Dünya Tarihinde Osmanlı İmparatorluğu



Wıllıam H. McNEILL-Chicago Üniversitesi

Osmanlı imparatorluğu, Batı Avrupa ve Birleşik Amerika’da önemli oranda kötü tanıtıldı; hatta şimdi bile, İmparatorluğun ölümünün üzerinden elli yıldan fazla bir zaman geçtiği halde, Osmanlı tarihi ile ilgilenen tarihçilerin sayısı, ona yakın önemi haiz bir Avrupa devletinin görebileceği ilgiden çok daha geride kalmıştır. Bunun sebeplerini kolayca anlayabiliyoruz. Osmanlı gücünün yayıldığı asırlarda, korkunç Türk, Hıristiyan Avrupa’nın tamamı tarafından öcü olarak resmedilmişti. İlerleyen Müslüman dalgasını hayal etmek, hemen hemen bütün Hıristiyan zihinlerde şiddetli korkulara ve dinî dehşete yol açıyordu. Müslüman zaferlerini “Hıristiyanlığın apaçık günahlarına karşı Tanrı tarafından tayin edilmiş bir ceza” olarak görmek, Osmanlı zaferlerinin uyandırdığı dehşeti hiçbir şekilde hafifletmiyordu.

Hayli derinlerde yerleşmiş bulunan bu dinî antipatinin kalıntı ve yansımaları günümüze de aksetmekte ve bilim adamlarının Osmanlı gerçeği hakkı*ndaki görüşlerini deforme etmeye devam etmektedir. Tanrıyı uluslararası savaş ve diplomasiden sorumlu tutan bir görüşü bilinçli ve kasıtlı bir biçimde benimsemeyenler arasında bile durum farklı değildir. Dinî antipatilerin en güçlü şekilde varlığını devam ettirdiği yer, Balkan halklarının bizzat kendileri olmuştur; 19, yüzyılda gelişen milliyetçilikleri, onların eski dinî husumetlerine yeni bir ifade zemini hazırlamıştır. Batı Avrupa’da, ve ondan uyarlanmak suretiyle Amerika Birle­şik Devletler’inde ise, eski dinî antipatilerin kılık değiştirmesi biraz daha farklı bir şekil aldı.

Zira 19. yüzyılda Batılı bilim adamları, Avrupa tarihinin seyri için, özgürlüğün gelişimi etrafında dönecek bir vizyon hazırlamışlardı. Bu, temelde, eski Hıristiyan tarih yorumlarının sekülerleştirilmiş bir versiyonu idi. Fakat bizi şu anda ilgilendiren taraf şu: Liberal tarih yorumu, eskiden miras kalan ve Türkleri öcü olarak gösteren görüşte hemen hemen hiç­ bir değişiklik yapmamıştır. Tam tersine, 19. yüzyıl ile 20. yüzyı­lın başlarında Osmanlı yönetici sınıfının bütün dikkatini üzerine çeken Balkan halklarının siyasal bağımsızlık mücadeleleri.

Batılı liberallere, özgürlük ile tiranlık mücadelesinin pek seyrek görü­lecek netlikteki bir nümunesi olarak görünmüştür. Türklerin özgürlük ruhuna karşı çıkarak Osmalılı imparatorluğunu koruma çabaları, Batılıların, Hıristiyan düşmanı olarak Türkler hakkında işitegeldikleri kötü şeyleri doğrulamaktan başka işe yaramadı. Sonuçta, Batı Avrupa’da sekülarizmin yükselişi, her ne kadar Hı­ ristiyan toplum içindeki dogmatik ihtilâfları yumuşattıysa da, Türklerle ilgili olarak uzun zamandan beri var olan önyargıları değiştirmekte pek etkili olmadı. Küçük ama uzman bir grup teşkil eden Avrupalı Islâmiyatçılardan Osmanlı toplumu hakkında daha sempatik bir yaklaşım beklenebilirdi. Fakat yakın zamana kadar, insanın “ilk”lere karşı olan dürtüsü, onların meraklarını neredeyse bütünüyle Islâmın ilk asırlarına yöneltti.

Sonunda, Arapça metin ve belgelerde iyice uzmanlaşmış olarak, pek çok Islâmiyatçı, sadece Muhammed’in dinine karşı belirgin bir olumlu tavır takınmakla kalmadı; aynı zamanda, İslâm tarihi konusunda da Arap görüşünü benimsedi. Bu, diğer birçok şeyin yanı sıra, Islâmdaki hilâfet birliğinin sona erişini pek büyük bir felâket olarak görmek anlamına da geliyor­du. Islâmın ilk beş asrından sonra kurulan her şey -hatta Osmanlı İmparatorluğu gibi geniş ve devamlı olsa bile- ciddî bir alâkaya değmezdi; çünkü Peygamber’in meşru hilâfeti, en geç 1258’de sona ermiş bulunuyordu. Arapların Türklerle ilgili önyargıları, olayların akışıyla ilgili olarak bu şekilde dinî açıdan yapılan yorumları güçlendirdi; Islâmla ilgilenen Batılı öğrenciler de, genellikle, Arap kaynaklarının hemen hemen ittifak halinde bulundukları bu yargıyı benimsediler.

Bu ise, Osmanlı varlığının Hıristiyan geleneğinden doğduğu şeklindeki pek makbul olmayan bir görüşün esaslarıyla uyum halinde olduğu için, bu önyargılara karşı Batılı Islâmiyatçılardan açık bir tepki gelmedi. Bütün bunlar yetmez gibi, Osmanlı İmparatorluğunun zedelenmiş itibarına tekrar kavuşmasına en ziyade muhtaç durumda görünen millet -Türklerin kendisi- imparatorluğun 1921’deki nihaî çöküşüyle ortaya çıkan felâkete, bütün bunlara sırt çevirmek suretiyle tepki verdi. Yeni doğan Cumhuriyet, Mustafa Kemal Atatürk’ün ateşli liderliğinde, dikkatini Orta Asya’nın etnik kökenlerine ve Anadolu’daki ilk Türklerin tarihine yoğunlaştırmak suretiyle, daha saf bir Türk mazisi aramaya koyuldu. Çok dilli ve çok uluslu Osmanlı mazisi, 1920’lerin yeni Türk milliyetçiliği için bir cazibe taşımıyordu.

Tam tersine, Arap ve Balkan halklarıyla yüzyıllar süren ortak hayat, bu ateşli milliyetçilere göre, saf Türk kültürünü fena şekilde bulanık hale getirmişti. Onların görevi ise, Osmanlı döneminin kalan izlerini mümkün olan en geniş ölçüde yok ederek, yitirilmiş ulusal bütünlüğü tekrar ortaya çıkarmaktı. Pek tabii ki, bu, Islâmın reddini ve yakın geçmişle bütün bağların koparılmasına yönelik diğer Cumhuriyetçi çabaları içeren aşırı bir durumdu. Gerçekten de. Balkanlar ve Arap ülkeleriyle bağların koparılmasıyla oluşan yaraların zaman içinde iyileşmesinden sonra, tıpkı modern Yunanlıların çok dilli Bizans İmparatorluğunu kendilerine ait görmeleri gibi Türkler de Osmanlıyı ulusal miraslarının bir parçası olarak görmezlerse, bu garip bir şey olur.  Fakat Bizans veya Osmanlı gibi karmaşık sosyal yapıları milliyetçi bir bakış açısından ele almanın açık ve ciddî sakıncaları vardır.

Türk, Yunan, Bulgar, Sırp, Arnavut, Kürt ve Arap tarihlerini birbirinden ayırarak bir dizi sürekli ulusal tarih ortaya çıkarmaya çalışmak, her ne kadar bu konudaki ciddî çabalarla Osmanlı (veya Bizans) tarihi hakkındaki mevcut bilgilere bir hayli katkıda bulunma imkânı olsa da, kaçınılmaz bir şekilde, geçmiş­ le ilgili gerçekleri çarpıtacaktır. İşte, ilgili uluslardan herhangi birine mensubiyeti bulunmayan kimselerin Osmanlı ile ilgili çalışmalara yapabileceği katkı, bence burada yatmaktadır. Gerçi, belli bir çevrede doğan bilim adamlarının çocukluğundan itibaren miras olarak edindikleri dil ve yerel kültür seviyesine ulaşmak bir yabancı için pek güçtür. Fakat olaylara dışarıdan bakan kimsenin bağımsızlıktan gelen avantajları da vardır; o, yerel kültürün yapısında var olan birtakım duyarsızlık ve düşmanlıkları daha çocukluk çağında bir kültür olarak benimsemiş değildir.

İçeridekilerle dışarıdakiler arasındaki diyalog ve etkileşim sayesinde yerel deneyim ve dil inceliklerini yabancının şüpheciliği ve bakış açısıyla birleştirmek, etkili ve mantıkça sağlam bir bilimsel geleneği teminat altına almanın en iyi yoludur. Sanıyorum, Profesör Karpat da bu konferansı böyle bir düşünceyle düzenlemiş bulunuyor; en azından, onunla yaptı­ğımız sohbetlerde, geniş plandaki görüşlerin ayrıntılardaki uzman görüşleriyle karşı karşıya geleceğini umduğundan söz etmiş­ti. Ben ise, uzmanlıktaki eksikliğim sebebiyle, zorunlu olarak, gö­rüşlerimi geniş plandaki mülâhazalara ayıracağım. O halde, Osmanlı şartları içinde değil de, küresel şartlar altında düşünecek olursak, Osmanlı İmparatorluğu nasıl algılanmalıdır?

1402’den önce, Anadolu’daki Müslüman-Hıristiyan sınırı boyunca ortaya çıkan gazi beylikleri arasında en başarılı olanı, Osmanlı İmparatorluğuydu. Bunlardan sadece Osman’ın torunları Avrupa’ya girmeyi başarmış ve fetih alanlarını muazzam bir şe kilde genişletmişlerdi. Sonunda, Osmanlı Padişahları Anadolu’nun gazi yöneticileri arasındaki bütün rakip ve komşularını geride bırakarak fethettikleri farklı yapılardaki geniş arazilerin karmaşık problemleriyle uğraşmaya koyuldular. Bayezid’in Timurlenk tarafından esir edilişini (Ankara Savaşı, 1402) takip eden karışıklıkları bastırmaktaki başarılarının sonucu olarak da, Osmanlı İmparatorluğu yöneticileri, yeni cins bir Müslüman imparatorluk yapısını ortaya çıkaran ilk kişiler oldular.

Bu ise, İran’da Safevî ve Hindistan’da Moğol yönetimi altında daha sonra ortaya çıkan diğer iki büyük Müslüman imparatorlukla ilgi çekici benzerlikler arz ediyordu. 1520’lere gelinceye kadar, bu üç büyük imparatorluk, neredeyse bütün Islâm topraklarını paylaşmıştı. Bunların üçü de Türkçe konuşan muharip sınıfların hakimiyeti altındaydı. Teb’aları ise kültür ve dil yönünden farklı yapıda idiler. Osmanlı ve Moğol İmparatorluklarının teb’alan arasında, ayrıca, din farklılığı da vardı. Yönetenler ve yönetilenler, sadece dar bir alanda ortak değerlere ve görünüme sahipti.

Uzun vadede bu durum büyük bir zaaf ortaya çıkardı. Fakat Türk asker ve bürokratları ile Balkan ve Arap halkları arasındaki ortaklığın sınırlı alanının, 16. yüzyılda Osmanlılara, sınırlara büyük kuvvetler yığma imkâ­nı verdiğini düşünmek de mantıklı görünüyor. Çünkü fethedenle fethedilen arasındaki temas noktalarının zayıflığı nedeniyle, Osmanlı Türkleri, arkada bıraktıkları zayıf garnizonlarda ayaklanma korkusu yaşamıyorlardı. Bilmiyorum, ama aynı şey Moğol devleti için de sözkonusu olabilir. Safevîlerin ise Şiî doktrinini bütün ülkede hakim kılma çabaları, yönetenle yönetilen arasında, Osmanlı ve Moğol topraklarına kıyasla çok daha geniş bir temas alanı ortaya çıkardı. Bu da başlangıçta daha büyük sürtüş­melere yol açtıysa da, uzun vadede yöneten ve yönetilen arasında daha büyük bir dayanışmayı netice verdi. Bu üç Müslüman devlet arasındaki ilişkileri anlama konusunda iki nokta daha dikkatimi çekiyor.

Birincisi, her üç imparatorluğun da Türk yönetici sınıflarının bozkır göçebeliğinden gelen hayat tarzı ve sosyal disiplinden şu veya bu ölçüde kurtulmuş olmalarıdır. Şunda da şüphe yok ki, onların temel askerî özellikleri ve becerileri, doğrudan doğruya onların bozkır geçmişinden geliyordu; Safevî imparatorluğunda da kabile döneminden kalma emir-komuta yapıları devam ediyordu. (Öyle sanıyorum ki, Safevî kabileleri, daha doğrudan bir şekilde, evvelce bozkırlarda geleneksel bir hayat sürmüş ve geleneksel disiplinler altında yaşamış eski göçebe topluluklarına dayanıyordu.)

Bununla beraber, Safevî devletinde bile, Osmanlı ve Moğol İmparatorluklarına oranla bozkır geçmişi yüzeye daha yakın çıksa bile, dikkate alınmayan eski kabile bağlarının ciddî şekilde yıpranmış olması muhtemeldir. Bu şekilde, Safevî hareketinin ayırd edici özelliği olan hararetli bir dinî propagandistliğe zemin açılmıştır. Gerek Osmanlı, gerekse Moğol imparatorluklarında olduğu gibi geleneksel Türk bozkır davranış biçimlerindeki kırılmanın daha da ileri gittiği durumlarda ise, dinî doktrin ateşi, muharip sınıfı bununla kıyaslanabilir ölçekte insicamlı bir bü­ tünde eritecek seviyeye ulaşmadı. Fakat burada da merkezî iktidarı yasallaştıran ve sürdüren, yine dinî bir misyondu.

Osmanlı Padişahının dinî rolü Şah İsmail’in sahneye çıkışıyla bir meydan okuyuş karşısında kaldığı zaman bunun bütün Osmanlı komuta zinciri üzerinde meydana getirdiği şok, sanırım, ekseriyetle Osmanlının Hıristiyanlıkla çatışması üzerinde yoğunlaşan bilim adamlarının sandığından çok daha büyük oldu. Böyle bir iddiayı ortaya atmak için gerekli olan pek az veri ve belgeye sahip olduğumun farkında olmakla birlikte. Batının Yükselişi (The Rise oj the West) adlı kitabımda savunduğum görüş de buydu. Her ne olursa olsun, lisan yönünden yeterli uzmanlar ortaya çıkıp da belgeleri, “dinî açıdan Safevî meydan okuyuşunun Yavuz Sultan Selim ve Kanunî Sultan Süleyman için ne kadar önem taşıdığı ve büyük Padişahların Safevî doktrininden gelen ve kendi konumlan ve otoriteleri için herhangi bir ölçekte tehdit olarak algıladıkları şeye nasıl karşı koydukları” soruları ışığında ciddî bir şekilde araştırıncaya kadar bu düşünceyi, potansiyel olarak makul karşılanabilir, ilgi çekici bir hipotez olarak gördü­ğümü söyleyebilirim.

Şunu da itiraf edeyim ki, konuyu kendisiyle defalarca tartıştığım değerli meslektaşım, büyük Islâmiyatçı Marshall Hodgson’un şüpheciliğine karşı savunmak zorunda kaldığım için, bu fikir bana aynı zamanda sevimli de geliyor. Ne var ki, temel tezin, belgelendirilmiş delillere değil, peşin bir mantık yürütmeye dayanıyor. Şöyle ki: Kanuni Sultan Süleyman’ın, İmparatorluğun dinî kurumlarını düzenlerken radikal bir biçimde Sünnî geleneğinden ayrılarak şüphe uyandıracak öl­çüde Bizans’ın kilise teşkilâtlanma modeline benzer bir çizgiyi izlemiş olması başka nasıl açıklanabilir? Bir yönetici olarak meş­ruiyetine Safevîlerin kafa tutmuş olması onu derinden rahatsız etmemişse, bütün İslâmî geleneklerden böylesine radikal bir ayrılışı başka ne izah edecektir?

Bu arada, tslâmdaki Şii-Sünnî mücadelesi ile Hıristiyanlıktaki Protestan-Katolik ihtilâfları arasında görünürdeki benzerliklerin, benim simetri duyguma hitap ettiğini de itiraf etmeliyim. Hiç şüphesiz, bu tür paralellikler, özellikle şüpheci bir gözle incelenmelidir. Ancak bana öyle görünüyor ki, peşin mütalâalar Islâmın ve Hıristiyanlığın içindeki gelişmeler arasındaki paralelliği ilk bakışta göründüğünden daha az geçerli kılacak şekilde öne sürülebilir. Bu arada bütün bir medenî dünya çapında iletişimin yoğunlaşarak farklı dinî ve diğer kültür modellerini, beşeri ilişkilerin daha yoğun yaşandığı merkezlerdeki insanların dikkatlerine gittikçe artan bir şekilde sunması gibi faktörleri dikkate alıyorum. Latitudinaryanizm (geniş mezheplilik), şüphecilik ve Avrupa tarihinde Rönesans davranışları olarak adlandırmaya alışık olduğumuz şeyler, bu şartlar altında doğal olarak gelişti. Bunlar, Fatih Sultan Mehmed’in sarayında da az bulunur şeyler değildi.

