Hadisleri Anlamada Yöntem

Hadisleri Anlamada Yöntem


SORU 33: Hadîsleri anlamada hangi ilkelere dikkat edilmelidir, han­gi ilkeler ışığında hadîsler anlaşılmalıdır?

Hadîsleri anlama meselesi her zaman güncelliğini korumuştur. Hadîsleri anlama ve yorumlama, büyük bir ilim, birikim ve tecrübe işidir. Hadîslerle yoğrulan insan onları anlama konusunda epey bir meleke kesbeder. Bununla birlikte hadîsleri anlama ve yorumlamada dikkat edilecek bazı ilkeler de vardır. Bu ilkelerin farkında olarak ha­dîsleri yorumlamak, bu ilkeler ışığında hadîsleri anlamak insana yeni bakış açıları kazandırabilir. Çağımızda hadîsleri anlamada Karadavî’nin geliştirdiği bir sistem vardır. Ayrıca doktora tezimizde biz de hadîslerin anlaşılmasında bazı ilkelere dikkat çektik. Bunları bir bü­tün olarak değerlendirdiğimizde hadîsleri anlama ve yorumlamada şu ilkelere dikkat etmemiz gerektiği söylenebilir:

1-Hadîsler Kur’ân ışığında anlaşılmalıdır:

Hadîs Kur’ân birlikteliği vazgeçilmezdir. Hadîsler muhakkak Kur’ân ışığında anlaşılmalıdır. Hz. Peygamber’in Kur’an a aykırı bir şey söylemesi düşünülemez. Hadîslerde gerçekten Kur’ân’a aykırı bir şeyler varsa ya onu Hz. Peygamber söylememiş, birileri uydurmuştur ya da râvîler sika ise onu Hz. Peygamber’e nisbette hata yapmışlar­dır. Bununla birlikte hadîslerin Kur’ân’a aykırılığı konusunda olduk­ça dikkatli davranılmalıdır. Zira her önüne gelenin “Bu hadîs, Kur’ân’a aykırıdır.” demesine elbette itibar edilemez. Hatta günü­müzde hadîslerin Kur’ân’a aykırı olduğu iddiasının çoğu kere İlmî ol­mayan, sübjektif, ideolojilerin etkisine açık yapımızdan kaynaklandı­ğı bir vakıadır. Yine de elbette teorik olarak bu ilke muhafaza edil­melidir.

“Hadîslerin Kur’ân ışığında anlaşılmasını” iki şekilde düşünmek gerekir. Birincisi hadîslerin Kur’ân’a aykırı olma durumunda redde­dilmesi; diğeri ise Kur’ân’la uyumlu bir şekilde yorumlanmasıdır. Garanık rivayetlerini, Hz. Âişe’nin sediri altındaki Kur’ân sahifelerini bir keçinin yemesi rivayetini ilk gruba örnek olarak verebiliriz. Şefâatle ilgili hadîsleri, ğayb haberleri de ikinci gruba misal olabilir.Özellikle bazı hadîsler vardır ki, bir kısım ayet dikkate alınarak onlar reddedilmektedir. Oysa Kur’ân’a bütüncül yaklaşım oldukça önemlidir. Mesela şefâati reddeden ayetler vardır. Ancak şefâate izin veren bir ayet de vardır. Hadîslerde de şefaat oldukça fazla geçtiğine göre, Kur’ân ve hadîsleri birbiriyle uyumlu bir şekilde yorumlamak gerekir. Aynı şey ğayb haberleri için de geçerlidir. Bugün Hz. Peygamber’in ğaybı bilemeyeceğini dillendirenler, bunu Hz. Peygam­berin beşer oluşuyla temellendirmektedir. Doğrudur; bunu vurgula­yan ayet ve hadîsler vardır. Ancak Allah’ın razı olduğu elçilerine ğaybından dilediğini bildirebileceğine dair ayet de bulunmaktadır. Ko­nuyla alâkalı pek çok da hadîs vardır. Burada bir çelişki görmek ye­rine, Kur’ân ve hadîsleri uygun tarzda yorumlamak herhalde daha isabetli bir yoldur.

Bazen karar vermenin oldukça zor olduğu hadîsler vardır. Zahi­ren problem açıktır; ama biraz da “Nasıl böyle bir rivayet olur!” duygusuyla zorlanılan anlar vardır. Mesela Karadavî konuyla alâkalı bir örnek üzerinde durmuş ve tavakkuf ettiğini söylemiştir. Şöyle der: “Ebû Dâvûd ve başkalarının rivayet ettiği; ‘Kız çocuğunu diri diri gö­men kadın ve gömülen kız cehennemdedir.’ (Ebû Dâvûd, hd. no. 4717) şeklindeki hadîste tevakkuf ettim. Hadîsi okuduğumda göğsüm daraldı (içim sıkıldı) ve ‘Belki hadîs zayıftır. Bu sahanın ehlinin bildi­ği gibi Ebû Dâvûd’un Süneninde her rivayet ettiği, sahih değildir.’ dedim. Ama açıkça onun sahih olduğuna hükmedenleri buldum. Ona benzer bir hadîs şöyledir: ‘Kızı diri diri gömen kadın ve gömülen kız cehennemdedir. Şu istisnayla ki gömen İslâm’a yetişsin de Müslüman olsun.’ Yani gömen kadının cehennemden kurtulma fırsatı var, ama gömülenin hiç fırsatı yok! Burada ben de diyorum ki: Hadi, kızı gö­men cehennemde, peki gömülenin durumu nedir? Halbuki onun da cehennemde olduğuna hükmetmek, Allah Teâlâ’nın: ‘Kız çocuğunun hangi suçtan dolayı öldürüldüğü kendisine sorulduğu zaman...’ (Tekvîr, 8-9) şeklindeki ayetine ters düşmektedir. Hadîsi hangi yönde an­ladıklarını ve şerh edenlerin ne dediklerini görmek için şerhlere baş­vurdum; fakat sadra şifa veren (susuzluğu gideren) hiçbir şey bulama­dım.” (Sünneti Anlamada Yöntem, 242)

Anlaşılması zor hadîslerden biridir. Şayet bir yorumu mümkünse şöyle denilebilir mi? “Kız çocuğunu diri diri gömen ve gömdürten ce­hennemdedir.’ Lafızdan bu anlaşılmaz, ancak râvinin hataen bazı ke­limeleri düşürdüğü göz önüne alınırsa bazı kelimeleri takdir etmek süreriyle bu manayı vermek mümkündür.

2-Bir konuda bütün hadîslerin bir arada değerlendirilmesine dikkat edilmelidir.

Oldukça önemli bir ilkedir. Bunu da iki şekilde düşünmek gere­kir. Biri aynı konuyla alâkalı tüm hadîsleri bir araya toplamak; diğe­ri ise bir hadîsin tüm tariklerini birlikte değerlendirmektir. Hadîsler söz konusu olduğunda tam manayı ancak bu işlemlerden sonra inşa etmek mümkündür. Elbisesini yerde sürüyenlere yapılan tehdidin se­bebini diğer hadîslerden anlıyoruz. Tehdit kibir sebebiyle böyle ya­panlara yöneliktir. Pulluk, sapan gibi tarım aletlerinin bir kavmin evine girmesiyle Allah’ın oraya zelillik sokmasına dair hadîste böyle-dir. İlk bakışta bu anlaşılamamaktadır. Zira tarımla uğraşmak yeril­miş bir şey değildir. Ama başka rivayetlerden anlaşılıyor ki, bu özel bir duruma hastır. Mesela yapması gereken bir farzı (özellikle ciha­dı) terk edip de ziraatla uğraşanlara yönelik bir tehdit olsa gerektir. Bu durumda cihad yapıp vatanı düşmandan korumak elbette ziraat- le meşgul olmaktan çok daha evladır. Kadınların kaburga kemiğin­den yaratıldığına dair hadîste böyledir. (Buhârî, Enbiyâ, 2) Hadîsin diğer tariklerinde “kadınların kaburga kemiği gibi” (Müslim, Rada’, 65) olduğu belirtilmekte aslında hadîste bir teşbih yapıldığı ortaya çıkmaktadır.

3-Hadîsler arasında görünürdeki ihtilâf önce yorumlanmak, buna imkân yoksa neshe kâil olmalı veya tercihe gidilmelidir.

Konuyla alâkalı pek çok örnek bulmak mümkündür. Birkaç tane zikredelim: Buhân, “Açları doyurun, hastaları ziyaret edin, esirleri hürriyete kavuşturun.” şeklinde bir hadîs rivayet etmiştir. (Et‘ime İbn Hacer, bu hadîsin başka bir yerde “açları doyurun” ifadesinde bedel olarak “da’vete icabet edin” lafzıyla geçtiğini belirtir. Bu durumu şöyle izah eder: “Her ikisinin mahreci birdir. Sanki bazı râviler di ğerinin ezberlemediğini ezberlemiştir.”

Buhârî, İbn Abbâs’dan Hz. Peygamber’in ihramlıyken bir baş ağrısı hastalığından dolayı başından kan aldırdığını rivayet etmişti. (Tıbb, 15) İbn Hacer’in belirttiğine göre Ebû Dâvûd, Enes’den “Hz. Peygamber ihramlıyken ayağındaki bir ağrıdan dolayı ayağından kan aldırdı.” (Menâsik, 35) şeklinde bir hadîs naklederek İbn Abbâs’a muhâlefet etmiştir. Ancak İbn Hacer, her iki rivayetin taaddüd ettiğinin, yani farklı sebeplerle ve farklı zamanlarda gerçekleştiğinin kabul edil­mesiyle ihtilâfın çözülebileceğini ifade etmiştir.

Buhârî, Abdullah b. Muğaffel (ö. 57) adlı sahâbinin sünnete mu­halefet eden bir şahsa “Artık bundan sonra seninle şu kadar şu kadar zaman konuşmam.” dediğini rivayet etmiştir. (Zebâih, 5) ibn Hacer, bu hadîste sünnete muhâlefet edenle konuşmamanın cevazının var ol­duğunu söyledikten sonra, bunun “üç günden fazla konuşmamaktan nehiy” hakkındaki hadîsle teâruz etmediğini söyler. Çünkü ona göre, nehiy hadîsi kişiyi kendi nefsi için terk etmekle ilgilidir.

Hz. Peygamber “İnsanların en hayırlısı kimdir?” şeklinde kendisine sorulan bir soruya “Canıyla ve malıyla cibad edendir.” buyurarak cevap vermiştir. (Rikâk, 34) İbn Hacer, bu hadîsin “İnsanların elinden ve dilinden emin olduğu kimsedir.” hadîsine muarız olmadığını, çünkü buralardaki farklılığın şahıs ve durumlarla ilgili farklılık olduğunu söyler.

Buhârî, Hz. Peygamber’in “Ben, kıyamet gününde bütün insanla­rın seyyidiyim, bu neden bilir misiniz?...” buyurduğunu nakletmiştir. (Enbiyâ, 5) Aynî, bu hadîsle “Nebîler arasında beni üstün tutmayı­nız.” ve “Beni Yûnus Peygamber’e karşı üstün tutmayınız.” gibi hadîs­lerin arasının şöyle te’lif edilebileceğini belirtmiştir: “Buna, ‘Bu, Âdemoğlunun seyyidi olduğunu bildirmesinden önceydi.' şeklinde cevap verilmiştir. Oysa faziletli amellerde icmâen nesh olmaz. Bu nedenle mezkûr ifadeler Hz. Peygamber’in tevazuundan kaynaklanmıştır de­nilebilir.”

Ebû Eyyûb el-Ensârî’den nakledilen bir rivayette, Hz. Peygamber “Sizden biri büyük abdest bozduğunda kıbleye dönmesin, sırtını da çevirmesin; doğuya ve batıya dönsün.” buyurmuştur. (İlim, 11) İbn Ömer ise, konuyla ilgili şunu söylemiştir: “İnsanlar ‘tuvalette kıbleye dönme ve Beyt-i Makdis’e dönme!’ diyorlar. Ben bir gün evimizin ar­kasına çıktım. Resûlullah’ı Beyt-i Makdis’e karşı iki kerpiç üzerinde otururken gördüm...” Aynî’nin naklettiğine göre, Ebû Hanîfe ilk ha­dîsin umumunu alarak hem sahrada hem de binalarda kaza-i hacet anında kıbleye dönmenin veya sırt çevirmenin caiz olmadığına istid­lal etmiştir. Zira birinci hadîsteki nehiyin sebebi kıbleye ta’zimdir. Bu da, çölde mevcuttur. İbn Hacer ise, İbn Ömer hadîsinin Ebû Eyyûb’e ulaşmamış olabileceğini belirtmiştir. Ona göre iki delille amel etmek birini ilga etmekten daha evla olduğu için İbn Ömer hadîsi binalarda kıbleye dönülmesine tahsis edilmelidir. Görüldüğü gibi İbn Hacer ih­tilâfı kabul edip bunu gidermeye çalışmıştır.

Buhârî’nin naklettiğine göre: “İbn Ömer, binit devesi üzerinde namaz kılardı ve vitir namazını da onun üzerinde eda ederdi.” (Tak- sîru’s-salât, 7) İbn Hanbel, İbn Ömer’in binit üzerindeyken vitir kıl­mak istediğinde inip kıldığına dair bir hadîs rivayet etmiştir, ibn Ha­cer, bu her iki durumu iki şekilde de amel ettiğine hamlederek bu du­rumların sebebini şöyle izah etmiştir: “İbn Ömer binit üzerinde vitri kılarsa, acelesi var demektir; iner, kılarsa acelesi yok demektir. Ay­nî ise, vitir namazının farzlarda olduğu gibi sadece yerde kılınmasının caiz olduğunu belirterek İbn Ömer’in devesinden inip yerde kıldığına dair rivayetlerle istidlâl etmiştir. Aynî bu hadîslerle Buhârî hadîsini karşılaştırarak şu izahı yapmıştır: “Bu hadîsler Buhârî’nin naklettiği hadîse muarızdır. Deliller vitrin yerde kılınmasının gerektiğini göster­mektedir. Özellikle bir râvi rivayet ettiğinin aksini yaptığında, rivaye­tinin mensuh olduğuna delâlet eder.”

Buhârî’nin rivayet ettiğine göre İbn Ömer, Hz. Peygamber’den on rekat bellediğini ve bunlardan birinin öğle namazından önce iki re­kat olduğunu; Hz. Âişe ise Hz. Peygamber’in öğle namazının farzın­dan önce dört rekat kılmayı terk etmediğini söylemiştir. (Teheccüd, 34) İbn Hacer’m belirttiğine göre Dâvûdî, bu durumun her iki şaha­bının gör üğü şeyi vasfettiğine hamledilmesi gerektiğini, ancak İbn Ömer’in dört rekattan ikisini unutmasının muhtemel olduğunu söylemiştir. Buna karşılık İbn Hacer, ikinci ihtimalin uzak olduğunu ve Hz.Peygamber’in bazen iki bazen dört kıldığını ifade etmiştir. Aynî, aksi ne İbn Ömer’in dört rekattan ikisini unuttuğuna hamletmenin daha uygun olduğu görüşündedir.

Buhârî Mescid-i Haram, Mescid-i Nebî ve Mescid-i Aksa’nın dışında herhangi bir mescide yolculuk yapılamıyacağına dair bir hadîsi (Fadlu’s-salât fî Mescid-i Mekke ve’l-Medîne, 1) ve Hz. Peygamber’in her cumartesi Kuba Mescidi’ne gittiğine dair bir hadîs rivayet etmiş. tir. Her iki şârih de hadîslerin arasında teâruz olmadığını, Hz. Peygamber’in Kuba Mescidi’ne ibadet için değil, ensârı ziyaret etmek ve durumlarıyla ilgilenmek için gittiğini ifade etmiştir.

Buhârî, Ebû Mûsâ el-Eşarî’nin şöyle dediğini rivayet etmiştir:! “Hz. Peygamber bir kimsenin diğer bir kimseyi övdüğünü ve onu övmede ileri gittiğini işitti de ‘Siz o adamı aldatıp öldürdünüz veya onul şişirerek adamın arkasını yardınız’ buyurdu.” (Şehâdât, 17) Aynî, bu hadîsin yanında bizzat yüze karşı övmekle ilgili sahîh hadîslerin var! olduğu söylenirse şu şekilde cevap verilebileceğine belirtmiştir:! “Nehy hadîsi övgüde aşırı gidenlere veya övgü sebebiyle nefsine yenik düşebileceklere hamledilmelidir. Aksi takdirde nehiy yoktur.”

