Ölülere Yasin Okumak

Ölülere Yasin Okumak

“Ölüleriniz üzerine yasin okuyunuz.” Hadîs Ma’kıl b. Yesâr’dan iki tarikle nakledilmiştir.

“Yasin, Kur’ân’ın kalbidir. Onu bir kimse okur ve Allah’tan âhiret saa­deti dilerse, Allah onu mağfiret buyurur.

Yasin’i ölülerinizin üzerine okuyunuz.”(İbn Hanbel,Müsned,V;26)

“Yâsin’i ölülerinizin üzerine okuyunuz.”(Ebu Davud,Cenaiz,20;İbn Mace,Cenaiz,4)

Muhammed Ahmed Şakir, ilk hadîse zayıf derken ikinci hadîsin hasen olduğunu ifade etmiştir.

Burada ölüm döşeğindeki kişiye mi yoksa ölen kişiye mi Kur’an okunacağı meselesi vardır. Bu meseleden de ölmüş bir kişiye okunan Kur’an’ın onun ruhuna ulaşıp ulaşmayacağı meselesi ortaya çıkmaktadır. İlk sorunla alakalı olarak bir ihtilaf bulunmakla birlikte kasıt ölüm döşeğinde olanlardır. Ancak “ölü” şeklindegenel olarak anlayanlar da vardır. Birinci şekilde anlaşılsa bile buradan öleni Kur’an okunmayacağı çıkmaz. Kur’an okuyup sevabını ölülerimizin ruhlarına hediye etmekte bir beis yoktur. Allah’ın bunu kabul edip etmeyeceğini ise bilemeyiz.

Ibnu l-Kayyım, Kitabu’r-ruh(İstanbul,1993,syf;157-190) adlı eserinde konuyu detaylı olarak ele almıştır. Özetleyerek vermek gerekirse şunlar denilebilir: “Dünyadakilerin amelleri ölülerin ruhlarına iki sebepten dolayı faydalı olur: 1. Ölünün hayatta bıraktığı bir sebep (sadaka-i cariye, faydalı ilim ve kendisine dua eden evlat gibi.) 2 Müslümanların ölüye dua ve istiğfar etmeleri; onun adına sadaka verip hac yapmalarıdır. Dinî ibadetlerden oruç tutmak, namaz kılmak, Kur’an okumak zikir yapmak gibi ibadetlerin ölüye ulaşacağı tartışmalıdır. Ahmed b. Hanbel ve selefin çoğunluğu bunların ulaşacağı kanaatindedir. Hanefîlerden de bu görüşte olanlar vardır. Malikî ve Şafiîlerin meşhur görüşü bunların ölüye ulaşmaması yönündedir... Ölünün, başkalarının sebep olduğu sevapları almasına Kur’an, sünnet, icmâ’ ve şer’î kaideler delildir. Kur’an: “Onlardan sonra gelenler derler ki: Rabb’imiz, bizi ve bizden önce inanan kardeşlerimizi bağışla!”(Haşr,10) Demek ki, hayatta olanların istiğfarları ölüye fayda veriyor. Ölüye, cenaze namazı­nı kılarken ve gömüldükten sonra dua etmekle ilgili birçok hadîs-i şerif riva­yet edilmiştir... Ölü adına verilen sadaka sevabının ölüye ulaşması hakkında Buharı’de iki; Müslim’de bir hadîs varid olmuştur... Oruç sevabının ölüye ulaş­ması Sahihayrida Hz. Aişe’den ve İbn Abbas’tan gelen hadîslerle ortaya konul­muştur. Hac sevabının ölüye ulaşması Buharî’nin İbn Abbas’tan rivayet ettiği bir hadîste açıklanmıştır...

Kur’an okumaya gelince şu söylenebilir: Resûlullah, Allah’tan başka kimsenin bilmediği kalbin niyeti ve yeme-içmeyi terk etmekten ibaret olan orucun sevabının ölüye ulaşacağını bildirmiştir. Aynı şekilde Kur’an okumanın sevabı da dil tarafından okunmasından, kulağın duymasından ve gözün görmesinden dolayı ölüye ulaşıyor değildir. Konuyu biraz açarsak oruç mahza bir niyetten ve nefsi yeme-içmekten engellemekten ibarettir. Yüce Al­lah bunun sevabını ölüye ulaştırdığı halde amel ve niyetten ibaret olan Kur’an okumanın sevabını niye ulaştırmasın? Hadd-ı zatında Kur’an okumak, niyeti bile istememektedir. Ölünün arkasından yapılan amellerin ölüye ulaşamayaca­ğını söyleyenler şu ayetleri delil olarak ileri sürerler: ‘İnsan için ancak kendi kazandığı vardır.’(Necm,39) ‘Yaptıklarınız dışında başka bir şeyle yargılanmayacaksınız.’(Yasin,64) ve ‘Nefsin yaptığı iyilik kendi yararına, yaptığı kötülük ise kendi zararınadır.’(Bakara,286)Bunun yanında ‘kişi ölünce üç şey dışında amel defterini kapanacağına’ dair hadîste delildir. Zira hadîste hayatında sebep olduğu iyiliklerin faydasını görece­ği, diğerlerinin ise kesileceği bildirilmiştir...” İbn Hacer’in konuyla ilgili görüşü kanaatime göre oldukça isabetlidir. Şöyle der: “Bu meşhur bir meseledir. Bu ko­nuda bir risetle yazdım. Hasıl-ı kelam mütekaddim ulemanın ekseriyeti okunan Kur’an’ın sevabının ölüye ulaşacağı görüşündedir. Tercih edilen görüş ise bu amelin müstehab olması ve çokça yapılmasıdır. Ayrıca sevabın ölüye ulaşması hakkında kat’î bir şey söylemekten geri durmaktır.” Buradan anlaşıldığı gibi ölünün ruhuna Kur’an okuyup sevabını hediye etmek mümkündür. Ancak bu, kesin olarak kabul edilecek anlamına gelmemektedir. Allah dilerse kabul eder, dilerse geri çevirir. Tıpkı dua gibi.



Yavuz Köktaş - Günümüz Hadis Tartışmaları

Devamını Oku »

Kadın Hakkında Hadisler ve Değerlendirmeleri

Kadın Hakkında Hadisler ve Değerlendirmeleri

1. “Allah’ın kadın kullarını Allah’ın mescidlerinden menetmeyiniz. Ancak onlar süslenmemiş ve koku sürünmemiş olarak camiye gelsinler.”(Ebu Davud,Salat,52) Nevevî, “Hadisin zahirinden anlaşıldığına göre kadınlar mescide çıkmaktan men edil­mezler, ancak bunun bazı şartları vardır” der. Nevevî’nin zikrettiği ve hadisler­den çıkartılan şartlar şunlardır:

a.Kadın, süslenmemiş olmalıdır.

b.Kibir alameti olan bir elbise giymiş olmamalıdır.

c.Yolda korkulacak bir fitne bulunmamalıdır.

Yine Nevevî’nin bildirdiğine göre kadın evli ise ve bu şartlar bulunursa, onu camiden menetmek tenzihen mekruh, evli değilse haramdır. Bu Şafiî, Malikî ve Hanbelîlerin görüşüdür. Hanefî mezhebinde mesele ihtilaflıdır: İmam-ı Azam’a göre sadece ihtiyarlar, öğlen ve ikindi dışındaki namazlara çıkabilirler. Çünkü bu vakitler fasıkların yaygın olduğu vakitlerdir, bu vakitlerde fitne ihtimali daha fazladır. Akşam, yemek zamanı, yatsı ve sabah da uyku zamanı olduğu için fitne yönünden daha emniyetli vakitlerdir, denmekte ise de günümüzde bu fitne­nin ekseriyetle akşam, yatsı ve sabah namazları zamanında olması sebebiyle emniyette olunmadıkça gidilmemesi gerekir.

Ebû Yûsuf ve Muhammed’e göre ihtiyar kadınlar bütün vakitlerde mescide gidebilirler. Buhârî şârihi Aynî, “fesa­dın yayıldığından dolayı bu zamanda fetva, kadınların hiç bir vakitte mescide çıkmaması şeklindedir” der. Zaten gençlerin mescide gitmelerinin kerahetinde Hanefî imamları arasında ihtilâf yoktur. Hidâye’de, mutlak olarak “kadınların cemaate gitmeleri mekruhtur” denilir. Şarihler bu sözlerden maksadın gençler olduğunu söylerler. Aynî’nin yaşadığı zamanla bu günü mukayese edersek, bu günün fitne yönünden o devirleri fersah fersah geçtiğini görürüz.

“Kadınlarınızı mescidlerden men etmeyiniz. Bununla birlikte evlerinde namaz kendileri için daha hayırlıdır.”(Ebu Davud,Salat,52)

Resûlullah (s.a.)’ın zevcesi âişe (r.anhâ) şöyle demiştir: Eğer Resûlullah (s.a.) kadınların (süslenme, giyinme ve koku sürünmeden yana) ihdas ettiklerini görseydi, İsrail oğullarının kadınlarının men edildiği gibi onları mescide çıkmaktan men ederdi.(Ebu Davud,Salat,52) Abdullah b. Mes’ud’dan Resûlullah (s.a.)’ın şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: “Kadının özel odasında kıldığı namaz evin salonunda kıldığı namazından, (eşyalarının gizlendiği) daha özel odada kıldığı namaz da, özel odasında kıldığı namazdan daha efdaldir.”(Ebu Davud,Salat,52)

Bütün bu hadîsler kadının evinde namaz kılmasının daha hayırlı olduğunu, camiye gitmek istediğinde buna mani olunamayacağını, bununla birlikte bir ta­kım şartlara uyması gerektiğini, bu şartların da zaman ve zemine göre değişebi­leceğini göstermektedir.

2-. “Kişiye, hanımını neden dövdüğü sorulmaz!”(Ebu Davud,Nikah,42) Bu haliyle oldukça ka­palı, yanlış anlamaya müsait bir hadîstir. Herhangi bir sebebi de zikredilmemiştir. Günümüzde bazı ilahiyatçıların bile kafasını karıştıracak bir anlatıma sahiptir. Onlar ‘Kocaya nasıl sorulmaz! Kadın haklarını ayaklar altına alıyor bu hadis’ diyerek hemen hadisi reddetmeye kalkışmaktadır.

Şuradan düşünmeye başlayalım: Karı-koca mahkemelik oldu, hakim ko­casına karısını niçin dövdüğünü sormak istiyor, şimdi bu hadise dayanarak so­ramaz mı diyeceğiz? Elbetteki hayır. Sorması lazım. Hadis buna engel değildir. Çünkü hadis bununla ilgili değildir. Peki, koca karısını sokak ortasında dövüyor, biri müdahale etmek istiyor, “bırak kadıncağızı, neden böyle yapıyorsun?” dese,koca “bak kardeşim hadis var, bunu bana nasıl sorabilirsin” dese, “doğru uâı Haklısın” mı diyeceğiz? Yoksa “hayır kardeşim, sokak ortasında kadını döve-mezsin” mi demeliyiz? Elbette ki dövemezsin demeliyiz. Neden? Üçüncü kişilerin bulunduğu yerde, kamuda koca karısını ne sebeple döverse dövsün ona müdahale yapma hakkımız vardır. Zira bu emr-i bi’l-ma’rufun da gereğidir.

Peki koca bizim muttali olamadığımız bir sebeple evin içinde karısını dövüyor, yani aile ortamında, mahrem bir alanda, belki mahrem bir konuyla alakalı olarak, bu durumda ne yapmalıyız? İşte hadisin “sorulmaz” dediği nokta burası olsa ge­rektir. Zira buraya müdahale edildiğinde daha kötü sonuçlar ortaya çıkabilir. Bu noktaya kol kırılır yen içinde kalır, kirli çamaşırlar sokakta yıkanmaz, mantığıyla yaklaşmak gerekir.”

Bununla birlikte yine de o karı-kocayla bizim aramızdaki ilişkilerin sevi­yesine göre müdahale edilebilir diye düşünüyorum. Bu noktada çok iyi karar vermeliyiz. Onun için bir takım bilgilerin bizde olması gerekir. Aksi halde aileye karışmak olur ki, gerçekten yanlış sonuçlar ortaya çıkabilir. Bir de mesela onların yakınlarına haber vererek olaya müdahil olabiliriz. Biz bir şey yapamıyoruz, ama yakınlarını arayarak olayların büyümesine engel olabiliriz. Bu da bir tür müdahaledir.

Bu kadar açıklamayı “Koca karısını döverse, ne yapacağız?” sorusuna ce­vap aramak için yaptık. Yani dövme anında müdahale edebilir miyiz, buna göre hadisi anlamaya çalıştık. Ama aslında hadisi başka türlü de anlayabiliriz, bu bana daha makul geliyor, dövme anında müdahale etmeyi izahtan bizi alıkoyar.

Hadiste dövme olayı mazî, geçmiş fiille naklediliyor, yani dövme olayı geçmiştir. Bu durumdayken kişiye karısını niçin dövdüğü sorulmaz. Kişi şu veya bu sebep­ten karısını dün ya da iki saat önce dövmüştür. Olay mahkemeye intikal etme­miştir. Aile içi bir mesele olduğu anlaşılıyor. Ama dedikodu ile veya başka bir yolla biz bunu öğreniyoruz, gidip adama “sen dün karını dövmüşsün, neden?” diye sorguluyoruz. Ne kadar abes değil mi?! İşte kanaatimce Peygamberimiz bu tip olayları engellemek kastıyla bunu söylemiş olabilir.

