsler Allah’ı cisimleş- tirmekte, insana mı benzetmektedir? Konuyla alakalı pek çok örne­ği Tüm Yönleriyle Akaid Hadîsleri adlı çalışmamızda zikrettik ve yo­rumladık. Burada birkaç örnekle hadîslerin nasıl anlaşılacağını görece­ğiz ancak şu ilke üzerinde ehemmiyetle durmak gerekir: Allâh, yarattı­ğı hiçbir şeye benzemez. Naslarda Allâh’ı mahlûkâtına benzeten ifade­ler varsa bunlar yorumlanmalıdır. Her ne kadar Allâh’ı noksan vasıf­lardan tenzîh etmek şartıyla bu nasları zahiri üzre kabul etmek müm­kün ise de yorumlamak daha güzeldir. Tabii bu durum, sıfat içeren her nas için geçerli olmayabilir. Dolayısıyla hem Allâh’ı noksan sıfatlardan tenzîh etmek hem de zahir ifadeleri Allâh’a yakışır bir şekilde te’vîl et­mek en isabetli yoldur.

a-Ebû Hureyre’den nakledildiğine göre Hz. Peygamber şöyle bu­yurmuştur: Rabbimiz her gece, gecenin son üçte birinde dünya semâsına iner ve şöyle buyurur: ‘Bana duâ edene icabet ederim, benden İs teyene veririm, benden bağışlanmayı dileyeni bağışlarım’ bu, fecir doğana kadar böyle devam eder.’’(Buhari,Tevhid,35)

Nüzûl hadîsi olarak bilinen bu mesele, ulemâ arasında meşhurdur.

Etrafında hayli tartışmalar olmuştur. Kısaca Nevevî, bunun sıfat hadîs­lerinden olduğunu belirtir. Ona göre bu konuda iki görüş vardır. Bi­rincisi selefin cumhûruna ve bazı mütekellimîne aittir. Bunlar bu tür hadîslerde ifade edilenlerin hak olduğunu, zahirlerinin murad edilme­diğini, Allâh’ı mahlûkâta benzeyen sıfatlardan tenzîh etmekle beraber bunların te’vîl edilemeyeceğini kabul eder. İkinci görüş mütekelliminin ekseri ile bazı selef âlimlerine aittir. Bunlar, Allâh için uygun olacak şe­kilde bu sıfatların te’vîl edilebileceğini benimser. Buna göre, nüzûl ha­dîsi iki şekilde te’vîl edilir:

1-Allâh’ın inmesi; rahmetinin, emrinin, meleklerinin inmesidir. Meleklerle ilgili olarak mesela sultanın emriyle bir işi vezirleri yaptığında “sultan yaptı” denilir.

2-Burada istiare vardır. Mana şöyle olur: Allâh duâ edenlere duâ- larını karşılamak, onlara icabet etmek üzere yönelir ve lutfuyle muamele eder.

b-“Dehre sövmeyiniz, zira Allâh dehrdir.”(Müslim,Edeb,5) Sahîh-i Buhârî’de ge­çen bir hadîs de aym noktaya işaret eder: “Vay şu dehrin mahrumi­yet ve hüsranına’ demeyiniz. Çünkü Allâh dehirdir.”(Buhari,el-faz minel Edeb,101) Aynı konuda Buhârı’nin rivâyet ettiği bir başka hadîs de şu mealdedir: “Allâh Teâlâ buyuruyor ki: “Ademoğlu dehre söverek bana eziyet verir. Halbuki ben Şehrim. Her şey Benim elimdedir. Geceyi, gündüzü ben idare ederim.”(Buhari,Tefsir 45) Yine bir kutsî hadîste: “Allâh buyuruyor ki: “Ademoğlu dehre söver.Halbuki ben dehrim. Geceyi gündüzü ben idare ederim.”(Buhari,Edeb,101)

Konuyla ilgili bütün hadîslerde “dehr” kavramı geçiyor. “Dehr” zaman manasına geldiği gibi, gece ile gündüzün art arda gelmesine de denir. Nevevî’nin belirttiğine göre, ulemâ bu hadîslerin mecaz ifade ettiği kanaatindedir. Şöyle ki; Araplar ölüm, malın telef olması vb. başa igelen musibetlerden dolay “vay şu dehrin hüsranına!” derlerdi. Bunun  üzerine Hz. Peygamber, “Dehre sövmeyiniz...” buyurmuştur. Yani başa gelen olayların failine sövmeyiniz. Siz faile söverseniz Allâh’a sövmüş olursunuz. Çünkü fail odur.