Buhârî kişinin önüne yemek konulduğunda namazdan önce yemek yemesine dair üç hadîs nakleder. (Ezân, 42) Aynî bununla teârua eden Ebû Dâvûd’un “Ne yemek ne de başka şey için namaz te’hiıl edilmez.” şeklinde naklettiği hadîse şu şekilde cevap verilebileceğini belirtmiştir: “Hadîs, zayıftır. Sahîh kabul etsek bile, başka bir manal da değildir. Vakit genişse yemeğe başlanır, darsa namaz kılınır de mektir. Böylece çelişmeksizin her ikisinin manası birleştirilmiş olur.

Buhârî, Ebû Seleme’nin şöyle haber verdiğini nakletmiştir: “Ben Ebû Hureyre’nin ‘ize’s-semâ’un şekkat’ sûresini okuyup secde ettiğini gördüm. 'Ya Ebâ Hureyre! Ben seni secde ederken görmedim mi?’ dedim. Ebû Hureyre ‘Ben Peygamber’i bu sûrede secde ederken görme seydim, secde etmezdim.’ dedi.” (Sucûd, 7) Buna karşılık her iki şârih Ebû Dâvûd’un İbn Abbâs’dan şunu rivayet ettiğini kaydetmiştir: “Re sûlullah, Medine’ye geldikten sonra hiç bir mufassal (kısa âyetli) sûrede secde etmedi.”

İbn Hacer, aradaki teâruzu şöyle gidermeye çalışır:

a-ilim ehil hu hadîsi zayıf kabul etmiştir.

b-Tercih durumunda müsbit nafiye mukaddemdir.

Ayni ise şu izahı yapar:

a-Hadîs, zayıftır.

b-Ebû Hureyre’nin Müslüman olması Resûlullah’ın vefatından Üç sene önce Medîne’de gerçekleşmiştir.

Buhârî, Hz. Peygamber’in şöyle buyurduğunu nakletmiştir: “Siz­den sonra bir kavim gelecektir ki, onlar hıyânet edecekler, kimse bun­lara itimad etmeyecek ve bunlar şahitlik etmeleri istenmeden şahitlik edecekler.” (Şehadât, 9) Her iki şârihin belirttiğine göre, Müslim’in rivayet ettiği şu hadîs buna muarız gözükmektedir: “Şahidlerin en ha­yırlısını size haber vereyim mi? Şahidliği istenmeden şahidliğe gelen­dir.” (Akziye, 19)

Bu iki hadîs hakkında alimler üç gruba ayrılmıştır:

a-Ehl-i Medine’nin rivayeti olduğu için Müslim hadîsini kabul edenler

b-Müslim naklettiği hadîsle infirad ettiği için Buhârî hadîsini tercih edenler

c-Her iki hadîsi cem edenler.

Her iki şârihin çeşitli cem yollarından biri şudur: “Kişinin şahid­liği istenmeden şahidlik yapabilmesini kabul etmeyenler, Müslim ha­dîsini şahitliğin yerine getirilmesinde mübalağa yani vurgu kastedildi­ğine hamlettiler. Müslim hadîsinin umumundan dolayı kişinin şahit­liği istenmeden şahitlik yapabileceğini kabul edenler, Buhârî hadîsini yalancı şahitlik yapmaya hamlettiler.”

Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: “Vallahi ben Allah’a yetmiş defadan fazla istiğfar ederim.” (Da‘avât, 2) Her iki şârih, Resûlullah masum olduğu halde onun istiğfar etmesini problemli görmüştür. Zi­ra onlara göre istiğfar, masiyeti çağrıştırmaktadır. Bununla ilgili ola­rak Aynî çeşitli yorumlarda bulunmuştur:

a-Peygamber ibadet olsun diye istiğfar ederdi.

b-Ümmetine öğretmek için böyle yapardı.

c-Evla olanı terkettigi için istiğfar ederdi.

d-Tevazuundan dolayı böyle derdi.

Buhârî’nin tahric ettiği bir kudsî hadîste Allah şöyle buyurur: “Âdemoğlu dehre söver. Halbuki ben dehrim. Gece-gündüz benim elimdedir.” (Edeb, 101) Her iki şârih, câhiliye ehlinin dehr ile ilgili inancını eleştirmek bakımından hadîsin bu şekilde vârid olduğunu belirtmiştir. Ayrıca İbn Hacer Allah’ın dehr olmasını üç şekilde te’vil edilebileceğini ifade etmiştir:

a-Allah bütün işleri tedbir edendir.

b-Dehrin sahibidir.

c-Dehri evirip çevirendir. Bundan dolayı hadîsin sonunda ‘Gece-gündüz benim elimdedir.' ifadesi vaki olmuştur.



4-Hadîsler varid olduğu sebep ve şartlar ışığında anlaşılmalıdır.

Bu ilke hadîslerin bağlamını bilmenin ne kadar önemli olduğunu göstermektedir. Bağlamı bilmek bir sözden ne kastedildiğini anlamak için en iyi yöntemdir. Birkaç örnek verelim:

Buhârî Sahihinde şöyle bir olay nakletmektedir: “Ukl kabilesin­den sekiz kişi Resûlullah’a geldi ve onunla Islâm üzerine bey’atlaştılar. Müteakiben Medîne arazisinin havası onlara ağır geldi de hasta­landılar. Onlar, bu hastalıklarını Resûlullah’a arz ettiler. O da ‘Bizim çobanımızla beraber develerin yanma gitseniz, onların sütlerinden ve bevillerinden içseniz' buyurdu. Onlar da ‘Peki’ deyip develerin yanla­rına gittiler, süt ve bevillerinden içtiler ve sıhhat buldular.” (Diyât,I 22; Vudu*, 66)

Hadîste görüldüğü gibi, necis olduğu bilinen deve bevli, Hz. Pey­gamber tarafından hasta olan insanlara tavsiye edilmektedir. Böyle bir fiilin sebebi -hastalık ifadeleri geçse dahi- hadîste açıkça ifade edilme­mektedir. Geçmiş alimler tarafından bu olay fıkhî açıdan ele alınmış, dolayısıyla deve bevli o kişilere özel bir ruhsat olarak değerlendirilmiştir. Ancak bu, meseleyi tam olarak izah etmemektedir.

Ahmed Naim konuyla ilgili bazı izahlarda bulunmuştur. Ona göre, Arab’ın deve bevli ile tedavi ettiği muhakkaktır.

Hatta Müslüman tıpçıların müteahhirlerinden sayılan Dâvûd-i Antakî’nin tezkeresinde, umûmen bevillerin tıpta kullanıldığı zikredilmektedir. Müellif, bevlin yedi türlü hastalığa deva olduğunu söylemektedir. Ed-Demirî de Hayâtu'l-hayavân'da deve bevlinin iki tıbbî özelliği bulunduğunu söyle­mektedir. Ahmed Naim’in ifadelerinden, Arap kültüründe ve tıbbında deve bevlinin önemli bir yeri olduğu anlaşılmaktadır. Bu bağlam, yani sebep dikkate alındığında hadîsin anlaşılması kolaylaşmaktadır.

Buhârî’nin Ebû Hureyre’den naklettiğine göre, Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: “Hastalığın bulaşması yoktur. Safer yoktur. Bay­kuş ötmesi de yoktur.” (Tıbb, 19)

İlk bakışta burada sayılan unsurlardan ne kastedildiği anlaşılama­maktadır. Yine Ebû Hureyre’den nakledilen başka bir tarikte, sadece “hastalığın bulaşmamasına” yapılan vurgunun nedeni ortaya çıkmak­tadır. Bu rivayete göre bir bedevî, “Ey Allah’ın Resûlüi Öyleyse benim geyikler gibi sağlam ve kumluk arazide yaşayan develerime ne dersi­niz? Uyuzlu bir deve gelip de bu sağlam develerin arasına sokulunca onların hepsini uyuz ediveriyor.” der. Bunun üzerine Resûlullah, “Ya ilk uyuzlu deveye bu hastalığı kim bulaştırdı.” diye cevap verir.

Ancak bu rivayetlerde diğer unsurlarla ne kastedildiği açıklanma­mıştır. Dolayısıyla hadîste mesela safere yapılan vurgunun nedeni an­laşılamamaktadır. İbn Hacer ve Aynî’ye göre Safer ayıyla ilgili Arap­ların bir inancı bulunmaktadır. Bu inanca göre, Araplar kişinin kar­nında safer denilen bir yılan bulunduğunu, acıktığında o insana isa­bet ettiğini ve ona eziyet verdiğini iddia ederlerdi. Dolayısıyla hadîs böyle bir inanışın hurafe olduğunu ve gerçekliği bulunmadığını orta­ya koymaktadır. Böyle bir sebep, hadîsin anlaşılmasına yardımcı ol­maktadır.

Ahmed b. Hanbel’in Müsned’inde kaydettiğine göre, Hz. Pey­gamber şöyle buyurmuştur: “İmamlar Kureyş’tendir.” (Müsned, III, 129,183)

Bu hadîsin, sonraları mutlak olarak anlaşılıp devlet başkanı olma­sı gereken kimselerde aranan özelliklerden sayıldığı bilinmektedir. Ancak devlet başkanlığının dinî anlamda bir kabileye ait olamayaca­ğına dair de birçok delil bulunmaktadır. Bu durumda hadîsin sebeb-i vurûdu araştırılmalıdır. Fakat sebeb-i vurûd hadîsin herhangi bir tarikinde bulunmamaktadır. Bu durumda başka izahlar yapılması z0ru ludur. İbn Haldun, Kureyşîliği, Kureyş’in bizzat kendisi olarak Kureyş’te bulunan yeterlilik/asabiyet unsuruyla açıklamıştır. Mevdudî (ö. 1397/1979) de aynı görüştedir. O, şöyle der:

“Hz. Peygamber o dönem Araplarm durumunu görerek bir karara varmıştı ve bu şüphesiz en doğru bir karardı. Kureyş kabilesi yetenekli kişilere sahip olması ve asırlardan beri diğerleri üzerinde etkili  olması yönleri ile güçlü bir kabile olarak dururken, Kureyş’in dışında bir kabile devlet idaresine getirilirse, o bu işte muvaffak olamaz.” Bu tarihsel ve toplumsal bağlam, hadîsin anlaşılmasına yardımcı olmak-tadır. Şüphesiz bu bağlamı, yani sebebi hadîsin kendisinde veya diğer tariklerinde bulmak mümkün değildir.

Rivayete göre, Hz. Peygamber zamanında Medîne’de fiyatlar yükselmiş ve bunun ardından halk kendisine gelip “Fiyatlar çok yük-seldi, bir ayarlama yapsanız da biz ona tabi olsak.” dediler. Bunun üzerine Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: “Fiyatların yükselmesi ve I düşmesi Allah’ın iradesine bağlıdır. Biz, Allah’ın emir ve takdirini  aşamayız.” (İbn Hanbel, Müsned, III, 85, 156) Hadîsten sosyal bir 1 mekanizma olan fiyat ayarlamasının Allah’ın elinde olduğu ve narh  koymanın yasak olduğu anlaşılmaktadır. Gerçekten bu böyle midir, 1 yoksa bu sözün söylenmesine sebep olan bir tarihsel bağlam mı söz konusudur?

Hadîsin söylenmesine sebep olan olaylar incelendiğinde, bunun mutlak olmadığı ve şartlara bağlı olduğu anlaşılmaktadır. İbn Tey- miyye’ye göre Hz. Peygamber, narh hadîsini özel bir olaydan dolayı söylemiştir. Bu hadîsi delil göstererek mutlak olarak narhı yasakla­yanlar yanılmaktadır. İbn Teymiyye’nin özel bir olay, yani tarihsel bağlam dediği husus şöyledir: “O dönemde Medine’de yiyecek olarak satılan gıda maddeleri çoğunlukla dışarıdan geliyordu. Bazen orada ekilen bir şey de satılabilirdi. Burada yalnızca arpa ekilirdi. Alıcı ve sa­tıcılar belirli kişiler değildi. Orada bir işe veya satıma zorlanması için insanların kendisine veya malına ihtiyaç duyduğu herhangi bir kimse yoktu. Bilakis Müslümanların hepsi aynıydı, yani hepsi Allah yolun­da cihad ederdi. Satıcıların malını, yalnızca belirli bir fiyatla satmaya zorlanmaları haksız bir zorlama olurdu.”

Konuyla ilgili geniş bir araştırma yapan Cengiz Kallek, hadîsin söylendiği şartları ortaya koyar ve şu sonuca varır: “İşte bütün bunlar göstermektedir ki, Hz. Peygamber tüccara zulüm olur endişesi ile narhtan kaçınmakla isabetli bir ekonomik politika uygulamıştır... Tü­keticinin istismar edilmediği ve karaborsanın görülmediği bir piyasa­da narha ihtiyaç duyulmaması doğaldır.”

Sabri Ülgener’in de aynı kanâatte olduğu görülmektedir. Şöyle ki: “İlk İslâm kaynaklarının şehre hariçten zâhire getiren tüccara bol ve bereketli rızık va'detmeleri maddî şartların doğurduğu bir zarûretin ifadesiydi. Bu bakımdan narh aleyhtarlığının da tatbikatta aynı ihtiya­ca cevap veren bir prensip olduğu düşünülebilir... Filhakîka narh aleyhtarlığıyla tüketiciden ziyade üretici ve tüccarın himaye edilmek istendiğinde şüphe yoktur. Çünkü narh konulmasına mani olmak sü­retiyle serbest bırakılan üretici ve tüccardır.”

Bütün bunlar narh teshirinin ithal mallarla ilgili olduğunu göster­mektedir. Zira Hz. Peygamber’den fiyatların tesbit edilmesi istenen mallar bu dönemde ithal ediliyordu. Böyle bir ortamda fiyadara mü­dahale edilmesi ithalatın durmasına, mal darlığına ve karaborsaya yol açabilirdi. Bundan dolayı Hz. Peygamber fiyatların tesbitine gerek duymamış ve mal arzının artmasını teşvik etmiştir.



5-Hadîslerde araç-amaç ilişkisine dikkat edilmelidir.

Yukarıdaki ilkeyle irtibatı olsa da müstakil bir başlık altında de­ğerlendirmeyi uygun bulduk. Bu ilke günümüzde şekil/ruh veya bi­çim/öz şeklinde hadîslere uygulanmaktadır. Buradan yola çıkarak “öze/ruha vurgu yapmak veya şekli esas almak” gibi çeşitli eğilimler ortaya çıkabilmektedir. En iyi yol orta yoldur. Bununla birlikte aslın­da her örnek kendi içinde ve yerinde değelendirilip sonra şeklin mi veya ruhun mu esas alınacağı kararlaştırılmalıdır.

Bu ilke hadîslerden yararlanmak ve mesajı aktüelleştirmek için ol­dukça önemlidir. Allah Resûlü’nün “Düşmana ok atınız!” emrinin ve­ya savaş atları hazırlanması yönündeki teşviklerin bugün de aynıyla geçerli olacağını söyleyen zannederim çıkmaz. Bu örnek diğerlerine nisbetle kolay anlaşılabilecek bir örnektir. Burada araç ve amaç ilişkisini tesbit etmek oldukça kolaydır.

Bunun bir başka misali de şudur: Hz. Peygamber’e yitik develerden sorulunca o, onların alınıp toplanılmasını yasaklayarak şöyle der. “Onlardan sana ne? Onun güçlü ayakları ve bünyesinde de suyu var. dır. Sahibi buluncaya dek suyunu içer ve ağaçlardan yer.” Hz. Pey. gamber zamanında ve Hz. Ebû Bekir’le Hz. Ömer devirlerinde bu uygulama böylece devam etti. Yani yitik develer, Resûlullah’ın emrine uyularak, kendilerini koruyabildikleri ve çölleri aşmaya dayanıklı ayakları sayesinde çöllerde yiyecek ot ve içecek su bulup, işkembele­rinde depo edebildikleri sürece, sahipleri tarafından bulununcaya ka­dar kendi hallerine bırakılır, onları kimse alıkoymazdı. Sonra Osman İbn Affan dönemi geldi. Muvatta’da rivayet ettiğine göre İmam Mâ­lik, İbn Şihâb ez-Zührî’nin şöyle dediğini işitmiştir: “Ömer İbn Hattâb zamanında yitik develer o kadar çoğalmıştı ki, sağda solda yavru­larlardı da kimse onlara dokunmazdı. Hz. Osman halife olunca bun­ların toplanıp ilan edilmesini, sahipleri çıkmazsa satılıp sonradan sa­hipleri bulunduğunda paralarının verilmesini emretti.” Hz. Os­man’dan sonra, durum biraz daha değişti. Şöyle ki, Hz. Ali yitik de­velerin, sahipleri adına korunmak üzere tutulmalarında Hz. Os­man’ın fikrini kabul etmekle beraber, bunların satılarak paralarının verilmesinin, sahiplerini zarara sokabileceği görüşündeydi. Çünkü de­venin bedeli bizzat devenin yerini tutamaz ve sağladığı faydayı sağla­yamazdı. İşte bu yüzden Ali bin Ebî Tâlib develeri toplayarak Beytü’l- Mal tarafından bakılmalarına ve sahipleri çıkınca da teslim edilmele­rine karar verdi.

