(Süleymaniye Camii)Dış Mekan



 DIŞ AVLU, BAHÇE

 

Geleneksel Türk şehirlerinde evler, camiler ve kamu yapıları yeşili içlerinde saklarlardı. Yeşil, sokak ve meydanlarda değil, yapıların için de, yani gölgeli revakların çevrelediği kubbelerin altında, şadırvan seslerinin yankılandığı avlulardaydı."(1) Doğanın; bahçe, mezarlık ya da boş alan olarak şehirle bütünleşmesi İstanbul'un topografyası ve iklimi için doğal olsa da aynı zamanda bilinçli bir tercihti. Camilerin mezarlıkları simgesel anlamları olan ağaçlarla donatılmıştı. Medrese ya da revaklarla çevrili cami avluları bazen toprak bırakılıp yeşillendirilirdi.(2) Bu yeşillendirmenin bir medeniyet eğitimi olduğunu ve duygularımızı biçimlendirdiğini Tanpınar'ın Beş Şehir adlı eserinden aktaralım:


 

"İki ağaç Türk muhayyilesinde ve hayatında izini bırakmıştır: Servi ve çınar. İstanbul'un bilhassa dışardan görünen umumi manzarasını daha ziyade Karaca Ahmet, Edime Kapısı, eski Ayaz Paşa ve Tepebaşı gibi servilikler yapardı. Boğaziçi'ndeki o çok uhrevi köşelerle, bazı peyzajlar da çınarların etrafında toplanırdı. Eyüp servilikleri bütün Haliç manzarasına üslubunu verirdi. İstanbul peyzajındaki asil hüznü biz bu iki ağaçla çam ve fıstık çamlarına borçluyuz. Hissi terbiyemizde onların büyük payı vardır.

En çok sevdiğim ağaç çınardır. Geniş, pençe pençe yaprakları, munis dev gövdeleriyle onlar, bana Peçevi'nin anlattığı o sefer meşveretlerin­de söz alan, kumandanlara yol gösteren, akıl öğreten serhat gazilerini hatırlatırlar.

Gerçeği de bu ki, her çınarda bir dede edası vardır. Onlar toprağı­mızın hakiki gururudur; belki dedelerimiz o heybetli vakan, o dağ sükûnetini onlardan öğrendiler. Onun için Yahya Kemal'in Itri'yi eski çınarların mektebinden yetiştirmesini çok iyi anlıyorum.

0 deha öyle toplamış ki

bizi Yedi yüzyıl süren

hikâyemizi Dinlemiş

ihtiyar çınarlardan...

Büyük mimarlarımız ise daima eserlerinin yanı başında birkaç çınar veya serviyi eksik etmezlerdi; gür yaprağın tezadı onların en güzel terkiplerinden biriydi. Bazıları daha ileriye gider; cami veya medre­se avlusunun ortasında çınarın, servinin yetişmesi, gülün açması, sarmaşığın halkalanması için yer ayırırdı. Türk bahçe üslubu bu idi. Mimarlık ile ağacın bu işbirliğinin şimdi İstanbul'da en iyi, galiba biricik örneği, eski saray köşklerinin aralarına sıkışmış olanlar bir yana Süleymaniye'nin avlusudur."(3)

Süleymaniye Camii'nin dış avlusu olan bahçeye on ayrı kapıdan giri­lir. Bu kapılar açıldıkları yöndeki varlığı işaret ettiklerinden onların isimleriyle adlandırılmışlardır. Bu kapılar, kıble istikametinden tek­rar kıble istikametine doğru sırasıyla, Mera Kapısı, Eski Saray Kapısı, Mektep Kapısı, Çarşı Kapısı, Hekim Başı Kapısı, İmaret Kapısı, Kubbe Kapısı, Tabhane Kapısı, Ağa Kapısı ve Harem Kapısı'dır.

Süleymaniye Camii'ni çevreleyen bu geniş bahçe on dokuz dönümlük bir alanı kaplar. Evliya Çelebi bahçede çınar, servi, ıhlamur ve kuşdili ağaçlarının bulunduğunu kaydetmiştir.(4) Süleymaniye'nin ağaçlarla bezeli dış avlusunda özellikle iki ağaç dikkatimizi çeker: Osmanlı medeniyetinin ağaca yansıması olan çınar ve servi. Çınar; köklülüğün, sürekliliğin, kuşatıcılığın, sahiplenmenin ve şefkatin temsili anlatımıdır. Servi; dimdik duruşuyla birliğin, bütünlüğün, her dem yeşilliğiyle canlılığın, sürekli yenilenmenin simgesidir.

Anıtların koruyucuları, kuşların evi, insanların gölgeliği, toprağın çivileri, suyun havuzlan, havanın arıtıcısı ağaçlar. Suyu tutan, yağ­muru çağıran, toprağı koruyan, rüzgârı musikiye dönüştüren ağaçlar. Osmanlı için ağaç bir hayat biçimiydi. Medeniyetin, kurumsallaşmanın sembolüydü. Osmanlı'da ağaç, köklülüğün, bir beldeyi imar etmenin ifadesiydi.

REVAKLAR

Sinan'ın, Osmanlı cami kütlesine eklediği en önemli unsurlardan biri de, Süleymaniye Camii'nin yan cephelerine yerleştirdiği revaklardır. Tek veya iki katlı, narin sütunlarla desteklenmiş çıkıntılı ahşap örtülü yan açık mekânlar, cepheyi hareketlendirmekte, yapılara sivil mimari çağrışımları yüklemektedir.(5)



 

Çalışma Ortamı ve Motivasyon

İşletmeler, kişilerin makineyle yoğun ilişkisi sonucunda azalan doğal insan iletişimini ve artan stresi dikkate alarak dinlendirici mekânlar oluşturmalıdır.

Çalışanların iş ortamı onların duygusal yapılarında uyancı etkiler oluş­turacak, aile ortamının ve evin güvenilirliğini hissettirecek mekânlarla zenginleştirilmelidir. Kişinin çalıştığı alanda kendini duygusal olarak rahat hissetmesi, mekanın ona güven vermesi çalışma motivasyonu ve morali açısından önemlidir.

Çalışma düzenini ve uyumunu bozmayacak şekilde, çalışanın kendi çalıştığı mekânı kurumun rehberliğinde düzenlemesi, çalışma verim­liliğini arttırırken kurumsal aidiyeti de yükseltir.

Fabrika ortamında çalışanlar için yapılacak bahçe düzenlemesi, yürü­yüş yollan ve ağaçlandırma sadece stresi azaltmaya değil aynı zaman­da olumlu duyguların pekişmesine de yardımcı olur.

Bahçeye dikilecek çınar, servi, ıhlamur, erguvan, çam gibi belirli ağaçlar çalışanlarda azim, bütünlük, şefkat, birlik gibi bazı değer ve duygulan çağrıştırdıkları için çalışma isteklerini besler. Bahçe çalışılan mekâna bağlılığı artırır. Çalışanlarda çevre bilincini ve çevreye olan duyarlılığı geliştirir. Bu ise toplumsal sorumluluk duygusunu besleyerek gelecek nesillerin gelişimine, insana odaklı bir zihniyetin gelişimine katkı sağlar.

 

GÜNEŞ SAATİ

Sinan'ın tüm camilerinde bir güneş saati vardır. Süleymaniye'de iç avlu sağ kapısının avluya girmeden sol tarafında duvara yerleştiril­miş demir çubuklardan oluşan güneş saati bulunmaktadır. Güneşin geliş açısı, duvardaki demir çıkıntılara gölgeler yaptırmakta bu gölgelere bakarak, günün hangi saati olduğu anlaşılmaktadır. Bu basit gibi görünen düzeneğin ardında, konulduğu duvarın uyumundan, güneşin yaz-kış hareket eksenlerine kadar birçok hesaplama bilgisi ve ustahğı vardır.(6)

Kuramlarda Zaman Bilinci

İşletmelerin uzun süreli başarısında kurum kültüründe zaman bilin­cinin oluşması ve bu bilincin kurumsal yapı, ilişki ve çalışan davranışlarına yansıması çok önemlidir. Zaman bilinci kaynak israfının önüne geçmenin, kalite duyarlılığı oluşturmanın, kendini yenileyerek öne geçmenin en temel unsurlarından biridir.

Zaman bilinci hayatın farkında olmaktır. Artı değer üretmeden geçen sürecin, sermayeden yemek olduğunun farkında olmaktır. Hayata, insana ve kendine karşı sorumlu olmaktır. Zaman bilinci kişinin kendi davranış ve işlerini disiplin altına alması, kendini yönetmeyi öğrenmesidir.

Şirketler çalışanlarında zaman bilinci oluşturmak için iş süreçlerinin zaman sınırlarım belirlemeli, koyulan her hedefin zaman sınırlarını oluşturmalı, toplantılarda başlangıç ve bitiş sürelerini dikkate almalı, bu konularda personeli eğiterek alışkanlıkları kırmalıdır. Bu yapılanlardan soma zaman konusunda yüksek hassasiyet gösteren, iş süreç­lerinde zamanlama ölçütlerini yakalayan kişi ve gruplar bu davranışın yerleşmesi için belirsiz aralıklarla topluluk içinde ödüllendirilmelidir.

Zamanlamaya uymayan kişilere uygulanacak kural ve yaptırımlar belirlenmeli ve kurumsal yapıda herkese bildirilmelidir. Zamanlama konusunda gevşek davranmakta devam eden çalışanlar davranışları­nın sonuçlarıyla muhatap edilmeli, gerekirse uyan ve disiplin kuralları işletilmelidir.

 

KUŞA DOST DUVARLAR

Osmanlı inşam için kuş umudun ve talihin sembolü, mekânların şenlendiricisi, tabiatın bestekârıydı. Kuş evleri yapıların en çok güneş alan, rüzgârdan korunmalı yerlerine insanın, kedi ve köpeklerin uza­namayacağı yüksekliklere yapılırdı. Kuş evleri; cami, mescit, çeşme, kütüphane, köprü ve ev gibi her türlü yapıda yer alan, sevginin ve şefkatin minyatür evleriydi.(*)

Süleymaniye'deki kuş yuvalan cephe duvarları içinde bırakılmış birkaç küçük delik ve bu deliklerin uzantısı olarak kuşların konması için yapılan konsol biçimindeki sahanlıklardan oluşmaktadır.

Kuramlarda Çevre Düzenlemesi

Özellikle fabrika bahçelerinde oluşturulacak kuş evleri, hatta imkân varsa evcil bazı hayvanlar için kümes ve bahçe düzenlemeleri, fabrika ortamının daha insancıl ve duygulan besleyen bir ortama dönüşmesi­ne yardımcı olacaktır. Kuş sesleri insanları rahatlattığı gibi insanların kuş ve evcil hayvanlarla ilgilenmesi şefkat, yardımlaşma, sevgi, mer­hamet gibi önemli insani duyguların gelişmesini sağlar. (Sorumluluk ve şefkat duygusu düşük olan kişilerde bu duygulan geliştirmek için önce özel bir bakım isteyen bir çiçeğe bakmaları, bunda başarılı olurlarsa en az bir yıl evcil bir hayvanın bakımını üstlenmeleri psikologlar tarafından kullanılan bir yöntemdir.)

 

TAÇ KAPI

Camiye yaklaştıkça, girişler giderek daha çok önem kazanırlar. Süleymaniye'de dış duvarların üzerindeki kapılar sade bir üsluptayken iç avlunun kapısı anıtsal bir üsluptadır ve mihrabı işaret etmektedir.

"Büyük bir camiye bir dizi kapıdan geçerek girmek, eski tapınaklar­da kutsal iç mekâna girmeye benzer. Dış ve iç alanları çevreleyen eş merkezli duvarların içindeki anıtsal odak noktasına giderek yaklaşmak, ziyaretçide sonunda ulaştığı büyük iç mekânda doruk noktasına ulaşacak bir beklenti gerilimi yaratır."(7)

Süleymaniye'nin iç avlusunun üç katlı kuzeybatı kapısı, ne kendinden önce ne de sonraki cami tasarımlarında olmayan bir uygulamadır. Odalarında kayyumların oturduğu bu büyük kapı, Sinan'ın her yapıda yenilikler deneyen sanatçı kimliğinin bir başka göstergesidir.(8) Taç kapı Hacı İsa Usta'nın eseridir.

Taç kapıdaki tonlarca kurşunun mahiyeti henüz tam olarak çözülmüş değildir. Amaç, eseri manyetik ve radyolojik etkilerden korumak olabilir. Mevcut elektromanyetik dalgaların bu çevrede ölçülüp haritası­nın çıkarılması, ardından bilgisayar ortamında taç kapıda kurşunlar olmasaydı bu dalgaların dağılımının nasıl olacağına bakılıp iki duru­mun mukayese edilmesi halinde bu gerçek daha iyi anlaşılabilir.(9)


(Taç Kapıdan İç Avluya Giriş)


 

Öğrenme ve Yenilenmenin Basamakları

Süleymaniye Külliyesi'nde, külliye binalarından cami mihrabına doğru dört mekânsal geçiş vardır: Külliye binalarıyla dış avlu arasındaki sokaklar, dış avlu, iç avlu ve cami iç mekânı. Kanaatimce bu yaradılışın dört öğesi olan su, hava, toprak ve ateşin, güney, kuzey, doğu ve batı olmak üzere dört yönün, cansızlar, bitkiler-hayvanlar, insanlar ve melekût âlemiyle dört varlık âleminin temsili anlatımıdır.

Aynı zamanda, dış avludan başlayıp cami iç mekânında tamamla­nan hat, içsel bir yolculuğun, öğrenme ve kendini keşfin mekânla tasviridir. Dış avlu, ilme'l-yakini yani okuma ve işitmeyle kazanılan bilgiyi temsil eder. İç avlu, ayne'l-yakini yani bilginin uygulama ve deneyimle kazanımını, bilgiyle hislerin birleşimini temsil eder. Cami iç mekânı ise hakke'l-yakini; yani öğrenilen bilginin yaşam biçimine dönüşmesini, kişinin kendi sınırlarını ve yeteneklerini tanımasını, olayların nedenlerine inebilmesini, yaşanılarak kazanılan basiret ve sezgi gücünü ifade eder.

Bu üç mekânsal geçiş, işletme eğitimlerinde bilginin davranışa dönüş­türülmesi sürecindeki üç temel basamak olarak da ele alınabilir. Firma içi veya dışı sınıf eğitimleriyle bilginin görsel ve işitsel aktarımı, zihin­sel farkındalığın oluşturulması ve öğrenmeye algısal hazırlıktır. İkinci adım elde edilen bilginin firma içinde bir yöneticinin rehberlik ve kontrolünde uygulamasının yapılmasıdır. Üçüncü basamak, koçluk, proje sorumluluğu ve yetki devri uygulamalarıyla, tecrübe edilen bilginin tekrar ederek alışkanlığa dönüşmesine yardımcı olmaktır.

Birinci basamakta eğitim ihtiyacı olan insanların eğitime alınması, katılımcının isteği ve eğitimcinin yetkinliği ön plana çıkar. İkinci ve üçüncü aşamaların başarısı ise şirketin kendi eğitim sistemini kurma­sı, iç eğitimcilerini oluşturması ve yöneticilerine rehberlik ve koçluk donanımını kazandırmasıyla etkin hale gelir.

 

Hedefi Görmenin Gücü ve Amaçla Motivasyon

Sokağı dış avluya bağlayan Kubbe Kapısı, dış avluyu iç avluya bağlayan Taç Kapı, iç avludan cami iç mekânına açılan Cümle Kapısı ve mihrap aynı hat üzerindedir. Cümle Kapısının perdesi olmadığında Kubbe Kapısından bakan bir kişi mihrabı görebilmektedir.

Sinan dıştan içe doğru yönelen bu bakışla kişiye ulaşılması gereken amacı, bu amaca ulaşma sürecinde geçeceği aşamaları, öğrenmenin bir yolculuk olduğunu anlatmaktadır. Kişi her aşamadan sonra merdivenlerle yükselmektedir. Yani yeni bir konuma terfi etmektedir. Merdivenlerden sonra kişi cümle kapışma doğru yürümektedir. Yani elde ettiği konumu ve bilgiyi hazmetmektedir.

Cümle Kapısından içeriye hafif bir basamakla girilir ve mihraba doğru yolculuk devam eder. Mihrap bölgesine hafif bir basamakla çıkılır. Sinan kişiye bütünü, bu bütün içinde ulaşabileceği noktayı ve noktaya gidişin kararlı bir yolculuk olması gerektiğini mimari dille anlatmaktadır. Varacağı noktayı göremeyen kişinin motivasyonu düşer. Hedefi görmek çalışma azmini harekete geçirir. Bitiş noktasını gören koşucu atağa kalkar. Sonucu görmek heyecanı canlı tutar.