3-“Benden sonra size kadınlardan daha zararlı bir fitne bırakmadım.”

(Buhari,Nikah,18;Müslim,Zikr,97)

Kadının zararlı bir fitnebaz olmadığı yönünde tenkitler ileri sürürek hadîsi reddenler vardır. Acaba hadîsi nasıl anlamak gerekir? Önce şunu soralım: Buradaki kadınlardan kadın varlığı veya kadınların hepsi mi kastediliyor? Tüm kadınların kastedilmesi halinde saliha kadınları, Hz. Meryem’i, Hz. Hatice’yi, Fatma’yı, Aişe’yi ‘zararlı bir fitne’nin içine katmış olmaz mı? Dindar değil ama iffetiyle yaşayan bir kadını kastetmesi düşünülebilir mi? Mümkün değildir. Çok itiraz eden, kendine ait düşünceleri olan, muhalif duruşu olan kadınları kastedebilir mi?

Mücadele suresi kadının hak arayışı neticesi nazil olmuştur. Böyle bir kadının zararlı bir fitne olduğunu hatırlatmış olabilir mi? Şayet böyle değilse o zaman akla ilk gelen mana kastedilmemiş demektir. Dolayısıyla anlam git gide daralmaktadır. Demek ki, Pey­gamberimiz öyle herkesi kastetmemiştir. O zaman hadisi tahsis etmeliyiz.
Öyle anlaşılıyor ki kastedilen her kadın değildir.

Kastedilen erkekleri ayart­maya ayarlı kadın olmalıdır. Erkekleri peşinden koşturan kadın, cinselliğini kul­lanan kadın... Yabancı erkeklerin cinsel duygularını tahrik edip içlerini gıcık­layarak şuur altına itilmiş şehvetlerini uyandıran kadınlar... Kadının çekiciliği, cezbediciliği inkâr edilebilir mi? Bu özellikleriyle kadının neler yapabileceği tarihen ve bugün yaşadıklarımız dikkate alınırsa, sabit değil mi? Peygamberimiz ‘kadınların hepsi böyledir, her zaman böyle olacaktır’ gibi bir şey söylemesi dü­şünülebilir mi? Ama “kadının bu özelliğine dikkat çekmesi, erkekleri ve hatta kadınları uyarması” niçin mümkün olmasın?

Bu noktada “Ama neden kadınlar?” diye bir soru akla gelebilir. Erkeklerden kadınları tuzağa düşüren yok mudur? Elbette vardır. Peygamberimiz “erkekler masumdur” buyurmamıştır. Dinimizin ahlakî ilkeleri açıktır. Herkesi bağlar bun­lar. Burada artı bir duruma işaret var sadece. Bununla birlikte hiç -istisnalar dışında- erkeğin peşinden koşturan kadın görülmüş müdür? Genel olarak baktı­ğımızda parası vs. için olması hariç erkeği elde etmeye çalışan bir kadına tesadüf edilmiş midir? Hayır, ama zengin olsun ya da olmasın güzel bir kadının peşinden koşturan çok erkek vardır. İşte bu durumlara dikkat çekmek için söylenmiş bir sözdür, diye düşünüyorum.
Kadının fitne olmasına gelince hadîste kastedileni fitnebaz diye anlama­mak gerekir.

Fitnebaz halk arasında olumsuz huylar için kullanılan bir şeydir. Ancak fitne Arapça’da her zaman bu anlama gelmez. Fitne ile fitnebaz arasında çok fark var. Bugün fitnebaz falan dediğinde bölücü, yıkıcı, tahrip edici, kısaca olumsuz özellikleri olan birini anlıyoruz. Ama fitne kelimesi her zaman böyle kullanılmaz. Fitne imtihan anlamına da gelmektedir. Kur’an’da bu anlamda da kullanılmıştır. Çoluk-çocuk sizler için fitnedir. Yani imtihandır. Bu da böyle. Ka­dın sizin için bir imtihandır. Elbette erkek de kadın için. Fakat Peygamberimiz kadın olgusuna burada vurgu yapmıştır.

4-. “Yöneticileriniz hayırlılarınız; zenginleriniz cömertleriniz olduğu, işleri­niz de aranızda danışarak görüldüğü sürece yerin üstü sizin için yerin altından daha hayırlıdır. Yöneticileriniz şerlileriniz; zenginleriniz cimriniz olduğu, işleriniz de kadınlara kaldığı zaman yerin altı sizin için yerin üstünden daha hayırlıdır.”(Tirmzi,Fiten,78) Tirmizî, bu hadîsi sadece Salih el-Merrî kanalından bildiğini söyler. Ona göre Salih’in hadîsleri garibdir. Hadîslerinde tek kalmış, onu destekleyen de olma­mıştır. Bununla birlikte Salih, iyi (salih) bir zattır.

Bu hadîs şayet makbulse şöyle anlamak gerekir:

Bir kere bu hadîsten ka- dınların yönetici yapılamayacağı çıkarılamaz. Yöneticilik başta geçtiğine göre burada “işleriniz” ifadesi demek ki, daha genel anlamdadır. Sosyal, ekonomik vb. her şeyi içine alır. Bundan kadınların aşağılandığı da çıkarılamaz. Mesele burada sosyolojik bir tespittir. Ve bu tespitin altında toplumsal yapıdaki işbölümlerinin dengesizliğinin yol açabileceği tehlikelere işaret edilmektedir. Dolayısıyla Allah Resulunun vurgusu başka bir şeyedir.

Dikkat edilirse iki cümle arasında birsimetri vardır. “İşleriniz de aranızda danışarak görüldüğü sürece..” ifadesine kar şılık olarak “işleriniz de kadınlara kaldığı zaman..” ifadesi kullanılmıştır. Bundan şu anlaşılır: İşleriniz, ilgilisi olmak kaydıyla kadın-erkek, aranızda şura ile ne kadar güzel! Ama hangi sebeple olduğu belki bilinmez amma, işlerinizi aran da danışmak yerine kadınlara havale ederseniz vay halinize! Dolayısıyla burada kadınların egemen olduğu bir yapı kastediliyor. Daha doğrusu erkeklerin kendi elleriyle veya bir zihniyet sonucu yalnızlaştırıldığı, kadının her alanda on plana çıktığı bir yapı...

Dikkat edilirse işlerin birkaç kadına havalesi söz konusu değil artık gözle görülür bir şekilde neredeyse tüm işleri kadınların yürüttüğü bir toplumsal yapı söz konusu... Bunu nereden anlıyoruz? Şuradan: Zenginler içinde birkaç cimri çıksa toplumsal düzen bundan etkilenmez, ancak zenginlerin yüzde seksen-doksanı cimrilik yaparsa toplumsal yapı oldukça sıkıntıya girer. Dolayısıy­la zenginlerden maksat çoğunluğudur. Aynı şekilde “işlerin kadınlara kalması” da böyledir. Birkaç (kastımız bir veya iki değil elbette) kadının bazı işlerde söz sa­hibi olması problemli değildir.

Ancak toplumun tüm işlerinin kadın çoğunluğuna kalması oldukça sıkıntılı bir yapı ortaya çıkarır. Zira kadının daha aslî vazifeleri vardır ki, böyle bir durumda bunların ihmal edileceği açıktır. (Mesela Avrupa’da nufüsün yaşlanması böyledir. Kadın oldukça toplumsallaşmış, ancak aslî vazifesi küçümsenmiştir. Artık kadınların kariyer uğruna yapmayacakları şey yoktur)

Bu şuna benzer: Bir ülkede öğretmene de, doktora da, mühendise de ihtiyaç vardır. Bunlar dengeli bir şekilde topluma dağılırsa işler yolunda demektir. Ama herkesin öğretmen veya doktor olduğu bir yapıyı düşünün! Toplumsal yapıda bir sıkıntının ortaya çıkacağı açıktır. Ya da öğretmen öğretmenlikten anlar, doktor doktorluktan diyelim. Öğretmene veya doktora neredeyse her türlü işin havale edildiği bir yapıyı düşünün! Sosyal yapının bunu kaldırması mümkün değildir.

Son olarak şunu ifade etmem gerekir ki, liberal felsefe açısından bakıldı­ğında özgürlük ve fırsat eşitliği var denilebilir. Bu noktada kadın kendisi karar vericidir. O dilediği gibi yaşar. Başkasına zarar söz konusu olmadığı zaman öz­gürlüğünün önünde sınır yoktur. Ancak bazı zararlar vardır ki, hemen o anda ortaya çıkmaz. Fıtrata aykırı davranıldığında zarar belki de bir nesil sonra ortaya çıkar ki pişmanlık da fayda vermez.....

5-“Havva olmasıydı, kadın cinsi kocasına ihanet etmezdi.”(Müslim,Ra’da,63)
Hadîsin ne maksatla nakledildiğine dair bilgi yoktur. İlk bakışta anla­şılması zor hadîslerden biridir. Bu hadîs şu şekilde tenkide konu olmuştur: Bu ahad rivayet, mütevatir bir haber olan kendisinde en ufak bir şüphe bulunmayan Kur’an’la bağdaşması mümkün değildir. Çünkü bu rivayetler Adem-Havva olayında asıl suçlu olarak Hz. Havva’yı göstermekte ve onun Hz. Adem’i kandırıp ihanet ederek yasak meyveden yediğine ve ona da yedirdiğine işaret etmektedir. Şu haliyle bu rivayet Kur’an kaynaklı değil, Tevrat kaynaklıdır.

Şüphesiz Kur’an ile hadîs arasında kesin bir aykırılık olsa bunu kabul et­mek mümkün olurdu; ancak kesin bir aykırılıktan nasıl bahsedebiliriz? Çünkü Kur’an’da şeytanın Hz. Adem ile Havva’ya birlikte vesvese verdiği zikredilmektedir.(Bakara,35;Araf,19-21) Bununla birlikte Tâhâ suresinin 120. âyetinde şeytanın “Ey Adem!” di­yerek sadece ona vesvese verdiği ifade edilmektedir. Her iki ayet grubunda ves­vese verilen konular da aynıdır. Yani şeytanın “Ey Adem!” dediği yerde de “Ey Adem ve Havva!” dediği yerde de vesvese konulan aynıdır.

Hangi âyetleri esas alacağız? “Ey Adem” denilen âyeti esas alırsak ikisine birlikte vesvese verildiğine dair olan âyeti nasıl anlayacağız? Daha doğrusu bu makul olur mu? Ancak ikisine birlikte vesvese verildiğini ifade eden âyeti esas alırsak “Ey Adem” şek­lindeki âyeti anlamak mümkün olur. Zira Allah önce her ikisine birlikte vesvese verildiğini ifade etmiş, başka bir yerde oranın durumu gereği şeytanın sadece Adem’e vesvese verdiğini beyan buyurmuştur. Dolayısıyla şeytanın sadece Hz. Adem’e vesvese vermesi, onun da Havva’ya bunu söylemesi, en azından ayet­lerin zahirinden anlaşılmaz.

Bu durumda aklıma iki ihtimal geliyor:

a- Nasıl ki Allah Teala bir yerde ikisini birlikte zikretmiş, konum gereği başka bir yerde sadece Hz. Adem’i zikretmişse aynen bu şekilde Hz. Peygamber de konum gereği (muhatapların durumu veya Havva üzerinden bir mesaja vur­gu olabilir) Havva’yı zikretmiştir. Bu anma, asla Havva’nın bu işin başı olduğu anlamına gelmez. Çünkü Peygamberimizin hafızasında elbette her ikisine bir­likte vesvese verildiğine dair âyet vardır. Hatta Allah’ın, konumu gereği sadece Adem’i zikrettiğine dair örnek de... Belki de Resûlullah (s.a.v.) bu örnekten yola çıkarak bizzat kendisi Havva olayına temas etmiş, mesajını onun üzerinden ver­miştir. Esas itibariyle ise şeytan her ikisine birlikte vesvese vermiştir.

Şunu bir parentez olarak belirtelim ki, hadîste geçen “ihanet” cinsellik vb. hususlarla ilgili değildir. Yasak meyve ile ilgilidir.

b- Şeytan her ikisine vesvese verir. Ancak bu ara belki de Hz. Havva’nın bir ısrarı olur. Tabii bu durumda Hz. Adem “ne yapalım, yasak meyveden yiyelim mi” şeklinde kısa duraksama yaşamış olmalıdır. Bu duraksamayı Havva “ne var bunda, ebedilik bizim olacak işte, istemez misin?” şeklinde bir telkin ve ısrar ile harekete geçirmiştir belki... Peygamberimiz muhtemelen Havva’nın bu özelliğine dikkat çekmiştir. Buradan hanımların yanlış işlerde kocalarını sıkıştırmamalarına, ısrarcı olmamalarına işaret etmiştir. Havva’nın bu telkin ve ısrarı Kur’an’da geçmi­yor. Hadîsi dikkate aldığımızda böyle bir artı ısrarın olabileceği akla geliyor.



