Sahabeye Dil Uzatanlara Cevaplar

Sahabeye Dil Uzatanlara Cevaplar

Muhammed Salih Ekinci Hocaefendi

ÖNSÖZ

Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla!...

Alemlerin Rabbi olan Allah’a hamd; Peygamberlerin serveri  Hz. Muhammed’e, onun aile efradına, ashabına ve kıyamet gününe kadar onlara iyilikle uyanlara salat ve selam olsun.

Bazı dostlarım İstanbul’da çıkan İslamî vahdet gazetesinin Şiilerle ilgili yayınladığı 7 soruyu ve bu cümlede olmak üzere Müslümanların Şiilerden birine biat edip onu imam ve halife olarak kabul etmelerinin caiz olup olmadığına yönelik soruları ihtiva eden sayısını bana getirerek bunları cevaplandırmamı istediler.

Konunun önemli olduğunu, Müslümanlar açısından bu sorulara verilecek cevapların her zamankinden daha gerekli olduğunu ve ümmetin uyarılıp aydınlatılması için bunların İslam âlimleri tarafından mutlaka cevaplandırmalarının gerektiğini düşünerek, cevaplandırmaya çalıştım.

Soruları; -çoğu kez kişinin amacına ulaşmasına engel olan-bir misafirlik durumunda cevaplamama rağmen, cevapların hedeflenen amaca uygun ve bu konuda bunlarla yetinmek isteyenlere yeterli olduğunu gördük.

[Sizleri bu soru ve cevaplarla baş basa bırakmadan önce] Yüce Allah’tan bizi doğru yola iletmesini,kendisinde dünya ve ahiret iyiliği bulunan hayırlı islere muvaffak kılmasını, hüsn-i niyet, güzel amel, iyi son, cennet ve cemalini lütfedip ihsan etmesini dileriz.

Bismillahirrahmanirrahim

Hamd, Allah’a mahsustur. Yalnız O’na hamd eder ve yalnız O’ndan yardım, mağfiret ve hidayet dileriz.

Nefislerimizin şerrinden ve amellerimizin kötülüklerinden Allah’a sığınırız.Allah’ın hidayete erdirdiğini kimse delâlete götüremez; dalâlete götürdüğünü de kimse hidayete erdiremez.

(Zatında, sıfatlarında ve fiillerinde) Bir/Tek olan, hiçbir ortağı olmayan Allah’tan başka ilahın olmadığına şehadet ederiz ve yine kafirler istemese de bütün galip gelmesi için Allah tarafından hidayet ve hak din ile gönderilen efendimiz Hz.Muhammed (s.a.v) ‘in de O’nun kulu ve Resulü olduğuna şehadet ederiz. O’nun, bütün âl, ashab ve kıyamet gününe kadar kendilerine iyilikte uyanların üzerine Allah’ın salât ve selamı olsun. Yüce Allah söyle buyurmaktadır:

“Allah, kendilerine kitap verilenlerden, ‘Onu mutlaka insanlara açıklayacaksınız; onu gizlemeyeceksiniz.’ Diyerek söz almıştı. Onlar ise bunu kulak ardı ettiler, onu az bir dünyalığa değistiler. Yaptıkları alısveriş ne kadar kötü!” (Al-i İmran, 187)

Hz. Peygamber (s.a.v) söyle buyurmaktadır:

“Bid’atlar veya fitneler ortaya çıkıp, ashabıma dil uzatıldığı zaman, alim(ler) de ilim(ler)ini açığa çıkarsın(lar)(halkı aydınlatsınlar). Bunu yapmayana Allah’ın, meleklerin ve bütün insanların laneti olsun. Allah bunlardan ne farzları ne de sünnetleri kabul eder.”[1]

Baska bir hadiste ise söyle buyurmaktadır:

“Bu dini, her toplum bir öncekinden alırken, onu aşırı gidenlerin tahriflerinden, yalancıların yalanlarından ve cahillerin (batıl) te’villerinden ayıklayarak alsınlar.”[2]

Soru 1: Biat nedir?

Cevap: İbn Haldun’nun dediği gibi biat, itaat etmek için söz vermek demektir. Biat eden kimse sanki hem kendi durumuyla hem de Müslümanların durumuyla ilgili hususlarda yetkiyi (biat ettiği) emirine vermek, bu konuda ona karsı çıkmamak ve hosuna gitsin-gitmesin sorumlu tuttuğu her seyde kendisini itaat etme konusunda söz vermektedir. Müslümanlar, emirlerine itaat sözü verip bağlılıklarını ifade ettikten sonra bunun teyit etmek için onunla el sıkışırlardı ve bu, satıcı ile müsteri arasındaki ticari antlaşma esnasındaki davranışına benzediği için “Bâe”nin masdarı olan “Bey’at” (biat) ile isimlendirildi. Ve biat, el sıkışma suretiyle belirlenmiş oldu. Bu, biatın hem sözlük hem de ser’î manası olduğu gibi, Hz.Peygamber (s.a.v)’in Akâbe gecesi yapılan bey’at ile bey’atü’r-rıdvan hakkındaki hadiste geçen ve kullanıldığı her yerdeki -halifelerle yapılan bi’at da buna dahildir-manasıdır da.[3]

BİATIN KISIMLARI

Soru 2: İslam’da biatın önemi nedir?

Cevap: İslam’da biat, vacip ve sünnet olmak üzere iki kısma ayrılmaktadır.

a) Vacip (farz) olan biat: bu, Müslümanların imamıyla yapılan biattır. Ki, bu da sadece bir durumda olur. Bu durum, ehl-i hal ve’lakdin[4] Müslümanlardan, fıkıh ve usûl kitaplarında açıklanan imâmet şartlarına hâiz birini Müslümanların imamlığına seçme durumudur. Bu durumda, tayin edilen sahsın imametinin gerçekleşmesi, vereceği hükümlerin geçerli olması için, ehl-i hal ve’lakd kurulundan biat etmeleri mümkün olanların –tamamı değil-, biat etmeleri farzdır. Yani, ne bütün Müslümanlara, ne de ehl-i hal ve’lakd kurulunun bütün üyelerine biat farz değil. Zira bu biat farz olmakla beraber Müslümanlardan sadece bir kısmının bu görevi yapmakla diğerlerinden sorumluluk düşer. Çünkü bu farz-ı kifâyedir. İslam’da bu biattan başka farz bir biat yoktur.

İmam Nevevi’nin Minhac adlı kitabında dediği gibi, ehl-i hal ve’lakd; alimler, ileri gelenler bir araya gelmeleri mümkün olan itibarlı şahsiyetlerdir.[5]

 İMAMETİ GERÇEKLEŞTİREN YOLLAR

Yukarıda sözü edilen biatın farz olmasının sebebi, Müslümanlara farz-ı kifâyelerin en kuvvetlilerinden biri olan imam (devlet başkanı) tayini için tahsil edilmiş bir yol olmasıdır. [Ki bu, imametin gerçekleşmesi için başvurulan yollardan biri(ncisi)dir]. Bundan başka imametin gerçekleşmesi için iki yol daha vardır.

Birincisi, veliahtlıktır. Bu; İslam’ın ve Müslümanların maslahatlarını (yararlarını) her şeyin üstünde tutan adil imamın, imamet tayin esnasında şartlarına haiz birini kendisinden sonra

Müslümanların basına gelmekle görevlendirip halife olarak atamasıdır. Bu şekilde tayin edilen kimsenin imameti kendini tayin eden imamın ölümü ile gerçekleşip bütün Müslümanların kendisine itaat etmeleri gerekir.

İmamete tayin edilen kimse, eğer tayin esnasında imamet şartlarına haiz değil ise, imameti ancak seçici kurulun biatıyla gerçekleşir.[6]

İkincisi, şevket sahibi bir müslümanın, İslam devletini ele geçirip otoriteyi ele alarak Allah’ın şeriatıyla hükmetmesidir.

[Yukarıda sözü edilen biat ile imamet gerçekleştiği gibi] hiç kimseden biat almadan bu iki yolla (da) imamet gerçekleşir. Ancak veliahtlık yoluyla seçilen imama biat etmek, hulefa-i rasidin sünnetindendir. Çünkü Sahabe-i Kiram (r.a), Hz. Ebubekir (r.a)’ın vefat ettiği sabah, Hz.Ömer (r.a)’a bat etmişlerdi. Bu konuda “istila yolu”nu “veliahtlık” kategorisine sokmak da yanlış olmaz.

Ancak İbn-i Teymiye’ye göre, veliahtlıkla yapılan tayin, sadece bir tevcih ve aday göstermekten ibaret olduğu için, bu gibilerin imameti ancak ehl-i hal ve’lakd’in (seçici kurul) biatıyla sahih olur.[7]

b) Sünnet olan biat, toptan veya ayrıntılı bir şekilde bütün hayırlı ameller konusunda yapılan biattır. Nitekim, Hz.Peygamber (s.a.v) İslam, hicret, cihat, savaşta sabır, idarecileri dinleyip itaat etme ve kadınlarla yapmış olduğu biatta olduğu gibi haramları terk etme konusunda biat almıştır. Ki bütün bunlar sahih hadislerde mevcuttur.[8] Yine bütün Müslümanların veya onlardan bir cemaatin kendi aralarında İslam’a, hayra ve iyiliğe emredip kötülükten sakındırmaya davet etme (çağırma); iyilik ve takva hususunda yardımlaşma ve Allah yolunda cihat konularında biatlaşma (anlaşma)’larıda sünnet olan biatlerdir. İyilik ve takva hususunda yardımlaşma, hayra davet, iyiliği emredip kötülükten sakındırmanın kendisine gelince, bunlar Kur-an’ın nassı ile Müslümanların yapmak mecburiyetinde oldukları zorunlu vecibelerdendir.

Soru 3: İslam’ın ilk döneminde hangi konularda biat alınıyordu?

Cevap: Yukarıda anlattıklarımızdan da anlaşılacağı üzere, İslam’ın ilk döneminde İslam, cihat, savaşta sabır, idarecileri dinleyip itaat etme, hicret ,takva ve hayırlı ameller konularında biat dilir/alınırdı.

İmamla yapılan biata gelince bu, halkın kendisini dinleyip itaat edeceklerine; imamında kitap ve sünnet ile amel edeceğine, hadleri (ilahi emirleri) yerine getireceğine ve iyiliği emredip kötülükten sakındıracağına dair söz vermeleri seklinde olur.

Soru 4: Biatı zorunlu olan kimsenin temel özellikleri nelerdir?

Cevap: Bu şekilde bir soru sormak doğru değildir. Çünkü biatı daha önce de geçtiği üzere imam seçiminde başvurulan yollardan sadece biridir. Ki bu durumda biat, bütün Müslümanlara değil, sadece ehl-i hal ve’lakd (seçici) kurulundan biat etmeleri mümkün olanlara vaciptir. O halde bu sorunun doğru kabul edilebilmesi için söyle sorulmalıdır:
Büyük imamda (devlet başkanında) bulunması gereken şartlar nelerdir?

Cevap: İbn hümam’ın el-müsayere’de zikrettiğine göre, imamda İslam’dan başka bulunması gereken beş şart daha vardır ki onlar da şunlardır:

1-Erkek olmak

2-Vera; yani adalet sahibi olmak

3-İlim sahibi olmak

4-Güç yeterliliği. Ki, göründüğü kadarıyla bu, cumhurun şart koştuğu “şecaat”ten daha kapsamlıdır. Çünkü bu; kısas yapmaktan, hadleri uygulamaktan, zorunlu savaşları yapmaktan ve orduyu hazırlamaktan korkmaması için gerekli olan (isabetli) görüş ve şecaatin ikisini de kapsamaktadır.

5-Kureyş soyundan olmak…[9]

İmamda bulunması gereken şartlar sayılırken zikredilmeyen, ancak kitap ve sünnetin varlığına işaret edip, İslam alimlerinin ayrıntılı kitaplarda açıkladıkları ve bazı alimlerin şart koşulmasında icmâ olduğunu naklettikleri bir şart daha vardır. O da, imamın itikadî bid’atlardan uzak bulunmasıdır. Ki, zikrettikleri (diğer) şartlardan bazıları buna delâlet ettiği için ayrıca bunu zikretmeye ihtiyaç duymamışlardır. Söyle ki: çünkü bidat sahibi adil değil, fasıktır. Alim değil, çünkü ilimden maksat kitap ve sünnet bilgisidir. Oysa bid’at sahibi sünneti değil, bid’atı bilmektedir. Güç bakımından yeterli değil, çünkü güç yeterliliğinden maksat, kitap ve sünnetin hükümlerini ikame etmeye güç yetirebilirliktir. Oysa bid’at sahibi, bu özelliğinden dolayı sünneti değil, İslam’la hiçbir ilgisi olmayan bid’atları ikameye güç yetirebilmektedir.

Ayrıca imamı seçmekten maksat; bütün hükümleriyle kitap ve sünneti ikame edip, değişmeyen ve Selef’in üzerinde icmâ ettiği kurallarıyla dini muhafaza etmektir. Ki bunların basında İslam inancı gelmekte olup, el-Mevafık şerhinde zikr edildiği üzere bunları korumak, imametin en önemli maksatlarındandır.[10] Oysa bid’at sahibi, kitap ve sünnetin bazı hükümlerini ikame ederken, diğerlerinin yerine İslam’la hiçbir alakası olmayan bid’atları ikame ederek İslam’ın değişmeyen ve hakkında icmâ bulunan birçok esas ve inançları tahrip ederler.

Gerçek su ki, imamet şartlarını iyice/yakından incelediğimizde, esas şartın kitap ve sünneti ikame etme konusundaki güç yeterliliği olduğunu, diğer şartların ise bunun birer payandası ve tamamlayıcısı olduğunu görürüz.

İtikadi bid’atlardan uzak olmanın imamda bulunması gereken şartlardan olduğuna; imamete seçildikten sonra böyle bir bid’at islediği takdirde azlinin gerektiğine ve (razı olmaktan imtina ettiğinde) ayaklanmanın farz olduğuna delâlet eden ayet, hadis ve İslam alimlerinin görüşlerini söyle sıralayabiliriz.

1-Yüce Allah “…iyilik ve (Allah’ın yasaklarından) sakınma üzerinde yardımlasın, günah ve düşmanlık üzerine yardımlaşmayın.” (Maide, 2) buyurmaktadır. Bid’at sahibinin imamete seçmek, günah ve düşmanlık üzerine yardımlaşmak demektir. Zira inancı gereği bid’at sahibinin, kendi biatlarını yaşatması görevidir. Her bidat ise delâlet, günah ve düşmanlıktır.

2-Yüce Allah: “(yeryüzünde) fitne kalmayıncaya ve din tamamen Allah’ın oluncaya kadar onlarla savasın!...” (Enfal, 33) buyurmaktadır. Dolayısıyla din tamamen Allah’ın oluncaya kadar savaşmak görevlerinde iken, imamın bizzat kendisinin dini tamamen Allah’a has kılanlardan olmaması; bilakis bir kısmını Allah’a hasrederken bir kısmını –ki bu, bizzat kendisinin muttasıf olduğu ve başkalarını da davet ettiği bid’atlardır.-başkalarına hasredenlerden olması nasıl caiz olabilir?

 3-Peygamber (s.a.v) Efendimiz söyle buyuruyor: “Basınıza bir takım (kötü) idareciler gelecek. Onları tanıyacak ve onlardan iğreneceksiniz. Onları tanıyıp (kötü davranışlarına karsı eli veya diliyle karsı çıkan) vebalden kurtulmuştur.(Bunu yapamadığı için kalbiyle) Karsı çıkan (nefret eden) de (vebalden ve günahtan) kurtulmuştur. Ama (asıl) vebal ve günah, ondan memnun olup arkasından gidenlere aittir.”

Bunun üzerine:

-Onlarla savaşmayalım mı? deyince, Resulullah (s.a.v):

-“Hayır, onlar namaz kıldıkları müddetçe onlarla savaşmayın” diye buyurdu.[11]

İmam Nevevi bu hadisi şerife dayanarak İslam’ın temel esaslarından herhangi birini değiştirmediği müddetçe sadece zulm ve adaletsizliğinden dolayı imama karsı çıkmanın caiz olmadığını söylemektedir.[12]

Yine İmam Nevevi, Kadı İyad’dan, kafirin imamete seçilemeyeceğini, imamete seçildikten sonra dinden çıkması; ve keza namazı, namaza daveti de terk etmesi ve bid’atlara dalması durumunda az olunacağına dair icma olduğunu nakletmektedir. Ancak Basra ekolün mensup bazı kelamcılar, yukarıda zikredilen hadisi şerifin te’vi tabi olduğu dolayısıyla bid’at ehlinin imamete seçilmesinde ve seçildikten sonra bid’ata sapması durumunda imametinin devam etmesinde bir sakıncanın olmadığının savunmuşlardır.

Kadı İyad’da; imam seçildikten sonra dinden çıkan, dinin temel esaslarını değiştiren veya bid’ata sapanın imametinin kendiliğinden düşerek artık itaatin gerekmediğini Müslümanların ona karsı kıyam edip azletmeleri ve adil bir imam atamalarının gerektiğini söylemektedir.[13]

Kurtubi’nin naklettiğine göre cumhur (alimlerin çoğunluğu); seçildikten sonra apaçık doğru yoldan saparak fasıklaşan imametin fesh olup bundan dolayı azledileceğini söylerken; diğer bazılarına göre, imam ancak dinden çıktığı veya namazı, namaza daveti terk ettiği veya dinin herhangi bir esasını değiştirdiği taktirde azlolunabilir. Çünkü Übade’nin rivayet ettiği hadiste,

Hz.Peygamber (s.a.v) kendisinde apaçık bir küfür (dinsizlik) görülmedikçe emirlik hususunda ehilden onlara karsı çıkılmasını, onlara itiraz edilmesini yasaklamaktadır.[14] Müslim. Avf bin Malik’den rivayet ettiği hadiste ise, idareciler namaz kıldıkları müddetçe sırf bazı günahlarından dolayı iş basından uzaklaştıramazlar.[15]

4-Hz.Muaviye (r.a); Resulullah (s.a.v)’tan söyle buyurduğunu işittim, der: Bu iş (hilafet) Kureyşlilerde olur. Dini ikame ettikleri müddetçe onlara karsı çıkanları, Allah, yüzüstü süründürür.[16]

Hafız Askalani hadiste geçen “dini ikame’den maksat” dini hükümleri uygulamak olduğunu söylemekte ve söyle devam etmektedir: İbn Tin alimlerin, küfre (dinsizliğe) veya bid’ata çağırdığı zaman halifeye karsı ayaklanmanın farz olduğunda icmâ ettiklerini ancak halkın malını gasp ettiği ve (haksız yere) kanların akıttığı zaman ayaklanıp ayaklanmayacağı hususunda ihtilaf ettiklerini söylemektedir. İbn tin’in, apaçık küfre sebep olacak bid’ata teşvik etmesi hariç, halifenin bid’ata davet etmesi durumunda halkın ayaklanmasının gerektiğine (vacip olduğuna) dair icma vardır, iddiasında bulunması yanlıştır. Nitekim, (Abbasi halifelerinden) Me’mün, Mu’tasım ve sık; mütevekkil hilafete geçerek sıkıntıya son verip sünnetle amel edileceğini ilan ederek halkı Kur-an’ın olduğuna inanmaya davet ettikleri, bundan dolayı birçok alimi ölüm, dövme, hapis ve çeşitli cezalarla cezalandırdıkları halde, hiçbir alim bunlara karsı ayaklanmanın farz olduğunu söylememiştir.[17]

Hafız Askalani (İbn Tin’in görüsünü reddederken): “İbn Tin’in halifenin bid’ata davet etmesi durumunda halkın ayaklanmasının vacip olduğuna dair icmâ vardır.” seklindeki iddiası yanlıştır.

Ancak kitap ve sünnetin işaret edip alimlerin ifade ettikleri üzere, “apaçık küfür veya şeriatın ve İslam’ın esaslarından herhangi birini değiştirmeye sebep olarak bid’ata daveti hariç” demeliydi. O zaman, –alimlerden naklettiklerimizden de anlaşılacağı üzere-halifenin, apaçık küfre veya şeriatın ve İslam esaslarından herhangi birini değiştirmeye sebep olacak bid’ata davet icmâ noktasını; bid’ata davet etmekten kendisinsin bid’atla muttasıl olması (veya) Kur-an’ın mahluk olduğu (inancı) gibi yukarıda anılan günahlara sebep olmayan –çünkü Kur-an’ın mahluk olduğuna inanmaya davet apaçık küfre, İslam’ın esaslarından herhangi birini değiştirmeye sevk etmektedir –bid’atlara davet etmesi de tartışma noktasını oluşturmaktadır. Dolayısıyla cumhura (alimlerin çoğunluğuna) göre, bu durumda halife azlolunur (ve azlı kabul etmediği takdirde halk ayaklanarak onu azleder). Diğer bazılarına göre ise, bununla azlolunmaz.

Dikkat çekilmesi gereken hususlardan biride sudur: Bid’attan dolayı imamın azlinin icmâen vacip olması için, bid’atın küfre bilfiil götürmesi ve İslamî esaslardan herhangi birinin yine bilfiil değiştirmesi gerekmektedir. Küfre bilfiil götürmeden ve İslamî esasları değiştirmeden (zımnen) bunu gerektiren ve bundan dolayı sahibi küfrü kabullenmen bid’at tartışmalı olan kısma girer.

Hafız Askalani’nin “Hiçbir alim, bid’ata davetlerinden dolayı anılan Abbasi halifelerine karsı ayaklanmanın farz olduğunu söylememiştir.” sözü de uygun değildir. “Hiçbir alimin… ayaklanmanın farz olduğunu söylediğini duymadım.” demeliydi. Zira bazı alimlerin, bu yönde görüş belirtmelerine rağmen bunun Askalani’ye ulaşmamış olması mümkün olan hususlardandır.

Nitekim ehl-i sünnet alimlerinin önde gelenlerinden Ahmet bin Nasr el-Huzai, Vasik’ay karsı ayaklanmaya davet etmiş, ancak bu davet başarısızlıkla sonuçlanmıştır.[18]

Görüldüğü üzere Askalani’nin yukarıda anılan hususla ilgili icmâın olmadığını ispatlamak için naklettiği deliller icmâın olduğu noktalarla ilgili değil, bilakis tartışmalı noktalarla ilgili şeylerdir. Bu sebeple de bu konudaki icmâ iddiasını çürütmüş değildir.

SORU 5: Günümüzdeki bazı İslam devletlerindeki meşhur bidat ehlinin bazı liderlerine yapılan biatın hükmü nedir?

CEVAP : Daha önce zikrettiğimizden de anlaşılacağı üzere bu sorunun doğru kabul edilebilmesi için, “bazısı” diye işaret edilen sahsın imametinin hükmü nedir? Seklinde sorulması gerekmektedir. Asıl konuya girmeden önce bu sorunun cevabına temel olması bakımından dört mukaddime sunmak istiyoruz:

1-Resullullah’ın ve Hulefâ-i Râşidin’in Sünnetine Uymanın Vucubiyeti (zorunluluğu): Bu mukaddime, Resulullah (s.a.v)’in sünneti ile ondan sonra gelen Hulefa-î Raşidin’in sünnetine uymanın vucubiyetine (zorunluluğuna) kesin dil ile delalet eden (ayet-i kelimeyle) birkaç hadis-i şerif zikredeceğiz!

Yüce Allah söyle buyuruyor:

“(Resulüm!) De ki: Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyunuz ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın…[19] Resulullah (s.a.v)’a uymak, O’nun sünnetine uymakla olur.

İrbad bin Suriye (r.a)’nın rivayet ettiği bir hadiste Peygamber (s.a.v) söyle buyurmaktadır: “Şüphesiz, sizden yasayacak olanlar, bir çok ihtilafa (çekişme ve görüş ayrılığına) şahit olacaklardır. İste o zaman benim ve kendilerine doğru /hak yol gösterilmiş olan Hulefa-i Rasidinin sünnetine uyarak, onlara sımsıkı sariliniz. Sonradan (din adına; çıkan) bid’atlardan da sakınınız. Çünkü her bid’at delâlettir.”[20] Yine Resulullah (s.a.v) söyle buyuruyor: “(Kendimden sonra) size iki şey bırakıyorum. Onlara sarıldığınız müddetçe, asla sapmazsınız. Bunlar Allah’ın kitabı ve Resulü’nün sünnetidir.”[21]

Bu konuda değinilmesi gereken hususlardan biri de, bilindiği üzere Rafızilerin ehl-i sünnetin bir kısmına görüşlerinde isabetli oldukları imajını vermek için delil olarak ileri sürdükleri ve dillerinden düşürmedikleri hadistir. Tirmiz ile Taberani’nin rivayet edip, Elbani’nin de “sahihtir” dediği bu hadis şöyledir: Cabir bin Abdullah diyor ki:

-Veda haccı sırasında, Arife günü, Kusva adlı devesinin üstünde yaptığı konusmada Resulullah (s.a.v)’in söyle buyurduğunu duydum: “Ey insanlar, size öyle bir sey bırakıyorum ki ona yapıştığınız müddetçe şaşırıp yoldan çıkmazsınız.: Allah’ın kitabı ve ehl-i beytimden olan soyum.”

Buna birkaç yönden cevap verilebilir:

1-Aktardığımız hadisin Müslim’in rivayetinde “ehl-i beyt’e uyma” emri bulunmamaktadır. Müslim’in rivayetine göre Zeyd bin Erkam söyle der:

-Bir gün Resulullah (s.a.v), Mekke ile Medine arsında bulunan Hum denilen su basında bize hitap etmek üzere ayağa kalkıp Allah’a hamd ve senâ ettikten, öğütte ve uyarılarda bulunduktan sonra söyle buyurdu: “ İmdi; Ey insanlar, ben ancak bir beşerim, Rabbimin elçisinin gelip ona cevap vereceğim âna az kaldı. Ben size iki değerli şey bırakıyorum. Bunlardan birincisi, kendisinde hidayet ve nur bulunan Allah’ın kitabıdır. Bu sebeple Allah’ın kitabına yapısın ve ona sımsıkı sarılın.

Resulullah (s.a.v), Allah’ın kitabı hakkındaki teşvik ve iteklendirmelerinden sonra söyle buyurdu:

“Size bıraktığım ikinci şey ise, ehl-i beytimdir. Ehl-i beytim hakkında size Allah’ı hatırlatıyorum, Allah’ı!

Bunun üzerine Husayn: “Ey Zeyd, Resulullah’ın ehl-i beyti kimlerdir, hanımları onun ehli beytinden değimlidir?” deyince, Zeyd: “(Evet,) hanımları ehl-i beytindendir. Ancak (asıl) ehl-i beyti, kendisinden sonra sadakadan yoksun bırakılan kimselerdir.” dedi. Husayn: “Onlar kimlerdir?” deyince de, Zeyd: “Onlar, Hz.Ali’nin, Ukayl’in, Cafer’in ve Abbas’ın soyundan gelenlerdir.”dedi. (Çünkü) bunların hepsi de sadakadan yoksun bırakılan kimselerdir.[22]

İbni Teymiyye’ye göre burada Allah’ın kitabına uymaya tavsiyeden başka bir şey yoktur. Bu ise, bundan önce Veda haccında tavsiye edilen bir husustur. Resulullah (s.a.v) soyundan gelenlere uymayı emretmemiştir. Fakat: “Ehl-i beytin hakkında size Allah’ı hatırlatırım” buyurmuştur. Ümmetin ehl-i beyti hatırlaması ise, daha önce geçen emri, yani onlara haklarının verilmesini ve kendilerine zulmedilmemesini gerektirmektedir. Ki bu emir hum göletinden önce verilen bir emirdir. Anlaşılacağı üzere hum göletinde Hz.Ali hakkında, ne bir başkası hakkında; ne imametleri ne de bir başka konuda emredilen yeni herhangi bir şey bulunmamaktadır.

İbn Teymiyye devamla söyle der: Bu hadisi Tirmizi de “…Onlar (ehl-i beytim ile soyum), havuzumun basına gelinceye kadar bölünüp parçalanmazlar.” İlavesiyle rivayet etmiştir. Ancak birçok hadis alimi bu ilaveyi tenkit ederek bunun hadisten olmadığını söylemişlerdir. Bunun sahih olduğuna inananlara göre ise bu, ancak Haşimoğullarından olan Hz. Peygamber (s.a.v)’in soyunun bir bütün olarak dalâlet üzere birleşmeyeceklerine delâlet etmektedir. Bu, ehl-i sünnetten bir grubun savunduğu görüş olup, Kâdî Ebu Ya’la vb. verdiği cevaplardandır.[23]

2-Hadiste geçen “ıtrat” ve “ehli beyt” kelimelerinin anlamlarını tespit etmek gerekir. Es-Sıhah’ın açıklamasına göre “Kişinin ıtratı, onun nesli ve yakın kabilesi (akrabası)” demektir.Kâmûs’un verdiği anlamda aynıdır. El-Esas’ta ise, “kişinin ıtratı; çocukları, torunları, amca çocukları (kuzen) gibi yakın akrabaları” demektir. Hz.Ebubekr’in: “Biz, Resulullah’ın ıtratı ve ondan çıkan nesliyiz demesi [nin sebebi de onun Haşimoğullarından olmasıdır]. En-Nihâye’de ise “Peygamber (s.a.v) ıtratı, Abdulmuttalip’in oğullarıdır.” Bazılarına göre ise, O’nun yakın Ehl-i beytidir. Ki bunlar bir gün Hz. Peygamber (s.a.v)’in çocukları, Hz.Ali ve onun çocuklarıdır. Bazıları ise, Hz.Peygamber (s.a.v)’in ıtratı, O’nun yakın ve uzak bütün soyu demişlerdir. El-Esâs’ta ise, Hz.Peygamber (s.a.v)’in ıtratı, Abdulmuttalip’in çocuklarıdır. Ehl-i Beyt’e gelince, araştırmacıların gayet iyi bildiği gibi iki şekilde kullanılmaktadır:

1-Ev halkı için. Dolayısıyla kelime (ehl-i beyt), ev halkına özel olup ondan başkası için ancak mecâz yoluyla kullanılabilmektedir.