 

Kariyer Planı

Şirketler yeni işe başlayan çalışanlarına şirketin temel amacım, bütün­lük içinde çalışanın yerini, şirket içinde kat edebileceği kariyer süre­cini ve süreçte kazanması gereken bilgi ve nitelikleri tanıtmalıdır.

|Sinan'ın kubbe kapısından mihraba giden yolu kişiye göstermesi, ulaşılacak sonuçla onu yolculuğa motive etmesi gibi şirketlerde çalı­şanlarına kariyer zirvesini ve bu zirveye çıkması için ne yaparsa hangi terfileri kazanabileceğini göstermelidirler.

Bir şirket çalışanları için adil, akıla ve kurumsal kültüre uygun bir kariyer sistemi kuramazsa yetenekli çalışanlar ulaşacakları bir zirve göremeyecekleri için şirketi terk edeceklerdir. Eğer şirket yönetimi bir kariyer sistemi kurmuş fakat aynı zamanda zirveye "helikopter turlarıyla yolcu taşıyorsa"; yani orta ve üst düzey yöneticileri dışardan almaya başlamışsa şirket içinde geleceğini görmeyen yöneticiler daha iyi kariyer imkânları bulduklarında yine şirketi terk edeceklerdir. Bu ise, şirketin kendi yetiştirdiği çalışanlarla başkasını beslerken kendi zemininden toprak çekmesi, kendi kültürünü uzun vadede yok etmesidir.

 

MİNARELER


Minare, ışık saçan, aydınlatan, nurlandıran yer anlamındadır. Minareler inancın, birliğin ifadesidir. Aydınlığın,ışığın, yaratıcının birliğinin, Hz. Muhammed'in Miraç'ının sembolüdür. Minareler bir sesleniş, uyan ve duadır. Tarih boyunca minareler Yaratıcı'nın birliğinin hatırlatıldığı yer olmasının dışında, yolcu, kervan ve gemilere sefere kalkış işareti verme, çölde kaybolanlara yol gösterme, yangınları gözetleme, şehri mahyalarla aydınlatma görevlerini de görmüşlerdir.



 

"Minarelerin ne zaman ortaya çıktığı kesin değildir. İlk mescitler son derece basit yapılar olup, haliyle minareleri de yoktur. Bilal-i Habeşi'nin ilk ezanı Mescid-i Nebevi yakınındaki yüksekçe bir evin damında okuduğu, Mekke fethedildiğinde de ezan okumak için yine Kabe'nin damına çıktığı bilinmektedir.

 

Minareye verilen adlar fonksiyonuna göre değişmektedir: Minare için "ezan okunan yer" anlamında "me'zene" (Mısır) ve "riyazat ehlinin oturduğu kule" anlamına gelen "savma'a" (Fas) kelimelerinin de kullanıldığı görülür. Ancak bu unsur, daha çok "menare" kelimesiyle ifade edilmektedir. Menare, "ateş, fener konularak aydınlatılan kule" demek olmakla birlikte, "sınır taşı, dikili taş, yol işareti ve nöbet kulesi" gibi anlamlarda da kullanılmıştır. Minarelerin kandil, fener ile aydınlatıldıkları düşünülürse, bu kulelere benzetilerek "menare" adını aldıkları anlaşılır. Minarenin ilk ortaya çıktığı Emevi devri Müslümanlarının, iç içe yaşadıkları Hıristiyanların kiliselerindeki kulelerden etkilendikleri de açıktır."(10)

 

 

Minareler aynı zamanda bir duruş ve aidiyetin mekânsal anlatımıdır. Bir şehre gelen kişi, o şehrin ruhsal iklimini yoğuran değerleri, minareleri gördüğünde kilometreler öncesinden anlayabilir. Minare, bir medeniyetin, bir inanç sisteminin, mekâna imzasını atmasıdır. Bir kimliğin mimari dille ifadesi, o kimliğin özündeki birlik ve bütünlüğün resmedilmesidir.

Diğer camilerden farklı olarak, Süleymaniye'nin dört minaresi avlunun dört köşesine yerleştirilmiştir. Minarelerin birbirleriyle ve kubbeyle olan orantıları, tam bir deha ürünüdür.(11) Kubbeye yakın olan iki minare daha uzun, diğerleri kısa olduğundan cami piramit biçimli bir hareketlilik kazanmıştır.İç avluya giriş kapısının sağ ve solunda ikişer şerefeli iki minare, son cemaat yerinin sağ ve solunda üçer şerefeli iki minare bulunmaktadır. Evliya Çelebi, doğudaki üç şerefeli mina­renin ünlü "cevahir minaresi" olduğunu yazmıştır. Cami minareleri, 76 metre yükseklikte üçer şerefeli, iç avlu minareleri ise 56 metre yükseklikte ve ikişer şerefelidir.(12)

Cami minarelerinin yapımına 17 Mart 1554'te başlanmış ve 25 Aralık 1556'da tamamlanmıştır. Bu minareler inşa edilirken Müslüman işçile­rin yanında Hıristiyan işçiler de çalışmıştır. Sağ minarenin yapımında çalışan Müslüman işçilerin başında Mustafa Üsküdari, Hıristiyan işçi­lerin başında da Monol adlı usta bulunmaktaydı. Sol minarede çalışan Müslüman işçilerin başında Hacı Ferruh ve Hıristiyan işçilerin başında ise Todor îstanbuli mevcuttu.

İç avlu minarelerinin inşaatına 31 Mart 1554'te başlanmış, 14 Kasım 1555'te tamamlanmıştır. Sağdaki minare, Mustafa Siyah Nebi isim- ü ustanın denetiminde, sol minare de Todor Subasiç isimli ustanın kontrol ve idaresinde yapılmıştır.(13)

Tuhfetü'l-mimarin, Süleymaniye Camii minarelerinin on şerefeli olma­sını, Kanuni'nin onuncu Osmanlı hükümdarı olması ile açıklamış­tır.(14) Nişana Celâlzâde Mustafa Çelebi avlunun köşelerinde yükselen dört minarenin dört halifeye, minarelerde yer alan on şerefenin de Cennetle müjdelenmiş Hz. Muhammed'in on yakın arkadaşına "işaret" olduğunu belirtmiştir.(15)

 

Kurumsal Kimlik

Maddi kültürün unsuru olan mimari, tarih boyunca kurumların güçlerini ve kültürlerini topluma yansıtma görevini de yüklenmiştir. Bu nedenle işletmeler kurumsal kültürlerini, mimari yapılanmalarıyla da ifade ederler. Bir şirketin mimari yapılanması, mekân planlaması ve iç dekorasyonu onun hayata, insana, iş ve üretime bakışının somutlaş­masıdır. Bir şirketin mimari görüntüsü aynı zamanda onun kendini topluma gösterme ve tanıtma araçlarından biridir.

Şirketlerin talkında olmaları gereken, kültürün maddi ifadesi olan mimari görüntünün toplumun zihninde kurumun kimliğine ilişkin Önemli bir yansımasının olduğudur.

Şirketler kendilerinin çevrelerindeki şirketlerden farklı bir duruşa sahip olduklarını mimari yapılanma ve dekorasyonlarıyla da ifade etmelidirler. Çünkü yaşanılan mekân insanı biçimlendirir. Yaşamları mekân aynı zamanda şirketin veya kurumun ne olduğunun ve nereye ulaşmak istediğinin anlatımıdır.

 

EZAN

Minarelerde bir hatırlatma, dua ve çağrıya dönüşen ezan,olan Tevhid'in ifadesidir. Minare kimliğin maddi ifadesiyken, ezan bu kimliğin sözlü ifadesidir. Ezan bir inanç sisteminin, özlü bir bildiri ve bir sözleşme olarak düzenli ifadesidir. Günde beş kez Yaratıcı'sıyla ilişkisindeki özün, insana hatırlatılmasıdır.

Ezan günün beş farklı diliminde beş kez ifade edilir. Ezanda mesajlar kısa, basit, anlaşılır ve nettir. Okunmaya başlandığında dikkat çeker. İlk duyanların dikkatinin daha fazla yoğunlaşmasını sağlar. Ezan musiki bir nitelik taşır, hem duygulara hem akla hitap eder ve insanları bir bütünlüğe ve uygulamaya davet eder. Dayatmaz, teklif eder. Korkutmaz, hatırlatır. İnsanları bir yarara, içsel arınma, dua ve kurtuluşa çağırır.

Önemi vurgulanmak istenen ana konulan bıktırmadan tekrar eder.Aktarılmak istenen ana vurgu, Allah'ın büyüklüğü, dört kez tekrar edilir. Allah'ın birliği üç kez vurgulanır. Hz. Muhammed'in onun elçisi olduğu iki kez, duaya ve kurtuluşa çağrı iki kez tekrar eder. Ezan Allah'ın büyüklüğüyle başlar ve onun birliği ondan başka yaratıcı olmadığı ile son bulur. Yukarıda aktardığımız özellikleri ile ezan iletişim sürecinde bir mesajın taşıması gereken tüm özellikleri bünyesinde toplamıştır.

 

Etkin Mesaj, Tanıtımda Süreklilik

"Etkin bir mesajın taşıması gereken yedi özellik vardır:

Dikkat çekmek: Yalnızca dikkat edilen ve hatırlanan mesajlar etkilidir.

Hem kalbe hem beyne hitap etmek: İnsanlar duyguları canlanınca daha iyi öğrendikleri için, duygu uyandıran mesajlar çok etkilidir.

Mesajı netleştirmek: Bir mesaj bir tek önemli noktayı iletmelidir.

Güven yaratmak: Söz saygın bir kaynaca dayanmıyorsa insanlar ona inanmazlar.

Bir yarar iletmek: En iyi güdülenme kaynağı, beklenen yarardır, insanlar kendileri için doğrudan bir yarar algılamadıkça bir urunu almazlar, bir öneriyi uygulamazlar.

Eyleme çağırmak: İkna edici bir mesajla karşılaman insanlar tam olarak ne yapmaları gerektiğini bilmelidirler. Önerilen yararın izlenmeye değer olduğuna inanan bireyler bu inançlarını gerçekleştirmek için nereye gideceklerini, kime başvuracaklarını bilmek isterler. Eyleme yönelik uygun bir uyarı olmadıkça, insanlar mesajlarla İlgili eylemde bulunmazlar.

Tutarlılık sağlamak: Süreklilik ve tutarlılık mesajların etkisi açısın­dan çok önemlidir. Bunun için destekleyici tekrarlar yapılmalıdır. Mesaj çeşitli tarzlarda birçok kez tekrar edilebilir, ancak temel özelliklerinde tutarlılık olmalıdır. Böylece insanlar bu mesajı tanırlar ve çokça düşünmeden algılayıp anlarlar. Mesaj tanındıkça daha geniş kitlelere, daha etkili biçimde ulaşabilir. İyi bir logo, slogan ya da mesajın içeriği bu amaçla kullanılabilir."(16)

Şirketler, kurumsal kültür, hizmet veya ürünlerini müşterilerine ve topluma tanıtma çalışmalarında mesajın etkinliğine ve sürekliliğine önem vermelidir. Bir kurumun bilinilirliği ürün ve hizmetlerinin kali­tesinden önce bu kalitenin bilinmesine bağlıdır. Zihinsel bir farkındalık ve algılama olmadan müşterilerin ürün veya kuruma yönelimi olmaz. Müşteriyle ilişki önce onun zihninde bir imaj oluşturmakla başlar.

Kurumlar tanıtım faaliyetlerinde günün farklı dilimlerinde farklı hedef kitlelere hitap ettiklerini bilerek mesajlarını verecekleri zaman dilimini iyi seçmeli veya mesajlarını günün bütününde düzenli aralıklarla tekrar etmelidirler.

 

SALÂ

Minarelerden topluma duyurulan diğer bir gerçeklik sosyal dayanış­madır. Toplumun bir üyesi vefat ettiğinde minarelerden "salâ" okunarak bu toplumun diğer üyelerine duyurulur. Toplumun üyeleri kendi

mensuplarıyla vedalaşmak, helalleşmek, kırgınlıklarını unutmak yo yakınlarına destek olmak için çağrılır. Kişiler bu davete katılmak la dayanışmayı, bütünlüğü idrak ederken hayatın akışına ve kendi geleceklerine tanıklık ederler.

Kurumsal Dayanışma

Şirketler ve yöneticiler kendi çalışanlarının hastalık, kaza, vefat gibi zor durumlarında onları sahiplenmeli, onların yanında olduklarını hissettirmelidirler. Bu sahiplenmeyi tüm çalışan ilişkilerine de yay­malıdırlar. Aidiyet karşılıklı bir ilişkidir. Bir kurumun gücü o kurum içindeki insanların birbirini sahiplendikleri kadardır. Çalışanını sahip­lenen kurum kriz süreçlerinde de çalışanı tarafından sahiplenilir.

 

ÎÇ AVLU

Avlunun zemini beyaz mermerlerle döşenmiş ve etrafı 28 kubbeli revaklarla çevrilmiştir. Kubbe kemerleri 24 sütuna dayanmakta olup, bunlardan 12 tanesi pembe renkli granit, 10 tanesi beyaz mermer ve 2 tanesi de somaki mermer sütunlardır.İç avluya, üç ayrı kapıdan girilir. Caminin ana giriş kapısının yer aldığı bu bölümün tam ortasına, Kâbe görünümünde bir şadırvan yerleştirilmiştir.(17)



 

Kişiyi Kültürel Geçişlere Hazırlamak

İşletmeler kurum kültürü için önemli alan bölümlere geçişleri daha iyi hissettirmek veya eğitim ve kültür etkinlikleri sonrasında doğal bir ortamda bilgi paylaşımını hızlandırmak için geçiş ve paylaşım mekânları oluşturmalıdırlar. Bu sayede elde edilen bilgi paylaşımı ve tanışıklık artırılırken diğer yandan kurum kültüründe önemli olan değer, yapı ve ilişkilere geçişlere kişiler mekânsal bir dille hazırlanırlar.

 

ŞADIRVAN

"Su, varlık âlemini oluşturan toprak, hava ve ateşin tamamlayıcısı,dördüncüsü. Su şehirlerin, insanların,hayatın başlangıcı, var olmayı fısıldayan ses.



Su doğumu, hayatı, ölümü kuşatan bir iz.Su medeniyetin kapısı değil, medeniyetin ta kendisi. Medeniyet suyun açılımı.Ondandır ilk çağlardan beri bütün şehirlerin su kenarına kurulmaları. Şehre getirilen su sistemlerinin yapısı, o yerin uygarlık düzeyini işaretler. Susuzluk ıssızlıktır, güçsüzlüktür.

Bütün dini inançların anlamlı kutsallığı ve şükrüdür su. Kurân’da yaratılışın ana maddesi, yeniden dirilişin mecazi bir sembolüdür."(18)

Su, zıtların birliğinde hayat, zıtların birliğinde dengedir. Su en yanıcı elementle (hidrojen) en yakıcı elementin (oksijen) mucizevi bir dengeyle birleşmesidir. Su birliğin simgesi, su farklılıkların bütünleşmesi,su Yaratıcının rahmetinin ve şefkatinin işaretidir.

Osmanlı sanatında su; yaratılışın, hayatın, hareketin, tazeliğin, arınmanın sembolüdür. Bu nedenle "su gibi aziz ol" ifadesi yücelmenin ve arınmanın temennisidir.Osmanlı sanatı ve dehası İstanbul'u kemerlerle, şadırvanlarla, sebillerle, çeşmelerle, hamamlarla su gibi aziz kılmıştır. Su bir inançtır Osmanlı'da. Günde beş kez arınma ve duadır. İslam dininin temizliği inancın temeli olarak görmesi, temizliği sağlık ve ibadet için zorunlu tutması sebebiyle Osmanlı, şehri hamamlarla, camileri şadırvanlarla donatmıştır. Camilerin avlularına, evlerin bahçelerine, arınmanın, hareketin, rahmetin ve cennetteki Kevser Havuzu'nun sembolü olarak havuzlar inşa edilmiştir.

Mimar Sinan'ın bir müezzin mahfili(**) görünüşü ile cami avlusuna inşa ettiği beyaz mermer şadırvan, (***) benzeri olmayan bir mimari unsur olarak tasarlanmış, avluda bir serinlik ve ses kaynağı olarak yer almıştır. Süleymaniye vakfiyesinde, adı "Kevser havuzu" ile beraber anılmıştır.(19) Kabe'yi andıran şadırvan, 5x3-40 metre ebadında ve 2.80 metre yüksekliktedir.(20)

Şadırvanın, camiye gelen suyu havalandırmak ve dağılımını sağlamak üzere inşa edildiği anlaşılmaktadır.(21) Şadırvan, suyu, doğal kule prensibi ile hava akımı oluşturarak oksijenle arıtan, tarihin ilk içme suyu hazırlama istasyonudur.