Yavuz Köktaş-Günümüz Hadis Tartışmaları

Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları
Devamını Oku »

Kabir Azabı Hakkında Bir Hadis ve Değerlendirmesi

Kabir Azabı Hakkında Bir Hadis ve Değerlendirmesi

Hz. Aişe anlatıyor: Yahudi bir kadın kendisinden dilenmek için gelmiş ve kabir azabından bahsettikten sonra “Allah seni kabir azabından korusun” de­mişti. Hz. Aişe Allah Resûlü’ne (s.a.v.) “İnsanlara kabirlerinde azap olunur mu?” diye sordu. Allah Resulü (s.a.v.) “Evet, kabir azabı (vardır)” buyurdu. Ardından Hz. Aişe şöyle demiştir: Bundan sonra Allah Resûlü’nün (s.a.v.), sonunda kabir azabından Allah’a sığınmadığı hiçbir namazını görmedim.(Buhari,Cum’a,hd.no.986,988 999,991,996,998,Cenaiz,1283,Bed’ulhalk,2964;Müslim,Kusuf,499,1501,1502;Tirmizi,Cum’a,514)

Bu rivayet hakkında şu yorumlar yapılmıştır: “Yahudi bir kadın” ifadesi, baş­ka bir rivayette ‘iki Yahudi kadın’ olarak geçmektedir. Bu kadınların isimleri tes­pit edilememiştir. Bu kadın veya kadınlar ona kabir azabından bahsetmişlerdi. Rivâyetlerdeki farklılıklara rağmen, Âişe söylediklerine inanmamış, ancak Allah Resulü (s.a.v.) -bir rivayete göre vahiy inmesi sonucu-, başka bir rivayete göre doğ­rudan doğruya kadının söylediğini teyit ederek kabir azabından Allah’a sığınmıştır.

Kıssanın başka bir rivayetinde, Yahudi bir kadın Hz. Aişe’den (r.anhâ) gör­düğü iyiliğe karşılık kendisine “Allah seni kabir azabından korusun” diye dua etmişti. Bunun üzerine Hz. Âişe (r.anhâ) efendimize “Ey Allah Resulü! Kabir­de azap var mıdır?” diye sormuş, O da “Kıyamet gününün azabı dışında azap yoktur” diye cevap vermişti. Bu olaydan bir zaman sonra günün ortasında çık­mış ve cemaata olanca sesiyle şöyle nida etmişti: “Ey insanlar! Kabir azabın­dan Allah’a sığının. Çünkü kabir azabı haktır!” Bu rivayetlerin hepsinde Allah Resûlü’nün (s.a.v.) kabir azabının hükmünü Medine’de iken öğrendiği yönünde bir bilgi mevcuttur. Ancak bu su götürür bir bilgidir. Çünkü kabir azabıyla ilgiliolarak zikredilen “Sabah akşam azaba arzedilirler”(Mümin,46) ayet-i kerimesi Mekke döneminde nazil olmuş ayetlerdendir. Bunun tevili ancak şöyle yapılabilir ki,Allah Resulü (s.a.v.) inkar edenlerin ve müşriklerin kabir azabına maruz kalacakl arı konusunu bilmesine rağmen, tevhid ehlinin bu azaptan nasipdâr olacaklarını bilmemekteydi. Bilâhare vahiy yoluyla kendisine bildirildi. Hadiste ayrıca kabir azabının bu ümmete mahsus olmadığına dair de delâlet söz konusudur.

Bütün bunların yanında kabirde azap ve nimetin varlığını gösteren birtakım ayetler de vardır. Bunların delaleti kat’i olmasa da hadislerle birlikte düşündüğümüzde kabir azab veya nimetine işaret olabileceğini söylemek mümkündür. Bir ayette “Firavun ve adamları sabah-akşam ateşe atılırlar. Kıyametin kopacağı günde denilir ki; Firavun hanedanını ateşin en şiddetlisine sokun.” buyurulur. Buna göre kıyamet kopmadan önce de yani kabirde de azap vardır. Peygamber Efendi­miz (s.a.v.) “Allah, iman edenlere bu dünya hayatında ve ahirette, o sabit sözlerinde daima sebat ihsan eder.”(İbrahim,27) ayetinin kabir nimeti hakkında indiğini açıklamıştır.(Buhari,Tefsir,14)
Bütün bu deliller kabir azabını isbat etmektedir. Ehl-i Sünnete göre kabir azabı haktır. Bu hususta Kitab ve Sünnetten birçok delil olduğu anlaşılmaktadır. Allah Teâla’nın cesedin bir kısmına bir nevî hayat iade ederek ona azab vermesi aklen imkânsız değildir. Şeriat da bunu haber verdiğine göre kabul etmek gere­kir. Hâricilerle Mu’tezile’nin büyük bir kısmı ve Mûrcie taifesinden bazıları kabir azabını inkâr etmişlerdir. Ehl-i Sünnete göre azabı ölen kimsenin ya bütün ce­sedi yahut cesedinin bir kısmı görecektir. Allah her şeye kâdirdir. Ölen kimseye yerinin gösterilmesi mü’min için in’am ve ikram, kâfir için azabdır.

Öyle anlaşılıyor ki, kabir azabı haktır. Kur’an’da kabir azabını ifade eden açık ve kesin bir ayet yoktur. Aynen bunun gibi kabir azabının olmayacağını belirten bir ayet de bulunmamaktadır. Kabir azabı pek çok hadiste sarahaten ortaya konulmuştur. Bir gerekçe veya te’vil ile bunu inkar eden dinden çıkmaz. Ama bu kişinin kendi kültürüne yabancılaşacağı açıktır.

Neden böyle bir inanç Kur’an’da vurgulanmamıştır veya milyarlarca yıl önce ölen ile şimdi ölen açısından adl-i ilahi gerçekleşmiş olur mu, şeklinde aklen kabir azabına yöneltilen tenkitler vardır. Bunun yanında kabir azabının ruha mı bedene mi yapılacağı, bedene de yapılacaksa, onun çürüyüp yok olacağı şeklin­de itirazlar da var. Kur’an’da vurgulanmamasını bir kenara koyarsak -ki, çok şey sünnetle sabittir- diğerlerine şu şekilde cevaplar verilmiştir:

a-İster mümin ister kafir olsun, başına ne gelirse günahlarının affına sebep olacaktır. Bela, musibet, hastalık, sıkıntı gibi şeyler insanların günahları­nın hafiflemesine sebep olmaktadır. Bir mümin bu dünyada günahkar olarak yaşar, fakat başına gelen musibetler onun günahlarının azalmasına sebep ola­caktır. Kabir de çektiği azaplar da yine günahlarına kefaret olup onları siler. Aynen bunun gibi Allah adili mutlak olduğu için kafir kullarının başına gelen musibetler de cehennemdeki azaplarının azalmasına sebep saymaktadır. Aynı günahı işleyen ve kafir olan iki kişiden biri musibete uğrasa diğeri uğramasa, musibete uğrayanın azabı diğerine göre hafifleyecektir. Kafir cehennemde sonsuza dek kalacağı için cennete giremeyecek, ama ister bu dünyada isterse kabir de çektiği sıkıntı ve azaplardan dolayı cehennemdeki azabının şiddeti hafifleyecektir. Bu sebeple kabir de çok kalıp çok azap çeken, az kalıp az azap çekene göre daha kötü olmayacaktır. Belki de ahirette bu durumunu öğrenin­ce çok memnun olacaktır.

b-İnsanların hayatı ve geçirdiği zaman birimleri aynı değildir. Mesela, birkaç dakikalık rüyada günler, aylar ve yıllar geçmiş gibi geliyor. Bazen de yeni yatıp kalkmış gibi bir gecenin nasıl geçtiğini fark edemiyoruz. Bunun gibi kabre erken giren bir insan, Ahirette yeni kalkmış gibi olabilir. Bir diğeri ise birkaç sene kabir de kalır, ama binler sene kalmış gibi azap çekebilir. İşte kabre erken veya geç gitmek kişiye, günahına ve durumuna göre değişebilir. Allah orada da uyku ve rüyada olduğu gibi bir durum yaratabilir.

c-Azabın şiddeti değişik olabilir. Bir volt ile milyon voltun derecesi bir olmadığı gibi, mum ateşiyle güneş ateşi de bir değildir. Kabirde de herkesin durumuna göre ayrı ve çeşitli azaplar olabilir. Kabire geç giden birisi çok kısa zamanda şiddetli azap ile, erken giden birisi kadar ceza çekebilir.

d-Ölüm yokluk değildir. Daha güzel bir alemin kapısıdır. Nasıl ki, toprak altına giren bir çekirdek, görünüşte ölüyor, çürüyor ve yok oluyor. Fakat gerçekte daha güzel bir hayata geçiş yapıyor. Çekirdek hayatından ağaçlık hayatına geçiyor.

Aynen bunun gibi, ölen bir insan da görünüşte toprağa giriyor, çürüyor ama geçekte berzah ve kabir aleminde daha mükemmel bir hayata kavuşuyor.

Beden ile ruh, ampul ile elektrik gibidir. Ampul kırılınca elektrik yok olmuyor ve var olmaya devam ediyor. Biz onu görmesek te inanıyoruz ki, elektrik hala mevcuttur. Aynen bunun gibi, insan ölmekle ruh vücuttan çıkıyor. Fakat var olmaya devam ediyor. Cenab-ı Allah Ruh’a münasip daha güzel bir elbise giydirerek, kabir aleminde yaşamını devam ettiriyor.

Bu sebeple Peygamberimiz (asm),
“Kabir ya cennet bahçelerinden bir bahçe, ya da cehennem çukurlarından bir çukurdur.”(Tirmizî, Kıyamet, 26)

buyurarak, kabir hayatının varlığını ve nasıl olacağını bize haber veriyor.

İmanlı bir insan iyileşmeyen bir hastalıktan ölürse şehittir. Böyle şehitlere manevi şehit diyoruz. Şehitler ise kabir hayatında serbest dolaşırlar. Kendilerinin öldüğünü bilmezler. Sanki yaşadıklarını zannederler. Sadece daha mükemmel bir hayat yaşadıklarını bilirler. Nitekim Peygamberimiz (asm) şöyle buyurur:
“Şehit ölüm acısını hissetmez.”(bk. Tirmizî, Cihâd, 6; Nesâî, Cihâd, 35; İbni Mâce, Cihâd, 16; Dârimî, Cihâd, 7)

Kur’an-ı Kerim de şehitlerin ölmediği bildirilir. Yani kendilerinin öldüğünün farkında değillerdir. Mesela iki adam düşünün. Rüyada çok güzel bir bahçede beraber bulunuyorlar. Biri rüya olduğunu bilir. Diğeri ise rüya olduğunun farkında değil. Hangisi daha mükemmel lezzet alır? Elbetteki rüya olduğunu bilmeyen. Rüya olduğunu bilen, şimdi uyanırsam şu lezzet kaçacak diye düşünür. Diğeri ise tam ve gerçek lezzet alır.

İşte normal ölüler, öldüklerinin farkında olduğu için lezzetleri eksiktir. Halbuki şehitler öldüklerini bilmediğinden aldıkları lezzet tamdır.(sorularlaislamiyet.com)



Yavuz Köktaş - Günümüz Hadis Tartışmaları
Devamını Oku »

M.İslamoğlu ve Hızır

M.İslamoğlu ve Hızır
Daha Hz. Musa'nın ismini doğru telaffuz edemeyen İslamoğlu (Musa bin İmran yerine İmran bin Musa diyor)"Hızır Hurafesinden Kurtulma Zamanı Gelmedi mi" başlıklı videoda (bkz : http://www.youtube.com/watch?v=TLNC57l_Tsk ) Hz. Hızır telakkisini bize yansıtan ve son iki yazımızda ismi geçen bir çok ulemayı "bizi avutanlara prim vermeyelim" tavsiyesiyle engellemeyi önermektedir..İmam Nevevi, İmam Kurtubi , İmam Gazali,Beyhaki, Hakim , gibilere prim vermeyip te kime prim vermeliy mişiz? Tabi ki Hz. Hızır'ın Melek miydi insan mıydı problemini çözememiş kıssanın gerçek miydi mesel miydi sorusunda debelenen yüce cenaplarına ...

Ne diyelim ..İslamoğlu bu tahrik edici ve tahrip edici üslubuyla kendine yakışanı yapmıştır..

Bir diğer sohbetinde ise mesel mi gerçek mi sorusuna sembolikti diyerek yanıt bularak sihirli "sembolizasyon" çubuğunu ayete değdirerek aklın ve garbın nazarında problemli ve izahı zor duran (bize göre hiçbir sıkıntı yok ) ayetleri hakikat mertebesinden sembolik, hayali aleme indirgemiştir..(1)

Ah şu indirgemeci akıl! Sana kim dedi ki o kıssadakiler semboldür? Nereden aldın o ilmi? Yoksa inkar ettiğiniz Ledünniyattan mı?

Zımnen , Kehf suresinde bir kul olarak verilen kişinin Hz. Hızır olduğunu söyleyen tüm ehl-i sünnet ulemasını edebe mugayir davranmakla suçlaması ise ilminin ne ledünni ne de dini olmadığının kanıtı gibi duruyor..Kur'an sadece sana/senin için inmedi sayın İslamoğlu..

Kıssadaki kulu Hz. Hızır olarak veren ve Ehl-i Kuran olan bunca alimi edepsizlikle itham etmek yakışık almaz..