2-Ehl-i Beyt, nesep (soy) demek olup, yukarıda geçtiği üzere ıtrat kelimesiyle aynı anlamdadır. Nitekim “Benim ıtratım ehl-i beytimdir.” Tercüme hadisinde olduğu gibi bazı hadislerde de bu anlamda kullanıldığı gibi, Müslim’in rivayet ettiği hadiste de Zeyd bin Erkam, ehl-i beyti, ıtrat kelimesi anlamında yorumlamıştır. Herkesçe kabul edilen bir gerçektir ki, hadislerin en doğru yorumu, sahabeler tarafından yapılan yorumdur. Dolayısıyla bu anlamıyla ehl-i beyt de mecâz yolu hariç, ıtrat kelimesinin anlamından baskasını ifade etmemekte ve yine mecaz yolu hariç Hz. Peygamber’in eslerinin kapsamamaktadır. Sonuç olarak, hadisteki ehl-i beytten maksat, en geniş anlamıyla Hz.Peygamber’in soyu(nesebi)dur. Ki bu, ıtrat kelimesininde anlamıdır. Zeyd bin Erkam’ın “Hz.Peygamber’in esleri de O’nun ehl-eytindendir” sözünün anlamı ise, Hz.Peygamber’in eslerinin onun ehl-i beytinden olmaları, bir nevi mecaz yoluyla veya bu kelimenin başka bir anlamından dolayıdır. Onun: “Ancak onun ehl-i beyti, kendisinden sonra sadakadan yoksun bırakılan kimselerdir” sözünün anlamı ise, gerçek anlamda (asıl) ehl-i beyt, sadakadan yoksun bırakılan kimselerdir.

Müslim’in Zeyd bin Erkam’dan rivayet baska bir rivayetinde onun Hz.Peygamber’in eslerini ehl-i beytten saymaması da, onların gerçek (hakiki) anlamda ehl-i beytten olmadıklarıdır. Yüce Allah’ın: “Ey Ehl-i Beyt! Allah sizden, sadece sek ve şüpheyi (kötü huyları) gidermek ve sizi tertemiz yapmak istiyor.” (Ahzab 33/33) ayeti kerimesine gelince, buradaki ehl-i beytten maksat –Allah en iyisini bilir-, “Ey ehl-i beyt (ev halkı)! Allah’ın rahmeti ve bereketleri sizin üzerinizdedir…” (Hûd 11/73) ayeti kerimesinden olduğu gibi Hz. Peygamber’in tüm ev halkıdır, ancak özellikle esleri kastedilmiştir. Nitekim Taberi İkrime’den; İbn Sa’d da Urve’den bu şekildeki rivayetleri bunu desteklediği gibi, önceki ve sonraki ayetler de bunu desteklemektedir. İbn Asur söyle demektedir:

Ehl-i Beyt, Hz. Peygamber (s.a.v)’in eşleridir. Çünkü buradaki hitap tıpkı önceki ve sonraki ayetlerde olduğu gibi onlaradır. Bu konuda hiç kimsenin şüphesi olmadığı gibi, Hz.Peygamber (s.a.v)’in ashabı ve tabiin de bunda Hz.Peygamber’in eslerinin kastedildiğini anlamış ve bu ayetin onlar hakkında indiği söylemişlerdir. Sahih-i Müslim’in Hz. Aişe’den rivayet ettiği: “Bir sabah Peygamber (s.a.v) üzerinde siyah kıldan yapılmış nakıslı bir peştamal olduğu halde (dışarı) çıktı, derken Hz.Ali’nin oğlu Hz.Hasan geldi. Onu örtünün altına aldıktan sonra Hz.Hüseyin geldi. Onunla beraber onu da örtünün altına aldıktan sonra Hz.Fatıma geldi, onu da örtünün altına aldıktan sonra Hz. Ali geldi, onu da örtü altına aldıktan sonra söyle buyurdu: “Ey Ehl-i Beyt! Allah sizden, sadece sek ve şüpheyi (kötü huyları) gidermek ve sizi tertemiz yapmak istiyor.” (Ahzap 33/33). Hadise gelince, bu Hz. Peygamber (s.a.v)’in anılan kimseleri bu ayetin hükmüne dahil ettiğini göstermektedir.

Dolayısıyla ayetin sarahatiyle Hz. Peygamber’in esleri O’nun ehl-i beytinden olduğu gibi, O’nun duasıyla Hz. Fatıma, iki oğlu ve esi (Hz.Ali) de ehl-i beyttendir.[24]

(Hadiste) Özellikle ehl-i beyt’in zikredilmesinin sebebine gelince –Allah, daha iyisini bilir-: Genellikle ev halkı ev sahibini ve durumunu iyi bilmezler. Dolayısıyla hadisteki ehl-i beytten maksat, Hz.Peygamber (s.a.v) siyreti hakkında bilgisi o an, izlediği yola vakıf, görüş ve hayat tarzı ile ilgili düşüncesini bilen ilim ehli kimselerdir. [Zira] Ehl-i beytin Yüce Allah’ın kitabıyla beraber zikredilmesi; “Allah ona kitabı, hikmeti …öğretecek” (Al-i İmran 3/48) ayetinde olduğu gibi ancak bu şekilde uygun olur.[25] Elbâni’ye göre Hz.peygamber’in Eslerine hitap eden tathir (temizleme, arıtma) ayetide bunun gibidir. Açıkça anlaşıldığı üzere ehl-i beytten maksat, Resullullah’ın sünnetine sımsıkı sarılan ev halkıdır. Dolayısıyla hadisteki ehl-i beytten maksatta sünnetin kendisi olduğu için Zeyd bin Erkam rivayet ettiği iki değerli şeyden biri kılınmış ve ilk değerli şey olan Kur-an’la beraber (onun muklası) zikredilmiştir. Nitekim İbn Esir’in en-Nihaye’de zikrettiği su sözü de bunu işaret etmektedir.

(Hz. Peygamber) Kitap ve Sünneti Sakâleyn (iki değerli şey) olarak isimlendirmesinin sebebi çünkü onlara tutunmak ve onlarla amel etmek değerli şeylerdir. (Zira) çok değerli şeylere sakâl denir. Dolayısıyla Hz.Peygamber’in bunlara Sakâleyn (iki değerli şey) demesi onların değer ve önemlerini daha çok yüceltip önemini artırmaktı içindir.

Netice olarak diyebiliriz ki, bu hadiste ehl-i beytin Kur-an’la birlikte (onun mukabilinde) zikredilmesi “Benim ve Hulefa-yî Raşidin sünnetine yapısın” hadisinde Hulefa-yi rasidin sünnetinin Hz.Peygamber’in sünnetiyle beraber zikredilmesi gibidir.

Büyük İslam alimi Ali el-Kâri söyle der: Hulefa-yi raşidin Hz.Peygamber’in sünnetinden başkasıyla amel etmediler. Bu sebeple sünnetin onlara izafe edilmesi, ya onların, onunla amel etmelerinden, yahut da ondan hüküm çıkarmalarından ve onu seçtiklerinden/tercih ettiklerinden dolayıdır.

Anlaşılacağı üzere Şiilerin yukarıdaki ayet ve hadiste geçen ehl-i beyti Hz.Ali, Hz.Fatıma, Hz.Hasan ve Hz.Hüseyin’le sınırlandırıp, Hz.Peygamber’in yakın akrabalarını ve eslerini bunun dışında tutmaları, hevâları adına kelimeleri esas manalarından tahrif etmelerinden kaynaklanmaktadır.

3-Itrat kelimesinden, Şiilerin ehl-i beytten kastettiği dar anlamı kastedildiği kabul edilse bile, onların delil olarak öne sürdükleri hadi onlara delil olmamakta, bilakis onların delalette olduklarını şüphe götürmez bir şekilde ispatlamaktadır. Zira hiç şüphe yok ki ehl-i beyt imamları bu delalet ve batıllardan son derece uzak kimselerdir. Sahih yollarla onlardan sabit olanlar Şiilerin iddialarıyla tamamen zıt olup onlarla tezat teşkil etmektedir. Onlardan sabit olanlarla amel edenler, sadece ehl-i sünnettir.

Eğer Şiiler geniş veya dar anlamıyla ehl-i beytin üzerinde olduğu gerçeklerle amel etseydi; şüphesiz Şiiliği tek edecek ehl-i beyt imamlarının yaptığı gibi bütün güçleriyle onunla savaşacaklardı. Ne var ki Şiiler inkarcıların İslam’ı tahrif edip bozmak için ehli beyt imamlarına isnat ettikleri iftira ve yanlışlara sarılmaktadırlar.

Buraya kadar yaptığımız incelemeyle Şiilerin delil gösterdikleri Sakâleyn hadisinin kendi aleyhlerine nasıl dönüştüğü böylece ortaya çıkmış bulunmaktadır. Abdullah bin Ömer (r.a)’in rivayetine göre de Resulullah (s.a.v) şöyle buyuruyor: “ Ümmetim yetmiş üç fırkaya ayrılacak. Bunlardan biri hariç hepsi ateştendir.” Bunlar (kurtulanlar) kimlerdir Ey Allah’ın Resulü? diye sorduklarında, Resulullah (s.a.v): “Bunlar, benim ve ashabımın bulunduğu yolda olanlardır.” Baska bir rivayette ise, “Onlar (İslam) cemaatiyle beraber olanlardır” buyurdu.[26]

Huzeyfe (r.a)’in rivayetine göre Peygamber (s.a.v) söyle buyurmuştur: “Bundan sonra (basa gelecek olan Ebubekir ile Ömer’e uyunuz.”[27]

Abdullah bin Ömer (r.a)’in rivayetine göre Resulullah (s.a.v) “Bir imamın etrafında toplanan Müslüman cemaate uyunuz.Zira cemaatten uzak kalan/duran cehenneme girer.”[28]

Ebu Zerr (r.a)’dan rivayet edildiğine göre Resulullah (s.a.v) söyle buyurmaktadır: “Cemaatten bir karış ayrılan kimse, boynunda İslâm halkasını çıkarmıştır (İslam’la alakasını kesmiştir).

2-İsnaaşariyye Şiilerinin İnançları ve Doğusu

Yine yukarıda kaydettiğimiz sorunun cevabına geçmeden önce, Şianın ve özellikle İsnaaşariyye’nin akîdesini incelememiz gerekir.

İsnaaşariyye’nin inançlarından, onların eski veya yeni muteber kitaplarından haberdar olan herkesin gayet iyi bildiği gibi, bu fırkanın itikadî inançlarıyla Hz.Muhammed (s.a.v)’in getirip, Sahabelerinden ve onlara iyilikte uyanlardan güvenilir kimselerin bize naklettikleri; (sünnete uyan) cemaatin ve Müslümanların çoğunluğunun üzerinde olup gerçek İslam’ın temel esaslarını oluşturan esaslar arasında tezat bulunmaktadır.

Bu fırkanın dini inançları, Yahudi dönmesi Abdullah bin Sebe ve taraftarlarınca İslam’ı tahrif etmek maksadıyla ortaya attıkları bir takım batıl esaslara dayanmaktadır. Bu husus, aynı zamanda Yahudilerin, Hıristiyanlığı bozmak için papaz Pulus arcılığıyla başvurdukları metottur.

Şüphesiz arz ettiğimiz husus, İslam tarihçilerinin üzerinde ittifak ettikleri bir husustur. İbn Teymiyye söyle der:

Şiilik dinini kât eden tıpkı Hıristiyanlığı kurnazlıkla bozan papaz Pulus gibi, İslam dinini kurnazca bozmak için küfrünü (dinsizliğini) gizleyip Müslümanlığını ilan eden Yahudi bir zındıktır. Bu adam, (öncelikle) Hz.Osman öldürülünceye kadar Müslümanların arasında fitne sokmak için çaba göstermiş. Bu olaydan sonra İslam ümmetinin (çeşitli) fırkalara ayrılması üzerine imametin Hz.Ali’nin hakkı olduğunu ve imamların masum olduğunu iddia etmiş ve Hz.Ebubekir ile Hz. Ömer hakkında ileri geri konuşarak gerçek konumlarını bilmeyenlerin kalplerinde onların hakkında bir takım şüpheler meydana getirmek suretiyle kâfir olmasa da sirkin anahtarı olan Şiilik bid’atı ortaya çıktı… Şiiler de Hz.Peygamber (s.a.v)’e ve ehl-i beytine bir takım yalanlar isnat ederek dinini değiştirip tevhitle taban tabana zıt olan sirki icat ettiler ve böylece yalanın her ikisini kendilerinde bulundurdular.[29]

El-Mükani’ni Tenkihul –Makal adlı eserinde naklettiğine göre, şianın “cerh ve ta’dil” alimlerinin büyüklerinden el-Kessi söyle diyor:

Alimlerin ifade ettiği üzere, Abdullah bin Sebe Yahudi idi. Daha sonra Müslüman olup, Hz. Ali’nin yanında yer aldı, Yahudi iken, “Yusa bin Nün Hz.Musa’nın naibi (vekili) dir.” derken, Müslüman olduktan sonra buna benzer bir sözü Hz.Ali için söyledi. Hz.Ali’nin imametini ilk ileri sürüp yayan düşmanlarını reddederek muhaliflerine karsı olduğunu ilan edip, onları tekfir edende odur. Bu sebeple, Şiaya karsı olanlar “Şiilik aslı Yahudilikten alınmıştır” derler.[30]

(Şianın kısaca doğusunu arz ettikten sonra simdi de, üzerinde ittifak ettikleri inançlarından bir kısmını arz etmeye çalışacağız:

Onlar az bir kısmı hariç sahabe (r.a)’nin Resulullah (s.a.v)’tan sonra dinden çıktıklarına inanırlar[31] ve bunların basında da, Humeyni ‘nin Kesful Esrar adlı kitabının muhtelif yerlerinde belirttiği üzere çevirdikleri dolaplarla Hz. Ali’den hilafeti gasp ederek Allah’ın göndermiş olduğu dinin hükümleriyle oyun oynadıklarından dolayı ilk üç halife gelmektedir. Yine onlar, Hz.Ali ile savaştıkları için Hz.Aişe validemizin, Hz.Talha ve Zübeyr’in de dinden çıktıklarına inanırlar. Çünkü Hz.Ali ile savaşmanın küfür olduğu, inançlarının temel esaslarından biridir.[32]

Çok hadis rivayet ettikleri için “müksirün” olarak anılan Ebu Hureyre, Semure bin Cündüp ve benzerlerini ise deccal ve hadis uyduranlar anlamına gelen “veddaun” olarak isimlendirirler.[33]

İMAMİYYE’NİN SÜNNETE SALDIRISI

Böylece kötü niyetli ve kurnaz Yahudiler, Resulullah (s.a.v)’in sünnetini nakledenleri tekfir veya en azından onları fasıklıkla itham etmek suretiyle insanların sünnete olan güven ve itimatlarını sarsarak İslam’a yöneltilebilecek en büyük darbeyi yöneltmişlerdir (vurmuşlardır). Zira sünnete darbe vurmak, İslam’ı temelinden yıkmak demektir. Söyle ki, Kur-an’ı Kerim’in ihtiva ettiği hükümleri daha çok ana hatları, kısa ve özet olarak verdiğinden ayrıntıya çok az girmekte olup, bunların açıklama ve ayrıntıları sünnet tarafından yapılmaktadır. Dolayısıyla, İslam alimlerince kabul edildiği üzere “Sünnet, Kitap’ın tamamlayıcısı” olduğundan sünnetin güvenilirliği ortadan kalkınca, İslam, hedefi bilinmeyen ve ne istediği belli olmayan bir takım bilinmezliklerden ibaret kalır. Kaldı ki sahabeyi ithaf etmek, sadece sünnetin değil, aynı zamanda Kur-an’ın da güvenilirliğini ortadan kaldırmaktadır. Zira bizlere İslam üzerinde olduklarını söyleyen sahabeler ise tevatür sınırına ulatmakla beraber hepsi Kur-an’ı toplayanlardan da değildir.

Ayrıca imam Mali ve benzerlerinin dediği gibi[34] sözü ettiğimiz inancın doğusundan maksat, Resulullah hakkında “Muhammed kötü bir adamdı ve kötü arkadaşları vardı. Eğer o iyi olsaydı,arkadaşları da iyi olurdu akıl, nakil ve tecrübeyle sabit olduğu üzere her murabbi, yetiştirdiği insanları kendisi gibi yetiştirir” denmesi için O’nu karalayıp saldırmaktadır.

Yine Ebubekir el-Bakılani’ni de ifade ettiği üzere,bu inanç, kaçınılmaz olarak doğrudan İslam’ı geçersiz kılmaktadır. Zira, Sahabenin nasları gizleme hususunda birleşmeleri ve herhangi bir amaçtan dolayı bu konuda anlaşmaları/hem fikir olmaları mümkün olduğu zaman, naklettikleri bütün hadislerin yalan olması ve asıl Kur-an’ın daha fasih (açık, anlaşılır, akıcı) bir kitapla değiştirilmiş olması [dolayısıyla elimizdeki Kur-an’ın Allah kelamı olmaması], ancak sahabenin bunu gözlemiş olması da mümkün olacaktır.[35]

Şüphesiz, sünnetin varlığı devam ettikçe, hiçbir kimsenin İslam’ı tahrif etmeye ve içine baska şeyler sokmaya gücü yetmeyecektir. Bu sebeple, bunun tek yolu; Kütüb-i Sitte, müsned, mu’cam vs. kitaplarda tedvin edilen (kayıt altına alınan) sünnetin güvenilirlik ve itibarını düşürmektedir.

Alimlerden biri söyle diyor:

İmamiyyeyi diğerlerinden ayıran hususlardan biri de; imamiyyenin ehl-i beyt yoluyla sahih olarak rivayet edilen imam Sadık’ın babası Bâkır’dan, onunda babası Zeynel Abîdin’den , onun da torun Hüseyin’den onun da müminlerin emiri olan babasından, onun da Resulullah (s.a.v)’den rivayet ettikleri hadisten baska hadi kabul etmemeleridir.Ebu Hureyre, Semure bin Cündüb, Mervan bin Hakem, İmran bin Hitan el-Harici, Amr Bin As ve benzerlerinin rivayet ettikleri hadislere gelince, doğrusu bunların İmamiyye’nin yanında bir sinek kadar değeri yoktur.[36]

İmamiyye’nin en muteber Usulu’l –Hadis kitaplarından birinde de söyle denilmektedir:

“Avam (sıradan insanlar)ın sahih olarak kabul ettikleri de dahil, rivayet ettikleri hiçbir hadis sahih değildir.”[37] Avam’dan maksatları, Ehli sünnet ve’l -cemaattir. Kendilerine ise; Seçkinler, önde olanlar anlamına gelen “Hassa” tabirini kullanırlar.

İMAMİYYE İMAMLARININ MASUMİYETİ VE TAKİYYE

Şia; sünnetin itibarını düşüremeyeceklerini, yaptıkları tahrifat ve gizli planlarının yaygınlık kazanamayacağını anlayınca, bunun yerini tutacak bir alternatif olmak üzere ancak ehl-i beyt yoluyla rivayet edilen hadislerin sahih olabileceği; on iki imamın masum olduğu, bilerek veya bilmeyerek onlardan hatanın meydana gelmediği düşüncesini mezheplerinin temel esası haline getirdiler.

Daha sonra, onları ( on iki imamı) Peygamberlerin ismetinden de öte bir ismet (günahtan korunmuşluk, günahsızlık) la vasıflandırdılar, İslam’ın naklini (bize kadar ulaşmasını) onlara hasrettiler. Onlara sünnet altında aslı olmayan bir takım şeyler isnat ederek değişik bir sünnet, dolayısıyla da değişik bir İslam ortaya çıkardılar. Böylece ehl-i beyt sevgisi ve İslam’ı koruma/ savunma sloganıyla İslam’ın bu büyük esasını yıkmak suretiyle yapmak istediklerini tamamlamış oldular.

Gerçek su ki Şiiler ehl-i beytin en büyük/can düşmanlarıdır. Ancak onlara bu iddialarını ehl-i beytin dedeleri olan Hz.Peygamber (s.a.v)’in getirmiş olduğu dini tahrif etmek, içine hurafeler sokmak, ümmetin arasına ayrılık ve ihtilaflar sokmak için bir araç olarak kullanmışlardır. Zira onların ehl-i beyt için biçtikleri derece ve mertebeler ehl-i beyt tarafından kabul edilmediği gibi, bundan dolayı ehl-i beyt onları lanetleyerek onlardan ilişkilerini kesmişlerdir. Nitekim İbn Asakir’in rivayetine göre Hasan el-Müsanna Şiilerden bir adama söyle diyor. Allah’a yemi ederim ki, eğer Allah bize imkan tanısaydı, ellerinizi ve ayaklarınızı keser, sonra tövbelerinizi de kabul etmezdik.

Bunun üzerine bir adam : Peki tövbeleri niçin kabul etmezdin? Deyince, Hasan söyle der: Biz onları daha iyi biliriz onlar diledikleri zaman doğruyu söyle, diledikleri zaman da yalan söyler ve bunu takiyyede doğru bir şey olduğunu iddia ederler.[38]   İbn Asakir ve Darakatni ‘nin rivayetlerine göre, Hz.Ali der ki: Bir kimsenin beni Hz.Ebubekir ile Hz.Ömer’den üstün tuttuğunu görürsem, onu müfteri cezası ile cezalandırırım.[39]

Şiiler; takıyye düşüncesinin benimsenmeden yapmak istediklerinin tamamen başarıya ulaşamayacağını görünce [takıyyeyi icat ettiler.] Çünkü söyledikleri hiçbir şey, onlardan başka hiçbir ehl-i beytten nakledilmemiştir. Oysa ehl-i beyt bunların (Şiilerin) naklettiklerini savunmuş olsalardı, bunları başka insanlara da iletmeleri gerekecek ve dolayısıyla Şiilerden başka da bunları nakleden bir çok kimse olacaktı.oysa en ufak bir şüphe bulunmaksızın ehl-i beytin tespit edilen görüşü, şiilerin naklettikleriyle taban tabana zıt bulunmaktadır. Zira Hz.Ali (r.a) kendisinden önceki üç halifenin hilafetini kabul ederek onlara itaat etmiştir.

Buhari’nin rivayetine göre, Resulullah (s.a.v) (vefat hastalığıyla) hastalandığında Hz. Abbas, Hz.Ali (r.a)’ye : ‘Ben, Abdulmuttalip oğullarının yüzündeki ölüm çizgilerini çok iyi bilir ve anlarım. Gel, Resulullah (s.a.v)’den soralım. Eğer bu iş (hilafet) bizim hakkımız ise öğrenmiş oluruz’ dedi. Bunun üzerine Hz. Ali : ‘Vallahi, eğer bunu Resulullah (s.a.v)’e sorup o da bunu bize vermezse, ondan sonra da halk bunu bize vermez. Onun için vallahi, ben bunu Resulullah’a sormayacağım’ der.[40]

Ehl-i sünnet kitaplarında ispatlandığı üzere Hz. Osman (r.a)’ın katlinden sonra halk, Hz.Ali’ye biat etmek istemiş ancak o, bu tekliften hoşlanmamış ve bunu reddederek şöyle demişti: ‘Beni (kendi hakime) bırakın, başkasını bulmaya çalışın… Size vezir (yardımcı) olmam, Hakkınızda emir olmamdan daha hayırlıdır.[41]

Yine Nehcu’l-Belağe’de[42] de zikredildiği üzere, Hz.Hasan da Hz.Muaviye’nin hilafetini kabul etmiştir. Ve buna benzer daha birçok hadise bizzat ehlibeyt tarafından nakledilmektedir ki, burada zikrettiklerimizle yetineceğiz.

İşte buraya kadar naklettiklerimizden dolayı (yukarıda da zikrettiğimiz gibi) Şiiler takiyyeyi icat ederek imamlar (on iki imam veya ehl-i beyti önde gelenleri) takiyye yapardı dediler, imam Cafer ve babasının güya” takiyye, benim ve atalarımın dinlerinin icabıdır; dolayısıyla takiyye yapmayanın dini yoktur” dedikleri yakıştırmasında bulundular …ki kitaplarında bunun gibi daha birçok yakıştırmalar bulunmaktadır.

Gerçek şu ki, dinleri ancak icadettikleri takiyye sayesinde kuvvet bulup yaygınlık kazanmıştır. Aksi takdirde ne dinleri devam eder, ne de görüş ve düşünceleri yaygınlık kazanırdı.

Alimlerin ileri gelenlerinden büyük alim ibn teymiyye ile hafız zehebi şöyle derler:

Takiyye Şiilerin ayırt edici özelliğidir. Şiarları ahlaksızlık; büründükleri (arkasına gizlendikleri) nifak ve takiyye; sermayeleri de,   sınırı  aşıp   inkarcılığa   sapmasalar   bile   yalan   ve   yalanyeminlerdir. Dilleriyle kalplerinde olmayan şeyleri söyler ve Cafer sadık’ın “takiyye benim ve atalarımın dinidir” iftirasında bulunurlar. Oysa Allah ehli beyti bundan uzak tutmuştur. Onlar iman ve doğruluk bakımından insanların en üstün olanlarıydılar. Dinleri de, takiyye değil takva idi.[43]

Aslında Şiiler, ehl-i beyt imamlarına takiyyeyi yakıştırmakla, varmak istedikleri hedefte, edindikleri yolu sağlamlaştıracaklarını zan ederken, attıkları temeli yıkacaklarının farkında değillerdi.çünkü onların tasvir ettiğine göre takiyye yalanı nifak ve hileden ibarettir. Dolayısıyla takiyye yapmayı gerekli görenleri hiçbir haberine güvenilip itimat edilemez. çünkü verdikleri bütün malumatlar takiyye ihtimali taşımaktadır.İşte bu şekilde, bildirdikleri şeylerde takiyye olma ihtimali olduğu için, gerek ehl-i beyt imamlarına isnat ettiklerine gerekse Rafizi veya Caferi mezhepleri karşı güven ortadan kalkmış oldu.

Yalan, nifak ve hileye “takiyye” ismini vererek mezheplerinin temel esası yapmaları ve mutlaka yapmaları gereken bir görev olarak telakki etmeleri yüzünden Şiiler arasında yalan, ateşin kuru ot arasında yayıldığı gibi yayılmış ve insanların en yalancıları olarak kabul edilmişlerdir. Öyleki “falan adam Şiilerden de yalancıdır” sözü bir ata sözü haline gelmiştir. Sahih olarak nakledildiğine göre imam Şafii “Hevasına uyanlar içerisinde Şiilerden daha çok yalancı şahitlik yapan yoktur.”derken imam malik : “onlarla konuşma,onlardan (hiçbir şey) rivayet etme,çünkü onlar yalan söyler .” demektedir.[44]

İbni Teymiyye de şöyle demektedir: Nakil, rivayet ve isnad ilimleriyle ilgilenen alimlerin ittifakıyla Şiiler, bu konuda yalan uyduranların en yalancılarıdır ve yalanları eskilere dayanmaktadır. Bu sebeple İslam önderleri (imamları) onları, diğerlerinden yalanlarının çokluğuyla ayırırlar.[45]

Bu sebeple, durumlarını inceleyip deneyerek öğrenen bütün hadis, cerh ve ta’dil alimleri onların bütün rivayetlerini reddederek hiçbirini kabul etmemiştir.

Şüphesiz (ileri gelenlerin uydurdukları yalanlar, sadece onlarla sınırlı kalmamış, bil’akis bu) yalanlar onları seçen halka da sirayet etmiştir. Çünkü “insanlar,hükümdarlarının dini üzerindedir” bu sebeple de halkın onlara (baştaki imamlarına) muhalefet edenleri “hain” ve “Amerikacı” damgaladıklarını görürsün. Tıpkı “hem kel, hem fadul” veya “hem suçlu, hem güçlü” deyimlerinde vurgulanmak istendiği gibi, yalancı ve iftiracı oldukları halde, bundan uzakmış gibi davranırlar, dahası dürüst insanları yalancı ve iftiracı olarak suçlarlar.

İMAMLARIN GAYBI BİLDİKLERİ VE Hz. FATMA’YA VAHY İNDİĞİ İDDİALARI:

İmamiye’nin inançlarından biride; on iki imamın geçmişi ve geleceği bildiklerine inanmalarıdır. Başka bir ifadeyle, (onlara göre) imamlar yüce Allah’ın bildiği her şeyi bilmekte, istedikleri zaman bilebilmekte ve haklarında asla hata ve gaflet düşünülmemektedir. Yine (inançlarına göre) her peygamber sadece kendi şeriatını bildiği halde, imamlar bütün peygamberlerin şeriatını bilmektedir.yüce Allah yasama ve yaratma ile ilgili konularda onlara vekalet vermiş; helal ve haram kılma konularında olduğu gibi, kainatta tasarruf etme konusunda da onlara yetki vermiştir. Ki Kuleyni, el-kafi isimli kitabında bunların her biri için ayrı bölümler tahsis ederek açıklamıştır.