Bu gevşek dinî tavırlara karşı, kültürel kuvvet alanlarının kıyılarında (Almanya’da Hıristiyanlık, Azerbaycan’da İslâm için) meydana gelen ayaklanmalar bana tesadüf gibi gelmiyor. Her iki bölge de, Roma ve İstanbul üzerinde merkezileşen ticaret ve entellektüel alışverişler açısından marjinal idi. Hem Luther, hem de Şah İsmail, atalarına bağlı (atavistic), püriten içgüdülere hitap ediyordu; bundan da ötede, her ikisi de kurtarıcı bir güce sahip, tek ve otorite sahibi bir gerçek peşindeydi. Geleneksel ve sorgulanmamış tarzları dış dünya ile yeni temaslardan rahatsız olan halklar, bence, kesinliğe, saflığa ve basitliğe tekrar dönebilmek için böyle ıztırap verici çabaları her zaman desteklemeye adaydır. Bu durumda, Safevî ve Protestan hareketi arasındaki benzerlikler tesadüfi olamaz. Bunlara karşı Roma’da ve İstanbul’da gelişen tepkiler de mukayeseli bir incelemeyi gerektirir; böylece her ikisi de diğerinin ışığında daha iyi anlaşılabilecektir.

Bu mülâhazalar, muhtemelen, tehlikeli bir biçimde ayrıntıya yaklaşıyor ve eksikliğini çektiğim bilgilerin test edilmesi gerekti­ğini neredeyse bağırarak ilân ediyor. Bu durumda benim de dünya çapında karşılaştırmalar yapmak üzere daha yüksek ve muhtemelen boş bir seviyeye geri çekilmem gerekiyor. Nitekim Osmanlı İmparatorluğu da, diğer iki kardeş İslâm devleti olan Safevî ve Moğol imparatorlukları gibi, birbirine yakın zamanlarda ve önemli ölçüde barutlu silâhların yaygınlaşması neticesinde ortaya çıkan ilk modern imparatorlukların oluşturduğu daha geniş bir sınıfın altında yer almaktadır. Bunlar, sözünü edegeldiğimiz üç Müslüman imparatorluğa ilâve olarak, Çin’deki Mançur imparatorluğu, Japonya’daki Tokugawa Şogunluğu, Rusya’daki Moskova İmparatorluğu, Amerika’daki İspanyol İmparatorluğu ve güney denizlerindeki Portekiz İmparatorluğudur.

Bu isimler, etkileyici bir liste oluşturuyor. Avrupa’nın kuzeybatı ucundaki bir küçük bölüm dışında kalan bütün uygar dünya, topun yayılmasına ve bunu müteakiben etkili küçük silâhların geliştirilmesine, daha önce alışılmadık ölçekte büyük devlet- 64 1er halinde birleşmek suretiyle tepki verdi. Sebepleri de uzakta aramak gerekmiyor. Top çok pahalıydı; nispeten varlıklı yöneticiler bunu karşılayabiliyordu. Fakat topun elde edilmesi de şu mânâya geliyordu: Varlıklı ve güçlü bir yönetici, topu savaş mahalline nakledip de ateşe hazır hale geldiğinde, en sağlam bir kaleyi bile birkaç saat içinde yıkabiliyordu.

Topun nakli ve hazır hale getirilmesi, muhasara edilen kalenin top parkurundan uzaklığına ve hangi deniz yahut kara vasıtasıyla nakledilmesine imkân bulunduğuna bağlı olarak haftalar veya aylar alabiliyordu. Ancak böyle karşılaşmalarda birkaç ay bile uzun sayılmazdı; çünkü taş duvarlar karşısında topun ezici bir gücü vardı. Yerel savunmayı yarma konusunda kesin bir gücün ortaya çıkması, her cinsten mahallî hükümetler ile yeni silâhlar üzerinde kontrolü elde eden bir avuç güçlü yönetici arasında çağlardan beri süregelen iktidar ilişkilerini bir anda tersine çevirdi. Yeni ortaya çıkan imparatorluk yapılarından her biri kendilerine has özellikler taşıyordu. Bunlar eski hantal kuşatma silâhlarından, çeşitli teknik mükemmellikler ve üstünlükler sergileyen, daha rahat nakledilebilir meydan silâhlarına geçmişlerdi. Bir süre için Osmanlı İmparatorluğu her iki alanda da öncülüğü elinde tuttu.

Çin, Moskova ve İspanya imparatorlukları da meydanlarda ateşli silâhların kullanımına geçmekte atak davrandılar. Japonlar ve Moğollar gibi daha az korkutucu düşmanlarla karşı karşıya bulunan imparatorluklar ise bu konuda geri kalmayı göze alabilirlerdi; nitekim öyle yaptılar. Bu iki vak’ada, fevkalâde gelişmiş şövalyelik yasalarının cazibesi de büyük rol oynuyordu. Safevî İmparatorluğunun bu tayf içinde nereye düştüğü konusunda tahminde bulunmama imkân verecek askerî tarih bilgisinden mahrum bulunuyorum. Gerçi onun da ateşli silâhların bütün gelişme aşamalarında geri kaldığı şeklinde bir izlenimim var; ama bunun nedeni hakkında tahminde bulunmaya teşebbüs etmeyeceğim. Barut devriminden, dünyayı sarsan iki sonuç doğdu. Birincisi, hepimizin iyi bildiği gibi, şaşılacak kadar kısa bir zamanda, dünya okyanusları Avrupa gemilerine açıldı. Amerika keşfedildi; ona boyun eğdirme işini de Ispanyollar üstlendi.

Bütün dünyanın sahilleri, insanlığın kaydadeğer hiçbir bölümünün uzun zaman muaf kalamayacağı, en karmaşık cinsten ve hayatî önem taşıyan kültürel etkileşimlere sahne olmaya başladı. Bunun Osmanlı İmparatorluğuna bir yararı olmadı. Portekizliler, Afrika’yı dolaşmak suretiyle Osmanlı topraklarını by-pass ederek baharat ticareti için yeni bir yol açtılar. Fakat bunun kendi başına fazla önemi yoktu. Nitekim eski baharat rotaları, alışılmış trafiğin büyük kısmını taşımaya yine bir süre devam etti. En azından 16. yüzyılda, Süveyş veya İran Körfezinden geçen rotalar, Afrika çevresini dolaşan uzun ve tehlikeli yolculuktan daha ucuza geliyordu. Hatta, Afrika çevresinden dolaşan bu yolun uzunluğu yüzünden aracılar, bu yol üzerinden fazla bir komisyon almaya çekiniyorlardı. Barut devriminin ortaya çıkardığı dünya çapındaki ikinci de­ğişiklik, Osmanlı İmparatorluğu için daha büyük önem taşıyordu. Bununla, Avrasya bozkırlarından gelen göçebelerin, uygar komşuların silâhlı birlikleri tarafından uysallaştırılmasını kastediyorum.

Eğitilmiş profesyonel askerlerin ellerindeki silâhlar, bozkır atlılarının en şiddetli hücumlarını püskürtebiliyordu. Ateşli silâhlarla donatılmış orduların merkezî yönetimi, uzaklarda garnizon noktaları kurulmasına ve göçebe saldırılarının daha başlamadan kontrol altına alınmasına imkân veriyordu. Bu imkân kavranır kavranmaz, kırsal kesimlere doğru hızlı bir yayılma mümkün hale geldi; böylece kırsal bölgeler birbiri ardınca uzaktaki bir imparatorluk merkezine bağlanabiliyordu. Batıda Macaristan’dan doğuda Mançurya’ya kadar Avrasya bozkırlarındaki geleneksel kabile hayatı, böylesine baskılar altında gittikçe zayıflayarak çöktü. Uygarlığın ilerleyişi büyük ölçüde 1650’de rayına girmişti; bir asır sonra ise ana batlarıyla tamamlanmış oldu.

Avrupa’nın Bozkır Cephesi (Europe’s Step Frontier) adlı küçük kitabımda, Avrasya bozkırlarının batı kesimine bitişik bu üç imparatorluktan üçünün de bu ilerlemede rol aldığını savunmuştum; Habsburglar Macaristan’ı ilhak etmiş, Osmanlılar Romanya’yı idareleri altına almış, Ruslar ise Ukrayna ile beraber, daha da do­ğudaki geniş bir arazi şeridini topraklarına katmıştı. Bu şekildeki bir bozkır dağılımı, Avrupah rakiplerine karşı Rusları açık bir şekilde avantajlı kılıyordu. (Bu arada, Uzakdoğu ve Orta Asya’da bozkırları kazanan ise Çinliler olmuştu. Bunlar da Rusları hemen tamamıyla kuzeyin ormanlık bölgelerine sıkıştırdılar.) Batıda barut devriminin başlıca galibi olarak beliren ise Ruslardı. Osmanlı ve Safevî İmparatorlukları ile Orta Asya’daki daha küçük Islâm devletleri, çok gerilerde kalmıştı. 1475’te Fatih Sultan Mehmed Karadeniz’i bir Osmanlı gölü haline getirdiğinde, bu sonuç kestirilebilir olmaktan uzaktı.

Islâm, uzun zamandan beri bozkırların batı ve orta kesimlerinde hakim inanç olarak yerleşmişti ve bu bölgelerde Türkçe konuşan halklar hüküm sürüyordu. Buna rağmen, Osmanlı ve Safevî kuvvetleri bu avantajlardan yararlanamadılar ve Rusların hakimiyeti ele geçirmelerine meydan verdiler. Bu İslâm imparatorluklarının modern çağın başlangıcındaki jeopolitik başarısızlıkları, hiç şüphesiz, burada yatmaktadır. Astrahan ve Kazan, Buhara ve Semerkand hanlıkları bir yana dursun, İstanbul ile Kırım Tatarları arasındaki ilişkilerin dikkatli bir şekilde incelenmesi bile, dünya dengelerindeki bu değişim esnasında Türklerin kütlesel gerileyişinin sebeplerinden bir kısmını açığa çıkarabilir.

Ateşli silâhlara erişim ve profesyonel silâhlı gücün merkezî bürokratik yönetimi, açıkça bozkırlar üzerinde hakimiyet kurma yarışındaki kilit faktörleri teşkil ediyordu. Belki de Türklerin başlıca dezavantajı, okçuluk becerilerinde çok derinleşmiş olmaları ve hayat tarzlarının kabile bağımsızlığına çok yakından bağlı olmasıydı. Öyle ki, yeni savaş ve siyaset prensipleri, Türk toplumunun her kademesinde işi akim bırakan bir direnişle karşılaşı­yordu. Yahut asıl zaaf, daha ziyade, yeni silâhların malzeme kaynakları arasında ticaret ve zenaatin mühimsenmeyişinde yatıyordu.

Eğer durum böyleyse, bu davranışların kökeni (öyle sanıyorum) bozkır hayatından miras kalan değerlere kadar uzanabilir. Çünkü bozkır hayatında Türk savaşçıları, atlıları ve okçularının geleneksel bir heybeti vardı; bu da yeni ateşli silâhların gerektirdiği hassas bir ticaret ve zenaat zeminine dayanmıyordu. Bu konuyu bitirmeden önce şuna da işaret etmem gerekir ki, teknolojik olarak baruta geçiş ile orduların bürokratik kontrolü atbaşı giden iki hadisedir. Kargıcılar, okçular, kılıç sallayanlar merkezî cephane ve malzeme depolarından nispeten bağımsız olabilirler. Top ve tüfek kullananların ise sürekli olarak gülle ve mermi takviyesi yapılmadığı takdirde, silâhları işe yaramaz hale gelecektir. Gerek gülle, gerekse mermi yapımı pek çok arazide bulunması pek güç olan malzemeyi gerektirdiği ve askerlerin kendisi tarafından da üretilemediği için bu silâhlarla donatılmış askerlerin cephane akışını kontrol edenlere çok daha yakından bağımlı olacağı tabiîdir.

İşte burada, merkezî iktidarı temsil edenler için merkezden yüzlerce yahut binlerce kilometre uzakta konuşlandırılmış askerler üzerinde bile etkili bir günlük denetim uygulamak için muhteşem bir fırsat doğmaktadır. Yerel ayaklanmalar yahut itaatsizlikler, ancak eldeki barut ve gülle bitinceye kadar sürebilir; eldeki cephanenin ise yerel komutanlara veya belirli garnizonlara başarılı bir ayaklanma fırsatı vermeyecek ölçü­de tutulması ise zor değildir. Bunun sonucu ise bugün anladığı­mız şekilde -ama o zamanın standartlarına göre uzak bürokratik komutlara olağanüstü ölçüde itaatkâr- ordulardır.

Tekrar belirteyim, Osmanlı tarihinin gerçekleri hakkında hakikaten çok az şey biliyorum; fakat yeniçerilerin daha sonraki yozlaşmış dönemleri hakkında okuduklarımdan çıkardığım sonuç şu ki, Osmanlı yönetimi, gittikçe korkutucu bir hal alan profesyonel askerî sınıfı kontrol altına alacak bu mekanizmayı kendi lehine çevirememiştir. Yeniçerilerin kendi silâhlarını İstanbul çarşılarından satın alarak silâhlandıkları ve (muhtemelen diğer askerî malzemenin yanı sıra barut ve güllenin de çoğunu imal eden) başkent 68 esnafı ile içli dışlı oldukları doğru ise Avrupa ve Çin ordularını etkili bir şekilde emri altında tutan bürokratik kontrolün Osmanlıda pek zayıf düşeceği tabiîdir. Durum böyle olunca da, İstanbul’u ciddî biçimde sarsan yeniçeri ayaklanmalarının müteaddit başarı­larının arkasında, son Padişahların kişisel beceriksizliklerinden başka sebepler de bulunmalıdır.

Nitekim aynı şey Rusya’da denendiğinde, Büyük Petro bu ayaklanmaları başarabiliyordu. Eğer barut devrimine karşı gösterilen tepkinin evrenselliğine dikkat çekmekte haklı isem, Kuzeybatı Avrupa’nın bu standarda niçin uymadığını da sormak gerekecektir. Gerçekten V. Charles’ın imparatorluğu Kuzeybatı Avrupa’nın birleşmesi için uygun bir zemin teşkil ediyordu; nitekim benzer imparatorluklar aynı anda dünyanın değişik yerlerinde bu şekilde ortaya çıkmaktaydı. Bununla beraber, Kuzeybatı Avrupa birliği bir yana dursun, yö­ netimin görevlerine yönelttiği bütün dikkatine rağmen, Charles elindeki atadan kalma toprakları bile hiçbir zaman bir İdarî birlik altında sağlama alamadı.

Bir asır sonra bir başka Habsburglu olan II. Ferdinand Almanya’ları Katolik reformu adı altında birleştirmek için gerçekten ciddî bir çaba harcadığında -üç çağdaş Müslüman imparatorluğun çeşitli asker gruplarını itaate getirmek için dinî hissiyattan güç alışına benzer bir çaba- o da bu konuda başarısız kalacak, ama bu sonuç ancak otuz yıl süren bir savaş felâketinden sonra anlaşılacaktı. Avrupa’da yanlış giden ne oldu da, uygar dünyanın geri kalan kısmında ortaya çıkan cinsten bir barut imparatorluğunun burada gelişmesi engellendi? Kendi soruma cevap verebileceğimden emin değilim; bu konudaki düşüncelerimi ele alarak araştırmak da bizi konumuzdan çok fazla uzaklaştıracaktır. Fakat soruyu benim yaptığım gibi ortaya koymak, başka yerlerdeki normal veya alışılmış tepkilere nispetle dünyanın bir yerini benzersiz veya olağandışı yapan şeyin ne olduğunu görmek ümidiyle kültür ve dil sınırlarının karşısından bakmak suretiyle elde edilebilecek faydalara bir nümune teşkil eder sanıyorum.

Son bir mülâhaza ile bitiriyorum. Bana öyle görünüyor ki, modern çağların başlangıcındaki barut imparatorlukları ailesinin bir nevi doğal hayat devresi vardı. Bununla şunu kastediyorum; Barut teknolojisi henüz yeni iken ve yükselen imparatorluk otoritesinin kendini yasallaştırmak için uygun gördüğü ideoloji de henüz taze iken, geniş araziler kolayca fethedilebiliyordu. Sonunda, coğrafî engeller, sosyal ve psikolojik sınırlamalar yahut malzeme sıkıntısı, bu yayılmayı durdurdu. Bazan Doğu Avrupa’da olduğu gibi, ilerleyen imparatorlukların cephelerinin birbirine yakınlaşması, yeni toprakların ilhakını engelliyordu. Bazan Amerika’daki Ispanyollar örneğinde olduğu gibi, yayılmayı sınırlayan şey, insan gücü eksikliği ve misyoner ruhunun zaafa uğramasıydı. Bazan da, Portekizliler ve (belki) Mançuryalılarda oldu­ ğu gibi, asıl kritik unsur, malzemenin imparatorluk sınırlarına nakledilmesinde karşılaşılan güçlüklerdi.