İlgili hadis şu kaynaklarda geçmektedir:

Buhari, Tefsir, Kehf 2, 3, 4, İlm 16, 19, 44, Icare 7, Surut 12, Bed'u'l-Halk 11, Enbiya 27, Tevhid 31; Muslim, Fedail 170, (2380); Tirmizi, Tefsir, Kehf, (3148); Ebu Davud, Sunnet 17, (4705, 4706, 4707). (2)

Bu duruma göre Buhari, Müslim başta tüm ehl-i hadis ve tüm müfessirler kısacası tüm ehl-i sünnet bu hadise inanmakla edebe mugayir bir tavır içine girmiş oluyorlar..Bu piyasada tek ayakta kalanın ise İslamoğlu olmasına şaşmamak lazım.

Hadisin Buhari'deki vechine bakalım:
247- ...Saîd ibn Cubeyr şöyle demiştir: Bizler, kendi evinde İbn Abbâs'ın yanında bulunuyorduk. O:

— Bana sorunuz, dediği zaman ben:

— Ya Ebâ Abbas! Allah beni sana feda etsin. Kûfe'de halka va'z ve haberler anlatan hikayeci bir adam var, ona Nevf deniliyor. İşte o zat, Hızır'ın sahibi olan Mûsâ, îsrâîl oğulları'nın Musa'sı değildir diye söylüyor, dedim.

İbnu Cureyc dedi ki: Amr ibnu Dînâr'a gelince, o da Saîd'den yaptığı tahdîsinde bana şöyle dedi: İbn Abbas:

— Allah'ın düşmanı olan o Nevf yalan söylemiştir, dedi. Ya'lâ ibn Müslim ise yine Saîd'den yaptığı tahdîsinde bana şöyle

dedi: İbn Abbas şöyle dedi:

— Bana Ubeyy ibn Ka'b tahdîs edip şöyle dedi: Rasûlullah (S): "Allah 'in rasûlü olan o Mûsâ aleyhis-selâm bir gün kavmine tesirli bir va'z ve Allah'ın ibretli günlerini hatırlatma yaptı, nihayet bu va'zın te'sîrînden gözler yaş akıtıp kalpler incelince, Mûsâ eski hâline döndü. Bu sırada bir adam kendisine erişti de:

— Yâ Rasûlallah, yeryüzünde senden daha âlim bir kimse var mı? diye sordu.

Mûsâ:

— Hayır yoktur, dedi.

Mûsâ âlimliği Allah'a döndürmediği için Allah onu azarladı.

Kendisine Allah tarafından:

— Evet, senden âlim vardır! denildi.

Mûsâ:

— Yâ Rabb! O daha âlim kul nerededir? diye sordu.

Allah:

— İki denizin birleştiği yerdedir, diye cevâp verdi.

Mûsâ:

— Yâ Rabb, benim için bir alâmet yap da onun sayesinde bu âlim zâtı bileyim, dedi."

İbn Cureyc dedi ki: Amr ibnu Dînâr bana şöyle söyledi: "Bu mekân üzerindeki alâmet, balığın senden ayrıldığı yerdir (sen orada o zata kavuşursun), dedi."

Ya'lâ ibn Müslim ise bana şöyle söyledi: "Kendisine ruh üfürülecek haysiyette ölü bir balık al, dedi. Mûsâ bir balık aldı, akabinde onu bir zenbîl içine koydu ve genç hizmetçisine:

— Ben seni ancak sununla mükellef tutuyorum: Bu balığın senden ayrılacağı yeri bana haber vereceksin, dedi.

O genç de:

— Sen beni çok bir şeyle mükellef kılmadın, dedi."

İşte bu zikri ulu olan Allah'ın "Ve iz kaale Mûsâ ti-fetâhu... - Bir zaman Mûsâ genç adamı Yûşâ ibn Nûn'a şöyle demişti... "(Âyet:60)

kavlidir.

İbn Cureyc dedi ki: Genç adamın ismini söylemek Saîd ibn Cureyc tarafından değildir. Dedi ki: "Mûsâ bir kayanın gölgesinde, nemli bir toprakta istirahatte bulunduğu sırada birden o balık zenbîlin içinde debelenip hareket etti. Mûsâ ise uyuyordu. Genç adamı kendi kendine:

— Ben Musa'yı uyandırmam, dedi.

Nihayet Mûsâ kendiliğinden uyandığı zaman ise hadiseyi Mûsâ'ya haber vermeyi unuttu. Balık debelenip hareket etmiş ve sonunda denize girmişti. Allah da o balıktan suyun akışını tutmuş, hatta balığın su içindeki izi taş içinde gibi olmuştu."

İbn Cureyc dedi ki: Amr ibnu Dînâr bana işte böyle "Sanki balığın izi bir taş içinde gibiydi" şeklinde söyledi ve iki baş parmakları arasıyla onlardan sonra gelen iki parmaklan arasını (yani orta parmak ve ondan sonraki parmak arasını) halka yapıp gösterdi...

"... Mûsâ genç adamına: Kuşluk vakti yemeğimizi getir. Bu yolculuğumuzdan and olsun yorgun düştük, dedi" (Ayet: 62).

"Musa'nın genç adamı Musa'ya:

— Allah senden yorgunluğu kessin! dedi."

İbn Cureyc: Bu dua cümlesi Saîd ibn Cubeyr'den değildir, demiştir.

"Mûsâ, Yûşâ'ya balığın debelenmesi ve kaybolması kıssasının Hızır'ın bulunduğu yerin alâmeti olduğunu haber verince, ikisi beraber geldikleri yol üzerinde geriye döndüler, nihayet o kayaya ulaştıklarında orada Hızır'ı buldular."

İbn Cureyc dedi ki: Osman ibn Ebî Süleyman bana: "Denizin ortasında yeşil bir kadife yaygı üzerinde" şeklinde söyledi.

Saîd ibn Cubeyr yine geçen senedle şöyle dedi: "Onu kendi elbisesiyle örtünmüş, elbisenin bir tarafını ayaklarının altına, bir tarafını da başının altına koymuş olarak buldu. Mûsâ ona selâm verdi. O hemen yüzünden örtüyü açtı ve:

— Benim toprağımda selâm mı? Sen kimsin? dedi. Mûsâ:

— Ben Musa'yım, dedi. Hızır:

— isrâîl oğulları'nın Musa'sı mı? dedi. Mûsâ:

— Evet o, dedi. Hızır:

— Hâlin nedir, ne istiyorsun? dedi. Musa:

— Sana öğretilen rüşdden bana da öğretmen için geldim, dedi. Hızır:

— Tevrat'ın senin elinde olması ve sana vahy gelmekte bulunması sana kâfi gelmiyor mu? Yâ Mûsâ! Bende bir ilim var ki onu senin bilmen yaraşmaz, sende de öyle bir ilim vardır ki benim de onu bilmekliğim lâyık olmaz, dedi.

Bu sırada bir kuş gagasıyla denizden su aldı. Hızır yine:

— Vallahi benim ilmim ile senin ilmin, Allah'ın ilminin yanında ancak şu kuşun gagasıyla denizden aldığı gibidir, dedi.

Nihayet bir gemiye bindikleri zaman, bu sahilin ahalisini diğer sahile taşımakta olan birçok küçük gemiler buldular. Gemi sahihleri Hızır'ı tanıdılar da:

— O Allah'ın iyi bir kuludur, dediler."

(Belki Ya'lâ ibn Müslim) dedi ki: Biz Saîd ibn Cubeyr'e: O Hadır (Hızır) mıdır? dedik. O: Evet o Hadır'dır, biz onu ücretle taşımayız, diye söyledi.

"Geminin levhalarından birini keserle sökmek suretiyle gemiyi deldi de, o söktüğü levhanın yerine bir kazık soktu. Mûsâ ona:

— Sen onun insanlarını suda boğmak için mi gemiyi deldin? Yemin olsun sen büyük bir iş yaptın, dedi."

Mucâhid "İmrân" sözü hakkında: "Büyük" ma'nâsınadır, dedi. "Hızır da ona:

— Ben sana, benim beraberimde sen asla sabredemezsin demedim mi?"

Birincisi (Mûsâ tarafından) bir unutma oldu. Ortası ise (eğer bundan sonra sana bir şey sorarsam., demesinden dolayı) bir şart; üçüncüsü ise (isteseydin elbette bir ücret alırdın demiş olduğu için) bir kasıd olmuştur.

"Mûsâ:

— Unuttuğum şeyden dolayı beni muâhaze etme ve bana şu arkadaşlık işinde güçlük gösterme, dedi.

Sonra bir oğlan çocuğu ile karşılaştılar. Hızır hemen onu öldürdü."

Ya'lâ ibn Müslim, geçen senetle dedi ki: Saîd ibn Cubeyr şöyle dedi: "Hızır oynamakta olan birçok oğlanlar buldu da onlardan kâfir ve zeki birini yakaladı, onu yere yatırdıktan sonra bıçakla kesti. Mûsâ (evvelkinden daha şiddetle reddederek):

— Sen tertemiz, günah işlememiş ve bir can mukabili de olmayan bir canı öldürdün mü? dedi."

İbn Abbas bu kelimeyi "Zekiyyeten, zâkiyeten müslimeten" şeklinde okur idi. Bu senin "Gulâmen zâkiyen" sözün gibidir.

"Onlar yine gittiler ve yıkılmağa yüz tutmuş bir duvar buldular. Hızır o duvarı doğrulttu."

Saîd ibn Cubeyr, Amr ibn Dinar'dan olmak üzere: "Hızır o duvarı eliyle doğrulttu" dedi de, kendi elini şöyle yukarı kaldırıp duvarın dümdüz olduğunu gösterdi.

Ya'lâ ibn Müslim: Ben Saîd ibn Cubeyr'in: "Hızır o duvara eliyle dokundu da duvar dümdüz oldu" dediğini sanıyorum, dedi.

"Mûsâ Hızır'a:

— Eğer isteseydin muhakkak bu duvarı doğrultma karşılığında bir ücret alırdın, dedi."

Saîd: "Kendisiyle yemek yiyebileceğimiz bir ücret alırdın " dedi. "Onların arkalarında", "Onların önlerinde" demektir. İbn Abbâs böyle "Onların önlerinde bir hükümdar vardı" şeklinde okudu.

İbn Cureyc dedi ki: Saîd ibn Cubeyr'den başkaları, o gemileri zorla alan melikin ismi Huded ibnu Buded olduğunu, öldürülen o çocuğun isminin de Ceysûr olduğunu iddia ediyorlar.

"Her sağlam gemiyi zorla alan bir melik vardı. İşte ben, gemi o hükümdara uğradığı zaman ayıplı olmasından dolayı onu terk etmesini istedim. Gemiciler o hükümdarı geçtikleri zaman, bu delik gemiyi iyileştirdiler ve onunla faydalandılar (gemi ellerinde kaldı).

Râvîlerden kimi "O deliği karûre (yani cam) ile kapattılar", dedi; kimi de "Zift ile kapattılar" dedi.

"O öldürülen çocuğun ana-babası iki mü'min idiler; çocuk ise

kâfir idi. Biz o mü'min ana-babayı bir azgınlık ve kâfirlik bürümesinden, çocuk sevgisinin onları, o çocuğun dini üzere ona mutâbaat etmelerinden endişe ettik. İstedik ki, onların Rabb'i bunun yerine kendilerine temizlikçe daha hayırlısını, merhametçe daha yakınım versin. Hızır bunu Musa'nın:

— Sen tertemiz bir nefsi mi öldürdün? sözüne münasip olarak söyledi."

"Merhametçe daha yakını", yânî ana-baba, Allah'ın ihsan edeceği çocukla, Hızır'ın öldürdüğü evvelki çocuktan daha fazla merhamete nail olacaklar manasındadır.

Saîd ibn Cubeyr'den başkası: O ana-babaya, öldürülenin yerine bir kız çocuğu verildi, dedi. Dâvûd ibn Ebî Asim ise birden fazla râvîden: O bir kız çocuğudur, diye söyledi (meşhur olan da budur). (Buhari, Tefsir 197. bab)

*

Tenkit: İslamoğlu, hadisten Hz. Musa'nın 'benden daha alim olanı yok' kısmını alıp kıssadaki ana karakterlerin Hz. Musa ve Hızır olarak verilmesine itiraz etmesi bu klasmandaki kişilerin sürekli olarak başvurduğu tam bir seçmecilik örneğidir..Bunun yerine mealcilerin toptan redleri daha tutarlı bir yol gibi duruyor..Akıl ve fikir makasıyla gelişigüzel budamalar yaparak hadis naklini ve kabulünü size  kim öğütledi?

Ayrıca ilk videoda "o Hızır olduğuna dair rivayetlerin hiç bir sıhhati yoktur" iddiasında bulunurken gözünün içine bakan Buhari hadisini sıhhatli olarak algılamadığını tespit edebiliriz..İslamoğlu Hz. Hızır'ın sağ olup olmadığı yönündeki zayıf hadisleri buradaki Hz. Musa ve Hızır kıssasını anlatan sahih hadisleri karıştırmış olmalı ki bu şekil ilginç iddialara giriyor..

*

Tenkit: İslamoğlu Hızır'ın bazı kişilerin yardımına gelmesi ihtimalini "eğer yardıma koşulacaksa şunlara şunlara yardım etmeliydi" diyerek negatifliyor..Onun bu diyalektiği/cerbezesi , Allah'ın kullarına yardım ve lütufları olabileceğini söyleyen bir müslümana (örneğin Bedir'de meleklerin inmesi gibi somut örnekler eşliğinde) Allah'ın bir koruması ve yardımı olsa idi Karmatiler'e karşı kendi evini (Kabe) , Uhud'taki müşriklere karşı kendi Nebisini , IŞİD militanlarına karşı masum kullarını v.s. korurdu diyen Ateistin mantığıyla aynı "lob"tan çıkmadır...İmtihan sırrını , mücadele ve mübareze kanununu ve bu dünyanın ücret yeri değil hizmet yeri olduğu gibi ilkeleri unutmuşa benziyor..