Şadırvanın oluklu hava akımını sağlayan cepheleri ise hesap harikasıdır. Aynı zamanda şadırvanın tavanındaki fıskiyelerden akan su, bir su perdesi teşkil ederek havanın nemini düzenlemekte, havadaki parçacıktan alıp caminin içine geçen havayı temizlemektedir.(22)

 

Çalışma Ortamı Hijyeni

İşletmelerde çalışan sağlığını etkileyen hijyen faktörleri (ısı, ışık, nem, gürültü) iş tatminini de doğrudan etkilerler. Hijyen faktörlerinin istenilen nitelikte olmaması halinde çalışanın stres tepkisi yükselir.

Solunan havanın nemi ve temizliği de çalışan sağlığını, dolayısıyla iş verimini doğrudan etkilemektedir.

Nemin fazlalaşması aşın terleme ve strese sebebiyet verirken, nemin azalması baş ağrısı, dikkat kaybı ve çalışma veriminin düşmesine yol açmaktadır. Bu nedenle işletmeler çalışma ortamındaki nemin mevsimlere göre olması gereken nitelikte tutulmasına özen göstermelidirler.

 

SON CEMAAT YERİ

Son cemaat yeri pencereleri üzerinde yer alan ayet kitabeli çini alın­lıklar için İznik Çini Atölyelerine 548 çini levha ismarlanmıştır.(23) On pencere üzerinde mor çini üzerine beyaz yazılı panoların sağ dahilerin de Besmele ile Ayete'l-Kürsi soldakilerde ise Fetih Suresi'nin son ayetleri yazılıdır.

 

CÜMLE KAPISI

Caminin iç kısmına dış avlunun sağında ve solunda yer alan iki büyük kapıyla iç avluda yer alan Cümle Kapısı olmak üzere üç ayrı kapıdan girilir. Bu kapıların dışında, mihrabın sağında ve solunda birer kapı daha vardır. Evliya Çelebi, caminin bu yan kapılarından hünkâr mahfilinin altına açılan kapının "Vüzera (Vezirler) Kapısı", bu kapının karşısındaki kapının "İmam Kapısı" olarak anıldığını bildirir.

 



Evliya Çelebi'nin bir mutluluk kapısı olarak andığı ana giriş Cümle Kapısının mermer kısmı Sofi Salih'in, ahşap kapı kısmı ise baş marangoz Ahmed Usta'nın eseridir. Cümle Kapısı mimari özellikleri ve süslemelerinin yanı sıra, Haşan bin Ahmed el-Karahisari imzalı "inşa kitabesi" ile de önem kazanmaktadır.(24)

"Kitabe metni, Şeyhülislam Ebussuud Efendi tarafından hazırlanmış, yazısı ise ünlü hat üstatlarımızdan Ahmed Karahisari'nin talebesi Haşan Çelebi tarafından yazılmıştır.İslam mimarisinde, Kur'an'ın nazil olduğu dile uyularak kitabelerin Arapça yazılması bir gelenek olduğundan Süleymaniye Camii'nin kita­besi de Arapça olarak yazılmıştır.

 

Kitabe sağ-orta-sol olarak üç bölümdür. Birinci bölümde; camiyi inşa ettiren Sultan ve Halifenin vasıfları sayılmakta, ikinci bölümde Sultan Süleyman Han ve cedleri belirtilmekte, üçüncü bölümde saltanat sil­silesinin devamına ve seleflerinin ruhlarına duadan sonra caminin üstün nitelikleri ve ne niyetle ne zaman yapıldığı açıklanmaktadır:

1.Bölüm

Rabbani kudretle kudretli kulu, O'nun sübhani değeri ile değerli halifesi, "Mahfuz Kitap"ın emriyle ve bunun hükümlerini dünyanın her tarafında icra ile kaim / Aziz Allah'ın yardımı ve galib ordusu ile Maşrık ve Magrib ülkelerinin fatihi / Âlem ülkelerinin sahibi, bütün halklar üzerinde Allah'ın gölgesi, Arap ve Acemin Sultanı

2.Bölüm

Saltanat kanunlarının yayıcısı, Osmanlı Hakanlarının onuncu- su Sultanoğlu Sultan Süleyman Han / Bin es-Sultan Selim, Bin es-Sultan Bayazid, Bin es-Sultan Muhammed, Bin es-Sultan Murad, Bin es-Sultan Muhammed, Bin es-Sultan Bayazid, Bin es-Sultan Murad, Bin es-Sultan Orhan, Bin es-Sultan Osman.

3.Bölüm

Saltanat silsilesi devran silsilesinin sonuna kadar zincirleme gitsün ve seleflerinin ruhları cennetin bahçesinde daim mütenezzih bulunsun / Halkın kendini ibadete verenleri ile namaza duranları, rüku ve secde edenleri için, Allah'a ibadetlerinde, toplantı yeri olmak üzere / bu yüksek yapılı, eşsiz örnekli, olağan üstü nitelikli camii inşa ile Yücelik ve Kudret sahibine, mülk ve melekût âleminin yaratıcısına yaklaştı.

Binanın başlangıcı dokuz yüz elli yedi yılı Cümadelûlâsının sonlarında, tamamlanması ise dokuz yüz altmış dört yılı Zilhiccesinin sonla­rında idi. Bu yazıyı Haşan bin Ahmed el Karahisâri yazdı."(25)

 

Kurumun Varlık Amacı ve Tarihçesi

Kurumlar, çalışanların ve müşterilerin kurum bünyesine giriş yaptıkları alanlarda, kurumun varlık amacını, tarihçesini anlatan bölümler oluşturmalıdırlar. Kurumun gelişimine hizmet eden lider ve çalışanların hayatlarından önemli kesit ve hikâyelerin sunulduğu, kurumsal gelişim sürecini gösteren fotoğraflardan oluşan küçük bir tarihi seyir, kurumsal var oluşun anlaşılması ve kişilerin nereye ne için geldiklerini zihinlerinde canlı tutmaları açısından önemlidir.

Bu küçük fakat etkileyici mekân müşterilere kurumsal kültür ve güveni aktarırken, çalışanların sürekli varlık görevleriyle yüzleşerek bir içsel denetim sağlamalarına yardımcı olur.

 

Dipnotlar:

 

(1)-Kuban, Sinan'ın Sanatı ve Selimiye, s. 180.

 

(2)Erzen, a.g.e., s. 134.

 

(3)- Ahmet Hamdi Tanpınar, Beş Şehir, İstanbul: M.E.B. Yayınlan, 1992, s. 189,191.

 

(4)-Mollaibrahimoğlu, a.g.e., s. 39, 53.

 

(5)-Mülayim, Ters Lâle, s. 193.

 

(6)-A. R. Selim Suntur, İ. Birol Kılkış, Muhteşem Süleymaniye (Camii Şerifi ve Külliyesi), İstanbul: Boğaziçili Yöneticiler Vakfı, 2005, s. 20.

 

(*) önlerinde revakları, birbiri üstünde yükselen balkonlarıyla çok katlı sarayları; kubbeleri, minareleriyle kuşlar için yapılmış camileri andıran kuş yuvalarının en seçkin örnekleri Üsküdarda Yeni Valide, Ayazma ve Selimiye camilerindedir.

 

(7)-Kuban, İstanbul Bir Kent Tarihi, s. 246- 247.

 

(8)-Kuban, Sinan'ın Sanatı ve Selimiye, s. 88.

 

(9)-Prof. Dr. İbrahim Birol Kılkış ile bir Süleymaniye sohbeti', Boğaziçi Bülteni, s. 59.

 

(10)-Johs, Pedersen, 'Mescid' md, İslam Ansiklopedisi, İstanbul: M.E.B., 1972, 8. C, s. 25-27'den aktaran, Murat Sülün, Rüstempaşa Camii, İstanbul: İstanbul Büyükşehir Belediyesi Yay., 2007, s. 14.

 

(11)-Murat Belge, İstanbul Gezi Rehberi, İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yayınlan, 4. Baskı, 1995, s. 113.

 

(12)-Kuban, Sinan'ın Sanatı ve Selimiye, s. 88.

 

(13)-Barkan, a.g.e., C. 1, s.73'den aktaran, Mollaibrahimoğlu, a.g.e., s. 33.

 

(14)-Rıfkı Melul Meriç, Mimar Sinan: Hayatı, Eseri, Ankara, 1965, s. 51.

 

(15)-Celâlzade Mustafa Çelebi, Tabakatü'l- memalik ve derecatü'l-mesalik, Süleymaniye Kütüphanesi, y. 473b. Aktaran, Tanju Cantay, a.g.e., s. 29.

 

(16)-Ruhi Selçuk Tabak, Sağlık İletişimi, 3. Basım, İstanbul: Literatür Yayıncılık, 2006, S. 107-108.

 

(17)- Mollaibrahimoğlu, a.g.e., s. 34.

 

(18)-Süha Yıldız, İstanbul'da Suyun Serüveni, İstanbul: İSKİ Yay. No: 39, 2003, s. 17.

 

(**)Camilerde müezzinler için ayrılmış ve parmaklıkla çevrilmiş genellikle zeminden daha yüksekte olan bölümler.

 

(***)"Türk şehirciliğinin en önemli unsuru olan suyun, cami ve bağlı yapılara sağlanması, inşaatla birlikte yürütülen ayrı bir çalışma olmuş, Halkalı sulan yüksek bir debi ile yapılar topluluğuna ulaştırılmıştır. Cami, altı medrese, darülkurra, mektep, darüşşifa, imaret, hamam, çarşılar ve vakıf odalar, yaklaşık bin kişi olarak beliren çok sayıda insan bu suyu kullanmıştır." Tanju Cantay, Süleymaniye Camii, İstanbul: Eren Yayıncılık, 1989, s. 20.

 

(19)-Meriç, a.g.e., s. 51.

 

(20)-Mollaibrahimoğlu, a.g.e., s. 34.

 

(21)- Yılmaz Önge, "Mimar Koca Sinan'ın Türk Mimarisine Getirdiği Bazı Yenilikler", 8. Türk Tarih Kongresi,

3.cilt, Ankara, 1983, s. 1701-1703'den aktaran, Cantay, a.g.e., s. 28.

 

(22)- Prof. Dr. İbrahim Birol Kılkış ile bir Süleymaniye sohbeti", Boğaziçi Bülteni, s. 60.

 

(23)- Cantay, a.g.e., s. 30.

 

(24)-Cantay, a.g.e., s. 29.

 

(25)-Cevdet Çulpan, İstanbul Süleymaniye Camii Kitabesi, Ankara: Türk Tarih Kurumu Basımevi (Kanuni Armağanı 1970'denayn basım), 1970, s. 291-297.

 

 

İbrahim Zeyd Gerçik – Bir Yönetim Modeli Süleymaniye(Yönetim,Pskiloloji ve Kurum Kültürü),syf:70-87

 

 

 

 
Devamını Oku »

Sürekli Değerlendirme





İnsanlar çoğunlukla değerlendirişlerini ilk izle­nimlerine göre temellendirirler. İlk etkiye dayanır değer yargılan çoğu kez. Çok az insan kritik yetisine sahiptir. Ancak, bu azın azı kişiler, değer yargılarını kritik ede ede düzeltirler. Hatta kimi zaman bu dü­zeltmeyi temelden değiştirme biçiminde gerçekleş­tirmesini bilirler bu farklı yetenekler. Ama, çoğun­luk, kitle, ilk gördüğüyle kalır.

İlk izlenim ise, "izafet çerçevesi"yle oluşur. Baş­kasına göre değerlendirilir çoğu kez bir insan, bir eser, bir eylem. Orijinalliği görülmez, ya da nice za­man sonra, o azın azı kişilerin değerlendirişleri hâ­kim olmaya başladıktan sonra asıl özellik ortaya çı­kar. İnsanlar da o güne kadar bunu nasıl olup da gö­remediklerine şaşar kalırlar.

Konunun nabzını yoklamaksızın, onu şahdamarından yakalamadan, "başka" konulara göre, benze­tişler veya ayrılıklara dayanarak değerlendiriş hâkimdir ne yazık ki çağımızda. Bu değerlendirirce bir objektivite şansına sahiptir ama, eninde sonunda "dış" değerlendiriş, dıştan değerlendirmedir. Öz* bakışın, içten değerlendirişin ihmal edildiği bir bakış ve değerlendiriş türüdür bu. Bu sebeple de yüzeysel ve sınırlı olmaya mahkûmdur.

Peşin yargılardan arınmış olarak bakma gelene­ği, kaybolmuş gibi. Doküman enflâsyonu içinde in­san, hemeninden, ilk karşılaştığı olay veya olguyu, bir şeye irca ediveriyor. Oysa, yeni diye bir şey var­dır. Bu değerlendiriş ve şuna buna indirgemede kay­bolan en değerli şey veya yan.

Acele indirgemeler çağının sıkıntılarıyla boğulu­yor insan. Bu yüzden, neşesini yitiriyor, umutsuzla- şıyor, mutsuzlaşıyor. Giderek, yeniyi arama ateşi içinde kavrulurken hep "eski!" diye bağırdığı çerçe­velere sıkışıp kalıyor. Ondan kurtulmak için can atı­yor her seferinde, kurtulur kurtulmaz da aynı arayı­şın kısır döngüsüne yeniden düşmekten alıkoyamı­yor kendini.

Oysa, "yeni'' her zaman vardır, gözler önünde­dir. Ama onu görecek göz, ilk izlenim ve etkilerinin çerçevesinden, izafet çerçevesi yanılgılarından sıyrıl­mayı bilen insanın gözüdür. Yeni yorumlama ve an­lamlandırmalarla dünyayı tazeleyen gözlerin işi. Bu ise, sistem ve ideoloji tutsağı olmayla bağdaştırılamaz bir psikoloji istiyor. Elbet, düşüncelere ve sanat ibdalarına lâkayt kalmamayı da.

Dış görünüşleri aşma çabası içinde olanlar, gele­cek zamanı gerçekleştirecek asıl bunlardır. Ondan ötesi, günün adamları.

İnsanlığı yenileyecek erler, sürekli olarak yanılgı hafakanını yaşarlar. Değerlendirmelerini gözden ge­çirirler. Bu yönde en ileri ve en derine ulaşmaya ça­lışırlar. Her kanıtı tartarlar, ölçüp biçerler. Her tanı­ğı sükûnetle dinlerler. Çelişkiler, onlara ışık tutar, olayın öbür yüzünü görmek için. Böyle böyle sağlam görüşe ererler.

"Sağlam görüş", evet, insanın en muhtaç olduğu nîmet, ilâhı nîmet. Kimi insanlar bir seziyle kazanır­lar onu. Ama, öyle de olsa, sonradan o "sezilen"i her cepheden yoklamak gerektir. Sağlam bir temele oturtmak borcunu beraberinde getirmeyen sezgiler, yeni sezilerle çarçabuk silinirler.

Peygamberleri, düşünce ve sanat öncülerini de­ğerlendirememişlerdir çok defa çağdaşları. Onları hep eskiye irca ederek asıl yeni taraflarını göreme­mişlerdir. Ancak, sağduyu ve gerçek sezgi sahipleri ve uzun uzun araştırarak onların hakikatine varan­lar, önlerindeki peşin veya acele yargı ve değerlendi­riş engel ve uçurumlarını atlayabilmişler, arkaların­da bırakabilmişlerdir.

Günümüzde ise durum daha trajiktir. Peşin hü­küm ve değerlendirişler standart hale getirilmekte ve teknik imkânla âdeta salgın halinde insanlığa sü­rekli olarak enjekte edilmekte. Bulaşıcı hastalık gibi; ya da veba gibi. Bundan kendini kurtaran insan öy­lesine az ki.
Yeni bir kuşak beklese, yerden göğe kadar haklı olur insanlık. Bir kuşak ki, bir el itişiyle, peşin yargılar er ramını karton kutular gibi devirip, altından, sağ salim, gün ışığına çıksın. Geçmişi, aktüeli ve ge­lecek zamanı yeni bir perspektife çeksin. İncelenecek olanı yeniden incelesin, inşa edilecek olanı yeniden inşa etsin.

"Diriliş Kuşağı" diye adlandıralım gelin bu ku­şağı. İnsanlığın Dirilişi Kuşağı. İlk izlenim ve etkile­ri hesaba çeken kuşak. İzafet çerçevelerinin muhase­besini nefsiyle birlikte kritik etmesini bilen nesil. Sü­rekli değerlendirme,melekesini, omuzundaki melek­lerle aşina kılmış bir nesil.

Sezai Karakoç-Gündönümü,syf:99-102

 
Devamını Oku »

Tablodaki Bardak



Yalancı taşmalar, köpürmeler beklemeyin bizden. Çünkü bardağımız ağzına kadar dolu. Ne taşmaya ne köpürmeye ihtiyacı var bardağımızın! Ne de “bir bardak suda fırtına” cinsinden yapma dalgalanışlara. Dolu, dopdolu olmanın sessizliği, şamatasızlığı, derin barışı içinde olmak: amaç budur.