Ülkede istikrarın sağlanması, bürokratik kontrol üzerine fazladan bir yük bindiriyordu; çünkü uzaklardaki garnizonlarda yıllarca görev yapan asker ve yöneticiler, yöre halkı ile her cinsten bağ­lar geliştiriyor ve bu bağlar da merkezî otoritenin menfaatleriyle çatışabiliyor, hattâ yerel kuvvetleri, merkezden gelen emirlere uymamaya teşvik edebiliyordu. Eskisine nisbeten daha da genişlemiş imparatorluk topraklarında asayişin sağlanması da, beraberinde bir başka problemi getiriyordu; Bu durum, 17. yüzyılda bütün uygar Avrasya topraklarında birden ortaya çıkan bir nüfus patlaması­ na yol açmıştı. (Geniş bir kürtaj kampanyasıyla nüfusunu hemen hemen dengede tutan Japonya bir istisna teşkil ediyordu.)

18. yüzyılın sonlarına doğru, Asya’nın pek çok bölgesinde ve Balkanlarda da köylülerin elindeki arazilerin ekonomik olmayan bir bi­çimde bölünmesi, barut imparatorluğunun teb’ası olan halkların önemli bir bölümü arasında kritik problemler doğurmaya başladı. Bu çiftçilerin dilleri ve kültürleri yöneticilerinkinden farklı olduğu için, ayaklanmalarında sistematik hükümet karşıtı, yani milliyetçi ideolojileri benimseyebileceği, aşikârdı. Yunanlıların 1770’lerde Osmanlı imparatorluğuna karşı ayaklanması, barut devriminin uygar dünya çapında normal hale getirdiği dil, din ve kültür bakı­mından farklı devletlerde böyle hareketlerin ne kadar kolayca tahrik edilebildiğini göstermektedir.

Çin’deki köylü isyanları (1774’ten itibaren), Rusya’da Pugaçev ayaklanması (1773) ve Peru’daki yaygın İnka isyanı (1780), göz göre göre tahrik edilen ve sonraki 150 yıl boyunca Osmanlı toplumunu alt üst edecek olan Balkan karışıklığı ile yakın zamanlara denk gelmektedir. Bu ayaklanmaları tahrik eden şartların her yerde aynı olduğunu söylemek istemiyorum. Mesela Pugaçev’in ayaklanması, Rus topraklarının kalabalıklaşmasından kuvvet alan bir isyan değildi. Yine de, silâhlı kuvvetlerin bürokratik açıdan kontrolünde yaşanan yoğun sıkıntıların, gittikçe artan köylü hoşnutsuzluğunun (bazı yerlerde arazi üzerindeki nüfus baskısına bağlı olarak) ve bütün barut imparatorluklarında hazır vaziyette bulunan milliyetçi, emperyalizm karşıtı ideolojilerin, bu imparatorlukların ço­ğunu 18. yüzyılın ikinci yarısına kadar tehlikeli bir duruma soktuğunu söyleyebilirim.

Şurası da bir gerçek ki, kurulu düzenin hükümetleri sömürülmeye elverişli sınıfların zaman içinde ço­ğalmasına meydan vermiş, bu arada vergilendirmedeki bariz eşitsizlikleri düzeltmekten de âciz kalmışlardı. Sonuç olarak, üst sı­nıfların ağırlığı kronik bir biçimde artmış ve imtiyazlı sınıfları imtiyazsızlardan ayıran hat gittikçe derinleşmiştir. Tabiî ki şartlar büyük ölçüde değişiyordu. Mesela, Portekiz İmparatorluğunun Hint Okyanusundaki yerini, 17. asrın başlarından itibaren büyük ölçüde Hollanda ve İngiliz gemileri aldı. Her ne kadar Lizbon merkezli denetimde yaşanan sıkıntılar onu ciddî şekilde zayıflattıysa da, Portekiz İmparatorluğunun çökü şünde köylü ayaklanmalarının bir rolü yoktu. Diğer uçta ise Ja ponya’daki Tokugava yönetimi en azından dışarıya karşı 18. yüzyıl boyunca güvenlikte kaldı; çöktüğü zaman da bunun sebebi köylü baskısı yahut bürokratik çözülme değildi.

Osmanlı İmparatorluğunu karşılaştırdığım diğer imparatorluk yapılarını anlatırken, bunların her biri için bu ölçüde kesin olmasa da yine de esaslı değerlendirmelerin yapılması gerekir; çünkü bu farklı politikalar birbirinin tıpatıp aynısı bir yol izlememiştir. Ne olursa olsun dahilî güçlükler besbelli öylesine çoğalmıştı ki, bu iktidar sistemlerinin hepsi de kendilerini, sanayi devriminin sonucu olarak yeniden kabaran Avrupa istilasını ve bunun akabinde Avrupa’nın kuzeybatı bölgesinde mesela 1750’den sonra ger­çekleşen fikrî, teknolojik ve kurumsal ilerlemeleri savuşturamayacak kadar kötü bir durumda buldular.

Eğer sadece Osmanlı İmparatorluğunun değil, aynı zamanda büyük Asya imparatorlukları­nın da nasıl aynı anda kendilerini böylesine zayıf bir durumda ve çöküş halinde buldukları dikkate alınacak olursa, 19. yüzyıl Avrupalılarının -özellikle Ingiliz ve Fransızların- yerel direnişi kayda değer bir hızla bastırmış olmaları daha anlaşılır hale gelecektir. Mülâhazalarımdan şöyle bir netice de çıkıyor: Benim “barut imparatorlukları” adını verdiğim devletlerin kendi içlerinde, onları 19. yüzyılın ortalarına doğru Batı Avrupa’nın nüfuzuna açık hale getiren iç gelişmelerin bir tipolojisi bulunabilir. Kuzeybatı Avrupa’nın gücüne güç katması başdöndürücü olmakla birlikte, Osmanlı, Mançu, Moğol ve Japon imparatorluklarında Batı baskılarına karşı etkili direnişin 1850-60 yılları arasında, sadece on yıl içinde çöküvermiş olması, sadece Avrupa açısından değil, Asya açısından da bir açıklama gerektiriyor. Veya ben bunu öne sürmek üzereyim.

Bu ihtimalleri araştırmak için, barut imparatorluklarından her birinin Batı ile karşılaşmada geçirdiği aşamaları mukayeseli bir biçimde araştırmak gerekiyor. Osmanlı deneyimi, bence, Hind, Çin ve Amerikan İspanyolları ile gerçek paralellikler taşı­ maktadır. Bu devletlerde yönetenle yönetilen arasındaki sosyal ve psikolojik boşluğun derinleşmesi, onları Batı saldırganlığı kar­şısında ciddî şekilde zayıf düşürmüştü. Makine mamülû eşyanın, özellikle tekstil ve metal ürünlerinin rekabeti karşısında geleneksel zenaat hayatının kesintiye uğramış olması, bu üç imparatorluğun bir başka ortak özelliğiydi. Aynı şekilde, daha önce belirt­tiğim gibi, toprak üzerindeki yerel nüfus baskısının patlama noktasına getirdiği köylü hoşnutsuzluğu da bir diğer ortak noktayı teşkil ediyordu. Diğer yandan, Japonya ile Rusya, Batı Avrupa’nın başarılarına uyum sağlama konusunda değişik bir yol izledi.

Sonuç olarak, Rusların ve Osmanlıların Batıyla karşılaşmaları, kayda değer sonuçlar çıkaracak bir araştırma alanı olarak gözükmektedir. Çünkü Ruslar yalnızca Ukrayna ve Kırım’da Türklerin önüne geç­mekle kalmadı, aynı zamanda. Büyük Petro zamanında yukarı­ dan bir modernleşme devrimi gerçekleştirdi. Halbuki ondan yarım asır önce IV Murat tarafından başlatılan ve Osmanlı askerî kaynaklarını Batı Avrupa devletleri seviyesine çıkarmayı hedef alan benzer bir çaba, sürekli bir başarı elde edememişti. Osmanlıların bu başarısızlıkları, hep IV. Murat’ın haleflerinin kişilikleriyle açıklanır. Belki bu, Murat’ın 1640’taki ölümünden sonra olanları izah edebilecek yegâne gerçekçi yoldur. Fakat Bü­ yük Petro’nun idaresi altında Ortodoksluğun, Padişahların idaresi altında da Islâmm farklı rolleri -özellikle 1656 sonrasındaki Köprülü dirilişi olarak adlandırılan yıllarda- bence dikkatli bir incelemeyi gerektirmektedir.

Benim sezgim -hattâ sezgiden daha da ötesi- şu ki. Büyük Petro, Ortodoksluktaki eski inananların mezhebini süzüp çıkarmak suretiyle, kendisinin pahalı ve radikal icatları­ nın halk arasında yol açtığı hoşnutsuzluğu bin yıllık dirilişin siyasî yönden katlanılabilir kanallarına yöneltirken. Padişahlar hiçbir zaman İslâmî müesseselerle köprüleri atmamışlar, hattâ Mehmet Köprülü’nün iktidara yükseliş zamanında, aykırı derviş etkisiyle bütünleşmiş bir nevi eski gazi ruhunun yeniçeriler arasında ve di­ ğer devlet dairelerinde yayılmasına izin vermişlerdi. Eğer böyleyse, bu politika değişikliği, Osmanlı yönetimini, her zamankinden daha kuvvetli bir biçimde, insan çabasının başarı veya başarısızlı­ ğını doğrudan doğruya Tanrının esrarengiz iradesine bağlayan Tanrı-merkezli bir insan ve toplum teorisiyle eşleştirmiştir.

İnsanlar bir kere buna candan ve safçasına inandıktan sonra, askerî ya 73 hul başka çeşit bir reformu gerçekleştirmek için sadece insan çabası harcamak, pek tabii ki, saçma hale gelecektir. İlâhî lûtfu celb edebilmenin çok daha emin bir yolu, uzak ve parlak geçmişin geleneklerine mümkün olan en yüksek sadakatle dönmek olacaktır. Böyle bir fikrî duruş, Rus usûlü reformları anlamsız hale getirmişti, Bu görüş, 1656’dan sonra Osmanlı imparatorluğunda hükmettiği sürece -Köprülü’nün eski gazi ruhunu canlandırma gayretlerindeki başarılar, bu görüşün Osmanlı hükümetinin en yüksek makamlarında hakim hale gelmesi için gerekli ilk hareketi sağlamıştı- Batı Avrupa’nın debelenen Proteus’u ile temas karşısında Rusların ve Osmanlıların 18. yüzyılda verdikleri farklı tepkiler daha fazla anlaşılabilir hale gelecektir. Ondokuzuncu ve yirminci yüzyıl Osmanlı ve Türk tarihinin de mukayeseli bir inceleme ile aydınlatılabileceğine inanıyorum; fakat bugün bu alanı araştırmak için vaktim yeterli değil.

Bu sebeple, Osmanlı tarihinin tarihçiler için en verimli alanlardan birini teşkil ettiğini gözlemlemek suretiyle sözlerimi bitiriyorum. Dil ve kavram olarak yeterli birikime sahip olan herkes bir öncü olabilir. Metinlerin neşri ve hükümet yapısı ve uygulamalarıyla ilgili birinci derecedeki bilgilerin elde edilmesinden tutun, ekonomik, sosyal ve entellektüel tarihe dair geniş alanların araştırılmasına kadar yapılması gereken ve sonra da karşılaştırmalı tarih ve dünya tarihi potasına konulacak olan o kadar çok şey var ki! Bu alanda herkes için yer vardır: ister Türk olsun, ister Bulgar, Yunan veya Sırp yahut Alman, Fransız, İngiliz veya Rus -hattâ bu konferansta da geniş şekilde görüldüğü gibi, Amerikalı.

YORUM

Andrew C. Hess Tempk Üniversitesi

Profesör McNeill, tarihin en büyük imparatorluklarından biri olan Osmanlılar üzerinde çalışma yapma konusunda görülen genel isteksizliğin sebeplerinden bazılarına dikkatleri çekti. Her ne kadar dinî ve laik önyargıların Osmanlı deneyimine bakışı­mızı etkilediğine dair beyanlara tam anlamıyla katılıyor isem de, “korkunç Türk” şeklindeki yaygın stereotiplerin ötesine geçmenin, çeşitli ideolojilerin Türk tarihi üzerindeki etkilerini incelemekten daha ciddî bir problem teşkil ettiğine inanıyorum.

Norman Daniel’in ve Batıdaki İslâm imajı ile ilgili çalışma yapanların belirttikleri gibi, Avrupa sınırlarında başka ve radikal bir bi­çimde farklı bir toplumun varlığı. Batı Avrupalı liderler tarafından pek çok defalar dışarıdaki tehlikeye karşı Avrupa’nın birliğini canlandırma konusunda bir araç olarak kullanılmıştır. Bu yüzden, yüzyıllar boyunca süregelen bir şekilde Türkleri, modern sosyal psikolojinin deyimiyle, negatif referans grubu olarak gören bir düşünce tarzını aşmak için girişilecek herhangi bir te­ şebbüs, İslâm ve Hıristiyan dünyasının büyük toplumlarını zaman zaman ihtilâfa sürükleyen yapı farklılıkların tamamıyla uğ­raşmak anlamına gelecektir.

Belki bu konuda Amerikalı bilim adamları daha rahat ve bu iki farklı uygarlığın arasındaki uzun süreli savaşın neticeleriyle baş edebilecek durumdadırlar. Fakat bu iki kültür cephesi arasında bir köprü kurabilmek için bence. Amerikan bilim adamları da İslâm toplumunun tarihi ile ilgili olarak kendi bilim geleneklerini yaratmak zorundadırlar. Çalış­ma ne kadar uzmanca olursa olsun, Türklerin tarihî deneyimi diğer halkların hareketlerinden ayrı tutulduğu yahut daha esrarengiz hale getirildiği takdirde, tevarüs ettiğimiz bu güçlü ayırı­mın üstesinden gelmek için gerekli anlayış ve iletişim yerine getirilmiş olmayacaktır.

Bu gerçeğin ışığı altında. Profesör McNeill’in duyduğu rahatsızlık, büyük ölçüde Batıdan alınmış bir gelenekle eğitilmiş olanlarımız için, sınırlı dil maharetinden ziyade yaratıcı bir dürtünün işaretidir. Osmanlı tarihini içeriden inceleyen birisinin İran’daki Safevî yükselişi ile Avrupa’daki Protestan ayaklanması arasında mukayese yapılması karşısında şaşırması, bence doğaldır. Fakat kültürlerarası bir açıdan bakıldığı zaman, bu iki “dinî devrim” arasındaki benzerlik daha az rahatsız edici hale gelmektedir. Aslında hem Orta Avrupa, hem de Azerbaycan, bir cephe deneyimine imkân vermeyecek kadar Osmanlı ve Habsburg (Ispanyol) kuvvet merkezlerinden uzaktı.

Kültürel farklılıkların vurgulanması -Safevîler için İran, Protestanlar için de Orta Avrupa gelenekleri ideolojik bir içerik kazandığında âsiler ile onların imparatorluk- çu muhalifleri arasında kesin bir cephe açan bir direnişi teşvik etti. Son olarak, gerek Safevî ve Protestan kuvvetlerinin yükseli­şinde, gerekse âsiler ve onların “Ortodoks” basımları arasında yoğun savaşların ortaya çıkışında görülen bu çarpıcı paralellik, hiç şüphesiz, hem Müslüman, hem de Hıristiyan uygarlıklarını etkileyen ekonomik gelişmeler ve nüfus hareketleriyle ilgiliydi. Bu ortak unsurlara rağmen, bence en çarpıcı olan şey, bu iki “devrim” arasındaki farklılıktır. Ayrıntıya girmeden belirtecek olursak, Protestan reform hareketi. Roma Katolik Kilisesi ile Habsburg İmparatorluğunun siyasî egemenliğine karşı, yükselen orta sınıf ile Orta Avrupa aristokrasisi arasındaki ittifaktan doğ­du.

Safevî hareketi ise kabile adamları, köylüler ve İran’a tekrar siyasî bağımsızlık kazandırmak isteyen Farslaştırılmış aydınlar arasındaki ittifakın sonucuydu. Onun için, onaltıncı yüzyılın ve onyedinci yüzyıl başlangıcının Orta Avrupası bütünüyle yeni ortaya çıkmış bir sınıfla uğraşırken, Iran-Islâm toplumu, Türk kabilelerini kendi içine çekerek Fars bağımsızlığını yeniden kurmaya çalışıyordu. Bu iki “devrimin” gelişmesinde aykırı olan şey, onbirinci yüzyıl sonrası İslâm dünyası tarihini Avrupa’dan ayıran şeydi: Türk göçerlerinin Islâm kültürü bünyesine girmesi ile Avrupa’da yeni orta sınıfın kültürel liderliğinin benimsenmesi. Onaltıncı yüzyılın sonundan onsekizinci yüzyılın son çeyre­ ğine kadar Osmanlı İmparatorluğu tarihinin, askerî kurumlarm başarısızlığının incelenmesi suretiyle açıklanabileceği söylenebilir.