(1) http://www.youtube.com/watch?v=by69H63dkko

(2) http://www.kuranikerim.com/kutubi-sitte/700.html



http://ahmednazif.blogspot.com.tr/2014/06/islamoglu-ve-hzr.html

Devamını Oku »

Sünnet'i İnkarın Delilleri


Sünnet'i İnkarın Delilleri


SORU 34: Sünneti inkâr için hangi deliller ileri sürülmektedir? Bunlar isabetli midir?

Sünneti inkâr edenlerin ileri sürdükleri deliller esasen dörttür.! Bunları şu şekilde belirlemek ve cevaplamak mümkündür.

1-“Din kat’î olmalıdır. Sünnet ise zannîdir. Kur’ân’da ise zan ve şüphe yoktur. Allah ‘Bu kitapta asla şüphe yoktur.' buyurmaktadır. Ayrıca Kur’ân zanna uymayı da yasaklamıştır.”

Burada epey bir mesele iç içe sokulmuştur. Belli ki kat’îlikten te-vâtür kastedilmektedir. Buna göre Kur’ân mütevatirdir ve sübûtul katîdir. Sünnet ise âhâd haberdir ve sübûtu zannîdir. Buraya kadar doğrudur. Bundan sonra gelen hüküm cümleleri ise oldukça problemlidir. Sünnet zannî olduğu için Kur’ân ona uymayı aslında yasaklar. İşte bu noktada her zan (kastettiğimiz galib zandır) ifade edenin uyulmaması gereken şey olduğu tesbiti sorgulanmalıdır. Bir kere Kur’ân’nın yasakladığı zan hakikat karşısında, kesin bilgi, vahiy karşısındaki zandır. Bu zan hakikat karşısında hiçbir şey ifade etmez. Dolayısıyla imana ve tevhîd konularında zannın yeri yoktur.

Diğer taraftan Kur’ân’ın sübût yönünden kat’î olduğu söylenebilirse de delâlet bakımından heri zaman kat’î değildir. Bazı ayetlerin delâleti zannî olabilir. Ayetin zannî olması muhtemel birkaç anlamının bulunduğu manasına gelir. Bu! itibarla onun muhtemel manalarından birisi tercih edilip uygulanırsa! bu uygulamanın zannî olduğu, dolayısıyla bâtıl olduğuna hemen kararj verilemez. O halde delâleti zannî de olsa biz naslara uymakla mükel­lefiz. Bir şekilde nasları anlamada gayret sarfetmeli, yani ictihâd etme­li, ardından oluşan galip zanna göre amel etmeliyiz.

İmam Şâfiinin bu meselede ortaya koyduğu bir akıl yürütme vardır ki oldukça aydınlatıcıdır. Ona göre kat’î bir delille haram olan şey zannî bir delille mübah olabilir mi? Olabilir. Eğer mahkemede iki şahit birinin bir adam öldürdüğünü söylerse o kişiye kısas uygulanır.

Adam öldürmek kat’î delillerle haramdır. İki şâhidin şahitliği ise zan­nî bir durumu ifade eder. Zira bunların yalan veya yanlış şahitlik et­meleri muhtemeldir. O halde niçin bu şahitliği kabul edip haram olan bir şeyi mübaha çeviriyoruz? Çünkü iki kişinin şahtitliğini kabul et­meyi Allah emretmektedir. Bunun gibi haber-i vâhid de olsa, bunları nakleden râvîlerin yalan veya yanlışlık yapma ihtimali de olsa, Hz. Peygamber’in söz ve davranışlarına uymakla mükellefiz. Çünkü ona uymayı bize Allah emretmektedir.

2-“En‘am Sûresi 38. ayetinde Allah, “Biz Kitab’da hiçbir şeyi ek­sik bırakmadık.” buyurmaktadır. Dolayısıyla sünnete ihtiyaç yoktur. 

Bu ayeti okuyanlar Hz. Peygamber’e itaatle ve ona beyan yetki­sinin verilmesiyle ilgili ayetleri de okumalıdır. Bu ayetleri okuyan sahâbe şeksiz Hz. Peygamber’e uymuş, ilk ayete dayanarak Hz. Pey­gamber’e uymayı reddetmemiştir. O halde En‘am Sûresi’nin ayeti doğru anlaşılmalıdır. Bir kere ayet sünnete uymamakla ilgili olarak inmemiştir. Ayrıca bu ayeti mutlak olarak alırsak iki şeyle çelişir. Bi­ri akılla. Akıl her şeyin Kur’ân’da olmadığına hükmeder. İkincisi Kur’ân’la. Kur’ân’da “Bilmiyorsanız zikir ehline sorun.” ayeti geç­mektedir.

Demek ki, her şey Kur’ân’da yoktur. O halde burada mak­sat -bazı cüz’î meseleler olsa da- Kur’ân’da her şeyin değil, esasen ge­nel ilkelerin ve temel prensiplerin bulunduğudur. Diğer taraftan hiç­bir şeyi eksik bırakmadık derken kastedilen; iman, tevhîd ve nübüv­vet konularıdır. Son olarak kitapta hiçbir şey eksik değilse, kitaptan Levh-i Mahfûz’u anlamak da mümkündür. Orada gerçekten her şey kayıtlıdır. Hangi ihtimal olursa olsun ayet kesinlikle sünnete uyma­makla ilgi değildir.

3-“Tek bir vahiy vardır. O da Kur’ân vahyidir.Allah vahyedecekse onu Kur ân’ına alır. Başka türlü neden vahyetsin?!”

Bu anlayış Allah’ın elçileriyle tek bir şekilde konuşması gerekti­ğinden yola çıkıyor. Bir anlamda Allah’, tek bir şekilde konuşmaya,iletişim kurmaya icbar ediyor. Allah’ın nasıl konuşacağına biz nasıl karar verebiliriz? Onu nasıl icbar edebiliriz?! Şûrâ Sûresi’nin 51. ayetinde Allah insanlarla üç türlü konuşabileceğini buyurmuyor mu? Sünnet-vahiy ilişkisinin sorulduğu bölümde detaylı bilgiler verdik.Oraya bakılmalıdır. Ancak burada Allah’ın elçisiyle Kur’ân dışında iletişim kurabileceğine Kur’ân’dan bir örnek vermek istiyorum.

Meşhur kıble meselesinde Allah şöyle buyurur: “Biz, senin yüzünü çok defa göğe doğru çevirip- durduğunu görüyoruz. Şimdi elbette senin hoşnut olacağın kıbleye çevireceğiz. Artık yüzünü Mescid-i Haram yönüne çevir. Her nerede bulunursanız, yüzünüzü onun yönüne çevirin. Şüphesiz, kendilerine kitap verilenler, tartışmasız bunun Rablerinden bir gerçek (hak) olduğunu elbette bilirler. Allah, yaptıklarınızdan gafil değildir.” (Bakara, 144)

Hz. Peygamber önceleri Mescid-i Aksa’ya doğru namaz kılıyordu. Peki Mescid-i Aksa’ya dönmekle ilgili bir emir Kur’ân’da var mıdır? Yoktur. O halde Hz. Peygamber bu emri nereden almıştır? Burada akla “İctihadla oraya dönmüş olabilir.” şeklinde bir düşünce gelebilir. Bu, ihtimal dışıdır. Şayet ictihadla oraya dönmüşse, ictihâdla Mescid-i Haram’a da dönebilirdi. Oysa “Yüzünü göğe doğru çevirip durmaktadır.” Yani Mescid-i Haram’a dönmeyi istemekte, ama dönememektedir. O halde Mescid-i Aksa’ya dönüşü de kendiliğinden olmamıştır. Sadece bu örnek bile Allah’ın Kur’ân dışında kalbe ilkâ etmek süreriyle Hz. Peygamber’e ileti gönderdiğini ortaya koymaktadır

4-“Hadîsler de Kur’ân gibi uyulması gereken şeyler olsaydı,onlar da Kur’ân gibi yazılırdı. Hz. Peygamber Kur’ân’dan başka şeylerin yazılmasını yasaklamıştır. Bu da uyulması gerekenin Kur’ân olduğunu gösterir.”

İlginçtir! Bu örnekte sünnete uymayı reddetmek için hadîslerden delil getirilmiştir. Bu çifte standartlık bir yana Hz. Peygamber’in kendisinden Kur’ân dışında bir şey yazılmasını yasakladığına dair ifadeler doğrudur. Ancak bunun yanında Hz. Peygamber döne­minde hadîslerin yazıldığı, Allah Resûlü’nün buna izin verdiği vakı­ası da dikkate alınmalıdır. Bir delili alıp diğerlerini görmezlikten gelmek ilmî bir tutum olamaz. Mesele bu iki grup delilden birinin tercih etmek olursa kesinlikle hadîslerin yazıldığına dair hadîsleri tercih etmek gerekecektir. Çünkü bu hadîsler oldukça fazla ve çeşitlidir. Oysa yasak hadîsi bir sahâbîden nakledilmiştir.

Hal böyle olsa da İlmî olan tavır her iki grup hadîsi anlamaya çalışmaktır. Aca­ba yasak hadîsindeki yasaklık mutlak mıdır? İzin verildiğine göre mutlak değildir. O halde yasaktan ne kastedilmiştir? Bu konuda çe­şitli te’viller ileri sürülmüştür. İzin hadîsleri yasak hadîsini neshetmiştir. Bu durumda Allah Resûlü’nün bir dönem de olsa sözlerini yasakladığı anlamı çıkar ki isabetli değildir. Abdullah b. Amr gibi yazı bilenlere yazma izni vermiştir. Abdullah’ın dışında da yazı ya­zanlar olmuştur. İzin neden bir kişiye has olsun ki! Aynı anda hem yasağın hem de iznin bir gerekçesi olmalıdır.

Büyük ihtimalle Hz. Peygamber, Kur’ân sahifeleriyle karışmasın diye sözlerinin Kur’ân sahifelerinin kenarına yazılmasını yasaklamıştır. O dönem Kur’ân’ın muhafazasına büyük ihtimam gösteriliyor, her türlü ted­bir almıyordu. Belli ki, vahiy kâtibleri veya özel mushafı olanlar yazdıkları Kur’ân sahifelerinin kenarına Hz. Peygamber’den duy­dukları bazı şeyleri hemen not ediyorlardı. Bunun ileride sıkıntıla­ra yol açabileceğini düşünen Allah Resûlü buna mani olmak istemiş­tir. Bunun dışında dileyen, yazabilen onun sözlerini istediği yere kaydedebilecektir

Son olarak şunu sormak gerekir: Bir şeyin delil olması yazılı ol­masına mı bağlıdır? Yazılı olmayan şeyler delil olmaz mı? Bir şeyin delil olma şartı yazı olamaz. Zira sözü yazan adil biri değilse o sözün yazılması bir mana ifade etmez. Diğer taraftan mesela namazı ele ala­lım. Bütün şartlarıyla birlikte Resûlullah’ın bunu yazdırdığına dair bir bilgiye sahip değiliz. Şimdi namaz kılmayacak mıyız? Allah Resû­lü “Beni nasıl görüyorsanız öylece kılınız.''demiştir. Namaz nesilden nesile böyle aktarılmıştır. Ne olacak şimdi?!

Yine Kur’ân naklinde de birinci derecede ezberde olana itibar edilmiştir. Acaba Kur’ân sırf ya­zıldığı için mi bizler için delil oluyor, yoksa yüz binler nesilden nesi­le onu ezberden naklettiği için mi? O dönemin yazı çeşidini düşün­düğümüzde gerçekten zorlukları var, onun için gelişmiş ve (nokta ve hareke açısından) nisbeten değişmiştir. Elbette yazı çok önemli bir takviye unsurudur; ancak birinci derecede Kur’ân’ı muhafaza eden ezberdir.


100 Soruda Hadis Meseleleri - Yavuz Köktaş
Devamını Oku »

Sinek Hadisi

Sinek Hadisi


' “Birinizin yemeğine sinek düşerse, onu iyice batırsın! Çünkü onun kanat­larından birinde hastalık, diğerinde şifâ vardır. O, hastalık bulunan kanadıyla korunur. Binâenaleyh sineği yemeğe tamamen sokun!”(Buhari,Tıb,58);Ebu Davud,Et’ime,49)

Çağımızda bu hadisi reddedenler vardır. Bu hadîs hakkında Halil İbrahim Molla Hâtır 200 sayfalık müstakil bir kitap yazmıştır. Müellif hadîsin Ebû Hureyre, Ebû Saîd el-Hudrî, Enes b. Mâlik ve Hz. Ali olmak üzere dört ayn sahâbeden rivâyet edildiğini; Ebû Hureyre rivâyetinin 34, Ebû Saîd el-Hudrî rivâyetinin 17, Enes b. Mâlik rivâyetinin 5 ve Hz. Ali rivâyetinin de bir tarîki bu­lunduğunu, dolayısıyla hadîsin 57 ayrı zincirle rivâyet edildiğini tespit etmiştir. Bu rivâyet zincirlerinin tenkid ve tahlilini de yapan müellif, daha sonra fukaha- nın konuya yaklaşımını, son olarak da eski ve yeni hekimlerin değerlendirme­lerine temas etmiştir. Bütün bunlardan sonra da hadîsin sened, metin açısından olduğu kadar tıbbî açıdan da sahîh olduğu kanâatine varmıştır.