Kavgacı değil, savaşçı olmak, savaş için savaşçı olmak değil, barış için savaşçı olmak; bardağın doluluğu bu anlama gelir. Toprağa basmak; toprağa gömülmek değil: dirilişçiliğin yolu yordamı bu nüansta saklı. Çağın “sarhoş gemi”sine, çizilecek rota, dirilişçiliktir. İnsanın kendi arayışından, ansızın görünecek bir fecir.

Dirilişçilik, kağıt yapraklarında değil, insan ruhunda ciltlenecek ve insan ruhunu ciltleyecek bir espri araştırıcılığıdır, bir esprinin araştırıcısıdır, araştıran bir espridir.

Kolayı ister, ama kolaya kaçmaz. Kolaya kaçmayı hep reddeder o. Güçlüğün aşığı değildir, ama güçlükten de kaçmaz. Güçlüğü kolaylığa çevirme sanatıdır o bir bakıma.

Bardak, öylesine hızla dolup boşalmakta ve hemen yine dolmakta ki, o sanki hiç dolmuyor, boşalmıyor, hep aynı dolu bardak olarak kalıyor. Kan dolaşımı ve değişiminin olağanüstü hızı: dirilişçiliğin yeniliğinin sırrı. Son bardak değil bu, belki ilk bardak. Daha doğrusu, bardak zinciri içinde bir halka. İlk ve son bardakları da içinde bulunduran bir gelişim bardağı.

İçtiği suyu ab-ı hayata, zemzeme veya kevsere çevirirken insanoğlu, bir maya gibi kullansın diye sunulan çağın samimilik bardağı; ya da bu niyeti taşıyan hiç olmazsa.

Kurtarma iddiasının değil, birlikte kurtulmaya çalışma çabasının bardağı. Ve bu çabayla o ağzına kadar doludur Allah’ın izniyle. Kimsenin su hazinelerinde gözü olmayan bir bardaktır bu. Ve kimselerin su hazinelerini hatta ırmaklarını, nehirlerini ve denizlerini yadsımayan ve yadsımaya hiç de yanaşmayacak olan.

Öyleyse, o, “saf bir onama” dan mı ibarettir? Hayır. O, bir vaftiz bardağı değildir. O, bir statükoculuk bardağı değil, bir özdeğişim bardağıdır.

Yitik Cennet’ten uzanan bir bardak, dolu bir bardak olmak: onun mutluluğu bu hedefe nişan almakta. “Temiz şarab” ın bardağı: aranan bardak, ayıklık bardağı.

Yoksa o, sarhoşluk gemisinin mahzen katını dolduran fıçılardan gelme bir bardak olma hevesinin meyvesi değil. Böyle bir meyve olmaktansa, çağın trajedisinde cayır cayır yanan kupkuru bir odun parçası olmayı yeğler o.

Olmak istediğini ne kadar olmuş ve oldurmuştur acaba? Bu ayrı konu. İlerde, başkalarınca tespit edilecek bir şey bu. Oluşumu bırakıp ta olanı değerlendirmeye vakti yoktur. Belki ancak, oluşum için gerekli, oluş içindeki, oluşumu kesmeyen, şimşeksi bir hız değerlendirmesiyle yetinmektedir ve yetinmek zorundadır, kendi kendine bakışta. Yani kepenklerini indirip envanterini yapmak yerine, envanterini, akışı, dolup boşalışı içinde doğal bir otokritik, sürekli bir otokritik biçiminde yürütür.

Bizden, hıçkırıklar, feryatlar, figanlar istemeyiniz. Çünkü: bardağımız ağzına kadar dopdolu. Fazladan bir hıçkırık ek bir “ah”, onun kırılıp parçalanmasına sebep olsun ister misiniz? Kötü niyetliler hariç, kim arzular bunu?

Onu kırıp un ufak etmeyi düşlemesin kara yürekliler. Sonra, onun tozlarından, bin yeni bardak fışkırıverir. Bırakınız, çağdaş sofrada, bu bardak ta, sizin süslü püslü kokulu ve renkli bardaklarınız arasında, sade ve sessiz, ait olduğu eli beklesin, o eli uzatacak konuğun çıkagelmesini beklesin. O çağrısız konuğun.

Evet, bütün çağrılılar masada yerini almış durumda. Ve eller uzanmış, bütün bardaklara. Yalnız, tablonun içindeyken dışında kalan, dopdolu sessiz bardak ve çağrılmadan gelmesine engel olunamayacak beklenen “konuk”…

Gündönümü,s.95-98/Sezai Karakoç
Devamını Oku »

Miraç Yakıtı



Miracın sahibi Peygamber’in izleyicileri de bu miraçtan sürekli olarak pay sahibi olmak hak ve vazifesi doğrultusunu hiç yitirmemek borcundadırlar.

Miraç mucizesi onlara bu bilinci vermek ve bu sorumluluğu aşılamak için bağışlanmıştır. “Miraç ruhu”nu taşımak: Müslüman, bu psikolojiyle ayrılır öbür inanç ve inançsızlık adamlarından.

“Bir günü öbür gününe eş geçen kişi ziyandadır” kutlu sözü miraç mucizesinin ruh içi gerçeğine, özbenliğine yapışık hakikatine dokunmaktadır.

Allah’a tapınmada, insanlarla ilişkide, düşüncede ve estetikte, sürekli “mirac”ı yaşamak, ilerleme güven ve niyetini yitirmemek kıvamında olmalıdır mü’min ruhu.

Miracın hışırtısı, ruhumuzun kulaklarında olmalıdır daima. Ve iç gözümüz, Burak’ın izinde…

Alev alev yanan ruh, Refref’in kanatlarıyla aşmalıdır kanatsızlık bölgelerini.

Aşksız, kupkuru, donmuş akıl kişisi, müslümanlığın en alt derecesinden ileri gidemez.

Aşk uçuşu… Miraç budur.

Yılda bir kere kandiller bu aşkı somutlandırır; ama içimizin kandilleri günde bin kere miracın yakıtıyla yanmak ödevindedir.

Miraç, Mutlak’ın aşk yüzünü görme yolculuğudur. İç hacdır her mü’minde. Hacda da her Müslüman, miracı, gönlünün öncüsü ve gözcüsü yapabildiği ölçüde manevi hedefe ulaşacaktır.

Namaz, günün dönüm noktalarında miracın bize konuk oluşudur. Vaktin yakasını bırakmamasıdır namaz miracın. Vaktin hamuruna ilahi aşk mayasını ve boyasını durmamacasına katan Peygamber armağanıdır o.

Miraçtır açıp kapayan Cennet ve Cehennem’in pencerelerini; onlarla eğiten ruhumuzu.

Kadir gecesinin tohumudur o. Kur’ân, bu Tûba’nın dallarına asılıdır, gören gözler için.

Alın yazımızın hiyeroglifidir miraç. Mucizeyi kanımıza işleyen Peygamber iğnesi ve kalemidir. Ruh susayışını gideren kevser, onun bardağıyla sunulur inanmış gönüllere.

Zamanı, metafiziğin sınırlarına götürüp orada ruhun solmayan çiçeği yapan odur.

Sonsuzluğun, ebediliğin pınarında onu yıkayıp kirlerinden arındıran âb-ı hayat zemzemidir miraç.

Ruh, nerede katranlaşmışsa, ondan miraç çekilmiştir. Nerede elmaslaşmışsa ona miracın ışıkları düşer ve bin yöne yansır.

Dünyayı küçülten büyüten gök aynasıdır o. Bir hardal tanesine çevirir onu, ama bu tanede bütün dünyalar ve kâinatlar gizlidir.

Miraç mucizesi, paslanmış ruhun diriliş kalayı, delinmiş, özbenliğin lehim madenidir. Kopan ruhu, Mutlak’a kaynak yapar durur yeniden boyuna.

“Gözlerin kaymaması”nın güvencesidir.

“İki yay aralığı kadar yaklaşma”nın metodu.

Ruhtaki zehri, biriken zehri alan panzehirdir Miraç ruhu. Bir mucize med ve ceziriyle çekip alır içimizdeki kuşkuları, red ve inkâr taslaklarını. Onları eritir ve ummanında boğar. Kadavralar gibi yüzerler bu mucize denizinde; bilinmezliğin bağrına gömülmek üzere alınıp götürülürler.

Bir tanık gibi durur hep yanı başımızda, bir tanıklık meleği gibi durur miraç; inanç gücümüzün , sağlamlığımızın ve dayanıklılığımızın tanığı olarak.

Ruhun diriliş özlerindendir miraç. Namazla, oruçla, hacla, zekâtla bağıntı iplikçiklerini korumasını bile özlerden. Ruhun bayatlamaması, taptaze kalması onun görevidir. Enerjisi tükenen ruha, diriliş yakıtıdır o. Sönen ruh ışığına yalım vermesini bilmenin ustasıdır.

Bir Mekke gününü içimizde ışıldatıp duran avizedir, asılı ruhumuza.

İmanın küfre zaferinin dönüm noktasıdır. Gün dönümü noktası. Ama bu gün dönümü günün batıya doğru değil, ruhun doğusuna ve doğuşuna doğru döndüğünün işareti olan bir gün dönümüdür.

“Sıdk”ın gün dönümü.

“Aşk”ın gün dönümü.

Ter ve zaferin gün dönümü.

Başlarında yeniden Kutsal Kitaba, Kur’ân’a döndüğü bir olağanüstülük gün dönümünden bir an.

Yücelişin anlamından bir yaprak.

Mutlak’tan açılan bir sayfa.

Şeytanı zincirleme yolculuğu, Rahman nefesine doğru uzamış yolculuğundan bir kitap.

Evet! Başlı başına bir diriliş kitabıdır Miraç.

Baştan başa mucize olan diriliş kitabı.

Demiri yumuşatan Davut eli gibi.

Ölüyü dirilten İsa parmağı gibi.

Zaman ve mekânı aşan bir inanç meşalesidir o.

Sezai Karakoç, Gündönümü, s.91-94
Devamını Oku »

Kendini Bulmak




İnsan, çoğunlukla günümüzde, ya kaba kuvvete, ya da ekonomik güce göre kendini ayarlıyor. Dünya konumunu böyle tâyin ediyor. Sonra da sorup duru­yor: "Neden huzursuzum? Neden mutsuzum?".

Oysa, kaba kuvvet, ele geçirenin hükmüne tâbi­dir. İnsan kişiliğine yapışık bir şey değildir. O, insan kişiliğini yapıcı bir unsur olamaz. Bu yüzden, insanı kişiliksiz kılmakta kullanılır çoğu kez. Ekonomik güç de, ihtirasların tuzağı ve tutsağıdır... Çok defa kişiye gerekli özgürlüğün amansız düşmanı... Bu iki kitle tabiatının basıncı altında kalan kişilik, bir ma­den tortusu gibi yamyassı yapışıp kalır bir yere. Ve üzerine yediği damganın yazgısından kurtulamaz. Ve derken, huzursuzluk ve mutsuzluk onun alınyazısı olup çıkar.

Kendi kişiliğini aramak: insanın bu dünyadaki görevi budur. özgürlükle aramak. Kaba kuvvete ve ekonomik baskıya aldırış etmeksizin aramak.

Sabır içinde aramak.

Tanrı'ya güvenerek aramak.
Sevgiyle aramak.
Özgeçi ve özveriyle aramak.

İnsan kendini arama borcunda yani. Araya ara­ya bulacaktır kendini. Karanlıklar içinde kaybolmuş âb-ı hayat olan ruhunun yitik cennetini arayarak, bulacaktır.

Tanrı'ya doğru giderek bulacaktır kendini insan. Peygamberlerin, yolgöstericilerin izinden giderek kendi kişiliğine çıkacaktır.

Oruçla, Tanrı'ya tapınmayla, Tanrı'yı ruh içinde, dilde ve işte anarak, Tanrı'ya gidişi süreklice yaşaya­rak bulacaktır kendini.

Bakacaktır, birden, çevre değişmiş. Yüzlerin an­lamı değişmiş. Eşya ve tabiat değişmiş.

Görecektir: ses başka, ufuk başka, gök ve toprak başka.

Anlayacaktır: savaş ne içindir? Öldürmek için mi? Diriltmek için mi? Mutluluk, önemli mi önemsiz mi? Asıl mutluluk, başkasını mutlu etmek ve mut-suz etmemekte değil mi?

Kendini kaybettiğini bir gün bilecektir insan. Fizikötesi ve insanüstü soluklar fısıldamakta durma­dan bunu. Kendini kaybettiğinin farkında olduğu gün, kendini aramaya çıkacağı gündür insanın.

Eller ve ayaklar ve onlara evrenin verdiği cevap­lar toplamından ibaret değildir insan. Bunlar, insan değil, insanın marjı, uzantısıdır eşyaya, dışa doğru.

Sadece ve sadece bu bakımdan anlamlıdırlar. Kendine yeter "kesik baş" masalında olduğu gibi, içimiz, bir özgürlüğe ve yoğunluğa kavuşmadıkça, sorup duracağız! "Neden huzursuzum? Mutsuzum: ne­den?"

Evren seferine çıkmak için kendine yeterli ruh azığıyla donanık mısın? Ellerini ve ayaklarını, gözü­nü ve ağzını, malvarlığını ve nüfuzunu kullanmak için, bu Tanrı nimetlerine tasarrufta bulunabilmek için, Tanrı halifeliği yetisine sahip misin?

İnsan, kendine bir cevap olmak için yaşar. Ama, cevap için önce soruyu, yukardaki soruyu alınyazısı­nın karatahtasına yazacak güç ve cesareti kendisinde bulabilecek midir?

İçimiz kabardığında, bu sorundur dipte yosun bağlayan.

Gün dönerken, nüansın nüansı melankoli flütle­ri, akşam sürülerini, bu sorular ve yanıtlarla çağıra­caktır dinleniş toprağına.

Ölüm ve doğum sûrları, bu soruları ve cevapla­rı üflemektedir ufuklara. Yeterli yarasaya mahsus seslere ayarlamış olmasın kulağını insanoğlu.

Kaba kuvvet, teknik kargısı ve malî yapraklar furyasını yarasa çığlığında farksız görecek bir kulak kazansın insan, yeter ki!

Yoksa, Tanrı, imtihan der. Bu imtihan çetindir. Taşa ve maymuna dönüşmek de var işin içinde, im­tihan sonucunda veya sonunda.

Kıyamet sorusunu, yaşayıp, çilesini çekip çöz­mek gerek. Yoksa, o, insanın güneşini batıracağı gü­nü bilir. O günü iyi bilir.

 

Sezai Karakoç-Gündönümü,syf:77-79
Devamını Oku »

Zaferin Serhat Türküsü



Cebrail'in kanadı yeniden dokunacak mı ipek­ten hafif bir esintiyle insanlığın omuzlarına? İnsanlı­ğın ağır yük altında çökmeğe yüz tutan omuzlarını, yeniden, Vahiy meleğinin şifa verici elleriyle onana­cak mı? Çürümüş, morarmış omuzlar, yeniden ere­cek mi eski altın günlerine?

Ruhun doğusundan batısına bir yeni soluk üfle­necek mi? İsrafil'in Sûru, ölmeden önceki dirilişi ge­ri getirecek mi, aklın buzulunda donup kaskatı kesi­len insan özüne? Derleniş toparlanış şafağı ağacak mı dağılmış, toz haline gelmiş hakikat mantığına?

Yeniden gök sofrasını açacak mı ölesiye acıkmış insan ruhunun önüne Mikâil, nîmet saçma görevlisi melek? Tabiat içinde katmerli, kıvrım kıvrım yatan tabiatı, bereket tabiatını bulup çıkaracak, ortaya ko­yacak, sergileyecek mi?

Ve yüzünde, celâl şimşeğinden bir maske, insanlara keskin bir kılıç gibi inen o korkutucu fizikötesi elçi, Azrail, "ölüm dersi" kürsüsüne oturduğu her vakit, can kulağıyla dinleyen kişileri tekrar bulacak mı? O, "ölmeden önce ölme"yi öğrenmeğe can atan­lardan. Ölümün korkulu perdesini kaldırabilecek yüreklilerden. Eşyanın donuk yüzünde, cama çar­pan sinek gibi kuruyup kalmayanlardan.

Melekler mi gitti, insan mı gitti? Herkes ve her şey yerliyerinde, ama konumlarda, bakışlarda, tu­tumlarda bütün değişme. Şeytanın zaferi mi yani? Hayır, hayır, hiç bir vakit, hiç bir zaman, şeytanın za­feri olamaz.