İmamiye’nin inançlarından biride; Hz peygamber (s.a.v)in vefatından sonra, Cebrail (a.s)in Hz.Fatma validemize vahiy getirdiğine, Hz. Ali(r.a)nin gelen vahyi yazdığına ve böylece Hz. Fatma nın mushafı olarak isimlendirilen ve kur’an-ı kerimin üç kat büyüklüğünde –ki içinde kur’an’dan birtek harf bile yoktur- bir mushafın oluştuğuna inanmalarıdır.[46] Ki bu, nübüvvetin son bulduğu, inancını inkar etmek demektir.

Ünlü İslam alimi ed- dihlevi şöyle demektedir:

Aslında imamiyye mezhebinin batıl olması kullandıkları “imam” kelimesinden anlaşılmaktadır. Zira onlara göre imam; ma’sum, itaatı farz ve gizli vahye muhatap olan kimsedir. Bu ise “nebi” (peygamber) in manasıdır. Dolayısıyla mezhepleri, nübüvetin inkarını gerektirmektedir.[47]

İmamiyenin imam hakkındaki bu inançlarından dolayı iran’ın (miteveffa) dini lideri şöyle demektedir:

İmam; övgüye layık bir makama, yüce bir mavkiye, kainatın bütün zerrelerinin otoritesine boyun eğdiği tekvini hilafete sahiptir. Hatta bu sebeple imamlarımızın sahip olduğu makama, ne mukarrab bir melekin, ne de gönderilmiş bir peygamberin ulaşmadığına inanmak, mezhebimizin inanılması zorunlu olan ilkelerinden olmuştur… elimizdeki rivayetlere göre, bu makama ancak Hz. Fatma (allahın selamı üzerine olsun) sahip olmuştur.[48]

Muhammed bakır hakkında yazdığı vasiyetinin mukaddimesinde ise:[49] “Allah, resulü, ve on iki imam dışında hiç kimse ne ona (muhammed bakıra) ulaşmış ne de ulaşmaya gücü yeter.”demektedir. görüldüğü üzere imamiyye; imamlara peygamberlerin derecelerinden de üstün, uluhiyete yakın, hatta uluhiyet derecesiyle aynı dereceler izafe etmektedirler. Ve bütün bunlar, İslam’ın kural ve esaslarıyla zıt olan bu sahte inançları uyduranların islam’ın temel esaslarında yapmak istedikleri değişiklik ve tahriflerin tamam olması için yapılmaktadır.

RİC’AT

İmamiyye’nin, üzerinde ittifak edip kabul ettikleri inançlarından biri de, tarihen sabit olduğu üzere babası geride nesil bırakmadan ölen, doğmamış ve doğurmamış sözde (mevhüm) mehdi’nin zuhuru sırasında on iki imam’ın taraftarları ve düşmanlarıyla beraber geri döneceklerine inanmalarıdır.[50]

Onların on iki imam’ın düşmanlarıyla kast ettikleri, hulefa-i raşidin’den ilk üçüdür. Çünkü onlara göre bu üçü, ehl-i beyte karşı düşmanca tavırlar sergileyerek Hz. Ali (r.a) den hilafeti gasbetmiş, Hz. Fatma (r.a)yıda babasından (s.a.v) kendisine kalan mirastan men etmiş yoksum bırakmışlardır. Yine onların düşmandan maksatları; Hz. Ali ile savaşan ve içlerinde Hz. Aişe, talha ve zübeyr’in de bulunduğu herkestir.

İşte mehdi’nin zuhuru sırasında, yukarıda anılanlar geri dönecek, imamlar düşmanlarından intikam alacak ve onları en kötü şekilde öldürecektir.

Şia alimlerinden meclisi: “ric’atın sübutu bütün şia’nın ittifak ettiği bir husustur” derken[51], İbrahim ez zencani, “ric’at, şia’nın inanılması zaruri olan inançlarındandır” demektedir.[52]

Ric’at inançının ortaya atılmasından maksat; bir taraftan ehl-i hakkındaki aşırılıkların artması, diğer taraftan meziyetlerine inanan mümin gönüllere sahabe’nin önemli şahsiyetleri hakkında kin ve nefret duygularını sokarak onlara düşman olmalarını sağlamak ve böylece imamların, hilafet ve imamet hakkındaki ilahi naslara güya muhalefet eden resullullah(s.a.v.) ın sahabelerinden intikam alacaklarına dair söyleyip kaydettikleri saçma sapan şeylerle İslam birliğini parçalamaktır. Zira bu nevi söylentiler geçmişte olduğu gibi, günümüzde ve gelecekte de yanan fitne ateşini daha da alevlendirmekte, İslam birliğine zarar vermekte, Müslümanları birbirine yaklaştırıp anlaşmalarına yardımcı olan bütün duygu, istek ve düşüncelerini yok etmektir.

Şurası bilinmeli ki, buraya kadar zikrettiklerimiz ve daha kat be kat fazlası, Şiilerin kura’nı kerimden sonra en sahih ve en güvenilir kütap olarak kabul ettikleri küleyni’nin, ehl-i sünnetin kuran’dan sonra sahih kitap olarak kabul ettikleri buhari konumundaki “el-kafi” isimli kitabında; nasiruddin et-tusi’nin “et-tecrid”, İbrahim ez-zancani’nin “el-akaidul-imamiyye” ve humeyni’nin “keşful-esrar” isimli kitaplarında zikredilmektedir. Bu konuda geniş bilgi edinmek isteyenlerin, adı geçen kitaplara bakmalarını tavsiye ederek bu konuyu noktalamak istiyoruz.

ŞİİLİK VE RAFİZİLİK ARASINDAKİ FARK

Dikkat çekilmesi gereken hususlardan biri de, Şiilik ve Rafizilik kavramları arasındaki farktır.

Şiilik; Hz Ali (r.a)’ye sevgi duymak ve o’nu Hz. Ebu Bekir ile Hz. Ömer (r.a) hariç, bütün sahabelerden üstün tutmak demektir.

İbni Teymiyye şöyle demektedir:

Hz. Ali ile arkadaşlık yapan veya o dönemde yaşayan eski (önceki) Şiiler, Hz. Ebu Bekir ile Hz. Ömer’in üstünlükleri içinçekişmiş değillerdi. Onların çekişmeleri, Hz. Ali ile Hz. Osman’ın üstünlükleri içindi. Bu, başından sonuna bütün büyük Şii alimlerinin kabul ettikleri bir husustur. Nitekim Ebu Kasım el-belhi’nin naklettiğine göre, bir adam Şerik b. Abdullah’a: “Ebu Bekir mi daha üstün, Ali mi?”diye sorar. Şerik: “Ebu Bekir”, deyince, adam: “sen bir şii iken böyle söylüyorsun, ha?” deyince, şerik şöyle dedi:

- Evet, böyle söylemeyen şii değil. Allah’a yemin ederim ki, bu bozuk düşünceler Hz. Ali’ye de iletilmişti, ama o: “dikkat edin haberiniz olsun! Peygamberlerinden sonra bu ümmetin en hayırlısı (üstünü) Hz. Ebu Bekir ile Hz. Ömer’dir” demişti. Hal böyle iken, biz, onun sözünü nasıl reddeder ve onu nasıl yalanlarız. Allah’a yemin ederim ki, o, yalancı değildi.[53]dolayısıyla buna göre Hz. Ali’nin diğer sahabelere karşı yaptığı savaşlarda haklı olduğu, onunla savaşanların hata yaptıkları,ancak onların bu hatalarının bir ictihad hatası olduğundan dolayı onları günah ve fıska sokmadığı, bilakis bundan dolayı sevaba nail olup bir ecir elde edecekleri konusunda icma’da bulunan Ehl-i sünnet vel-cemaat şia’ya dahil olduğu gibi diğer sahabeler ile haricilere karşı yaptığı savaşlarda Hz. Ali’nin yanında yer alan bütün sahabe ve diğer taraftarları da şia’ya dahildir.

Rafiziliğe gelince; bunun ilk aşaması, Hz. Ali’yi Hz. Ebu Bekir ile Hz. Ömer’den üstün tutmaktır. İkinci ve birinciden aşırı olan aşaması,Hz. Ali’nin dışındaki diğer üç halifenin hilafetini reddederek, hilafetlerinin batıl olduğuna inanmak ve onlara dil uzatmaktı. Üçüncü ve en aşırı aşaması ise, üç halifeyi tekfir edip, ric’atın vukuuna inanmaktır. Kastalani şöyle der:

 Şiilik; Hz. Ali sevgisi ve o’nu (Hz. Ebu Bekir ile Hz. Ömer dışında) sahabelerden üstün tutmaktır. Bu sebeple onu (Hz. Ali’yi) Hz. Ebu Bekir ile Hz. Ömer’den üstün tutan Şiilikte aşırı gitmiş ve O artık Şii değil, Rafızi olarak isimlendirilir. Bununla beraber eğer sahabeye dil uzatır veya onlardan nefret ettiğini açıkça ilan ederse Şiilikte birazda aşırı gitmiş ve eğer ric’ata da inanıyorsa daha çok aşırı gitmiş (aşırılıkta son noktaya varmış) tır.[54]

Şiilik ve Şii ismi olarak Şiilerden bazılarının Zeyd (r a.)den, Hz, Ebu Belir ile Hz. Ömer den beri olduğunu söylemesini istemeleri üzerine Zeyd’in bu isteklerini reddederek onları azarlamasından ötürü Zeyd’i terk etmeleri ve Zeyd’in onlara: “Beni terk ettiniz, ha” demesi üzerine veya onların Hz. Ali’nin dışındaki üç halifenin halifeliğini reddetmeleri üzerine ortaya çıkmıştı. (Zira Şiilik ve Şii kelimeleri Arapça’da “terk etmek, reddetmek” anlamlarına gelmektedir.)

Doğrusu alimler çoğu kez “Şiilik” kelimesini Şiiliği içine alacak şekilde umumi (genel) anlamda kullanırlar. Anlaşılacağı üzere, imamiyye mezhebine mensup olan günümüzdeki Şiiler, kendilerinin de ittifak ettikleri üzere Şiilerin aşırılarından sayılırlar. Nitekim, makani, “tenkihu-l –mekal” adlı eserinde şöyle demektedir:

Daha önceleri (geçmişte) “aşırı” sayılan şeyler, günümüzde “normal” ve mezhebin inanılması zaruri olan ilkelerinden sayılmaktadır. Bu, onların cerh ve tadil ile ilgili en büyük ve en yeni kitaplarında yer alan ilmi bir tesbittir. Adı geçen kitapta kaydedildiği üzere bizzat alimleri, mezheplerinin geçirdiği değişik merhalelerden sonra bu hale geldiğini itiraf ederler.ki bu, mezheplerinin beşer tarafından düzenlendiğini göstermektedir. Bütün ehl-i sünnet ve’l cemaat araştırma alimleri ile şii alimlerinin belirledikleri hususlardan biride, mezheplerinin değişik devreler geçirdiği hususudur. Nitekim bugün ki imamiyye safevilerden önceki imamiyye den; safeviler dönemindeki imamiyye de büvehilerden önceki imamiyyeden tamamen farklı olması da bunun en açık delillerindendir.

Şii alimlerinden Musa el-musevinin “eş-şiatul ve-tashih” adlı kitabını okuyan, (konuyla ilgili) son derece şaşırtıcı ve tuhaf hususlarla karşılaşacaktır.

ŞİİLERİN İSLAMI VE KÜFRÜ HAKKINDAKİ GÖRÜŞLER:

Sahabenin önde gelenlerinin küfrüne inandıklarından dolayı alimler, geçmişte hep Şiilerin tekfir edilip edilmeyecekleri konusunda tartışmış ve başta imam Malik(r.a.) olmak üzere bir çokları onların dinden çıktıklarına hükmetmişlerdir. Kadi iyaz’ın naklettiğine göre İmam Malik şöyle demektedir.

Sahabeyi sevmeyen veya onlara dil uzatan kimsenin, Müslümanların ganimetinde hakkı yoktur. Ali-el kari bunun açıklamasında: imam malik, bununla onların İslam cemaatinden çıktıklarını kastetmektedir, der.

Yine kadi iyaz’ın naklettiğine göre İmam Malik şöyle demektedir: Hz. Muhammed (s.a.v.) efendimizin sahabelerine öfkelenip kırgınlık duyan kafirdir. Çünkü yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

“Allah böylece onları (sahabi) çoğaltıp kuvvetlendirmekle kafirleri öfkelendirir.”(fetih,29)(54).

Şiileri tekfir eden alimlerden biride,imam sübki’ dir. Sübki, yazdığı bir risalede –ki bu risale “fetva”sının ikinci cildinin sonuna ilave edilerek yayınlanmıştır-Kuvvetli delillerle hem Şiileri dinden çıktıklarını ispatlamakta, hem de bu konuda tereddüde düşerek yorum yapmaktan kaçınanların görüşlerini çürütmektedir.

Hanefi alimlerden bazılarına göre de, Şiiler kafir olarak öldürülmeleri gerekmekte ve tövbeleri asla kabul edilmemektedir. Ancak alimlerin çoğunluğuna (cumhura) göre sadece sahabenin önde gelenlerini tekfir etmekle değil, bütün sahabenin tekfir edilmesiyle dinden çıkılır.

3-ÇAĞDAŞ ALİMLERDEN ŞİİLERİ TEKFİR EDENLER.

İçlerinde büyük alim Sait Havva ve Nasıruddin el-Elbani’nin de bulunduğu birçok çağdaş alim de Şiilerin kafir olduklarına hükmetmişlerdir. Ancak bu hüküm, onların, sahabenin önde gelenlerini     tekfirlerinden     dolayı     değil,     bilakis     aşağıda nakledeceğimiz inançlar gibi küfrü gerektiren başka inançlarından dolayı verilmiştir. Mesela onlar Resulullah (sallallahu aleyhi vesellem)’tan sonra Hz. Fatma’ya vahyi indiğine inanmaktadırlar. Bu ise Hz. Fatma’nın nübüvvetine hükmedip, nübüvvetin son bulduğu inancını reddetmek demektir. Yine onlar, Allah’ın, imamlara kainatta tasarruf etme yetkisini verdiğine inanırlar. Bu ise, müşriklerin putları hakkındaki inançlarının aynısıdır. Yine onlar, Allah ’ın imamlara helal ve heram kılma yetkisini verdiğine inanırlar. Bu da ehl-i kitabın, hahamları ve rahipleri hakkında taşıdıkları inancın aynısıdır. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

“(Yahudiler) Allah’ı bırakıp bilginlerini (hahamlarını), (Hiristiyanlar) da rahiplerini ve Meryem oğlu Mesihi (İsa’yı) rablar edindiler….”(tevbe, 31)

Sahih hadiste rivayet edildiği üzere Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi vesellem), onların, hahamlarını ve rahiplerini rap edinmelerini, “helal kıldıklarını helal, haram kıldıklarını da haram” olarak kabul etmeleri şeklinde açıklamıştır.

Gayp bilgisi konusunda imamların Allah ’a ortak olduklarını, imamların peygamberlikten de üstün derecelere sahip olduklarına inanmaları da Şiilerin küfrünü gerektiren inançlardandır.

Yine başta “kafi” olmak üzere kendilerince en sahih olarak kabul edilen kitaplarında yoruma mahal bırakmayacak kadar açık ve kesin ifadelerle kuran-ı kerimde tahrif ve eksikliklerin olduğuna ve yüce Allah’a “beda” izafe etmelerine yani “Allah’ın belli bir şekilde vuku bulacağını haber verdiği bir olayın daha sonra başka bir şekilde gerçekleşebileceğine” dair en güvenilir senetlerle rivayet edilen birçok rivayetlerin olması da onların dinden çıktıklarını göstermektedir.

Ancak biz şii alimlerin den çoğunun, yazdıkları kitaplarda bu iki inancı reddettiklerini görmekteyiz. Doğrusu bu, bizi hayrete düşürmektedir. Zira, yukarıda da kaydettiğimiz gibi, bu rivayetlerin en güvenilir senetlerle en sahih kitaplarında nakledildiğini ve bir çoğunun yorum kabul etmeyecek kadar kesin ve net ifadelerle rivayet edildiğini görmekteyiz. Eğer bu bir takiyye değil ise –zira biliyoruz ki, onlara göre takiyye yapmak vaciptir- peki bunun sebebi nedir?

Kendilerine göre en güvenilir alimlerinden biri olan kari et-teberi’nin yazmış olduğu “faslul-hitap fi tahrifi kitabi rabil-erbab”[55] adlı kitabında, sözde en güvenilir kitaplarından naklettiği iki bini aşkın rivayetle inançlarına göre kuranın muharref olduğunu ispatlamaya çalışmaktadır. Son muhaddislerinden olan Muhammed bakır el-meclisi de “mir’atul-ukul” adlı eserinde şöyle demektedir:

Anlam bakımından mütavatir olan birçok rivayet (hadis) açıkça kuranın muharrefe eksik ve değişikliğe uğradığını göstermektedir. Ki bunların hepsini reddetmek, doğrudan bütün hadislere olan güvenin ortadan kalkmasını gerektirmektedir. Kaldı ki, kanaatimce bu konuda nakledilen rivayetler sayı olarak imametle ilgili rivayetlere ulaşmaktadır.[56]

Şurası bir gerçektir ki, başta en büyük muhaddislerinden küleyni olmak üzere önde gelen alimlerinin büyük kısmı kuranın tahrife uğradığını iddia etmektedir. Şimdi biz onlara soruyoruz:

Kuranın tahrife uğradığına inanmak küfür müdür, değil midir?

Eğer “hayır, küfür değil” derlerse, dinden çıkarak kafir olurlar. Yok, eğer “evet, küfürdür” derlerse, bu sefer onlara şöyle sorarız:

Kafirlerin naklettikleri haberlere güvenmek, İslam ’i konularda kitaplarını kaynak almak ve Müslümanlara imam olmalarını kabul etmek caiz midir? Ve kâfirleri tekfir etmeyen Müslüman sayılır mı?

Tahrif komedisini hazırlayanların amacı, İslam’ın birinci kaynağı olan kuran ’ı kerim’e duyulan güveni ortadan kaldırmaktır. Zira, eğer mevcut (varolan) kuran eksik ise, çıkarılmış olan kısmın elde mevcut olan kısmı mesh etmesi de caiz olabilir.

Şiilerin tahrif konusunu ortaya atmalarındaki amaçlardan biride güya Kuran’ın tahrifine cüret edip hoşlarına gitmeyeni çıkardıklarından dolayı sahabenin önde gelenlerini küfürle itham etmek ve böylece müminlerin gönüllerinde kin ve nefret duygularını yerleştirmektir.

İşte onlar, bu şekilde iki rüknünü (kitap ve sünneti) iptal etmek suretiyle İslam ’i bozarak anlamı olmayan bir takım yalanı, hileyi ve tahriflere isim yaptılar.

Tahrif ve beda” nın ikisine, hatta sadece bunlardan sadece birisine inananların küfründe şüphe olmadığı gibi onların küfründe şüphe edenlerin küfründe de şüphe yoktur. Zira Yüce Allah kuran ’ın koruyacağına bizzat kefil olduğu için kuran’ da tahrifin söz konusu olması mümkün olmadığı gibi, ilminde bir değişiklik söz konusu olmadığı için “beda” da söz konusu değildir. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır.

“Şüphesiz zikri (kuran ’ı) biz indirdik, elbette onu koruyacak olan da biziz.” (Hicr, 15).

“Şüphesiz Allah, her şeyi hakkıyla bilendir.” (Ankebut, 62).

“Şüphesiz Allah, ilmi ile her şeyi çepeçevre kuşatmıştır.” (Talak, 12).

4.ŞİİLİĞE DAVET EDENLERLE SAVAŞMANIN GEREKLİĞİ.

Dikkat çekilmesi gereken hususlardan biride şudur. Alimler, her ne kadar sahabenin önde gelenlerini tekfir edenlerin dinden çıkıp çıkmayacakları konusunda tartışmışlar ise de, (bu) bidalarını açığa çıkarıp ilan ettiklerinde, imamın onlarla savaşmanın vacip olduğunda ittifak etmişlerdir.

Askalani’nin naklettiğine göre Kurtubi şöyle der: Hadislerde, sahabenin önde gelenlerini tekfir edenlerin, dinden çıkacaklarını savunanların haklılığı, daha açık bir şekilde görülmektedir. Dolayısıyla bu görüşü kabul ettiğimizde, hem onlarla savaşılır, hem boyunları vurulur ve hem de mallarına el konulur. Ki bu, bazı hadis ehlinin haricilerin onların hakkındaki görüşüdür. Onların dinden çıktıklarını kabul etmeyenlerin görüşünü kabul ettiğimizde ise, devlete karşı baş kaldırıp savaş açanlara karşı izlenilecek yol izlenir.

Bid’atlarını gizleyenlere gelince, onların bu durumuna haberdar olunduktan sonra, kendilerinden tövbe etmeleri istendikten sonra öldürülürler mi yoksa öldürülmezler de, bid ’atlarından vazgeçmeleri için yoğun bir çaba içine mi girilir.? Konusu da tekfirlerinden tartışmaya paralel olarak ihtilaflıdır. Ama, şunu belirtmek gerekir ki tekfir konusu, tehlikeli bir konu olup, bundan uzak kalmayı her şeye tercih ederiz.[57]

İbni Teymiyye de şöyle der: Müslümanların icmasına göre Harici, şii ve benzerleri İslam cemaatından ayrıldıkları zaman, onlarla savaşmak farzdır.[58]

Onların İslam cemaatından ayrılmalarından maksat, bid’atlarını açıkça ilan edip İslam cemaatına karşı gurup oluşturmaktır. Yoksa bundan maksat imama karşı ayaklanmaları değildir. Çünkü bu konuda bid’at ehli ile diğerleri arasında ayırım yapılmadan savaş farz kabul edilmiştir. Teymiyye ’nin maksadının bu olduğuna delil, feteva ’sının başka bir yerinde demesidir.

Açıkça Allah’ın isim ve ayetlerine karşı çıkmak; Allah ’ın isim ve sıfatlarını, Allah’ın Kaza Kaderini, veya hulafa-i raşıdin döneminde tüm Müslümanların icmaı ile kabul edilen şeyleri yalanlayıp kabul etmemek; ilk müslümanlardan olan muhacir, ensar ve iyilikle onlara uyanlara dil uzatmak veya İslam dininden çıkmayı gerektiren hususlarda kendilerine itaat etmelerini sağlamak için Müslümanlarla savaşmak gibi kitap ve sünnete ters düşen bid ’atları ilan edenlere karşı savaşmak ve selef-i salihine uymak farzdır. Yüce Allah şöyle buyuruyor.

“Fitne kalmayıncaya ve dinde tamamen Allah’ın oluncaya kadar onlarla savaşın” (Bakara 2/193). o halde dinin bir kısmı Allah’ın, bir kısmı başkalarının olduğu zaman, dinin tamamen Allah’a ait olması için savaşmak farz olur.

ŞİİLERİN İMAMETİ

(Yaptığımız bu açıklamadan sonra, sanırız) “Şiilerin imametinin hükmü nedir? Şiilerin imameti sahih midir,batıl mıdır?” sorusuna cevap verme vakti gelmiştir:

Bize göre, Şiilerin imameti,zikredeceğimiz sebeplerden dolayı batıl ve merduttur. Bu sebepler şunlardır:

1-Şiilerin kafir oldukları kabul edildiği takdirde, söylenecek bir şey yok.

2-Ama eğer bid’at ehli Müslümanlar ise, hiç kimsenin itiraz edemeyeceği bir gerçektir ki, bid’atları İslam’ın bir çok esasını değiştirecek, rasulullah (s.a.v)’ın kutüb-i sitte, müsned, mu’cam ve benzerlerinde tedvin edilen sünnetini ret edecek niteliktedir. Oysa daha önce zikrettiğimiz üzere,alimler böylelerinin imametinin batıl olduğun da ittifak etmişlerdir.tartışma konusu olan, onların böyle bir bid’atla muttasıf olmamaları konusudur ki bazılarına göre bunların imameti sahih ise de, alimlerin çoğunluğuna göre bunların da imameti batıldır.

3-İmametin şartlarından biride, adil olmaktır. Oysa bunlar bid’atlarından dolayı bu vasfı kaybetmişlerdir.

4-İmametin şartlarından biride, kitap ve sünneti bilmektir. Oysa bunlar bid’atın alimi, kitap ve sünnetin cahilidirler.

5-İmametin şartlarından biride, imamlığa aday olan şahıs, kitap ve sünnetin hükümlerini uygulaya bilecek yeterliliğe, güç ve kabiliyete sahip olmasıdır. Oysa Şiilerin, bid’atla muttasıf olduklarından dolayı bu vasfı kaybetmişlerdir. Zira O,kitabı açıklayan sünneti uygulayacak yeterliliğine sahip olmayınca, kitabı uygulayacak yeterliliğe de sahip değildir, demektir. O,olsa olsa ancak kitap ve sünnete zıt olan bid’atlarını uygulayabilecek yeterliliğe sahiptir.

6-İmametin en önemli hedeflerinden biride, başta İslam i inançlar olmak üzere İslam ın değişmez ve selef in üzerinde icma ettiği esaslarını korumaktır. Oysa bunlar, anılan esas ve inançların çoğunu yıkmağa çalışırlar.

7.Şüphesiz Şiileri Müslümanların başına imam tayin etmek, günah ve düşmanlıktan ibaret olan bid’at konusunda yardımlaşmak demektir ki, yüce Allah bunu reddederek şöyle buyurmaktadır:

“iyilik ve takva üzerinde yardımlaşın,günah ve düşmanlık üzerine yardımlaşmayın” (maide 5/2)

8-Şüphesiz onları imam tayin etmek, yine yeryüzünde fesadın yayılması için çaba gösterenlerle işbirliğiyapmak demektir. Çünkü onlar fesadın en büyüğü olan mezheplerinin yayılması çabasındadırlar. Oysa ibni hazm, imametin şartlarından birinin imamlığa aday olan kimsenin, yeryüzünde fesadı yayan bir kimse olmaması olarak zikretmektedir.

Buraya kadar zikrettiklerimizden anlaşılacağı üzere, din tamamen Allah’ın olması için topyekün bütün Müslümanlar bunlarla savaşmaları gerekirken, Müslümanların başına imam olarak tayin edilmeleri ve böylece dinin bir kısmının Allah’ın bir kısmının da başkalarının nasıl caiz olabilir?

Soru: 6- İNSANLARIN BİAT ETMESİ GEREKEN CEMAATİN ÖZELLİKLERİ NELERDİR?

Cevap: Gerçek şu ki, daha önce arz ettiklerimizden de anlaşılacağı üzere, mesele, biat meselesi değildir. Zira hiçbir cemaate, bütün insanların biat etmesi gerekmemektedir. Ki ta imama (devlet başkanına ) bile sadece ehl-i hal ve akdin (seçici …….) biat’ı yeterli olduğundan herkesin biat’ına gerek görülmemiştir. – Ne hayra daveti, iyiliği emredip kötülükten sakındırma, iyilik ve takva üzerinde yardımlaşmaya; Allah’ı, Peygamberini ve müminleri dost edinip Allah ve resulünün düşmanlarını düşman edinme meselesidir. Yüce Allah şöyle duyurmaktadır.

“Sizden, hayra çağıran, iyiliği emredip kötülüğü men eden bir topluluk bulunsun. İşte onlar kurtuluşa erenlerdir.” (Al –i imran 3/104).

“İyilik ve takva üzerinde yardımlaşın, günah ve düşmanlık üzerinde yardımlaşmayın.” (Maide 5/2).

“Sizin dostunuz ancak Allah’tır, resulüdür, iman edenlerdir; onlar ki Allah’ın emirlerine boyun eğerek namaz kılar, zekatı verirler” (maide 5/55).

“Allah’a ve âhiret gününe inanan bir toplumun –babaları, oğulları, kardeşleri yahut akrabaları da olsa- Allah’a ve resulüne düşman olanlarla dostluk ettiğini görmezsin.” (mücâdele 58/22).

İçlerinde hayra –ki bu, bütün yönleriyle İslam demektir- davet eden, iyiliği emredip kötülüğü men eden bir cemaat ’ın bulunması Müslümanlara farz olduğu gibi, fert ve toplum olarak Müslümanların inanç, davranış ve ahlaken bütün yönleriyle İslam’ı ciddiyetle uygulamaları da farzdır. Bu sebeple, öncelikle bu seçkin cemaate düşen durumunu ve eğrilerini düzelterek tavır, davranış ve ahlakıyla İslam’ı temsil eden model bir insan ve yine “Ey iman edenler! Yapmayacağınız şeyleri niçin söylüyorsunuz? Yapmayacağınızı söylemeniz, Allah katında şiddetli bir buğza sebep olur.” ( saf 61/2-3). Âyetindeki tehdide muhatap olmamak için sözlü davetten çok ahlak, tavır ve davranışlarıyla örnek bir İslam davetçisi olmaktır.

Üzerine düşen görev ise,hem insanları hayra, iyilik ve takva üzerine birbirileriyle yardımlaşmaya davet etmek, hem de insanları davet ettiğinde bu konularda onlarla işbirliği yapmaktır.