Yine de, bu devre içinde İmparatorluk bir şekilde kendisini savunabilmiştir. Bununla beraber, Osmanlıların Rus bozkırlarını kontrol etmekte âciz kalmaları ve onaltıncı yüzyıl askerî disiplinini sağlayamamaları, Osmanlı ordusuna karşı ağır suçlamalardır. Fakat imparatorluğun iç yapısı incelenecek olursa, Kanunî Süleyman’ın ölümü (1566) ile Küçük Kaynarca Antlaşması (1774) arasındaki dönemde Yeniçerilerin ve askerî liderlerin hareketleri biraz daha anlaşılır hale gelebilir. Osmanlı İmparatorlu­ ğu, diğer özelliklerinin yanı sıra, esas itibarıyla bir tarım devletiydi. Köylüleri yönetmek üzere düzenlenmiş kurumlarıyla, bozkır araziler, sınır muhafızlarına -Kırım Tatarları- verildi. Böylece asker yerleştirmesi pahalı ve geliri az olan arazileri elde tutmaktan kaçınılmış oluyordu.

Bunun gibi, onsekizinci yüzyıl Osmanlı ordusunun onaltıncı yüzyıldan beri imparatorluğu etkileyen sosyal değişikliklerden uzak durmasını beklemek, askerî kurumlan, bir parçasını teşkil ettikleri toplumdan soyutlamak gibi gerçekçilikten uzak bir davranış olurdu. III. Murat yönetiminin 1595’te sona erişine doğru devleti etkisi altına alan değişikliklerde imparatorluğun bütün sınıfları yer aldığına göre, bunu müteakip gözlenen devlet memurlarının “beceriksizliği” ile Yeniçeri askerlerinin “disiplinsizliği,” açık bir şekilde, daha büyük bir hadisenin bir parçasını teşkil ediyordu.

Onyedinci ve onsekizinci yüzyılla ilgili modern araştırmalardan anlaşıldığına göre, III. Murat’ın ölümünü izleyen iki asır süresince Osmanlı devleti, kendisini yayılmacı bir imparatorluktan kendisini korumayı düşünen bir muhafazakâr yönetime dönüştürmüştür. Bu dönemde Yeniçeri askerleri yayılmacı Osmanlı ordusunun kılıcı olmaktan çıkmış, onun yerine, kurulu düzenin muhafızı haline gelmişlerdir. Türk-Müslüman imparatorluğunun zayıf ve çökmekte olan hali üzerinde yürütülen hükümler, onyedinci ve onsekizinci yüzyılların bu mahiyetteki tarihini dikkate almamaktadır. Osmanlıların çöküşü ile ilgili çalışma yapanların çoğu, Batının askerî ve ekonomik alanlarda Türklere nisbeten gelişmiş olmaları üzerinde dururlar. Fakat bu bakış açısı, Osmanlı olaylarının yüzeyinden derinlere inerek IV Murat’ın niçin imparatorluğu eski konumuna getirmediğini yahut uzun çöküş yılları boyunca devletin bütünlüğünü sağlayan şeyin ne olduğunu keşfetmeye imkân vermez.

Osmanlı tarihinin derinlemesine incelenmesini engelleyen unsurlar giderildiğinde, Türk-Müslüman toplumu üzerindeki çalışmalar, hiç şüphesiz, Osmanlı kurumlarına sadakat unsurunun bugünkü çöküş tipolojisinde nasıl eksik kaldığını da gösterecektir. Bu imparatorluğun onyedinci yüzyıldan sonra iç düzenle uğ- raşmaktansa uzun bir dizi askerî yenilgiye katlanmayı niçin tercih ettiğini de belki o zaman anlayacağız. Onun için, kültür sı­nırlarını kolaylıkla aşan ekonomik ve askerî kuvvetlerin nasıl ilerlediğini anlatmak yerine toplumlar üzerinde mukayeseli bir çalışma yürütmek, Osmanlı üzerindeki Batı etkisinin, nasıl olup da Batı Avrupa’dakinden bu kadar farklı bir tarih yarattığı konusunda muhtemelen daha iyi bir açıklama ortaya çıkaracaktır. Kültürlerarası tarihin uygarlıklar arasındaki farklılıkları kü­ çültme eğilimine rağmen.

Profesör McNeill’in kendi alanına giren barut imparatorlukları hakkındaki teklifine benzer şekilde, Osmanlı tarihinin daha geniş bir ölçekte araştırılması, açıkça bir zarurettir. Osmanlı üzerindeki çalışmalar özel bir muamma olmaktan çıkmakla ve insan ilişkilerinin seyrinden hariç tutulmaktan kurtulmakla kalmamalı, aynı zamanda yüzeysel alanlarda çalışan bilim adamlarının fikir ve eleştirilerine de tabi tutulmalıdır.

Netice itibarıyla bu Türk-Müslüman imparatorluğu, bir yığın deneyimi temsil etmektedir. Geçmişin tavır ve uygulamalarının, bu ilginç tarihi bize beşeriyetin halleriyle ilgili daha fazla şeyler anlatmaktan alıkoyması için hiçbir neden yoktur.

Çeviren: Ümit Şimşek

Kemal Karpat-Osmanlı ve Dünya
Devamını Oku »

Zorunluluklara koşulmuş Beşer - Hür olan İnsan



 

Kaskatı zorunlulukların boyunduruğundan kurtulamamış beşer, hür varlık olan insanın hâlini anlayamaz. Buna karşılık, hür olan insan, zorunluluklara koşulmuş beşerin durumundan haberlidir.

(1)Kültürlerden kimisinin medeniyetleşmek sûretiyle tarih sahnesinde boy göstermesi öncelikle Asyada vukû bulmuştur. Bahsi geçen kültürlerin gelişimine bakıldığında, kesîf toplayıcılık evresinden sürek avcılığı ile ehlîleştirme(42) safha­sına onların, yaklaşık M.Ö. Yirmi ile On iki binler arasında geçtikleri tahmin olu­nuyor. Ancak, gerçekten üretim aşaması anlamına gelen tarım etkinliklerinin baş­langıcı M.Ö. Onuncu bindedir.(43)

Bir toplumun geçimini sağlayan hammadde kaynakları ile onu oluşturan bireylerin gerek davranma gerekse iş görme biçimleri ile tarzları, o özgül kültü­rün yaşama ufkunu, Markscıların öne sürdükleri kadar tek başına olmasa bile, önemli ölçüde(44) belirlerler. Yaşadığı tabîî-coğrafî imkânlar çerçevesi toplumun giyimini kuşamını, hâl hareketini, örfünü âdetini etkiler. Ama aynı zamanda inanç düzeni, hâlleri hareketleri, davranışları, doğayla ilişkiler ile görenekeri tayîn edip biçimler.(45) Kısaca, toplum hayatında tuttuklan yer bakımından maddî ile manevî taraflardan birinin, ötekisi karşısındaki önceliğini yahut üstünlüğünü, Karl Marx ile Markscıların öne sürdüklerinin tersine, nazarî/teorik düzlemde belirlemek mümkün değil. İnsana ve topluma maddeci-positivci bakış açısından yaklaşanlar, onu kalıtsal-evrimsel tabanlı ve fizyolojik işleyişler bütünlüğü şek­linde telâkkî ederler.

(2)İnsan yaradılışça âlemlerin ortak paydası; yaradılışın şâhikasıdır. Allah bunu nitekim, Tebliğinde bizlere şöyle bildirmiştir: “Biz, insanı, elbette, en iyi sûrette(46) yarattık” —Tîn/95 (4). Allah, insana salt temîz, sâf mizâcı(47) —nitekim o, dünyaya günahsız, pirüpâk gelir(48)—, faziletli olmağa ve hakbilirliğe yatkın tabiatı, anlamagücü ile hürlüğü ihsân buyurmuştur. Bu manevî cihetiyle insan meleğin fıtratındandır. Ama melekte bulunmayan bir özellik insanda vardır; o da hür olmaktır.

(3)Doğal, dirimsel ile toplumsal kalıplarından âzâd insan, karşılaştığı şıklar arasında tercihte bulunur. Hazır genetik-fizyolojik şabonlara dayanmaksızın kar- şılaşılan şıklar arasında tercihte bulunma gücü, irâdedir. İrâdenin kendini izhâr edebilirliğine hürlük diyoruz. ‘Hürlüğ’ün hâllere, hareketlere ‘tercüme’si ‘ser­bestliktir. Maddî-mekanik-dirimsel/biyotik dünyada bir ölçüde serbest, manevî âlemdeyse hür olan tek varlık insandır. Bedenlenmek sûretiyle dünyada yaşama­ğa koyulan insanın bilkuvve hürlüğü fulleşir, fiile dönüşür.

(4)Aslında théologique—métaphysique bir ilke olan hürlüğün gündelik yaşa­ma düzlemindeki tezâhürü serbestliktir. Hürlüğün kaynağı ve yöneticisi akılken, serbestliğin yönlendiricisi aklıselimdir. Hürlük, ilke olarak iyilik ile kötülük ara­sında tercihte bulunmaktır.

Aklın, kişiye seslenişi vicdândır. Kişinin genetik-fizyolojik-morfolojik- olmayan, demekki ‘manevî-ruhî içi’ne gönül denir. Akim, gönüldeki hitâbı demek olan vicdânın kendini ‘dışlaştırma gücü’yse, irâdedir. Onun da davranış­ları biçimlemesiyle eylemler ortaya çıkar. Eylemlerin ortamınaysa, serbestlik diyoruz.

(5)Akıl İlahî buyruk ile talimatları gönülde dillendirir. Aklın, İlahî buyruk ile talimatları gönülde dillendirmesine vicdân demiştik. Akıl, evvelemirde hatır­lar. Neyi hatırlar? İnsanın, Allaha, içtiği ilkaslî andını hatırlar. Bu ‘ant’, insanın tercihini hep ‘iyi’den yana kullanmasını şart koşar. Fakat, salt manevî varlıklar­dan farklı olarak insanın, bir de, fizik-fizyolojik veçhesi vardır ki, ona da beşer demiştik. İşte o beşer taraf, ‘ilkaslî and’ın geretirdiği akıl-vicdân yolunda seyret­mesinde —: Sırâtımüstakîm— kişiye pürüzler çıkarır. Akim isteği doğrultusun­da —: Hürlük— kişi gönlünde tercihini iyiden yana —: Sâlih niyet— kullanmak­la birlikte, davranışlarını o cihette biçimleyecek gücü —: İrâde— kendinde her vakit bulamayıp kötü eylem yönünde karar alabilir —: Serbestlik. Öyleyse, hür­lük ile serbestlik hep örtüşmeyebilirler. İkisi arasındaki uyumu ziyâdesiyle bozan, kişinin karşı karşıya kalabildiği doğal ile toplumsal zorlamalar ile dayat­malardır. Meselâ, hastalanma, nefsî-bedenî itkiler ile ihtiyâçların zuhûrunda, maîşeti temîn, esir düşme yahut mahkûm olma gibi durumlarda kişi, serbestliği­ni yitirmekle birlikte, hür kalmağı sürdürür. Onun niyet ile düşünmelerine dışa­rıdan müdâhale imkânı yoktur da ondan.

(6)Hem maddî hem de manevî veçhelerinin bulunması, insanı âlemde en sorunlu varlık durumuna sokmaktadır. Hürlük de, insanın böylesine bölünmüş olan varlığında ortaya çıkmaktadır. Maddî etkileşmeler ile işleyişleri denetleyip yönlendirmekle ve beden faaliyetlerini belirleyip yönetmekle yükümlü nefsini nasıl konumlandıracağı sorunu, kişinin kararına kalır. Karar yetkisiyle donanmış ve bunun sorumluluğunu taşıyan ruhun, kişi tekindeki tezâhürü olan akıl, hürdür. Akıldan aldığı buyruklar ile talimatlar doğrultusunda nefs, maddî etkileşmeler ile işleyişleri denetleyip yönlendirir ve beden faaliyetlerini belirleyip yönetirini yoksa onların câzibesine kapılıp boyunduruğunamı girer, sorusu, hürlüğün ana sorunudur. Akıl yoluyla Allah ile nefsin ‘ben’i arasındaki söyleşmeye vicdân muhasebesi diyoruz. Akıl doğruyu, hakîkî olanı bildirmekle birlikte, madde ile bedenin kölesi kesilmiş bir nefs bunu nazârı itibâra almayabilir.

Aklı yahut kişinin ruhunu Eflâtun, iki atın çektiği arabanın sürücüsüne ben­zetir. Atların ikisi de itâatliyse, mesele yok. Ama ters yönlere saparak koşarlarsa, arabacının başı dertte demektir.(49)

(7)Nefs, akıl tarafından yönlendirildiği oranda kişi hürdür. Aklın sesi, yanî vicdânın isteği, demekki irâdesi doğrultusunda beden faaliyetleri yoluyla dış dünyada etkinlik gösteren nefs, serbesttir. Nefs, kişinin beden faaliyetleri üstün­deki etkinliğini yitirdiği ölçüde, genetik—fizyolojik faaliyetler, bünyenin işleyi­şinde ağırlık kazanırlar. Yaşamayı fizik-kimya—genetik—fizyolojik anlamda yürü­ten faaliyetlere, dirimbilimci/biyolog olmayan kimseler, içgüdü demişlerlerdir. Nefs, dış dünyada yürütmekle yükümlü olduğu etkinliklerde serbestliği yitirdik­çe, onun bıraktığı boşluğu içgüdüler dolduracaklardır. Aklın hür irâdesi verilmiş kararları uygulamaya aktaran nefsin, bedeni serbestçe yönlendirmesiyle eylem­ler belirir. Nefsin serbestçe yönlendirme kudretinden yoksun beden ise, genetik-fizyolojik faaliyetlerin hükmü altında ‘ devinir'.

 

Dipnotlar:

 

41- Bkz EK le.

42-Bkz. EK 2ye.

43-Bkz: “The Times Atlas of World History”, 38.s.

44-Bkz: EK 3e

45-Bkz EK 4e

« TakvîmO: ‘Sûret’, ‘biçim’, ‘kalıp’, ‘tabiat’, ‘mizâc’, ‘bünye’, ‘bakışım’(Symmetrie)

47 Bkz. Rûm/ 30 (30)

48- Kalbleri mühürlü olanlar hâriç —bkz: Bakara/ 2 (7). Kur ’ânda ‘kalbi mühürlü olma’nın, ruhhekimliğindeki karşılığı ruhhastasıdır (Fr psychopathe).

49.Bkz: Eflâtun: “Faidros", 246.satır.

Ş.Teoman Duralı-Sorun Nedir?,syf;69-71
Devamını Oku »

İlahiyattan Kaynaklanan Felsefe Sahası:Ahlak



......

 

(2) Hâl, hareket, tarz, tutum, tavır ile davranış kurallar bütünü ahlâkı meydana getirir. Kuralların menşei vahiy tebliği verisi ana ilkelerdir. İslâm filosoflarından Ebu Yusuf Yakûb İbn Ishak el Kindi (öl 870) ile Uzlukoğlu Ebu Nasr Muhammed İbn Tarkan Farabinin (870 - 950) belirttikleri üzre, vahiyi insanlara tebliğ edip açımlayan peygamberler olup onda bildirilen ana ilke, kural ile düstûr bütünlüklerine dönüştürerek ahlâk düzenlerini kuran, bilgeler ile fılosoflar olmuştur. Söz konusu kurallar, bütün zamanları ve insanları kapsayacak kud­ret ile geçerliliktedirler. Evrenseldirler.

Doğrudan vahiyden çıkagelmeyip adına örf dediğimiz kurallar bütünüyse, belirli bir topluluğa mahsus olup bu yüzden mahallî ve mevziidir.

(3) Tekmil hâl, hareket, tutum, tavır, tarz, usul, uslub ile davranışlar, düşün­celerimizden kaynaklanır, onlar tarafından kotarılıp ayârlanırlar. Düşüncelerin kendileriyse, düşünme etkinliklerinin sonucunda belirirler. Tasavvur içeriği azalıp zayıfladığı ölçüde düşünce, ‘kavram’laşır. Tasavvur içeriği bulunmayan düşünce­ye fikir (Fr idée) diyoruz. Hâl, hareket, tutum, tavır, davranış, usul ile uslupları gerek ‘kendim’e gerekse ‘başkaları’na ifade edip açıklayan, ilgili düşüncelerin, mantık kurallarına uygun biçimde birbirleriyle ilişkilendirilmelerinden ise, yargı oluşturulur. Önünde sonunda, hâl, hareket, tutum, tavır, davranış, uslub ile usuller değerlendirmeden, anlamlandırmadan özge bir şey değildirler. Bunları taşıyan dil biçimi yargıdır. Basit bir harekete, meselâ, ‘koşmağ’a bakalım: Ânî bir ürkmenin doğurduğu tepki değilse, belirli bir kararın sonucudur. Karar da ifadesini belirli bir yargıda bulur: “Koşuyorum”, “koşayım”, “koşsam”, “koşmasam”, “koşmamalıyım” v.s. Görüldüğü gibi, ister kuvve, ister fiil hâlinde bulunsun, ‘koşmak’ cinsin­den basit bir eylemin bile, nice geniş bir imkân çeşitlemesi var.