Şeytan, yenilmeye mahkûmdur. Her zaman ye­nilmeye mahkûm. Ama, o öyle ters bir duygu karmaşasındadır ki,yenilgiden zevk alır. Kendisiyle bir­likte yenilenleri gördükçe, kendi dışında da, kendi­sinden ötürü bir yenilgi gördükçe, yendiğini sanır. Yenen kendisi midir? Yenilendir o aslında. Ama ne yazık ki, yenilgisi, bir çoklarını da ardından sürük­ler...

Şeytan bilir yenileceğini. Her zaman yenildiğini bilir. Ama, o, tek başına yenilmeyi sevmez. Başkala­rının da kendisi gibi ve kendisiyle birlikte yenilme­sinden hoşlanır. Bundan öylesine sevinç duyar ki, kendisinin de zavallılarla birlikte yenilmiş olduğunu unutur. Bu sevinci, başkalarının yenilmesinden du­yulan ters hazzı, bir yengi sevinci sanır.

Yenilgiye aracı veya araç olan, yenen midir? Ha­yır. Yenilgi aracı veya aracısı, ancak yenilgiye aittir. Onun zaferle ne ilişkisi olabilir?

Sürgün,başkalarının da sürünmesinden zevk alırsa ve biraz da bu zevk yüzünden bir çok kişileri baştan çıkarıp sürülmelerine sebep olursa, bu onun zaferi midir?

Sürgündür o. Başkasını sürgüne gönderen değil, sürgünlüğüne yoldaş toplayandır o.

Ebedî sürgündür o. Sıkıldığı sürgün yalnızlığına mahkûmdur. Bu yalnızlığı bir parça gidermek için arkadaş arayan ve her bulduğunda bir avunuş bulan sürekli sürgün.
Kürek mahkûmu, kendine eşlik edecek kolların artmasını diler. Ama bu onun alınyazısını değiştirir mi?

Arasıra dönüp insanlığın üzerine samyeli benze­ri olan soluğunu üfürür. Kavrulan, bu zehirli yelle çılgınlaşan ruhlar, ona doğru koşarlar. O da, adası­na, sürgünlük ve yalnızlık adasına bu koşuşanları gördükçe ufak bir ferahlama duyar.

Cüzzamlının, frengilinin arada bir duyduğu fe­rahlama gibidir bu ferahlayış. Gerçek bir ferahlama, şifadan doğan, nekahat dönemi ferahlaması değil.

Öyleyse gerçekte korkacak bir şey yok. Melek kanadını solduramaz o zehirli yel. Geçicidir, güçsüz­dür çünkü. İnanmış insanın üzerine gerilmiş kanadı kıramaz, aşamaz.

Şeytanın aşılmaz handikapıdır melek. Ve ruhu­muzun meleklere açık pencereleri. Onun soluğunu içeri bırakmaz bu pencerenin gümüşten tül perdele­ri.

Varoluşa örtük inanç kalesini zorlayacak yeni bir harekete hazır olmalıdır toprağı aşan tarafımız, ki Kur'an'dan, Vahy Sultanı'ndan, Cebrailin diriltici soluğu erişebilsin.

Ki ruhumuzun içindeki türbenin kapısı açılsın.

Ve abdest alan yatırı izleyelim gün doğmadan.

Ki zaferin serhat türküsü işitilsin ta ufuklardan.

Sezai Karakoç-Gündönümü,syf:65-68
Devamını Oku »

Rahman'ın Arş'a İstivası Meselesi ve Arş'a ve Kürsi'ye İman



Rahman'ın Arş'a İstivası Meselesi

...Burada bir noktaya dikkat çekelim. İbn Teymiyye "Rahman'ın Arş'a istivası" meselesinde -ileride de değineceğiz(bkz.s.185 vd)- Allah Teâlâ'nın Arş'a istivasını, Arş'ın üzerinde fiilî bir yerleşme olarak kabul ettiği için bir problemle karşılaşıyor.

İmam Ebu Hanife bu istiva meselesinde diyor ki: Eğer Allah Arş'a yerleşti, mekân tuttu, ayet-i kerime bunu anlatıyor dersek o zaman şöyle bir soru çıkar ortaya: "Allah Arş'ı yaratmadan önce neredeydi?" Çünkü Arş mahlûktur, muhdestir, sonradan var olmuştur. Allah Teâlâ dışındaki her varlık sonradan var olmuştur. Dolayısıyla İbn Teymiyye'nin anlayışına göre -haşa- üzerine oturduğu yerleştiği Arş'ı da sonradan var etmiştir ve üzerine oturmuştur. Peki, o zaman İmam Azam Ebu Hanife soruyor: "Allah Arş'ı yaratmadan önce neredeydi?" el-Vasıyye isimli eserinde şöyle diyor Ebu Hanife: "Allah Arş'ı ve Arş'ın dışındakileri ihtiyaçsız olarak -yani onlara ihtiyacı olduğu için değil- korumaktadır. Eğer muhtaç olsaydı yaratılmışlar gibi kâinatı var etmeye, icat etmeye ve yönetmeye muktedir olamazdı. Eğer Allah oturmaya ve mekân tutmaya muhtaç idiyse Arş'ı yaratmadan önce neredeydi? Allah Teâlâ bu şekilde vasıflandırılmaktan yüce ve münezzehtir."

Bu son derece önemli bir sorudur. Yani Cenab-ı Hakk ile mekân arasındaki ilişkiyi bu şekilde kuramayız. Cenab-ı Hakk yarattığı bir şeyle fiziksel bir temas halinde olmaz, bundan münezzehtir. Çünkü O'nun yarattığı hiçbir şeye ihtiyacı yok. Oturmak dediğimiz şey insanlara mahsus bir fiildir. Cenab-ı Hakk Arş'a oturdu denirse bir yerden oraya geldi de oturdu denmiş olur. Peki, mekânı var etmeden önce neredeydi? Bu soruya İbn Teymiyye diyor ki, Allah Teâlâ Arş'ı yaratmadan önce neredeydi sorusu doğru bir soru değil.

Neden? Çünkü Cenab-ı Hakk da kadimdir, Arş da kadimdir diyor. Nasıl kadimdir? Allah Teâlâ'nın kıdemlik vasfı zatîdir, zatî bir özelliğidir, zatında mevcuttur, başkasından almaz kıdem vasfını diyor. Cenab-ı Hakk bizzat kadimdir. Arş ise kıdemi zemani itibariyle kadimdir. Allah Teâlâ kendisi Arş;ı ezelden beri yaratıp üzerine istiva etmiştir diyor İbn Teymiyye.

Şimdi burayı bir düşünün, bu ne kadar Kur'an'a ve Sünnete uyuyor, ne kadar tenzih akidesine uyuyor? "Onun gibi hiçbir şey yoktur, hiçbir şey O'na benzemez" derken gerçekten biz Cenab-ı Hakk'ı varlıklara benzemekten tenzih etmiş oluyor muyuz? Konunun en başında söylediğimiz tevhidin beşli kategorisine gerçekten uyuyor mu bu durum? Cenab-ı Hakk da varlıklar gibi bir şey yaratıp, bir şeyi yapıp onun üzerine oturuyorsa o zaman bu vasıfta ona benziyor demektir. "O, zatına mahsus bir şekilde oturuyor" demek meseleyi kurtarmıyor. Çünkü mekân tutmak dediğiniz nerede ve kim hakkında kullanılırsa kullanılsın aynı şeydir. Dolayısıyla Cenab-ı Hakk'tan başka kadim varlıklar tasavvur etme garabeti de çıkıyor buradan. Cenab-ı Hakk'ın Arş'a istivasını "oturma olarak kabul ederseniz kendi sakat kabulünüzü teyit etmek için başka bir sakatlık daha işlersiniz; Cenab-ı Hakk'tan başka bir kadim varlık tasavvur etmiş olursunuz.

"İstiva malumdur, keyfiyeti meçhuldür" demek lazım. Oturdu, karar kıldı, mekân kıldı, alçaldı falan demeyiz, keyfiyet atfetmeyiz, demek lazım. İşte bu İbn Teymiyye gibi Müşebbihe'nin yol açtığı arıza sebebiyle sonra gelen kelam âlimleri diyorlar ki, biz bunu lügat anlamının izin verdiği ölçüde tevil edelim, sözlüğü zorlamayalım, nassları zorlamayalım. Ama insanların aklına da oturdu, kalktı gibi bir teşbih inancı da gelmesin. Arş'a istiva etmekten maksat Arş'ı kudret elinde tutmaktır diyelim. Çünkü Arş, Cenab-ı Hakk'ın yarattığı en azametli, muazzam varlıktır. Cenab-ı Hakk onu bile kudretiyle tutuyor, demek kİ "Ey insanlar Cenab-ı Hakk'ın yarattığı bu muazzam büyüklük karşısında bir toplu iğnenin ucundan bile daha küçüksünüz. Haddinizi bilin, cirminizi aşmayın" gibi bir uyarı var.

Dolayısıyla Allah'tan (c.c) başka kadim, öncesiz varlık yoktur.

.......

Arş'a ve Kürsi'ye İman
Arş ve Kürsi haktır. O, Arş'tan da, ondan daha küçük varlıklardan da müstağnidir. Her şeyi kuşatan ve her şeyin üstünde olandır. Mahlûkatını, O'nu kuşatmasından aciz bırakmıştır.

Arş ve Kürsi haktır. Arş, Arap dilinde birkaç anlama gelir. Akla gelen ilk anlamı taht ya da koltuktur, divandır, sedirdir. Üzerine oturulan, yüksekçe yerdir. Kürsi ise, mütevatir anlamıyla masadır. Padişahı düşünün; padişah tahta oturduğu zaman ayaklarını yere koymuyor değil mi? Ayaklarını koyduğu bir basamak var. İşte o da Kürsi. Fakat Cenab-ı Hakk'ın Arş'ı ve Kürsi'si böyle değil; tıpkı O'nun eli bizim elimiz gibi olmadığı, gözü bizim gözümüz gibi olmadığı gibi. O'nun yüzü bizim yüzümüz gibi olmadığı gibi, O'nun Arş'ı ve Kürsi'si de bizim arş ve kürsümüz gibi değildir. Buna çok dikkat etmek lazım. Bu Arş ve Kürsi meselesi -bilhassa Arş meselesi- ayakların kaydığı bir meselesidir. İbn Teymiyye gerek Der'u Teâruzi'l-Akli ve'n-Nakl isimli eserinde, gerekse Şii-Rafizi ekole yazdığı reddiyesi Minhâcu's- Sünne isimli eserinde diyor ki: Arş bize göre, mahlukata göre tavan gibidir. Bizim üstümüzdedir. Cenab-ı Hakk'a göre ise koltuk gibidir, divan gibidir, Arş O'nun alt tarafındadır. Dolayısıyla burada bir mekân tayini söz konusu Cenab-ı Hakk'a. İşte o Arş'ı biz lügat manasıyla alırsak, "insan için Arş budur, dolayısıyla Cenab-ı Hakk için de budur" dersek akıl, hata yapma yolunda ilk önemli adımını atmış olur. Bundan sonrası da çorap söküğü gibi gelir.

Arş, Cenab-ı Hakkin yarattığı en büyük, en muazzam, en azametli mahlûktur. Cenab-ı Hakk için böyle bir taht söz konusu değildir. Cenab-ı Hakk için, altı yönün O'nu kuşatması söz konusu değildir. Dolayısıyla "Arş O'nun altındadır. Cenab-ı Hakk Arşin üst tarafındadır" demek doğru değil. Bu Mücessime'ye ait bir algı tarzıdır. Usuli'd-Din eğitimi görmemişsek bu konudaki müteşabih hadisleri kolayca yanlış anlarız. Günümüzde Vehhabi çevrenin ayaklarının kayması, nasslara teslimiyet adı altında Cenab-ı Hakk'a cisim özellikleri atfetmelerinin sebebi budur. Kafayı kullanmayı bilmiyorlar. "Nasslarda nasıl gelmişse öyle teslim oluruz" diyerek aslında nasslara tam ters bir durum olan teşbih ve tecsim akidesine sürükleniyorlar. Cenab-ı Hakk bize akıl vermiş, bize muhkem nasslar göndermiş... Dolayısıyla müteşabih nassları o muhkem naslar esasında anlamamız lazım.

Arş meselesi ile ilgili olarak bir örnek verelim: İmam Buhari ve Müslimln es-Sahih'inde, İmam Ahmedin el-Müsned'inde vs. geçen sahih bir hadis var: Efendimiz (s.a.v) buyurmuş ki: "Allah Teâla mohlûkatı yaratmayı murad ettiği zaman, bunu kitabına yazdı. O kitap Arş'ın üstünde Cenab-ı Hakk'ın yanındadır. O kitabına "Rahmetim gazabıma galip geldi" yazdı."(1) Allah mahlûkatı yaratmayı takdir ettiğinde Arşin üzerinde, yanında bulunan kitaba böyle yazmış. Dolayısıyla İbn Teymiyye ve onun takipçileri, uzantıları diyorlar ki: "Bak bu sahih bir hadis, Allah Teâla böyle bir kitap yazmış, bu kitap Arşın üstünde, Allah'ın yanında. Demek ki, Allah Arş'ın üstünde, yanında bir boşluk var ve kitap da Arşın üstünde, Allah'ın yanında bulunuyor". Hadisi zahir anlamı ile aldığınızda anlaşılan mana budur. Fakat buradaki "indellah" (Allah'ın indinde) ifadesini böyle anlamak zorunda mıyız? Değiliz. Bunu başka ayet, hadis ve nasslara götürdüğümüzde ortaya bakın, nasıl enteresan bir durum çıkıyor:

Firavun'un eşi mümindi, Cennetlik bir hatundu. et-Tahrîm Sûresi'nde onun Cenab-ı Hakk'a şöyle dua ettiği bildiriliyor: "Ya Rabbi benim için Cennet'te, senin yanında bir köşk, bina et."(Tahrim,11)

Burada, "Cennet'te, senin yanında bir köşk bina et'' diyor. Haşa, Cenab-ı Hakk Cennet'te midir? Cennet bir mekândır. Cennetlik kulların mekânıdır. Bir de Cenab-ı Hakk'ın Cennet'te bir mekân bina etmesi var. Bir yapı ustasının bir ev yapması gibi adeta! Bu ayette böyle bir ifade var. Oysa Cenab-ı Hakk'ın Cennet'te olmadığı, aklen ve naklen kesin bir şekilde sabittir. Cenab-ı Hakk'ın -haşa- bir yapı ustası gibi orada bir köşk yapmadığı sabittir. Cenab-ı Hakk'ın Arş'ın üstünde olması ve yanında bir kitap bulunması meselesi de bu ayetteki "indiyyet" esas alındığında ortaya çıkıyor. Demek ki burada ifade edilmek istenen Cenab-ı Hakk'ın mekân olarak yanı değil. Bu hadiste ifade edilen, "yanında bulunmak" ne demek? O'nun katında bulunmak, demek.

"Sizin en keremliniz, en şerefliniz, en üstününüz Allah katında (indinde) en şerefliniz, en fazla takva sahibi olanınızdır."(Hucurat,13) buyuruluyor başka bir ayette. Şimdi buradaki "indallah" kelimesiyle oradaki "indellah" kelimesi arasında hiç fark yok. Bu kelime, Allah katında, Allah nezdinde, Allah (c.c) nazarında demektir. Allah Teâlâ'nın kitap yazmaya ihtiyacı mı var? Levh-i Mahfuz, Allah'ın (c.c) yanında mı? Haşa! Hayır! Dolayısıyla bu tür ifadeleri muhkem nasslara götürerek anlayacağız. Yoksa -Allah korusun- ayağımızın kaymaması mümkün değil.

Arş ve Kürsi üzerinde epey münakaşa edilmiş. Genelde Müşebbihe ve Mücessime taifesi tarafından gündeme gelmiştir bu mesele. Efendimiz (s.a.v)'den gelen sahih hadislerde Kürsi, "İki ayağın bulunduğu ya da iki ayağın basılacağı yer" şeklinde tanımlanıyor. Usuli'd-Din formasyonu almamış insanın gözünde sanki bir Arş var, taht var, onun üzerinde oturan bir padişah var, ayaklarını da kürsünün üstüne koymuş!.. Oysa Efendimiz (s.a.v) sahih hadiste buyurmuş ki, "Semavat'ın Kürsi'ye oranı, çölün ortasına atılmış bir yüzük gibidir”(2) Yani Semavat o yüzüktür, Kürsi de o çöldür. Kürsi'nin Arş'a nisbeti de öyledir." Kürsi çölün ortasına atılmış bir yüzük gibidir. Dolayısıyla burada vehme dayalı bir tahayyülde bulunmak asla doğru değil. İnsanın ayağının kaymasına sebep olur. Cenab-ı Hakk hakkında müteşabihattan hareketle zihnimizde bir takım suret ve şekillerin oluşmasına müsaade etmemek lazım.

