İlmin Temelleri Nerededir?

İlmin Temelleri Nerededir?

İlmi, medeniyetten ayırmak mümkün değildir. Son dö­nemlerde ilimler Batı’da büyük gelişmeler kaydettiler. Pek çokları, bugünkü duruma bakarak, ilmin kaynağının Avrupa olduğunu zannediyor olmasına rağmen konu araştırılınca, meselenin hiç de öyle olmadığı ortaya çıkıyor. Tarihin sayfalarını biraz karıştıran, Avrupa’nın çeşit­li ülkelerinden öğrencilerin, yüzyıllarca Endülüs’e (Kurtuba’ya) akışıyla karşılaşır. İslam dünyasında ilim, irfan, Batı ile mukayese edilemeyecek kadar gelişmişti. Meselâ Gustaue Le Bon’un belirttiğine göre, Halife II. El-Hakem’in kütüphanesinde altı yüz bin yazma kitap mevcuttur, bunların kırk dördü kataloğa aitti.(1)

Muhammed El Nedim’in 987’de "Fihristü’l-ulûm" adıyla yayınladığı eseri, Arapça, telif ve tercüme, bütün ilim dallarında yazılmış kitapların bibliyografyasıydı. Her yazarın, biyog­rafisine yer verdiği, tenkidini yaptığı eserine ele aldığı ya­zarların müspet ve menfî taraflarını belirten bir liste de ilave etmişti. X. yüzyılda, sâhip İbn-i Abbas gibi hüküm­darların kütüphanelerindeki kitaplar Avrupa’daki bütün kütüphanelerde bulunanların toplamından fazla idi.(2) Camilerin ekserisinde kütüphanenin bulunmasıyla yetinilmemiş, bazı şehirlerde umûmî kütüphaneler de kurul­muştu. Değişik kaynaklarda belirtildiği üzere, Moğollar Bağdat'ı zaptettikleri zaman, şehirde otuz altı kütüphane vardı.(3) Kahire’deki kütüphanede iki milyon yüz cilt ese­rin bulunduğu da zikredilmektedir.(4) Matematik, astro­nomi, fizik, kimya, botanik, tıp gibi ilimlerin ve İbni Sînâ, Fârâbî, Harezmî ve benzeri âlimlerin milletler arası şöh­ret kazanmaları, ortaçağda İslam üniversitelerinde ger­çekleşmiştir.

O dönemlerde yaşayanların bugünkü insanlara göre çok daha dindar olmaları ömürlerini ilme vermelerini engellemiyordu. Bilim, dinin ikiz kardeşiydi; Kur’an’ın övdüğü âlimleri Hz. Peygamber de, "Bilgiyi aramak için yurdunu ye ocağını terk eden, Allah’a giden yolun yolcu­sudur", "Âlimin mürekkebi, din uğruna şehit düşenlerin kanından daha mübârektir" gibi hadîslerle üstünlüklerini ifade ettikleri için başka türlü olamazdı. Fakat Batılılar aldıklarını kendi ambalajlarına iyi sarıyorlar. Bilhassa son dönem, âlim ve filozofları bilgilerinin menşelerinden hiç söz etmiyorlar.

Halbuki İslam âlim ve filozofları yararlandıkları kay­nakları göstermişlerdir. Meselâ Fârâbî, Aristoteles’den bir husûsu almışsa cümlesine, "Kâle Aristoteles" (Aristo demiştir ki) sözleriyle başlamış ve yaptığı iktibasın hangi kitabının neresinde bulunduğunu belirtmiştir. Hıristiyan ortaçağ filozofları, Aguinolu Thomas’ın "Summa Theolo- gicae" adlı büyük eserinde görüldüğü üzere, Müslüman hangi âlim veya filozoftan yararlandıklarını göstermişler­dir. Fakat Yeniçağ Batılı filozof ve bilginleri, Müslümanlardan yararlanmalarına rağmen, kaynaklarını ısrarla giz­lemişlerdir. Bunun sayısız örneklerinden biri, ünlü Malebranche’in, İbni Mıskeveyh (932-1030)’den çok istifade etmiş olduğu, hatta örneklerini aynen kullandığı halde adından söz etmemiş olmasıdır: "Sıcak olan el, kendi sı­caklığının altında bir şeye dokunduğu zaman, onu soğuk bulur, fakat eli soğuk olan kimse, aynı nesneyi sıcak bulacaktır"(5) Mıskeveyh’in bu örneğini Malebranche şöyle kullandığı halde kaynağını vermiyor."... meselâ, şayet soğuk bir el ile dokunursak, ilk suyu sıcak buluruz; hatta (sıcak) bulmak zorundayız ve şayet sıcak olan bir el iıe dokunursak, onu soğuk buluruz."(6)