İslâm öncesi Cahiliye döneminde Arapların dehre sövmesini ve bu  hadîsin de bu kötü alışkanlık üzerine söylendiğini açıklayan Bedrüddin Aynî şöyle der:

“Islâm öncesi Cahiliye dönemi Araplarının bir kısmı, gece ve gün­düzün dönmesinden ibaret olan dehre söverlerdi. Çünkü bu insanlar, Allâh’a inanmaz ve bütün olayları zamana verirlerdi. Yani olayların [meydana geldiği gece ve gündüze yüklerlerdi; her şeyin de zamanın emriyle olduğuna inanırlardı. Bunlara Dehrîler denirdi. İşte Hz. Pey­gamberim (s.a.v.) bu hadîsteki maksadı, sizden biriniz zamana sövmesin, çünkü zaman gerçek fail değildir, yapan Allâh’tır. Bu musibetle­ri başınıza getirdiğine inandığınız zamana sövdüğünüzde, Allâh’a söv­müş olursunuz. Çünkü musibetleri başınıza getiren zaman değil, Allâh’tır. Cenab-ı Hakkın ‘Ben zamanım’ demesi ise, ‘Ben zamanın sahi­biyim’ anlamındadır.”

c-“Allâh Âdem’i kendi sürerinde yarattı” (Buhari,İstizan,1) Alimlerin bir kısmına göre, “sûretihi”deki zamir Allâh’a racidir. Bir |kısım âlimlere göre ise, oradaki zamir, Âdem’e racidir. Zamirin Âdem’e [raci olması halinde hadîsin manası “Allâh Âdem’i, Adem in kendi (insan) sürerinde yarattı” şeklinde olur. Yani Âdem nasılsa öyle, onun sü­perinde yarattı.

Nevevî’nin bildirdiğine göre, âlimlerin bir kısmı, bu rivâyetleri müteşâbih kabul etmiş, manasını te’vîl etmeden Allâh’a havale etmeyi daha kıygun görmüştür. Hadîste yer alan ‘sûretihi” deki zamirin Allâh’a ait olduğunu kabul eden bazı âlimlere göre “sûretihi=kendi sûreti/onun sureti” tamlaması, bir teşrif ve tahsîs içindir. Yani, “Allâh’ın sahip olduğu iman sûreti” anlamına gelir. “Naketullah=Allâh’m devesi, “Beytullah =Allâh’in evi” tamlamaları da böyledir.

Zamiri Allâh’a raci kılarsak, “Allâh’ın sürerinde” ifadesini, iman­ların Allâh’ın bazı sıfatlarım yansıtacak şekilde var edildiğini anlamak da mümkündür. Nitekim -insan olarak- biz de görüyoruz, Allâh da gö­rüyor, biz de işitiyoruz, Allâh da işitiyor. Fakat bu iki görme ve işitme asla aynı değildir. Nitekim Kur’ân’da: “Allâh’ın benzeri hiçbir şey yok­tur, O, her şeyi hakkıyla işitir, hakkıyla görür” buyurulmuş ve insan­ların bazı vasıflarının Allâh’ın bazı sıfatlarına muvafık olmasının, ger­çek bir benzeşme olmadığına işaret edilmiştir.



Yavuz Köktaş,Kurana Aykırı Görülen Hadisler

Devamını Oku »

Rabıta-ı Mevt: Hayatı Ölüme Bağlamak

Rabıta-ı Mevt: Hayatı Ölüme Bağlamak

Kabristan’ın kapısının üzerinde yazılan ‘Her nefis ölümü tadacaktır’ âyetini bazı köşe yazarları ‘büyük bir iştahla (!) işe koşanların moralini bozan bir yazı’ olarak değerlendirmiş, üretimin önüne set çeken bu âyetin kaldırılmasını istemiş, bazıları ise âyetin moral bozacak anlamı olmadığını söyleyerek bu görüşü eleştirmişti. Bir kabre bakıp morali bozulmayan fakat kapıdaki âyeti okuduğunda morali bozulan insan var mıdır?