Bu seçkin cemaati, fert veya cemaat olarak Allah’ın kitabına ve resulünün sünnetine bağlı kalarak bunlara davet ettikleri müddetçe, davet konusundaki üslüp ve metodları farklı olsa da hayra ve İslam’a davet eden hiçbir kimseyi birbirinden ayırmadan herkesi belli bir sistem dahilinde bir araya getirmektedir. Genel olarak Müslümanların bu seçkin cemaate karşı görevi, onlara karşı hüsnü niyet, sadakat ve bağlılık göstererek, iyilik ve takva hususunda onlarla işbirliği yapmaktır. Özel anlamda Müslüman alimlerin görevi ise, onlara önderlik yapmak, onları cesaretlendirmek ve irşad ederek yanlışlarını düzeltmektir. Tabi ki bu adı geçen cemaatin kitap ve sünnete bağlı olması ve onlara davet etmesi durumunda söz konusudur. Ama bid’at ve islami esas ve prensiplerle taban tabana zıt esas ve kaidelerle amel edip bunlara davet ettiklerinde, Müslümanların görevi, onlardan yüz çevirip uzaklaşmaktır. Bunun sebebi şudur:

1- Çünkü bunlar eğer kafir iseler o zaman zaten söylenecek bir şey yoktur

2- Yok, eğer Müslüman iseler, şüphesiz islam’i esaslarla taban tabana zıt olan bid’at ve esaslara inanıp davet etmekle Allah ve resulüne karşı savaş açmış ve yeryüzünde fesâdın yayılması için çaba harcamış olurlar. Ki yüce Allah böyleleri hakkında şöyle buyurmaktadır: “Allah’a ve ahiret gününe inanan bir toplumun babaları, oğulları, kardeşleri, yahut akrabaları da olsa- Allah’a ve resulüne düşman olanlarla dostluk ettiğini görmezsin.” (mücadele 58/ 22).

“Allah ve resulüne karşı savaşanların ve yeryüzünde (hak) düzeni bozmaya çalışanların cezası ancak ya acımadan öldürülmeleri ya asılmaları yahut el ve ayaklarının çaprazlama kesilmesi yahut da bulundukları yerden sürülmeleridir. Bu onların dünyadaki rüsvaylarıdır. Onlar için âhirette de büyük azap vardır.” (maide 5/33).

3- Bu cemaatin görevi, inançları gereği kendi bid’atlarını piyasaya sürüp yaymak; Müslümanların görevi de, o bid’atlarlasavaşıp yok etmek iken onları hakim duruma (yönetim başına) getirmeleri nasıl caiz olabilir?

4- Bid’atlarını açığa çıkarıp ilan ettikleri takdirde Müslümanların imamına onlarla savaşmak farz iken, Müslümanların onları imam tayin etmeleri nasıl caiz olabilir?

5- Şüphesiz bunları iş başına getirmek, onlara saygı göstermek bid’atlarının yayılmasını istemek demektir. Oysa Resulullah (s.a.v) dan mursel olarak rivayet edilen bir hadis de şöyle buyurulmaktadır:

“ Bid’at sahibine saygı gösteren, İslam’ın yıkılmasına yardım etmiştir.”[59]dolayısıyla bunları imam seçmek İslam’ın yıkılmasına yardım etmek, günah ve düşmanlık konusunda onlarla işbirliği yapmak demektir.

6- Söz konusu cemaat (Şiiler)e fısk, bid’at ve takiyyeyi din edinmelerinden dolayı bir tutam otun bile kendilerine emanetedilmesi caiz değil iken, Allah’ın dinine davet gibi bir konuda kendilerine liderliğin tevdi edilmesi nasıl caiz olabilir? Peygamber  (s.a.v) şöyle buyurmaktadır:

“Şüphesiz bu ilim dindir. O halde dininizi kimden aldığınıza dikkat edin.”

Bu sebeple bütün hadis âlimleri, Şiilerin rivayetlerini reddederek hiçbirinin rivayetini kabul etmemişlerdir. Âlimler şöyle demişler:

Fâsık ictihad edebilir ve kendi ictihadına göre amel edebilir. Ancak hiçbir müslümanın böyle fasık birini taklit etmesi ve görüşüne göre amel etmesi caiz değildir. Çünkü Allah dini konusunda fasıka güvenilmez.

Burada şunu belirtmek gerekir ki, âlimlerin bu sözleri Sünni fasıklar hakkındadır. Bid’at ehli fasıkların durumu nasıl olur siz düşünün.

7- Şiiler, hem kendilerini yeryüzündeki bütün Müslümanların imamı hem de bütün islami hareketlerin lideri olarak görmektedirler. Ki bunların ikisi de alimlerin icmaı ile batıl şeylerdir. Oysa onların liderliğini kabul etmek, icmaen batıl olan bu iki hususun piyasaya sürülmesini kabul etmek demektir.

EHL-İ SÜNNET İLE ŞİİLERİ BİRBİRİNE YAKLAŞTIRMA KONUSU (ÇABASI)

Bu münasebetle, Şiilerin bir asırdan beri açıkça davet ettikleri “ ehl-i sünnet ile Şiileri birbirine yaklaştırma” komedisine değinmek istiyoruz.

Gerçek şu ki, bu çağrı ve bunun için düzenlenen paneller/ toplantılar, ehl-i sünnet mezhebine karşı başvurulan bir düzen ve entrika, ehl-i sünnetten kolay aldatılan saf ve cahil kimseleri avlayıp adım adım Şiiliğe doğru götürmek için bir tuzak ve Şiiliği yaymak için bir araçtır. Evet, gerçekte bu toplantılar Şiiliğe çağrı toplantıdır. Ancak onlar takiyye yaparak bu toplantılarını göz alıcı parlak (yaldızlı) bir isimle takdim ettiler.

Burada ilk hususu ispatlamak istiyoruz. Birincisi, bu çağının saçma /kabul edilemez olduğunu. Bu çağrının samimi olmamasının sebepleri şunlardır.

1-Eğer bu çağrı samimi bir çağrı olsaydı, bunun yapılacağı uygun bir İran idi, çünkü İran, yaklaşık nüfusun yüzde altmışını oluşturan Şiiler ile yaklaşık yüzde kırkını oluşturan ehl-i sünnetten müstakil bir devlettir. Bu sebeple, sözde ehl-i sünnet ile Şiileri birbirine yaklaştırma çabasında olanlara düşen, Tahran’da veya… da bu çağrı için bir panel / toplantı düzenlenip ehl-i sünnet âlimlerinden bir gurup, Şii âlimlerinin meşhurlarından da bir gurubu bu toplantıya çağırarak konuyu tartışmaya açmalarıydı. Peki, bunu yaptılar mı? onların bu konuda bütün yaptıkları, İran’ın dışında bir toplantı düzenlemeleridir.

2-Eğer onlar bu çağrılarında samimi olsalardı, bu yoldaki engelleri giderir, engelleri uzaklaştırır ve İran İslam cumhuriyetindeki ehl-i sünnet ile Şiileri hukuk önünde eşit tutarlardı. Bunu yatılar mı? Hayır, bu konuda da hiçbir şey yapmadılar. Çünkü anayasaları (veya yasaları ve kanunları) Şiilik esasları üzerine kurulmuştur. Başka bir ifadeyle anayasaları Şii’dir, devlet Şii’dir, resmi mezhep Şii’dir, hükümetteki idareciler, ehl-i sünnet belgeleri de dahil yerel yöneticilerin hepsi Şii’dir. Hükümet üyeleri arasında ehl-i sünnetten bir tek bakan bile yoktur. Aynı şekilde Tahran’da yaklaşık beş yüz bin Sünni yaşadığı halde bir tek mescitleri de yoktur. Bir mescit yapmak için defalarca hükümetten izin talebinde bulunduklarına rağmen, hükümet onların bu taleplerini reddetmiştir. (yine) Sünni bölgeler hizmetten mahrum bırakılmış, alimleri ise kimisi tutuklanmış, kimisi de gözaltındadır.

3-Ehl-i sünnet ile Şiileri birbirine yaklaştırma yoluyla Şiilerin kaç tanesi Sünnileşti veya kaç tanesi Şii akidesinden vazgeçti? Hayır, bunların hiçbiri olmadı.

4- Ehl-i sünnet ile Şiileri birbirine yaklaştırmaya davet edenler ya Şii mezhebinin tüm esas ve prensiplerine inanırlar ya da bunların tamamı veya bir kısmı hakkında şüpheleri olduğu için tam inanmazlar. Edasıyla eğer Şiiliğin bütün esaslarına inanıyorlarsa, o zaman bu mezhebin hiçbir esasında vazgeçmeleri söz konusu olmayacağı için, anılan davetten maksat iki mezhebi birbirine yaklaştırmak değil, ehl-i sünneti Şiiliğe yaklaştırmak olur. Yok eğer Şiiliğin bütün esasları veya bir kısmı hakkında şüpheleri varsa, o zaman da üzerlerine düşen; anılan daveti yapmak değil, sağlam bir sonuca varmak için, gerekirse ehl-i sünnet âlimlerinden de yardım alarak hür bir ortamda ve samimi bir şekilde konuyu inceden araştırma ve tartışma konusu yapmaktır.

Anılan çağrının geçersiz ve kabul edilemez olmasının sebeplerine gelince, onlarda şunlardır:

1-Ehl-i sünnete mensup hiç kimse, iki mezhebin birbirine yaklaştırmasına temayül gösterip sıcak bakmaz. Zira Sünni bir müslümanın böyle bir şeyi kabul etmesi,mezhebinin temel esaslarından vazgeçmesi demektir.Ki,bunun anlamı İslam’ın temel esaslarından vazgeçmek demektir.Böyle bir şeyi kabul eden ise Sünni değildir.Çünkü o,Sünni mezhebinin esaslarına iman etmemektedir.

2-  Müslüma’nın vazifesi sünneti canlandırıp, bid’atı yok etmek iken, bid’atı canlandırıp sünneti yok etmesi nasıl düşünülebilir?

3- Mütehassıs(uzman)larınca bilindiği üzere iki mezhep arasında yakınlaştırmaya mani olacak kadar zıtlık ve çelişkiler bulunmaktadır.Bu sebeple bazı Şii alimleri şöyle demişlerdir:İmam iye mezhebi ile ehl-i sünnet mezhebi ayrı ayrı yönlere akan iki çeşmeye benzemektedir.Kıyamet gününe kadar bir daha bir araya gelmeleri mümkün olmayacak kadar böyle birbirlerinden uzak yönlere akmaya devam edeceklerdir.[60]

4- Ehl-i sünnetten bir gurup ile Şiilerden bir gurubun bir araya geldiğini, araştırma, inceleme ve tartışmadan sonra, bunların kendi prensiplerinin bazısından,diğerlerinin de kendi prensiplerinin bir kısmından vazgeçtiğini farz ettiğimizde,o zamanda ne bunların, ne de ötekilerin razı olacağı üçüncü bir bid’atçı mezhep ortaya çıkacaktır.Biz takiyye yapmadan,kaçamak ifadelere başvurmadan bütün çıplaklığıyla İslam’a mensup olan herkesi kitap ve sünnete başvurmaya davet ediyoruz. “Eğer bir hususta anlaşmazlığa düşerseniz-Allah’a ve ahrete gerçekten inanırsanız- onu Allah ve resulüne götürün” (nisa 4/ 59) işte Müslümanların görevi budur, yoksa anılan yaklaştırma çabalarının İslam’la hiçbir ilgisi yoktur.

Soru: 7- Şii mezhebi İslami bir mezhep midir? Ve mezhepler arası farklılıklar İslami vahdetle (birliğe) çelişmiyor mu.?

 Cevap: Burada dikkatlerin bir hususa yoğunlaşmasını istiyoruz. Şöyle ki, soruyu soranın, mezhepler arasındaki farlılıktan maksadı, ehl-i sünnet mezhebi ile Şii mezhebi arasındaki farlılıklardır. Ki bu, soruyu soranın Şiiliği de İslam ’i bir mezhep olarak kabul ettiğine işaret etmektedir. (bu sebeple yukarıda arz ettiğimiz gibi) biz de soruyu başka bir şekle sokarak soruyuz:

Şii mezhebi İslam ’i bir mezhep midir.?

Cevap: Daha öncede arz ettiğimizden de anlaşılacağı üzere, Şiilik itikadi bir mezhep olarak, İslam’ın içine sokulup yerleştirilmiş birtakım muharref bid’at ve hurafelere dayanan inançlardan oluşmaktadır. Fıkhi ve ameli mezheplerine gelince, o da aynı esas ve inançlara göre kurulmuştur. Mesela (itikadi konularda olduğu gibi, fıkhi konularda da) esas alınan temel prensiplerinden biri de küflerinden veya en azından fısklarından dolayı sahabenin rivayetlerinin kabul edilmesidir.

Böylece mezheplerinde sünnetin yeri olmadığı gibi kuran ’ın muharref olduğuna inandıkları için kuran ’ın yeri de yoktur. Çünkü onlara göre Kuran’dan atılan bölümler vardır. Oysa atılan bölümler olanı neshedebilir.

Yine bu mezhebin temel esaslarından biri de, on iki imamın masum olmadığına bilerek veya bilmeyerek kendilerinden hiçbir günah’ın meydana gelmediğine Yüce Allah’ın kendilerine helal ve haram kılma yetkisini verdiğine, onlardan veya onlar vasıtasıyla rivayet edilenler dışındaki rivayetlerin sahih olmadığına inanmalarıdır. Ki bütün bunlar İslam ’i esas ve prensiplerle tamamen zıt fasit şeylerdir. Dolayısıyla fasit esaslara dayanan da fasit (olduğuna göre, Şiilik de fasit bir mezhep) tir.

İbn Haldun şöyle diyor: sözde ehl-i beyt taraftarlığını savunup Şia; bazı sahabelere karşı çıkmak, on iki imamın masum olduğunu savunup sözlerinin tartışma götürmediğene inanmak gibi kendilerine has esaslara dayandırarak icat ettikleri mezhepleriyle diğerlerinden  ayrılmaktadırlar   ki   bütün   bunlar   dayanıksız esaslardır.[61]

Yine sünnet itibardan düştüğü zaman, onlar dinlerinin ayrıntı ve teferruatını nereden öğreneceklerdir? Zira kuran, konuları ana hatlarıyla veren temel prensiplerden ibaret bir kitap olup, ise bunların bunları açıklayan ise sünnettir. Doğrusu onlar dinlerinin ayrıntı ve teferruatını ehl-i beyt nisbet ettikleri yalan ve iftiralardan alırlar

CA’FERİYE MEZHEBİNİN HAKİKATI NEDİR ?

Şiilerin, kendilerini ve mezheplerini imam Cafer’e nisbet Caferiyye olarak nitelemeleri ise, bâtıl bir iddiadan ibarettir. Delil olarak aşağıdaki hususları sıralayabiliriz:

1- Şüphesiz Caferiyye olarak nitelenen bu mezhep, tamamen islam’i esas ve prensiplerle zıt olan esas ve prensiplere dayanmaktadır. Ki, imam Cafer bu prensiplerden en uzak insanlardandır. Zira gerek imam Cafer’den gerek diğer imamlardan bu mezhebin temel prensipleriyle tamamen çalışmaktadır. Oysa bunlar, imamların on büyüklerindendir.

2- Tarihlen sâbit olduğu üzere, şartlar oluşmadığı için mezhepleri tedvin edilmeyen diğer müetehidler gibi imam Cafer’in de tedvin edilmiş bir mezhebi yoktur. Ve bu onlar hakkında asla bir eksiklik değildir. Kaldı ki ehl-i sünnet ve Şii alimlerinin müttefik oldukları üzere imam Cafer’den önce geçen imam Ali, Hasan, Hüseyin, Ali Zeynelâbidin (r.a) de tedvin edilmiş bir mezhepleri olmamış ve bu onlar için bir eksiklik olmamıştır.

3- İmam Cafer’in tedvin edilmiş bir mezhebinin olduğunu farz etsek bile, Şiiler, bu mezhebi nakledenlerin kendileri olduğunu iddia edeceklerdir. Oysa bütün ehl-i hadis, cerh ve ta’dil âlimlerinin ittifakıyla onların rivayetleri makbul değildir. Çünkü mezheplerinin temel esasını teşkil eden ve görev olarak saydıkları takiyye adı altında her türlü yalanı kendilerine mubah saydıkları için insanların en yalancılarıdırlar.

4- İmam Cafer ya takiyyeci idi, ya da değil idi. Eğer takiyyeci değil idiyse –ki gerçek olanda budur- o zaman o, takva ehlinden olup, onun ne takiyye ile ne de Şiilikle hiçbir olmadığı dibi Şiilerin de onunla hiçbir alakaları yoktur. Çünkü Şiilerin dini takiyyeye dayanmaktadır. Eğer icat ettikleri takiyye olmasaydı ne sâbit bir mezhepleri, ne devam eden bir dinleri ve ne de kabul edilir bir sözleri olurdu.

Eğer Şiilerin düşünüp iddia ettikleri gibi imam Cafer takiyyeci idiyse, o zaman da ravilerin adalet ve güvenilirliği kabul edilse bile ondan rivayet edilen hiçbir şeye güvenilip kabul edilemez. Ona ait olduğu söylenen her sözü takiyye yaparak söyleme ihtimali vardır. Nitekim Şiilerin kaydettiğine göre, imam Cafer bir sorura birine zıt üç ayrı cevap vermiş, ama bunlardan biri doğru iken diğer ikisini takiyye olarak saymamıştır.[62]

5- Şii inancın göz ününde bulundurduğumuzda imam Cafer’in bir mezhebinin olması düşünülemez. Zira mezhep, hata ihtimali olan bir takım düşünce, ictihad ve zandan ibarettir. Oysa Şiiler, imamların masum olduğuna, bilerek veya bilmeyerek onlardan hiçbir hatanın sâdır olmadığına, Allah’ın kendilerine helal ve haram kılma yetkisini verdiğine inanırlar. Yine onlar bu konuda imam Cafer ile on iki imam arasında, hatta Hz. Peygamber sellellahu aleyhi ve sellem arasında bir fark gözetmezler. O halde imam Cafer’e bir mezhep nisbet edip tahsis etmenin bir anlamı yoktur.

Ayrıca –onların inancına göre – eğer imam Cafer’in görüşleri sahih bir mezhep olarak kabul edilirse, o zaman bu mezhebi ona nisbet eden en uygun kimsenin son imamın olması gerekmektedir. Hal böyle iken, imamiyye fıkhını, inançlarını ve öğretilerini yapan imam Cafer’dir, dediklerinde bizde onlara şöyle deriz: imam Cafer bunları ya kendinden öncekilerden almıştır.ki bu indirilen nasları ve hükümleri gizlediklerinden dolayı Allah’a resulüne ve İslam’a büyük bir ihanettir bu da bunlar imam Cafer’e vahiy yoluyla inmiştir. Ki bu da onun peygamber olması, söylediklerinin, İslam değil, başka bir din olması ve Hz. Muhammed (s.a.v) in de son peygamber olmaması demektir. Yada bunlar imam Cafer tarafından uydurulmuş olup İslam’la alakası olmayan şeylerdir. Evet, doğrusu bunlar uydurma şeylerdir. Ama, haşa bunları uyduran imam Cafer değil. İmam Cafer’e ve atalarına iftira atan inkarcılar ve dinsizlerdir.

İbni teymiyye şöyle diyor:

Her ne kadar Şiilik aşırı cehaletlerinden dolayı bazı müminler arasında daha sonraları yayılmış ise de, haddizatında Şii mezhebini icat eden hariciler ve kaderiyeciler gibi tevil ehli bid’atçılar değil, İslam   ve   Müslümanlara   düşman   olan   inkarcı   ve   inançsız kimselerdir.[63]

SONUÇ:

Açıkça görüldüğü üzere Caferi olduklarını iddia edenler bu iddiayla yalancılar. Kurdun Hz. Yusuf (a.s)’un kanından uzak olduğu gibi imam Cafer’de onlardan uzaktır. Ancak Şiilerin kendilerini ona intisap etmeleri gerçek yüzlerini gizlemek ve böylece sapıklıklarını yaymak için bir maske olarak kullanmaktadırlar.

İbn salah’ın naklettiğine göre ariflerden biri şöyle der: İki imam var ki, Allah, onları taraflarıyla imtihan etmiştir. Oysa bu iki imam taraflarından uzaktırlar. Bunlar mücessime ile imtihan olunan Ahmet b. Hanbel ile Şiilerle imtihan olunan Cafer’i sadıktır.[64]

Yine açıkça görüldü ki, Şii mezhebi hem itikadi hem de ameli yönleriyle batıl bir mezhep olup, İslam’a karşı kurulan bir tuzaktır bu sebeple islami bir mezhep olarak kabul edilmesi doğru olmadığı gibi onun ehl-i sünnet ile olan fıkhi ve itikadi ihtilaflarını da, ictihadi bir ihtilaf olarak kabul edilmemiştir. Çünkü İslam Allah tarafından Hz. Muhammed’e bildirilen temel esaslara dayandığı halde Şiilik, kindar ve hilekar sebeiyyecilerin uydurdukları esaslara dayanmaktadır. Dolayısıyla o, haddizatında başka bir kindir. Bu sebeple en uygun olanı , Şiiliğe şii mezhebi değil de, Şii dini demek gerekir. Ki zaten Humeyni keşfu’l- esrar’da buna “Şii dini1” demektedir. –Mekke ehli, bunların yollarını daha iyi bilemektedir-. Humeyni, gerçekte ehl-i sünnet dinine aykırı (zıt) olduğunu bilmeyecek kadar cahil değildir. Dinlerinin ehl-i sünnet dinine ters olduğundan, daha doğru bir ifadeyle İslam’a ters olduğundan, İslam tarihçilerinin ittifakla belirttikleri üzere İslam’i tahrif etmek, Müslümanlar arasına ayrılığı ve bölücülüğü sokmak için İslam’a karşı bir tuzak olarak kurulduğu için kurulduğu günden bu yana Şiilik hep İslam’a ve Müslümanlarla savaş halinde olmuştur.

İslam tarihinde vuku bulan olayların tahlilini yapanlara göre sahabe arasında çıkan savaşların meydana gelmesinde en büyük pay Şiilere ait olduğu gibi, İslam ülkelerine göz dikip Müslümanların kanlarını akıtanların yanında yer alanlarında Şiiler olduğu görülür. İşte Hulâgu’nun vezirlerinden nasıruddin el-tûsî. Abbasi hilafetini sona erdirmek için hulagü’yü ikna edip milyonlarca Müslüman kanını ırmaklar gibi akıtmasında ona yardımcı olur. Bununla da kalmamış tatarların Müslümanlara karşı başlattıkları savaşta Müslümanların tatarlara indirdikleri nihai darbeye kadar, kararlaştırdığı Nesilden nesile hep tatarlarla işbirliği halinde olmuşlardır.1

Ve işte Abbasi halifelerinden mu’tasım’ın veziri ibn Alkami! Halifesine ihanet ederek hulagu ile temasa geçip onu, İslam ülkelerini istila etmeye teşvik eder, İslam ordusunu askeri hizmetlerden alı koyarak tatarların Abbasi devletini ortadan kaldırmak için yardım eder ve içlerinde Müslümanların halife ve aynı zamanda Hz. Peygamber (sellellahu aleyhi ve sellem)’in amcazadesinin de bulunduğu milyonlarca müslüman’ın öldürülmesine vesile olur.

Humeyni, bu konuda şöyle der: Hulagü ile işbirliği yapıp ona yardımda bulunmak, islam’a ve Müslümanlara gerçek yardımda bulunmak olmuştur.[65] Bu (raya kadar anlattıklarımız), Şiilerin ehl-i sünneti en azılı düşman saymalarının ve hulefa-i râşidin ile Hz. Peygamberin diğer sahabelerinin üzerinde oldukları gerçeklere imanlarından dolayı onları mürted olarak kabul etmenin en kuvvetli delillerindendir. Dinden dönme ise küfrün en büyüğüdür. Onların ehl-i sünneti düşman olarak görmelerinin sebeplerinden biri de şudur: çünkü onlara ehl-i sünnet, özellikle de Sünni bir devlete sahip olduklarında hedefle ulaşmak için en büyük engeldir. Oysa onlar İslam alemine hakim olup Şiileştirmeyi farz bir görev olarak görmektedirler.

Rabbimiz: bize doğru yolu gösterdikten sonra kalplerimizi kaydırma: kendi katından bize rahmet ver. Şüphesiz sen son derece bağışta bulunansın.

Efendimiz Hz. Muhammed’in, onun yakın dost ve arkadaşlarının üzerine Allah’ın salat ve selam’ı olsun.

**************************************************************

Dipnotlar:

[1] Hatip, el-Câmi’………. İbn el-Asakir…….

[2] Beyhaki

[3] İbn Haldun, Mukaddime, 209

[4] Ehl-i Hal ve’lakd, devlet baskanını seçen (seçici) kurul. (Çev.)

[5] Nevevi, el-Minhac…………..

[6] Bkz. Maverdi, el-Ahkâmu’s-sultaniye, 6110

[7] Minhacu’s-Sünne, 1/142. Ayıca bkz. En-nezaretu’l-islamiyyetüs siyasiye, 203.

[8] Bkz. Wensinck, el-mu’cem “Beyat” md.

[9] İbn Hümam, el-Müsayere.

[10] Maverdi, el-Ahkamü’s-Sultaniye, 15.

[11] Müslim, İmare, 62.

[12] Nevevi, el-Minhac fi şerhi Müslüm, 12/143.

[13] Nevevi, a.g.e. 12/229.

[14] Buhari, Müslim,İmare, 42

[15] Kurtubi, 1/271

[16] Buharı

[17] Askalani, Fethu’l-Bari, 13/99

[18] Bkz. İbn Kesir, el-Bidaye ve’n-Nihaye, 10/303

[19] Al-i İmran 3/31

[20] Ahmet; Ebu Davut; Tirmizi; İbni Mace; İbni Hibban,

[21] Malik, Muvatta

[22] Serhu Müslim, 15/180

[23] Minhacü’s-sünne 4/85

[24] İbn Asur, et-Tahrir ve’t-tenvir, 24/1516

[25] el-Mirkat, 5/600

[26] Ebu Davut , Tirmizi, Ahmet,

[27] Tirmizi, İbn Mâce

[28] İbn Mâce

[29] İbn Teymiyye, Mecmuul –Fetava 27/171

[30] el-Makani, Tenkihul-Makal, 184; El –Kesi, Ricalul Kessi 100

[31] İbrahim ez-Zencani, Akaidul –Dmamiyyetul –isnaasariyye, 67

[32] ez-Zencani a.g.e. 133

[33] ez-Zencani, a.g.e. 25

[34] …………. Minhacu’s –Süne, 3/123

[35] ……..es-Savaiku’l-Muhrika, 44

[36] Muhammed Hüseyn Âlu Kasiful –Ğatta; Asru’ş –Sati ve usulu hadis.

[37] ……………………….Vusulu’l –Ahbar, 94

[38] İbn Asakir, Tarih, 4/165

[39]…………………..es-Savaik, 58

[40] Buhari ……………..

[41] Bkz. İbn Kesir, El-Bidaye ven-Nihaye- 7/226

[42] Nehcu’l-Belağe, 1/182; ………………………….el-usul mine’l –Kâfî, 2/219, 224. Şiiler Nehcu’l-Belağe’nin Hz.Ali’ye ait olduğunu ve Kur-an’ı Kerim’den sonra en sahih kitap olduğunu iddia ederler. Gerçek şu k, bu kitapta zikredilenlerin çoğu, Hz.Ali’ye atfen söylenen uydurma şeylerden ibarettir. Bu konudaki sanıklar ise, Rıza ve Murtaza adında iki Şii kardeştir. Kitaptaki Hz.Ali’ye ait sözler var ise diğerlerinden ayırt edilmemiştir.İbni Teymiyye ve Zehebi şöyle derler:İlim Ehli biliyor ki, bu kitapta geçen sözlerin çoğu, Hz. Ali’ye atfen uydurulmuş iftiralardan ibarettir. Zira bunların çoğu, eski kitaplarda olmadığı gibi, senetleri de bilinmemektedir. Bu Hz.Ali veya Hz. Abbas’ın soyundan olduğunu iddia edipte, soyundan böyle bir iddiada bulunan kimseyi bilmediğimizden, yalancı olduğu ortaya çıkan kimsenin iddiasına benzemektedir. Kaldı ki bu hutbelerde, Hz.Ali’den şüphe götürmez şekilde tam tersi sabit olan birçok husus bulunmaktadır. (…………el-Muntaka min minhaci’l-i’tida 449(ayrıca bkz. S 535); ……………………..el-Beyyinat, 1/36 .

[43] El muntaka, 73

[44] …… El – muntaka min minhaci’l – i’tidal, (34 )

[45] ibni teymiyye, minhacu’s-sünne, (1/13)

[46] Bkz ….el-usul mine’l – kafi, 1/239 vd, hümeyni keşful-esrar,143.

[47] Ed-dihlevi, ed- dürrus-semin, 4-5.

[48] Hümeyni, el- hukumetu’l islamiyye, 52

[49] el-vasiye, 11

[50] Bkz…..el-munteka, 33,184

[51] İbrahim ez- zencani,… akaidul- imamiyye, 2 / 239

[52] ez-zencani, …..a.g.e.    2 / 241

[53] İbni teymiyye, minhacü’s-sünne, 1/3-4.