Her yargı ifadesi, en az, bir düşünceyi barındırır. Bu düşünce yahut düşünce­ler ya tasavvurludur ya da kavramlaşmıştır. Sonuçta yargı da, kendine vucut veren düşüncelerin yapısı ile biçimi uyarınca az yahut çok tasavvurludur. Ne var ki, bütün değerlendirme-anlamlandırmalarımızın altında yatan iyidir-güzeldir yahut kötüdür-çirkindir temel éthique-esthétique yargıdır. Zikrolunan esâsa, dolaylı dahî olsa, dayanmayan değerlendirme-anlamlandırma-yargı-ifadesi olamaz.

(4)İyilik ile güzellik düşüncelerinin tasavvur içerikleri bulunmadığından,salt kavram, demekki fikirdirler. Üstelik, tecrübeden tümüyle bağımsız, yani transsendent fikirdirler. Matematik unsurlar da, haddizâtında fikirdirler. Ne var ki, aklımızda matematik işlem istidâdının yattığını söyleyebiliriz. Bir ucu dışımızdaki dünyaya uzanan tecrübelerimiz, andırışmalar (Fr analogie) yoluyla mezkûr istidadı harekete geçirip işletmektedir. Matematik işlemler, tamamıyla akıl vensı olmakla birlikte, bunlara konu olan unsurlar ile biçimlerin dışımızda­ki dünyada tam olmasa bile, yaklaşık karşılıklarını buluyoruz. İşte bu ‘yaklaşık karşılıklar , matematik unsurlar ile biçimlerin esin kaynağıdırlar. Buna karşılık, iyilik ile güzelliği bize esinleyebilecek bir dış dünya kaynağı yoktur. Tersine, iyi­lik ile güzelliği dünyaya insan yansıtır. İnsandaki iyilik ile güzellik fikirlerine dünyada tekâbül edebilecek olaylar yahut süreçler bulunmaz.

Bu fikirlere dünya- da uygun-düşen-karşılıkları tayın eden insandır. Nitekim, iyilik-güzellik fikirle­rine insanın, dünyada-uygun-düşen-karşılıkları tayın etme yetisine değerlendirme—anlamlandırma becerisi diyoruz. Mezkûr fikirler hususunda insanın, dünya­da-mürâcaat—noktalarından tamamıyla yoksun bulunması, değerlendirme— anlamlandırma biçimlerinin, toplumdan topluma ve çağdan çağa, öyleki toplumların kendi içlerinde de böylesine çeşitlilik, giderek tutarsızlık arzetmelerine yol açmıştır. Değerlendirme-anlamlandırmadaki tutarsızlıklara biçimlerinin tutarsız­lıklarına görelilik denir.(23) Göreliliğin hâkim olduğu bir toplum ortamında insanlar arasındaki bildirişme kesilir. Bildirişmenin kesildiği ortamdaysa, kırışma, böyle­likle de kargaşa başgösterir. Bu faciayı önlemek maksadıyla insan, başka bir felâ­kete yönelmiştir. Bir kişinin yahut öbeğin değerlendirme—anlamlandırma biçimi, zora başvurularak, başat kılınmıştır. Görüldüğü gibi, iki ucu pis değnek misâli, fâcia, felâketle takâs olunuyor.

İmdi, İlahî tebliğin hikmetisebebi, insanı mezkûr facia ile felâket fasit dâiresinden kurtarmaktır. Tebliğ, bu bağlamda, insana iyili­ğin, dolayısıyla da güzelliğin kıstaslarını bildirir. Bildirilen kıstaslar içerisinde, şablona uygun olarak peygâmber ve bilâhare hakîm yahut ahlâk filosofu öğreti­yi dokur. Bir meşrûu öğreti, değerlendirme-anlamlandırma biçimleri arasındaki tutarsızlıkları asgariye indirmek suretiyle bir yandan göreliliği kırışmaya, dola­yısıyla da kargaşaya sebeb olmayacak seviyeye getirmeğe, öbür tarafta da istibdâtın yolunu kesmeğe yönelik olmalıdır.

 

Dipnot:

 

23-bkz.ek 3e

Ş.Teoman Duralı-Sorun Nedir?,syf;92-93

 
Devamını Oku »

Varlık Bütünlüğü



(2) Varlık bütünlüğü, İslâm düşüncesi uyarınca, anlamlı düzenlenmişliktir. Düzenleme, anlam kazandırma işidir. Başka bir deyişle, anlamsız düzenleme olamaz; böyle bir şey mantığa aykırıdır. Anlam verme yahut kazandırmaysa, belirli bir gâye vazolunup onun istikâmetinde yol alan bir düzenin tesis edilmesidir. Bir olayı, süreci yahut varolanı bütün yanlan yönleriyle tanımak, onun hakkında bilinç sâhibi olmak demektir. Bilincine sâhib olmak ile anlamını yakalamak, örtüşen manevi-ruhî hâllerdir.

Varlık bütünlüğünün müellifi Allah, bu sebeple Alimdir. Düzenlediği varlık bütünlüğünün tam bilgisi ile anlamını vâkıftır. Allah tarafından tam bilinip anlamlandırılan Varlık bütünlüğüyse, Alemdir. Onu bilip anlamlandırma şevkiyle yanıp tutuşan, hayatını bu davâya adamış kişi de ‘âlim’dir. İnsanın yartılışındaki gâye de, fıtratı el verdiği ölçüde varlık bütünlüğünün manâsını temâşa ve tefekkür etmektir. İnsanın, Allaha, halîfe(35) olması buradandır. Nihâyet, varlık bütünlüğü ve onun yaratılış şahikası insanın esâs manâsı, adâletin gerçekleşmesidir.

Dipnot:
35-OrL vicarius Dei.

Ş.Teoman Duralı-Sorun Nedir?,syf:63
Devamını Oku »

İrade



 

(2) İrâde, insanda ferdi ve maşeri (Fr collectif) şekillerde belirir. Ferdî irâde, ancak, toplum kültür dediğimiz maşeri yapılanmanın(24) bağrında şekillenir, öyleyse her birimiz, birey olarak, dil ile din başta olmak üzre, genel ve daha ziyâde zahirî özelliklerimizi toplumumuz ile kültürümüzden alırız. Bahsi geçen zahiri özellikleri sindirerek içleştirirır. Buradan da kendimize, ‘ben’imize mahsus derûnî özellikler vucuda gelir. Kendimize has bireysel özelliklerle de kişiliğimiz oluşur. Genel ve zahirî özelliklerse, toplumun kimliğini meydana getirir. Şu hâlde, her birimizin kişiliği, ötekilerinkinden farklı olmakla birlikte, mensûbu olduğumuz toplumun kimliğine ilişkin bellibaşlı unsurları yansıtır. Nasıl ki, ılkın beşer olarak doğmadıkça insan olamazsak, buna koşut olarak, belli bir top­lum kimliğine kendimizi geri götürmedikçe kişiliğimizi de inşâa edemeyiz. Bireysel kişiliğimizle ne denli eşi bulunmaz bir seviyeye erişirsek, mensubu olduğumuz toplumun kimliğine de o ölçüde katkıda bulunuruz.

Bir toplumun kimliğiyse, onun âdet ile âdâbında, sanatında, zanaatında, iti­kadında, dilinde, mücâdele gücünde, beslenme tutumunda, adâlet ile mülkiyet anlayışlarında, eğitiminde, giyim kuşam tarzı ile zevkinde, yürüyüşünde, oturu­şunda, üretim ile tüketim tavır ile alışkanlıklarında kendini gösterir.

(3)Bir yahut birkaç merkez inanç etrâfında yahut altında tutarlıca derleştiğini tasavvur edebileceğimiz bir belirli itikâtlar bütünlüğü, belli bir ‘ kültür’ü oluşturur. Bahse konu merkez inançların dayandığı en temel olandan yahut belir­li az sayıdakilerden türemiş başka bir inançlar kümesi, akrabâsı olan/lar/la birlik­te oluşturduğu daha üst ve kapsayıcı kültür topluluğu seviyesine ‘medeniyet’ adını veriyoruz.

İşte, insan olarak hayatımızı biçimlendiren —aile, oba, oymak, boydan top­lum sınıfına, meslek öbeğine yahut millete dek uzanan— kültür katlan, değer kümeleri demek olan inanç ilmikleriyle örülür. Bahis konusu inançların içine doğuyoruz. Başka bir söyleyişle, dirimsel yapımız ile fizik çevremiz gibi, toplum-kültür ortamını da hazır buluyoruz. Bir şeyi hazır bulmak, onun, ben olma­dan önce varolduğunu gösterir. Yaşanan ândan önce varolmuş her şey geçmişte­dir. Toplum-kültür varlığını ifade eden gelenek-görenek-âdet çeşidinden geçmiş değerler öbekleri ‘geçmiş’ten ‘şimdi’ye akıp varırlar. İnançlaşmış bazı değerler­den kalkarak bedence ve ruhça kendi ‘ben’imi ve kültür-toplum ortamım ile fizik çevremi ‘değerlendiririm’.

 

Dipnot:

24-Fr structuration collective,

 

Ş.Teoman Duralı-Sorun Nedir?,syf:52-53
Devamını Oku »

Yeniçağ dindışı Batı Avrupa ile İngiliz- Yahudi Medeniyetleri



Yeniçağ dindışı Batı Avrupa ile Çağdaş küreselleştirilen İngiliz- Yahudi Medeniyetleri

(1) Ortaçağ için yaptığımız gibi, Yeniçağ dindışı Batı Avrupa ile Çağdaş küreselleştirilen İngiliz-Yahudi medeniyetlerini de devirlere ayırıyoruz. Böylesi ayırmalar, tanhi daha seçikçe anlayıp değerlendirmemize imkân tanır. Bu cüm­leden olmak üzre, Yeniçağ dindışı Batı Avrupa medeniyetini üç devir hâlinde mütâlea ediyoruz: Erken devrin başlangıcı, Ortaçağdan Yeniçağa geçiş tarihi ola­rak kabul ettiğimiz 1500dür. Bu tarih dolaylarında Ortaçağ Avrupasının hâkim toplum-kültür-siyâset manzarası demek olan derebeğliği, en azından, Batı Avrupadan silinmiş görünüyor. 1150ler ile 1200lerin İtalyan sâhil şehir devlet­çiklerinden Kuzey İtalya yoluyla Fransaya, Felemenk ile Baltık kıyılarına doğru yayılan merkantilist ticâret usulü, 1500 küsûrlarda Güney, Batı, Orta, Doğu ile Kuzey Avnıpanın bellibaşlı bütün ülkelerinde artık geçerakcaydı. Ticâretin temel ölçüsü altın ile gümüş esâsına dayalı paraydı. Özellikle tâze keşif Amerikadan taşınıp getirilen altın ile gümüş, ülkeler arasındaki ticâret ile servet dengelerini büyük çapta etkileyecekti. Mal — mal takasına dayalı köhne merkantilist usulü­nün yerini, altın ile gümüş pâyândâsına yaslanmış para merkantilisminin alması, Batı ile Orta Avrupa ülkelerine eski has imlan ile rakipleri olan Dârul-İslamın kar­şısında ilk defa üstünlük sağlamak imkânını tanıyacaktı.

Para, mala irtibâtlanmaktan kurtulup kendi başına değer olma durumuna gelmiştir. Bundan böyle altın yahut gümüş arkalı paraya dayanılarak ticârî muâmeleler yürütülmektedirler. Giderek, para arkalı, onu temsil eder nitelikte senet ve benzeri ‘değerli kâğıtlar’piyasaya sürülmeğe başlanacak. Böylelikle metâanın yerini mâlî piyasa alır olmuştur. Gerçek değer olan metâanın takas edildiği mahal, pazar yeridir. Buna karşılık, sunî bir değer ölçüsü olan paranın tedâvüle sokulup el değiştirdiği, demekki mâlî işlemlerin yürütüldüğü kuruluş, bankadır. Paranın git gide belli özel ile tüzel ellerde toplanır olması, gerçek anlamda ser­mâyenin teşekkülünü sağlamıştır. Buradan da para sermâyesinin, Yeniçağın ‘Klasik’ devrinde öncelikle İngilterede ortaya çıkan sermâyeciliğe zemin hazır­ladığını görüyoruz.

Ticârî muâmele yürütmek maksadıyla kişinin yahut şirketin elinde bulun­durduğu kullanılabilir metâa yahut para cinsinden iktisâdî değere ‘sermâye’ denir. Mal-mülk, yanî metâa çeşidinden olan sermâye ‘anamal’dır. Buna karşı­lık, paraya dayalı sermâye ‘anapara’dır. Bunlardan birincisi eski olmasına karşı­lık İkincisi yeni tür sermâyedir. Metâanın özellikle günümüzden önceki çağlarda nakli ve muâmeleye sokulması müşkil bir işdi. Para yahut ona dayalı senet, gerek kısa gerekse uzun yol ticârete ivme kazandırıp rahatlık ile güven sağlamıştır. Mâlî muâmelelerin kökleri Onbirinci yüzyıl İslâm medeniyetine değin gerisin geriye uzanmaktadır gerçi. Ancak, paranın yerini tutan ‘değerli kâğıt’la ticârî muâmele yürütme başarısı, Haçlı Seferleri sırasında Filistende olgunlaştırılmış bir ruhban-savaşcı teşkilât olan Tapınakcılara(52) nasîb olmuştur. Mali sermaye oluşturma ve senetle ticâret yapma usulünü İtalya ve bilâhare Fransa üzerinden Avrupaya sokan da yine onlardır. Nihâyet bu tutum ile usulün kurumlaşmaları Yeniçağın ‘Klasik’ devrinde gerçekleşmiştir.

Din, oldum olası, yeryüzünün her yerinde olduğu üzre, butun Avrupada da, gerek toplumun kurulu düzeni olarak gerekse bireyin hem kendine, hem yakın ile uzak efrâdı ve öteki varolanlara her ân takındığı tavırları ile davranışlarını belirleyen ana manevî-maddî etken olma keyfiyetini Yeniçağın ortalarına değin taşı- yagelmiştir. Yeniçağın ‘Erken’ devrinde başgösterip sonlarındaysa iyice belirginleşen, az önce bahsettiğimiz vasfıyla dinin, yaşama gündeminden git gide sürülüp çıkarılması vakası, toplumun kurumsal genelinde olduğu karlar, onu oluştu­ran teklerin dahî gönüllerinde kırılmalar ve yetki ile rehberlik boşlukları yarat­mıştır. Dinin, demekki Tanrının veya Onu temsil iddiasını güden kişinin yahut kurumun, öncelikle manevî ve buradan doğup gelişmiş maddî yetkililik ile reh­berlik iktidarını yitirmesi, Batı Avrupanın kimi ruhbân-olmayan toplum sınıfları­na neredeyse sonsuz, sınırsız hamle ile teşebbüs kapılarını ardına dek açmıştır. Bahse konu Klasik Yeniçağ anlayışının Fransızcada düstûrlaştırılmış şiârı, Türkceye “bırakınız ne yaparlarsa yapsınlar” şeklinde aktarabileceğimiz, “lais- sez-faire”dir.

(2)“Bırakınız ne yaparlarsa yapsınlar” şiârı, kalblerin mühürlenip ruhların kararacağı günlerin şaşmaz habercisiydi. Besini ile gücünü, insanın en insani hasleti olan vicdânın köreltilmesi ile ‘utanma’nın dumura uğratılmasından almış­tır: ‘Vicdânın sızlamadıktan’ ve dahî Hadisin dediği üzre, “utanmadıktan sonra, ne yaparsan yap!”(53) Sonuçta, içi boşalıp kalbsizleşen, gönlünden uzaklaşan insan, beşerleşmeğe doludizgin yol alır olmuştur. Beşerleşmenin bariz alâmeti, maddeye taparlıktır. Bunun da tezâhürü servet düşkünlüğü ile avcılığıdır.

Servet edinme ile zenginleşmeye doğru hamle, karşı konulamaz ihtiras olmuştur. Bir yanda, yeğin bir olumsuzluğu ifade eden, dinmek bilmez daha fazla servet edinme hırsı, öbür taraftaysa, insanı hayrete düşürecek raddede olumlu bir duygu durumu, karşı durulmaz bir merak güdüsü, Batı ile Kuzey Avrupadan bir­takım olağanüstü yiğit adamları, ufuklarının ötesi kesinlikle bilinmez uçsuz bucaksız azgın suları aşmaya sevketmiştir. 1500 ile 1550 arası ‘Erken’ devir Yeniçağının en baskın özelliği olarak iki hususa işâret cdilebilinir; bunlardan birincisi servet avcılığı, öbürüyse gerek geçmişiyle gerekse o günüyle dünyayı fizik ile coğrafî bağlamlarda bilme tutkusu. 1450lerde başgösteren bu tutkuya kapılmış kişilerin, denizler ile karaları keşfetme etkinliklerinin olgunlaştığı ve yapıp ettikleri üstüne düşünüp taşınarak bunların anlamını ortaya koymağa baş­ladıkları dönem 1550lerdir.