Hz. Osman ve Hz. Ali’nin bu yaptıkları, Hz. Peygamber’in hük­müne muhalefet değildi. Bilakis onlar bu emrin maksadını göz önün­de bulundurmuşlardı. Çünkü insanların ahlâkı bozulmuş, hak-hukuk anlayışı zayıflamış ve birtakım kimseler harama el uzatır olmuşlardı. Böyle bir yerde yitik deve ve sığırları kendi hallerine terk etmek, on­ları zayi etmek ve sahiplerine bir daha dönmemelerine sebep olmak olurdu. Bu ise Hz. Peygamber’in onları toplama yasağıyla katiyyen kastetmediği bir şeydi. Binaenaleyh, bu mahzurun ortadan kaldırıl­ması icab ediyordu.

Buraya ilâve edilebilecek hususlardan birisi de nassların, peygam­berlik asrında varken daha sonraki asırlarda değişmiş olan, o döneme ait örf üzerine bina edilip edilmediğine bakılmasıdır. Böylesi bir du­rumda, hadîsin lafzına harfiyen bağlanmayıp, nassdan kastolunan şe­ye bakmamızda bir sakınca yoktur.

Hz. Peygamber’in hata ile ve şibh-i amd (kasta benzer) öldürme­lerde diyeti katilin akrabaları olan âkilesine yüklemesi de zamanın sonradan değişen örfüne bağlı olan nasslardandır. Fukahadan bazıla­rı Hz. Peygamber’in verdiği bu hükmün zâhirine tutunarak âkilenin daima katilin erkek akrabaları olması gerektiğine hükmetmişlerdir de Asr-ı Saadet’te, kişinin en büyük yardımcısı ve destekçileri erkek ak­rabaları olduğu için, Resûlullah’m diyeti onlara yüklediğini göz önün­de bulundurmamışlardır. Hanefîler ve diğer bazıları ise bu görüşte olan fukahaya muhâlefet ederek, Hz. Ömer’in kendi döneminde di­yeti divan ehline yüklemiş olmasını delil göstermişlerdir. İbn Teymiyye, bu konuyu Fetevâ’sında ele almış ve şöyle demiştir: “Peygamber (s.a.v.), diyeti âkileye yüklemiştir. Âkile kişiye yardım eden ve ona destek olan kimselerdir. Resûlullah’ın (s.a.v.) devrinde, kişinin erkek akrabaları idi. Hz. Ömer (r.a.) ise kendi kendi döneminde diyeti di­van ehline yükledi. Bu sebepten diyetin kime ait olacağı hususunda fukaha ihtilâf etti ve şöyle denildi: “Burada esas olan, acaba âkile; şe­riatça tahdid ve tayin edilmiş belli kimseler midir? Yoksa herhangi bir tayin söz konusu olmaksızın kişinin yardımcı ve destekçileri midir?

Fukahadan birinci görüşü esas alanlar “Diyet ancak akrabaya dü­şer.” demişlerdir. Çünkü akrabalar, Resûlullah devrinde âkile idi. İkinci görüşü esas alanlar ise şöyle demiştir: “Yerine ve zamanına gö­re kişiye kimler yardım ediyor ve kolluyorlarsa âkile onlardır. Pey­gamber devrinde kişinin yardımcı ve arka çıkanları akrabaları idi. Bundan dolayı da âkile onlardı. Çünkü Resûlullah zamanında divan ve atiyye (maaş vs.) diye bir sistem yoktu. Hz. Ömer, kendi dönemin­de divan sistemini kurunca, her birliğe bağlı bulunan askerlerin akra­ba olmasalar dahi birbirlerine yardım edecekleri ve birbirlerini kolla- yarakları belliydi. Dolayısıyla âkile de onlardı.” Sahîh olan bu ikinci görüştür. Yani hallerin değişmesiyle âkile olacaklar da değişir. Yoksa batıda oturan bır adam düşünün, yard,mcı ve destekçileri oradadır.

Bu durumda nasıl olur da âkilesi doğuda bir memlekette oturan kimseler olabilir? Hatta belki de onun doğuda oturan akrabalarıyla bir ilgisi kalmamış ve herhangi bir haberleşmesi yokken! Bir kimsenin mirasını orada bulunmayan gaib veresesi için muhafaza etmesi müm kündür. Çünkü Resûlullah, katil bir kadının diyetini asabesine, mirasınnı ise kocasına ve oğullarına verdirmiştir. Yani bu varis başka, âkile başka bir şeydir.

Diğer bir örnekte “Misvak, ağzı temizleyici, Rabb’ı da hoşnut edi­cidir.” buyurulmuştur. Fakat burada kasdolunan bizzat misvağın ken­disi midir yoksa bu, Arap Yarımadasında uygun ve kolay bir araç olması hasebiyle, Nebî’nin onlar için zor olmayan, ama hedefe ulaştıran bu aleti onlara belirtmesi midir? Bu misvağın, ağacının kolayca bulunamadığı diğer toplumlarda “diş fırçası” gibi bolca yapılması müm­kün olan ve yüz milyonlarca insana yetecek başka bir aletle değişme­sinde bir sakınca yoktur. Nitekim bazı fakihler buna benzer şeyler söylemişlerdir. Hanbelî fıkıh kitaplarından Hidâyetu'r-Râğıb müellifi şöyle der: “Dişlerin temizliğinde kullanılacak ağaç dalı; diş ve damak­ları yaralayıp, zarar vermeyen, kırıp kuvvetini gidermeyen misvak ağacından, kuru hurma dalından, zeytin vb. dalından olur. Ama nar, fesleğen, ılgın vb. yaralayıp-zarar veren, kırıp zayıflatan şeylerle misvaklamak ise mekruh olur. Ağaç dalından başka bir şeyle misvaklayan (temizleyen) ise sünneti yerine getirmiş olamaz.” Kitabı hülâsa eden Şeyh Abdullah el- Bessam ise Nevevî’den şunu nakleder: “Ağızdaki koku vb. değişikliği giderebilecek, bez parçası, parmaklar gibi herhan­gi bir şeyle temizlendiğinde misvak kullanma (temizleme) hâsıl olur. Bu da, delillerin umum olmasına dayanan Ebû Hanîfe’nin görüşü­dür.” İşte buradan öğrenmekteyiz ki, diş fırçası veya macunun asrı­mızda özellikle de evde yemekten sonra misvağın yerine geçmesi mümkün olur. Yine sofra edebiyle ilgili olan tabağın, parmakların vb. yalanmasının fazileti hakkında gelen hadîsler de bu kısma girer.

Şu hadîs de bu cümledendir: “Tartı Mekkelilerin tartısıdır, ölçü ise Medînelilerin ölçüsüdür.” Bu hadîs -çağdaşların dilini kullandığı­mızda- Nebî’nin içinde yaşadığı asra göre, Nebî’ye ait ileri görüşlü bir öğretiyi içermektedir. Bu öğretinin hedefi ise, insanların alışverişle­rinde, diğer muamelelerinde, değiş-tokuşlarında kullanacakları ölçü ve birimlerin birleştirilmesi ve bu hususta bildikleri en dakik ölçü birimlerine başvurulmasıdır. Mekkeliler ticaret ehli olduklarından, alışverişlerinde madenî paralarla muamele ediyorlardı Burada esas, okka,miskal, dirhem ve danik (1/6 dirhem) vb. birimler idi. Gayeleri ise, bu Ölçülerin katlarını ve küçük birimlerini iyice korumaya yönelikti. Do­layısıyla onların bu ayarlarının, tartışma anında hüküm verilirken kendisine başvuracakları bir ölçü ve itimad edilen ayarlar olmasında şaşılacak bir şey yoktur. İşte bu esas üzerine “tartının Mekkelilerin tartısı” olduğunu kabul eden bir hadîs geldi. Medîneliler ise ekip-diken ziraatçiler, hububât ve meyve sahipleri olduklarından ürünlerini, hurma ve üzümlerini pazarlamadaki ihtiyaçlarından dolayı müdd, sa’ ve başka ölçüleri iyi tutmaya özen gösterdiler. Dolayısıyla Resûlullah’ın onların ölçüsünü birim olarak esas almasında yine şaşılacak bir şey yoktur. Burada belirtmek istediğimiz şey ise; hadîs-i şerifin Mek­kelilerin tartısını ve Medînelilerin ölçüsünü tayinin, zaman-mekân ve halin değişmesiyle değişebilen vesileler babından olduğudur. Yoksa o, üzerinde durulup asla geçilmeyen taabbudî bir emir değildir. Hadîsin hedefine gelince, basiret sahibine gizli kalmayacağı gibi, o; yukarıda da zikrettiğimiz üzere, bu sahada insanların, bildikleri en ince ölçüle­re varıncaya dek ölçülerini birleştirmeleridir. Bunun içindir ki bugün Müslüman, kilogramı, onun küçük birimleri ile katlarında ondalık öl­çüleri kullanmada herhangi bir güçlükle karşılaşmıyor. Çünkü bu, hem dakikliğiyle, hem de hesap kolaylığıyla diğerlerinden farklılık arz etmektedir. Bu ise hiçbir halde hadîse muhâlefet sayılmaz. Bundan dolayı çağdaş Müslümanlar birçok ülkede kg. birimleri kullanmakta ve kimse de buna karşı çıkmamaktadır.

Bu kısma girebilecek haberlerden birisi de şu sahih ve meşhur ha­dîste gelen: “Hilâli gördüğünüzde oruç tutunuz, onu gördüğünüzde orucu bırakınız (bayram ediniz). Şayet hava bulutlu olursa onu takdir ediniz.” Bir başka lafızda ise “Eğer size kapalı gelirse Şaban ayının sa­yısını otuza tamamlayınız.” şeklindeki Nebevî buyruktur. Burada fakih şöyle söyleyebilir: “Hadîs-i şerif bir hedefe işaret etmiş ve bir ve­sile tayin etmiştir.” Hadîsteki hedefe gelince, o gayet açık olup, rama­zan ayının tamamında oruç tutulması, ondan bir gün dahi olsa zayi edilmemesi veya saban ya da şevval aylan gibi ramazandan başka ay­lardan birinde oruç tutulmuş olunmamadır. Ki bu da, insanların çoğu için mümkün olan ve dinlerinde onları herhangi bir meşakkat ve güçlüğe sokmayan, aya girilip o aydan çıkıldığını kolayca öğrenebilcekleri bir vesile ile ispatlamak süretiyle olur. Hilâlin gözle gözlenme.si o asırda insanların geneli için yapılabilen kolay bir vesile olduğu için hadîs-i şerif onlara bunu tayin etmiştir. Eğer astronomik hesap gibi başka bir vesile ile sorumlu kılsaydı; ümmet o zaman yazma ve hesap bilmeyen ümmî bir toplum olduğundan işleri zorlaşacaktı. Halbuki Allah, Resûlullah'ın ümmetine kolaylığı istiyor, zorluğu istemiyordu. Nitekim Nebî kendisinden bahsederek şöyle buyuruyordu: “Allah beni öğretici ve kolaylaştırıcı olarak gönderdi. Zora düşürücü olarak gön. dermedi.” Beşer ilminin, kendisini aya yükseltip, ayın sathına inmesini ve onun yüzünde dolaşmasını onun taş ve topraklarından örnekler almasını mümkün kılacak kadar ileri bir seviyeye ulaştıktan sonra ve İslâm ümmeti içerisinde de uzay, jeoloji ve feza sahalarında dünya çapında ihtisas sahibi âlim ve bilginler varolduktan sonra, hadîsin hedefini daha iyi gerçekleştirecek, ayın girişini tesbitte, hata, yanılma ve ya­lan ihtimalinden daha uzak başka bir vesile bulunmuşsa, -haddi zatın­da kastedilen hedef olmadığı halde- hükmü, niçin sadece hilâlin gö­rünmesi şeklindeki vesile üzerinde donduralım da hadîsin istemiş ol­duğu hedeften gafil kalalım? Hadîs, ayın girişini, ümmetin seviyesi için mümkün ve kolay bir vesile olması hasebiyle, bir veya iki kişinin çıp­lak gözle gördüklerini iddia ettikleri haberleriyle sabit kılarken; hata, vehm ve yalanın girmediği bu vesilenin reddedilmesi nasıl tasavvur edilebilir? Öyle bir vesile ki yakîn ve katiyyet derecesine ulaşmıştır.



6-Hadîsleri anlamada hakikat-mecaz ilişkisine dikkat edilmelidir.

Mecâz olan bir ifadenin hakikat; hakikat olan bir ifadenin mecâz telakki edilmesi bazen telafi edilmez hatalara sürükleyebilmektedir. Onun için bu ilişkiye dikkat etmek ve bunu sağlıklı bir şekilde değer­lendirmek gerekir. Örneklerle konuyu açalım.

Sıcaklığın şiddetinin cehennemin kaynamasından olması: Bunun mecâzu’t-teşbih olduğunu söylemek mümkündür. Buna göre mana “O, sıcaklıkta cehennem ateşi gibidir.” şeklinde olur.

Sabaha kadar uyuyup kalkmayan adamın kulağına şeytanın bevletmesi: Bu durum şöyle yorumlanmıştır:

a-Bu, uyuyup da namaza kalkmayanın kulaklarını, şeytanın ört­mesinden kinâyedir.

b-Bu şekilde adamın uykusunun ağırlığı sebebiyle kendisini na­mazdan gafil hale getirmesi, kulağına bevledilen ve işitme du­yusu bozulan kimsenin haline benzetilmiştir.

Hummanın cehennem kaynamasından olması: Burada humma­nın sıcaklığı cehennemin sıcaklığına benzetilmiştir.

Hz. Peygamber’in eviyle minberi arasının cennet bahçelerinden bir bahçe olması: Şârihler burada üç şeyin kastedilebileceğini belirtir:

a-Bu yer aynıyla cennete intikal eder.

b-Mecazdır, yani orada yapılan ibadet cennete götürür. Dolayı­sıyla bu ifade ibadete teşvik olur.

c-Teşbihtir. Orası cennet bahçesi gibidir.

Nil ve Fırat nehirlerinin cennetten çıkması: İbn Hacer, hakikaten bu nehirlerin cennetten çıktığını söyleyenlerin yanı sıra bu nehirlerin cennetten çıkmalarının manasının, çok tatlılık, güzellik ve bereketli­lik gibi özelliklerinden dolayı cennete benzetilmesi olduğunu söyle­yenlerin de bulunduğunu ifade etmiştir.



7-Gerektiği yerde hadîslerin ta'lîl edilmesine dikkat edilmelidir.

Hadîslerdeki illetin tesbiti hükmü de etkilemektedir. Onun için illetin tesbiti oldukça önemlidir. Birkaç örnekle konuyu açalım.

Buhârî’nin tahric ettiğine göre İbn Mes’ûd şöyle demiştir: “Pey­gamber helaya gitti ve bana kendisine üç taş getirmemi emretti. Ben iki taş buldum. Üçüncü taşı aradım, fakat bulamadım.” (Vudu’, 21)

İbn Hacer, Şâfi’î, Ahmed b. Hanbel ve ashâbu’l-hadîsin hadîsin ifade ettiği şeyi temizlikte üç taşın gerekliliğini kabul ettiklerini belirt­miştir. Yani bunlar temizliği gözetmekle beraber, taşların üçten az ol­mamasını şart koştular. Onlarla temizlik hâsıl olmadığında ise hasıl oluncaya kadar taşlar arttırılır. Hattâbî de, murâd sadece temizlik olsaydı, sayı şart koşmanın faydasız olduğunu ifade etmiştir. Buna karşılık Aynî, hadîste üç taşın kullanılmasının vücûbiyet için değil,  itiyat için olduğunu kabul etmiştir. Temizlik bir taşla da, iki taşla da olur. Hadîsin zâhiri metrûktur. Çünkü üç taraflı bir taşla istinca edilse, icmâ ile caizdir. Yine “iki taş buldum” sözünde de denilen şeye delil vardır. Aksi takdirde üçüncüsü şart olsaydı, Hz. Peygamber onu isterdi. Burada görüldüğü gibi Aynî, İbn Hacer’e karşı hadîsi illetleyerek anlamada daha isabetli olduğu görülmektedir.