İbni teymiyye, adı geçen eserde şöyle demektedir: Bu (şia) mezhebin aslı; Hz. Ali (r.a.) nin hayatta iken cezalandırdığı bir kısmını ateşle yakıp, bir kısmının’ da öldürülmesini istediği, ancak kaçtıkları için cezalandıramadığı ve bir kısmı da –ki bunlar, ondan gelen rivayetlerde sabit olduğu üzere onu Ebu Bekir ile Ömer’den üstün tutanlardır. Bir çok yolla kendisinden mütevatir olarak rivayet edildiğine göre küfe minberinde orada hazır bulunanlar da duyabileceği şekilde; Dikkat edin peygamberlerinden sonra bu ümmetin en üstünü, Ebu Bekir ile Ömer’dir, buyurmuş buhari vb. rivayet ettikleri üzere oğlu Muhammed ibni hanefiyye de aynı fetvayı vermiştir. – dayak cezası ile tehdit ettiği inançsız münafıklar tarafından ortaya atılmıştır.(ibni teymiyye, a.g.e. 1/ 3 )

[54] Kastalani, hedyüs-sari, 460.

[55] Lafzen, “rabler rabbi’nin kitabındaki tahrif ile ilgili son,kesin doğru söz” olarak tercüme edebiliriz.

[56] Bkz, ihsan ilahi zahir, eş-şiatu vel, kuran .

[57] Askalani, Fethul-Bari, 12/253

[58] İbni Teymiyye, el-fetave’l- Kubra, 4/294.

[59] Beyhaki, şuabu’l-iman

[60] Misbahu’z-zülem li imdadi imam,41-42

[61] İbn Haldun, mukaddime, 354.

[62] Bkz. El-usûl mine’l-kafî, 1/265.

[63] İbn teymiyye, minhacü’s-sünne, 2/197

[64] Sübki, kaidetün fi’l- cerhi ve’t – ta’dil. 49

[65] Humeyni, el –hükumetu’l –islamiyye, 142.

Devamını Oku »

Kapitalizm ve Haya

Kapitalizm ve Haya

Halihazır toplum düzenlerinde bozukluk diye gördüğümüz olguların çoğu aslında basit bir etkene dayanıyor.İnsanların ar ve haya duygularının kaybettirilmesi.

Kapitalistik toplum yapısı ile insanların ar ve hâya duygularının kaybettirilmesi anısında ilişki bulunduğu kanısındayım. Kadınların iş hayatına girmeleri, onlardaki bu duyguların büyük ölçüde törpülenmesi ile ilişkilidir. İtiraz etmekte aceleci davranmayın.

Kendinizi 19. yüzyılda, yüzlerce erkek işçinin çalıştığı bir fabrikada düşünün. Şimdi, bir kadın olarak o fabrikada çalışmak zorunda kaldığınızı farzedin. Acaba neler hissederdiniz? Sizi bu işe zorlayan sebeplere nasıl kahretmezdiniz? Bir takım tanımadığınız adamların yanında, fabrikaya ilk adımı attığınız anda ayaklarınız nasıl birbirine dolaşmazdı? Nasıl bir utanç ve sıkıntı içinde kalırdınız?

Her şeyi ekonomik sebebe dayandırmak günümüzde kolaylaşmıştır. Kadın işçilerinde, birtakım ekonomik zorunluklar karşısında çalışması gerektiğini, dolayısıyla yeni şartların öngördüğü ahlâk, namus ve haya anlayışına uymak zorunda bulunduğunu, bunun hayatın akışı içinde tabiinin tabiisi bir olay olduğunu, aksi takdirde yaşama imkânımızın elimizden alınmış olacağını söylemek bugün kolayın kolayı.

Demek istiyorum ki, ar ve haya hakkında ki telakkilerimiz değişmiş bulunuyorsa ve dün hayaya aykırı saydığımız bir olgu bugün gündelik tavır ve davranışlarımızın arasında yer almışsa, dün öyleyken bugün böyleyse, bunu ekonomik gerekçelerin arkasına sığınarak izah edebilirsiniz. Esasen halen bütün sosyal araştırma enstitüleri bizi buna inandırmak için harıl harıl çalışıyorlar. Bir uçtan sosyologlar, bir uçtan ekonomistler, bir uçtan psikologlar, bir başka uçtan antropologlar, bizi mevcut şartların tabiiiğine inandırmak için gecelerini gündüzlerine katmışlar. Fakat bütün bu gayretlerin arkasındaki niyet nedir? Insanları bir yerlere yönlendirmek için değil mi?

Bugün plaja üzerinizdeki donla girince kınanıyorsunuz da, ondan farkı olmayan mayoyla girince tabii karşılanıyorsunuz. Sokağa pijamayla çıkamıyorsunuz, çünkü herkesin size güleceğini biliyorsunuz. Örtünmekse, ikisinde de örtünmek. Fakat hayır, siz, örtünmenin zorunluluğuna değil, giyinmenin zorunlu olduğuna inandırılmışsınız. Kim inandırmış? Bir kaç tekstil tüccar ya da imalatçısıyla moda örgütleri değil mi?

Diyeceksiniz ki, mesele gene gelip dayandı ekonomik gerekçeye. Sermayedarların daha çok kâr edebilmek uğruna kadın işçi çalıştırmak istemeleri, tekstil tüccarlarının daha çok mal satabilmek için pijamanın yatarken giyilmesi gerektiğine bizi inandırmış bulunmaları, kökeninde, kapitalist dizge ile bağıntılıdır. Ama halen gözümüzde dine dayanarak bazı şeyleri açıklamak “bilim dışı” sayıldığından, bizler yüksek bilim adamlarının söylediklerine itibar etmek zorunda bırakıldık

Mevcud hayazsızlığın kılıf hazırlayanlar ve onu meşrulaştıranlar da onlardır.

Bugün Amerika’da« Avrupa'da ilgili enstitüler cinsel konular üzerine harıl harıl ''bilimsel” araştırma yaptıkları iddiasındadırlar. Ancak, bu araştırmaya konu olanların, hazırlanan anket sorularına cevap verenlerin büyük bir kısmım fahişelerin teşkil ettiğini çoğu kez farketmiyoruz bile. Ne var ki, milyonlarca kadının fahişelerin cevaplarına göre yönlendirildikleri de vakıadır.

Hayâ ile ilgili olarak gündelik hayat kesitinden bir anekdot aktarmak istiyorum: Bir işportacı, kalabalık bir meydanda, çevresine bir müşteri yığını toplamıştı. Bu işportacının müşterileri sadece kadınlardan ibaretti. Bir taburenin üstüne çıkmış, bir elinde bir kadın donu, öteki elinde bir sütyen, bayrak gibi sallayarak bunların batık gemilerin malları olduğunu ve “reklam fiyatına” sattığım bağırarak anlatmaya çalışıyordu.

Kadınlarsa yerde kabarık bir küme teşkil eden bu iç çamaşırlarını alıyorlar, ölçülerine uygun olup olmadığını deniyorlar, renk ayrımı yapıyorlar, beğenirlerse alıyor, parasını ödeyip gidiyorlardı.

Çarşıdan ayrılırken, herkesin gözü önünde yapılan bu alış verip manzarası beni düşündürmeye başladı. Önce, meydanlarda yapılan bu iç çamaşırı alışverişini kimsenin yadırgamadığını düşündüm. Sanırım böylesi bir alışverişi orada bulunanlar arasında benden başka yadırgayan yoktu. Her gün rastlanan olağan manzaralardan biri sayılıyordu. Yani kadınları herkesin içinde, herkesin gözü önünde alacağı donu, giyeceği iç çamaşırını vücuduna ölçüp biçip satın alması kimsenin umurunda değildi. Bu umursamazlık bana korkunç geldi. Bu “korkunç'' kelimesini kullanmamsa bu gün aramızda bulunan pek çoğuna şaşırtıcı gelecektir. Bunun neresi korkunç diye soranlar çıkabilecektir.

Manzara, günümüz toplum hayatının gündelik enstantanelerinden olduğu için bu manzaradaki gayri tabiiliğe kanıksanmıştır, kanıksandığı için de tabii sayıl maktadır.; Ama beni düşündüren husus, insanların nasıl olup da, ar ve hâyâ duygularını böylesine yitirebildikleri ve ona böylesine kayıtsız kalabildikleri idi.

Bugün bize ‘Afrika vahşileri’nin çırılçıplak yaşadıkları hususu ilkellik diye öğretilmektedir.Fakat bir dakının,sokak ortasında don satılmasına,üstünde ölçüp biçmesine ne ad verildiği söylenmemektedir.

Eskiden… (Evet, bu kelimeyi yazar yazmaz cümlenin devamından bir an için vazgeçtim. Çünkü “Eskiden..." diye başlayan birinin bağnaz bir tutucu olduğu hususundaki yaygın kanaatin ne anlama geldiğini biliyorum. Başkalarının hakkında besleyecekleri bu tür bir kanaati önemsediğimden değil, fakat bu kanaatin içinde de bir yanlışlık bulunduğunu, o yanlışlığı düzeltmek gerektiğini düşündüğüm için bir an duraksadım. Eski güneşlerin daima iyi olduğunu savunan biri olmadığımı belirtmek ihtiyacım hissettim.)

Evet, eskiden, bir kadının, değil sokak ortasında iç çamaşırı satın alması, onu uyuyor mu, uymuyor mu diye üstünde prova etmesi; çamaşırının yanlışlıkla bile olsa bir başkası tarafından görülmesi yahut görülme ihtimalinin mevcudiyeti, o kadın için ömür boyu taşıyacağı bir utanç vesilesi olurdu. Ne var ki, halen işler yukarda değindiğimiz manzaraya dönüşmüştür. Bılinçaltından, bu işlerin uygarlığın icaba tından olduğunu düşünenlerin sayısı da az değildir.

Gerçekten de, bu işte “uygarlığın'' parmağını aramak büsbütün yersiz değildir. İnsanların kafa yapısı çok değişmiştir. Bir şairimiz: “Utanırdı burnunu göstermekten sütninem / Kızımın gösterdiği kefen bezine mahrem” diyordu. Böylesine uçurumlarla ölçülebilecek bir dönüşüm olmuştur kafalarda.

Dönüşümün kökeninin insanların ar ve hâyâ duygularından başlatıldığında kuşku yok. Üstelik halen Batılılaşmadan yana oyunu veren ve Batılı hayat tarzını günlük yaşantısına sindirdiğini ve öyle yaşadığını sanan kimseler arasında bir soruşturma yapsanız, şaşırtıcı cevaplarla karşılaşabilirsiniz.

Nitekim bu konuda, hukuk fakültesini bitirmiş, halen devlet dairesinde yüksek bir görevde çalışan bir kadından aldığım cevap şuydu; “Batılılaşmak demek kadınların çalışma hayatına katılması demektir.

Şimdi ben çalışıyorum,eğer çalışmasa idim, ev kadını olsa idim, akşam kocam eve gelince o gün yorulduğunu söylese oflayıp puflasa buna inanırdım, fakat şimdi kocaların gündüz çalışmalarından dolayı yorulduklarına inanmıyorum. Artık akşam eve geldiklerinde oflayıp puflayarak bize hiçbir şeyi yutturamazlar Batılılaşmakla en azından, erkeklerin yorgunluk iddialarının bir yutturmaca olduğunu ispat etmiş olduk’’’

Bir başkası ise (ki o da kadındı ve şimdi sözünü ettiğim kadınla tıpa tıp aynı statüde idi) şöyle diyordu *Şimdi artık biz de cenaze törenlerine gidebiliyoruz. Bir arkadaşımızın yakını öldüğünde onun cenaze törenine katılabiliyoruz. Batılılaşmak bize kadınların da cenaze törenlerine katılabileceğini öğretti. Az şey mi bu?’’

Diğer bir cevap (ve gene çalışan bir kadından); "Batılılaşmak demek erkeklerle eşit olmak demektir. Bıı gün erkekler başı açık dolaşabiliyorsa, kadınlar da başlarını açabiliyorlar. Ben bir ‘feministim.’ Batılılaşmak, bence, kadın haklarını savunmaktır." Vs. vs.’’

Bütün bunların kulaktan kapma şeyler olduğunu ve Batı ile Batı fikriyatının özü ve mahiyeti itibariyle ancak magazin seviyesinde bir ilişkisi bulunduğunu kabul etsek de, bu sözlerin arka planında bir yaşama tarzının gizlendiğini göz ardı edemeyiz.

Biberin kimyasal bileşiminde ne var bilmem. Ama birisi (bir uzman) dese ki, biberin muhteviyatında şekerli maddeler var, inanırım.

Ama kafası ve damağı şeker denince tatlı şeylere çağrışım yapan biri, hemen buna itiraz edebilir. İtirazı da gayet açık ve anlaşılabilir bir şeydir. Biber acıdır, şekerse tatlı. Öyleyse nasıl olur da biberin içinde şekerli maddeler bulunabilir.

Bu gün çoğumuzun, hatta hemen bütün dünyanın kafası, Batı uygarlığı denilince, damağımızın şeker denince tatlı maddeler çağrıştırması, salgı bezlerimizin ona ayarlanarak salgı çıkarması gibi çağrışımlarda bulunuyor. Kafalarımız ona göre şartlandırılmıştır.

Batı uygarlığı denilince en çok telaffuz edilen kelimelerin arasında ‘insanca yaşamak’ “insanca     hayat    sürmek”       gibi ibarelerin geçtiğini görüyoruz. İnsanca yaşamaksa, iyi giyinip kuşanmak, karnını iyi doyurmak, kısaca karnı tok sırtı pek deyişiyle eş anlamlı olmuş. Ama bununla kalmıyor tabii. Yüksek Sosyeteden biri için insanca yaşamak, her gün kuaföre gitmek, manikürünü, pedikürünü ihmal etmemek anlamına gelebilir.Kenarın dilberi de, insanca yaşayabilmek için buralara gitmek gerektiğine inanarak öyle yapmaya özenir. Bugün, mahalle aralarına yerleşmiş kuaförlerin çokluğu dikkatinizi çekmiyor mu?

Diyeceğimiz şudur: Bu gün günlük hayatımızın teferruatları arasında sayılan pek çok şey, bize yüksek fikirler adına kabul ettirilmiştir Bir kadın, bir erkeğin saatlerce saçlarıyla oynamasına nasıl müsaade edebilir, bunu ben bilemem. Ama yolumun üstündeki kuaförde günün her saatinde saçını taratmak ya da düzeltmek için bekleşen kadınları görüyorum.

Bu iş, bu kadınlara nasıl kabul ettirildi? Esnaf arasında kozmetik ticareti özel bir alan haline gelmiştir. Bir kozmetik dükkânında alışveriş yapan bir kadın kendini nesneleştirmek için çaba gösterdiğini aklına bile getirmekten uzaktır.

Bu iş kadınların süslenme hususundaki masum meraklarından, içgüdülerinden farklı ve kadınlarda haya damarının çatlamasıyla ilgili bir olay.

Batı uygarlığını maniküre, pediküre indirgediğim için beni küçümseyebilecek “büyük bilim adamlarının” yaşadığı bir ülkede bulunduğunu biliyorum. Onlar, Batı uygarlığı “bilimsel zihniyetle'' eşanlamlıdır deseler de ben bu uygarlığın aynı zamanda “manikür uygarlığı” olduğunu söylemeye devam edeceğim. Çünkü manikür bu uygarlığın görünmeyen usaresi arasındadır. Bu uygarlığı, onun özsuyundan (usaresinden) ayırıp düşünmeye kalkışırsanız, elinizde posası kalır. Biz şimdilik, haya duygumuzu inciten pek çok olgunun uygarlık gibi “yüksek fikirlerin’’himayesinde bize kabul ettirildiğine değinmekle yetinelim…

 

Rasim Özdenören,Yumurtayı Hangi Ucundan Kırmalı
Devamını Oku »

Türkiye’ye Laikliğin İthali

Türkiye’ye Laikliğin İthali

Tanzimat sonrası Türk siyasi düzeninde bütün hukuki kurumlar tepeden inme getirilmiştir. Laiklik kurumunun getirilmesi de, öteki kurumlar da aynı yolu izlemiştir.

Laiklik kavramının, İslâmın toplum ve siyaset yapısında yer alması esasen söz konusu değildi. Bu kurum, Batı toplumu gibi dinin ayrı bir sulta (kilise), siyasal gücün ayrı bir sulta (devlet) halinde birbirinden ayrı, hatta birbirine karşı, birbirinin yerine göz dikmiş iki ayrı toplumsal sulta olarak yer aldığı ülkelerde söz konusu olabilirdi.

Laiklik, Batıda tarihî gelişmenin seyri içinde bir ‘‘kurum” niteliğinde belirirken Türkiye’de böyle bir gelişme izlenmemiştir Bu bakımdan, Türkiye’ye laikliğin ithali iki şekilde ele alınabilir:

1-Doğrudan doğruya, şeklen, Batı siyasal ve toplumsal yapısına benzemek adına getirilmiş bir kurum olarak düşünülebilir.

2-Türkiye'de, devletin karşısında Batıda olduğu gibi teşkilatlı bir din kurumu (kilise) olmadığından, devletin halkın dinî faaliyetini kendi denetimi altına almak istediği düşünülebilir. Bu son husus, Türkiye’de laiklik kurumunun Batıya göre farklı anlaşıldığının vurgulanması bakımından önemlidir.

Gerçekten Diyanet İşleri Başkanlığının kurulması ve bunun diğer hükümet organları gibi teşkilâtlandırılması, bu son düşünceyi doğrular niteliktedir. Bu sonuç laiklik sisteminin gelişmesine âmil olan mantığa aykırıdır. Çünkü Batıda devlet, kiliseyi kendi otoritesine karşı, kendi otoritesine zıt ve muhalif ayrı bir otorite olarak kabul ve tasdik ederken, Türkiye’de teşkilâtlı bir dinî otorite mevcut olmadığından, devlet, dinî faaliyeti kendi kontrolü altına almıştır, denebilir. Durumun, laiklik kavramının temel esprisine, temel mantığına aykırı düşen bir siyasal yapı sergilediği açıktır.

 

Rasim Özdenören,Yumurtayı Hangi Ucundan Kırmalı
Devamını Oku »

Bilim Adı Altında Yapılan İşler

Bilim Adı Altında Yapılan İşler

‘Yıllarca önce Türkiye'de boyalı basının öncülerinden olan gazetede ekmek yemenin insanları gerizekalı yaptığını ileri süren bir habere rastlamıştım. Haberde haliyle "gıda uzmanlarına'' konuyla ilgili görüşlerine de yer veriliyordu, Türkiye ekmeğin çok yendiği bir ülkedir malûm. Ama böyle bir haberin arkasında Saklı olan niyet ne olabilirdi? Acaba bizlere daha az ekmek yedirmekle buğdaydan edilecek tasarrufu bir başka ülkeye ihraç atmak mı? Yoksa faraşa buğday yarine fasulye mi sattırmak?Yahut da ekmek yiyen insanlarımıza geri zekâlı oldukları hususunda bir aşağılık duygusu mu aşılanmak isteniyordu?

Bir başka haberde, tanınmış bir hastahanenin çocuk psikiyatristi bu doktor "Oyuncaksız büyüyen çocuklar, kişiliksiz ve geri zekâlı büyüyor’’ iddiasında bulunuyordu. Haberin teferruatında Türkiye'nin ünlü" oyuncak sanayicilerinden biri ile yapılmış bir de mülakat yer alıyor, bu mülakatta oyuncak sanayicisi, adı geçen doktorun tavsiyeleri doğrultusunda oyuncak ürettiklerini belirtiyordu.Gene tababetle sanayinin işbirliğine tipik bir örnek ile karşı karşıya bulunduğumuz kuşkusuz. Kendi çocukluğumu hatırlıyorum. Bizim oyuncaklarımız yoktu. Oyuncaksız büyüdük. Belki şimdi iddiasını zikrettiğimiz doktor da bizim gibi oyuncakaız büyümüştür. Şimdi bunlara bakarak bizim hepimizin kışıliksiz ve geri zekâlı olduğumuza mı hükmedelim'?

Oysa oyuncak firması sahibesi ile sözü geçen doktorun ne kadar açıkgöz oldukları belli değil mi? Ve gelir düzeyi yerinde olduğu için ekmeği az, fakat katığı fazla yiyen bir kısım vatandaşların “Üstün zekalarını’’ ispat etmek için oyuncak sanayicisi Fatoş hanımın ürettiği oyuncakları satın almak için girişecekleri yarışı, onların zekâ seviyesi ile ölçmeye kalkışırsak acaba nasıl bir manzara ile karşılaşırız?

Türkiye'de bir doktorla bir oyuncakçı arasındaki “bilimsel işbirliğini"» kapitalist ülkelerle kapitalist olmaya özendirilen ülkelere de teşmil ederek olaya bakarsak dünya çapında oynanan  emperyalist oyunun mahiyetini kavramamız kolaylaşır, Kapitalizmin, zengin olduğu için az ekmek yiyen, dolayısıyla çok zekâlı olan insanları fakir ülkelerin çok ekmek yedikleri için az zekâlı olan insanlarına ürettikleri her türlü “oyuncağı” satabilme için işte böyle “bilimsel” yöntemler uyguluyorlar.

Sözümüzün başına dönerek konuyu bağlayalım: Halen dünyaya hakim kılman üretim mekanizmasında, ihtiyaç duymadığınız bir mal, önce sizin için ihtiyaç haline getiriliyor, bunun için bilim adına her türlü şarlatanlık kullanılıyor; o şey sizin için ihtiyaç haline getirilince onunla ilgili bir kurumsallaşma ortaya çıkıyor, neticede insanlar o kuramların esiri haline getiriliyor. Bu husus kapitalizmin elementer iktisat kitaplarında: “Her arz kendi talebini doğurur” diye “bilimsel” kalıplara da dökülür, bir vecize ve bir kaide halinde.

 

Rasim Özdenören,Yumurtayı Hangi Ucundan Kırmalı
Devamını Oku »

Rasim Özdenören-Müslümanca Yaşamak Adlı Kitabından Alıntılar

Rasim Özdenören-Müslümanca Yaşamak Adlı Kitabından Alıntılar

Müslüman tek boyutlu, yalınkat bir hayat ortamında yaşamıyor bugün: kendine silah çekmiş bir düşmanla karşı karşıya bulunaydı, işi kolaydı. O takdirde, hedefini açıkça seçebilirdi.

Oysa bu gün yeryüzünde yaşayan Müslümanların çoğu henüz nasıl bir konumda yaşadığının bile bilincinde görünmüyor. O genel olarak içinde yaşadığı İslamdışı düzene uyum sağlama çabası içinde bulunuyor. Bir bakıma farkında olmaksızın İslamdışı hayat tarzıyla İslâmî olanı telif etme kaygısına düşmüş görünüyor. Bu kaygı bile, aslında, henüz Müslüman olduğunu unutmayanlar için söz konusudur. Diğerleri böyle bir kaygı taşımaktan da uzak duruyor.

----------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------

Hikmetle bakan göz için ,harika'nın ötesindeki harikayı gizleyen perde de bir harikayken, hikmetsiz göze her harika bir perdedir.

Birine perdeler harika görünürken ,ötekine harikalar perde olur.

---------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------

Kendi meselemizi tartışma konusu ederken,münazara usulü içinde yani sadece iki şık mevcutmuş,başka bir şık yokmuş gibi, yaklaşmaktan kaçınmamız gerektiğine inanıyorum.İfrad,ve tefrid arasında kalan başka sonsuz ihtimallerin mevcut bulunduğunu dikkatten kaçırmadan ve neyi amaçladığımızı kesin olarak yaklaşımlarımız düzenlenmelidir.Münazara usulü,zihin idmanı olarak tavsiye edilse bile,mesele çözümünde kötü bir yöntem olarak kabul edilmelidir.

----------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------

Üstün insan nazariyesinin insanın nefsaniyetini kışkırtmada,ona benliğini hatırlatmada ''ben de benim'' demesinde,kısacası müşekkel bir kibir abidesi haline gelmesinde şeytanca bir etkisi bulunduğu kuşkusuzdur.''Seçilmiş''olan bir kendisidir,gerisi ya bit,ya tahta kurusu..

Dünyaya bir misyonla gönderildiğine inanan insan,aklına koyduğu ''misyon''u boyuna hatırlatmak için çaba gösterirken tuhaf bir cilvedir,önemli bir hususu unutuyor;kul olduğunu.

 

Rasim Özdenören,Müslümanca Yaşamak
Devamını Oku »

Haberî sıfatlar ve itikadımız

Haberî sıfatlar ve itikadımız

Özellikle gençler arasında hayli yoğun bir şekilde tartışılan meselelerden biri haberi sıfatlar. Kısaca, "Kuran ve Sünnet'te Allah Teala'nın müteşabih sıfatları cümlesinden olduğu haber verilen hususlar" olarak tarif edebileceğimiz bu sıfatlar hakkında ne düşünmeli, onlara nasıl inanmalıyız? Allah Teala'nın eli, yüzü, gözü, inmesi, gelmesi... gibi nitelemeleri okuduğumuzda/dinlediğimizde aklımıza ne gelmeli? Anlaşılan o ki, bir kesim, bu sıfatlara, nasslarda geldiği gibi iman edilmesi ve tevile gidilmemesi gerektiğini söylerken, diğer bir kesim, bu türlü sıfatların tevil edilmesi gerektiğini söylüyor.

Bu meseleyi somut varlıklar alemine indirerek anlamlandırmaya ve bir yere oturtmaya çalışmak beyhude bir çabadır

Aslında meseleyi temelden ele aldığımızda kendiliğinden bir sonuca ulaşmamız mümkün. Şöyle ki: Allah Teala'nın varlığı 'zorunlu' olduğundan, O'nun varlığıyla ilgili hiçbir hususu insanın ya da insan gibi 'yaratılmış' bir varlığın varlığına benzeterek, onunla kıyas ederek anlamaya çalışmak doğru değildir.
Zira insan, bir var ediciye muhtaç olduğu için, bir var ediciye muhtaç olmadan (yani 'zorunlu olarak') var olmayı ancak akli önermeler sonucu kavrayabilir, imanî bir teslimiyetle içselleştirebilir. Bu meseleyi somut varlıklar alemine indirerek anlamlandırmaya ve bir yere oturtmaya çalışmak beyhude bir çaba olmaktan ileriye geçemez. Zira insan algısı, 'zaman ve mekân' düzleminde, onlarla bağlantılı ve onlara bağımlı olarak çalışır. Oysa Allah Teala zamandan da, mekândan da münezzehtir. O, sadece bu ikisinden değil, bir halden başka bir hale, bir mekândan başka bir mekâna geçmekten, değişmekten, birtakım organ ve azalardan mürekkep olmaktan ve havadisin (sonradan meydana gelen şeylerin) kendisine hulul etmesinden... de münezzehtir. Zira bütün bunlar mahluklara mahsus sıfat ve özelliklerdir.

İnsanın öfkelenmesi ile Allah'ın öfkelenmesi benzer şeyler değildir

Şu iki noktaya bilhassa dikkat etmek gerekir:

1. Haberî sıfatlar söz konusu olduğunda aklımıza el, ayak, göz, yüz... gibi 'organlar' gelmemeli. Yani 'Allah Teala'nın eli' ifadesinden, O'nun bir organı bulunduğu düşünülmemeli. Bunun bir 'sıfat' olduğu unutulmamalı.

2. Haberî sıfatlar söz konusu olduğunda, gazap, rıza gibi sıfatlar da bulunduğu unutulmamalı.

Aynı kelimelerle ifade ediliyor olmak dışında benzerlik yoktur

Bu ikinciler, ilk sırada zikredilenleri nasıl anlamamız gerektiğini ortaya koymada anahtar olabilir. Zira hiç kimse, Allah Teala'nın gazaplanmasını insanın veya bir başka mahlukun 'kızmasına/öfkelenmesine' benzetme hatasına düşmez. Açıktır ki bunlar insana mahsus fiiller/hallerdir ve belli bir şekilde dışa vurulurlar. Biz bir insanın öfkelendiğini nefes alış-verişinden, yüzünün aldığı şekil ve renkten, davranışlarına arız olan halden anlarız. Oysa bu hallerin hiç birisini Allah Teala'ya izafe etmek caiz değildir. Allah Teala'nın 'gazaplanması' ile insanın 'gazaplanması' arasında aynı kelimeyle ifade ediliyor olmak dışında hiçbir benzer nokta bulunmadığı gibi, 'Allah'ın eli, yüzü'... ile 'insanın eli, yüzü...' arasında da aynı kelimeyle ifade edilmek dışında benzerlik yoktur. Aynı durum 'Allah'ın ilmi' ile 'insanın ilmi' arasında da mevcuttur. İnsanın ilmi 'sonradan elde edilen' bir birikim iken, Allah Teala'nın ilmi böyle değildir. O, olanı olmadan önce bilir ve O'nun bilgisi, bizim için 'geçmiş, şimdi ve gelecek' olan durumları/şeyleri aynı şekilde ihata eder. Bizim geçmiş, şimdi ve gelecek hakkındaki ilmimiz ise his, tecrübe, müşahede, tahmin ve habere bağlıdır. Olayların meydana gelmesi O'nun ilminde bir artışa yol açmaz; zira O'nun ilmi mutlaktır. Artış ise ancak eksik olan şey için söz konusudur.