Yeniçağın ‘Klasik’ devri olan 1550 ile 1700 arası, düşünce ve eylem bakı­mından binlerce yıllık Avrupa tarihinin en ilgi çekici, verimli ve hareketli iki döneminden biridir.(54) Musikîde, resimde, heykeltraşlıkta, mimarlıkta, keşifte, icâtta, mekanikte, gökbilimde, doğa araştırmalarında, mantık ile matematikte ve nihayet metafizikte tarihin kalburüstü dimağları işte şu yüz elli yıl kadar kısa sürede boy göstermişlerdir.

Yeniçağın ‘Klasik’ devrinde atılan olağanüstü önemli tohumların başaklan­ması ve nihâyet hâsatlarının derlenmesi 1780lere rastgelir. 1700 - 1790 artık ‘Geç’ devir Yeniçağıdır. Bu devirde Yeniçağ medeniyetinde temâyüz etmiş İngiliz kültürü, git gide kendi başına medeniyet boyutlarına erişmeğe koyulmuş­tur. Yeniçağın merkez kültürü olan Fransızın ana şiârı “laissez-faire”i devralan İngiliz, kültür kabuğunu zorlayıp kırmağa yüz tutmuştur.

(3)Pariste 1788den itibâren patlak veren bir dizi ayaklanmanın arkasından ortaya çıkan 1789 Fransız İhtilâlikebîrle Yeniçağ Batı Avrupa medeniyeti, inki­şâfının şâhikasına ulaşmıştır. Temelde kentsoylu toplum sınıfının devrimci hare­keti olan İhtilâlikebîr, yeni bir toplum sınıfı olacak ‘emekciliğ’in (prolétariat) kuvvesini bağrında barındırmıştır. 1789 İhtilâlikebîr, bir şâhikanın olduğu kadar, kırılmanın yahut ayırım çizgisinin de ifadesidir. Bu tarihten sonra yeni bir mede­niyet biçim kazanacaktır. O da Çağdaş küreselleş/tiril/en İngiliz-Yahudî medeni­yetidir. Bahis konusu ‘nevzuhûr’ medeniyet, selefi Yeniçağ Batı Avrupa medeni­yetinin giderayak dünyagörüşü durumunu alacak maddeci—mekanikçi—hürriyet­çi—positivci—dindışı dünyatasavvuru çerçevesinde Hür Sermâyecilik ideolojisini geliştirecektir. Adı geçen ideoloji de nihâyet sömürücülük—sömürgecilik—ımperyalism sacayağına dayanacaktır.

(4)1789dan itibâren zuhûr eden Çağdaş küreselleştirilen İngiliz-Yahudî medeniyeti ‘Erken’ devrini yaşamağa koyulmuştur. İkisi sıcak, biri de soğuk tabîr olunan üç dünya savaşının sonunu ilân edecek 1990a değin sürmüş bu ‘Erken’ devirde ilkin hür sermâyeciliğin dördüncü ayağını ifade eden ‘sanayi devrimi’ vukûu bulmuştur. Bilâhare sermâyecilik, önce Batı, Orta, Güney ile Kuzey, sonunda da Doğu Avrupaya, buranın ardından yeryüzünün dörtbir köşe bucağına yayılacaktır. İlkin ‘beşerî emek-yoğun’ sanayinin rüzgârıyla ‘yelken açan’ ser­mâyecilik, 1920lerde başlayıp 1990larda tepe noktasına ulaşan bu tür sanayii bertaraf ederek tümüyle fennî olana geçmiştir. Böylelikle Çağdaş küreselleş/ tiril/en İngiliz-Yahudî medeniyeti, ‘Klasik’ devrini idrâk eder olmuştur. İmdi bugün dünyaca içinde yaşadığımız Çağdaş küreselleş/tiril/en Îngiliz-Yahudî medeniyetinin ‘Klasik’ devridir; yoksa anlamca içerikten yoksunmu yoksun ‘Postmodern’ devir filân değildir. ‘Çağdaşlığ’ın sona erip ‘çağdaşlık sonrası’na (Fr post-modeme) geçiş şöyle dursun, adı anılan çağın ‘Klasik’ devrinin bitimi bile henüz görünürlerde yoktur. ‘Geç’ devrin başgöstermesi, ancak farklı seçenek bir medeniyetin ufukta belirmesiyle söz konusu olabilir.

‘Erken’ devir Çağdaş Îngiliz-Yahudî medeniyetinin aslî ideolojisi ‘hür sermâyecilik’, toplumu iki temel sımfa ayırmıştır: Büyük çaplı üretimi elinde tutan­lar, bunlara ‘mâlikler’ diyebiliriz ve mâlik olmayan üretenler, yanî ‘emekçiler’. Bu iki temel kesimin dışında bir ara sınıf bulunur; buysa, küçük tarım üreticisi, esnaf, zanaatkâr ile hizmetlilerden oluşur. Söz konusu dört kümeyi belli bir sını­fa yerleştirmiş olmamıza rağmen, bunlar mütecânis bütünlük oluşturmazlar. En azından ilk iki küme ile sonuncular arasında önemli fark vardır. Küçük çiftci-tarımcı ile zanaatkâr, üretirler. Ancak, kendilerine sermâye birikimine imkân tanıyacak ölçüde artı ürünü, maddî nedenlerden ötürü, meydana getire­mezler.

Bununla birlikte, ortaya koydukları ‘emek’ ile kullandıkları malzemenin karşılığını görürler. Demekki, büyük sermâyenin buyruğunda çalışan emekci-işciden farklı olarak ‘emekleri’ne de onun ‘semere’sine de ‘yabancılaş­maklar. Küçük çiftçi yahut tarım üreticisi ile zanaatkâr, artık ‘çıkmaz yol’, ‘çağ­dışı’ yahut ‘köhne’ iktisâdî etkinliklerden sayılırlar. Aynı değerlendirme, aslında üreticilik yanı bulunmayan, küçük esnaf için de geçerlidir.

Üretici olmamakla birlikte, küçük esnaf, iktisâdî bir etkinlik içerisindedir. Hizmetliler, oysa, iktisâdî etkinlikte bile bulunmazlar. Buna karşılık, toplum hayatının düzen ile tertîbini sağlarlar. Şu var ki, bahsi geçen kısmen alışılagelinmiş öbeklendirme sermâyeci esâslı Çağdaş Îngiliz-Yahudî medeniyetinin günü­müz toplum yapısını, artık tam yansıtmıyor. Bir kere, A.B.D., İngiltere, Kanada, Avusturalya, Yeni Zelanda, Güney Afrika Birliği, Fransa, Almanya-Avusturya, Felemenk, İsviçre, İsveç, Norveç, Danimarka, Finlandiya, İtalya, Ispanya, Meksika, Şili, Aıjantin, Brezilya, Lehistan (Polonya), Macaristan, Rusya, Çin, Japonya, Kore, Hindistan, Tayland ile Malezya gibi, yeryüzünün ‘kalkınmış’ yahut, en azından, mâlî sermâyeci düzene dâhil olmuş ülkelerde özel ile kamu kuruluşları tarafından istihdâm olunan geniş bir ‘hizmetliler kesimi’ daha bulu­nur: Araştırmacı bilimadamları. Bunların, gerek üretime gerekse toplumun tanzi­mi ile tertibine doğrudan kısa vadede katkıları olmaz. Sözü edilen kesimin yanı- sıra, hiçbir yaran görülmeyen çığ misâli devleşen bir ‘işsizler ordusu’(55) ile ‘eğlence sanayii işçileri’(56) de vardır.

Görüldüğü gibi, Çağdaş Îngiliz-Yahudî medeniyetinin klasik devrinde, öncelikle elektronik sanayi hamlesinin ardısıra başgösteren ‘özgüç’ (Fr&İng automation) olayının sonucunda üretimçin istihdâm zorunluluğu gittikçe gerilemektedir. Yine de bu durum, sömüren - sömürülen keskin ayırımını ortadan kaldırmıyor. Tersine, söz konusu uçurumu genişletip derinleştirmektedir.

Günümüzde yürürlükteki Klasik İngiliz-Yahudi medeniyetinde zanaatkârın, küçük çiftçi ile esnafın ve hizmetlinin ‘sınıf niteliği bile müphemdir. Esnaf ile hizmetli, bir fasıl ‘küçük kentsoylu’ sayılmakla birlikte, zanaatkâr ile çiftci-tarımcı hangi öbeğe yerleştirilmeleri icâb ettiği belli değildir. Haddizatında bu, bir sorun olmaktan çıktı. Zirâ mâlî sermâyeci düzenin, hâkimiyetini tesis ettiği diyârlarda ‘el emeği göz nuru’, büyük çapta, hayatta kalmış ‘eskiler’in sisli puslu anı­larında yaşayan bir olaydan ileri geçmez oldu artık. Mamûl mallar, yüzde seksen, doksan oranında kendikendine işleyen âlet edevât yoluyla el değmeden üretilmek­tedirler.

Koca koca imâlathânelerde, fabrikalarda, kuruluşlar ile eneıji üretim mer­kezlerinde, bakıyorsunuz, beş on kişiden mürekkep mühendisler ile teknisyenler topluluğundan başkası yok. Çirkinlik abîdesi dev boyutta gemiler, altı yedi kişi tarafından tümüyle elektronik âletlerle yürütülüyor. Katar (tren) makinistleri ile metro sürücüleri araçlarında süs niyetine oturuyorlar. Yakında aynı durum, pilot­lar için de söz konusu olacağa benzer. Pek çok alanda kişinin, işlerini evinden yahut taşıtından bilgisayar ile telefon yoluyla yürüttüğünü görüyoruz. Bu yüzden yeryüzünün bellibaşlı büyük şehirlerinde işyeri satmak yahut onu kiraya vermek bayağı sorun olmağa başlamıştır. Oralarda yazıhâneler doluymuş gibi gözüksün, bundan dolayı da satış yahut kira râyiçleri düşmesin diye bunların ışıkları söndü­rülmüyor. ‘Alınteri dökerek ekmeğini taştan çıkarmak’, önemli ölçüde, çağdaş nesillerin tanımadığı ‘tarihöncesi’ bir tavrın deyimleşmiş hâlidir. Önemli ölçüde diye niteliyoruz.

Bu, Türkcede amelelik dediğimiz, kaba inşâat işçiliğinin dışında geçerliliği kalmamış bir maişeti temin çeşididir de ondan. O, inşaatlarda çalıştırı­lan, konutlar ile kamuda temizlik işlerinde kullanılan vasıfsız işçi, yanî ‘amele’dir. Kısacası, bu kişi, ucuz işgücü sunan, köleliğin bir gömlek üstünde bulunup her türlü toplum güvencesinden yoksun ‘sınıfdışı’ bir Lumperıproletardir. ‘Safahat toplundan ’ kendilerine yakıştırmadıkları en mihnetti ve pis işleri, yeryüzünün ‘bahtsız toplumlar’ından devşirip getirdikleri bahsi geçen Lumpenproletârlere gördürürler. Onlar da, kendi yerlerinde yurtlarında aç sefil kaldıklarından, mezkûr işleri boğaz tokluğuna görmeğe dünden teşnedirler. Amele olamayanlara kader daha da kötü bir oyun oynar.

Kadınlar, genç kızlar ile küçük erkek çocuklar, yer­yüzünün kimi yerlerinde dev boyutlara erişmiş fuhuş pazarlarında satışa arzolunurlar. Bunlar, kelimenin tam manâsıyla fuhuş köleleridir. Onları pazarlayanlar da köle tâcirlcridir. Bu tâcirler, kimi zaman işi meslek edinmiş kimselerdir. İşin daha da kötüsü, zaman zaman, baba, amca, ağabeğ yahut koca neviinden, ‘köle’nin birinci dereceden yakını dahî olabilir. Fahişelik, insanlık şeref ile haysîyetini topyekûn ayaklar altına alan en aşağılık tür köleliktir. İnsanın bundan daha fecîi duruma düşmesi düşünülemez. Fakat ‘insan’ bir kere ‘beşer’ düzlemi­ne indirgenmeyegörsün, her çeşit insanlıkdışı durum olağanlaşır.

(5) İnsan-olmanın maddî ile manevî çıkış yahut hareket noktası karşı cinsi­yete mensûb iki kişinin ‘sevişme’sidir. Aile dediğimiz temel toplum katmanı bu yoldan vucut bulur. Ama beşerleştiren Çağdaş İngiliz-Yahudî medeniyetiçin ‘aile’ mefhumu ortadan kalkmıştır. Bu mefhum ve bunun türevi olan kurumla birlikte ‘sevgi’, ‘saygı’, ‘dayanışma’ ile ‘savunma’ gaileleri de yok olmuştur. O hâlde her şey gibi, cinsiyet de serbestçe pazarlanır, satılır ve satın alınabilinir. Bu yüzden işte, en gözde metâa cinsiyet tâcirliğidir. Bahis konusu ticârette metâa her vakit açıkça sergilenmeyebilir. Ticârî ile siyâsî yatırımları ve mâlî kaynakları harekete geçiren, kişiyi cinsiyet alışverişine hazır hâle getirmek; çoşturmak; şeh­vete dâvet çeşidinden bellibaşlı etkenlerdir.

Batakhâneler, kumarhâneler, meyhâ-neler, genelevler, buluşmaevleri, ‘demiryolu hattı’nın son duraklarıdır. Oralara varmadan önceki ‘durak’lar, dev boyutlara erişmiş bir sanayinin kısımları gibi­dir. Nedir bu kısımlar? Öncelikle erkeği sevişmeğe, kadını da erkeği şehvetlendirmeğe teşvîk edici basın, yayın, sinema, tiyatro, roman, hikâye, müzik yollu propaganda, reklam; kamunun bakışma açık mahallerde levha yahut duvar ilânları. Bütün bir yaşama ve davranma tarzının kökten değiştirilişi; bu değişmenin öncelikle kadının giyimi ile kuşamında kendini yansıtışı: Çıplaklığa varacak rad­dede bedenin açık saçık teşhiri. 1960larda bu tavır deniz kenarında, kumsalda sergilenirken 1970lerin başlarından, özellikle de 1990ların ikinci yansından itibâren büyük şehirlerin kalabalık, işlek, saygın caddeleri ile mutenâ semtlerine taşınmıştır.

Asırlarca bütün müstesnâ medeniyetlerce müstehcen ve müstekreh görülüp kabul olunmuş insan manzaraları artık umûru-adiyeden addolunmaktadır. Tersine, yine öncelikle kadının iffetli, ağırbaşlı davranışı ve buna koşut kapalı giyim kuşamı yerilmekte ve hattâ kimi ülkelerde yasaklanmaktadır. Tasvirini sunduğumuz bu gidişin iktisâdî—ticârî nedenlerinin yanında, siyâsî sebepleri de var. Fuhuş ile zinâ, bireyin günümüzde son toplumsal dayanağı ile sığmağı olan aile kurumunu yıpratıp aşındırmakta; sonunda da çökertmektedir. Böylelikle birey, tümüyle dayanaksız ve korumasız kalmakta, sonuçta küresel sömürü kar­şısında dirençsiz bırakılmaktadır.

(6)1780lerde başlayan küreselleşme çabalan, başarının doruğuna 2000de ulaşmış görünüyor. Felsefe-bilimin dialektik yöntemiyle düşündüğümüzde, görülmemiş zafer, çöküşünün, inkırazının tohumlarını da bağrında taşıdığını anlarız. Çağdaş Küreselleşen İngiliz-Yahudî anlayışının, medeniyet düzleminde, görünürde, rakîbi, onu bırakın, en azından, seçeneği bile yoktur. Onun bildirdiği düstûrların, kalıpların dışında düşünüp eyleyemezsiniz. Ürettiği fennî araçlar ve cihâzlarla geçmişte yaşanmamış raddelere varan denetim, dolayısıyla baskı mekanismalarını kurup harekete geçirebilmektedir. İnsanın yaşamak amacıyla birinci derecede ihtiyâç duyduğu havanın, su ile ekmeğin yanında adâlettir. Haddizâtında bu dörtlünün başında adâlet gelir. O, sakatlanmışsa, hiç değilse, ekmek ile suyun temini zorlaşır, giderek imkânsızlaşır.