Ebû Beşîr el-Ensârî’nin naklettiğine göre, bir sefer esnasında Resûlullah, Zeyd b. Hârise’yi elçi olarak gönderdi de, hiç bir devenin boynunda ok yayı kirişinden yapılmış gerdanlık kalmasın; muhakkak kesilip koparılsın diye ilan ettirdi.” (Cihâd, 139) Her iki şârihe göre “ok yayı kirişi” ile ne kastedildiği konusunda üç görüş vardır:

a-Câhiliyede bu fiil göz değmemesi için yapılırdı. Hz. Peygam­ber bunların hemen koparılıp atılmasını emretmekle, bu tür hurafelerin Allah’ın takdirinden hiç bir şeyi değiştiremiyeceği-ni bildirmiş oluyor.

b-Hayvan gezip dolaşırken bu tasma ile boğulmasın, eziyet gör­mesin; nefes alıp vermede güçlük çekmesin ve hareket etme­de çevikliğe mani olmasın diye böyle emretmiştir.

c-Halkın bu takılan gerdanlıklara çan takma alışkanlığı vardır. Buhârî’nin tercemesi buna delâlet etmektedir. Dolayısıyla çan sesinin ordunun hareketinden düşmanın haberdar olmaması için bu şekilde emretmiştir.

Meselâ Hayber fethinde Hz. Peygamber’in nidacısı, şüphesiz Al­lah ve Resûlü sîzleri eşek eti yemekten nehyediyor, diye çağrı yapmış­tır, (Cihâd, 130) Aynî nehyin sebebi hakkındaki görüşlerin farklılık arz ettiğini belirtir:

a-Müslim, Enes’ten şunu nakleder: Eşek necistir.

b-İbn Mes‘ûd’a göre Hz. Peygamber ondan, yük taşıyıcısı oldu­ğu için nehyetti. İbn Ömer’e göre ise nehyin sebebi insanların ona ihtiyaç duymasıydı.

c-îbn Mâce’nin İbıı Ebî Ev fa'dan naklettiğine göre, Resûlullah pislik yiyen hayvan (cellâle) olduğu için onu nehyetti.

d-Eşek, ganimet olarak alındıktan sonra beşte biri (hums) taksim edilmediği için ondan nehyetti. Aynî bu ta'lîllerden ilkini ter­cih eder.

Hz. Peygamber, beş nevi hayvan vardır ki, bunları öldüren kimse üzerine günah olmadığını belirtmiştir. O hayvanlarda karga, çaylak, fare, akrep ve yırtıcı köpektir. (Cezâul-sayd, 7) İbn Hacer’e göre cumhur, bu beş şeyin dışındakilerin bu hükme ilhak edilmesi gerekti­ğini kabul etmiştir. Ancak illeti tesbitte ihtilâf ettiler. Eziyet verici ve­ya eti yenilmeyen hayvan olduklarından dolayı öldürülmelerine izin verilmiştir. İbn Hacer, Hanefılerin ilhak hükmüne muhâlefet ettikle­rini belirterek onlara şöyle cevap verildiğini söyler: “Bu beş şeyde ma­na (illet) ortaya çıkmıştır. O da tabiatlarında eziyet vermenin veya şiddetli saldırganlığın olmasıdır.” Aynî ise, Hz. Peygamber’in Haram’da ve ihramlıyken öldürülecek beş hayvanı özellikle belirtmiştir. Ona göre bu, beş şeyin dışındakilerinin hükmünün beş şeyin hükmün­den farklı olduğuna delâlet eder. Aksi takdirde bu beş şeyi özellikle zikretmenin bir anlamı kalmazdı.

Buhârî cenaze için ayağa kalkmakla ilgili hadîsler nakleder. On­larda ayağa kalkmanın sebebi olarak “Bu da bir insan değil mi? ifa­desi zikredilmektedir. İbn Hacer ve Aynî, bu ta'lılin yanında başka ri­vayetlerde “Şüphesiz ölüm, korkulan bir şeydir.” ve “Biz ancak me­lekler için kalktık.” şeklinde ta‘lîllerin yer aldığını; bu talîllerin hiç­birinin birbirine muarız olmadıklarını belirtirler.

Buhârî, Ebû Bekre Nufey b. el-Hâris’den şunu nakleder: “Biz Re- sûlullah’ın yanında idik. Derken güneş tutuldu. Peygamber ridasını ardından sürükleyerek mescide girdi. Biz de girdik. Bize, güneş siyah­lıktan sıynlıncaya kadar iki rekat namaz kıldırdı. Sonra ‘Şüphesiz gü­neş ile ay hiçbir kimsenin ölümünden dolayı tutulmaz. Siz bunların böyle tutulduklarını gördüğünüzde başınıza gelen bu hal açılıncaya kadar namaz kılın ve dua edin.’ buyurdu.” Aynî, hadîste güneş tutul­ması namazının cemâatle kılındığı gibi Ay tutulması namazının da cemaatle kılınmasına delalet olduğunu söyler.Bu görüşü Şafii,İbn Hanbel ve ehli hadis kabul etmiştir.Ayni'ye göre Ebu Hanife onun cemâatle kılınmayacağını söylememiştir. Ebû Hanîfe, onun sünnet olmayıp caiz olduğunu belirtmiştir. Aynî, bunun sebebinin belde sakînlerini geceleyin toplamanın zorluğu olduğunu ifade eder. Buna benzerlik arzeden bir görüşü de Muhalleb ileri sürer: “Resûlullah, alemlere rahmet olduğu için geceleyin insanların evi boş kalır da hırsızlık vaki olur diye onu terk etmiş olması mümkündür.”



100 Soruda Hadis Meseleleri- Yavuz Köktaş
Devamını Oku »

1-Alimlerin İlim Uğruna Zorluklara Katlanmaları ve Uzun YollarKatetmeleri

Alimlerin İlim Uğruna Zorluklara Katlanmaları ve Uzun Yollar Katetmeleri

SÖZ O'NUN (A.S.) SÖZÜ OLUNCA



Hatib el-Bağdâdî tâbiînin önde gelenlerinden Ebü’l-Âliye Rüfey’ b. Mihrân er-Riyâhî el-Basrî’den (ö. 93) şöyle rivayet etmiştir:



“Biz, Basra’da iken Resûlullah’ın ashabından gelen rivayetler dinliyorduk. Bineğimizle Medine’ye yola koyulup da hadisi bizzat sahâbenin ağzından dinlemedikçe duyduğumuza gönlümüz razı olmuyordu. ”(1)



Hâfiz b. Kesîr tâbiînin büyüğü, Medîne-i Münevvere’nin âlimi Sa’îd b. El-Müseyyeb'le (d. 13/ö.94) ilgili olarak şöyle demektedir:

“Mâlik, Yahya b. Saîd’den Sa’îd b. Müseyyeb’in şöyle dediğini aktarmaktadır:

“Yalnızca bir hadis öğrenmek için gece gündüz yolculuklar yapıyordum."(2)



Hâfiz Râmehürmüzî önde gelen tâbiîn Şa’bî (Amir b. Şerâhi) el-Kûfî el-Hemdânî’den (d. 19/ö;1o3) rivâyet ettiğine göre o; belki Nebî (s.a.v)’in ashabından birini bulurum diye kendisine zikredilen üç hadis için Kûfe’den Mekke’ye yolculuğa çıkmıştır.(3)



Hâfiz ez-Zehebî “Tezkiren ’l-Huffâz "da(4) İmam Şa’bî ile ilgili olarak aynı şekilde şunu ifade etmiştir: İ. Şübrüme der ki, Şa’bi yi şöyle söylerken işittim:

“Bu güne kadar elime kalemi alıp da yazı yazmış değilim. Kim bana bir hadis söylediyse onu ezberlemişimdir. Ayrıca birinin söylediğini bana tekrarlamasını da hoş bulmamışımdır. İlimde unuttuğum bazı şeyleri şayet biri ezberleseydi o bilgiyle âlim olurdu."



Ayrıca, Vâdi’er-Râsibî’ Şa’bî’den rivayet ettiğine göre o şöyle demiştir:

“Şiirden daha az hiçbir şey rivayet etmiyorum. İsteseydim bir ay boyunca tekrar yapmadan size şiir okuyabilirdim."

İbn Medenî şöyle demektedir: Şa’bî’ye denildi ki:

“-Bütün bu ilmini nasıl elde ettin?" O da:

“-Birine bağlanıp kalmadan şehir şehir dolaşarak, merkeb gibi sabrederek ve karga gibi en erken davranarak(5)" diye cevap verdi.



Hâfiz ed-Dârimî ve Hatib el-Bağdâdî güzide tâbiîn Ebû Kılâbe (Abdullah b. Zeyd) el-Cerml el-Basri'ye (ö. 104) ulaşan senetleriyle onun şöyle dediğini rivâyet etmektedirler(6):

"Medine’de üç gün kaldım. Orada kendisinden bana bir hadis ulaşan kişinin gelmesini beklemekten başka bir işim yoktu. O’nun geleceğini duydum. Bunun üzerine o gelip de bana hadisi rivayet edinceye kadar hiç bir yere ayrılmadım.’'

********

Hâfiz ez-Zehebî tâbiînden, Şâm ehlinin imâmı ve fakihi, Mekhûl eş-Şâmî (ö. 112) ile ilgili şunu söylemektedir(7):

“Şâm ehlinin âlimi Mekhûl, Hüzeyl’den bir kadının kölesi­dir. Abdullah b. el-‘Alâ der ki: “Mekhûl’u şöyle derken işittim:

“Sa’îd b. el-Âs’ın kölesiydim. Beni Mısır’da Hüzeyl’den bir kadına verdi. Allah da Mısır’da bana ilim nimeti ihsân etti."

Yahyâ b. Hamza Mekhul’un şöyle dediğini rivâyet eder:

“Mısır’da âzâd edildim ve bana ne gösterildiyse ona sahip olmadıkça orada ilmi bırakmadım. Sonra lrak’a gittim ve aynı şekilde,bana gösterilenlere sahip olmadıkça oradan ayrılma­dım. Ardından Medine’ye geldiğimde de aynısını yaptım. Sonra da Şam’a gittim ve buranın ilmini inceledim. Bütün bunlar için beytülmalden talepte bulunuyordum."

Yûnus b. Bükeyr Mekhûl’ün şöyle dediğini nakletmektedir:

‘’İlim öğrenmek için tüm ilim yerlerini dolaştım." Yine Sa’îd B.Abdülaziz da  Mekhûl’ün şöyle dediğini rivayet eder; “İlim için ne işittimse sadrımda muhafaza ettim ve istediğim zaman öğrendiğimi hazır buluyordum.” dediğini söyler.



DİYET Mİ HADİS Mİ?

Kadı Iyâz ve İ. Nâci, İmam Abdullah el-Fârisî el-Kayravâni’nin (d. 115/ö. 176) şunu söylediğini aktarmaktadır(8):

“Kûfe’ye geldiğimde en büyük arzum Süleymân b. Mihrân’-dan -el-Ameş- hadis almaktı. Kendisini sorduğumda bana:

“Ehli hadise kızdı ve bir müddet onlara hadis rivâyet etme­yeceğine yemin etti." cevâbı verildi. Belki kendisine ulaşırım diye sık sık kapısına gittim geldim. Ancak başaramadım. Bir gün hem gurbete çıkışım ve hem de onu dinlemekten mahrum kalışım üzerinde düşünceye dalmış bir halde kapısında oturuyordum ki bir câriye kapıyı açıp dışarı çıktı ve bana şöyle dedi:

“-Kapımızın önünde ne işin var?!" Ona buraların yabancısı olduğumu söyledim ve durumumu çınlattım. Bana:

“-Memleketin neresi?” diye sordu.

“-Afrikalıyım" dedim. Bu sefer:

“-Kayravan’ı biliyor musun?” dedi. Ben de

“-Ben oralıyım” şeklinde cevap verdim.

“-İbn Ferrûh’un evini biliyor musun?" dedi.

“ Ben oyum” dedim. Bana derin derin baktı sonra da şöyle dedi:

“-Abdullah mı yoksa!?”

“-Evet” dedim. Bir de anladım ki, bir zamanlar küçükken satmış olduğumuz câriyemiz. Hemen Âmeş’e koştu ve kendisi­ne:

“-Daha önce size bahsetmiş olduğum efendim kapıda!" dedi. O’na benim içeri girmemi buyurdu, ben de girdim. Beni evinin tam karşısında bulunan bir eve yerleştirdi. Başkalarını öğ­retimden yasaklamışken ben amacıma ulaşıncaya kadar kendi­sinden hadis aldım.



Mâliki, onun uzun sûre ilim için yolculuğa çıktığını üstâd ve fakihlerle görüştüğünü, Ebû Hanîfe'den tedvin edilenlerin dışında pek çok meseleyi dinlediğini -ki denildiğine göre bu on bin meseledir- ifade etmektedir. Yine Mâliki onun şöyle dediğini zikretmektedir:

“Ben yarımdayken Ebû Hanife’nin evinin çatısından başıma bir tuğla düştü ve başımı kanam. Bunun üzerine bana:

“-Diyet mi istersin yoksa üç yüz hadis mi?” deyince ben de:

“Hadis isterim” dedim ve o da bana hadis rivayet etti.

Şimdi, muhaddislerin seyyidi, ehl-i sünnetin imamı, zâhidlerin ve âbidlerin şeyhi İmam Ebû Abdullah b. Hanbel’den (d. 164/ö. 24i) konumuzla ilgili gelen rivayetlere geçeceğim.



AHMET B. HANBEL

Ebü’l-Yümn el-Uleymi el-Hanbelî “el-Menhecü-l Ahmed” adlı kitabına İmam Ahmed’in hâl tercümesi ile başlar ve şunları söyler:

“İmam Ahmed, on altı yaşındayken hadis öğrenmiş, h. 183 senesinde Küfe’ye gitmiş ki bu onun ilk seferidir, h. 186’da Bas­ra’ya, h. 187’de Mekke’ye Süfyân Uyeyne’nin yanma gitmiş ki bu da İmam Ahmed’in ilk hac yaptığı senedir, h. 197’de de Ye­men’deki San’â’da bulunan Abdürrezzak’a yolculuk yapmış ve Yahya b. Ma’în de bu yolculuğunda kendisine refâkat etmiştir.

********************

Hafız el-Cevzî(9), Fakîh Ahmed b. Hamdân el-Hanbelî(10)ve

Hâfiz b. Kesır ’in(11) ifade ettiklerine göre İmam Ahmed şöyle demiştir:



“İlmi (hadisi) ve sünneti öğrenmek için Süğur'a, Şâmât’a, sahildeki şehirlere, Mağrib’e, Cezâir’e, Mekke'ye. Medine’ye, Hicaz’a, Yemen’e, Irakeyn’e, İran’a, Horasan’a, Cibâle, dvar şehirlere yolculuk yaptım ve sonra Bağdat'a döndüm.

Daha sonra Küfe’ye gittim. Öyle bir evde kalıyordum ki ba­şımın altında yastık yerine kerpiç tuğla vardı! Sonra hummaya tutuldum! Bunun üzerine annemin yanına -Allah kendisine rah­met etsin- döndüm. Zîra ondan izin almamıştım. Şayet yanımda doksan dirhem olsaydı Rey şehrinde bulunan Cerîr b. Abdulhamîd’in yanma, giderdim. Nitekim bazı arkadaşlarımız gittiler ancak benim için bu yolculuk mümkün olmadı. Çünkü hiçbir şeyim yoktu!"

************************************

Hâfiz b. Hacer’in “Tehzıbü’t-Tehzîb" adlı eserinde, İmam Ahmed’in hâl tercümesi ile ilgili şöyle yer almaktadır:

Ahmed dedi ki:

"Beş defâ hacca gittim. Bunlardan üçünü yaya olarak yap­tım. -Beldesinin Bağdat olduğu gözünden kaçmasın- Yine yaptı­

ğım bu haclardan birinde otuz dirhem harcadım.” İbnü’l Cevzî de şunu ifade etmektedir(12):

“İmam Ahmed, Müsned’i bir araya getirinceye kadar ilim dünyasını iki kez dolaştı.”