Yusuf el-Karadavî(Çağdaş Meselelere Fetvalar,1,139) kendisine sorulan bir soru çerçevesinde şunları ifade etmiştir: “Bu mevzuyla alakalı olarak bilimsel, tıbbi bir reddiyeyi burada naklet­mek yeterlidir sanırım. Bu reddiye 1977 senesinde Mısır’da çıkan ‘Tevhit dergi­sinde yayınlanmıştır. Reddiye, İskenderiye Üniversitesi Ortopedi ve Travmatolo­ji uzmanı Prof. Dr. Emin Rıza tarafından bir başka tıp doktorunun anılan hadisin etrafında halkı şüpheye düşürmesine karşılık kaleme alınmıştır. Dr. Emin Rıza reddiyesinde şunları söylüyor:

a-Sırf günümüz bilmine uygun olmadığı için bu hadisi veya herhangi bir hadisi reddetmek doğru olmaz. Bilim, devamlı değişmekte ve ilerlemektedir. Hatta bazen önce söylediğinin aksini dahi söyleyebilmektedir. Bugün ilmi naza- riyenin doğru olarak değerlendirdiği bir şey belli bir zaman sonra hatta çok kısa zamanda hatalı olduğu ortaya çıkabiliyor.

b-Bu hadisi veya herhangi bir hadisi kendi mantığıyla çelişiyor diye reddetmek doğru bir şey değildir. Bu çelişkiye sebep olan kusur, hadiste değil işinin kendi aklında aranmalıdır. Çağdaş bilime önem veren herkes kendi aklına da büyük bir şekilde saygı duyar. Akla önem veren kişi bilgiyle cahaleti kıyaslar.

c- ‘Tıpta hastalıkların sinekle tedavisini sağlayacak hiç bir hüküm bu­lunmamaktadır’ demek doğru değildir. Ben de birçok eski kaynaklar var. Bu kaynaklarda, sinekler kullanılmak suretiyle çeşitli hastalıkların iyileştirilmesine dair reçeteler mevcut. Sülfat terkibinin bulunduğu yıllarda yaşayan cerrahların tümü, çeşitli kırıkların, müzmin yaraların sinekle tedavi edildiğini görmüşlerdir. Zaten o yıllarda sinekler bu hastalıklar için özel olarak yetiştiriliyorlardı. Bu du­rum, mikrop öldürücü bakteriyofaj virüslerin keşfedilmesi ile de geçerliliğini bir kat daha artırmıştır. İlacın keşfi yapılırken sineğin, aynı anda hastalık etmeni olan mikroplarla bu mikroplara karşı savaş açan bakteriyofajları taşıdığı esa­sından hareket edilmiştir. Buradan hareketle bu gün artık çıbanların ve kemik iltihaplarının, sinekle tedavisinin yapılmaması, bu tedavi metodunun başarısız olmasından kaynaklanmamaktadır. Bu tedavi metodunun uygulanmayışı, bilim adamlarını dikkatlarini fazlasıyla üzerine çeken sülfat bileşimlerinin keşfedilmiş olmasındandır.

d-Bu hadis sineğin kanadında zehir bulunduğunu haber vermesi sebe­biyle gaybı bildirmektedir. Çağdaş bilim bu gerçeği ancak ve ancak son asırlarda ortaya çıkarabilmiştir. Daha önceleri bilim adamları sineğin kanadında herhan­gi bir zararlı maddenin varlığını bilemediklerinden ötürü yalanlayabiliyorlardı. Fakat daha sonra gerçek ortaya çıkınca yani mikropların keşfi ile beraber eski inkarcı tutumlarını bırakıp hadisi doğruladılar...”

Geçmiş ulemaya baktığımızda İbn Hacer ve Aynî, hadîsteki müşkili hal­letmek için Hattâbî’nin şöyle dediğini nakletmiştir: “Nasibi olmayan kimseler bu hadîsi eleştirip ‘sineğin iki kanatında hem zehir hem şifa nasıl olur?’ dedi­ler. Bu cahilane bir sorudur. Pek çok hayvan zıt sıfatları kendinde toplamıştır. Mesela arı karnından bal, iğnesinden zehir çıkarır.”(İbn Hacer,Feth,XI,421;Ayni-Umde,XVII,435) Bu hadîsi yorumlayan diğer alimler de İbn Hacer ve Aynî ile aynı görüşte olup yine destekleyici tarz­da bu alimlerden farklı yorum yapanlar da vardır.(Bk.İbn Kuteybe,Tevilu Muhtelifil Hadis,273;Kirmani,el-Kevakibud-derari,XIII,221;Münavi,Feyzul Kadir,1,581…)

Hadîse yapılan itirazlaryeni değildir. Günümüzde ise uydurma olduğunu söyleyenlerin yanında bu tür hadîslerin kesin olarak bilim tarafından yanlışlığı ortaya koyuluncaya ka­dar sahih olmadıklarını söylemenin doğru olmadığını ifade edenler de vardır. Ayrıca tam bir mucizevî beyân olduğu yönüyle bu hadîsle ilgili yoğun tartış­maların yapıldığını belirtmeliyiz. Öyle anlaşılıyor ki, hadîs hakkında red hük­mü vermek erken olur. Ancak hadîsin anlaşılması yolunda bilimsel çabaların arttırılmasına da ihtiyaç vardır.



Yavuz Köktaş-Günümüz Hadis Tartışmaları
Devamını Oku »

Edip Yüksele Reddiye - 19 Mucizesi / 1.Yazı

Edip Yüksele Reddiye - 19 Mucizesi / 1.Yazı



1-Üzerinde 6 var ; Edip Cebrail'den kişisel ileti almış !
Edip Yüksel Hulki Cevizoğlu'nun Kanal 6 , [Bölüm 9 , (Toplam 12 ) ] Ağustos 1996 programında diyor ki (1)

Hulki Cevizoğlu: Notlar adlı kitabınızın 26. sayfasında son peygamberin Reşad Halife olduğunu ve Ona iman ettiğinizi söylüyor musunuz? (1.50. dakikadan itibaren)

Edip: Kesinlikle .

Hulki: Söylemiyorsunuz ?

Edip: Kesinlikle yanlıştır [videonun devamından anlaşılan , "böyle söyledim ama yanlıştır" şeklinde , zaten Hulki de kitap ve sayfa ismi veriyor ; belli ki bir araştırma yapmış ]

Hulki : Kitabınızın yine başka sayfasında Reşad Halife'nin 21 Aralık 1971 yılında salı günü , güneş doğmadan önce Mekke'de , Hacc ziyareti sırasında , BEDENİNDEN SIYRILMIŞ BİR RUH HALİNDE EVRENİN BİR KÖŞESİNDE DOLAŞTIĞINI ve BÜTÜN PEYGAMBERLERİN RUHLARIYLA GÖRÜŞTÜĞÜNÜ iddia ediyor musunuz?

Edip: Bu bir hadistir [Hadis genelde Peygamberlerden dinlenilen sözdür. Reşad'dan duyduğu söz için Hadis demesi Reşad'ı Resul olarak kabul ettiğine işarettir] benden Rivayet edilen Hadistir. Çöp tenekesine atınız bunu.

Hulki: İyi ama kitabınızda var bu.

Edip: Bu benimle ilgili bir şeydir . Çöp tenekesine atın bunu. Bu kitabımı da atın çöp tenekesine...

Hulki : Bugün savunduğunuz fikirlerinizi de 5 yıl sonra çöpe atabilir miyiz ? Atmayacağımızı nereden söyleyebilirsiniz?

Edip: ...Beni izleme , beni körü körüne izlersen belki Cehenneme gidersin.

Hulki: Yine bu çöpe atacağınız kitabın (Notlar) 48., 49., sayfalarında bir olaydan söz ediyorsunuz. Bir insan için enteresan bir olay . 23 Ekim 1986 günü öğle saatlerinde , 13.30'da büronuzda oturuyormuşsunuz , kalbiniz hızla çarpmaya başlamış, ve üç kırk bir (3:41) diye tekrarlayan bir şey işittiğinizi iddia ediyorsun. Bu 3:41 nedir? Ve bunun CEBRAİL tarafından kalbinize VAHYEDİLDİĞİNİ söylüyorsunuz . Siz CABRAİL' den VAHİY alabilecek ve almış bir insan mısınız? Ben de Cebrail'den vahiy alabilir miyim ? Siz de bu anlamda RESUL sayıyor musunuz kendinizi ?

Edip: Kesinlikle böyle bir iddia yapamam. Fakat Allahu Teala bir ayet-i kerimede " size ufuklarda ve nefislerinizde ayetlerimi göstereceğim " diyor..Ben bu Tevbe suresinin son iki ayetiyle ilgili çok büyük sıkıntı geçirdim. Yani Reşad bunların Kur'an'da olmadığını iddia ettiği vakit benim ona ilk cevabım " sen haddini bilmiyorsun . Kuran Allah tarafından korunmuştur . Kesinlikle bu iddia küfürdür " diye ona karşı cevap verdim. Fakat daha sonra ben Kur'an'ın matematiksel Mucizesini incelemiş bir insanım . Bunda zerre kadar kuşkum yok ...Bir de baktık ki iki ayet çıkınca ayetlerin tüm sayısı da 19'un katı oluyor. 6346 o da 19 un katı...Bununla ilgili tarihsel rivayetler var. [Hz. Ali'den gelen.] Kur'ana ilaveler yapılıyor. [Haşa Hz. Ali'den böyle bir rivayet yok..Bu uydurmacı fena halde sallıyor..Öyle olsaydı en başta Şia bu ayetleri reddederdi. (2) ] Kur'an'ı yazıncaya kadar çıkmayacağını söylüyor..

Buna benzer tarihi rivayetler de var. Ben şüpheye düştüm. Fakat bunlar Kur'an'dan değildir demeye cesaret edemiyorum. Ya Kur'an'dansa..Allah'tan yardım istedim. Allah'ım bana bir işaret ver diye. İki hafta boyunca hayatımın en sıkıntılı zamanı . Bir gün İnkılap yayınevinin Cağaloğlu bürosunda ..ikinci cildini yazarken yine aklıma bu geldi. Sıkıntı. Ben Allah'ım bir işaret ver. İşte kalbim ..birden bire müthiş bir çarpıntı. Üç kırk bir , üç kırk bir , üç kırk bir. Hemen Kur'an'a [Reşad'da aynı şekilde kandırılmıştı (3) ] baktım. Baktım ki Kur'an benim duayı aynen tekrarlıyor. "Dedi ki Rabbim bana bir işaret ver. Senin ayetin , işretin halkla üç gün konuşmamandır." Ve o noktada o ayeti okur okumaz ben cevabımı aldım...Ben şizofreniden de şüphe edebilirdim ..Tümüyle olağanüstü bir olay olarak gördüm ben. Çünkü üç kırk bir , üç kırk bir , üç kırk bir diye müthiş bir ses [cinler hocasını iğfal ettiği gibi bunu da aldatıyor olmalı ] . Ama bildiğim bir ses değil...Ve bundan sonra karar verdim ki korkmadan bunların [Tevbe suresinin son iki ayeti] Kurandan olmadığını söyleyeceğim..

Ve ayet-i Kerime diyor ki halkla 3 gün konuşma. Halkı hesaba katma. Çoğunluğa uyma. Çoğunluğa uyarsan zaten Kur'an diyor felaket olur...Ben olayın akabinde 3 gün kimseyle konuşmadım. Millet bana Edip delirdi dedi. Hiç umurumda değil. Ve ondan sonra söyledim bunlar Kur'an'dan değil...Olayın bir Matematiksel yanı var..Eğer sadece Enfüsi bir olay olsaydı ben güvenmezdim.

Hulki: Bu anlattığınız olayın , 3:41 olayının CEBRAİL tarafından kalbinize VAHYEDİLDİĞİNİ ŞİMDİ DE SÖYLÜYORSUNUZ , inanıyor sunuz. ?

Edip : -Çok kısık ve zor algılanır bir şekilde- 2, 3 defa EVET , EVET..

Hulki: Bu da Notlar adlı kitabınızda yer alıyor. Ama inandığınız bazı bilgilerin yer aldığı kitabı çöpe atın diyorsunuz ?

Edip: Ben bunu anlattığım yerde de söylüyorum. Bu sadece şahsi bir tecrübedir..

Hulki : Ama halen doğruluğuna inandığınız bir şeyi niye çöpe atın diyorsunuz ?

Edip: Yoo..ben savunuyorum bunu...Kişisel anlamda VAHİY . Allah arıya da vahyettiğini söylüyor. Meryem'e de vahyettiğini söylüyor.

Hulki: Benim VAHYİM de bu oldu diyorsunuz ?

Edip: Yoo ..Ben bunu herhangi bir üstünlük olarak görmüyorum .

*
Netice : Edip bu program da CEBRAİL'den "kişisel" VAHİY aldığını bir kez daha söylemiş oluyor..Bunu herhangi bir üstünlük olarak görmemesi aldığını inkar anlamına gelmemektedir. Ayrıca videoda "at çöpe" denilen bazı fikirleri çöpe atıyor muyuz , yoksa çöpten alıyor muyuz ? Edip ne demek istedi. İnanın bende bir fikir oluşmadı .