Modern bir insan ölüme ve kabre bakarken ne görür? İslâm şehirlerinde kabirler tabiî bir şekilde şehrin içerisine yerleştirilmiş, ‘serin serviler’ altında yatanlar şehrin sakinlerinin hamûşân kesimi sayılmışlardı. Meselenin başka bir yönü de şudur: ‘Ölüm veya ölümle ilgili âyetin insanın iştahını kapattığı ve yaşama arzusunu gemlediği’ iddiasına karşılık ‘hayır, bu âyet iştahı ve hırsı kesmez’ denilebilir mi? Bu sorunun cevabı, kesin bir şekilde ‘hayır’dır: Kimse ölümün ‘iştah’ kesmediğini, ağ- zın tadını kaçırmadığını iddia edemez. Vakıa ölüm, moral bozan bir şeydir, yaşama iştahını keser, hırsını törpüler vs. Zaten bu nedenle ölümü hatırlamak bir müslümanın hayat düsturlarından birisidir. Sûfilerin sıkça zikrettikleri bir kudsî hadiste Allah Teâlâ ‘Mümin ölümü nahoş bulur’ der.

Vakıa her insan, farklı bir derecede olsa bile ölüm hakkında bir korku taşır içinde. Hz. Peygamber bir hadisinde ölümü ‘ağız tadını kaçırtan’ diye tavsif etmiş, onu sürekli yâd etmeyi tavsiye etmiştir. Ağız tadını kaçırtan ölüm! İnsanı zahitliğe yöneltmede bundan daha etkili bir sebep düşünülebilir mi? Hayatın bitmeyecek bir şey olduğunu düşündüğümüzde ölüm araya girer ve kendisini hatırlatır bize. Ölüm fikri, hayatı ciddi ele almayı sağlayan düzenleyici bir ilke olarak yer alır müslümanların hayatlarında. Bu itibarla hayat ile ölüm -sûfilerin terimleştirmesiyle fenâ ile bekâ halleri gibi birbirini tamamlayan iki şey veya tek bir şeyin iki veçhesidir.

Bu telâzum ilişkisi sûfilerin râbıta-ı mevt, yani ‘ölüm râbıtası’ veya ‘ölümü düşünmek’ diye kavramsallaştırdıkları düşüncede kendini bulur. Râbıta-i mevt, daha çok tasavvufta işlenmiş olsa bile, hiçbir zaman tasavvufa münhasır bir düşünce olmamıştır. ‘Âhirete iman’ bütün müslümanların hayatlarında tasavvuftaki râbıta-i mevt’in işlevini yerine getiren bir âmil olarak bulunmuştur. Her müslüman öldükten sonra tekrar diriltileceğine, dünyada yaptığı hayır veya kötülüklerin karşılığını göreceğine iman eder.

Herkes hayat ne kadar uzun olursa olsun- bir gün varacağı âhireti hesaba katarak davranışlarına yön verir, aşırılıklardan uzak durur, hayırlar için çalışır vs. Sûfiler ise hayat ile ölümün irtibatını temelden değiştirmişlerdi. Bunu yaparken önce hayatın ne olduğuna bir cevap vermişlerdir. Daha doğrusu İslâm düşünürlerinin, özellikle de kelam bilginlerinin zaten vermiş oldukları bir cevabı yeniden yorumlamışlardı.

Klasik düşünce Tanrı ile âlem ilişkisini bazen zorunlu ve mümkün kavramlaştırmasıyla, bazen hâdis-kadîm kavramlaştırmasıyla ele alınmış ve incelenmiştir. Her durumda vardıkları netice varlığın mümkün varlık için kazanılmış bir hak, yani kendisinden olan bir şey değilken Kadim ve Zorunlu için bizatihi kendisinden kaynaklanan ve hatta bizzat kendisi olan bir gerçeklik olmasıdır. Ölüm ve hayat meselesinin en önemli veçhesini bu ontolojik yaklaşım ortaya koyar. Baş ka bir ifadeyle bu ontolojik tasavvur bir kez gerçekleşmiş ‘mazideki’ bir eyleme atıf yapmak yerine Tanrı-âlem ve insan ilişkilerinin her yönüne nüfuz eden dinamik ve sürekli bir anlama sahiptir. Meselenin ayrıntısına girmeden belirtilmesi gereken şudur:

Bu yaklaşım mümkünler, yani âlem ile insan için varlığı bir hak olarak değil, bir lütuf ve ihsan olarak kabul etmek demektir. Bunun anlamı var olmanın ve yaşamanın ancak bir lütuf sayesinde gerçekleşmiş olduğudur. Kelamcılar, İslâm filozoarına göre, bu konuda daha katı bir tavır içerisindedirler. Buna mukabil varlık Kadim Hak için bir ayrıcalık ve haktır. Bu nedenle herkes kendisine varlık ihsan ettiği için Allah’a ‘hamd etmelidir.’ Üstelik kelam bilginleri ki bu noktada onları sûfiler takip etmiştir- her an içerisinde ‘hayatta kalmak’ ihsanının yenilendiğini düşünerek sürekli hamd halinde kalmayı tabii bir durum olarak kabul etmişlerdir. Bu ihsanın yenilenmesinin terimsel ifadesi yaratılışın yenilenmesi anlamındaki teceddüd-i emsâl veya tecdîd-i halk teorisidir.

Bunun anlamı, bir kez var olduktan sonra hayatta kalmanın sürekli bir durum değil, her an yenilenen bir durum olmasıdır. Her varlık her nefes yeniden yaratılır ve en nihayetinde bütün hayat baştan sona kadar yeniden yaratılır. İslâm metafizikçilerinin kahir ekseriyetinin düşüncesi budur. Sûfiler bu görüşü dikkatle tahlil etmişler, var olmanın anlamını bu eksende yorumlamış, insan ile Allah arasındaki sürekli ilişkiyi bu çerçevede görmüşlerdir.

Bunu ilâhî isimler görüşüyle ele alırsak, ‘tecellide tekrar yoktur’ ve hayat sonsuz tecellilerin neticesi olarak her an yeniden ortaya çıkar. Bir şey ilâhî ismin tecellisiyle var olurken elKayyûm isminin tecellisiyle varlığını sürdürür. Hiçbir şey varlıkta iki nefes sürecinde kalmaz. Buna rağmen biz bir süreklilik gözlemleriz. İnsan için bu süreklilik ‘adet’ denilen bir durumdan kaynaklanırken adeti ortaya çıkartan ise yaratmanın sürekli aynı ilkeye göre gerçekleşmiş olmasıdır. Daha sonra kısmen değineceğimiz gibi, sufilerin ölüm ile ölüm sonrasından ürkmemelerinin sebebi bu yaratılış teorisidir. Çünkü ölümle birlikte her an hayatta gerçekleşenden başka bir şey gerçekleşmeyecektir ki! Biz zaten her an ölmekteyiz ve yeniden yaratılmaktayız.

Hal böyleyken yok olmadığımıza göre ki bu en büyük lütuftur, ölümden niçin korkalım? Sûfiler tam da böyle düşünmektedirler. Bu teoriden hareket eden İslâm ahlâkçılarının ya da sûfilerin hayat tasavvuru ‘an’a, yani şimdiki zamana odaklanmıştır. Bir sûfi için hayat mesela yetmiş yıllık bir ömür değil, içinde yaşadığımız ‘an’dan ibarettir. Burada farklı bir zaman anlayışıyla yüz yüze geliriz. Böyle bir zaman anlayışının nasıl bir hayat anlayışı ortaya çıkarttığı, insanı tembelliğe veya boş vermişliğe mi, yoksa dinamik bir hayata mı yönlendirdiği gibi sorunlar üzerinde durulmamış olması, yaklaşımın özgünlüğüne ve derinliğine halel getirmez.