Haberî sıfatlar konusunda izlenmesi gereken tutum, onların varlığına iman edip, mahiyet ve keyfiyetleri hakkında bir şey söylememek, bunun bilgisini Allah Teala'ya havale etmektir. Bu sebeple İmam Ebu Hanife, mesela Arş'ı istiva meselesinde el-Vasıyye'de şöyle demiştir: Allah Teala Arş'ı, ihtiyacı ve üzerine yerleşmesi/mekân tutması söz konusu olmaksızın istiva etmiştir.' (Burada Arapça metindeki bir baskı hatasının yol açtığı çeviri yanlışlığı, özellikle Arapça bilmeyen gençleri tehlikeli yollara sevk etmiştir. Çağdaş Dünyada İslamî Duruş'ta bu noktaya dikkat çekmiştim.)

Selef'in tutumu bu olduğu gibi, İmam Malik, eş-Şâfi'î ve Ahmed b. Hanbel'in tavrı da budur. İmam el-Eş'arî'den nakledilen iki görüşten biri de bu merkezdedir.[1]

Burada hassas bir nokta var: Haberî sıfatların ilmini Allah Teala'ya havale etmek ve bunu 'tenzihi vurgulayıp teşbihten sakınarak ve keyfiyeti nefyederek' yapmak da bir tür tevildir. İşârâtu'l-Meram sahibinin de el-Mevâkıf'tan naklen belirttiği gibi bu, icmalî tevildir. Zira buradaki 'el'den, 'göz'den, 'yüz'den... herkesin bildiği ve söylendiğinde akla başka bir şeyin gelmediği anlamların kastedildiğini söyleyen yoktur. Yani Ehl-i Sünnet'ten hiç kimse, 'Buradaki 'el', bildiğimiz organın ismidir; dolayısıyla kastedilen odur' dememiştir.

İmam el-Eş'arî'den gelen iki görüşten diğerine ve İmam el-Mâturîdî'ye göre ise burada tafsilî tevile gidilir. Müteahhirun'dan çoğunun benimsediği bu görüşün gerekçesi şudur: Eğer bu kelimeler makul ölçüler içinde anlamlandırılmazsa, manası bilinmeyen ve muhatap tarafından anlaşılmayan kelimeler olarak nitelendirileceklerdir. Oysa bunların hem zahirine hamledilmeyen, hem de makul biçimde tevili mümkün olmayan kelimeler olması mümkün değildir. Şu halde onları delile dayalı olarak makul şekillerde tevil etmek gerektiği açıktır. Onları buna sevk eden en önemli gerekçe, teşbih vartasına düşülmesini engellemektir. Okumuş-yazmış insanların bile 'el', 'yüz'...dendiğinde bilenen/zahir manaları anladığı bir zaman ve ortamda avamın bunları nasıl algılayacağı meselesi gerçekten önemlidir. Ancak burada unutulmaması gereken nokta şudur: Tevil edilen mana kelimenin aslıyla yakın ilişkili olmalı, Arap dilinde kullanımı bulunmalı ve yapılan tevilin kesinlik ifade ettiği iddia edilmelidir.

İşte bu, Selef ile Müteahhirun'u birbirine yaklaştıran, daha doğrusu iki tavır arasında büyük bir farklılık bulunmadığını söylememizi mümkün kılan ve dahi günümüzde yaşanan ayrışmayı ortadan kaldırmamızı sağlayabilecek noktadır...

[1] Kemâluddîn el-Beyâdî, İşârâtu'l-Meram, 187-8. (1)
*
Teşbih/tecsim inancının yayılma eğilimi göstermesi üzerine

Soru: “Ehl-i Sünnetin selef uleması müteşabihatı tevil etmemiştir. El, yüz, istiva gibi v.s. müteşabihatı örnek verebiliriz, veya İmam-ı Malik‘in “İstiva malum, keyfiyeti meçhul, ona iman vaciptir” dediği gibi. Lakin halef uleması ise müteşabihatı tevil yoluna gitmiştir. Selef ve halefin bu kabil tavrı birbirine muhalefet etmek demek midir?”
Cevap: Müteşabihatın tevili konusunda soruda dile getirilen tespit doğrudur. Selef‘in yakîn ve teslimiyeti, müteşabihata tevilsiz iman etme konusunda herhangi bir problem çıkmasını engellemiştir. Ancak zamanla Ümmet fertlerinin iman ve yakîninin zayıflaması ve teşbih/tecsim inancının yayılma eğilimi göstermesi üzerine müteşabihatın, akla, muhkem nasslara ve Arap dili kurallarına aykırılık teşkil etmeyecek tarzda tevili kaçınılmaz olmuştur. Halef uleması (müteahhirun) bunu yaparken de, müteşabihata tevilsiz imanın asıl olduğunu da belirtmiştir.

Söz gelimi İbn Teymiyye, İmam Mâlik‘in o sözünü şöyle anlamıştır: “İstiva malumdur” demek, “istiva” fiilinin sözlük anlamı malumdur” demektir. Şu halde Allah Teala‘nın Arş‘a istivası da bu anlamı ifade eder. İmam Mâlik‘in “İstivanın keyfiyeti meçhuldür” sözü ise, Allah Teala‘nın Arş‘a –sözlük anlamıyla– istivasının “nasıl” olduğunu bilemeyiz demektir. Oysa İmam Mâlik‘in “İstiva malumdur” derken, “istivanın sözlük anlamı malumdur” değil de, “Allah Teala’nın bir fiili olarak istiva malumdur” demek istemediğini nereden biliyoruz? Şurası kesin ki, Allah Teala‘nın, “anlamı malum bir fiili nasıl işlediğini  bilemeyiz” demektense, “Allah Teala’nın, bir fiili nasıl işlediğini bilemeyiz” demek tenzihe daha uygundur…(2)
*
Mâturîdî Vs Ebu Hanife

İmam el-Mâturîdî’nin itikadî/kelamî çizgisiyle İmam Ebu Hanîfe’ninki arasında fark bulunduğu, kendini “Selefî” olarak ifade eden bazı kardeşlerimiz tarafından ileri sürülen bir iddia. Buna göre İmam Ebu Hanife, Allah Teala’nın “el”, “yüz” gibi sıfatlarını tevilsiz kabul ederken, İmam el-Mâturîdî bu sıfatlar hakkında tevil yapıyor; dolayısıyla bu noktada İmam Ebu Hanîfe’den ayrılıyor. Bu iddia doğrultusunda ortaya şöyle bir durum çıkıyor kaçınılmaz olarak: İmam Ebu Hanîfe’nin itikadî/kelamî çizgisi İmam el-Mâturîdî tarafından devam ettirilmemiş, bilakis çarpıtılmış, saptırılmıştır…

Evet, İmam Ebu Hanife, el-Fıkhu’l-Ekber’de şöyle der: “Allah Teala’nın, Kur’an’da da zikrettiği gibi eli, yüzü, nefsi vardır. Allah Teala’nın Kur’an’da zikrettiği “el”[1], “yüz” [2], “nefis” [3] gibi şeyler O’nun keyfiyetsiz sıfatlarıdır. “O’nun eli, kudretidir veya nimetidir” denemez. Çünkü bunda sıfatın iptali vardır. Bu (türlü teviller) Kaderiye’nin ve Mutezile’nin görüşüdür. Ancak (şöyle denir:) O’nun eli, keyfiyetsiz sıfatıdır. (Aynı şekilde) O’nun gazabı ve rızası da O’nun keyfiyetsiz sıfatlarından iki sıfattır…”[4]

İmam el-Mâturîdî’ye gelince, neşredilen iki eseri, Kitâbu’t-Tevhîd ve Te’vîlâtu’l-Kur’ân’da –ki ikincisinin neşri devam ediyor– haberî sıfatların tevilini ihtiva eden nakillere yer verdiği görülüyor. Her ne kadar Kitâbu’t-Tevhîd’de haberî sıfatlarla ilgili detaylı bahisler mevcut değilse de, İmam el-Mâturîdî’nin konuyla ilgili tavrını net olarak görmemize yardım eden pasajlar da yok değildir.

Söz gelimi Arş’a istiva meselesindeki tavrı şudur: İstiva Kuran’da zikredilmiştir. Ama Kur’an’da hiçbir şeyin Allah Teala’nın benzeri olmadığı da zikredilmiştir. Dolayısıyla Allah Teala, fiil ve sıfatında başka bir varlıkla benzeşmekten yücedir. İstivanın tevili konusunda söylediklerimizin kesin olduğunu iddia etmeyiz. Zikrettiğimiz tevillerden başkası da söz konusu olabilir; bize ulaşmamış bulunan ve benzeme gerektirmeyen başka bir ihtimal de mevcut bulunabilir. Biz, Allah Teala’nın murad ettiği neyse ona iman ederiz. Kuran’da zikredilen “rü’yet” ve diğer bütün hususlar hakkında aynı şey geçerlidir. Aslolan, bu hususlarda Allah Teala ile mahlukat arasında bir benzeşme bulunmadığını söylemek ve zikredilen hususların şu veya bu anlama geldiği konusunda kesin konuşmaksızın, Allah Teala ne murad etmişse ona iman etmektir.[5]

Te’vîlât’a gelince, neşredilen ciltler içinde haberî sıfatlarla ilgili tavrını araştırdığımızda şunu görüyoruz:

“Nefis”le ilgili olarak şöyle der: “Allah sizi nefsinden sakındırır.” Bu ayetteki “nefsinden” ifadesinden maksadın “ukubetinden” olduğu söylenmiştir. “Cezasından” olduğunu söyleyenler de olmuştur. Kişi bir başkasına, “Seni falan kimseden sakındırırım” der. Kastettiği, o kimseden gelecek ceza ve büyük sıkıntıdır. Buna göre “Allah sizi nefsinden sakındırır” ayetindeki “nefis”ten maksat Allah Teala’nın nefsinden (zatından) gelecek olan “ceza ve azap”dır. Çünkü onu verecek olan Allah Teala’dır, başkası değildir.”[6]

Kur’an’da geçen “vechullah” (Allah’ın yüzü) ifadesi hakkındaki tavrı ise şudur: Bu tamlama hakkında gelen, “Allah’ın zatı, Allah’ın yüzü, Allah’ın rızası, Allah’ın kıblesi, Allah’ın rızasını aradığınız ibadetler… gibi tefsir ve tevilleri zikreder ve fakat kendisi herhangi bir tercih ve yorumda bulunmaz.[7] Tefsirin ilerleyen ciltlerinde konuyla ilgili tavrını netleştirmemizi sağlayacak açıklamaların yer alacağını söyleyebiliriz.

İki imam arasındaki benzer ve farklı noktaların tespitinde şunu görmemiz lazım: İmam Ebu Hanife, haberî sıfatların “keyfiyetsiz” olarak kabul edilmesini esas almaktadır. Bu noktaya yaptığı vurgu son derece önemlidir. İmam Ebu Hanife, “Allah’ın eli” dendiğinde insanda veya bir başka canlıda bulunan ve “el” diye ifade edilen organın anlaşılmaması gerektiğini ısrarla vurgulamaktadır. Yani “Allahın eli” ile insan veya başka canlıların eli arasında, isim benzerliği dışında hiçbir ortak nokta mevcut değildir. “Yedullah”ın (Allah’ın eli), bizim anlam dünyamıza ait çağrışım sınırları içinde “el” olarak düşünülmesi İmam’ın kabul etmediği bir tutumdur ve buradaki “bilâ keyf” (keyfiyetsiz olarak) kaydı, –Beyâzîzâde’nin de altını çizdiği gibi [8]– “icmali tevil”dir. Aynı durum, İmam tarafından “istiva”nın, “Arş’a ihtiyacı ve istikrarı olmaksızın” kaydıyla verilmiş olmasında da açıkça görülmektedir. Dolayısıyla İmam Ebu Hanîfe’deki bu “icmal”, İmam el-Mâturîdî’de yerini –kesin tayine gitmeyen bir– tafsile bırakmıştır.

 

Milli Gazete – 27 Aralık 2008

[1] 3/Âl-i İmrân, 73; 48/el-Feth, 10; 57/el-Hadîd, 29.
[2] 28/el-Kasas, 88; 55/er-Rahmân, 27.
[3] 5/el-Mâide, 116.
[4] İmam Ebû Hanîfe, el-Fıkhu’l-Ekber (İmam-ı Azam’ın Beş Eseri içinde), 59.
[5] İmam el-Mâturîdî, Kitâbu’t-Tevhîd, Fethullah Huleyf neşri, 74; B. Topaloğlu neşri, 114.
[6] İmam el-Mâturîdî, Te’vîlâtu’l-Kur’ân, II, 286.
[7] Bkz. Te’vilât, I, 216.
[8] Bkz. İşârâtu’l-Merâm, 187.
***
(1) http://www.timeturk.com/tr/makale/ebubekir-sifil/haberi-sifatlar-ve-itikadimiz.html
(2) https://ebubekirsifil.com/okuyucu-sorulari/muhtelif-meseleler-2/
(3) https://ebubekirsifil.com/gazete-yazilari/maturidi-versus-ebu-hanife/

 

Ebubekir Sifil
Devamını Oku »

Modernliğin Kadın Figürü Üzerinden İnşası


Modernliğin Kadın Figürü Üzerinden İnşası



 







 

Özellikle Kilise Babalarının kadına dair marjinal görüşleri, fıtrata ters tutum ve davranışları, cinsel alandaki yaratılış gerçekliğine aykırı kısıtlamaları ve bundan doğan kültürel yapı, kadını bir başka uca savurarak feminizmin ve kadın haklarının ortaya çıktığı mücadele sürecini tetiklemiş, modernliğin kadın üzerinden okunmasında etkili olmuştur.

' Modernliğin, kadın özgürlüğü, kadın giyimi ve kadının top­lumsal hayatta aldığı role göre belirlenmesi dine tepkinin bir so­nucudur. Şöyle ki, Yahudilik ile Hristiyanlık gibi aslı itibariyle semavi olan büyük dinlerin bozulmasından sonra oluşturdukları olumsuz kadın imajı tepkiye sebep olmuştur. Özellikle Kilise Ba­balarının kadına dair marjinal görüşleri, fıtrata ters tutum ve dav­ranışları, cinsel alandaki yaratılış gerçekliğine aykırı kısıtlamaları ve bundan doğan kültürel yapı, kadını bir başka uca savurarak feminizmin ve kadın haklarının ortaya çıktığı mücadele sürecini tetiklemiş, modernliğin kadın üzerinden okunmasında etkili ol­muştur. İşte yaratılış gerçekliğine aykırı (fıtrat dışı) bu tür tutum­lara karşı gelişen tepkisel tavır, “modern kadın” figürünün doğ­masına zemin hazırlamıştır. Ancak kadınlar, haklarının peşinden koşarken bir başka aşırılığın kurbanı olmuş ve ev dışındaki bütün etkili güçlerin sömürdüğü bir varlığa dönüşmüştür.

Sonuç olarak denilebilir ki tarihî süreçte Yahudilik ve Hris- tiyanlığın ezdiği kadın, bugün modernliğin öğüten gücü karşı­sında bir başka kayboluşu yaşamaktadır. Aradaki fark ise önceki konumuna isyan eden kadının modern görüntüsünü benimse­miş olmasıdır. Ailenin iki kurucu unsurundan birisi hatta birin­cisi olan kadının bu yeni hâli sadece ailedeki konumunu değil bütünüyle sosyal dokuyu etkilemiştir.

Bu tespitten sonra konunun daha açıklığa kavuşması için iki dinin kadına bakışma göz atabiliriz.

Yahudilikte sabah ibadetinde, “Rabbim, beni kadın yaratma­dığın için sana şükürler olsun.” şeklindeki dua kadına yaklaşımı göstermesi açısından yeterlidir.(Ö. Faruk Harman, “Kadın”, XXIV, İstanbul 2001, s. 84.)

Hristiyanlıkta ise kadın, yasak meyveyi Hz. Âdem’e yedi­rip insanın cennetten kovulmasına ve insan neslinin günahkâr olmasına sebep olan, bu ilk işlenen günahla sadece şehveti değil günahı da dünyaya sokan, erkeği mahveden, baştan çıkaran bir varlık olarak kabul edilmiştir.(Harman, 85.)

Evliliğin zorunlu bir kötülük olarak görülmesi, kadının me­lekleri baştan çıkarmak ve insan soyunu kötülüğe itmekle öz­deşleştirilmesi de bu savrulmada önemli rol oynamıştır. St. Augustin’in (ö. 430) kadınları kötülük dolu, kıskanç, kararsız ve tu­tarsız, bütün tartışmaların, kavgaların ve haksızlıkların kaynağı olarak takdim etmesi ve karı-koca arasındaki cinsel ilişkiyi bile günah olarak görmesi zamanla cinsel patlamaya dönüşmüştür. Katolik kilisesinin nikâh töreninde okunan duada, ‘Günahla düşmüşüm annemin karnına, günah işlemiş annem bana gebe kalırken” denilmesi bu anlayışın ürünüdür.(Harman, 85-86)

Evlilikte bile cinsel birleşmenin günah sayılması evlilikten uzaklaşmaya sebep olmuş, II. yüzyıldan itibaren kendilerini baki­re olarak yaşamaya ve kiliseye hizmete adayan kutsal bakireler ku­rumu ortaya çıkmış, bunları, kadın münzeviler izlemiş ve böylece kadın manastırları oluşmuştur. Manastıra kapanan rahibeler te­mizlik sembolü olan Hz. îsâ’nın eşleri olmayı arzulamaktadırlar.(Harman, 86.)

Ortaçağ Hristiyan dünyasında kadın ve evlilik kötülenmiş, Macön Konsili’nde (585) kadının ruhunun olup olmadığı tartı­şılmış, XII. asırdan itibaren Batıda büyücü ve cadı avı başlamış, pek çok kadın cinlerle ilişkisi olduğu iddiasıyla yakılmış veya suda boğulmuştur. Ortaçağ boyunca Hristiyan dünyada, özel­likle de kilise muhitinde yaratılış hikâyesinin temel alınarak bü­tün kadınların insanoğlunun düşüşüne sebebiyet verdiği kabul edilmiş ve kadın düşmanlığı perçinlenmiştir.(Harman, 86.)

Din içinde oluşan bu kadın karşıtlığı, feminist hareketleri tetiklemiş ve büyük mücadeleler sonucunda devre dışı bırakılan di­nin ardından günümüzde kadınların sosyal hayatta erkeklerle eşit şekilde yer alabildikleri bir sonuca ulaşılmıştır. Evlilikte bile cinsel ilişkinin günah sayıldığı, bakire kalmanın yüceltildiği, Hz. İsa’nın eşi olabilmek için cinsellikten uzak duran kızların kutsandığı yapı, büyük ölçüde cinselliğin serbestçe yaşanabildiği yeni bir dünyaya doğru savrulmaya sebep olmuş, bir aşırılık diğerini doğurmuştur. Bugün Batı dünyasında bastırılmış arzuların isyan ettiği cinsel pat­lamanın arka planında bahsi geçen inanç ve tutumların bulundu­ğu çok kuvvetle muhtemeldir. İnsanın en zayıf olduğu dürtünün şehvet olduğu ve bu alandaki disiplinsizliğin her türlü fesadın kay­nağını oluşturduğu, kadın-erkek arasındaki mesafenin neredeyse tamamen kaldırıldığı bir dünyanın inşa edildiği dikkate alınırsa yaşanan problemin kaynağı ve ciddiyeti daha iyi anlaşılabilir.

Geldiğimiz noktada kadın-erkek eşitliğine yapılan vurgu, hayatın her alanında kadın istihdamı, kadın özgürlüğü ve çağ­daş görüntüsü modern kültürün öne çıkardığı ve başardığı ko­nulardan birisidir.

Bütün dinlerin kadın-erkek beraberliğini meşru kılan tek yol olarak nikâhı belirlemiş olmalarına rağmen insanın kendi bedeni üzerinde özgürce karar verebilmesi ve seksin (seks hizmeti, seks işçiliği) ekonomik faaliyet alanına çekilmesi, bu bağlamda yargı ifade eden zina vb. gibi dinî engellere takılmadan kadın bedeni üzerinden serbest bir cinsellik düzeni kurulması modern dünya­nın öne çıkan özellikleri arasındadır. Bunun aile üzerinde etkile­rinin olumsuz şekilde devam ettiğini söylemek bile söz israfıdır.

Ülkemizde modernleşmenin kadın figürü üzerinden nasıl okunduğu aşağıda ele alınacaktır.

III- MODERNLEŞMENİN TÜRKİYE'DEKİ SONUÇLARI

Modernleşme, çok boyutlu bir arka plana sahip olsa da ül­kemizde daha çok son dönem Osmanlı aydınlarıyla Cumhuriyet elitlerinin öne çıkardığı ileri teknolojiye ulaşma hedefli Batılı­laşma / Çağdaşlaşma projelerinin genel adı olarak kabul edilir. Bu bağlamda modernleşmenin teknolojik ilerlemeyi ifade ettiği aşikârdır. Sebep-sonuç ilişkisi bakımından Türkiye modernleş­mesini şu başlıklar altında ele almak mümkündür:

A- İSLAM'IN KİLİSE KÜLTÜRÜ ÜZERİNDEN OKUNMASI

Batı tecrübesini olduğu gibi Türkiye’ye taşıma projesinin mimarı olan aydınların en dikkat çeken tutumları İslam’ı kilise kültürü üzerinden okumaları ve Yahudi,özellikle Hristiyan geleneğinin ortaya çıkardığı sorunların İslam’da da var olduğu ön kabulüyle hareket etmeleridir.

Değişim sürecinin hızlandığı ve radikal adımların atıldığı dönemlerde Türk modernleşmesi ya da çağdaşlaşmayı çalıştığı alan itibariyle siyasi, hukuki, iktisadi, askerî, teknolojik, dinî vs. açılardan değerlendiren araştırmacılar vardır. Bu onun çok boyutluluğunu gösterir. Ancak modernleşme ya da çağdaşlaşma ideolojisinin temel tezi, “din terakkiye mânidir” şeklinde ifade edilen klişe cümlede saklıdır. Bu ifade genel anlamda dinin, ge­lişmenin önünde engel oluşturduğu dolayısıyla onun yön verdiği gelenek içinde kalarak çağdaşlaşmanın, muasır medeniyet sevi­yesine ulaşmanın teknolojik gelişmeleri yakalamanın imkânsız­lığı üzerine kuruludur. Bu da etkili çevrelerde dine ve dinî olana karşı negatif bir tavrın gelişmesine sebep olmuştur.

Bunda son dönem Batıcı Osmanlı aydınlarının faaliyetleri, Cumhuriyet Türkiye’si üzerinde Batılı güçlerin modernleşme yönündeki operasyonlarının ve etkili araçlarla zihinler üzerinde kurduğu egemenliğin etkisi olsa da Müslümanların da kendileleri doğrultusunda oluşturabildikleri örnekliklerinin olmayışı ve etkin bir aktör olarak dünya sahnesinde yer alamayışlarını tesirinin bulunduğunu belirtmek gerekir.

Modernleşme projesi olarak Batının bilim ve tekniğine sa­hip olmak gerektiği yönünde iki tutum öne çıkmıştır. Bunlardan birincisi özellikle Osmanlının son döneminde çok etkili olan Batıcı aydınların tutumudur. Onlar, İslam âleminin teknolojik bakımdan Hristiyan Batı dünyasından geri kalışım indirgemeci bir yaklaşımla dine bağlamışlar ve dinin hayatla irtibatının ke­silmesi amacıyla ciddi çalışmalar yaparak Batılılaşmanın zorun­luluğu üzerinde durmuşlar, bu sürecin de önünü açmışlardır. Bu tez Cumhuriyet Türkiye’sinin resmî ideolojisi olarak benim­senmiş, bu doğrultuda bir zihniyet inşası hedeflenmiş, devletin temel kurumlan bunu sağlayacak ve koruyacak biçimde yapılan­dırılmıştır.

Doğal olarak bu tezin oluşmasında, teknolojinin, Batı toplumlarında kilisenin bilim karşıtı duruşuna rağmen gelişebilmiş olmasının etkisi vardır. Batıcıların İslam’a karşı geliştirdikleri benzer yaklaşım İlahi dinin de bu açıdan suçlanmasına sebep olmuştur.

İkincisi, Osmanlının son dönemindeki İslamcıların Batı­lılaşma yanlılarına karşı savundukları “Batının tekniğini alıp dinî değerlerin korunması” yönündeki tezlerinin çok fazla tu­tarlı olmadığı, teknolojinin kendi kültürünü de transfer eden ve yepyeni bir yaşam biçimi dayatan özelliğe sahip bulunduğunun görülmesiyle anlaşılmıştır. Hatta teknolojinin dine doğrudan etkisine bakılırsa Arnold J. Toynbeenin isabetle belirttiği gibi bilim ve onun ürettiği teknoloji modern dünyada dinin yerini almış, putlaştırılmış, oluşan zenginlik ve güç dinden soğuma sonucunu doğurmuştur. (Arnold J. Toynbee, Tarihçi Açisından Din (trc. İbrahim Canan), İstanbul 1978,syf;251-254-267)

Bu iki açıdan bakıldığında teknolojinin din ile bir ilgisinin var olduğu hatta aralarında bir gerilimin yaşandığı, diğer bütün sonuçların değerlendirilmesine buradan başlanması gerektiği söylenmelidir. Ancak dinin bilime ve dolayısıyla teknolojik gelişmelere engel olduğu yönündeki Batıcı aydınların iddiası kilise-bilim ilişkisi açısından tarihî bir gerçeklik olsa da İslam açısından sanaldır ve bir geçerliliği yoktur. Çünkü modern teknoloji evren­deki sebep-sonuç ilişkilerini belirleyen İlahi kanunların maddeye uygulanmasından doğmuştur ve bu kanunları koyan da bizzat Allah’tır. Müslüman düşüncesinde bunlara kevnî âyetler denir.

Bunun dinle bir çelişkisi olamaz. Kur’ân-ı Kerîm evrendeki mü­kemmel denge ve düzenle ilgili olan bu kanunlara işaretle yetine­rek insanlardan bu bilinçli tasarımın araştırılmasını talep eder.(Furkân (25), 2; Kamer (54), 49; Rahmân (55), 5-7; Mülk (67), 3.) Çünkü evrendeki düzenin incelenmesi Allah’a götürecek yollar­dan birisidir. Kâinattaki varlıkların yaratılışı ile işleyişindeki mü­kemmel uyum ve düzeni gören sağduyulu herkes bu yolla Allah’a ulaşabilir. Tersinden bu denge ve düzenin bozulması hâlinde kim böyle bir yaratma fiilini başarabilir? sorusuna cevap aranması da Allah’ı bulmaya götüren bir yol olabilir. Nitekim birçok âyette bu noktaya vurgu vardır.(Bkz. Kıyâme (75), 8-9; İnsân (76), 8-10; Tekvîr (81), 1-14; İnfitâr (82), 1-9; İnşikâk (84), 1-5). Kur’ân-ı Kerîm insana bu gerçekleri gö­rebilecek idrak kabiliyetleri (basâir) verildiğini,(En‘âm (6), 104.) sağduyusunu koruması ve peşin fikirli, inatçı olmaması hâlinde bunları göre­bileceğini söyler.(Müddessir (74), 16) Bu sebeple fizik, kimya, matematik, astronomi, tıp gibi konusu madde olan ilimlerle uğraşmak İslam toplumunda farz-ı kifâye (toplumsal vecîbe) olarak kabul edilmiş, uğraşı alanı­nın değeri bakımından dinî-dünyevi ilim ayrımına gidilmemiş­tir, her iki alan da aynı hükme tâbi kılınmıştır. Sonuçta her ikisi de Allah’ın ilmidir. Bilginin teknolojiye dönüştürülmesi insan ba­şarısı olsa da o kanunu koyanın Allah olması Ona şükrü gerekti­rir ve îlahi bir lütuf olduğundan sadece insanın hizmetinde, onun işini kolaylaştıracak şekilde kullanılmayı zorunlu kılar.

Modern dünyanın, bilgiyi maddeye uygulayarak geliştirdiği göz kamaştırıcı teknolojiyle -ki dini bir kenara bırakacak kadar Batıcıları büyüleyen, hipnotize eden de budur- insana hiçbir çağda görmediği ölçüde maddi refah sağladığı söylenebilirse de dini ve ahlakı ihmali, maneviyatı devre dışı bırakması, zihinle işgal edip bambaşka bir kölelik ve sömürü düzeni oluşturması tabii-fıtri dengeleri altüst etmesi, neredeyse bütünüyle geleneksel yaşam biçimi ve düşünce tarzını değiştirmesi hatta bizzat ken­disinin yeni bir din hâline gelmesi sebebiyle içinden çıkılmaz sorunlar ürettiği ortadadır.