*
Üzerinde 6 var: Edip Cebrail'den "kişisel ileti" almış ve Salavata Şirk diyormuş..Kabul etmesi çok zor benim için..O nedenle bu videoya baktım. Videonun başlığı şöyle: Edip Yüksel, Niye Hadisleri Çöpe Atmalı? Bölüm 9 (Toplam 12) Kanal 6, İstanbul, Ağustos 1996.

1- Edip Yüksel : İsim 4 , Soyad 6 harf..19 Mucizesiyle desteklenmiş 6346 ayet sayısının son iki rakamıyla aynen örtüşüyor.

2-"Edip Yüksel, Niye Hadisleri Çöpe Atmalı?" ilk soru işaretine kadar olan kısım 6 kelime .
(Toplam 12) 'deki 12 = 2x6

3- Bölüm 9 : Burayı çözmekte baştan biraz zorlandım. Allah'tan yardım istedim . Allah'ım bir işaret ver diye (?) 2 dakika boyunca hayatımın en sıkıntılı zamanı..Birden kalbe "gaybtan bir ses geldi sanki , ama ne ses " Hemen Şizofren demeyin , durun. Kişisel bir ilham olmalı. Allahtan vahiy alan arının kanatları gibi hızla çarpıyordu kalbim. Edip'in Bitlis'te doğduğunu hatırladım.[1957= 19 ve 3x19= 57 veya 19 ve 5+7=2x6 . Demek ki 19 Matematiksel sisteminin bünyesinde 6 sistemi de var. Bu işin şakası tabi ,ama bir de ciddisi var:1957/19:103. Bingooo!..Edip kazandı! 19 sisteminde Edip'e de işaret var.!.19 sistemine bu derece şiddetli sarılmasının sebebi biraz daha iyi anlaşılıyor şimdi. ] Plaka no: 13.Ve kalbim vahiy almış arının vızıltısı gibi ses çıkarıyordu sanki .13:9 , 13:9 , 13:9. 13 dakikalık videonun 9. bölümüne bakmama işaretti bu ; yani 9. dakikasına bakmam gerekiyordu..Hemen baktım..Aynen şöyle söylüyordu: "Allah'tan yardım istedim . Allahım bir işaret ver diye (?) 2 hafta boyunca hayatımın en sıkıntılı zamanı..Birden kalbe geldi ki " ..3 dakika dona kaldım. Artık "alınan kişisel ileti" konusunda hiç şüphem yoktu. Edip , Cebrail'den ileti almıştı , bende Hz. Edip'in (kaddesallahu sirruhu) tam da iletiyi aldığı yerde ilhamımı almıştım. Yok artık dedim..Bu kadar tesadüf olamaz. Şaşkına dönmüştüm..Kimseyle konuşmadım..İstesem de konuşamazdım gerçi , yalnızdım..Sonra bu 6'lı sistemi videoya uyguladım. Gördüm ki videonun 13. dakikasından sonrasındaki "Salavat getirmek şirktir" şeklindeki bilgiler saçma. Montaj mı yoksa? Ve matematiksel hesaplarıma da uymayan küsuratlar oluşturuyor. O kısmı çöpe atmaya karar verdim..Rahatlamıştım ..Ve bunu artık korkmadan ilan etmeliydim. Bu blog yazısını yazdım..Tabi bu olay Enfüsidir. Beni bağlar. Hiç aklımda yoktu videonun 9. dakikasına bakmak..Buna inanmak zorunda değilsiniz.

4- Kanal 6 'nın 6 sının hem üzerinde hem de yayının Tekrar olarak verilen videosunun Tekrar [6 harf] harflerinde 6 var.

5- "İstanbul, Ağustos" İstanbul 34 plaka , Ağustos 8. ay ; 34+8=42 ; 6 'nın 7 katı.

6- 1996: 19 ve 96 diye iki parçaya ayıralım .19 sayısı Mucizenin asıl sayısı. 96=16x6 ..Daha da güzeli 1996 /6 = 332,666666666666666666666666...

Sonsuz adet altı..Başta 19 , devamında Sonsuzluk ve altının buluşması bana neler çağrıştırdı bir bilseniz !

********************

(1) http://www.youtube.com/watch?v=nnyst4Cm73o&feature=player_embedded
(2) c) Süleym b. Kays'a nispet edilen kitapta Hz. Ali ile onun cemettiği mushaf hakkında ilginç bir diyalogdan söz edilmektedir ki bu rivayete göre Kur'an'dan bazı ayetlerin çıkarıldığına dair iddia, bizzat Hz. Ali'ye söyletilmektedir. Diyalog Talha b. Ubeydullah ile Hz. Ali arasında geçmektedir:
-Kur'an hakkında sorduğum soruya bir türlü cevap vermedin. O mushafı insanlara hâlâ göstermeyecek misin?
-Ey Talha! Soruna kasten cevap vermedim.
-O zaman Ömer ve Osman'ın yazdığını (yazdırdığını) bana anlat. Onun hepsi Kur'an mıdır? Yoksa içinde Kur'an'dan olmayan şeyler var mıdır?
-Onun hepsi Kur'an'dır. Onda olanı alırsanız ateşten kurtulur, cennete girersiniz. (Asıl) Kur'an'da bizimle ilgili delil, işimizin açıklanması, hakkımız (hilafet hakkının bize ait olduğu) ve bize itaatin farzıyyeti vardır (ama bunlar mevcut Kur'an'dan çıkarılmıştır).
(Altıkulaç, Hz. A l i ve İlk Mushaf Nüshaları )

Değerlendirme : Görüldüğü gibi Kuranın eksik olduğuna dair Şia'da bazı rivayetler vardır ama fazla olduğuna dair rivayet yoktur..Şu ayet veya ayetler ekleme yapılmıştır diye bir iddia yoktur..
(3) http://ahmednazif.blogspot.com/2013/11/edip-yukselin-resulu-resat-halife.html

kaynak:http://ahmednazif.blogspot.com.tr/2013/11/uzerinde-6-var-kanal-6-bolum-9-toplam.html
Devamını Oku »

Vahiy Kur’ân’dan mı ibarettir? Sünnet de vahiy midir?

 Vahiy Kur’ân’dan mı ibarettir? Sünnet de vahiy midir?

SORU 18: Vahiy Kur’ân’dan mı ibarettir? Sünnet de vahiy midir?

Bu soru bir açıdan 17. soruyla ilgilidir. Zira Hz. Peygamber in gayb bilgisi Kur’ân ile sınırlı değilse ve Kur’ân dışında Allah Teâlâ, Resûlü’ne bazı şeyleri haber veriyorsa, bu; ona bildiriyor, vahyediyor, demektir. Bununla birlikte meseleye geniş bir açıdan bakmak da mümkündür.

Bu konuda üç görüş olduğu söylenebilir:

1-Sünnetin hepsini vahiy kabul edenler.

2-Sünneti vahiy kabul etmeyenler.

3-Sünnetin bir kısmını vahiy kabul edenler.

Sünneti vahiy ürünü kabul etmeyenlere göre tek bir vahiy vardır. O da Kur’ân’dır. Allah vahyedecekse, onu Kur’ân’ına alır. Başka tür­lü vahyetmesine gerek yoktur. Bu iddia aslında sünnetin delil olma değerini reddetmek için ileri sürülmektedir. Bunun altında yatan sa­ik, Hz. Peygamber’i sadece Kur’ân’ı tebliğ etmekle görevli bir beşer konumuna indirgeme isteğidir. Buna göre Hz. Peygamber, Kur’ân olarak aldığı vahiy dışında bizim gibi bir beşerdir ve de hiçbir ayrıcalığı yoktur. Elbette bu oldukça aşırı bir görüştür.

Böyle bir iddiaya ha­dîslerde Cebrail in Hz. Peygamber’e gelip bir şeyler öğrettiğine veya gay den bazı şeyleri haber verdiğine dair rivayetleri delil olarak ileri sürüp cevap verilebilir. Bununla birlikte daha mukni bir cevap iki kilde olabilir:

1-Kur’ân dışında Allah vahyetmiştir. Bunun delilide Kur’ân’dır. Örnekler:

a-Kıble olayı: Beyt-i Makdis’ten Mescid-i Haram’adönüş olayı malumdur. Ancak ilk kıbleye dönülmesiyle ilgin emir Kur’ân’da yoktur. Hz. Peygamber bu tür konularda keyfine göre hareket etmeyeceğine göre bu nasıl oluyor? “Kendi ictihâdıdır.” denilebilir. Oysa kendi içtihadıyla Mescid-i Aksa’ya dönseydi, yine kendi ictihâdıyla Mescid-i Haram’a dönebilirdi. Bu, zor değildi. Ancak ayetten yü­zünü göğe çevirdiği ve dönmekle ilgili bir haber beklediği anlaşılmaktadır. Demek ki, kıble tayini onun ictihâdına bırakılmamıştır.

b-Tahrim Sûresi’nde geçtiğine göre (3. ayet), Hz. Peygam­ber eşlerinden birine bir sır söyler. Ancak hanımı bunu saklayamaz. Allah ise bu durumu Peygamber’ine haber verir. Fakat bu haber verme olayı Kur’ân’da yoktur.

c-Bakara, 289. ayette geçtiğine göre Allah, “Bilmediğiniz şeyleri size öğrettiği şekilde Allah’ı (namazınızda) anın!” buyuruyor. Bize öğretilen şekil Kur’ân’da yoktur. Bütün bunlar Allah’ın, Kur’ân’ın dışında Hz. Peygamber’e vah- yettiğini gösteriyor. Bununla birlikte bu vahiy Kur’ân vah­yi gibi değildir. O zaman ikinci meseleye geliyoruz:

2-Vahiy, Kur’ân vahyinden ibaret değildir. Kur’ân vahyi özel bir vahiydir, ancak vahiy Kur’ân ile sınırlı değildir. Zira vahiy bir tür iletişimdir. Allah çeşitli şekillerde kullarına vahyeder, on­larla iletişim kurar. Kur’ân vahyi bu iletişimin en özel olanıdır. Bir anlamda Allah’ın izniyle Cebrâil tarafından yazılması iste­nilen vahiydir Kur’ân vahyi...

Vahiy kâtiplerine yazdırılmayan vahiy demek ki Kur’ân vahyi değildir. Şayet vahiy kelimesine takılıp kalınırsa ve vahiy illa da Kur’ân için geçerli olmalıdır denilirse, şu söylenebilir: Allah arılara vahyeder, bazı kullarına vahyeder, yani bir tür iletişim kurar. Bunlar Kur’ân’da geçer. Hepsinin mahiyeti farklıdır. Biri içgüdü, diğeri ilhâm olsa da “vahiy'' kavramıyla ifade edilmiştir. Dolayısıyla manaları fark­lı da olsa bu tür iletişimler için vahiy kelimesini kullanmak mümkündür.

Neye ne dediğimizi bildikten sonra vahiy kelime­sini Allahın her türlü iletişimi için kullanmak mümkündür. En azından Kur ân da buna bir engel olduğunu ifade eden hiçbir şey yoktur. Yani “Sadece Allah'ın Kur’ân’da vahyettiklerine vahiy denir, onun dışındaki ileşimler için vahiy kelimesi kulla­nılmaz.” diye Kur’ân’dan bir ayet bulmak söz konusu değildir.

Elbette ki Kur’ân dışındaki iletiler Kur’ân vahyi gibi değildir. Ancak bunlar da bir tür iletişimdir. Dediğimiz gibi Kur’ân vah­yi bizzat yazıya geçirilen ve “Bu, Kur’ân’dır” denilen vahiydir. Allah’ın Hz. Peygamber’le de Kur’ân dışında iletişim kurması mümkün bir şeydir. Ayrıca vahyin çeşitli şekillerde olabilece­ğini de Kur’ân’dan öğreniyoruz.

Şûra Sûresi 51. ayette Allah şöyle buyurur:

“Allah bir insanla ancak vahiy yoluyla veya perde arkasından ko­nuşur. Yahut da bir elçi gönderir de izniyle ona dilediğini vahyeder. Şüphesiz ki O çok yücedir, hüküm ve hikmet sahibidir.

Bu ayetten vahyin üç türlü olabileceği anlaşılıyor. Kur ân vahyi üçüncü tür vahiy ile, yani bir elçi vasıtasıyla nazil olmuştur. Hatta bu­rada Allah’ın “peygamberle” değil de “insanla” demesi de not edilme­si gereken bir durumdur.

Bu noktada vahiy kelimesinin zihin karıştırdığı vurgulanmalıdır. Onun için ulema vahyi ikiye ayırıp Kur ân a metluv; sünnete gayr-i metluv vahiy demişlerdir. Özetle bu noktada şu dört hususu vurgula­mak gerekir:

1-Bizzat Cebrâil Hz. Peygamber’e bazı şeyleri öğretmiştir.

2-Allah Cebrâil vasıtasıyla Hz. Peygamber’i bazı tuzaklara karşı uyarmıştır. Hz. Peygamber’le bir tür iletişim kurmadan bunun gerçekleşmesi imkânsızdır.

3-Allah, geçmiş veya gelecek gayba dair, kıyamet alâmetleriyle ilgili bazı bilgileri Hz. Peygamber’e bildirmiştir. Bunlar bir- iki tane de değildir. Pek çoktur.

Bunların hepsi uydurma ol­madığına ve Allah’ın elçilerine gaybını bildirmesi mümkün olduğuna göre Hz. Peygamber Kur’ân dışında bilgiler al demektir.