Arş ve Kürsi haktır. Cenab-ı Hakk Arş'tan da, Arş'ın atındakilerden de müstağnidir. Bunlara muhtaç ve mahkûm değildir. Her şeyi ve her şeyin üstünü Cenab-ı Hakk kudretiyle, ilmiyle ihata etmiştir. Buradaki "ve fevkahû = her şeyin üstünü" ifadesine dikkat etmek lazım; bu rastgele bir cümle değildir. Her şeyi ve her şeyin üstünü Cenab-ı Hakk kuşatmıştır. Dünya da, sema da, Kürsi de, Arş da bu 'her şe/in içine girer. Dolayısıyla Cenab-ı Hakk her şeyi ve her şeyin üstünü ilmi ile kuşatmıştır dediğimizde Arş'ı da Arş'ın üstünü de kuşatmış demektir. Arş bir mekândır, Arş'ın üstü de bir mekândır. Bu bakımdan Allah (c.c) Arş'ın üstündedir demek doğru değildir. "Arş'ın üstündedir" dediğinizde "Allah (c.c) bir mekândadır" demiş olursunuz.

İmam Azam'ın (rh.a) sorduğu: "Eğer Allah (c.c) Arş'ın üstü dediğiniz bir mekânda ise -haşa-, orayı yaratmadan önce nerede idi?" sorusunu cevaplandırmazsınız. Bu sorunun cevabı yok. Mekânsızlıktan mekâna mı intikal etti? Allah -haşa- havâdise/yarattıklarına hulul etti demiş olursunuz. Yaratıcı, yarattıkları ile "bizzat" temasa girdi derseniz, sonrada temas eden şey de bir hadis olur. Dolayısıyla onunla ilişkisi mekânsal olmuş olur. İçinde, dışında, altında, üstünde, sağında, solunda, önünde ya da arkasında olmuş olur. Bütün bunlar, mahlûklar arasında mekân içi ilişkidir. Cenab-ı Hakk'ı -haşa- mekân İçinde düşündüğünüz anda havadis O'na hulul eder demiş olursunuz. Bu da değişimi gerektirir.

Bakın şimdi burada ne çıkıyor: Cenab-ı Hakk, havâdise hulul ettiğinde ne olur? Bir değişim meydana gelir. Bir varlık başka bir varlığın içinde değilken sonradan içine girdiğinde ne olur? Bir değişim meydana gelir. En azından mekânsal olarak bir değişim meydana gelir. Bir yerden başka bir yere intikal etmiş olur. Herhangi bir varlıkta bu şekilde bir değişim meydana geliyorsa o varlık ezeli olmaz. Çünkü ezeli olmak değişime uğramaya tamamen aykırıdır. Herhangi bir varlık ezeli ise değişime uğramaz. Değişime uğruyorsa onun başına bir hal geliyor, bir halden başka bir hale dönüşüyor demektir. Bu da hâdis, muhdes varlıkların özelliğidir. Ezelî olan Cenab-ı Hakk böyle bir hale düşmekten münezzehtir. Dolayısıyla "Cenab-ı Hakk önceden mekân tutmamıştı, sonradan mekân tuttu" dediğinizde "Cenab-ı Hakk değişime maruz kaldı, bir halden başka bir hale geçmiş oldu" demiş olursunuz. Bir halden başka bir hale geçmek de bir nakisadır. O mahlûkata mahsustur. Cenab-ı Hakk bir halden başka bir hale gelmekten, hareket etmekten münezzehtir. Böyle şeyler mahlûkata mahsus özelliklerdir. Cenab-ı Hakk Arş'ı da, Arş'ın üstündekini de, Semavat'ı da, Semavaf ın üstündekini de, Dünya'yı da, Dünya'nın üstündekini de ilmi ve kudreti ile kuşatmıştır. Mekânlar arası değil, cisimler arasındaki özelliklerde olduğu gibi değil, ilmi ve kudreti ile kuşatmıştır.

Mahlûkatını da kendisini ihata etmekten mahrum bırakmış, hiçbir yaratılmışa böyle bir özellik vermemiştir Cenab-ı Hakk...

SUAL-CEVAP

Sual:

Ibn Teymiyye'nin, Arş'ın fevkinde sözünü zaman ve mekân mefhumunun olmadığını düşünürsek doğru olma ihtimali yok mu?

Cevap:

Bir şeyin üstü yine bir mekânsallık ifade eder. Arş'ın üstü dediğinizde; alt, üst, ön, arka... Bunlar mekânsallık içinde İzafî kavramlardır. Arş'ın üstü dediğimizde neyi kastediyoruz? Yani şimdi dünya denen mekânda bulunuyoruz. Dolayısıyla bizim için üst, başucumuzun geldiği noktadır değil mi? Peki şu anda, güney Amerika'da olan bir İnsan için üst neresidir? Yukarı neresidir? Tam tersidir. Bizim için başucu olan kısım, onlar için ayakucudur. Onlar için ayakucu olan kısım da bizim İçin başucudur. Çünkü dünya yuvarlaktır. Her birimiz yukarı diye kendi bulunduğumuz tarafı ifade ediyoruz. Birimiz için yukarı olan, diğeri için aşağıdır. Dolayısıyla Arş'ın üstü dediğimizde biz nereyi kastediyoruz? Bir şeyin üstü de mekânsal bir kavramdır... Arş'ın üstü için Arş aşağıdadır değil mi? O zaman orası da bir mekândır. Alt-üst kavramı iki varlığın birbirine karşı konumudur. Bir cisim diğerine göre üsttedir, alttadır, sağdadır, soldadır. Arş'ın üstü dediğinizde de siz bir mekan anlatmış oluyorsunuz.

Sual:

Bazı platformlarda konuştuğumuz, tartıştığımız bazı Ibn Teymiyye müdafii kardeşler, "Biz cisim lafzını ya da bir kimseyi Mücessime ¡lan etmeyi Ehl-i Sünnet'in menhecinde bulamıyoruz. Bu yüzden sizin İbn Teymiyye'yi Mücessimîlikle isimlendirmenizi değil, onun Selef-i Salihin'e aykırı olup olmadığını ispat etmenizi önemseyeceğiz. Bizim için Akide, ilk dönem ulemanın sabitelerine aykırı düşünüldüğünde kişiyi sapıklığa düşürmeyen şeydir. Vel-hâsıl biz Mücessimîlik diye bir sınıflandırma tanımıyoruz". Bunun doğruluğu nedir? Sahabe ve ilk dönem uleması geçen ıstılahları kullanmış mıdır?

Cevap:

İbn Teymiyye'nin sık söylediği bir şeydir bu. Selef, Mücessime diye bir şeyi reddetmemiştir. "Selef Allah'a cisim denir mi, denmez mi?" diye meseleyi ne reddetmiştir ne de kabul etmiştir. Dolayısıyla böyle bir meselenin üzerinde durmak, bunun akideden saptıran bir şey olduğunu söylemek, Selefin yolundan saptıran bir şey olduğunu söylemek doğru değildir diyor.

Bu konuda kendi içinde çelişkileri de var. Birkaç yerde böyle diyor. Selef aşırı giden Müşebbiheyi tenkit etmiştir, ama Mücessime ıstılahı selefte yoktur. Dolayısıyla biz de bunu kullanmıyoruz bid'attir bu diyor. Daha sonra başka bir eserinde diyor ki, "Eğer Kur'an'da, Sünnet'te ve Selef ulemasının sözlerinde "Allah cisim değildir" diye bir ifade yoksa Allah'ın cisim olmadığı ifade edilmiyorsa, ben "Allah cisimdir" demekle Kur'an, Sünnet ve Şeriat'ten dışarı çıkmam" diyor. Daha önce de söylemiştik, "İbn Teymiyye Selef adına konuşur, her söylediğini Selefe dayandırır ama Selefin söylemediği şeyleri de yeri geldiğinde bal gibi söyler!" Bu da onlardan birisidir: "Benim Allah'a cisim demem Kur'an'a, Sünnet'e, şeriata aykırı bir şey değildir" diyor!

İbn Teymiyye'nin bu argümanına ne diyebiliriz? Bu anakronizmdir. Yani Selef-i Salihin döneminde ortaya çıkmış itikadî yanlışlar neyse meseleyi orada donduralım, onun dışında ortaya çıkmış itikadî yanlışlar hakkında "bunlar itikaden yanlış demeyelim çünkü selef böyle demedi" diye düşünelim! Peki, ben şimdi size sorayım: Selef "tarihsellik" diye bir şey bilmiyordu. Onların döneminde böyle bir iddia yoktu. "Kur'an nassları tarihseldir, o günü bağlar, bizi bağlamaz" diyen insanlara bu kardeşlerimiz ne diyecek? "Selefin menhecince tarihsellik diye bir şey yoktur dolayısıyla biz bu konuda susuyoruz" mu diyecek? İşte bu Usulu'd-Din ilmine kör bir inatla direnmenin oluşturduğu ironik bir durum. Kelam'ı orada donduracağız, "Ondan sonraki tarihler içinde kim ne demişse demiş bizi ilgilendirmez" mi diyeceğiz?

İbn Teymiyye'nin kendisi Vahdet-i Vücut meselesine niye itiraz etti o zaman? Seleften kim demiş Vahdet-i Vücut küfürdür, şirktir" diye? Kendisi bizzat devam etmiş, kendi metodunca devam ettirmiş bunu. Şimdi kendisinin işine gelen konularda bunu devam ettirecek ama işine gelmeyen konularda "Selef demedi biz de demeyiz" diyecek!.. Bu çifte standarttır. İbn Teymiyye'nin ne kadar çifte standartlı, ne kadar işine geldiği gibi davranan bir insan olduğunu, ne kadar usulden, tutarlılıktan yoksun hareket ettiğini gösteren önemli bir husustur bu.

Dipnotlar:

(1)- el-Buhari, "Kitâbü Bed'i'l-Halk", 1; el-Müslim, "Kitâbü't-Tevbe", 4; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, XIII, 479.

(2)-ibn Hibbân, es-Sahih, II, 76.

Ebubekir Sifil-Muhtasar Tahâvî Akidesi Şerhi,syf:56-58,185-192
Devamını Oku »

Eşsiz bulutların altında



Bana öyle geliyor ki, iyi anlıyorum dediğimiz şeyleri bile anlamıyoruz. Anladığımızı sanıyoruz.

İnsan, kendini bile anlamakta acze düşer. Düşüyor. Nerde kaldı başkası...


Kimi zaman onun bir toprak dam kenarında gezindiği görülür. Ama kimse onun oralarda ne yapmaya çalıştığını anlamaz. Onu belki uzaktan, kıyısından, tam kalbinin ortasına vurmadan anlamaya çalışır. Çalışır da, ortada herhangi bir somut çıkarım var değildir. Yalnızca sisli bir merakın kıyılarında gezinilir. Çok merak edilmişse: “Deli mi, nedir?” diye başını iki yana sallayarak merakını ortaya koyar. Hepsi o kadarcıktır.

Onunla konuşmaya çalışanlar olmuştur elbet. Ama son ana değin o konuşmalardan kimse bir şey çıkaramaz. Çünkü o konuşmalar insanı bir yere götürmez. Konuşmanın sahibini bile... Aslında o da ne dediğini kesinkes bilmez. Çünkü daha hiçbir şey açık değildir. Hiçbir şey kesinlikle ortaya çıkmış, zihinlerde biçimlenmiş değildir.

Odaya bir sinek girdiğinde bile İnsan kuşkulanabilir. Böyleyken zihin taşıyan, kararlar verebilen, kararlarını bir biçimde ima eden birinin davranışlarından bir sonuca ulaşamayışı kabul edilebilir bir şey değildir. Bütün o kabul edilemez olan, işte o son anın patlak verdiği sırada –hayır, olay patlak verdikten sonra- anlaşılır hale gelir. Yazık ki, o an, artık her şeyin bittiği andır ve her şeyin bittiği yerdir. İş işten geçtikten sonra yapacak bir şey kalmamıştır.

Gerçekten mi? Gerçekten mi, bir şey kalmamıştır? Evet, yazık ki, öyle. İş işten geçtikten sonra, herkes kendi kapalı odasının cenderesinde, olup bitenleri bir başına yorumlamaya, olayın vahametini bir başına düşünmeye, düşündüklerini havsalasına sığdırmaya çalışacaktır. Yapabilirse... Fakat iş ne kadar da zordur. Olayın vahametini, azametini kabullenmek ne kadar zordur.

Pişmanlıklar ardı ardına sökün eder. İnsan, o anda başını dövmeye, şakaklarını iki eli arasına alıp sıkmaya başlar. “Ah, aptal kafam! Ah, budala kafam!” dövünmeleri alıp başını gider. Ancak dövünmeler sonuçsuzdur. Geri dönüşsüzdür. Çünkü o dövünmelerin gideceği bir yer yoktur. Filozofun, üstüne basıp geçin dediği pişmanlık belki de insanoğlunun tam da o anda yaşadıklarına denk düşen bir gerçekliği vurgulamaktadır.

Gene de ben insana umutsuzluğa düşmeyi öğütlemiyorum. Dövünmeyi de... Çünkü umutsuz görünen her halin, her insanlık halinin mutlaka bir çıkış kapısı bulunduğu kanısını taşıyorum. Yaratanın her şeye rağmen, insana her sıkıntıdan sonra iki umut kapısı açtığına; her çaresiz gibi görünen durumdan sonra ona iki çıkış yolu gösterdiğine, göstereceğine inanıyorum.

Şairin bahsettiği bulutlar var ya, şu “eşsiz bulutlar”, o bulutlar başımızın üstünden süzüldükçe, insan o bulutların altında yaşamayı sürdürdükçe, insanın tükenmezliği de sürecektir. Yani onun umuda doğru yol alışının aralıksız kesintisizliği...

Rasim Özdenören

Devamını Oku »

Modern Düşünme Tarzı

Modern Düşünme Tarzı
Modern düşünme tarzının temel ırasından birinin,belki de birincisinin dine karşı (din karşıtı) bir argümanlar zemininin oluşturulma çabasında yoğunlaştığını ileri sürebiliriz. Olaya Batı Avrupa'nın özel koşulları içinde baktığımızda ve oranın kurumlan açısından bir açıklama getirmeye teşebbüs ettiğimizde, şimdi kullandığımız "din" kelimesini "kilise" ile ikame etmemiz mümkün ve yerindedir. Aslında, bu bağlamda (Avrupa bağlamında) din kelimesi ile kilise kelimesinin müteradif kullanıldığını, özellikle bizim gibi Avrupa'nın ve Avrupa-Hıristiyan kültürünün dışında yaşayan insanların hiç akıldan çıkartmaması gerekiyor. Çünkü burada vuku bulacak bir karışıklık, bizler için,bütün bir düşünce dizgesini ve aynı zamanda Batı'dan bir takım sosyal-siyasal kurumlar aktarma sürecini yaşayan ülkelerde, o kurumların niteliğinin asla anlaşılmamasını sonuçlayacak ve hem düşünme tarzı, hem de kurumlar alt üst olacaktır. Örnekse hem düşünsel planda, hem kurumsal olarak laikliğin, Batı dışı ülkelerde ve meselâ Türkiye'de belli bir tanımının yapılamayışını gösterebiliriz.

Avrupa'da laiklik kilise ile (din ile değil) devlet otoritesinin ayrışmasını ifade eden bir siyasal yapılanma anlamını taşırken, kurum olarak kilisesi bulunmayan bir yerde aynı kavram (laiklik) din ile devletin ayrışmasını ifade eden bir anlamda kullanılmaktadır. Bu iki yaklaşım farklılığının uzlaştırılamazlığına dikkat isterim.

İmdi, Batı Avrupa'da modern düşünme tarzının doğma­ya başlaması, temelde, kilisenin otoritesini sarsmakla bağlan­tılıydı. Kilisenin otoritesi niçin sarsılacaktı? Çünkü kilise yal­nızca serbest düşünme tarzını önlemekle kalmıyor, bundan daha önemlisi hıristiyan insanların dünyasını da karartıyor­du: kilisenin soygunundan, vurgunundan, talanından kur­tulmak isteyen insan kitleleri, böyle bir otoritenin bir biçim­de izale edilmesi gerektiğine inanıyordu. Nitekim "hümanizma" telâkkisi (14. yy. ve sonrası), hıristiyan insanın Kilise karşısına bir "birey" ve bir "kişi" olarak çıkmak isteyen bir teşebbüsünden ibarettir.