***************************************

Hâfiz, İmam, fakih, muhaddis, İmam Ahmed’in talebesi ve fikhî meselelerdeki râvîsi Ebû Ya’kûb İshak b. Mansur el-Kevse-cü’l-Mervî (ö.251) Merv’den Bağdat’a gelmiş, İmamdan fikıh ve  hadis ilmi almış sonra Horasan’a dönmüş ve Nîsâbûr’a yerleşmişti.

Sonra İmam Ahmed’in bazı fikhî meselelerdeki görüşlerin­den rücû’ ettiği haberini alınca ondan daha önce not aldığı meselelerde re’yini te’yid etmek için Nîsâbûr’dan Bağdât’a kadar yürüyerek gitti.

İbn Ebî Yalâ, “Tabakâti'l-Hanâbile”(13) de, Zehebi “Tezkiretü’l- Huffaz’da(14), ve Uleymî da “Menhecü’l-Ahmed”(15)de şunu ifade etmelerdir:

“Ishak b. Mansur el-Kevsec, fakih ve âlimdi. Yine o İmam Ahmed’den fıkıhla ilgili bazı meseleleri tedvîn etmiştir. Hassân b. Muhammed, üstadlarının İshâk b. Mansûr hakkında şunu zik­rettiklerini söylemiştir:

“İshâk b. Mansûr, Ahmed b. Hanbei in daha önce kendi­sinden not aldığı fikhi görüşlerinden rücû’ ettiğini duydurun da bunları bir torbada toplayıp sırtına yüklenmiş ve bu yüküyle yaya olarak Bağdat’a yola çıkmış, görüşünü aldığı her bir meselede kendisinden tuttuğu notları Ahmet b.Hanbel’e arzetmiş,o da ikinci defa görüşlerini takrir etmiştir. Ahmed b. Hanbel de onun bu durumuna hayret etmiştir.”



PEYGAMBER (A.S.) AŞKIYLA

Hafız el-Erğıyânî (223/315) ile ilgili de el-İmâmu’l-Hâkim Ebû Abdullah şöyle bir haber vermektedir. (16)

“Âbid müctehidlerdendir. Takva ve samimiyet içinde ha­dis öğrenmek için sürekli yolculuk yapanlardandı. Biri dışında üstatlarımız onun “Diyarı İslâmda hadis almak için huzuruna dâhil olmadığım hiçbir kürsü kalmamıştır.” dediğini zikretmektedirler.

Ebû Alî el-Hâfiz en-Neysabûrî şöyle anlatmaktadır:

“Muhammed b. el-Müseyyib el-Erğıyânî Mısır’da yürüyordu. Elbisesinin yeninde yüz bin hadis vardı. Ebû Ali’ye bu nasıl mümkün olur? denilince o da:

“Onun cüzleri küçüktü ve ince bir hatla yazılmıştı.Her bir cüzde bin tane hadis vardı ve beraberinde yüz cüz hadis taşıyordu. Onun bu hâli meşhur olmuştur.”diye cevap verdi.

Hadis okumaya başlayıp da Resûlüllah buyurdu ki dediğin­de biz kendisine acıyıncaya kadar ağlardı! Çok ağlamaktan göz­leri görmez oldu! Allah ondan râzı olsun.



ESİR OLMAK DA VAR...

İ. Ebî Kâmil, Şam Muhaddisi Ebû'l-Hasen Hayseme (d. 250/0. 343) ile ilgili olarak onun şöyle dediğini rivayet etmektedir. (17)

"Deniz yolculuğuna çıktım. Yûsuf b. Bahr’dan hadis almak için Cebele’ye  yöneldim. Sonra Antakya’ya yola çıktım. Kar­şımıza bir gemi çıktı ve onlarla mücadeleye tutuştuk. Sonra bir grup gemimizi ön kısmından teslim aldı. Sonra bizi yakalayıp dövdüler ve isimlerimizi yazdılar. Bana dediler ki:

“-İsmin ne?" Ben de:

“-Hayseme” deyince birisi:

“-Eşek oğlu eşek diye yaz!" dedi.

İyice dövülünce kendimi kaybettim ve uyuyakaldım. Rü­yamda sanki kapısında bir grup hûrinin durduğu cennete baktı­ğımı gördüm. İçlerinden biri:

“-Ey bahtsız ne kaçırdın, biliyor musun? dedi. Diğeri de:

“-Neyi kaçırmış?” dedi. Bunun üzerine

“-Öldürülseydi hûrilerle beraber cennette olurdu." dedi. Bu kez diğeri:

‘’-Allah’ın ona İslam’ın izzeti ve şirkin zilleti uğruna şehâdet nasib etmesi onun için daha hayırlıdır" dedi ve akabinde kendime geldim.

Yine rüyâmda sanki bir kimsenin bana şöyle dediğini gör­düm:

‘’-Berâe sûresini oku.’’ Ben de ‘’yeryüzünde dört ay dolaşın.’’(Berae,2) ayetine kadar okudum.Rüyayı gördüğüm geceden itibaren dört ay saydım.Bundan sonra Allah beni esaretten kurtardı.



Yâkut el-Hamevî ve Zehebi, Ebûl-Hasen el-Kattân el-Kazvini (d. 204/ö.345) hakkında şunları söylemektedirler;(18)

"Kendisi hafiz, allâme, bilgisi engin, imam, Kazvîn muhaddisi ve âlimidir. Doksan bir sene yaşamış ve bu yaşında ilim yol­culuğuna çıkmıştır, ülkelerdeki pek çok üstattan ilim kaydetmiş­tir. Yine o, İbn Mâce'den "Sünen’ini rivayet etmiş, kendisinden de sayılamayacak kadar âlim rivayette bulunmuştur. Bunlardan biri de Ebû'l-Huseyn Ahmed b. Fâris el-Luğavî el-Kazvînîdir.

Ebû Ya’lâ el-Halîlî, onun hakkında şunu söylemektedir.(19):

“Bütün ilimlerde, tefsir, nahiv, lügat ve fıkıhta âlimdir. Dine bağlılık ve ibadet açısından bir benzeri daha yoktur. Ebû Ha­tim er-Râzî’yi duyunca üç sene onun için beldesinden ayrıldı. Kazvin, Râzî, Bağdat, Küfe, Yemen San’â, Hemedân, Hulvân ve Nihâvend’li pek çok kişiden hadis aldı. Uzun ömürlü oldu ve başından pek çok olay geçti.

Kazvîn’li üstatların “Ebû’l-Hasen, fazilet ve zühdde bir ben­zerini görmedi. Otuz sene devamlı oruç tuttu. Ekmek ve tuzla iftar ediyordu!"

İ. Fâris “Emâlî"sinde demektedir ki:

“Ebû’l Hasen el-Kattân’ın yaşı ilerleyip de güçten düştükten sonra şöyle dediğini işittim:

"İlim yolculuğuna çıktığımda yüz bin hadis ezberliyordum. Bugün ben yüz hadis ezberleyemiyorum!" Yine devamla şöyle diyordu:

'’Gözümden hastalandım! Zannediyorum ki, hadis ve ilim çıkarken kendisinden ayrıldığım gün annemin çok ağlamasından dolayı cezalandırıldım.” O'nun faziletleri sayılanlardan daha fazladır.

**************************************

Ahmed b. Mahmud, İbn Mukri’(ö. 381) ile ilgili olarak:

“Kendisi şarkı ve garbı dört defa dolaştığını söylerdi."(20) de­mektedir.

Zehebî de onunla ilgili şöyle demektedir:

İki kişi onun şöyle dediğini rivayet etmiştir:

“Mufaddal b. Fadâle el- Mısrî nüshası için yetmiş ayrı yere yolculuk yaptım. Bu nüsha, bir ekmek karşılığında ekmekçiye verilse kabûl etmezdi. On defâ da Beyt-i makdise gittim." O’nun beldesinin Isfahân olduğunu unutma.

***************************

Zehebî, Muhammed b. İshak (310/395) hakkında şöyle de­mektedir(21):

“Ebû Abdullah’ın hadis aldığı üstatların sayısı bin yediyüzdür.Eliyle, birkaç yüklük not tutmuştu.

Uzun yolculuktan döndüğünde yazdıkları bir kaç yüklüktü. Hatta “Yazdıkları kırk yüktü, bu ümmetten hiçbir kimsenin onun ; semâen aldığı ve bir araya getirdiği kadar hadisi dinleyip cem  ettiği bize ulaşmamıştır." denilmiştir. Hıfzı, marifeti, samimiyeti ve pek çok tasnifiyle beraber ilim için yer yer dolaşanların kanuncusu, muksirûnun(çok sayıda hadis rivayet edenlerin) yegâne kişisiydi. Ca’fer el-Müstağfirî, kendisine:

‘’-Üstatlardan semâen kaç hadis aldın? diye sordum. O da:

-Beş bin sepet dolusu diye cevap verdi." demektedir. Onun ilk yolculuğu 330’da Nîsâbur’adır. Hâkim der ki:

331 senesinde Buhârî ile görüştük bize fazlasıyla rivayette bulundu. Sonra vatanına giderken 75 senesinde Nîsâbur'a yanımıza geldi. Yirmi yaşındayken ilim yolculuğuna çıktı sonra üstat olarak vatanına dönüp altmış beş yaşındayken evlendi ve çocukları oldu. Pek çok kişiye hadis rivâyet etti.”

İbn Mende demektedir ki:

“-Şarkı ve garbı iki defâ dolaştım.” Ebû Zekeriya İ. Men­de dedi ki: “Nısâbûr yolunda amcam Abdullah’la beraber idim. Mecce kuyusuna vardığımızda amcam bana şunu anlattı:

“Babamla beraber Horasan’dan dönüyordum. Buraya gel­diğimizde elbise olduğunu zannetiğimiz kırk ağır yükümüz var­dı. Aniden küçük bir çadırın içinde bir üstat gördük. İşte o kişi senin babandı! Bir kısmımız ona:

“-Bu yükler nedir?" diye sordu. O da:

“_Bu zamanda ona rağbet eden bir kimse için az bir yüktür.Bunlar Resûlullah’ın (s.a.v) hadisidir.” diye cevap verdi. Yine bundan sonra amcam bana şunu zikretti:

“-Yirmi ağır kitap yüküyle Horasan’dan gelmekteydim. Ba­bana tabî olarak kuyunun yanında onları indirdim.

******************************

Hâkim en-Neysâbûrî (d. 321/0.405) üstâdı İ. Mihrân(22) ilgili şöy­le demektedir:

“Merv ve Mâverâünnehr’e gittim. İ. Mihrân’la görüşeme­dim. Altmış beş senesinde Hac’ta kâfileler arasında onu aradım fakat kendini gizledi. Yalnızca bir ya da birkaç hadis için orta­lıklarda görünmemeye çalışıyordu. Altmış yedi senesinde onun Mekke’de olduğu bilgisine sahipken hacca gittim. Fakat onun Bağdat’ta olduğunu söylediler. Bu durumdan çok üzüntü duydum.



Onu çok görmek istedim fakat başaramadım. Sonra Ebû Nasr-Melâhimî bana Bağdat’ta:



'Görmek istersen burada abdallardan bir üstad var." dedi. Sen da evet deyince devam etti ve beni boyacılar banma götürdü. Oradakiler çıktığını söyleyince Ebû Nasr, mescidde oturmamı onun mutlaka geleceğini söyledi. Bunun üzerine oturduk fakat Ebû Nasr üstadın kim olduğunu hiç zikretmedi.

Daha sonra Ebû Nasr ve beraberinde ridâsı içinde ince ve zayıf bir ûstad bana doğru yöneldi. O nun Ebû Müslim olduğunu zannettim. Onunla konuşurken kendisine:

‘’Üstad burada acaba akrabalarından birini mi buldu?’’diye sordum. Oda:

"-Görüşmeyi istediğim kişiler yitip gittiler’’ dedi. Bunun üzerine kardeşi İbrahim'i kastederek:

’-İbrahim geriye hiç çocuk bıraktı mı?" diye sorunca: "-Kardeşimi nereden tanıyorsun? dedi. Ben de sükût ettim. Sonra Ebû Nasr a dedi ki:

"-Kim bu kişi?” O da:

"-Filân kişidir” deyince birbirimize doğru kalktık, o bana ben de ona memnûniyet bildirdik ve müzâkereye başladık. O'nunla defalarca beraber oturduk. Sonra yola çıkacağım gün kendirine veda ederken bana şunu dedi:

"-Hac mevsiminde beraber oluruz. Gönlümde Mekke’ye fe, komşu olmak yatıyor." Daha sonra altmış sekiz senesinde haccetti ve ölünceye kadar da Mekke’ye komşu oldu.



İLMİ EVLİLİĞE TERCİH EDEN ÂLİM

Zehebi,Ebû Nasr es-Siczî (o. 444) (rahimehullah) ile ilgili şuna yer vermektedir. (23)

"Zamanının en fazla hadis ezberleyenlerindendir.Hadis öğrenmek için en uzak yerleri dolaşmıştır.”

Hâfız Ebû İshâk d-Habbâl şöyle anlatır:

“Bir gön Ebû Nasr es-Siczi’nin yanındaydım ki kapı çalındı. Kalkıp kapıyı açtım. İçeri bir kadın girdi ve içinde bin dinar olan bir kese çıkarıp onu üstadın önüne koyarak:

“-Bunu nasıl uygun görürsen infak et.'’ dedi.

O da:

“-Neyi kastediyorsun?'’ deyince kadım

“-Benimle evlenmeni istiyorum. Evliliğe ihtiyacım yok, fakat sana hizmet etmek üşüyorum.’’ dedi. Bunun üzerine ona keseyi alarak ayrılıp gitmesini emretti. Kadın gidince şöyle dedi:

“- Sicistan’dan Amin talibi olma niyetiyle yola çıktım. Ne zaman evlenirsem talebeliğim de o vakit son bulacaktır. İlim öğrenmenin sevabına başka hiçbir şeyi tercih etmem.’’



HADİS ÖĞRENİP YAZMAYAN İSLAMIN TADINA VARAMAZ

Ebû Sa‘d es-Semmân er-Râzı (o. 445), muhaddis, neseb bilgi­ni, fakih, kurrâ ve nadide âlimlerden biridir. Doğudan batıya yü­rüyerek dünyayı dolaşmıştır. Üç bin altı yüz kadar üstadı vardı.

Hâfiz d-Kuraşî, onunla ilgili şöyle demektedir. (24)

“Mutezilenin âlimi, fakîhi, mütekellimi ve muhaddisidir. Hiç tartışmasız kıraat, hadis, ricâl, ensâb, ferâiz, hesâb, şurût ve mukadderat konularında imamdı."

Kendisi (r.a.) Ebû Hanîfe fıkhında, Ebû Hanîfe ile Şâfî ara­sındaki ihtilaflı noktaları bilmede, Zeydiyye fıkhında ve kelâmda imâmdı. Haccedip Nebî (s.a.v)’in kabrini ziyâret etmişti. Beldesi doğunun en uzağındaki Horasan'ın Rey şehri olduğu halde Irak’a geldi,Şam'ı, Hicaz’ı ve Mağrib ülkelerini dolaştı. Râvi ve şeyhleri gördü. Zamanının üstatlarından üç bin altı yüz kişiye hadis okudu. Ömrünün sonunda hadis öğrenmek için İsfehan'a yöneldi. Şöyle derdi:

“Hadis öğrenip yazmayan kimse İslâmın tadına varamaz. ’ Şöyle methedilmektedir:

“O kendi gibisine şâhid olmadı. Bu güzel hasletlerle bera­ber o zâhid, müttâkî, tahammüllü, müçtehid, devamlı oruçlu, kanaatkar ve halinden razıydı. Yetmiş dört yaşına geldiği halde elini bir insanın tasma uzatmamıştı. Yine gerek hazarda ve ge­rekse seferde hiçbir kimseye yardım veya minnet borcu olma­mıştır. Uzun ömrü boyunca topladığı kitapları müslümanlara vakıf olarak bıraktı. Zamanının târihi, selef ve halefin mirasıydı. Pek çok kitap tasnif etti. Hiç evlenmeden öldü. Ayrılıktan sonra ehline koşan biri gibi ya da mülküne kavuşan melikler gibi mütebessim bir şekilde hakka yürüdü. Doğduğu yer olan Rey de vefat etti."

…………….



İLİM YOLCUSU BİR ÇOCUK

Üstad, imam, zâhid, hayra düşkün, sûfî, şeyhü’l-islâm, isnadda zamanının önde geleni, Ebû’l-Vakt es-Siczî ile ilgili olarak da Zehebî şuna yer vermektedir(25):

“457 yılında dünyaya geldi ve 465 yılında yedi yaşındayken hadis almaya başladı. Ebû’l-Hasen Abdurrahmân b. Muhammed ed-Dâvudî’den “Sahih”i, Dârimî’nin kitabını ve Buşanc’ta “Müntehabu Müsned-i Abd b. Humeyd”’ adlı kitabı dinledi. Zama­nının büyük muhaddislerinin pek çoğundan da hadis aldı.