4-En önemlisi de tecrübesiyle, meleke-i nübüvvet ile Hz. peygamber birtakım uygulamalarda bulunmuştur. Bu uygulama/ Allah tarafından tenkit edilmemiştir. Dolayısıyla bunlar Allah'ın kontrolündedir ve O’nun onayından geçmiştir. Sadece bu sebeple dahi mezkûr uygulamalar bizim için örnektir. Çünkü şayet bunlar örnek konusu olmasalardı, Allah tarafından tenkit edilirlerdi. Zira Kur’ân’da hatalı uygulamalarından do­layı Hz. Peygamber’in Allah tarafından uyarıldığını biliyoruz.

Bütün bunlar sünnetin, yani Hz. Peygamber’in söz ve davranışlarının Allah’ın gözetim ve kontrolü altında bulunduğunu, onun tenkit edilmeyen söz ve davranışlarının örneklik arz ettiğini gösterir. Kaldı ki, açık bir şekilde Cebrâil tarafından Hz. Peygamber’e birtakım şey­lerin öğretildiğini de görüyoruz. Yirmi üç yıllık bir zaman diliminde Allah’ın sadece Kur’ân vahyiyle Hz. Peygamber’le iletişim kurduğunu söylemek de pek makul değildir. Adına ne dersek diyelim (kalbe ilkâ, rüya, ilhâm, onay) Allah şüphesiz Hz. Peygamber’le çeşitli şekillerde iletişim kurmuş, ona öğretmiş ve yol göstermiştir. Bu durum Hz. Pey­gamber’le iletişimin sadece Kur’ân vahyiyle sınırlı tutulamayacağını ortaya koymaktadır.

Bununla birlikte şu husus ifade edilmelidir ki, taabbudî ve gaybî konular dışında Hz. Peygamber’in hangi söz ve davranışı vahyin yön­lendirmesiyle, hangisi kendi bilgi ve tecrübesiyle oluşmuştur, kesin olarak bilinemez. Bu konuda çeşitli tasnifler yapılmış, sünnetin teşri­ine konu olan ve olmayan bölümleri tartışılmıştır. Bunlar şüphesiz önemlidir ve sünneti anlama noktasında bize ışık tutmaktadır. Ama şu bir gerçek ki, temel olarak, başta bir metot olarak Hz. Peygamber’in vahyin yönlendirmesi altında olduğunu kabul etmek gerekir. Zira o bize dini öğretiyor ve biz de onun nebevî yönüyle muhâtabız.

Bundan sonra delil ve karine yoluyla ortaya çıkan hususlarla hadîsler yoluyla bize gelen bazı bilgilerin vahiy ürünü olmadığını söylemek mümkün­dür. Bu tıpkı sözün önce hakikat olmasına veya evrensel kabul edilme­sine benzer. Mecaz delili ortaya çıkınca veya hükmün tarihsel olduğu­na dair delil belirince ona dönülür. Bunun gibi hadîsle gelen bilginin Hz. Peygamber’in nebevî yönüyle değil de beşerî yanıyla ilgili olduğu­na bir delil, karine söz konusu olursa ona dönülür, dönülmelidir.

Bunun yanında Hz. Peygamber’in ümmetine mal olmuş söz ve davranışları bütünüyle vahiy ürünü kabul edilse bile bu durum, hep­sinin uyulması gereken farz emir ve davranışlar olduğu anlamına gel­mez. Hz. Peygamber vahyin yönlendirmesi altında olmakla beraber onun bir emri farz, vâcib, mendub, müstehab olabilir. Davranışı da vâcib, mendub hatta edeb cinsinsinden de olabilir. Nitekim Kur’ân’ın emir ve tavsiyeleri de böyledir. Onda da bir emrin farz veya tavsiye niteliğinde olduğu durumlar vardır. Emrin, nehyin pek çok çeşidi ol­duğu malumdur. Dolayısıyla sünnetin vahiy mahsulu oluşuyla onda geçen her bir hükmün bağlayıcılık derecesi karıştırılmamalıdır.

Son olarak Hz. Peygamber’in nebevî ve beşerî yanını ayırmak zor olsa da büyük ihtimalle beşer gereği yaptığını tahmin ettiğimiz yeme, içme, oturma, kalkma, yatıp-uyuma, evden çıkış-eve giriş, yolda yü­rüyüş vb. davranışlarının vahiy ürünü olmadığını söylemek onların önemsiz olduğu anlamına gelmemelidir. Bu tür davranışlar daha ziya­de sünnet-i zevâid dediğimiz, diğer bir ifadeyle edeb, âdâb cinsinden uygulamalardır. Bunları yapmanın vâcib, hatta mendub olmadığı söy­lenebilir. Ancak bu yönleriyle bile Hz. Peygamber’e uymanın kişiye büyük faziletler kazandıracağı açıktır. Zira bu davranışlar yerilmemiştir ve Allah’ın kontrolü altında gerçekleşmiştir. Yani bunlar insan ol­sa da bir Peygamber’in tercih ettiği davranışlardır.

Onun tercihini ter­cih etmek kişiye kemal dereceleri elde etme yolunda önemli kazanım­lar sağlayacaktır. Bir açıdan bakılırsa İslâm medeniyetini oluşturan esaslar içerisinde bu edeb çizgisinin rolü inkâr edilemez. Edeblerin en büyüğü hiç şüphe yoktur ki, büyüklerin edebidir.



100 Soruda Hadis Meseleleri - Yavuz Köktaş
Devamını Oku »

Hadîslerin Anlaşılması ve Yorumlanmasında Geçmiş'in İhmali Söz Konusumudur ?

Hadîslerin Anlaşılması ve Yorumlanmasında Geçmiş'in İhmali Söz Konusu mudur ?


SORU 24: Hadîslerin anlaşılması ve yorumlanması konusunda geçmişin ihmalinden bahsetmek mümkün müdür?

Hadislerin anlaşılması ve yorumlanması konusunda geçmişin ihmalinden bahsetmek mümkün değildir. Zira muhaddisler bu konuda oldukça fazla çaba göstermiştir. Bazı rivayet eserlerinde bile anlama ve yorumlama çabasında bulunmuşlardır. Bunun yanında ğarîbu’l-hadis, ihtilâfu’l'hadîs gibi müstakil kitaplar yazarak hadîslerin anlaşıl­masına katkıda bulunmuşlardır. En önemlisi ise, hadîs şerhlerinde bi­hakkın hadîslerin anlaşılması ve yorumlanması faaliyetini gerçekleş­tirmişlerdir. Bu açilardan bakıldığında, hadîs tarihimiz anlam ve yo­rum zenginliği açısından tartışılmaz olup bunlar hazine değerindedir. Bugün bile aklımıza gelmeyen pek çok yorumu şerhlerde bulmak mümkündür. Bugün belki de bir hadîs anlamaya çalışırken, bir veya birkaç anlam üzerinde dururken, şerhlerimiz çok daha farklı ve zen­gin açılardan hadîsleri yorumlamaya çalışmıştır. Dolayısıyla şerhleri­miz anlam depoları gibidir.

Şurası muhakkak ki, şârihlerimız hadîsleri anlamaya ve yorumlamaya çalışırken dilden yararlanmışlardır. Dili sarf ve nahiv kaideleri­nin toplamı olarak görmek eksik bir anlayıştır. Dil, tüm bir toplumun kültürünün, düşünüş tarzının kodlandığı şifre gibidir. Onu hakkıyla bilmek bir metnin yüzde doksan anlaşılmasını kolaylaştırır. Onun için dilin belâğat yönü oldukça önemlidir. Belâğattan ise sadece metnin sanatsal yönünün anlatılması kastedilmemektedir. Belâğat, hitab-hatib-muhâtab-bağlam (muktezây-ı hâl) durumlarını listematize eden önemli bir dil olgusudur. Bu yönden metin tahlillerinde vazgeçilmez­dir. Şârihlerimiz bunların yanında sosyal ve tarihi durumları da nass­ları anlamak için kullanmışlardır. Şârihler hadisleri anlarken Kur’ân’ı, aklı, olguları dikkate almışlardır. Hadislerin söyleniş sebeplerine, hik­metlerine gerektiği kadar işaret etmişlerdir. Hz. Peygamber’in emir ve yasaklarında bulunan illetlere dikkat çekmişler, hadislerdeki hük­mün bağlayıcılık değerini araştırmışlardır. Hadîslerin birbiriyle veya Kur’ân'la ihtilâfı durumunda nasıl bir yol takip edileceğini pratik ola­rak göstermişlerdir. Hadîsleri bilgi ve medeniyetin kaynağı olarak yo­rumlamışlardır. Yeri geldiğinde ''Bu hadîste ifade edilen hususun hik­meti nedir?” diye sorarak anlam felsefesi yapmışlardır. Hadîsleri me­tin tenkidine tâbi tutmuşlar, şerhini yaptıkları eserin müellifini gerek­tiğinde tenkid edebilmişlerdir.

Bununla birlikte tam olarak izah edemedikleri hadîs yok mudur? Elbette vardır? Yanlış yaptıkları hadîsler yok mudur? Elbette vardır. Ama bu durum tarihte hadîslerin anlaşılması noktasında ihmalin var olduğu anlamına gelmez. Günümüzde şüphesiz değişen durumlara göre yeniden anlamaya çalışacağımız hadîsler vardır. Bazan eski yo­rumları tamamen terk edeceğiz; bazen eski yorumlara yenisini ilâve edeceğiz. Dolayısıyla hadîsleri anlama ve yorumlama çabası bir süreç­tir ve bu süreç devam etmektedir.

Son olarak şunu vurgulamak gerekir ki, hadîsleri anlama faaliye­tini muhaddislerin çabalarıyla sınırlamak doğru olmaz. Hadîsler mu- haddislerin tekelinde değildir. Kelamcılar da, fıkıhçılar da, mutasav­vıflar da hatta felsefeciler de kendi açılarından hadîsleri anlamaya ça­lışmıştır. Bu durum hadîsleri anlamada yorum zenginliğini ortaya koyması açısından kayda değerdir. Bir şekilde hadîsleri anlamaya çalışmak, bu noktada küçük de olsa, hatta yanlış da olsa bir katkıda bu­lunmak onları sorgulayıp hemen reddetmekten daha iyi olsa gerektir.

100 Soruda Hadis Meseleleri - Yavuz Köktaş
Devamını Oku »

Sufilerin Hadis Tashih ve Tazifi


Sufilerin Hadis Tashih ve Tazifi



SORU 28: Sûfılerin hadîs tashih veya taz’if kriterleri bir hadîsin sa­bit olup olmamasını belirlemede isabetli midir?

Objektif bir delil olarak elbette hadîslerin sabit olup olmadığını tesbitte ölçüt olarak kullanılamazlar. Ancak sûfîlerin rüya ve keşf yo­luyla hadîs tashihlerinin bir anlamı vardır. Rüya ve keşf ile hadîs tas­hihi konusunda şu kadarını burada söylemek gerekir:

Hadîsçiler objektif bir delil olmadığı için bu tür yollarla hadîs tas­hihinin veya taz’ifinin mümkün olmadığını ifade ederler. Bu isabetli bir yaklaşımdır. Çünkü hadîsler ile din sabit olur. Fakat bu iki yakla­şım arasında bir orta yol bulmak da mümkündür. Rüya, ilhâm ve keş­fin dindeki yeri bellidir. Bunlar, özneldir, kişiseldir, bağlayıcı değildir. Ama bunların kişilerin hayatında önemli yeri vardır. Dinî açıdan da böyledir. Hadîslerde ilhâmın (muhaddes), rüyanın önemli husûsiyetleri olduğu ifade edilir. O halde bir sufî rüyada vs. Hz. Peygamber’le sohbet ettiğini söylüyorsa ne yapacağız? Onu yalancılıkla itham et­mek mümkün mü? Doğrusu buna ihtimal vermiyorum. Yalan söyle­mesi mümkün olmayan bir sufînin Hz. Peygamber’le rüyada, keşf ha­linde, yani bizim idrâk edemediğimiz bir halde sohbet etmesi, ondan bir şeyler alması ihtimal dahilindedir.

O tecrübeyi yaşamayanların zor idrâk edebileceği bir durumdur. Bununla birlikte inkârı kabil değildir. Ancak buna dayanarak rüya vs. ile elde edilen bilgileri dinin kaynağı veya bağlayıcı birer hüküm olarak ortaya koyabilir miyiz? Buna da “evet” demek mümkün değildir. Zira Hz. Peygamber’den bu şekilde alınanlar özneldir, kişiseldir ve bağlayıcı değildir. O kişiyi ilgilendi­ren, belki onun için çok değerli bilgilerdir. Onun için bu tür bilgiler mahkemede delil olmaz. Dolayısıyla rüyanın dinde yeri ne kadar ise hadîs ilminde de yeri o kadardır. Sûfî de bu durumu böyle algılama­lıdır. Sonuçta hadîsçiler -içlerinde böyle düşünenler varsa- rüya ve keşf ile elde edilen bilgilerin hiçbir değerinin olmadığı yönündeki üs­luplarını; sûfîler de -yine içlerinde böyle düşünenler varsa- bu yollar­la aldıkları bilgilerin din oluşturacak düzeyde olduklarını çağrıştıra­cak kanâatlerini yumuşatmalıdır.



100 Soruda Hadis Meseleleri - Yavuz Köktaş
Devamını Oku »