İnsanın yüceltilmek istenmesi, ona saygın bir yer bulma çabası, Kilise karşısında ve ona karşıt bir konumda yer alan bir anlam taşıyor. Eğer insanın değeri yüceltilebilirse, onun kendi kendini yönetebilmesinin, dola­yısıyla Kilise'ye muhtaç olmadan kendisi için kendi tarafın­dan yasa koymasının yolu da açılabilirdi. İnsanların bunu başarabilmesi için dinsiz olması gerekmiyordu, Kilise'nin otoritesinin bertaraf edilmesi yeterliydi. Din alanında Re­form (yeniden biçimlenme, ki bu, yeniden, yeni baştan teşki­lâtlanma ve bu yeni teşkilâtlanmada Kilise'yi devre dışı bı­rakma teşebbüsü), temelde, Merkezî Kilise'nin otoritesini yaymak (yerel kiliseler kurmak) suretiyle zayıflatmak ve gi­derek yok etmek amacına yönelik bir hareketti.

Reform hare­ketinin Avrupa'nın dünyaya yayılma, yeni ticaret yollarının ve bu arada Amerika kıtasının keşfi süreciyle aynı konjonk­türde yer alması anlamlı sayılmalıdır. Bu süreç, aynı zaman­da Avrupa sömürgeciliğinin (emperyalizm) de başlangıç yıl­larıdır. Yoğun ve zengin bir ticaret hayatının başlaması, sö­mürgeci ülkelere Avrupa dışından yeni zenginliklerin akta­rılması geleneksel (katolik) ahlâkın muhafazasıyla uzlaştırıl­ması güç bir sorunsal çıkartıyordu ortaya. Nitekim Protestan hareketi (Reformasyon), aynı zamanda iş bu geleneksel ahlâ­kın değiştirilmesini de tazammun etmekteydi. Feodal aristokrasinin din ye ahlâk telâkkisiyle, yeni gelişmekte olan burjuvanın ticari ilişkilerinde öngördüğü din ve ahlâk telâkkisi farklı bulunuyordu. Katolikliğin sıkı kuralları, bu ticaret ve macera erbabı için genişletilmek gerekiyordu. Çok sonra­ları Max Weber'in kapitalizm (bu kelimeyi emperyalizm ola­rak da okumak mümkün) ile "protestan ahlâkı" arasında kurduğu bağlantının isabetine değinmemiz gerekiyor.

Ne var ki, bir dönemden yeni bir döneme geçilişi hiç de peynirin bıçakla dilimlenmesi gibi oluşmuyor. Bir yandan geçmişin alışkanlıkları yeni dönem içinde sürdürülürken, bir yandan da yeni döneme özgü yeni alışkanlıkların uç vermesi başlıyor. Nitekim feodal aristokrasinin tümüyle tarihe gömül­mesini görmek için 1789 Fransız devrimini beklemek gereki­yordu. Ancak bu devrimin vukuuna gelinceye kadar da zihin­sel hayatta büyük dönüşümler gerçekleşmiştir. Kopernik'in evrenin merkezine dünya yerine güneşi koyması, böylece Batlamyus'un söylemini tepe taklak etmesi, aslında eski çağlar­dan beri bilinen bir olgunun tekraren gün yüzüne çıkartılma­sı gibi olsa da, durum, Kilise'nin itikadım sarsıcı nitelikte gö­rüldüğü için eseri, ancak ölümünden sonra yayınlanabilmiş ve yayıncısı, Kilise'nin gazabma uğramamak için Kopemik'in, kitabında sadece matematiksel bir fantezi geliştirmek istediği­ni ileri sürmek zorunda kalmıştır. Daha sonra Galileo'nun dünyanın döndüğüne ilişkin görüşü, onun engizisyon tarafın­dan cezalandırılmasını sonuçlamıştır. Descartes'ın da korku­sundan ülkesini yıllarca terkettiği bilinmektedir.

Evet, Descartes., modern çağın bu anahtar adı, kendisinin de Galileo gibi takibata uğrayacağından korkuyordu. Onun şahsen dindar biri olduğunda kimse kuşku duymuyor. O, dindar biriydi, ama geliştirdiği düşünsel dizge (rasyona­lizm), bir bakıma Kilise'nin tam da beline vuruyordu. Rasyo­nalizm, bilginin kaynağını dinin dogmalarında değil, fakat akılda arıyordu, insan bilgisi a priori olarak akılda var bulunuyordu. Öte yandan, tabiat bilimlerinin matematik dille ifa­desi gerekiyordu. Böylece dinin dogmalan ve sabiteleri ka­dar kesin ve katı bir bilimsel (düşünsel) ortamın açılmasına vermek gerekiyordu. Ancak bu yoldan Kilise'nin katı tu­tumuna karşı çıkmanın çaresi bulunabilirdi.

Descartes'ın, durumu, şimdi bizim söylediğimiz bir bağlam içinde düşün­mesi ve vaz etmiş olup olmaması pek de önemli sayılmama­lı. Önemli olan nokta, onun düşüncesinin yol açtığı düşünsel duruşun niteliğidir. O duruş, Kilise dogmasının karşısına bi­limi bir dogma olarak çıkartmayı öngörüyor. Newton'ın, Descartes'ın görüşünü fizik alanında uygulaması, bilim tari­hinin en görkemli devrimlerinden biri sayılır. Bilime olan inanç böylece gerçek bir dogmatizme dönüşüm evresine gi­rer. Rasyonalizm, 19. yüzyılın ortalarında, Fransa'da, kade­rin âdeta bir ironisi olarak "pozitivizm" adıyla şekil bulur. Kaderin ironisi diyoruz, çünkü pozitivizm, aslında rasyona­lizme reddiye olarak çıkmıştı. Rasyonalizmi reddediyordu, çünkü onun metafiziğe açık olduğunu düşünüyordu. Oysa metafizik çağ aşılmış ve şimdi pozitivist çağa ulaşılmıştı. Bu çağın Özelliği, gerçeği akılda değil, fakat olguda aramak ol­malıydı.

Auguste Comte'a göre akıl, insanlar arası ilişkiyi kurmada yeterli değildi ve olamazdı; insanlar arası ilişki an­cak "yüreğin ateşi" ile kurulabilirdi. Sevgi, özgecilik ve onla­rın üstünde yükselen insanlık yüreğin ateşi üzerinde yükse­lebilirdi! Metafizikten kaçmak isteyen Comte'un, farkına varmadan içine düştüğü farklı bir metafizikle karşılaşıyoruz. Pozitivizm, bilginin kaynağını olgularda aramaya yönelmiş­ken, üzerine ayağını bastığı olgunun bilgisini elinden kaçır­mıştı. Her şeyi matematik bir kesinlikle bileyim ve bu bilgim­le ilerde olabilecekleri şimdiden kesin bir bilgiyle tahmin edeyim derken, pusulasını yitirmiş bir şaşkın yolcu durumu­na düşmüştü.

Ancak düşünsel çizginin yalnızca şimdi değindiğimiz doğrultuda seyretmediğini de biliyoruz. Descartes'in ve Nevvton'm dayandığı matematik Eukleides geometrisi idi. Bu geometri durağan ve dogmatik telâkki tarzının ihtiyacına cevap verebiliyordu, lkibin yıldan beri de vermişti. Ancak Fransız devrimiyle (1789) ortaya çıkan son kerte çalkantılı ve med-cezirli siyasal ortamın gerektirdiği açıklamayı getirebi­lecek nitelikte değildi. Üstelik 19. yy/da vuku bulan sına-i değişiklikler (devrim) de hem sosyal/siyasal hayatı son ker­te etkilemiş, hem teknik değişikliklerde hızlanmaya yol aç­mıştı. İnsanlar, artık "buhar ve demiryolu çağında" yaşadık­larını söyleyerek durumlarını belirliyorlar ve açıklamaların bu doğrultuda geliştirilmesini bekliyorlardı. Descartes, son tahlilde Platon'un metafiziğine ve Aristo'nun mantığına da­yanıyordu. Ama 19. yy/ın başlarından itibaren Eukleides'in geometrisinin yeni evren telâkkisine yetmediği gözleniyor­du. Eukleides evreninin dışındaki bir evrene ancak Eukleides dışı bir geometrinin uygulanması zorunluluğu duyuluyor­du. Gauss'un ardından Lobatchevski, Bolyai, Riemann, Euk­leides'çi olmayan geometrilerini kuruyorlardı.

Evrenin deği­şik telâkki tarzlarına göre, değişik geometriler, böylece kuru­luyordu. Aristo'ya izafe edilen bir görüşe göre, kölelik ancak gemilerin kendi kendine yürüdüğü bir zamanda ortadan kal­kardı. Bu söylem, aslında, köleliğin hiç kalkmayacağı anla­mında söyleniyordu. Ama her şeye rağmen, Aristo'ya atfedi­len bir "kehanet" gerçekleşiyordu: gemilerin buharla yürü­düğü bir çağda, kölelik de, sözde kalmış olsa bile, 1815 Viya­na anlaşmasıyla ortadan kaldırılıyordu. '89 Fransız devrimini hayranlıkla idrak etmiş olan Hegel, tam da bu değişimle­rin, dönüşümlerin orta yerinde duruyordu. O, aslında, Pla­ton'un 18. yy.'da parlak bir yeniden ortaya çıkışı sayılabile­cek olan Kant'ın ardılı olmasma rağmen, kendini Herakli- tos'un ardılı olarak görüyordu. Öyle ya, her şey değişir, hiç bir şey sabit kalmaz ve bir suya iki kere girilmez, diyen o de­ğil miydi? Hegel de, kendini böylesine değişen bir ortamın içinde buluyordu. Bilim, teknik, siyasa, toplum, her şey, her şey, durmadan değişiyordu.

Bu değişen şeylerin açıklaması­nı Aristo'nun özdeşlik ilkesine dayanan A=A mantığından beklemek mümkün değildi. Çünkü A=A önermesi, değişme­nin durdurulduğu, sabitelerin mevcut olduğu ve her şeyin bu sabitelere dayanılarak açıklanmak istendiği bir telâkki tarzını yansıtabilirdi. Oysa şimdi A'nın A olmadığını söyle­yecek bir mantığa ihtiyaç vardı. Ve Hegel telâkki tarzını böy­le bir mantığa, diyalektik mantığa dayandırıyordu. Diyalek­tik düşünme, oluşmakta olanı izlemede kullanılıyordu.

Bi­linç ve özgürlükten ibaret olan insan, mademki bilinç ve öz­gürlükten ibarettir, öyleyse her ân yeni bir oluşuma da açık bulunur demektir. Öyleyse insanın İnsanî oluşumunu onun tarihsel diyalektiğinde izleyebiliriz. Hegel de, son tahlilde idealist (spiritüalist değil) bir düşünürdür. Hegel'in idealist diyalektiği Marx'ın teşebbüsü ile maddeci bir düzleme yer­leştirilir. Diyalektik maddeciliğin, hem idealizmi, hem ma­teryalizmi aştığı söyleniyordu; diyalektik maddecilik, mekanist (kaba) maddecilikten farklı bir telâkki tarzını öngörüyor­du. Bu düşünme tarzına göre düşünceler, ülküler, olaylar kendi tarihsel koşulları içinde ortaya çıkarlar ve tarihsel ko­şulların değişimi içinde incelenirler. Bu düşünme tarzının, nesnelliği ve dogmatizm karşıtlığını öngördüğü farzedilerek işe koyulmuş olsa da, bu telâkki tarzı da ardılları (sonraki marksçılar) tarafından dogma haline getirilmiştir. Marxçılığın giderek futurist bir veçheye bürünmesi tepkilerin iyice yoğunlaşmasına yol açmıştır. Nitekim Popper da, marksçılığı tam da bu yüzden, onun dogmatik bir gelecek tarihçiliği yapmaya yeltenmesi yüzünden yerden yere çalmıştır.

Modern düşünme tarzını özetin özeti olarak ele almak bi­le insanın başını döndürmeye yetebilir. Başka bir açıdan "Aydınlanma" diye de anılan veya en azından bir kesiti iti­bariyle "Aydınlanma" diye nitelenen modern düşünme çağı, böyle adlandırılmasıyla da, temelde din karşıtı bir düşünme­yi ve düşünceyi öngörüyordu. Ama Aydınlanman anlamda din karşıtlığı "dogmatik din"e karşı bir zihinsel örgütlenme­yi öngörmekteydi. Yoksa farklı bir düzlemde Aydınlanmanlık kendi dinini icat etmekten geri durmamıştı. "Teizm" an­layışı öyle bir tanrı tahayyül ediyordu ki, bu tanrı evreni ve insanı bir kez yarattıktan sonra, işini bitirmiş, eleğini duvara asmıştı. O, artık insanların yapıp etmelerine karışmıyordu. Onun işi yaratmadan ibaretti ve bu iş bitirilmişti!

Bu düşün­me tarzının diyalektik düşünmeye ne denli aykırı olduğu he­men farkedilecektir. Ama bizim bağlamımız açısından mese­le şurda düğümleniyor: 18. yy/dan başlayıp 19. yy.'ı -aşarak günümüze kadar gelen modern düşünme tarzının içinde öy­lesine keskin dönüşümler, öylesine baş döndürücü gelişme­ler ve değişimler, öylesine şaşırtıcı düşünme biçimleri birbiri arkasından ortaya çıkıp batmıştır ki, bu zaman zarfında ya­şayan insanlar neyi, neresinden, nasıl tutacaklarını, kimlikle­rini anlayamamışlar, şok üstüne şok geçirmişlerdir. Bu döne­min edebiyatı, gene aynı dönemin insanını anlamamıza anahtar işlevi görebilir.

19.yy. insanının sınai devrimle birlikte yaşadığı sefalet Dickens'in romanlarında bir yanıyla realist, bir yanıyla da romantik veçheden dile getirilmiştir. İyiler ve kötüler, aşağıda­kiler ve yukardakiler, bu romanlarda sergilenen insan man­zaralarıdır. Shakespeare'in aristokratları, sarayları ortadan kalkmış, onun yerine bir yandan sokağın sefaleti, bir yandan da köşklerin sefahati geçmiştir. Shakespeare' in yüce ve yü­celtici söylemi de artık mazidedir. Her ne kadar o da, söyle­minin yüceliğine ve yücelticiliğine rağmen, humanizmanın gereği olarak insanın ruh sefaletini ve ruh yüceliğini aynı za­manda ortaya koymak üzere yola çıkmışsa da, o, hiçbir za­man, sekiz yaşındaki bir çocuğun 16 saat süreyle bir işlikte çalıştırıldığına tanık olmamıştı. Ama 19. yy. yazarları çocuk­larla birlikte kadınların da, işgücü olarak sokaklara, fabrika­lara, batakanelere sürüldüğüne ve sürüklendiğine tanık ol­muştur. Baudelaire'in yaşadığı sıkıntı, kent sıkıntısı, Paris sı­kıntısı, sınai yaşantının onun ruhuna ve şiirine olan bir izdü­şümüdür. Yukarıdaki paragraflarda, belki ana hatlarıyla bile özetleyemediğimizi düşündüğümüz telâkki tarzları, birbirini

Öylesine ivedilikle kesmiş, birbiri ardından öylesine ivedi bi­çimde bitivermiştir ki, insanın, ayağını değil sağlam bir ze­mine, düpedüz bir zemine basıp basmadığı bile meşkûk kal­mıştır. VVhitehead (sanıyorum oydu) bütün felsefe tarihinin Platon'a düşülmüş dipnotlarından ibaret olduğunu söylü­yordu. Hegel'den sonraysa günümüze kadar olan felsefe ta­rihi, Marx'ı da hesap dışı tutmadan konuşursak, bu ikisine düşülmüş dip notlarından ibarettir diyebiliriz. Nietzsche, bu insan sefaleti ortamında, hıristiyanlığa bulaşmamış, hıristiyanlığa bulaşıp bir yüzüne vurulduğunda öteki yüzünü de çevirmeye hazır sözde mütevekkil, aslında mıymıntı insanı yerine dağlarda özgürlüğü arayan bir has insanın, bir üst in­sanın ardına düşmüştü. Yine kaderin bir ironisidir ki, kendi­si yaşadığı çağın sillesini yemiş bedenen ve ruhen hasta bi­riydi.

Onun az sayıdaki beğendikleri arasında Dostoyevski de bulunuyordu. Ama o da hasta biriydi, saralıydı. Roman­ları, 19. yy. insanının eksiksiz olmasa da çarpılmış insanının tasvirini veriyordu. Bu romanlarda katiller, paranoyaklar, şi­zofrenler, âşıklar, zenginler, düşkünler, sefihler, sarhoşlar, iradesizler, kumarbazlar, müntehirler, düşünce dolandırıcı­ları, elhasıl her kesimden her çeşit insan kol gezer. İnsanlar orada çelişkileriyle, zaaflarıyla ve zaman zaman yücelmiş halleriyle ve fakat her defasında acımamıza mazhar olan hal­leriyle yaşarlar. Bir fikirden ötekine atlamaktan doğan sıkın­tı ve kuşku çağının insanları, sıkıntının ve kuşkunun müces­sem halleriyle karşımıza çıkartılırlar. Dostoyevski belki Shakespeare kadar farklı karakterler resmetmemiştir, ama önü­müze getirdiği karakterlerin çelişkileri ve açmazları üstünde derinlemesine çalışmıştır. Bu durumuyla da 20. yy. edebiya­tını etkileyen adların en önünde yer alır.