Bugün Müslümanların teknolojik açıdan geri kaldıkları bilinmektedir. Bunun tek sebepli olarak izahı güçtür. Matta az önce de işaret edildiği üzere geri kalışın dinle irtibatlandırılması tamamen sorunlu bir yaklaşımdır. Bununla birlikte başta Ab­dullah Cevdet, Beşir Fuad, Kılıçzâde Hakkı, Baha Tevfik, Tevfik Fikret ve Celâl Nuri olmak üzere Batıcıların önde gelen isimleri yazdıkları birçok yazıda, geri kalış konusundaki temel tezlerini din ve Osmanlı’nın mevcut içyapısı üzerine kurmuşlar, bunun yegâne çözüm yolunun da âbâb-ı muaşeret kuralları da dâhil olmak üzere bütünüyle Batının taklit edilmesi, Asyalı kafala­rın Batılılaştırılması olduğunu dile getirmişler, kendi yazdık­ları dışında din aleyhinde ve özellikle İslam karşıtlığında sınır tanımayan ne kadar Batılı yazara ait kitap varsa Türkçeye ka­zandırmışlardır. Hatta bunlardan bazıları girdikleri kompleks sonucu o derece ileri gitmişlerdir ki mesela Abdullah Cevdet Avrupa’dan damızlık adam ithal edip neslin ıslahını, Hüseyin Cahit Yalçın da Arap harflerinin atılıp Latin harflerine geçilme­sini bile önermişlerdir. Batıcıların din karşıtı bu tür fikirlerine ve tercüme ettikleri eserlerdeki iddialarına karşı oldukça tutarlı ve nitelikli cevapları içeren çalışmalar yapılmış ve İslam klasik­lerinin bir kısmı Türkçeye çevrilmiştir. Bu hususta aktif rol oy­nayanlar arasında Ali Suâvi, İngiliz Kerim Efendi, Ahmed Mi- dhat, Harputlu Hoca İshak Efendi, Ömer Hilmi Efendi, Cevdet Paşa, İsmail Ferid, Harpûtîzâde Mustafa, Şehbenderzâde Ahmed Hilmi, İsmail Fennî, Said Halim Paşa, Ahmed Naim, Mehmed Akif, Elmalılı Hamdi Yazır, ö. Ferit Kam, M. Ali Ayni, Ahmet Hamdi Akseki, Mümtaz Turhan, Ali Fuat Başgil sayılabilir.(1)

Batı tecrübesini olduğu gibi Türkiye’ye taşıma projesinin mimarı olan aydınların en dikkat çeken tutumları İslam’ı kilise kültürü üzerinden okumaları ve Yahudi, özellikle Hristiyan ge­leneğinin ortaya çıkardığı sorunların İslam’da da var olduğu ön kabulüyle hareket etmeleridir. Bu ön yargının oluşmasında Ba­tıda eğitim görmelerinin ve İslam’ı, ana kaynaklarından okuyup anlayabilecek yeterlilikte bir donanıma, birikime, metodolojiye sahip olamayışlarının etkisi büyüktür.(2)

Batıcılar, Batıdaki gelişmelere paralel olarak Müslüman dünyanın içinde bulunduğu sorunların aydınlanma felsefesinin zihniyetiyle aşılabileceğini savunmuşlar ve bu yönde gayret gös­termişlerdir. Bunun temelinde yatan sebep, İslâm’ın modernliğe meydan okuyucu tavrı sebebiyle ciddi bir engel, önemli bir so­run ve gerçek bir tehdit olarak algılanıp buna göre tutum geliş­tirilmesidir. Dolayısıyla zaman içinde İslam’ı değersizleştirmeye yönelik projelerin devreye sokulup bu yolda etkili araçların kul­lanılmasının ana sebebi budur. Bu süreç hâlâ devam etmektedir.

Batıcıların faaliyetlerinin en dikkat çeken yönü İslam’ı mo­dernliğin ürettiği kavramlarla yeniden tanımlayıp beşerileştir­mek, dinin alanını tekrar belirlemek, böylece içi boşaltılmış, hayatla bağları koparılmış, Hristiyanlığa benzer, her şeyiyle tar­tışılabilir bir din oluşturmaktır. Bazı ilahiyatçıların, modernitenin meydan okuması karşısında takındıkları kompleksle Batı dünyasının otantik olmayan kendi dini metinlerini anlamak için ürettikleri bazı yöntemleri (mesela tarihselcilik) Kur’ân-ı Kerime uygulama çalışmaları, zaman zaman modernist zihni­yetle ayetlerin tefsiri, bazı sahih hadislerin inkârı bu değirmene su taşımaktan başka bir işe yaramamıştır.

İslâmî hükümlerin, kavramların, temel ilkeler doğrultusun­da üretilen kültürel formların tabii ortamından soyutlanarak, dışarıdan bir bakışla ve bugünden yola çıkarak tarih inşa etme (anakronizm) tutarsızlığına aldırmadan ideolojik okumalara tâbi tutulması, istismar edilmesi, Müslümanların hâkim zih­niyetini asla yansıtmayan birtakım itici uç örneklerle ya da din hakkında nefret uyandıracak figüranlarla gündem oluşturup İslâm’a karşı linç politikası izlenmesi modernlik projelerinden birisi olarak hep devrede olmuştur. Bu bağlamda Batı dünya­sında İslam’ın, terör ve şiddetle özdeşleştirilmesi, bunun aracı olarak da cihâdın gösterilmesi, hadd cezalarının barbarlık ola­rak nitelendirilmesi, kadın üzerinden yapılan hücumlar en fazla başvurulan yol olarak öne çıkmaktadır. Ülkemiz aydınları da oryantalizmin gönüllü müritleri olarak aynı paralelde aceleci ve hızlı bir refleksle Allah-âlem, din-dünya, dünya-ahiret, din-bilim, din-kadın ilişkisini kurarken özellikle Batılıların ürettiği paradigmaları kullanarak din ve dinî olanı mahkûm etmede kararlı bir tavır takınmışlar ve buna da devam etmektedirler. Özellikle irtica, gericilik, yobazlık, tutuculuk, orta çağ karanlığı, laikliğe aykırılık gibi yaftalarla oluşturulan dogmatik tavırla da tartışmanın önüne setler çekilmiştir. Batının ülkemizdeki proje yürütücülerinden oluşan medyanın kampanyaları da bu konuda etkili olmuştur.

İslam’ın Oryantalizmin etkisiyle oluşturulan kargaşa ortamı­nın en önemli yan etkisi, Müslümanca düşünme biçimi önünde engel oluşturarak İslâm’ın modern dünyaya sunacağı imkânlara fırsat tanımamış olmasında ortaya çıkmıştır. Bunun oluşturduğu korkuyla modernlikle çatışan ve tepkiye sebep olan değerler, il­keler, davranış kalıpları, hayat tarzındaki ayrıntılar ya mahkûm edilmiş ya da modernleştirilmiştir. Bunun için kavramların ge­lil netiğiyle oynanması da en kötüsü olmuştur. Geleneksel aileye bakışın da bu açıdan eleştirilmesi ve yadırganması, küçümsenmesi, bozulmada etkili bir güç olarak kendisini göstermiştir.

Modernistlerin, “dinin sabit bir inanç sistemi olarak, ka­çınılmaz biçimde sürekli değişen-gelişen hayatın ihtiyaçları­nı karşılama imkânından mahrum olduğu, dolayısıyla dinin sahasının genişlemesinin hayatı donduracağı, gelişmeye engel oluşturacağı” yönündeki argümanları, dinin alanının ibadetler­le sınırlandırılması ve günlük hayattaki yapıp-etmelerin bizzat insan tarafından belirlenmesi şeklinde pratiğe dökülmüş, ki­lise kültürünün en etkili gücü bu tezde kendisini göstermiştir.

Çağdaş Cumhuriyet ideolojisiyle birlikte özellikle “kamusal alan-özel alan” ikileminin estirdiği fırtına sonucu, bir taraftan camilerin kapısının arkasına kadar açık olduğu teziyle dine saygılı bir devlet portresi çizilirken diğer taraftan kamusal alana gökyüzünün karışmaması ilkesinden taviz vermeme adına, dini hatırlatan, onu görünür kılan en küçük bir sembole, geçici bile olsa dinin kokusunun hissedildiği basit bir düzenlemeye dahi tolerans göstermeyen, çevreden merkeze doğru ilerleme ham­lesine sert tepki veren, dini sınırlandıracak kadar da Tanrının iradesine ortak olmuş, demir yumruklu bir devlet aygıtı devreye sokulmuş, devlet buna göre yapılandırılmıştır. Ancak devlet po­litikalarının desteğe ihtiyaç duyduğu hâllerde Cuma namazla­rında bu doğrultuda okutulan hutbeler, özel alan-kamusal alan ayırımının çıkarlar söz konusu olduğunda dikkate alınmadığını göstermektedir. Verginin kutsiyetine dair hutbeler bu konuda örnek olarak zikredilebilir. Uzun zaman kurban derilerinin ne­reye verileceğini belirleyen devlet tavrı da ibadete müdahalenin ötesinde, İslami vakıf ve derneklerin bu yolla güç kazanmasının engellenmesini amaçlamıştır. Bu durum devletin ideolojisini koruma uğruna birçok açıdan çelişkili tutumları göze aldığını gösteren en önemli örneklerdendir.

Bütün bu gerçeklere rağmen Batıda kiliseyi devre dışı bırakan ve tüm dünyayı etkisi altına alan modernleşme süreciyle Cumhuriyet dönemi Türkiye’sinin politikalarının paralellik arz ettiği görülür. Ülkemizdeki modernleşme yanlılarının çabalarına bakıldığında Batıdaki kilise yerine caminin, Hristiyanlık yerine de İslam’ın konulduğunu söylemek hatalı olmaz. Aydın kesimin bu uğurdaki büyük çabası, çok kısa zamanda etkisini göstermiş ve en azından kendisini Batılı olarak tanımlayan bir Türkiye doğmuştur.

Cumhuriyetin ilk dönemlerinde belirlenen çağdaşlaşma he­defi doğrultusundaki projeler, dinin yön verdiği Osmanlı gelene­ğine karşı bir tepki anlamı taşıdığı için öncelikle çatışan ve yeni ideolojiyi baskın çıkaran bir ortam oluşturma yoluna gidilmiş, dinî değerler istikametinde gelişen ve dinin toplumsal hayatta görünürlüğünü sağlayan kültürel formlar itici hâle getirilmeye çalışılmıştır. Özellikle radikal Batılılaşma yanlıları yahut serbest değişimi savunanlar ile buna karşı değerlerden kopuk değişime direnenler arasında ortaya çıkan ilericilik-gericilik ayrımında din-bilim, dindarlık-dinsizlik, ulema-aydın, molla-bilim adamı, hoca-öğretmen, doktor-üfürükçü, mektep-medrese, çarşaf-mini etek gibi modernleşme sürecinde yeni ile eski kurum ve değerle­rin karşı karşıya getirilmesi yaşanan problemin temel dinamik­lerine ve amaca götürecek yöntemlerin kodlarına işaret eder. Özellikle eski eğitim kurumlarının mesela medreselerin masaya yatırılması, âlimlerin eleştirilmesi tesadüfi değildir. Yetişen yeni neslin zihnine nakşedilmeye çalışılan aydın ya da ilerici bilim adamı, gerici ve yobaz molladan veya âlimden farklı olarak vah­yin / dinin / dogmaların (!) karanlığından aklın-bilimin aydın­lığına çıkmış olan insandır ve yeni neslin bu bilinçte yetişmesi hedeflenmektedir. Bu, kiliseye karşı gelişen ve başarı kazanan hümanist-pozitivist-materyalist zihniyetin ülkemizdeki görün­tüsünden başka bir şey değildir.

Çağdaşlaşma ideolojisinin Cumhuriyet Türkiye’sinde yer­leşebilmesi için dinî renkli görünürlüğün engellenmesi gere­kiyordu. Bunun için taşıyıcı aktörler, gericilik, yobazlık, irtica vs. gibi tanımlanmamış ve dogmatik nitelik yüklenen kavram­lar üzerinden yaptıkları operasyonlarla birçok dinî fikir ya da teklifin doğmadan yok edilmesini sağlamışlar, insanların dinî yaşantısından neredeyse utanacakları bir ortam için bütün güçlerini kullanmışlardır. Bu projenin en önemli taşıyıcısı olarak ilköğrenimden yükseköğrenime kadar tüm okullarda kanunla güvenceye alınan inkılap tarihi dersleri geçmişi yok sayma, değersizleştirme, modernliği yüceltme ideolojisine hizmet edecek araç olarak tasarlanmıştır. Hâlâ bu ideoloji doğrultusunda hare­ket edilmektedir.

Etkili araçların da yardımıyla modernist-aydın kesim ya da Cumhuriyet elitleri, kabullerine yükledikleri mistik hava ya da dogmatik tavır ile itiraza bile yer bırakmadan modern yaşam biçimini yüceltmekle kalmayıp etkili araçların da yardımıyla bunu dayatma yoluna gitmişlerdir. Bu bağlamda dindar kesimin karar mekanizmalarına sahip merkezlere yaklaştırılmaması, bu­ralardan uzak alanlarda tutulması, çevreden merkeze ilerleme­nin önüne geçilmesi, dindarların taleplerinin engellenmesi, bu mümkün değilse asgari seviyede tutulması temel hareket nokta­sı olarak belirlenmiştir. Muhafazakâr-dindar birisinin bakanlık, yüksek mahkeme üyeliği, müsteşarlık, genel müdürlük, mülki amirlik, belediye başkanlığı, emniyet müdürlüğü gibi stratejik önem taşıyan bir göreve seçildiği ya da tayin edildiği durum­larda ilk yapılan, dindarlığına vurgu yaparak bu yönde oluşa­bilecek tercihlerin önünü baştan kesmek olmuştur. Bunun için laikliğe bakışı, haremlik-selamlık konusu, kadın eli sıkma, içki içme, eşinin başının açık olması gibi çağdaşlık kriterlerini dev­reye sokarak basit bir yöntemle zihniyet tespiti yapılıp ona göre tavır geliştirilerek bir yandan uyarma diğer taraftan sindirme yoluna gidilmiştir. Mesela yakın zamanlarda Cumhurbaşkanın­ca ataması yapılan yüksek bir bürokratın evinde televizyon ol­madığı yönünde yapılan yayınlar, atamayı yapan cumhurbaşka­nının “evinde hem de uydu anten var” şeklindeki savunması; bir bakanın eşinin çarşaflı olduğu yönündeki yayınlar üzerine adı geçen bakanın eşiyle basının karşısına geçip böyle olmadığını göstermesi hafızalardaki tazeliğini koruyan sadece iki örnektir Çok ilginçtir birkaç yıl önce askerî hastanede yatan bir sanatçıy ziyaret etmek isteyen TC Başbakanının eşi başörtülü olduğu içil engellenebılmiştir. Bu süreç bugünlerde resmî çevrelerde belli ölçüde zayıflaşa da medya gibi etkin güçlerin hamleleriyle hâlâ devam etmektedir.

Böyle bir tavır doğal olarak İslam’ı kendi değerler bütünlü­ğü içinde sağlıklı bir yöntemle ele alma, İslam’la modernitenin sağlıklı bir ortamda karşılaşmasının imkânını ortadan kaldırdı­ğı gibi gelenek içinde insan unsurundan kaynaklanan ve bugün de belli ölçüde etkisi devam eden bazı olumsuzlukların gözden geçirilerek ayıklanmasına yönelik çabaları baltalamaktadır. So­nuçta gelenek-modern gerilimi ve bu alanda oluşan karmaşa ülkemizin enerji kaybına sebep olmakta ve faturayı tüm halk ödemektedir. Benzer süreçlerin diğer Müslüman ülkelerde de yaşandığını belirtmeliyiz.

Aydın kesimin zihniyetini, İslam dini hakkındakı bilgilerini özellikle kilise kültürünün zihinlerinin şekillenmesindeki etkilerini yazılarının yanı sıra elektronik ortamda yer alan görüş ve konuşma­larından bile anlamak mümkündür. Mesela bir TV kanalında seçim beyannamesini değerlendiren ve aynı zamanda akademik unvanının zirvesinde bulunan bir partinin Genel Başkan Yardımcısı toplantının cuma namazı ile aynı saate gelmesini eleştirenlere verdiği cevapta: “Si­yasal yaşam ile özel yaşamı birbirine karıştırmamalıyız. Bu tartışma­yı doğru bulmuyorum. Sıkıntısı olan varsa cumayı kaza yapsın. Her namazın kazası vardır”[http://www.ensonhaber.com/hursit-gunes-cumayi-kaza-yapsinlar- izle-2011-04-22.html]. şeklindeki ifadeleriyle hem modern zihni­yetin “din bireyseldir, vicdan işidir, kamuya taşınamaz” dogmasının pratiğini göstermiş hem de dinin kilise kültürü üzerinden ve Batılı paradigmalarla nasıl okunduğunu ortaya koymuştur. Yine bir başka öğretim üyesinin bir yazısında İslam’a göre padişahın yetkisinin Tanrı’dan gelmiş olduğunu, padişahın idari yetkisini şartsız Tanrı’dan al­dığını söylemesi (Osman Okyar, “19. Yüzyıl Osmanlı Çağdaşlaşmasında Politikanın Yeri”, Liberal Düşünce, 11/7, Ankara 1997, s. 65,66.)

Cumhuriyet aydınının İslam’a yaklaşımında kilise kültürünün ne derece etkin olduğunu gösteren iyi bir örnektir. Bu yaklaşım, Hristiyanlıktaki Tanrı adına hareket eden, din ve dünya­yı yöneten din adamları (ruhban) sınıfının İslam’da da var olduğu ön yargısından kaynaklanan bilgisizliğin ifadesidir. Hâlbuki İslam sadece yönetim ilkelerini belirlemiş, uygulamasını ise zaman-mekânın ihtiyaçlarına göre insanlara bırakmıştır. Bu prensipler de evrensel karakter taşır. Daha da önemlisi yönetim İlâhi değil beşeridir. Her bir yönetici yaptıklarından dolayı sorgulanabilir, gerektiğinde görevden azledilebilir, ispatlanmış olan süistimallerinden dolayı cezalandırı­lır. Bunun da ötesinde bizzat Hz. Peygamber İslâm’da ruhbanlığın bulunmadığım beyan buyurmuş,(Dârimî, "Nikâh”, 3; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, VI, 226....) bu yönde çabası olanları açıkça uyarmıştır. (msl. bk. Kasas (28), 77; Buhârî, “Savm”, 51, 55, "Nikâh”, 89, “Edeb”, 84; Müslim, "Sıyâm”, 182,192.)

Kaldı ki İslam'ın, ruhbanlıkla bağdaşmayacağım göste­ren çok önemli esasları vardır. Mesela Hz. Peygamber vahiy alsa da(Kehf (18), 110; Fussılet (41), 6.) bir beşerdir, aldığı vahye o da tâbidir.(Ahzâb (33), 2.) Bunu insanlara okur, onları güzel ahlakla donatır, kitabı ve hikmeti öğretir.(Bakara (2), 129; Âl-i îmrân (3), 164; Cuma (62), 2.) İnsanlar üzerinde zorlayıcı bir yetkisi yoktur, o sadece hatırlatıcıdır.(Gâşiye (88), 21-22.) Bir beşer olarak kişisel taleplerine itiraz edilebilir,(3)insan olarak tercihlerinde hataları olabilir.(4)

Bu ve benzeri kesitler ülkemizdeki bazı aydınların İslam’la ne kadar ilgili olduklarını göstermeye yeter örneklerden sadece ikisidir. Tutumlarına bakılırsa “bu yıl hacc kurban bayramına denk geldi” diyecek kadar dine ilgisiz ve bu yüzden bilgisiz de olsalar dinî bir konuda hüküm vermeye herkesten daha yetkili olduklarını da düşünmektedirler. Bu tutum, dinin alanını da­raltma refleksinin yansımasından başka bir şey değildir.

Günümüz Türkiye’sinde din ile ilişkinin cami dışına taşma­ması ülküsünü hâkim kılmak için kendilerini görevleri sayanların zihniyetinde dik kut çeken hususlardan bitişi genel anltunda din ile bir sorunlarının olmadığı, temel problemin İslam olduğu anlaşılmaktadır. Çünkü Yahudilik bir ırk dinidir ve diğer in sanlara kapalıdır. Hı istîyanlığın insanlığa verecek bir şeyi yoktur, İslam ise gerçek anlamda çağa meydan okuyan dinamik bir yapıya sahiptir. Hu sebeple diğer dinlere karşı saygılı davranış İslam söz konusu olduğunda esirgenmekte, din ve dini olana karşı çok güçlü bir duyarlılık gösterilmekte, bezdirme politikası izlenmekledir. Esasen bu Batı politikalarının lürkiye deki yan­sımasıdır. Mesela bazı yıllarda ramazan ayında her hangi bir resmî kurumun idarecisi iftar saatine bağlı basit bir düzenleme yaptığında basında kıyametler kopmuştur. En tabii hak olarak okulda namaz kılan birkaç öğrenci resimleriyle birlikte manşet lere çekilerek linç edilmiş, cuma namazına giden öğrencilerin görüntüleri haber programlarında ve gazetelerde yayınlanarak kendileri ve öğretmenleri hedef hâline getirilmiştir. (http://www.youtube.com/watchivsXJdXUDlebus)Bu okulla­rın gerici kuşatma altında bulunduğu yönünde yorumlar yapı­larak, namaz kılmanın skandal olduğu vurgulanmıştır. Bu ha­berleri ihbar kabul eden ilgili savcılık okul idarecileri hakkında soruşturma açmıştır .(http://www.milliyet.com.tr/2007/06/02/guncel/agun.html)

Namaz kılan öğrenci avına çıkan bir TV muhabiri okulda namaz kılmanın hukuken engeli bulunmama­sına rağmen “okulda namaz kılınamayacağı” fetvasıyla okul mü­dür yardımcısını uyarmıştır.(http://www.youtube.com/watchivslF82qlxieWA)

Kore ve Japonya’da düzenlenen 2002 Dünya Kupasına katı­lan A Milli Futbol Takımında cuma namazı kılmak isteyen fut­bolcular yazılı ve görsel medyada kıyasıya eleştirilmiştir. Aynı şekilde Ramazanda oruç tutan futbolcular günlerce televizyon programlarında tenkit edilmişlerdir. Oysa bir dönem ülkemi­zin bir takımında futbol oynayan Musevî bir oyuncu hamur­suz bayramı dolayısıyla maça çıkmayı reddettiğinde geleneksel Türk hoşgörüsünden hareketle takdirkâr ifadeler kullanılmıştır. İlginçtir ramazan ayında oruç tutan oyuncular yüzünden bir futbol takımının performansının düştüğünü belirten bir futbol yazarı ve TV yorumcusu Kur ân daki bir hadisten!” hareketle futbolcuların oruç tutmaması gerektiği yönünde bir içtihat! bile yapmıştır. Herkesin kendisine ait tercihlerine saygı gösterilirken İslam söz konusu olduğunda bir çifte standart geliştirildiğini görmek için özel bir incelemeye bile gerek yoktur. Bununla her an karşılaşmak mümkündür.

Bir dönemler hacc ve umre görevi için kutsal topraklara gi­denlerin sayısı artmaya başladığında ülkenin döviz kaybını gün­deme getirenler, tatil için Batıdaki merkezlere akın edenleri, bir öğle yemeği için Avrupa ülkelerine seyahat edenleri unutmuşlar­dır. Basına yansıdığı kadarıyla umreye giden bir başbakana bir general hakaret edip meydan okumuş,(http://videonuz.ensonhaber.com/izle/osman-ozbek-in-erbakan-a-kufrettigi-o-anlar)umre dönüşü Başbakan gereğinin ifası için Genel Kurmay Başkanına yazı yazmış, cevap olarak adı geçen general bir üst rütbeye yükseltilmiştir. Malezya ziyareti sırasında camide namaz sırasında namaz takkesi giyen TC Başbakanı bu sebeple gazetelerdeki köşe yazılarına konu ol­muş ve kıyasıya eleştirilmiştir.

Yakın zamanda kutlu doğum haftası ihtifallerinde bazı programlarda ilahi söyleyen küçük çocukların ortaya çıkması askeri darbeye davet sebebi sayılmış ve meşruiyeti için zemin hazırlama yarışına girilmiştir. Oysa benzer yaştaki çocukların TV’lerde düzenlenen müzik yarışmalarmda olumsuz görüntü­lerle boy göstermesi başarı sayılmış, çağdaş bir faaliyet olarak takdirle karşılanmıştır.

Yakın zamana kadar ülkemizde eğitim-öğretim sorunları me­sela üniversiteye giriş sınavlarındaki farklı puan uygulaması hep imam-hatip liseleri odaklı tartışılmıştır. Genel kanı, bu tür tedbir­lerle bu okul mezunlarının sınırlı kontenjan ayrılan İlahiyat Fakül­telerine girmelerinin sağlanması onun dışındaki okullara girişle­rinin engellenmesidir. Bunun gerçekleşmesi için de bütün meslek liselerinin olumsuz şekilde etkilenmesi bile göze alınmıştır.

Aynı şekilde YÖK’ün farklı fakülteler arasındaki geçişe es­neklik getireceği yönündeki haberlerin 04.03.2010 tarihli gazete ve TV’lerde “İlahiyat Fakültesine gir Tıp Fakültesinden mezun ol” şeklinde verilmesi oldukça manidardır.

18.01.2011 tarihli gece haberlerinde Türkiye’nin en bü­yük haber kanallarından birisi polis meslek liselerine bütün lise mezunlarının girebilmesini konu alan düzenlemeyi sadece İmam-Hatip Lisesi mezunlarına özgüymüş gibi takdim etmiş ve konunun özü ancak haberin en son kısmına sıkıştırılan bir bilgi kırıntısından anlaşılabilmiştir.

Bütün bunlar kilise kültürünün oluşturduğu refleksle gün­lük hayatta dinin görünürlüğünü sağlayan sembollerin ya da tu­tumların engellenmesi için geliştirilen projenin zikredilen basit ve herkes tarafından bilinen örnekleridir.

Görüldüğü üzere Türkiye’de etkili basın, Batılılaşma hedef­lerinin önünü açmak için modern yaşam tarzını yüceltmek, ülke insanının gündemine sokmak ve yaygınlaştırmak, buna yönele­cek eleştiri veya tehditleri sindirmek üzerine yapılandırılmış, dinî değerlerin görünürlüğünü sağlayacak pratiklerin ya da kültürel formların kıyasıya eleştirilmesi ve yok sayılması,itici şekilde kurgulanarak gösterilmesi yoluna gidilmiştir. Mesela güçlü bir spor kanalının sürekli olarak saatlerce plajda voleybol oynayan bikinili iki kadının maçını naklen yayınlamasının, filmlerde statüsü yük­sek kadınların modern görünümlü olanlardan, hizmetli kadın­ların ise başörtülülerden seçilmesinin başka bir anlamı olamaz. Batılı yaşam biçimini tercih edenlerin yüceltildiği, dindarların ise cahil ve geri kalmışlık görüntüsüyle sahnelendiği, hoca ve dindar kesimin horlandığı, küçümsendiği film ve tiyatro sahnelerinin bi­linçli bir projenin parçası olduğu inkâr edilemez. Bu tür hayat tar­zını ve zihniyet dünyasını dayatan medya araçlarının gelişmesine paralel olarak bu yöntem devam etmektedir.

Ülkemizde İslamı kilise kültürü üzerinden okuma projelerinin öyle büyük etkisi olmuştur ki bugün ilericiliğin ifadesi olarak geliştirilen “Müslüman Aydın” tiplemesi neredeyse kabul görmüştür. Oysa “aydını” ortaçağ dininin / vahyinin karanlığın­dan rasyonel aklın ve pozitivist bilimin aydınlığına çıkan düşü­nürü tanımlayan ve kiliseye tepkiyi ifade eden bir kavramdır. Bu açıdan "Müslüman ile Aydın” yan yana gelemez. Müslüman açısından vahiy» nefsin ve cehaletin sürüklediği karanlıktan ay­dınlığa çıkaran bir özellik taşır.(Bakara,257-Maide,16-İbrahim,1,5- Ahzab 43-Hadid 9-Talak 11)Ayrıca ortaçağ Müslüman açı­sından karanlık değil Batıyı da aydınlatan bir ışık çağıdır.

B- MODERN KADININ İNŞASI VE TOPLUMUN DÖNÜŞÜMÜ

Modernliğin, sembol olarak kadını seçmesine paralel olarak Cumhuriyet Türkiye’si de aynı yönde çaba sarf etmiş, muhafa­zakâr kesimle Batıcılar arasındaki en gergin ilişki de bu alanda yaşanmıştır. Batıcıların kadınlara çeşitli hakların verilmesi ve dinî makamların bu konuya karışmamaları yönündeki talepleri bu alandaki çatışmaya işaret eder.

Türkiye’de toplumsal sorunların oluşumunda ve bunlara üretilen çözüm önerilerindeki dinamik tartışma ve mücadele ortamı hâlâ modernlik-gelenekçilik geriliminin devam ettiği­ni göstermektedir. Uzun süre gündemi meşgul eden başörtüsü tartışmaları ve millî eğitim politikalarının önemli bir kısmının İmam-Hatip Liseleri üzerinden tartışılması bu konunun sıcaklı­ğını ve hassasiyetini göstermesi bakımından önemlidir.

Cumhuriyetin ilk yıllarında, Türkiye’de modernleşmenin en uygun yolu olarak ‘kıyafet dili’ kabul edilmiş, bu yönde güçlü çaba sarfedilmiştir.Kadın giyimindeki değişim ve erkeklerin şapka giymesine yönelik çalışmalar bu açıdan önemli bulunmuştur. İstanbul'un en ünlü terzilerinin, yöneticileri ve eşlerin giydirmek için seferber olmaları, (Cumhuriyet ve Kızılay balolarında Batılı kıyafetler içinde şıklık yarışma girmeleri, küçük dereceli memurların aldıkları Sümerbank kıyafet yardımına maaşlarının bir bölümünü de ekleyerek, 'Cumhuriyet Şıklığını’ temsil etme çabaları, modanın çağdaşlaşma sürecindeki rolünün en basit örnekleri olarak gösterilebilir.(Emine Koca-Fatma Koç, “Güzellik Yarışmalarının Türkiye’deki Moda Bilincinin Oluşumuna Etkileri”, Acta Turcica, 2/1 Ocak 2010, s. 263.)