Horasan, Isfahan, Kirman, Hemedân ve Bağdat’ta hadis rivayet etti. Pek çok talebesi oldu. Rivayet ettiği hadisler meş­hur oldu ve şöhreti de her yere yayıldı. Sened ‘âli isnâd’la’ kendisine ulaşmıştır. İ. Asâkir, Sem’ânî, İbn El-Cevzî, Yûsuf b. Ahmed eş-Şîrâzî -ki onun için Kirmân’a yolculuk yaptı-, Süfyân b. İbrâhîm b. Mende, Ebû Zer Süheyl b. Muhammed el Buşâncî ve daha sayılamayacak kadar kişi kendisinden hadis aldı.



Zekiyyûddin el-Birzâli hakkında şöyle demektedir:

“Ebû'l-Vakt, Irak’ı, Huzistan’ı dolaşmış ve Herât, Mâlîn, Bûşanc, Kirman, Yezd, Isfahan, Kere, İran ve Hemedân’da hadis rivâyet etmiştir. Hadis hafızları, vezirler önünde diz çökmüştür. Beraberinde asıl nüshalardan rivayet ettiği kitapları ve cüzleri vardı. Haddi hesabı yapılamayacak kadar kimse ondan hadis aldı."

Öğrencisi Sem’âni demektedir ki:

“O, sâlih bir şeyhtir. Üslûp ve ahlâkı güzel, cana yakın, müte­vazı, halim selim ve ağır başlı bir kişidir. Bûşanc’ta imam Abdul­lah el-Ensârî’nin sohbetinden memnunluk duydu ve bir müddet ona hizmet etti. Irak’a, Hûzistan’a ve Basra’ya yolculuk yaptı ve bana anlattığına göre Bistâmî’nin ribatına misafir oldu. Hirât ve Mâlîn’de kendisinden hadis aldım. Hadis okumakta sabırlıydı ve hadis rivayet etmeyi seviyordu. “Sahihi, “Müsnedü Abd b. Humeyd”i ve “Dârimî Süneni”ni birkaç oturumda rivayet etmiştir.

Yine öğrencisi İbn Cevzî der ki:

“Hadis kıraatında sabırlıydı. Ayrıca selef gibi çok zikredip teheccüd kılan ve çok ağlayan salih bir zattı.”

Bir başka öğrencisi Yusuf b. Ahmed eş-Şîrâzâ de eseri “Er- ba’înü’l-Büldân” da şöyle demektedir:

“Tüm ehli hadisin kendisine gittiği kişi ve asrının hadisçisi, Ebü’I-Vakr’e yolculuk yaptığımda Kirman illerinin sonuncusun­da Allah kendisine ulaşmamı takdir etti. O’nu öpüp selâm ver­dim ve önüne oturdum. Bana:

‘’Seni buraya getiren şey nedir?” diye sorunca:

‘’Amacım sana gelmekti. Allah'tan sonra güvenim sanadır. Senin rivayet ettiğin hadislerden bana ulaşanların bir kısmını yazmıştım. Nefeslerinin bereketine yetişmek ve âli isnadını elde etmek için koşarak sana geldim."

Bunun üzerine bana:

“-Allah seni ve bizi rızasına muvaffak etsin. Sayımızı onun rızası için kılsın. Niyetimizi ona yöneltsin. Sen beni hakkıyla bilmeseydin bana selâm vermez ve önüme diz çökmezdin" dedi ve sonra uzunca ağladı ve huzurunda olanları da ağlattı. Ardın­dan devamla şunları söyledi:

“-Allahım, bizim kusurlarımızı en güzel şekilde ört ve bizden razı olacağın şeyleri nasip eyle. Ey oğlum, biliyorsun ki, babam­la beraber Bûşanç’ta bulunan Dâvudî'ye aynı şekilde yürüye­rek “sahîh"i dinlemek üzere yolculuk yaptık. On yaşından daha küçüktüm ki babam ellerime iki adet taş koyuyor ve taşımamı söylüyordu. Ben de babamın kızmasından korkarak o taşlan el­lerimde tutmaya çalışıyordum. O bana dikkatle bakarken ben de yürüyordum. Yorulduğumu görünce taşlardan bir tanesini atmamı söylüyor, ben de öyle yapıyor ve yüküm hafifliyordu. Bundan sonra tekrar bende yorgunluk belirdiğinde bana yine:

“-Yoruldun mu?” diye soruyor ondan çekinerek:

“-Hayır” deyince:

“-O halde niye ağır yürüyorsun?" diyordu. Bunun üzerine ben de önünde bir saat daha seri şekilde yürüyordum ve sonun­da güçten düşüyordum. Ardından diğer taşı da alıp atıyordu. İyice bitkin bir hale geldiğimde beni alıyor ve sırtlanıyordu.(26)

Yolda çiftçilerle ve diğer bazı kişilerle karşılaştığımızda babama;

‘’-Ey Üstad İsa,bu çocuğu bize ver, hem onu ve hem de seni götürelim" diyorlardı. Babam da:

‘’-Maazallah,Resulullah’ın  hadisini öğrenmek için bineklemi gideceğiz.Bilakis yürüyeceğiz. Dayanamadığında Resûlûllahın hadisine hürmet göstermek ve  bunun sevabını kazanmak ümidiyle onu omzuma bindirdim.’’ dedi. Bu ve bunun dışındaki kitaplardan istifade etmiş olmam, işte babamın bu hüsn-ü niyetinin bir semeresidir. Benden başka emsallerimden bir kimse de kalmadı. Nitekim çeşitli beldelerden grup grup insanlar bana gelmekteler.

Sonra arkadaşımız Abdu’l-Bâkî b. Abdü’l-Cebbâr el-Herevî-ye bana tatlı ikrâm etmesi için işaret edince dedim ki:

“-Ey efendim! Ebû’l-Cehm’in cüz’ünü kıraat etmem bana tatlı yamekten daha iyidir." Bunun üzerine tebessüm etti ve:

“-Gelince taâm, gider kelâm" diyerek bir tabak tatlı ikram a    etti. Tatlıyı yeyince cüz’ü çıkardım. Ondan da aslını isteyince getirdi, cüz’ü okudum ve buna sevindim. Allah, “sahîh"i ve başka hadisleri defalarca dinlemeyi bana nasip etti. 553 senesinin Zillka’de ayının altısında Çarşamba günü Bağdat’ta vefat edinceye kadar onun sohbet ve hizmetinde bulundum. Kendisini Şûniziy-ye’ye defnettik. Bana:

“-Beni Şûniziyye’de üstatlarımızın ayaklarının ucuna defne­din.” demişti.

Ölüm vakti geldiğinde onu göğsüme dayadım. Bütün ben­liğiyle kendisini zikre vermişti. Sûfî Muhammed b. Kâsım yanına girdi ve eğilerek:

“-Efendim! Nebî (s.a.v) buyurdu ki:

“Kimin son sözü lâ ilâhe illellah olursa cennete girer." deyince ona doğru dönerek:

“Keşke kavmim Rabbimin beni bağışladığını ve ihsanda bulunulanlardan eylediğini bilseydi”(Yasin,26-27) ayetini okudu. Muhammed b. Kasım ve huzurunda bulunanlar hayrete düştüler. Okumaya devam etti ve tam sureyi bitirmişti ki:

“Allah, Allah, Allah" dedi. Seccadesi üzerinde otururken vefat etmişti. Rahimehullah."



HADİS TALEBELERİNİN FAZİLETLERİ

Onlar hayatlarını pâk sünnetin hizmetine harcayan ve cim­rilik yapmayan imrenilecek insanlar. Yine onlar yeryüzünün büyük meliklerinin sıfatlarıyla vasıflanmayı, özelliklerine bürünmeyi, makamlarına ve eşiklerine oturmayı arzuladığı kişiler. Ebû Abdullah el-Hâkim en-Neysâbûrî, ashâb-ı hadis ve talebelerin faziletini zikrederken onlar hakkında şunları söyler:

“Onlar sâlihlerin yoluna sülük etmiş, geçmiş selefin izine tabi olmuş, ehl-i bid’atı ve muhalifleri Resûlullah’ın (s.a.v) sün­netleriyle mâlûb etmiş bir topluluktur.”

Çölleri ve susuz yollan katetmeyi zevk safa içinde yaşamaya tercih ettiler. İlim ehline ve hadis ilmine yakın olduklarında yolculuklardaki sıkıntıları nimet bildiler. Hadis ve rivayetlerin cem’ edildiği yerde eski elbiseye ve biraz ekmek kırıntısına kani oldu­lar. Mescitleri ev, sütunlarını dayanak, hasırlarını yatak yaptılar. Dünyayı bütünüyle arkalarına atarak yazılarını aş, semâ ve riva­yeti sohbet, müzakereyi istirâhat, mürekkeplerini misk, gece­lerini gündüz, közlerini ziyâ, taşları yastık bildiler.



Âlî-isnâdın olduğu yerde karşılaşılan tüm zorluklar onlar için rahatlıktı. İstediklerine ulaşamamalarının yanında rahatlık da onlar için sıkıntıydı! Akılları sünnetin hazzıyla dolup taşmış­tı. Gönülleri de herhallerine tam bir rıza içindeydi. Sünneti öğ­renmek onların mutluluğu, ilim meclisleri neşeleri, ehl -i sünnet bütünüyle kardeşleri, inkârcılar ve ehli bid’at da tamamıyla düşmanlarıydı.

****************



Hasen Abdurrahmân Râmehurmizî, günümüzdeki ulema ve ilim talipleri için ciddî ibretler bulunduğundan muhaddislerin hallerini kapsamlı kelimelerle vasfederek hadis tahsili için karşılaştıkları meşakkatleri, yorgunlukları, korku dolu ve tehlike­li seyahatlerini nakletmektedir.(27) Ayrıca o eserinde hicri ikinci asrın sonlarında vefat eden muhaddis, meşhur vaiz, vaazı aklı ve gönlü alıp götüren Mansur b. Ammâr el-Horasânî’ye ulaşan senediyle ve yine oğlu Süleym b. Mansûr b. Ammâr tankıyla rivayete yer vererek şunu demiştir:

Babam, bir mecliste Kur’an ehlini ve hadis ashabını vasfediyor ve şöyle diyordu:

“Nimeti bol bol veren, İslâmî bütün dinlere üstün kılan, ziyade ve noksandan onu koruyan, şeytanın hilesinden ve ehl-i küfrün ve sapmışların tahrifinden koruyan Allah’a hamdolsun.’’ Kuran hakkında uzunca kelâm ettikten sonra şöyle devam etti:

‘’Hadisi Kur’an’ın müfessiri, kavî sünneti seçerek başımızın tacı yapan ve onu öğrenip yazanları muvaffak kılan, onu koruyanlara bekçilerine güç veren, kendilerine kıraati ve tedris sevdiren, durumlarını ve yorgunluklarını, yolculuğu ve maksat­larını, malı ve nefisi fedâ etmeyi ve yolculuğun korkutucu tehli­kelerini onlara kolaylaştıran Allah’a hamdolsun.

Onlar, sâçları dağınık, elbiseleri eski, karınları aç, dudakları kuru, benizleri soluk, bedenleri bitkin halde, vadiden vadiye, beldeden beldeye ilim için yol alıyorlardı. Kendilerine bir gaye edinmişler, ilmi delil ve rehber kabul etmişlerdi. Yollarını ne açlık ve ne de susuzluk kesiyor ve yine ne yaz ne kış bu yolda onlara bıkkınlık veriyordu.

Basiretli akılları, keskin görüşleri ve hakkın şuurunda kalple­riyle rivayetlerin sahihini sakiminden, kuvvetlisini zayıfından ayı­rıyorlardı. Bu yüzdendir ki sen tahrifçilerin çarpıtmasından, mülhidlerin uydurmasından, yalancıların iftirasından güvende oldun.

Sen onları, yumuşak halılardan ve cezbeden yataklardan uzak kalarak, duyduklarım yazmak ve cemettiklerini tashih için kaim oldukları gecelerinde bir görseydin. Onları ancak uyku bastırıp uyutuyor, kalemler ellerinden düşüyor da korkuyla kendi­lerine geliyorlardı! Yorgunlukları bellerini büküyor, uykusuzluk akıllarını karıştırıyor, bedenlerini rahatlatmak için uzanıyorlardı.Uykularını kaçırmak için yattıkları yeri değiştiriyorlar, elleriyle gözlerini oğuşturuyorlar sonra da büyük bir arzu ve istekle yeni­den yazmaya koyuluyorlardı. İşte o zaman sen, onların İslâm’ın i ye her şeyi bilen ve malik olan Allah’ın (c.c.) bekçileri olduğunu iyi anlardın.

Arzu ettikleri hedeflerin bir kısmına ulaştıklarında, diyarlarına niyet ediyorlar, mescitlerin müdavimi oluyorlardı. Halim-selim bir şekilde itaat elbisesini giyerek meclislerini imar ediyorlardı. Yeryüzünde alçak gönüllülükle yürüyorlar, hiçbir komşusuna eziyet etmiyorlar, bir ayıp iş yapmıyorlar ancak biri dinde saptığında veya yoldan çıktığında İslâm’ın temellerini savunmak için aslan kesiliyorlar ve dinin şiarlarını müdafa ediyorlardı. Bu konuda bundan başka kelâm etmek sözü uzatır.”



İLİM İÇİN SEYAHAT EDENLER HAKKINDA BİR KAÇ SÖZ

İlim için yolculuğa çıkanlar ve seyyahlarla ilgili olarak bu bo­lümde pek çok haber geçti. Sonraki bölümlerde de onlarla ilgi aynı şekilde pek çok haber gelecektir. Rihlenin önceki âlimlerin gönlünde ilmi birikimi artırmak, bilgiye giden yolu açmak, ge­nişletmek ve ilimde derinleşmek için temel bir amaç olduğunu bilmen güzel olacaktır. Ya bedenen zayıf olanlar ya çok çocuğu olanlar yahut meteliği bile olmayanlar veya da ana babasının hakkına riayet edenler ancak rihleden geri kalmışlardır.

İşte onlar rihleyi âlimin güvenilirliğinin bir delili saydıktan için şu meşhur sözü söylediler:

“Rihle yapmayanın ilmine güvenilmez." Geçmişte Yahya b. Maîn şöyle demiştir:

"Dört kimse var ki, onlardan bir hayır ve fayda göremezsin, üçünü saydı ve dördüncü olarak şunu dedi: Hadis öğrenmek için rihle yapmayıp da beldesinde katarak okuyup yazan kim­se."(28)



Bu yüzden Hâfiz b. Salâh der ki:



“Talebe, beldesindeki en üst düzeydeki bilgileri ve mühim şeyleri aldıktan sonra başka bir yere yolculuk etsin." Evet; ifade­nin emir sîğasıyla “yolculuk etsin” şeklinde gelmesi şahsi kabili­yetlerin oluşmasında, ilmi idrakin gelişmesinde, düşünce ufku­nun genişlemesinde ve akıl ve bilgi düzeyi farklı farklı kişilerden yararlanmada rihlenin faydalı tesirleri olmasındandır. İşte onlar bundan dolayıdır ki, ilim ve tahsil yoluna giren için rihleyi za­rurî bir ihtiyaç konumunda görmüşler ve onu âlimi güvenilir saymak ve ilmine de güven duymak için bir şart olarak kabul etmişlerdir.



Böylece ilim öğrenmek, âlimlerle görüşmek, onların ilimle­rini yakından tetkik etmek ve bizzat kendilerine müracaat ede­rek birikimlerinden istifade etmek için, aileden, çocuktan, eşten ve vatandan ayrı kalan bu ilim yolcularının yıllarını atan ve çok geniş sahalara uzanan uzun yolculuklar ortaya çıktı.



Şüphesiz bu rihleler geçmiş ulema nezdinde ilmî hayatın temel bir parçası oldu. Bütün ilim dallarından âlimler hep rihlede bulundu. Müfessir, muhaddis, fakih, usulcü, lügatçı, nahivci, edip, tarihçi, zâhid, âbid, genç, yaşlı, büyük, küçük ve bebek! Hepsi bu yolculuğa çıktı. Pek çok büyük âlimin hayatında gördüğün üzere, hem kendileri rihlede bulundular ve hem de yanlarında dört yaşın altında ya da daha üstündeki küçük çocukları da yolculuklarında götürdüler. Zikri geçen Ebû Sa'd es-Sem'âni onlardan biridir.