Çağdaş İngiliz-Yahudi medeniyetinin ana ideolojisi olan mâlî sermâyecilik adâleti ayaklar altına alan bir fikrî—siyâsî—İktisâdi işleyiştir. Dünya nüfusunun beşte biri yeryüzünün sunabildi­ği nimetlerin yüzde seksenine yakın payını zimmetine geçiriyorsa, beşte dördü­ne de yüzde yirmilik hisse kalır. İşte, uzaklara gitmeğe hâcet yok; A.B.D.nin 2004 başkanlık seçimlerine Demokrat Partinin aday adayı Lyndon LaRouche'un 24 temmuz günü, yani 11 eylül kundaklamalarından kırk sekiz gün önce, Birleşmiş Milletler ile Vaşingtonda iki yüz elli kişinin önünde yaptığı video des­tekli konuşmada mâlî sermâyeciliğin baş kalesi Birleşik Devletlerinin içinde bulunduğu durumu bizlere şöyle tasvir etmiştir:

“Mâlî bunalımda bulunuyoruz... Sistemimiz iflâs etmiş durumdadır. Ulaşım, takat/eneıji, eğitim, sağlık teşkilâtla­rımızın tamamı, altyapı ile sanayimiz çöküş hâlindedir. Halkın yüzde seksenini dar gelirliler oluşturuyor. Bunların durumu 1977dekinden fenâdır. Milletlerarası Para Fonu (IMF) ile hâlihazır siyâsetler devâm ettiği, Wall Street ile Federal Reserv sistemi varolan hâkimiyetlerini sürdürdükleri sürece, A.B.D. de kimse gelişme beklemesin... Çöküş, kendini birden duyurmaz. Kötü siyâsetler, sürer gider; bunalım ânsızın patlak verir. Sâdece A.B.D. değil, Batı Avrupada İngiltere, Almanya, Fransa ile İtalya dahî iflâsın eşiğindedirler...”(57)

(7)Çağdaş küreselleş/tiril/en İngiliz-Yahudî medeniyeti, tarihin sönümü­dür? Tarihte ilk defa seçeneksiz bir medeniyet olması itibâriyle adı anılanın çürü­yüp çökmesi, batmasıyla insan varoluşunun noktalanması mantık gereğidir. Dış görünüşçe ‘beşer’e benzese bile, duygulanmayan, tefekkür edemeyen; şan, şeref, haysiyet, adâlet, merhamet ile güzellik duygularından yoksun fabrika yahut laboratuvar ürünü ‘ruhsuz', hattâ ‘nefssiz’ ‘beşer kopyaları’na yahut ‘kopyalanmış beşerilere, ‘insan’ bir yana, ‘beşer’ bile diyemeyiz. Kimliğiyle, toplum ortamıy­la, doğal çevresiyle, bir bütün olarak, ‘insan’, ‘soykırım’a uğramaktadır.

 

Dipnotlar:

 

(52)- Bkz: Teoman Duralı: “Çağdaş Küresel Medeniyet’, 74. - 77.syflr.

(53)- Bkz Abdübakı Gölpınarlı: “Hz Muhammed vc Hadisleri’, I43.sayfa, 916,satır.

(54)- Öbürüyse, Eskiçağ Ege medeniyetinin M.Ö. Beşinci ile Üçüncü yüzyılar arasında kalan Klasik dev­ridir. Ege medeniyeti Klasik devrinin,Yeniçağınkinden en bariz farkı, etkilelerini nisbeten dar bir coğ­rafyaya yayıp duyurabilmiş olmasıdır.

(55)- İşsizler ordusu içinde çalışma yaşında olup iş bulamayan vasıflı - vasıfsız istihdâm edilebilir olanla­rın yanında, emekliye ayınlmışlar da yer alırlar.

(56)- Tekmil ‘hâne’lerde istihdâm edilen kadın, erkek ve hattâ çocuklar. Bu andığımız kadın, erkek ve hattâ çocuklar, çoğu kere, özellikle ‘fuhuş sanayii’nde köle durumunda çalıştırılırlar.

(57)-Lyndon LaRouche (1922 - ); “How to Survire the Ongoing Financial Collapse''

 

Ş.Teoman Duralı-Sorun Nedir?,syf:275-281
Devamını Oku »

İktisatperestlik



(1)-Tarih boyunca bütün toplum-kültürlerde ‘iktisât’, tıpkı solumak, yemek, içmek, evlenip aile kurmak gibi, üstünde durulmayacak kadar kendiliğinden anlaşılır, Frenklerin banal dedikleri, türden birtakım eylemelerin adı olmuştur. Hattâ, cinsiyet meseleleri gibi, hakkında konuşmak ayıp sayılırdı. İşte bu durum­daki ‘iktisât’, eşine benzerine geçmişte rastgelemeyeceğimiz yepyeni bir mede­niyetle birlikte hayatın ve bilcümle ifadelerin, başka bir sözle, söylemlerin, mer­kezini işğâl eder olmuştur.

(2)‘Makine’, kısaca, kendine vucut veren parçalar ile unsurların eşgüdüm hâlinde çalışarak verim sağlayan bir işleyiş bütünlüğüdür. Bir işleyiş bütünlüğünü açıp bunun içine baktığınızda, kurucu unsurlarını yahut yapıtaşlarını teker teker görebileceğiniz, bunların arasındaki neden - etki bağıntılarını teker teker tesbit edebileceğiniz iş gören yapıdır.(7) Böylece incelenmeye, çözümlenmeye açık olan, öyleyse gizli kapaklı, kısacası esrârengîz yanları yönleri bulunmayan işleyiş bütün­lüğü cinsinden mekanik yapılar insan elinden çıkmadır. İşte makine örneğinden hareketle, evrenin de bir işleyiş bütünlüğü olduğu öne sürülür olmuştur. Ne zaman­dır? Özellikle 1600lerden bu yana söz konusu iddia git gide güç kazanmıştır.

(3)İlk dönemlerde, meselâ Sir Isaac Newton'âz (1642 - 1727) bu işleyiş bütünlüğünün yaratılmış olduğuna inanılıyordu. Fakat öncelikle Ondukuzuncu yüzyılla birlikte bu inanç terkedilir olmuştur. Yaratıcısı bulunmayan, işleyiş yasa­ları doğrultusunda ezelden ebede dönüşümler geçirerek evrilen evrenin gerek tümü gerekse kapsadıkları, ilkece açıklanabilir süreçler veya varolanlardır. Böyle işleyen evreni ve kapsadıklarını inceleyip açıklayabilecek ‘ülküsel’ (ideal) bilim, fizik-kimyadır. O hâlde, fizik-kimya bilimleri ile bilim kollarının açıklayamadı­ğı süreçler yok sayılmalıdır; zirâ anlamsız, saçmadırlar. Fizik-kimya bilimlerinin, yânî çözümleyici aklın açıklamakta âciz kaldıklarına mucize diyoruz. "Ben kimim?”, “nereden gelip nereye gidiyorum?”, “niçin, nereden varoldum?', ‘“ben’imi çevreleyen bütün şu varolanların hikmet-i sebebi nedir?” türünden soru­lardan yansıyan irâdede kendini gösterip de insanın temel insan-olma  hâlini oluş­turan onun aslî vasfını, kimliğini çözümleyici akılla açıklamaktan kesinlikle âci­ziz.

Demekki insan, ama beşer değil, mucizedir. İnanışı, iyilik ile güzellik değer­lendirişleri, barınışı, yiyişi, içişi, konmuşu, aile ile topluluk bağlarını örüşü, sevişişi, iş görüşü, hak ile adâlet dağıtışı ve nihâyet teşkilâtlanışıyla insanın tüm kap- saycı eserine kültür diyoruz. İnsanın eseri kültür de mucizevîdir. Madem mucize­de çözümleyici aklın yeri yoktur, o hâlde orada inanç, salt inanç söz konusudur. İnanıp inanmamakta ise serbestiz. Görülüyor ki, inancın bulunduğu ortamda hür­lük vardır. Bir varolan insansa, onun hür olması lazım gelir. Hürse, insandır. İnsan, özden hürdür. Hürlüğün insandaki ilk ve asıl tecellî yeri, onun manevî—zihnî-ahlâkî âlemidir. Bu âlemin kötürümleşmesi, inşam hürlüğünden, dolayısıyla da insan-olma-durumundan eder. İşte, Kur'ân, serhoşluğu da bu sebeple yasaklar.

(4)Hür-olan, hürlüğünün hikmetisebebi demek olan kimliğini korumanın mücâdelesindedir. Kimliği olmayanın hürlüğü de yoktur. Hür-olmayan, ‘meka-nik’tir. Mekanik-olansa, her türlü işi direnmeden görmeğe teşnedir. İşte nasıl ilkin evren, doğa, dünya, mekanik kabul edilmişlerse, tedricen insan da dirim-beşer temeline indirgenerek kimliğinden, böylelikle de hürlüğünden yok­sun kılınarak mekanikleştirilmiştir. Böylece o, artık sömürünün konusu kılınmış­tır. Kimiliğini oluşturan cümle değerlerçin mücâdele veren ‘dindar-inanan-savaşan insan’, yanî mücâhid, kendine buyrulduğu biçimde hareket ve imâl eden, yiyip içen, mutlanmayan, ıztırâp çekmeyen, çiftleşip eğlenen beşer, demekki ‘iktisâdiyâtcı adam’(8) derekesine düşürülmüştür. Doğanın mekanikleştirilmesine maddecilik-mekanikcilik; beşerinkineyse iktisâdiyâtcılık diyoruz. Peki bu yeni dönem nerede, ne vakit başlamıştır?

 

Dipnotlar:

 

(7)-Fr structure fonctionnelle.

(8)- GeçL ‘homo economicus*

 

Ş.Teoman Duralı-Sorun Nedir?,syf:243-244
Devamını Oku »

Barış — Savaş zıtlığı



(1) Zorluk, başlıbaşına bir varlık değildir. Tıpkı yakın akrabâsı, kötülük gibi, zorluk da, olumsuzluktur. Olumsuzluksa, kelimenin yapısından anlaşılacağı üzre, ‘olum’un, ‘olma’nın bulunmaması anlamındadır. Zorluk şu durumda, rahatın, düzgünlüğün yoksunluğudur. Rahat, düzgünlük ve bunların devâmı, bireysel sağlık ile onun toplumsal mukabili olan barış olağanlığın ifadesidirler. Lâkin ola­ğanlığı, yine karşıtıyla idrâk edebiliriz. İşte bundan dolayı zorluktan rahat ile düzgünlük doğar. Nitekim Alman şairi Friedrich Hölderlin (1770 - 1843) bu hususu şu unutulmaz mısrayla dile getirmiştir: “Tehlikenin başgösterdiği yerde, çâre de göğüverir.”(207)

İnsanın ‘olağan’ hâli, birey düzleminde sağlık; toplum bağlamındaysa, barış­tır, demiştik. Barış,(208) sevgi ile saygının yaygınlık kazanması durumudur. Barışın zıddı savaştır.(209) O da, öfke ile nefret duygularından kalkan teşkilâtlandırılmış maşeri eylemler dizisidir. Ne var ki, barışın da savaşın da ortak paydası, saygı­dır. O ise, önünde sonunda edebin türevi olduğuna göre, ahlâkın en önde gelen unsurlarındandır. Öyleyse barış gibi, savaş da ahlâka dayanır. Aradaki fark, sevgi — nefret zıtlığında yatar.

(2)Sevgi, ‘ben’in, kendini ‘ben-olmayan’a katıp karıştırma çabasıdır. ‘Ben-olmayan-sen’in duvgularına ‘ben’in katılmasına duygudaşlık(210) diyoruz. Duygudaşlık, ıztırâb ile acıda da sevinç ile neşede de görülür. Duygudaşlığın, ıztırâptaki tezâhürü, merhâmettir. Onun da, zayıf ve yüzeyde kalan hâli, acıma; en güçlü ve tanrısal kudretteki ifâdesiyse, rahmettir.

(3)Duygudaşlık, öncelikle de merhâmet ile bunun genelleşmiş devâmı olan banş, dişi, böylelikle de anne; zıddı, savaş ise, erkek, demekki baba özelliğini barındırır. Her iki özelliği dengede tutabilen toplumun sağlığı yerindedir. Böyle bir toplum, banşta savaşabilme kuvvesi ile irâdesine mâlik olup savaşta, barışma imkânını elinde tutar. Aynı durumun aile düzlemindeki yansımasına baktığımızda, annesinden şefkat dolu destek gören çocuğun, babasından yapabileceklerinin sınırlarını, erk (Fr autorité) yoluyla öğrendiğine tanık oluruz. İster ailede, ister daha geniş toplum bağlamlarında olsun, şefkat ile merhâmet çeşidinden dişilik veçheleri, tek hâkim âmil durumuna gelirlerse, yozlaşma, giderek, soysuzlaşma başgösterir.

Sertlik ile kavga şeklindeki erkeklik tezâhürleri önplana çıkarlarsa, o takdirde de, kültür, medeniyet seviyesine asla ulaşamaz, vahşîlik dediğimiz durum, ortalığı kırar geçer. Öyleyse sevgi ve nefretle dengede birarada yaşamaya da savaşmaya da, ruhça ile bedence hazır olma tavrı, aklın ve sonuçta adâletin gerektirdiklerindendirler. Aklın bildirdiklerini âdilce ifa etmek ise, Müslümanlığın başta gelen vecîbelerindendir. Nitekim Hadîse bakılırsa, aklın onayladığı her şeyi, din teyîd eder; ve, dinin tasdik ettiği her şeyiyse, akıl da benimser. Şu durumda İslâmın, gerek bireysel gerekse toplumsal hayatımıza iliş­kin buyruk ile talimâtlan akılla çelişmez. Nihâyet, aklın kendisi de, dinin aslî uzvudur.

 

Dipnotlar:

 

(207)-“Wo aber Gefahr ist, wächst das Rettende auch” —“Patmos”.

(208)-Bkz: EK 11 e

(209)-Bkz: EK 12ye

(210)-Y sümpathia; Fr&lng compassion.

 

Ş.Teoman Duralı-Sorun Nedir?,syf:211-212
Devamını Oku »

Bireylilik-Kimlik-Kişilik Sorunları



(1)-Her canlı, başka birtakım varolanlara nice benzerse benzesin, kendine has özellikler taşır. Bu özellikler, nice özelleşirlerse, onlarla donanmış canlı, o denli karmaşıklaşır. Kendine has özelliklerince başka hiçbir şeye geri götürüle- mez, indirgenemez varolana birey diyoruz. Hücreden beşere dek istisnâsız bütün canlılar, şu durumda, bireydirler. Yalnızca insanlaşmış beşerin bireyliliği, artık eşsiz diye niteleyeceğimiz özellikleri hâizdir. Böylesi bir bireylilik, kimlik kazanmış olur. ‘Kimlikli insan’sa, ‘kişi’dir. Kimlik kazanılıp kişileşildiği ölçüde insanlaşılmış olunur. İşte böylesine, kişilikli insan diyoruz. Kişilikli insan, düşünme itiyâdındaki bireydir. Düşünme itiyâdında olmak, olup bitenler hakkın­da olup bittikleri ânda düşünmekten ibâret olmayıp düşünme işlemlerinin ürünü olan düşünceler üzerine de düşünmektir. Birincisi az yahut çok mıkyâsta bütün insanlara yaygın olmasına karşılık, İkincisi pek az kimseye nasîb olur.

(2)-Düşüncesi üstünde katlanarak düşünebilen, hareketlerini de düşüncele­riyle biçimlendirir. Düşünceler yoluyla biçimlendirilen hareketlere eylem diyo­ruz. Şu hâlde kendi başına eyleyebilmekçin kendikendine, yanî özerkçe düşün­mek gerekir. Başka bir mercie bağımlı kalmadan düşünmekse, hür olmak demek­tir. Kendi düşünmeleri doğrultusunda hareket eden yahut eyleyen de özerk kişi­dir. Düşünme dizileri arasındaki mantık bağlantılarını dikkatten kaçırmamağa özen gösteren, tutarlı düşünür. Tutarlı düşünme çabasındaki kişinin, bu uğurda, düşünme dizilerini süreklice, düşünerek, denetlemesi, onu bilinçli kılar. Böyle birinin eylemleri arasında da sıkı bir düzen bulunur. Eylemlerinde tutarsızlık bulunmayana da disiplinli kişi deriz. Buna karşılık, yargılarında, davranmaların­ca, hâl ile hareketlerinde tutarsız olan kişi, tabiatı itibâriyle böyleyse, delidir; yok, bu tavrı, sunî yollardan meydana geliyorsa, serhoştur.

Bir kimsenin davranmasını, hâl ile hareketlerini, tavır ile tutumlarını belirle­yen ahlâkıdır. Davranışlarını, hâl ile görünüme çıkan hareketlerini, yanî eylemlerini kendine ve başkalarına karşı hâlis niyet besleyerek belirleyen, ahlâklı kişi­dir. Ahlâkında oynamalar olmaz, hep aynı minvâlde yürürse, bu kişiye dürüst deriz. Dürüst kişinin en belirgin vasfı, özü ile sözünün, niyeti ile amelinin birbir­lerini tutmalarıdır. Gerçi dürüst olmayan kişinin de özü ile sözü çakışabilir, örtüşebilir.Ölçüsü nedir öyleyse? Niyetin hâlis olup olmamasıdır. Bu hususu nitekim, lmmanuel Kant, şöyle dile getirmiştir: “...irâdeni izhâr edebileceğin öyle bir kural uyarınca davran ki, sonuçta o, genelgeçer bir yasa değerini kazanabilsin.”(169)

Derin düşünmeye, yanı niyete göre düzenlenmiş eylemler, ameller, ahlâk makûlesinden sayılırlar. Ama niyetin kendisine gelince; o, dinîdir. Madem niye­te dayanır, öyleyse sonuçta ahlâk da, din çıkışlıdır. Esâsında hayatımız da tabiat talâkkîmiz de dinîdir.