Geçmiş-şimdiki-gelecek zaman diye bölünen zaman yerine ‘an’ üzerinde odaklanan bir zaman anlayışı, insan sorumluluğunun ve hayatın ciddiyetinin taşınabileceği en ileri noktadır. Çünkü geçmiş ile gelecek, ‘an’ tasavvurumuzu tezyîf eden ‘mevhum’ bir gerçeklik olarak bizi varlıktan kopartır. Başka bir ifadeyle zamanın mevhum bu iki ucu, ya- şadığımız anı tasavvufî tabiriyle en ileri derecedeki bilinç halimiz demek olan ‘huzûr’ içerisinde idraki engelleyerek bizi hayale ve vehme savurur. Sûfiler tûl-i emel, yani uzun emeller beslemeyi reddederek gelecek zamanın insanı savuran etkisini kırmak istedikleri kadar aynı zamanda amelleri ve hatta günahları- unutmayı tavsiyeyle de geç- miş zamanın etkisini ve bilhassa ‘benlik’ husûle getiren yönünden kurtulmak istemişlerdir. Bu itibarla ‘an’ı tezyif etmek ve insanı hayattan uzak tutmada geçmiş zaman ile gelecek zaman arasında bir fark yoktur: her ikisi de insanı ‘an’dan uzaklaştırır.

Geçmiş sadece bir muhasebe ve tecrübe alanı olarak insan için anlam taşırken gelecek sadece bir kasıt yönelme ve niyet ve umut alanı olarak insanı ilgilendirir. İnsanın zamanı bir ‘an’ olarak yaşadığını belirtirken sûfiler bir terim daha kullanmışlardır. O da ‘nefes’tir. ‘Hayat üç nefesten ibarettir’ cümlesi, sûfiler tarafından sıkça zikredilir. Katı bir zahitlik şeklinde anlaşılabilecek bu ifade, her insanın ilke olarak kabul edilebileceği bir düşüncedir. Kimse henüz almamış olduğu bir nefesi mutlaka alaca- ğından emin olamayacağı kadar verdiği nefesin varlıktan gitmiş olduğunu da inkâr edemez. Geçmiş ancak devam eden, yani ‘an’ içerisinde bulunan neticeleri sebebiyle ‘var’ sayılabilir. Demek ki sûfilerin hayatı bir nefes veya an olarak görmeleri, ilkesel olarak kabul edilebilen bir şeydir. Onları ayırt eden ise ilkeyi bir vakıa olarak görüp hayat ile ölüm irtibatını ona dayandırmalarıdır.

Her halükarda hayat bir nefes veya bir andan ibarettir. Sûfi de aslında her insan an anlamındaki halin veya vaktin oğludur. Herhalde tasavvufun bütün İslâm düşüncesine katmış olduğu en dinamik ilkelerden birisi bu ibnü’l-vakt prensibidir. İbnü’l-vakt, yani şimdiki zamanın oğlu olmak ki tasavvufta oğulluk vazifesiyle ilgilenen insan anlamında kullanılır- hayat ile ölüm arasına perde olarak sadece bir nefesi yerleştirmek demektir: Hayat ile ölümü ayıran şey sadece bir nefestir! Bu düşünce, bütün tasavvufun ve onun içinde ortaya çıkan başta zahitlik olmak üzere, zikir, murakabe, muhasebe, rü’yet, huzur vb. her düşünce ve kavramın ana fikridir. Böyle bir düşünce dünya ile âhireti birbirinden ayıran sınırları ‘mevhum’ sayıp gerçekten ve vakıadan uzaklaştıran bir tuzak saymak demektir. Zamanı ve hayatı- bir süreklilik şeklinde algılamamız bir yanılgıdan ibarettir.

İslâm düşünürleri bu yanılgının kaynağına ‘adet’ derler. Adet yani hayattaki her şeyi aynı şekilde görmüş olmamız, bizde bir süreklilik duygusu teşkil eder. Hâlbuki hayat sürekli bir değişimden ibarettir ve İbnü'l-Arabî’nin tabiriyle ‘sabit olan tek ilke değişimin kendisidir.’ Âhireti hayata yaklaştırırken sûfiler tayy-ı zaman ve tayy-ı mekanın gerçek anlamını bize hatırlatırlar. Dü- rülen zaman ve mekan, vehimlerimizin ortaya koyduğu bir mesafeden ibarettir. Yoksa ölüm ile hayat arasında ne kadar mesafe olabilir ki? Bu yaklaşım İslâm ahlâk anlayışı- nın gelişiminde çok önemli merhalelerden birisini teşkil eder, Çünkü artık öteye atılmış bir muhasebe kavramının yerini hemen muhasebe fikri alır.