İlim yolcuları seferlerinde zorluk ve güçlüklerle, sayılama­yacak büyük sıkıntı ve belâlarla karşılaşmışlardır. Bunlardan bazıları kayda geçirildi ve bazıları da yazıya geçirilmeden gitti. Onların rihleleriyle ilgili biyografi kitaplarında yer alan haberler yaşananların sadece bir kısmıdır, hepsi değil.



Rihle, kimilerinin ömründen iki, dört, beş, on yılını alıyordu. Çoğunun da ömrünün yirmi, otuz, ya da kırk yılını aldı. Daha önce geçtiği gibi İmam Ebû Abdullah b. Mende gibi bazısının ömrünün kırk beş senesini almıştı.

Onların çıktığı bu rihleler hakkında iyice düşünen kimse -ki bildiğimiz gibi onlar fakir, geçim sıkıntısı çeken ve sefer vasıtası bulmakta zorlanan kimselerdi- sabır ve tahammülde gayretlerini idrak eder. İlmin onların yanındaki ve kalplerindeki kıymetini  bilir. Zira ilim tahsilinde onların binekleri zorluk ve tevâzu idi. Çölleri ve susuz arazileri kat ettiler. İlim için tehlikeli yollarda ve denizlerde gittiler. Çetin zorluklar ve ürkütücü şeylerle karşılaş­tılar. Şüphesiz Allah bunu çok iyi bilmektedir. İleride geleceği üzere

Ebû Hatim er-Râzî’nin kısssası sana bu konuda yeter.



Şüphesiz bu rihleler gerçekte onlar için ders içinde ders oldu. Onları halden hale çevirdi, gönüllerini pırıl pırıl etti, ilmin kıymetini ve değerini öğretti ve ilim tahsil etmenin haz ve lezze­tini hissettirdi. Bu yüzden iyice ilim tahsiline daldılar, gece gün­düz ilinde meşgul oldular ve ilim aşkıyla yanıp tutuştular. Onun dışındakilerden, aileden, zevceden, çocuktan ve vatandan alâ­kalarını kestiler. Böyle insanların saygı ve sevgiyle kendilerine hürmet gösterdiği, itibarları,iyilikleri, ilim ve faziletlerinin çok- basiretleri ve büyük faydaları sebebiyle etraflarını sardığı birer otorite, imam ve lider durumuna geldiler.



Sahibinin ömrünün on yılını, yirmi yılını, otuz yılını veya bundan daha çok ya da azını alan bu rihlelerin hepsi, ilim tahsili, ulema ile görüşmek, meclislerine gelip derslerini dinle­mek ve onlardan istifade etmek, münakaşa ve muhakemelerin­den aydınlanmak içindi. Bunların başında bir de genel olarak rihleye çıkacak kişinin beldesinde on seneden az olmayacak bir süre tahsil yapması söz konusuydu. Şer’i ilimlerde, Arapça ve diğer İslâmî ilimlerin her birinde mahir imamları ortaya çıkaran gerçek işte budur.

-Allah yardımcın olsun-, seyyah talebeleri uzun yıllar içinde olgunlaştıran bu rihlelerin ortaya çıkardığı eğitim ile bugünkü üniversite öğrencilerimizin eğitimini sen kıyasla! Üniversitelerde dört yıl, çoğunluğu da hocanın huzuruna gelip de ilmi bizzat duymadan, münakaşa etmeden ve kanaate varmadan ferdî ve hatalı okuyorlar. Ne bir ahlâki etkileşim, ne bir hatanın düzeltil­mesi ve ne de mesleklerine göre ayrım yapma söz konusu. El­lerindeki muhtasar notlardan soru çıkması muhtemel bahisleri topluyor sonra bu notları özetlemeye ve ardından da bazı öğret­menlere yaptıkları yağcılık ve iltifatlarla, okunanlardan önemsiz buldukları bahisleri çıkarmaya çalışıyorlar. Kendilerine ancak zarar verdiği halde bazı öğretmenlerin yanında onları mutlu eden şeyi buluyorlar. Buna da çok seviniyorlar!

'Bundan sonra, boş dağarcıklarına rağmen büyük ünvanlarla yükseliyorlar, geniş propaganda yapıyorlar. Kuru ve kısır görüşleriyle asil ulemayı bilgisiz buluyorlar. İlim ve fehimleriyle ¡uygunluk arzeden şaz görüşleri destekliyorlar. Yerleşik kaideleri ve İlmî gelenekten gelen sağlam usulleri münakaşa ediyorlar. Ne ilmin ve ulemanın makamına oturuyorlar ve ne de geçmiş ulema nezdindeki tahsil idrakinin tadına varıyorlar! Fakat kendilerine bakılırsa, öncekilerden daha bilgililer!!



Bugünkü ilmi duruma bakan; üniversitelerin çoğalarak arttığına,ancak ilimde ve ilim ehlinin artışında azalmaya, anlayış ve kavramaya, ilimle âmil olmada büyük bir noksanlığa şahit olur. Bu musibetlerin en kötüsüdür! Allah’tan, İslâm beldelerinde ta'lim işleriyle ilgilenen kişilere basiretli davranmaları,kök salıp müzminleşmeden ve telâfisi imkânsız hâle gelmeden önce bu tehlikeyi engellemeleri için kendilerine mesuliyetlerini ilham etmesini niyaz ediyorum. …



Devamını Oku »

Salavat İle İlgili Hadisin Değerlendirmesi

Salavat İle İlgili Hadisin Değerlendirmesi


“Bana bir kez salavat getirene Allah on kez; bana on kez salavat getirene Allah yüz kez, bana yüz kez salavat getirene Allah bin kez salavat getirir (o kulu rahmetiyle kuşatır). Bana salavat getirmeyen kimsenin kalbinde -cennete girse bie- ziyandan başka bir şey kalmaz.” İbn Teymiye’ye göre(el-Fetâvâ’l-kübrâ,II,375.)Hz. Peygamber’den sahih olarak sadece hadîsin “Bana bir kez salavat getirene Allah on kez salavat getirir”(Müslim,Salat,70) bölümü sabit olmuştur. Ayrıca “Bir topluluk bir mecliste toplanıp da Allah’ı zikretmeyip bana salat getirmezseler kıyamet günü onlar ziyan içinde olacaklardır”(Tirmizi,Da’avat,8) hadîsi de salavatın faziletini ortaya koymaktadır.

Bu noktada günümüzde salavatı farklı değerlendirenlere de temas etmek faydalı olacaktır. Salât kelimesi çok çeşitli anlamlara gelmektedir. Dua, namaz, yardım ve destek bu anlamlardan bir kaçıdır. Kur’an’ı anlamak için biraz tefsir ilminden de haberdar olmak gerekiyor. Kur’an’da bir kelime bazen çok çeşitli anlamlara gelebilir. Siz bağlamına göre o kelimeye anlam vermelisiniz.Ayrıca Allah Resûlü’nün o kelimeye yüklediği anlamı da bilmelisiniz. Salata “dua’’ anlamı verip namazı terk etmek isteyen türediler de olmuştur. Günümüzde özellikle salâtın yardım, destek anlamında olduğunu, dolayısıyla salavâtın bir takım lafızları tekrar etmek, dille söylemek anlamına gelmediğini; bir de selâmın “güvenliği sağlamak” manasına geldiğini söyleyenler vardır. Böyle düşünenler Ahzap Sûresi 56. ayetini de buna göre çevirmişlerdir. Bu meal şöyledir:

“Şüphesiz Allah ve melekleri Peygamberi destekliyorlar/ ona yardım edi­yorlar/ onun için gerekeni yapıyorlar. Ey mü’minler! Siz de ona destek olun ona yardım edin/onun için gerekeni yapın ve onun güvenliğini tam bir güvenlikle sağlayınız!”

Böyle yorum yapanlar şüphesiz iyi niyetle Hz. Peygamber’e gerçekten salât etmenin onun mesajını yaşamak olduğunu söylemektedir. Ancak Hz. Peygamber’in sünnetini gerçek anlamda yaşamak mezkûr ayeti o şekilde çevir­mekle mi mümkün olacaktır? Bir mü’minin o ayeti hem dua manasında alıp salavâtı lafızlarıyla tekrar etmesi hem de sünneti bütüncül olarak yaşaması müm­kün değil midir? Ya da şöyle soralım: Salât kelimesinin içinde hem dua hem yardım anlamını birlikte düşünmek daha isabetli olmaz mı? Dua etmek yardım etmeyi dışlar mı? Hayır, ama sadece yardım etme manası verirseniz dua etmeyi dışlarsınız. Şimdi hangisi daha bütüncül? Duanın içinde muhakkak sünneti ya­şamaya karşı da bir özlem ve bir kararlılık vardır. Bugün salâtı sadece dilleriyle yapıp İslam’dan uzak yaşayanları bir tarafa koyalım. Hem salâtı dille telaffuz edip hem de sünneti yaşayarak Resûlullah’ı yaşatanları esas almak gerekir. Böyle bir anlayışı ve yaşayışı esas alırsak salâtı sadece yardım etmeye indirgemek doğru olur mu? Ki, ayete böyle bir mana verilmesi durumunda mananın tarihsel kılı­nacağı da akıldan çıkarılmamalıdır. Zira öyle anlaşılıyor ki, ona yardım onunla birlikte olup onu korumak, onunla birlikte savaşmak vs. anlamına gelmektedir. Böyle bir mana ayeti tarihsel kılar. Bu çelişki görüldüğü için Hz. Peygamber’e destek olmak bugün onun mesajını yaşamak vs. şeklinde yorumlanmıştır.

Bu söylediğimi bir başka hadîsle izah etmeye çalışayım. Zira şeklen ben­zer özellikler göstermektedir. Allah Resûlü şöyle buyurur: “Allah’ın 99 ismi var­dır. Kim bunları (ezbere) sayarsa cennete girer.”(Buhari,Da’Avat,68) Burada Allah’ın isimlerininsayılarak, ezberlenerek tekrar edilmesi halinde cennet müjdesi vardır. Peki bu sayma sırf bir telaffuz mudur? Oturalım, esma-ı hüsnayı sayalım veya ezberden okuyalım. Sırf bu eylemimiz bizi maksada ulaştırır mı? Allah Resûlü’nün maksa­dı bu muydu? Elbette sırf onları saymanın bile fazileti vardır. Zira başka bir şeyi değil, Allah’ın isimlerini sayıp tekrar ediyorsunuz. Fakat Allah Resûlu esasen on­ların sayılması yoluyla içselleştirilmesini, o isimlere bezenmeye çalışılmasını, on­ların her birini kabiliyetimiz oranında hayatımıza aktarmamızı, hayatımızı esma-ı hüsnaya göre inşa etmemizi kastediyor ve istiyordu.

Tersinden söylersek, o ki, Hz. Peygamber’in maksadı buydu, o halde onları telaffuz etmeye, ezberleyerek öğrenmeye gerek olmadığını söyleyebilir miyiz, daha doğrusu böyle söylemeye gerek var mıdır? Bize göre buna gerek yoktur. Zira onları saymak, ezberlemek, onları yaşamaya, onların gereğine göre hareket etmeye mani değildir. Hem on­ları ezberler, sayarız hem de Allah’ın isimlerini ahlak haline getiririz. Ama sadece onları yaşamayı, ahlak haline getirmeyi, başka bir şeye gerek olmadığını id­dia edersek, onların ezberlenmesini, okunmasını, sürekli tekrar edilip zihinlerin canlı ve dipdiri tutulmasını dışlamış oluruz. İşte buna gerek var mıdır? Aynen burada olduğu gibi salât olayında da mesele budur. Doğrudur, sırf telaffuzla yetinmemek gerekir, sünneti yaşamak, çağa taşımak lazımdır.

Ancak bunun için salâtın içinden dua manasını, belirli lafızları tekrar etmek suretiyle bir nebze de olsa Resûlullah’ı hatırlama ameliyesini çıkarıp atmanın kime ne faydası vardır? Her iki ameliyeyi, hem lafızları tekrar ederek Resûlullah’ı hatırlamayı, ona dua etmeyi, insanların efendisini methetmeyi hem de ona dua edip onu hatırlamak suretiyle diğer sünnetlerini de aklımıza getirmeyi, ardından hayatımıza ve gön­lümüze yerleştirmeyi birlikte düşünmek daha isabetli bir yol değil midir?

Yavuz Köktaş-Günümüz Hadis Tartışmaları
Devamını Oku »

Peygamberimizin (a.s)'ın ''siz, dünyanızın işini daha iyi bilirsiniz''Sözünün Değerlendirilmesi

Peygamberimizin (a.s)'ın ''siz, dünyanızın işini daha iyi bilirsiniz'' Sözünün Değerlendirilmesi

“Hz. Peygamber (s.a.v.) Medine’ye geldiğinde ziraatçıların, erkek hurma dallarını dişiler üzerine asarak tozlaştırma yaptıklarını görmüş ve ne yaptıklarını sormuştu, ‘öteden beri bunu yapıyorduk’ dediler, ‘umarım ki, siz bunu yapmaz­sanız daha iyi olur’ buyurdu, onlar da tozlaştırma yapmayı terkettiler, bu yüz­den hurmalar olgunlaşmadan döküldü ve eksik oldu, durumu Allah Resûlü’ne (s.a.v.) ilettiler, şöyle buyurdu: ‘Ben ancak bir beşerim, size dininize ait bir şey emredersem bunu uygulayın, size şahsî görüşten bir şey söylersem ben ancak bir beşerim’, bir başka rivâyette ‘...siz, dünyanızın işini daha iyi bilirsiniz.”(Müslim,Fedaid,140-141;İbn Mace,Ruhun,15)

Bu hadîsin “din, siyaset gibi, ekonomi gibi dünya işlerine karışmaz” şeklinde an­laşılması isabetli değildir. Din, siyaset, ekonomi gibi konularda genel ilkelerini ortaya koymuştur. Her şeyi her zaman için geçerli olacak şekilde dizayn eden bir yapıyı benimsememiştir. Bu genel ilkelere uyulur. Bunun dışında detay sayı­labilecek konuları insanların akıllarına ve örflerine bırakmıştır.

Hayrettin Karaman’a göre bu hadîs, bir yandan Allah Resûlü’nün bütün davranışlarının vahye dayanmadığını ortaya koyarken, diğer yandan bağlayı­cı olan ve olmayan davranışlarını birbirinden ayırma konusunda bir ölçü degetirmektedir: “Dine ait olan bağlayıcı, dünyaya ait olan bağlayıcı değil.” Hz. Peygamber’in (s.a.v.) özellik ve selâhiyetlerini açıklayan âyet ve hadîsler ile sahâbe uygulaması birlikte değerlendirilince “dünyaya ait söz ve davranışlarını” da ikiye ayırmak gerekmektedir.

a-Müsbet ilimlerin, teknik ve teknolojinin araştırma, çözme ve geliştirme sahasına giren konular.

b-İnsanların ferd ve toplum halinde eğitilip yönetilme ve yönlendirilme sahasına giren konular. Bunlardan birincisi hadîste kastedilen “dünya işleriniz” sahasıdır ve bu konularda Allah Resûlü’nün (s.a.v.) söyledikleri genellikle şahsî tecrübe ve düşüncesine dayanır, bağlayıcı değildir. İkincisi siyaset, hukuk, eko­nomi, sosyal kurumlar, eğitim... ile ilgili sahadır; Allah Resûlü’nün (s.a.v.) bu sahaya giren söz ve davranışları genellikle dine dahildir ve bağlayıcıdır (çünkü ya vahye dayanmakta, yahut da -içtihada dayansa bile- vahyin sözlü veya sükût şeklinde tasdikinden geçmiş bulunmaktadır). Bu konulara ait bulunduğu halde bağlayıcı olmayan davranışları da vardır.

Şah Veliyyullah da Resûlullah’ın davranışlarını bağlayıcılık açısından ikiye ayırır:

1. Risalet görevini tebliğ kabilinden olan sünnet

2. Risalet görevini tebliğ kabilinden olmayan sünnet, ikinci kısmı izah ederken Resûlullah’m beşer oluşu­na vurgu yapan Şah Veliyyullah hurma aşılama hadîsini de delil olarak kullanır. Ardından bu kısma şu tür hadîslerin girdiğini belirtir:

1. Tıbla ilgili hadîsler.

2. İbadet niyeti olmaksızın âdet kabilinden, bir kasıt bulundurmaksızın gelişi güzel yaptığı tasarruflar.