(3)-Görünür düzlemde olup bitenler, dinin zahirî yakasında yer alırlar. Dışarıdan bakıldığında algılanamayan niyetse, dinin bâtınî tarafındadır. Bâtınî hususlar, gözlemlenip irdelenmeğe yatkın değildirler. O hâlde onların yalnızca görünüme çıkmış, tezâhür etmiş taraflarıyla meşğûl olabiliriz. Nitekim Hz Muhammed, “gördüklerime inanır (yanî bilir), görmediklerimiyse, Allaha, havâle ederim” demiştir. Yine aynı iddianın bir başka ifadesini Ziyâ Paşa'da (1825 - 1880) buluyoruz: “Âyinesi işdir kişinin, lâfa bakılmaz; şahsın görünür rütbe-i aklı eserinde”dir.(170)

Kişi, niyet sahihliğine, hâlisliğine fıtratından ya yatkındır ya da değildir. Şu var ki, fıtratını da, toplum, inkişâf ettirir veya ettirmez: Eğitim. Toplum, eğitme yetisini (Fr capacité) geçmiş nesillerden devralıp işler ve ileriki nesillere devre­der: Gelenekler ile görenekler. Peki, eğitimin kendilerinden kalktığı başlangıç ilkeleri nerede bulunurlar? Vahiyde. Ona sâdık kalan toplumlar, niyet sahihliğini besleyip geliştirirler. Vahiyi çarpıtan, kirleten yahut toptan unutan toplumların eğitim düzeni de iflâs eder. Eğitimi iflâs etmiş toplumlardan ahlâklı kişilerin çık­ması neredeyse mucize kabîlindendir. Ahlâk, birey düzleminde kişinin kendi kendisiyle barışık hâlde eyleme; toplumunkindeyse, öteki bireylerle, menfaati ön plana çekmeksizin, ödevi öyle gerektirdiğinden, iş görmesi kâbiliyetidir.

Kişinin kendikendisiyle barışık olması, ‘vicdân’ dediğimiz, kendi içerisindeki, Allah sesine kulak kabartması, bu seste ifadesini bulan Onun kılavuzluğuna tereddüt­süzce uyması anlamına gelir. Nitekim İslâm, Allahın kılavuzluğunu tereddüt etmeksizin kabul etmek (imân), özetle Ona teslim olmak manâsını taşır. Elçileri, Allahın buyrukları ile tavsiyelerini en eski devirlerde kendi topluluklarına, daha sonralarıysa, bütün insanlığa tebliğle yükümlüydüler. Tebliğlerde ağırlıklı biçimde bahsolunan konu, kişinin öteki insanlarla kurduğu yahut kuracağı ilişkilerdir: Kul hakkı. Bunun bulunduğu yerde ahlâk vardır.

(4)- Vahiyden doğrudan yahut dolaylı kaynaklanmayan gelenekler ile göre­nekler, ahlâk orununa çıkamazlar. Ahlâk orununa çıkamamış gelenek ile göre­nekler, aid oldukları toplumlara mahsûs kalıp cihânşumûl değerlere kavuşmuş gözükmezler. Mahallî ve mevziîdirler. Meselâ kadîm aşîret görenekleri, sizi, mensûbu olduğunuz topluluktan birini öldürdüğünüzde, katil; birinin malını çal­dığınızda hırsız olarak değerlendirir. Aynı fiilleri topluluğunuzdan olmayana karşı işlediğinizdeyse icâbı hâlinde, ödüllendirilebilirsiniz dahî.(171)

(5)-Milletleşmiş olsun olmasın, bütün toplumların dayandığı, ve kısaca din dediğimiz, inanç düzenleri vardır. Bunlardan îbrâhim dininin İlahî menşei sarih olup tamamı İslâmdır.(172) Filvakî, İslâm bütün inanç düzenlerinin toplu adıdır. Müslümanın indinde, Onun tek saptırılıp çarpıtılmamış hâli olmasından ötürü Müslümanlık, esâsında ‘din’ demek olan İslâmla örtüşür. Öbür(173) kutsal yahut öyle kabul görmüş tebliğler veya metinler, Kur ’ânın az yahut çok çarpıtılmış par­çaları yahut cüzleridir. Öyleyse Kur ’ân ile Islâm, bütünü temsil ve ifâde ederler.

Kur'ân, neye inanmamız ve bakarak görmemiz gerektiğini bize öğretir. Nite­kim, Allah, Rabbdır, öğretendir. Şüpheye düşmeden tereddütsüzce inanmak, imân­dır. Bu, çok sıkı bir iç düzen gerektirir. Bahse konu çok sıkı iç düzeni sağlayan din eğitimidir.(174) Onun, evvelemirde ibâdet alışkanlığım kazandırma ödevi vardır. Nasıl, talîm, en müşkil iş demek olan, savaşanı ölmeğe ve öldürmeğe hazırlamak­la yükümlüyse, ibâdet de, kişiyi Allahı süreklice anıp Onun buyurduğu yoldan istediği biçimde yürümeğe alıştırmakla görevlidir. Asker olmayanın, talîmin bit­eviyeliğini saçmalık olarak nitelemesi gibi, inanmayanın da ibâdeti, öncelikle de onun tören tarafını hiddet ve şiddetle yerip küçümsemesi umûruâdiyyedendir.

(6)-Dine inanmanın ve icâplarının ifasının başında ibâdet gelir. Yine de dine inanmak ile icâplarının ifası herkeste ve her vakit iç içe yürümeyebilir.(175) Yaşayan dinlerde aslî cinsten olmayan icâplar, zamanın ve zeminin gereklerine göre değişirler. Demekki durağan değildirler. Belli bir dine mensûb olamak, onun şart koştuğu ibâdetleri, muâmelâtı, usul ile erkânı, kısacası şeriatı harfi harfine yerine getiriyor olma anlamına gelmez. Çarpıtmaya uğramadıkça genelde din özellikle de Müslümanlık« inananlarının, şeriata uyup uymadıklarını, ilkece, kolluk kuvvetleri gibi, belirli bir dünyevî güç yoluyla denetleyemez. Buna tevessül ettiğinde, müellifi Tanrı olan din, dinliliğini yitirip kapalı devre çalışan felsefe sis- temi çıkışlı, demekki akıl ürünü, ideolojiye dönüşür. Nitekim bir din adının sonu­na ideolojiyi belirtir Türkcede ~cılık/~cilik, Fransızcadaysa ~isme ekinin ilâvesi Özde, dine tamamıyla aykırı bir keyfiyettir.(176) Din, önünde sonunda, demek, ideo­lojik siyâsî kuruluş, hizip filân değildir. Şeriat, gönüllü izlenmesi gereken bir yol yordamdır. Dinin manâsı, mümininin gönlüne gömülü olup ifâdesini irâdesinde bulur. Bâhusus Müslümanlıkta, başta insan olmak üzre, hiçbir dünya varlığı, yahut bir benzeri, tapınma nesnesi kılınamaz. Bundan dolayı dinin, dünyevî var­lığa tapmağı çağrıştıracak ad yahut ünvânla anılması kabule şâyân değildir.

(7)-Dinin, öncelikle de iç düzenini kişiye bahşetmeğe matûf ibâdetin zorluk­larından kaçanların, bu arada Tanrıyı reddetmeği de göze alamayanların, beğlik çâresi, “dine bağlı değilim, ama, evrensel bir düzgünlüğün ve yaratıcılığın varol­duğuna inanıyorum” kolaycılığıdır. Unutulan husus, din denilen kurumun gör­evinin, yalnızca Tanrıya yahut benzeri kudretitam manevî güce inanmanın şartla­rını sağlayıp belirlemekten ibâret kalmayıp insana yaşayışım bireysel ile toplum­sal düzlemlerde tayin ile tanzîm etmek olduğudur. Burkancılık yahut Konfuçiyusculuk gibi, öyle dinler var ki, bunların önem sıralamasında düzgün ve anlamlı yaşayışa dair sunulan reçeteler, tanrılılıkla ilgili belirlemelerin önünde ve üstündedir. Şu durumda din, daha önce de belirttiğimiz üzre, yaşanana anlam ve çekidüzen verme meselesiyle birebir ilgilidir. ‘Bu-dünya-ötesi’ demeler, anlatım­lar, yer yer ve zaman zaman, vesîle yahut araç kisvesine bürünmektedirler. Vurgu yapmak ve meşrûuluklarını temellendirmek amacıyla kullanıldıkları izlenimini vermektedirler. Nitekim neredeyse bütün dinlerde ibâdetin, genellikle öteki duyu­lara nisbetle görmeğe bunca ağırlık tanıması, tebliğ olunanı, kişinin, bizzât dünya hayatında görerek aklı ve kalbiyle tasdik etmesi maksadına matûfdur.

(8)- Görerek tasdik, dine mahsûs bir şart değildir. Bununla, başta bilim olmak üzre, inanma ile düşünme etkinliklerinin diğer kesimlerinde de karşılaşıyoruz. Bakarak görmek, aklı kullanmağı şart koşar. Sıkı ve tutarlı düşünmek demek olan ‘akılyürütme’nin kurallarını araştırıp tesbit etme sanatıysa, ‘mantık’tır. Mantık esâs­larına dayalı olarak gözlemlerde bulunup deney yapmak ve bu uğraşılardan geniş çaplı soyut gerekçelendirilebilinir ve denetlenebilir, tercihan da matematik ifâde­lerle techîz olmuş sonuçlara ulaşmak ‘bilim’in, bütün bunların nihâî değerlendirmesini yapıp sistemli bir evren tablosu yahut şablonunu çıkarmak da ‘felsefe’nin işidir. Bu hüneri edinmekse, felsefe-bilim öğrenimi yoluyla olur.

(9)-Sonuçta imân etme disiplinini edinmek ile dış fizik gerçekliğine bakıp onu görerek öğrenmek, bir ve aynı pınardan fışkırıp birbirlerini tamamlayan insanın iki meşrebidir. îlki, enine, boyuna ve derinliğine çok çeşitli hâlleri ve veçheleriyle ‘kendim’i tanımak, demekki bilinçlenmek; sonrakiyse, dış fizik ger­çekliği öğrenmek, yani bilgilenmektir. İkisinden birinin eksik kalması, daha da kötüsü ikisinin birden bulanık olması, bir medeniyeti ve onun mensûbu kültürle­ri kötürüm kılar. Kötürüm bulunan yahut öyle kılınmış olan bir kültür ortamının bireyleri de, ‘gelişen insan tipi’ anlamına gelen ‘kişilikli insan’ durumuna bir türlü intikâl edemezler. Kötürüm kültürlerin ve onlarda yer alan bireylerin insan kimlikleri, yanı kişilikleri de çözülüp çökmeğe hükümlüdür.

 

Dipnotlar:

(169)-Bkz. “Ahlâk Metafiziğinin Temeli

(170)-Bkz: "Terkibibent", 5.

(171)- Bahsi geçen kabîle-aşîret örfü çağlar boyu geçerliliğini askerî ortamlarda, yanî ordularda korumuş­tur. Birliğinizden birini vurduğunuzda, katil zanlısı olarak yargı önüne çıkarsınız. Çarpışmalar sıra­sında düşman saflarından adam öldürmek serbest olmakla kalmayıp ödevdir, ödevini yerine getiren göğsüne nişân takılarak ödüllendirilir.

(172)-Bkz: EK le

(173)-Bkz: EK 2ye

(174)-Kişiye dış, yanî giyimini, kuşamını, tavır ile davranışlarını belli bir tertibe sokmağa çaba harcayan öteden beri, genellikle, askerî eğitim olmuştur. Geleneksel Osmanlı Türk terbiyesinde, neredeyse sor dönemlere değin, din ile askerlik eğitimleri iç içe yürüyüp birbirlerini bütünlemişlerdir.

(175)-Dindar ile mütedeyyin farklı anlamlar taşırlar. ‘Dindâr’, belli bir dine mensûb olan ve bu mensûp luğunu beyân eden, mütedeyyin’se, mensûb olduğunu beyân buyurduğu dinin şeriatına harfi harfi ne uygun yaşayan kimsedir.

Bu önemli ince ayınım Türicceye dayanarak yapabiliyoruz. Haddizâtında, ‘dindar’ ile ‘mütedeyyit ayn anlamdadır. Ilkı, ‘-dar’ sonekiyle Farscayken, sonrakisi Arapcadır.

(176)- Kimi dinlerin yahut dinimsi oluşumların ~cılık/~cilik soneki almaları alelıtrâk hâle gelmiştir. Bunlar, Burkancılık, Konfuçiyusculuk gibi, kurucularının adıyla anılır olmuştur. Ancak, asla genelgeçer örnek oluşturmazlar. Meselâ İslâmî yahut Müslümanlığı 'İslâmcılık' veya 'Muhammetcilik’/ ‘Muhammediye’; Yahudiliği ‘Musâcılık’/'Musevîlik’; Hıristiyanlığı ‘İsâcılık' 'îsevîlik’ şeklinde zikretmek hatâdan da öte izânsızlık, basiretsizliktir.

 

Ş.Teoman Duralı-Sorun Nedir?,syf:181-185
Devamını Oku »

Kültürün Aslî Dokusu: İnanç Düzeni



Nasıl toplum ile kültür, kesinlikle örtüşürlerse, birbirlerinden asla ayırt olunamazlarsa, inanç da bu iki unsurla aynı durumdadır. Kadın ile erkek tohumları­nın mezcinden anne rahminde beşer oluşur: Doğum. Beşerin, rahimden çıkışıy­sa, dünyaya gelmedir. Söz konusu safhadan itibâren biyo-fizik süreçlerin yanın­da, hattâ zamanla onlara baskın çıkacak şekilde, yeni özgün etkenler, gündeme girecek: İnançlar. Bunların gündeme girişiyle o safhaya değin sürüp gelmiş yaşa­manın —beşerin salt dirimlilik durumu— üstünde yeni bir yapı şekillenir: Hayat. Bu, yepyeni bir şekildir; benzersiz, tümüyle özgün. Hayat, varolabilmekçin yaşa­mayı şart koşar. Başka bir deyişle, hayat, dünyada varoluşça, yaşamaya bağlıdır. Bununla birlikte, birinci, İkincinin tabîî, uzvî uzantısı yahut türevi değildir. Diğer bir ifâdeyle, hayatı biyo-fizik çözümlemelerle beşere indirgeyip izâh edemeyiz.

Nasıl, ‘dirim’i belirleyen ‘gen’ ise, ‘hayat’ı da, aynı şekilde, ‘inanç’lar biçim­lendirirler. İnançlarla dokunmuş en geniş toplum örgüsüyse, ‘kültür’dür. İnançları gen esâsına indirgemek de, maddeci—mekanikçi dünyatasavvunına dayalı Çağdaş Küreselleştirilen İngiliz-Yahudî medeniyetinin hedeflerindendir. Bu yolla inanç, dirimötesi cihetini yitirerek mekanikleştirilip denetim altına alınabilir.

Beşer yaşamasının üstünde kurucu unsurları inanç olan hayatın temel vasfı hürlüktür. Hür olma keyfiyeti, insandaki ruhluluk veçhesinin en bâriz ifâdesidir. Manevî âlem. Kendi iç işleyişi doğrultusunda çalışan fizik-kimya-dirim dünya­sının, yanî maddî dünyanın tersine, inanç varlığı insan, doğal belirlenimden yok­sundur. Bu sebeple o, hürdür. Hür varlık baştan belirlenmiş olmaz. Baştan belir­lenmemiş varlık, yasaya tâbî değildir. Bundan dolayı, baştan belirlenmemiş var­lığın, yaşayabilmesi, demekki hayatını kurabilmesiçin kendine kurallar koymak zorundadır. Bunu o, Allah tebliğlerinin kılavuzluğunda duyu - sezgi - akıl üçlü­süne dayanarak başarır.

Baştan belirlenmiş doğal işleyişlere ‘yasa’ derken, hayatını kuran insanın kendine koyduğu kuralların en mütekâmil şekline kanun, bunlardan oluşmuş geniş ve karmaşık şebekeye de hukuk diyoruz. Hukukun vucut verdiği düşünü­lebilecek en kapsamlı ve çetrefil teşkilâtıysa, devlettir. Bütün bu inşâaları baştan belirlenmemiş, demekki hür bir varlık olarak insan, kısmen kendinden öncekiler ile çağdaşı olanlardan devraldığı, kısmen de kendisinin oluşturduğu inançlardan hareketle gerçekleştirir.

Belli bir iş görmek, maksada erişmek üzre kullanılabilir araç seçeneklerin­den birini yahut birkaçını seçmek, tercihtir. ‘Niye şu aracı seçiyorum da onu seç­miyorum’un gerekçesini hesaplayıp verme yetisiyse, hürlüktür. Bahis konusu gerekçeyi hesaplayıp verme yetisini hâîz ve işleten meleke de akıldır. Hâîz olduğu melekeyi akim, bilkuvveden bilfiile intikâl ettirme isteği, irâdedir. Seçenekler «asında tercihte bulunurken akıl, gereksediği gerekçeyi ‘yeter sebep' (YeL ratio sufficiens)ilkesinde bulur.Yeter sebep ilkesi,Leibnz'in deyişiyle ''Rationem reddere''den,yani aklın,bulunduğu tercihin hesabını vermesinden ortaya çıkar.Hesabı verilmemiş yahut verilmeyen bir seçme,şu durumda aklın tercihi sayılmaz.

Sonuç olarak aklın,bililtizam karar mercii olmadığı ortam ile durumlarda ne iradeden ne de onunla birlikte ışıyan hürlükten bahsolunabilir.

 

Ş.Teoman Duralı-Sorun Nedir?,syf:164-166
Devamını Oku »