Ahlâk için bundan daha kuvvetli bir âmil olamaz. Ancak bundan daha önemli bir mesele daha vardır. O da ölüm ve hayat tasavvurunun değişmesiyle ilgilidir. Âhiret hayatının bu kadar yakınlaş- tırılması veya âhiretin dünya hayatına taşınması tasavvuf hayatında bir korku meydana getirmemiştir. Tam aksine mümin için âhiret hayatının dünyaya taşınması demek bütün nimetleriyle birlikte dünyaya taşınması demektir. Sûfilerin ‘ölmezden önce ölmek’ ve dünyadayken Hakka ermek dedikleri budur.

Prof.Dr.Ekrem Demirli,Şair Sufiler
Devamını Oku »

İslam'dan Taviz Vermemek

Dinin sahibi ve koruyucusu Allahtır.Fakat onun emaneti Müslümanların üzerinedir.Halen yeryüzünde yaşayan Müslümanlar bu emaneti ''ehliyet''le koruyabiliyor mu?

Kendine Müslümanım diyen insanın davranışa bakarak bir kanıya varacak olursak, bu hususta sanırım iç açıcı bir sonuca ulaşmamız mümkün olmaz. Emaneti yüklenmiş görünen insanın davranışı, kendisi bilsin yada bilmesin hıyanetle suçlanabilir. Islâm'dan taviz vermeye yelteniyorsa, yapılan bu işe başka hangi ad verilebilir?

Kuşkusuz, verilen taviz için mazeret de dermeyan edilebilir. Nitekim edilmektedir. Bu mazeretler zımnında "zaman"a atıfta bulunulmaktadır: "Zaman öyle gerektiriyor, onun için böyle yapıyoruz" deniyor. Vebali samana yüklemekle iki kat sorum yüklendiklerininse farkında değiller.

Islam, Allah'ın indirdiği ve kabul ettiği tek din olarak, başka hiçbir dünya görüşüyle, başka hiçbir fikirle amelle uzlaşmaya girmeye muhtaç değildir. O, kendi başına, insanın ihtiyacını karşılamaya muktedirdir. Bu bakımdan, zaaf İslâm'da değil, fakat onu yüklendiğini söyleyen insandadır. Aslında insan, tanımının gerektirdiği davranış manzumesini hayatına geçirdiği an, dinden taviz vermesine gerek olmadığını kendiliğinden kavrayabilir.

Burada şu hususu vurgulamakta yarar var Müslümanın taviz vermesi, onun uzlaşmasız, katı bir insan olduğu anlamına gelmez. Taviz verilmeyecek husus, dinin hükümlerine ilişkin alandadır. Dinin hükümlerinden taviz vermeksizin küfürle mütarekeye girmek sulh akdetmek ayrı bir şeydir.

Halen kendine Mûslümanım diyen bazı insanların kafası çağdaş putlarla donatılmıştır. Günümüzde, “ortalama" her Müslüman bu putlardan birini bir bahane olarak kullanıp İslâm'ın hükmünden kaçabilmenin "yolunu" bulabilmektedir. O kadar ki, Islâm'dan taviz vererek İslâm yolunda mücadele yürüttüğünü zannedenlere bile rastlanmaktadır. Bu duruma İslâmî siyaset demek şöyle dursun, ortada tavizden bile fazla bir şey bulunmaktadır. Burada açıkça küfrün tuzağına düşmek, onun oyununa gelmek söz konusudur.

Kaynak:

Rasim Özdenören - Müslümanca yaşamak
Devamını Oku »

Zaman ve İnsan

 

Zaman

Zamanın problemleri hızla eskiyor ve bu problem­lere bağlı kimi tartışmalar, giderek anlamsızlaşıyor, gü­lünçleşiyor, traji-komik bir görünüm alıyor.

Günü geçmiş çözümlere takılıp kalmış olanlarsa, zamanın dışında, olay akışının ötesinde kendi dünya­larında yaşayıp kavruluyorlar. Bu, zamanı aşma, ya da zamanın üstüne çıkma değil, düpedüz zamanın altında kalmahalidir.