Cumhuriyet döneminde modern Türkiye, kadın figürü üze­rinden inşa edilirken millî dava olarak kabul edilen “Türk Mo­dası imajıyla çağdaş giyim tarzını tercih etmiş kadınlarla Batı dünyasına, “kafes arkasında haremde yaşayan Türk kadınının ne kadar şık ve zarif olduğu” mesajının verilmesi hedeflenmiş, bu yolla modernliğin ölçütlerinden olan kadın özgürlüğünün sağlanması, kadının cehaletten, erkek himayesinden kurtarıl­ması, erkek ile eşit noktaya getirilmesi yolunda sarf edilen büyük gayrete dikkat çekilmek istenmiştir. Modern kıyafetlerin uyumu ve farklı şekilleri hususunda çıkarılan kıyafet dergileri yönlendi­rici işlev görmüşlerdir.(Ş. Karlıklı-D. Tozan, Cumhuriyet Kıyafetleri, İst. 1998, s. 153’ten naklen Emine Koca-Fatma Koç, “a.g.m.”, s. 264, ayrıca bk. 267,271.)

Bu bağlamda modernleşmeyi kadın güzelliği üzerinden ser­gilemenin, kadının cazibesinin tahrik edici biçimde sunulması­nın en pratik aracı “güzellik yarışmaları” olmuştur. Bu yarışma­lar kadın özgürlüğünün bir göstergesi sayıldığı gibi bu anlayışın geniş kitlelere yayılmasının bir basamağı olarak da görülmüştür. Daha sonraları defileler, moda ve spor müsabakaları, ayrıca rek­lam sektörü ve görsel araçların yaygınlaşmasıyla müzik küple­rindeki görüntüler ve sinema endüstrisi gibi kitlelere hitap eden etkinliklerin de eklenmesiyle bu yarışmalardaki mesaj daha da güçlenmiştir. Sonuçta bu tür araçlarla bir yandan kadın bede­ninin güzelliği ve baştan çıkarıcı cazibesi sergilenirken diğer taraftan erkek zihni üzerinde bilinçli oynamalarla doğulu güzel­lik anlayışı, tarzı, zevki, beğeni ölçütlerinin değiştirilerek bütün bunların Batılı kadın tipine göre belirlilik kazanması için zihni­yet dünyası üzerinde bir bütün hâlinde operasyonlar yapılmıştır. Bu noktadan da geçmişle bağlantının bütünüyle koparılması he­deflenmiştir. Çağdaş Türk kadınının da artık güzelliğini sergile­mek, çağdaş normları yakaladığını ispat etmek için gerektiğinde bu yarışmalara katılıp mayo giymekten bile çekinmeyerek ulusal bir görev yapmanın onurunu taşıyacak bir zihniyete sahip olma­sı gerektiği sürekli canlı tutulmuştur.(Bk. Emine Koca-Fatma Koç, 264,267,271.)

1888 yılında 350 aday ile Belçika’da düzenlenen modern za­manın ilk güzellik yarışmasıyla başlayan sürecin Türkiye’deki ilk uygulaması 1929*da Cumhuriyet Gazetesi tarafından yapıl­mıştır. 125 adayın katıldığı ön elemeden 48 aday çıkmış ve 60 kişilik büyük jüri tarafından Feriha Tevfık birinci seçilmiştir. İkinci güzellik yarışması yine Cumhuriyet Gazetesi tarafından 9 Ocak 1930 tarihinde düzenlenmiştir. Oluşan bazı tepkilere kar­şı 13 Ocak 1930 tarihli Cumhuriyet Gazetesinde asırlardan beri bir nevi esaret mahkûmu olan Türk kadınlığının özgürlüğünü iade edecek bu fırsatın değerlendirilmemesinin günah olacağı­nı vurgulayan bir bildiri yayımlanmış ve nihayet 1932 yılında Belçika’da düzenlenen uluslararası güzellik yarışmasına katılan Keriman Halis dünya güzeli seçilmiştir. Bundan tam 20 yıl son­ra (1952) da İtalya’nın Napoli kentinde yapılan Avrupa güzellik yarışmasında Günseli Başar birinci olmuştur. Keriman Halis’in birinciliği organizatörler ve katılımcılar açısından iki taraflı bir başarı sayılmıştır. Yarışmayı düzenleyenler, bu sonuçla Batılı ol­mayan kadınların da Batılı kadınlar gibi giyindiğinde onlar ka­dar hatta onlardan daha güzel, şık ve çekici olabileceği mesajını vermişler, bu yöndeki tercihler övgüye değer bulunarak teşvik edilmiştir. Nitekim daha sonraki yıllarda yapılan güzellik yarış­malarında “en iyi kostüm yarışması” da yapılmıştır. Eski Fran­sız başbakanlarından Edouard Herriot, Aralık 1933’de Paris’te verdiği bir konferansta, Türkiye’de peçe takmayı, çarşaf giymeyi yasaklayan hiçbir yasa olmamasına karşın Türk kadınının çağdaş giyım-kuşamı tercih ettiğini anlatmış, ayrıca 1927 yılında kadınların hâlâ peçe taktıklarını, ancak kadının çalışma yaşa­mında erkeğin yerini alması yönünde başlatılan seferberliğin bu eski âdete büyük bir darbe indirdiğini ve Türk kadınlarının yavaş yavaş örtülerini çıkarmaya, tayyör giymeye başladıklarını hatırlatmıştır. Bu ifadeler az önceki tezi güçlendirmektedir. Türk modernitesi ise Batı dünyasına ülke kadınının modernleşmede kat ettiği düzeyi ve Batılı kadınlardan farksız hâle geldiğini ka­nıtlamada bir argüman olarak kullanmıştır. Nitekim bu başarı! ulusal bir sevince dönüşerek Keriman Halise Atatürk tarafından “Ece” soyadı verilmiş, Cumhuriyet Gazetesi de konu ile ilgili özel baskı yaparak onu Batılı güzellerle kıyaslamıştır. Bu aşama­dan sonra “dünya güzeli” unvanıyla Keriman Halis, halkın ilgisi ve sevgisini kazandıracak faaliyetler ve dönemin modasını yan­sıtan modern giysileriyle özellikle şehirli kadınların idolü hâline getirilmiştir.(age-s. 263 vd. ve buradaki kaynaklar.)

Daha sonraları uluslararası güzellik yarışmalarına Türk kız­ları katılmış ve belli aralıklarla birinci olmuşlardır. Aynı yön­deki operasyonlar hâlâ devam etmektedir. Mesela Almanya’nın başkenti Berlin’de doğup büyüyen 25 yaşındaki Türk kızı Sıla Şahin Türk kızları içinde ilk olarak erkek dergisi Playboy a soyu­narak verdiği çıplak pozlarıyla ilgili olarak muhafazakâr Alman yorumcu Richard Herzinger, Sıla’nm verdiği pozların, genç göç­men kadınların kültürel geçmişinden sıyrılarak Alman yaşam tarzına yaklaştığının göstergesi olduğunu ileri sürmüştür.(http.//www.nethaber.com/video/2702/sila-ailesini-sucladi.html erişim: 20.04.2011)

Ai­lesiyle çatışma hâlinde olan Sıla, Almanya’da en çok satan der­gilerden TV Digital tarafından 2011 yılının en iyi pembe dizi oyuncusu seçilerek ödülünü almış, verdiği demeçte de mutluluğunu dile getirerek kendisiyle ilgili projeler İçin sabırsızlandığını belirtmiştir.

Bugün geldiğimiz noktada artık kızlarımız Batılı güzellik formlarının birer taşıyıcısı olarak sadece güzellik yarışmaları, defileler, podyumlar, reklam araçları ve spor müsabakaları gibi özel faaliyet alanlarında değil aynı zamanda sokaklarda da çağ­daş kıyafetleriyle, Batılı modacıların belirlediği saç modelleriyle, makyajlarıyla, üzerlerindeki etkileyici parfümleriyle çağdaş Ba­tılı kadından geri kalmayan görüntüleriyle modern Türkiye’nin yeni yüzü olmuşlardır. Bu konuda hemen hemen her köşe başın­da yer alan ve kadın bedeninin güzelliği üzerine faaliyet göste­ren profesyonel güzellik salonları, estetik operasyon merkezleri, güzelliği konu alan TV programları, kadın dergileri kendilerinin hizmetindedir, özellikle sürekli göz önünde bulunan sinema yıl­dızları, spor dünyasındaki şöhretli aktörler, modern müzisyen­ler, mankenler, modacılar, tasarımcılar, reklam sektörü ve görsel medyadaki aktörler, yarışma programlarındaki sorularla öne çı­karılan ve idealize edilen isimlerden oluşan rol modellere özenti, güzelleşme üzerine kurulan ekonomi sektörü de “modern kadın zihniyetinin kalıcılığını sağlayan önemli araçlardır. Sonuçta mo­dern kodların tanımladığı özgür, erkek ile eşit, kocasına mahkûm olmayan, itiraz edebilen, kendine güvenen, toplumsal alanın her yerinde rol alan, tam anlamıyla birey tanımına uygun kadın tipine ulaşılmıştır. Karma eğitim ve iş hayatındaki etkin kadın istihdamı ile de kadın-erkek arasındaki mesafe kalkmış, kadının ekonomik özgürlüğüne kavuşmasıyla da yepyeni bir aile hayatı doğmuştur.

Modern kültürün kadın özgürlüğünü ve çağdaşlaşmayı onun giyimi üzerinden ölçtüğünü bilmeyen neredeyse yoktur. Nitekim yakın zamana kadar Türkiye’nin sürekli gündeminde olan başörtüsü sorununa yaklaşımda bunun izlerini görmek mümkündür. Müslüman açısından başörtüsü dinî bir vecibenin yerine getirilmesi ve dolayısıyla özgürlüğün simgesi iken seküler Batıcı aydınlar açısından tutsaklığın sembolü olarak görülerek çağdaş Türkiye’nin görüntüsüne yakıştırılamamıştır. Bu kabu­lün motive ettiği faşizan tutum ülkeyi uzun süre meşgul etmiştir. Bu zihniyeti en iyi yansıtan örnek Azerbaycan’ın başke Bakü’nün merkezî noktalarından birisinde örtüsünü atan kad heykelidir. Bu heykelin adı Âzâd (özgür) Kadın’dır ve örtüsünü çıkaran kadının özgürlüğüne kavuştuğunu resmetmektedir. Aslında tersinden tesettürlü kadının esaretini sembolize etmekte­dir. Nitekim bu zihniyetin Türkiye’deki örneği bunu açıkça ifade etmektedir. Bir partiye mensup kadınlar, 03 Mart 2010 tarihinde Mersin’de hilafetin kaldırılışının yıldönümünü kutlamaları sı­rasında “Aydınlık Türkiye İçin Kara Çarşafları Yırtın” sloganıyla çarşaf yırtmışlar, hatta bir kadın sembolik olarak üzerine aldığı çarşafı çıkarıp yere atarak öfkeyle çiğnemiş, kadınları özgürlüğe davet etmiştir. Bu da göstermektedir ki başörtüsü karşıtlığının sebebi de onun Batılılaşmaya / çağdaşlaşmaya bir tepki şeklin­de algılanarak modern yaşam biçimi önünde engel görülmesindendir. Aslında çağdaş kadının inşasında önemli bir yere sahip olan hatta dindar kızları bile belli ölçüde dönüştüren modern üniversitelere girmeye bile bu görüntünün engel olması oldukça ilginçtir. Dindarlık sembolleriyle çağdaşlaşmanın olmayacağına dair bir tepkidir.(5)

Kadın üzerinden kışkırtılan cinselliğin ve serbest cinsel yaşa­mın post-modern dönemde hem bireysel özgürlük kapsamında gö­rülmesi hem de ekonominin alanına dâhil edilmesiyle oluşan ilişki­ler ağı modern toplumun ana karakterini oluşturan temel paramet­relerden birisidir. Seksin ekonomik faaliyet olarak görülmesinden sonra da haber doğruysa kayıt dışı / merdiven altı fuhuş yapanların vergi açısından maliye tarafından takibata alınması ilginçtir.(http://www.khaber.com.tr/haber/guncel/maliye-hayat-kadinlarinin-pesinde-33623.html erişim: 28.10.2013)

Modern kapitalizmin ağında olmaktan son derece mutlu olan çağdaş Müslüman kesimin de bu yapıya çabuk adapte olduğunu söylemeliyiz. Tesettür defileleriyle Hz. Peygamber’in örtülü çıplak(Müslim,Libas,125) ifadesine aldırmadan diktikleri kıyafetleri pazarlayarak Müslüman sosyeteyi üretebilmeleri son derece takdire şayan bir başarıdır!

Tesettürün kadın özgürlüğü önünde bir engel oluşturduğu ve mahremiyet anlayışının gericilik olarak sürekli işlendiği bir dö­nemin zihinsel arka planında modernlik paradigmaları vardır. Bu da ailede ve toplumda kadın-erkek eşitliği, kadın üzerinden kışkırtılan cinsellik ve bu alandaki gevşeme ya da serbestlik, ka­dın bedeninin sömürüldüğü ve kadın mahremiyetinin kaldırılıp gözlerin beğenisine sunulduğu, bir başka ifadeyle gözün beden­deki sınırının kalktığı bir yapının egemenliğini ifade etmektedir. Kadım beceri ve üretkenliğinden yararlanmadan daha çok evin sıkıcı ortamından ve koca baskısından kurtarmayı hedefleyen toplumsal projeler sonucu kadın, tüm toplum kesimlerinin sömü­rüsüne açık bir figüre dönüşmüş durumdadır. Bu bağlamda ge­leneksel kadın tipinin giyimi ve rolleri değersizleştirilirken yeni bir kadın imajı oluşturulmaya çalışılmakta ve “yeni kadın” yücel- tilmektedir. Bundan dindar çevrelerin bile etkilendiğini, İslâmî kıyafet defilelerinden, tesettür içinde bile kadın bedeninin çeki­ciliğini ortaya koyacak giysi tasarımlarından anlamaktayız. Bu zihniyetle üretilen elbiseye karşı klasik kıyafet isteyen genç kızlara söylenen “siz anne pardesüsü mü istiyorsunuz” şeklindeki ifadele­riyle psikolojik baskı ve sindirme politikası dahi izleyenler ortaya çıkmıştır. Bu söz, herhâlde dindar kızları gericilikle, çağdışılıkla suçlamanın müslümancasıdır.

Kur’ân-ı Kerîm, bedenin sergilenmesini, baştan çıkaran ve kışkırtan yönünü merkeze alarak sömürüye alet edilmesini tas­vip etmemektedir. Gizlenen (mahrem) beden zinetinin sadece karşı bedeni örten bir elbise indirildiğini, insanın bedeni üzeri deki giysinin örtünme için yeterli olmadığını, buna takva / iffet dokusunun kazandırılması gerektiğini de ifade eder. Elbisenin indirildiğine yapılan vurgu da çıplaklığın yaygınlaşmasının or­taya çıkaracağı felakete işaret eder:

Ey Âdemoğulları! Size hem avret mahallinizi örtecek hem de güzel görünmenizi sağlayacak elbiseler bahşettik. Hayırlı olan var ya işte o takva elbisesidir. İşte bunlar Allah ın kulluğunuzu ölçtüğü sembollerindendir (âyât). Umulur ki bu öğüdü ciddiye alırlar. Ey Âdemoğulları! Şeytan, ana babanızı, avret mahallerini açıp utandırmak için elbiselerini soyarak cennetten çıkmalarına vesile olduğu gibi sizi de ayartıp açılıp-saçılmanızı sağlayarak böyle bir belaya düşürmesin! Çünkü o ve avanesi, sizin onları göremeyeceğiniz yerlerden sizi görürler ve fark ettirmeden size gelirler. Biz, şeytanları, inanmayanlara dost kıldık.”(Araf,26-27)

Ayetten anlaşıldığı kadarıyla elbisenin gerektiği şekilde be­deni örtmemesi, örtse bile ona yön verenin iffet olmaması hâlin­de aile düzeninin korunamayacağına çok güçlü bir işaret vardır.

C- İTHAL ÇÖZÜMLER YA DA ÇÖZÜMSÜZLÜKLER

Türk modernleşmesindeki en büyük sancı, sosyolojik ve psi­kolojik şartlar dikkate alınmaksızın doku uyuşmazlığına rağ­men dayatmacı bir yöntemle çözüm olarak Batılı paradigmala­rın, kurumların, zihniyet dünyasının olduğu gibi veya oryantalist söylemin sorgulanmaksızın ithalinde yaşanmıştır. Bu yolda yüzlerce yıllık rafine olmuş ve dinin değerleri doğrultusunda ilmek ilmek örülmüş gelenek hedef alınarak değersizleştirme politikaları devreye sokulmuştur.

Batılılaşma yönündeki tercihle birlikte resmî olarak stratejik önem taşıyan eskiye ait ne varsa çağdaşlaşma adına Batılı olan­larla değiştirilmiştir. Bu bağlamda hukuk reformu çerçevesinde şer‘î hukukun ilga edilerek Batılı kanunların iktibası, sosyo-kül- türel hayatta devrimlerin devreye sokulması, eğitim sisteminin modern Batılı değerlere göre şekillendirilmesi zikre değer uygu­lamalardır. özellikle harf devrimi, kılık-kıyafet devrimi, şapka kanunu, hilafetin kaldırılması, eğitim-öğretim faaliyetlerinin yanı sıra hayatın bütün alanlarını kuşatacak biçimde laiklik ide­olojisinin devreye sokulması, maneviyata karşı seküier kültürün yüceltilmesi, görgü kurallarına varıncaya kadar Avrupa’yı tak­lit ve benimsetme çabaları çağdaş medeniyet! seviyesine ulaşma hedefine giden yolun açılması için gerekli görülen en önemli fa­aliyetler olarak dikkat çekmiştir.

Türkiye’deki değişimin örgüsüne bakıldığında çağdaşlık yanlısı entelektüel kesim, dünyadaki evrilmenin de rüzgârını arkasına almak suretiyle akademik ve popüler çalışmalarla ve modern iletişim araçlarının güçlü desteğiyle Osmanlının son döneminde ortaya çıkan Batıcı aydınların doğrudan yapmak isteyip de başaramadıkları Türkiye yi dönüştürme hamleleri­ni, kavramların genetiğiyle oynayıp düşüncelerine masum bir görüntü vererek toplumumuzu ikna etmiş gözükmektedirler, îkna olmayanlar da yaratılan! seküier kutsallar, çağdaş dog­malar ve klişe cümlelerle bastırılmaktadır. Bunun oluşturduğu ürkeklik sebebiyle ülkemizin aile de dâhil aktüel sorunlarına üretilen neredeyse bütün çözüm arayışlarında Batılı kodlar kullanılmaya çalışılmakta, melez kavramlar merkeze alınmak­ta, ailenin bütün aşamalarında geçerli olan değerler dizisi bir yana bırakılmakta, bu da çözümden ziyade çözümsüzlükleri beslemektedir.

Gençliğimizin, bütün zevk alanlarında yaratılan idollerle kuşatıcı ve egemenliği altına alıcı hatta boğucu bir kültürel sarmal içine sokulduğu gözlemlenmektedir. Üniversite eğitiminin dönüştürücü özelliği, sinema, tiyatro, müzik, sporun bütün alanlarından oluşturulan yıldızlar ve bunların sürekli gündemde kalmasını sağlayan görsel ve yazılı medyadaki programlar, açık hava ve salon program­ları, yarışmalar ve tartışmalarla idol hâline getirilen modeller bu noktada etkili araçlar olarak öne çıkmaktadırlar. Çocukların bile odalarında bu yıldızların posterleri, ağızlarında isimleri, arkadaşıy­la sohbetlerinde konuları gündemlerini oluşturmaktadır. 14 yaşın­da bir kızın Ramazan programında bir ilahiyat profesörüne “Duva­rıma Justin Bieber posteri asıyorum, günah mı?” diye sorduğu soru, herhangi bir konserde popüler bir ses sanatçısını gören gençliğin ta­parcasına kendinden geçtiği anları görmek aslında başka söze hacet bırakmayacak açıklıkta her şeyi anlatmaktadır.

Görüldüğü gibi yönünü Batıya çevirmiş ve kızlarımıza Batıdan erkek getirilerek neslin ıslahını savunacak kadar kendi kültürüne yabancı ve Batı hayranı son dönem Osmanlı Batıcılarının Projesi, Cumhuriyet Türkiye’sinde popüler kültür araçları ve toplum mü­hendisliği ile günden güne etkisini hissettirmektedir. Bireysel ha­yatta Batılı yaşam tarzına adapte olmak bir yana kurumsal olarak da modern Batının kendi sorunlarına ürettiği çözümler ülkemiz­deki benzer problemlere uygulanmakta, doku uyuşmazlığına bakıl­maksızın çözüm diye dayatılan uygulamalar daha büyük sorunlara sebep olmakta, işin içinden çıkılmaz hâle dönüşmektedir.

D- "DİNSELLEŞTİRİLEN MODERN YAŞAM" VE ENTELEKTÜEL ÇELİŞKİ: DOGMATİK MODERNİZM

Ülkemizde modernizmin temsilcileri dogmatik karakterli yeni bir din üretmişlerdir.

Müslüman açısından din hayatın merkezindedir. İlişkilerini din belirler. Din olarak İslam, insanlığa verilen en son şanstır.

Dinin özünde de evrensellik ve süreklilik özelliklerine uygun biçimde bu dinamizm vardır. Batı modernizminin odağında da din vardır. Roma da devlet dinine dönüştüğü andan itibaren Hristiyanhk ile yüzyıllar boyunca başı dertten bir türlü kurtu­lamayan insanlık, Aydınlanma zihniyetiyle birlikte dini devre dışı bırakmayı başarmış ve yepyeni bir zihin inşa etmiştir. Daha çok kiliseye tepki olarak doğan din karşıtlığı gittikçe diğer din­leri, özellikle tslamiyeti de hedef alan bir projeye dönüşmüştür. Kilise dininin olumsuz hatıraları, oryantalizmin İslam karşıtı politikaları sonucu teknolojinin de gücüyle Müslüman dün­ya üzerinde bilinçli oynamalarla seküler alanları genişletmeyi başarmıştır. Sonuçta mabet dışında dini renk bulunan, sembol karakteri taşıyan, inancı görünür kılan ne varsa ona karşı pe­şin bir tepki oluşmuştur. Bu tutum bizim ülkemize daha sert bir şekilde sirayet etmiştir. Ülkemizde modernleşme projelerinin mimarı olan Batıcı Aydınlar dinî içerik taşıyan ya da ilgisi bulu­nan bütün kültürel formlara tepki vermekle kalmamışlar, tepe­den inmeci yaklaşımla çağdaş yaşam tarzının kökleşmesi hatta neredeyse din hâline gelmesi için bütün çabayı göstermişlerdir. Mesela şehit cenazelerinde askerî bandonun Polonyalı Chopin in bestesini çaldığı Eylül 2012’deki bir şehidin cenaze töreninde “şehidi tekbirlerle uğurlayalım” diyerek susturan dönemin Kül­tür Bakanının tepkisi dikkat çekmiştir.()

Yine resmî törenlerde dahası Diyanet İşleri Başkanlığının en önemli etkinliklerinden olan Kutlu Doğum programlarında bile saygı duruşu süresince Amerikan kültürüne ait ağıt müziğinin çalınması bir gelenek hâlini almıştır. Bir Anadolu kasabasında peygamberini anmaya gelen insanları, ölen büyüklere ve şehit­lere bu müzikle saygı duruşunda bulundurma zulmü hâlimizi anlatmaya yeter iyi bir örnektir. Onların ruhu için bir Fatiha okunması, onların rahmetle yâd edilmesi, dualarla hatırlanma­sı yerine Batılı bir tarz olarak saygı duruşunda bulunulması ve Hristiyan-Amerikan ağıt müziğinin ikame edilmesi, şehit cena­zelerinde Chopin bestesinin yankılanması gelenek-modernlik zihniyetini anlama açısından gerçekten manidardır!

Din karşısında yüceltilen seküler kültür ve seküler kutsallar İslamın tark edilmesini engellemekte, onun değerlerini, ilkeleri­nin yön verdiği kültür ve medeniyeti perdelemektedir. “Bu çağda bu kafa” gibi klişe dogmalarla âdeta dinin temel umdeleri daha baştan mahkûm edilerek gündeme getirilmesi bile engellenmek­tedir. Din içindeki her konunun çağdaş kabullerin terazisinde değerlendirilerek eleştiriye tâbi tutulabilmesi ancak dinî de­ğerler merkeze alınarak modern kabullerin tenkit edilememesi onun dogmatik bir hüviyet kazandığının göstergesidir.

2013 yılı Kasım ayının ilk haftası içinde Türkiye’nin günde­mine oturan üniversite yurtlarında kız-erkek karışık ikametin dindarlık ölçütleri açısından bir sorun olduğunu dile getirenlere karşı çağdaş yaşam tarzını savunanların demokratik kazanım­lar, bireysel tercihler, özgürce yaşam gibi referanslarına bakıldı­ğında modernlik ya da çağdaşlığın yeni bir inanç hâlini aldığını söylemek mümkündür. Modern yaşam biçiminin hem bu şekil­de yüceltilmesi hem de tartışılmasının engellenmesi yönünde dogmatik bir duruşun sergilenmesi bu düşünceyi haklı kılan bir özellik arz etmektedir.

Modern dünyanın oluşturduğu kavramların yön verdiği ha­yatı merkeze alarak dinî değerleri tartışma konusu yapıp dışarı­dan bir bakışla gericilik, tutuculuk gibi yaftalarla değersizleştir-me yoluna gidilmesi, gerektiğinde Islami kavramların modernitenin yoğurduğu zihniyet dünyası doğrultusunda tanımlanarak ele alınması da çağdaşlığın dine tahakküm eden yeni bir inanç formu olduğuna işaret eder. Mesela başörtüsünün bir Fransız giysisi olan türbana dönüştürülerek tartışma alanına çekilmesi, ilahiyat çevrelerinde bazı ilim adamlarının modernlikle çelişen Kur ân ahkâmını otantik olmayan kutsal metinlere uygulanan tarihselcilik üzerinden okumaları bu konuda örnek olarak zik­redilebilir.

(1)-Şükrü Hanioğlu, “Batılılaşma", DİA, İstanbul 1992, V, 148-152; Mehmet Akgül, Türk Modernleşmesi ve Din, Konya 1999, s. 63-66. Bu iki çalışma Türkiye’nin modernleşme / Batılılaşma macerası hakkında oldukça kıy­metli bilgi vermektedir.
(2) İslam hukukunun yetersizliği, Müslümanların içtihat kapısını kapattık­ları, birtakım hile-i şer'iyyelerle Allah’ın emir ve yasaklarının ters yüz ettikleri şeklindeki oryantalistlerin iddialarını doğru kabul ederek ya dini dışlayan ya da dinde reform isteyen Türk aydınlarının fikirleri şayan-ı dikkattir. Konuyla ilgili iddialar ve değerlendirmeleri için bk. Saffet Köse, Çağdaş İhtiyaçlar ve İslam Hukuku, İstanbul 2004, s.9-42.
(3-) İbn Mâce, “Talâk”, 29; Nesâî, “Kudât”, 28; Dârimî, “Talâk”, 15; Tahâvî, Şerhu Me'âni’l-Asâr (nşr. Muhamed Zührî en-Neccâr), Beyrut 1399, III, 82; ajnlf., Şerhu Müşkili'l-âsâr (nşr. Şuayb el-Amaût), Beyrut 1415/1995, XI, 194.
(4)İbn Sa‘d, et-Tabakûtii l-kübrâ (nşr. İhsan Abbâs), Beyrut 1388/1968, II, 15; III, 567; Hakim, el-Müstedrek, Kahire 1417/1997, III, 524, nr. 5872-5873; Halebî, es-Siretü'l-Halebiyye, Beyrut 1400, II, 393,
(5)Burada bir hususa daha işaret etmek gerekirse Kur’ân-ı Kerîm’de hiçbir ihtimale açık kapı bırakmayacak şekilde başörtüsünün farz olduğu anlaşılabilirken (Nûr, 24/ 31; Ahzâb, 33/ 59) ve dolayısıyla din özgürlüğü çerçevesinde ele alınması gerekirken ona karşı bir tavrın gelişmesinin sebebi bu açıdan anlaşılabilir bir durumdur. Ancak bazı ilahiyatçıların Kur’ân’da başörtüsünü farz kılan bir emrin bulunmadığı yönünde bir görüşü savunmalarının bir izahı yoktur, öte yandan başı açık olanların başını örtenlerden psikolojik baskı hissettikleri gerekçesiyle başörtüsüne karşı çıkan ve yasaklanmasını savunan kalem sahipleri yanında idari mekanizmada en katı biçimde bu yasağı uygulayanlar başörtülülere fiilî baskı yaparak müthiş bir çelişki içine düşmektedirler. Güya hissedilen baskı temel alınarak fiilî baskıyı meşrulaştırma...

-------------------------
Prof.Dr. Saffet Köse-Genetiğiyle Oynanmış Kavramlar ve Aile Medeniyetinin Sonu

 




 





 



 


Devamını Oku »