Evet, 2x2=4 denkleminden kesinlikle emin olunduğu bir çağdan (Ortaçağ'dan), artık iki kere ikinin dört mü, yoksa üç veya beş mi ettiğinden emin olunmadığı bir çağa (modern ve sonrası çağa) gelindiğinde, ne insanların, ne tahtların, ne orduların, ne halkın, dahası ne de ülkelerin (çünkü onların sı­nırları da durmadan oynuyor) sabit bir yerde durmadığı, sü­rekli bir halden bir hale geçtiği, zeminin ayaklarımızın altın­dan kaydığının duyumsandığı (Sartre'ı hatırlayın) bir ortama girilmiştir. Faulkner, 1949'da, günün insanını "ne zaman ba­şıma bir bomba düşecek korkusuyla yaşadığını" söyleyerek betimliyordu. Aslında Faulkner'ın betimlemesinde gene de beklenen bir şey (bir bomba) vardı. Kafka'nın betimlediği in­sanlarsa suçlanırlar ama neyle suçlandıklarını bilmezlerdi. Suçlayanların sanığı araması gerekirken neyle itham edildi­ğini bilmeyen "sanık" savcısını ya da yargıcını arama mace­rasına girerdi. Öte yandan bir şato beyine ulaşmak isteyen bi­rinin şatoyu, klavuza ihtiyaç duyurmayacak denli (görünen köyün klavuz gerektirmemesi) yakından görmesine rağmen, bir türlü oraya ulaşamaması, her defasında bir engelle karşı­laşması türünden bir abesin ortasına düşmesi, tam da, o çal­kantılı dönemin insanına özgü bir durumun betimlenmesi gibidir.

Proust ise sessizliğin ve hareketsizliğin psikolojisini dile getirmekle, bir bakıma, çağma, karşıt yüzünden tanıklık etmek istiyor gibidir. Onun insanları, bir bakıma yürüyen ruhlar (belki hayaletler) halinde ortaya çıkarlar. Gene hasta bir insan olan Proust da durgunluğu, uyuşukluğu, mayışmışlığı dile getirir; ama bu durgunluğun huzuru telmih etti­ğini kimse ileri süremez. Kafka saçmasının Fransız izdüşü­mü Camus'nün Yabancı'sında tecessüm eder. Öte yandan hem çağın, hem de insanın trajik açmazı Veba'da dillendiri­lir. Dos Passos'un Manhattan Transfer'de anlattığı 1920'lerin New York'u nerdeyse bir savaş romanı görünümündedir. Bu "ulu kent"in günümüze ulaşırkenki insan manzarası, tam da, çağının hızına denk bir oynaklık içinde, bir film şeridinin ka­releri halinde mozaik olarak sergilenir. Bu romanın kurgusu, hızı, çabucak geçen kareleri sinema yöneticilerine ilham kay­nağı olmuştur. Metropol ortamında rızık avına çıkmış insan görüntüleri önceki çağların bilmediği türden tavırlar kazan­mıştır. Faulkner'in, anlattığı kısır döngüye düşmüş insanıyla bir kez daha anmalıyız.

Amerika Birleşik Devletleri, her ne kadar, sınai devrimin acısını bir Britanya ölçüsünde yaşama­mış olsa bile, orada da farklı bir düzlemde farklı trajediler ya­sanıyordu. Kıızey-Güney savaşını geçirmiş, köleliğin, köleleştirmenin, köle yönetmenin ne demeye geldiğini öğrenmiş; o toprakların yerli ahalisini kılıçtan geçirmek gibi bir tecrübe atlatmış, ancak bu tecrübenin vicdan azabından da kendini kurtarmakta zorlanmış; öte yandan yeni kentlerde, yeni bir insan türünün çıkmaya başladığını görmüş ve o insanlardan birinin belki de kendisi olduğunu duyumsamış bir ülkenin tarihî ve bilinç altı görüntüleri yansıyordu onun romanların­da ve öykülerinde. Britanya'da Virginia Woolf, 19. yy .'in çal­kantılarından kaçmayı, 20. yy.'ın savaş ve arbede ortamın­dan kurtulmayı, insanın derununa sığınmakta ararmışçası­na, bilincin derinliklerine gömülmeyi, bilincin derinliklerin­den bilincin alt bölgelerine sızarak sükûnete erişmeyi umar gibidir.

Joyce'a gelince., artık insan ıralarını anlatma yerine, insanın iç macerasını anlatmanın yeğlendiğini bir kez de onun romanlarında teyid ediyoruz. O uzun baş döndürücü maceranın anlatıldığı Ulysess, önünde sonunda Dublin ken­tinde yaşanan bir 24 saatten ibarettir. Sıkıntının elle tutulur hale gelişi de belki bu sıkışmışlıktan ileri gelmektedir.

Kuşkusuz, edebiyatta daha başka örneklere başvurmak mümkün. Ama onların çoğunun bizi götürebileceği bir nok­ta var: çağdaş (modern) romanda anlatılan insan, artık, bir fotoğrafhane stüdyosunda, fotoğrafçı tarafından elleri iki yandan sarkıtılmış olarak veya bir yumruğun çenede tutul­mak suretiyle poz verdirilen insanların cansız görüntülerin­den ibaret değildir. Bu romanda yer alan insan bilinciyle ya da gövdesiyle sürekli hareket halinde olan insandır: onun gövdesini seçmekte ya da bilincinin akışını izlemekte acze düşüşümüzün sebebi de, onun bu hareket halindeki duru­mudur. Romanlardaki bu insanın bir yere oturtulamayışı, ona belli bir kuramla yaklaşmada zorlukla karşılaşılması, bir bakıma, "modern sonrası" dönemin karakteristik niteliğinin sanatçılar tarafından çok daha öncelerden haber verilmesiy­le bağlantılanabilir.

Söylemeye gerek yok ki, modern sonrası (postmodern) dönem son on yılın (1990 'dan veya Körfez Savaşı'ndan son­raki) yılların ürünü değil. Postmodern söylemin köklerini en az elli yıl öncesine ve bazı veçheleri bakımından daha da ön­celere dayandırmak mümkün. Ancak 1990'lardan başlayarak marksizmin, hiç olmazsa uygulama alanında ve özel olarak Sovyet uygulamasında çökmesiyle birlikte, kapitalizmin yeni bir durağa (veya aşamaya veya evreye) girdiğini söyleyebili­riz. Marksizmin çöküşünün hemen ardından Körfez Savaşı'nın başlatılması, Orta Doğu haritasından başlayarak dünya haritasında radikal değişikliklerin gerçekleştirilmesine ilişkin bir kararın işareti olarak algılanabilirdi. Nitekim daha savaşın sürdüğü sıralarda bile, artık dünyanın bu savaştan önceki dünya olmayacağına ilişkin görüşler yaygın biçimde benim­seme alanı bulmuştu.

Küreselleşme (globalleşme) söylemi de, bu dönemin ürünü olarak dünya siyasasının ve dünya toplumunun karşısına tamı tamına o sıralarda çıktı.
Küreselleşmenin önde gelen karakteristiklerini birkaç ana başlık altında toplayabiliriz sanıyorum:

1. Kapitalizmin ev­renselleşmesi,

2. Ulusallığın aşılması,

3. Toplumsal hayatın her alanının metalaşması (nesneleşmesi),

4. Kuramsal ve ahlâksal konularda sınırlamalara (kayıtlamalara) itibar edilme­mesi.

Burada belirlemeye çalıştığımız hususlar, bir bakıma küreselleşmenin karakteristiğini temsil ederken, bir bakıma da bunlar küreselleşmenin önüne koyduğu hedefler olarak da ele alınabilir. Bu hususlara, yani kapitalizmin evrenselleş­mesi, ulusallığın aşılması, her şeyin metalaştırılması ve eski kuramlara ve ahlâkî tutumlara itibar edilmemeye başlanıl­ması amaçlarına ulaşabilmek, insan kafasının tümüyle yeni­lenmesini gerektiren bir sürecin yürürlüğe konulmasını isti­yor. Ama bu isteğin o kadar da kolay gerçekleşmeyeceği bel­li bir şey. Postmodern anlayış, kendini bir bakıma modern anlayıştan tümüyle yalıtmak isterken, aslında zaman zaman modern zamanların enstrümanlarına başvurmaktan geri ka­lamıyor. Nitekim, insanın özgürleştirilmesine ilişkin talep modern çağın (liberal/kapitalist dönemin) önde gelen tale­biydi.

Ne var ki, modern dönemde özgürlüğün gerçekleşip gerçekleşmediği, şimdi sorgulanabilirdi. Modern dönemde, bütün özgürlük iddialarına ve istemine rağmen, ne kapitalistik âlemde, ne de marksizmin uygulandığı yerlerde onun gerçekleştiğini görmek mümkün olmamıştı. Marx'ın kendisi kapitalist ülkelerdeki özgürlük iddialarının içi boş bir kav­ram olduğunu daha başından beri söylüyordu. İktisatta satın alma gücüyle desteklenmemiş talebin nasıl bir talep değeri yoksa; kullanma gücüyle desteklenmemiş bir özgürlük iddi­asının da öylesine bir değeri yoktur: o, kâğıt üzerinde kalma­ya yargılıdır. Öte yandan marksist uygulama, özgürlüğün gerçekleşmesini sınıfsız toplum ülküsünün gerçekleşmesine bağlı görüyordu. Ancak uygulamada bu ülküye ulaşmak gerçekleştirilemediği gibi, yöneticilerden (bürokrasiden) olu­şan yeni bir sınıfın zuhuruna tanık olunmuştu. Postmodern telâkki, marksizmin ve kapitalizmin karşılaştığı bu zorlukla­rı görüyor ve buna rağmen özgürlük söyleminden de vaz­geçmiyor, ama somut olarak önerebildiği bir şeye de görü­nürde rastlanmıyor.

Küreselleşme, önüne ulusallığın aşılması gibi bir hedef de koyuyor. Bu hedefin gerçekleştirilmesi ise toplumsal kimli­ğin yeniden belirlenmesini gerektiriyor. Bir yandan, kapita­list dönemin vazgeçilmez sabitelerinden biri sayılan ulusal­lık ve ulusal devlet telâkkisinden vazgeçilmek istenirken, öte yandan günümüze kadar bir devlet çatısı altında bir araya gelememiş olan insan topluluklarının ulusal kimlik arayışla­rı ortaya çıkıyor. Aynı şekilde, modern zamanların tipik özelliklerinden sayılan ve modern zamana aslî niteliğini ka­zandıran din karşıtı (ve özelde hıristiyan ülkeler bağlamında kilise karşıtı) tutum, bazı toplum kesimlerinde radikal din taraftarlığına dönüşebiliyor ve bu kesimde yer alan insanlar kimliklerini bir dine nisbet ederek açıklama ihtiyacım ortaya kovuyor. Bir başka düzlemde, ulusallığın aşılması, aynı za­manda merke/si/liği (ademi merkeziyeti) öngörürken, bazı küçük toplum birimleri, veya alt kültür unsurları, örneğin fe­ministler, çevreciler, farklı cinsel tercihler içinde bulunduğu­nu söyleyenler, hayvan severler gibi akla hayale gelmedik minik minik topluluklar kendilerine yeni kimlikler yakıştır­manın çabasına girişmişlerdir.

Postmodern dönemde bir husus daha açıklıkla belirlene­bilmiştir: temsilî demokrasinin şimdiye kadarki uygulama­sıyla yetersiz kaldığı! Durum, öteden beri demokrasiye yö­neltilen eleştirilerden farklı bir anlamda ele alınıyor. Temsilî demokrasinin, yönetilenleri ancak parlamento çatısında tem­sil edebildiği ve fakat bu çatının dışında temsil edilmesi ge­reken toplulukların ve çıkarların temsilsiz bırakıldığı husu­su. Daha da önemlisi söz konusu temsil siyasal sınırlarla mahdut tutulmuş ve siyasal olmayan çıkarların temsili sa­vunmasız bırakılmıştır. Böylece bir yandan belirli devlet me­murlarının (valilerin, emniyet müdürlerinin vb) seçimle iş başına getirilmesi öngörülürken; bir yandan okulda, iş yerin­de, ailede demokrasinin işleyişine imkân sağlanmak isten­mektedir. Postmodern söylem burada da, bir kez daha çeliş­kisini dışa vuruyor: hem merkezsizlik öngörülüyor, hem kü­çük toplum birimlerinin küçük öbekler halinde temerküz et­mesinin önü açılmak isteniyor!

Aslında küreselleşmenin, emperyalizmin yeni bir adla ve dünyanın yeni koşullarına göre yenilenerek yeni bir sunuma kavuşturulmuş olduğunu görmek zor değildir. Nasıl ki, em­peryalizm de, antik evrensel devlet ülküsünün modernleşti­rilmesi olarak değerlendirilebilirse. Ancak sunumun yenili­ğini gözden kaçırmamak gerekiyor. Şöyle ki, emperyalizm­de, emperyalist ülkenin kim olduğu belli olduğu gibi, emperyal baskı altında tutulan ülkenin kimliği de bellidir. Sömü­renler Avrupa'nın İngiltere, Fransa, Belçika.. gibi ülkeleriy­ken, sömürülenler de Afrika'nın şimdiki tüm ülkeleri ve di­ğerleri olarak adlandırılabilir. Oysa küreselleşme deyimi, öz­neyi kamufle ettiğinden, küreselleşme, kimsenin manipülasyonu olmadan, dünyanın gelip dayandığı bir zorunluğun kendiliğinden ortaya çıkardığı bir durum gibi algılanıyor. Ama acaba durum gerçekten böyle midir? Küreselleşmeyi manipüle eden birileri yok mudur? Ve Amerika'nın, İngilte­re'nin, Fransanın küreselleşmesi ile Türkiye'nin ve benzeri ülkelerin küreselleşmesi aynı şey midir? Bu değini, üzerinde ayrıca durulmayı gerektiren farklı bir konu. Biz, duruma, modernliğin halihazırda ulaşmış olduğu bir evreyi işaret et­mesi bakımından göz atmış olduk.

İmdi, yukardan beri betimlemeye çalıştığımız modernli­ğin çalkantılı, karışık, karmaşık, hatta içinden çıkılamaz gibi düğümlenmiş noktalarına bakarak bazılarının ileri sürdüğü gibi Batı dünyasının, dahası dünyanın sonuna gelinmiştir di­yebilecek miyiz? Dünyanın sonuna gelmekle, dünyada artık bir daha değişiklik olmayacak ve kapitalistik aşama onun son evresi olarak görünecektir denmek isteniyorsa -ki söyle­nen odur: "tarihin sonu gelmiştir!"- görünen manzaranın böyle bir "öngörüyü" teyid etmediği ortadadır. Böylesine bir zihinsel ve maddesel enerjinin ortada durduğu bir zeminde ve zamanda, onun sonunun geldiğine hükmetmek ancak saf­dillik olur. Arkasında muazzam bir entellektüel ve sermaye birikimi tutan bir kültürün ve medeniyetin, fantezi kabilin­den ortaya çıkan, daha doğrusu o kültürün ve o medeniyetin doğal sonucu olarak ortada duran bir kriz sonunda yıkılaca­ğını ve ortadan çekileceğini beklemek, bizce bir vehimden başka bir şey değildir.

1940'lı yıllarda Camus: "Avrupa ya yeni bir medeniyete girecek ya da yitip gidecektir" derken, ona belki de onun şimdi içinde bulunduğu durumu öneri- yordu, yoksa Batı medeniyetinin gerçekten ortadan kalkacağına ihtimal verdiğini düşünmek abes kaçar. Ortada belki bir varta bulunmaktadır, ama Batı medeniyetinin karşılaşmış ol­duğu en büyük varta şimdi karşı karşıya bulunduğu değil­dir: o, daha büyüklerini daha önceki zamanlarında atlatabil­di. Bir sıkıntı ve kuşku sürecinden geçiliyor, doğru, ama bu süreç ebediyen böyle kalacak diye beklemek, insana da gü­vensizlik olur. Batı medeniyeti antik çağdan, Roma Imparatorluğu'ndan günümüze doğru çeşitli evrelerden geçmiştir, onun yeni bir evreye daha gireceğine inanmak mümkün, ama şimdiki durumuyla sonunun gelmiş olduğuna hükmet­mek yanlış olur. Batı medeniyetinin kendine dışardan bakamamak ve kendine özeleştiride bulunamamak gibi bir zaafı var; ama bu zaafına rağmen bu medeniyet her defasında ken­di küllerinden yeniden doğmasını başarabilmiştir.

Rasim Özdenören - Düşünsel Duruş,syf:42-57
Devamını Oku »