3. Folklor kabilinden olup kavminin anlatageldikleri şeyleri
zikretmesi. Ümmü Zer hadîsi gibi (Buhari,Nikah,82)4. O güne has bazı cüzî maslahatın kasdına yönelik olan, ümmetin tamamı için bağlayıcı olmayan sünnet. Devlet başkanı sıfatıyla yaptığı tasarrufları gibi. (Bk. Huccetullahi’l-bâliğa, İstanbul, 1994, s. 471-472.)

Karadavî, bu meseleyi “Hadîslerin varid olduğu şartları çok iyi bilmek.” ilkesi çerçevesinde değerlendirmiştir. Ona göre herkes tarafından açıkça bilinen bir husustur ki âlimlerimiz, Kur’an’ın iyice anlaşılmasına yardımcı olan esaslar­dan birinin de nüzûl (ayetlerin iniş) sebeplerini bilmek olduğunu zikretmişlerdir. Ta ki Haricîler ve diğer bazı insanların düşmüş oldukları hatalara düşülmesin! Nitekim onlar, müşrikler hakkında inen ayetleri alıp, onları Müslümanlara tat­bik ettiler. Bunun içindir ki İbn Ömer, Allah’ın kitabının inmiş olduğu hususları değiştirmeleri sebebiyle onları yaratıkların en şerlisi olarak görmektedir. Bunun misali; İktisadî, siyasî ve sosyal alanlarda Şeriat’ın hükümlerinden kaçmak için bazı insanların dayanmış oldukları “Siz dünyanızın işlerini daha iyi bilirsiniz ” hadîsidir. Çünkü -onların iddia ettikleri gibi- bu alanlar, bizim dünyamızın işlerindendir ve biz onları daha iyi biliyoruz.

Zaten Resûlullah onları bize bırakmıştır! Acaba hadîs-i şerifin kastettiği bu mudur? Asla! Çünkü insanlar için adalet kural ve ölçülerini koymak, dünyadaki haklar ve görevler ile ilgili esasları bildir­mek, Allah’ın, Resûlleri gönderme sebeplerindendir. Ta ki ölçüleri karıştırmasın ve onlar sebebiyle yollar ayrılmasın. Bundan dolayı, alış-veriş muamelelerini, ortaklık, rehin, kira, borç vb. işleri düzenleyen Kitap ve sünnet nassları gelmiş­tir. Nitekim Allah’ın Kitabındaki en uzun ayet “borçların” düzenli bir şekilde yazılması hakkında inen şu ayettir: “Ey inananlar! Birbirinize belirli bir süre için borçlandığınız zaman onu yazınız, içinizden bir katip doğru olarak yazsın.” (Bakara, 282) “Siz dünyanızın işlerini daha iyi bilirsiniz.” hadîsini, onun vürud sebebi açıklamaktadır.

Bu ise hurmaları aşılama kıssasında Hz. Peygamber’in onlara aşılama hakkında, zanna dayanan görüşüyle işaret etmesidir. 0, zira­at erbabından değildir, ziraat olmayan bir vadide yetişmiştir. Ensar ise, bunu vahiy veya dinî bir emir sanmış ve aşılamayı terk etmiştir. Meyveler üzerinde bunun kötü tesiri olunca şöyle buyurmuştur: “Ben ancak zannım ile (daha iyi olacağını) sandım. Dolayısıyla beni zannım sebebiyle eleştirmeyin...” Sonunda da “Siz dünyanızın işlerini daha iyi bilirsiniz.” buyurmuştur. İşte hadîs böyle bir durumda söylenmiştir.(Sünneti Anlamada Yöntem,İstanbul,2009,syf;141)

Yavuz Köktaş-Günümüz Hadis Tartışmaları
Devamını Oku »

“Dinini değiştireni öldürünüz'' Hadisinin Değerlendirilmesi

“Dinini değiştireni öldürünüz'' Hadisinin Değerlendirilmesi

“Dinini değiştireni öldürünüz.” (Malik, Muvatta, Akdiye, 15; Tirmizî, Diyât, 10)Heysemî, burada Ebu Hureyre’den nakledilen hadîsin isnadının hasen; Hz. Aişe’den nakledilen hadîsin isnadının ise zayıf olduğunu kaydetmiştir. (Bk. Mecmeu’z-zevâid, Beyrut, ts. VI, 261; Hakim en-Neysaburî, el-Müstedrek, II, 620 Hakim, burada İbn Abbas’tan nakledilen rivayetin Buharî şartına göre sahih olduğunu belirtmiş, Zehebî de ona muvafakat etmiştir.)

İlk bakışta bu hadisin “Dinde zorlama yoktur” ilkesine aykırı olduğu op rülmektedir. Acaba bu hadiste ne kasedilmektedir? Sırf beğenmediği, aklın yatmadığı için İslam’dan çıkmayı isteyip köşesine çekilenlere bu irtidat ce zası uygulanacak mıdır? Yoksa bu ceza İslam’dan çıkmayı siyasî bir hesap ile yapıp mevcut meşru yönetime karşı organize işlere bulaşanlara mı; yahut bir komplo olarak İslam’dan çıkmayı hatta tekrar girip tekrar çıkmayı ayette belirtildiği gibi müslümanların imanını zaafa uğratmak gayesiyle yapanlara mı uygulanacaktır?

Ayrıca “Dinini değiştireni öldürünüz” hadîsi “Müslüman bir kimsenin kanı ancak üç şeyden dolayı helal olur: Evli iken zinadan, adam öldürmekten ve dinini terkedip cemaatten ayrılandan”(Buhari,Diyat,6) hadîsiyle birlikte düşünülmelidir. Dikkat edilirse burada sırf din değiştirmeye değil, cemaatten ayrılmaya vurgu yapılması dikkat çekicidir. Cemaat olgusu ise burada sırf dinî bir olgu değildir. Sosyal ve siyasî bir olgudur. İslam toplumunu, İslam toplumunun birliğini ve bütünlüğünü ifade etmektedir. Dolayısıyla sırf öyle inandığı için, kendi kö­şesine çekilip organize işler içine girilmediği müddetçe din değiştirene irtidat hükmü uygulanmaz.

Bu konuyu ele alan Ahmed Ebu Süleyman’ın yaklaşımı din değiştirme me­selesinin zaman-mekan boyutunu açıklar mahiyettedir. Şöyle der: “İrtidat konu­sunun zaman-mekan unsuru, bazı yahudi grupların irtidat taktiğini (yani önce müslüman olmuş görünüp sonra onu topluca terketme) kullanarak genç müs- lüman cemaat arasında anarşi ve zihin karışıklığına sebep olmayı amaçladıklan bir komployla ilgilidir. Bu komplo ile umulan sonuçların Kur’an’da anlatıldığı ayetler kayda değerdir: ‘Kitap ehlinden bazıları şöyle dedi: İnananlara indirilene günün başında inanın. Sonunda inkar edin ki, belki dönerler...’. (Al-i İmran, 72) İrtidat konusunda ilk İslâmî tavır, gördüğümüz gibi din ve vicdan özgürlüğünü değil, müslümanlaştırma siyasetini bedevi kabilelere uygulamayı ve komployu boşa çıkarmayı hedef alıyordu...

Geleneksel İslam siyasî düşüncesindeki inanç özgürlüğüne ilişkin kavram karışıklığı, Hz. Peygamber’in vahşi Arap kabileleri­ni müslümanlaştırma siyasetinin ardındaki esas sebepleri İslam düşünürlerinin anlamamalarından ortaya çıkmıştır. Bu düşünürler olayın cezaî yönünü ve Hz. Peygamber irtidatı kınadığında ilk müslümanların karsı karşıya bulundukları gü­venlik ihtiyacını farkedememişlerdir... İlk halife Hz. Ebu Bekir’e karşı başlatılan irtidat savaşının bir din ve vicdan özgürlüğü uygulaması ile alakası yoktu. Olay

kısıtlamalar getiren siyasi ve sosyal otoriteye karsı her zamanki bedevi tepkisin­den ibaretti. Bu, Hz. Ebu Bekir hükümetine zekat ödemeyerek Arabistan’ın yeni merkezî siyasî otoritesine karşı bir ayaklanmaydı.”

Yavuz Köktaş-Günümüz Hadis Tartışmaları
Devamını Oku »

Namaz ile İlgili Hadisler ve Değerlendirmesi

Çocuklara Namaz ile İlgili Bir Hadis ve Değerlendirmesi


1- “Çocuklarınızı yedi yaşında namaza alıştırın. On yaşına geldiklerinde (kılmıyorlarsa) onları dövün!” Tirmizî,(Salat,183) Ebu Davud(Salat,26) ve Hâkim nakletmiştir.

Günümüzde zayıf olduğunu söyleyenler vardır. Tirmizî, hasen-sahih olduğunu belirtir. Nevevî, Hulasatu’l-ahkârrida Ebu Davud hadîsinin de hasen olduğunu ifade eder. Manasında yadırganacak bir husus yoktur. Her zaman her halde her çocuk için geçerli bir kural olmasa gerektir. Yeri geldiğinde uygulanması gereken bir çözüme işaret ediyor gibidir. “Dövün”den maksat “ne yapayım, ne edeyim de çocuğumu döveyim” halet-i nahiyesiyle arzulu bir şekilde çocuklara vurmak değildir. “Dövebilirsiniz” anlamındadır ki, sadece bir cevazdır ve işe yarayacak­sa kullanılabilecek bir yöntemdir. Cezalandırma eğitimde bir metottur. Cezalan­dırma çeşitli şekillerde olabilir. Bazen hafif dövmeler şeklinde de gerçekleşebilir. Bugün eğitimde maddi cezanın kalkması hadîsin reddinin gerekçesi olamaz. Bu­nun kalkmasının ne kadar iyi ne kadar kötü olduğu da ayrıca tartışılmalıdır. Bir de bu metot bugün kalkar yarın tekrar uygulanabilir. Zira ortada insan denilen bir meçhul var. Bunun yanında çağın geldiği her nokta İslam tarafından kabul edilecek de değildir. Bugün idam cezası kalkmıştır. O halde biz de “İslam’da kısas yoktur” demeyeceğiz her halde!

Olaya bir de şöyle bakalım: Çocuğunuza yedi yaşında teşvik ve uyarılara başlıyorsunuz. Tam üç sene buna devam ediyorsunuz. On yaşına gelinceye ka­dar hiçbir cezalandırma yöntemine başvuramıyorsunuz. Bu noktanın önemli olduğunu düşünüyorum. Hadîsi ilk okuyunca sanki bir dedin iki dedin olmadı hadi bakalım dayak,şeklinde anlaşılıyor ki, oldukça yanlıştır. Dikkat edilirse üç sene dövme cezası uygulayamıyorsunuz.Bir anlamda Peygamberimiz toplumda çocukları dövme eğilimde olan ebeveynleri engellemiş oluyor. Onların sabırlı ol­malarını istiyor, onlara sabır eğitimi yaptırıyor. Ama vakıa bunun aksi olabilir. Ebeveynler bunu hakkıyla yerine getiremiyebilir. Bu da hadîsin suçu değildir elbette. Devam edelim.. On yaşına kadar belki de her namaz için çocuğu uyarı- yorsunuz. Yani binlerce kez çocuğa “oğlum/kızım, namaz!” demiş oluyorsunuz. Biz bir iş için birine üç kere “şu iş!” diye hatırlatsak ve o da gerçekleşmezse ne yaparız acaba? İşte binlerce kez söylenmesi üzerine bir cevaza kapı aralanıyor sadece. Bu da çok doğaldır. Olayın bir de şu boyutu vardır: Mü’min ebeveyn çocuğunu dövme heveslisi değildir, olmamalıdır. Önce kendileri iyi bir örnek olmalıdır. Sadece “ben dedim, olmadı, o halde dövebilirim” mantığıyla olaya yaklaşmamalıdır. Namaz olayının gerçekleşmesi için alt yapıyı muhakkak ha­zırlamalıdır. Bunun için elinden ne geliyorsa yapmalıdır. Bir anlamda çocuğun halet-i nahiyesiyle “baba, namaza başlayabilmem için ne yaptın ki, laftan öte!” şeklindeki mazerete sığınmasına engel olmalıdır.

--

2-Mi’raçta namaz vakitlerinin beşe indirilmesi olayı: Bu durum bazıları tarafından bir pazarlık ve iskontoculuk olarak değerlendirilmiş ve reddedilmiştir. Bu değerlendirme isabetli değildir. Bu konuda M. Ebu Şehbe’nin namaz vakit­lerinin indirilmesiyle ilgili yaptığı açıklamalar bizce tatmin edicidir:

“Bildiğim kadarıyla güvenilir hiçbir alim Hz. Peygamber’in Hz. Musa’ya müracaatının İsrailî bir desise olduğunu söylememiştir. Uygun olan bu rivaye­tin Allah’ın ve Resulunun namazları hafifletmeden önce bu ümmetin yüklenme gücü ve kudretini bilmediklerini istilzam ettiğini açıklamaya çalışmak ve buna şüphe sokmak yerine müracaatın sırrını ve hikmetini araştırmaktır. Hz. Musa’nın geçmiş insanların tecrübesine ve henüz peygamberimize meçhul olan İsrailoğullarının en şiddetli şekilde terbiye edilmesini bilip onun hafifletilmesi için yeniden Rabb’ine müracaat etmesini işaret buyurmasında ne zarar vardır! Sonra mü­racaat sebebiyle elli vakit farz namazın beş vakte indirilmesinin Allah’ın kulla­rının gücünü bilmediğine delalet edeceğini kim söylüyor? Allah şüphesiz olanı ve olacağı bilir. Bunun da bir sırrı ve hikmeti vardır.

O da Allah’ın bu ümmete rahmetini ve kolaylık getirmekle nimetini göstermesidir. Bunun hikmetlerinden birisi de hafifletme konusunda ümmeti için dilediği şefaati kabul etmekle Hz. Peygamber’in katındaki mevkiini göstermektir. Kardeşi Musa’nın istişaresine ku­lak asarak ümmetine olan şefkat ve merhametini göstermektir.” Buna ilave olarak şu söylenebilir: Allah Hz. İbrahim hakkında şöyle buyurur: “İbrahim’den korku gidip kendisine müjde gelince Lut kavmi hakkında (âdeta) bizimle mücadeleye başladı.”(Sünnet Müdaafası,1,Ankara,1990,syf;155-156) Ayette “câdele” fiili geçer, ilk bakışta bir peygamberin Allah ile nasıl mücadele ettiği akla takılabilir. Oysa biraz araştırınca Hz. İbrahim’in İnsanî yönünün devreye girdiği görülür. Çünkü Hz. İbrahim inkarcılara gelecek olan umumi azabın Lût (a.s) ile ona inananların başına da geleceğinden korkmuş, bu sebeple merhametinden bu azabın kaldırılması için ısrarla Allah’a yalvarmıştır. Dolayısıyla buradaki “mücadele” iki rakibin mücadelesi değil, Hz. İbrahim’in ısrarla duada bulunup yakarmasıdır.

Hemen ardındaki âyet Hz. İbrahim’in çok merhametli olduğuna dikkat çekiyor: “İbrahim cidden yumuşak huylu, bağn ya­nık ve kendini Allah’a vermiş biri idi.” Bir anlamda Allah onun Lut ve kavmine acıdığını, bunun merhametli karakterinden kaynaklandığını, ancak onun bilme­diği bir takım şeyler olduğunu vurgulamış oluyor. Netice olarak miraç olayında gerçekleşen şey Hz. Peygamber’in bazı şeyleri bir insan olarak bilememesi ve bir diğer peygamberin tecrübesinden yararlanması meselesidir. Burada “böyle bir olaya ne gerek vardı, Allah namazın beş vakit olduğunu emreder, mesele kal­mazdı” denilebilir. Ancak her bir olayın bir yönünde cilve-i rabbaninin olduğu unutulmamalıdır. Meselelere böyle bakarsak Kur’an’da geçen bazı hususları izah etmekte zorlanırız. Allah’ın Adem’in yaratılışında meleklerle istişare etmesi gibi görünen hususu anlamakta zorlanırız.

Yukarıda Hz. İbrahim örneğini anlamakta zorlanırız. Akla “İbrahim bir peygamber, Allah ona işin neticesini bildirseydi de böyle bir ısrara, âdeta mücadeleye gerek kalmasaydı” gelebilir. Ancak cilve-i rabbanî böyle tecelli etmiştir.



Yavuz Köktaş-Günümüz Hadis Tartışmaları
Devamını Oku »