Zaman, insanoğlunun soyutlama ve somutlama arasında kurduğu bir köprüden başka bir şey olmasa da, yine kendi üstüne katlanarak, Tarihi oluşturarak, başlı başına bir güç gibi etkisini göstermektedir. Ne kadar inkâr edilirse edilsin, zaman, kimi zaman, bir balyoz gibi iner olayların tepesine, kimi zaman bir yer­de bir bomba gibi patlar, kimi yerde kanatlarına tutu­nup uçtuğumuz bir rüzgâr, bir İlâhî lütuf rüzgarı olur.

Öyleyse, zamanı tanrılaştıranlardan ve onların aşı­rdığından uzak kalmakla birlikte, onu büsbütün yok saymanın felâketini idrak etmek, bir pürüzlü dünyada yaşadığımızı bilmek ve onun sorumluluğunu yüklen­mek zorundayız.

Tarihîn farkında olmak demek, mahkûmu olmak demek değildir.

İslâm dünyasının içine girip bir kaç yüzyıldır bir türlü çıkamadığı bunalımın kökünde, zamanla olan ilişkiyi ayarlama melekesini kaybetmemiz de yatmak­tadır.

Zaman üzerine düşünmemiz, onu süreklice değer­lendirmemiz, o bizi sürüklemeden, bizim onu düzenle­memiz, zamanı bir ihtiras gibi, ruhların tek atılım gü­cü gibi kullananların karşısında bir savunma sorunu­muzdur.

Zaman sorununu, ruhumuzda olduğu kadar, top­lum planında da gündeme getirme, bir Çıkış noktası olabilir, islâmın çağdaş atılımı için.

Zamanın gücünü bir lanet mistisizmi gibi kulla­nanlara karşı bir aşk silâhı yapmak, her aydının ödevi­dir zamanımızda.

Zaman, ne büyünün hammaddesidir, ne de sayaç­ların arkasındaki soyut ekran. Zaman, insan ruhunun eşyaya işlenmesindeki düzenlilik demektir.

Zamanın fethi, uzayın fethinden önemli ve aslın­da o fethin de sebebidir.

Kişinin ve toplumun zamanla olan hesaplaşması, Tarihle olan hesaplaşması, şimdiki zamanın tek garan­tisidir.

Tarihe, zaman açısından baktığımızda, ya onu aşı­rı kullananların taşkınlığı, ya hiç kullanmayanların durgunluğu ile karşılaşırız. Ancak, zamanı kullanması­nı bilenlerdir ki, medeniyetler kurmuşlar ve arkaların­da anlan unutturmayacak eserler bırakmışlardır. Za­manın nabzını elinden kaçıranlar ya da zamanı bir sel,bir çığ haline getirip sürüklenenler ise, zamanla olan yarışı yitirmişler ve zamanın gözünde arkeolojik 'mal­zeme olmuşlardır.

İslâm aydınlarının çözeceği çağdaş bilmecelerin, en büyüklerinden, biri de, zaman sim ve zaman bulmaca­sıdır.

Ne tarih ve zaman fobisi, ne de zaman ve tarih  manisi! İnsan için gerekli olan, zamapa bilincidir.

 

Sezai Karakoç - Sur Yazıları (4)

 
Devamını Oku »

Zaman

ZamanHakikat şu ki, zaman hiç değişiklik göstermeden tekdüze bir biçimde akıp giden bir şey değildir;bu yüzden bugün ge­nellikle modern matematikçilerin düşündüğü gibi, zamanı geometrik olarak düz bir çizgiyle temsil etmek, aşırı bir basit­leştire nedeniyle zaman hakkında tamamen yanlış bir fikir verir. Daha ilerde göreceğiz ki, bir şeyi gereğinden çok basit­leştirme eğilimi de modern kafa yapısının te­mel özelliklerinden biridir. Bu da doğal olarak her şeyi niceli­ğe indirgeme eğilimini beraberinde getirmektedir. Zaman kavramının gerçek temsil edilişi, ancak geleneksel çevrimler anlayışı içindeki temsilidir. Kuşkusuz bu anlayış da özü itiba­riyle "nitelik haline gelmiş" zaman anlayışıdır?

 

Rene Guenon - Niceliğin Egemenliği
Devamını Oku »