Malebranche, Ibni Arabi’den yaptığı iktibaslardan da söz etmiyor. Arabi, El-Fütuhatü’l-Mekkiyye (Mekke ilhamları) adlı eserinde şöyle diyor: "... Kadınlar hâmile iken, bir şeye aşerdikleri zaman, çocuk da o şeye benzer olarak dünyaya gelir." Bunu Malebranche kendisine şöy­le mal ediyor: "Analar çok büyük iştah duyarak yemek is­temiş oldukları şeyleri andıran çocukları doğururlar."(7) Arabi: "Bir erkekle bir kadın beraberlikleri sırasında ki­mi tahayyül ederlerse, çocuk ona benzer" diyor. Bununla da kalmayıp, erdemli, bilge insanların resimlerini duvar­lara asarlarsa, beraberlikleri sırasında bunlara bakan ka­dınların doğuracağı çocukların da onlara benzeyeceğini ilâve ediyor. Arabi’nin bu sözlerini Campenalle şöyle kullanıyor: "... Yatak odalarına, en ünlü erkeklerin güzel heykelleri konmuştur, kadınlar baksın, başlarını göğe kaldırsın ve böylesine soylu, böylesine güzel çocuklar do­ğurayım diye Tanrıya yakarsınlar."(8) Malebranche ise Arabi’nin görüşünü yaşamış gibi anlatıyor: "Daha bir yıl bile olmuyor ki, Evliyâdan Pius’un yortusu kutlanırken, onun (kilisedeki) tablosuna dalakalmış ve kendini ona vermiş olan bir (hamile) kadın, bu evliyânın tasvirine iyi­den iyiye benzeyen bir çocuk doğurmuştur."(9)

Gazâlî ünlü İhyası’nda şöyle bir örnek verir: "İnsan vücudu ruhun memleketidir. Ruhun kuvvetleri (bir şehir­deki) sanatkârlar ve ameleler gibidir. Akıl ve tefekkürün kuvveti ise (bu ülkedeki) akıllı vezir gibidir. Gazap (öf­ke) ise, polis müdürü gibidir." Bu örnekler Salisburglu John ile Hobbes’de karşımıza çıkmaktadır.(10) Benzer olaylar sayılamayacak kadar çoktur. Dînî taassuptan veya kendine mal etmek ihtirasından dolayı Batılılar Müslümanlardan aldıklarını göstermediler, hatta onları inkâr etmeyi de ihmal etmediler. Bacon bunun tipik bir örneği­ni vermektedir: ”... Sahip olduğumuz ilimler, büyük bir kısmıyla öreklerden gelmektedir; Romalı, İslam ve daha sonraki yazarlar tarafından buna ilave edilen şeyler çok olmadığı gibi, önemli de değildir."

İlimde en önemli nesne kâğıttır; zira ilmi birikim kaydetmekle sağlanır; ancak bu yolla meraklıları ilmi belli bir yerden alıp, bir yere götürebilirler. Kâğıdın bol­laşmasıyla ilim bir zümrenin tekelinden kurtuldu, istekli dimağların arzularına hazır hâle geldi. Önce Çinliler ve Türkler ipekten kâğıt yapıp kullanıyorlardı.(11) Kuteybe, Semerkant’ı zaptettiği zaman orada kâğıt fabrikaları bul­muştu. Kısa bir süre sonra (706)’da Mekkeli Yusuf Amru kâğıdı ipek yerine pamuktan yapmaya başladı; daha ucu­za mal edilen bu şekil, çabucak yaygınlaştı. Kâğıdın İslam âleminden Batı’ya yayılışında, XII. yüzyılda Fransa’dan Kompostela’ya gelen hacıların önemli rol oynadıklarına Watt işaret etmektedir.(12) Ortaçağda "Şam kâğıdı (Charlo Damascenaz) " deyiminin de delâlet ettiği üzere Avrupa, ihtiyacını İslam dünyasından alıyordu.

Batı’da ilk kâğıt fabrikası 1389’da Almanya’da ku­ruldu. Halbuki İslam aleminde, daha Harun Reşid döne­minde Vezir Yahyâ İbni Fâdıl Bermekî, 794 yılında Bağ­dat’ta kâğıt fabrikasını kurmuştu. Kâğıdın bollaşması, matbaanın icadına zemin hazırladı.

Medenî hamlelerin temelinde ihtiyaç bulunmakta­dır. Müslümanlar için ibadet bakımından zamanın önemi çok fazladır; namaz saatlerinin, Ramazanın, iftar ve sa­hur vakitlerinin tespiti gerekmektedir. Kıblenin tayini de çok önemlidir. Bunun için İslam’ın ilk yüzyıllarında koz- mografik çalışmalar, bilhassa takvime dair yoğun gayret­ler müşahede ediyoruz. Bu çalışmalarda bulunanlardan birisi de usturlabın mûcidi Firâzî (777)’dir.

İslam âleminin ilk mütefekkirlerinden El Kindi (801-873) aritmetik, geometri, astronomi, meteoroloji, coğrafya, fizik, müzik, tıp, felsefe konularına dair iki yüz altmış eser yazdı. Bunların arasında "Gezegenlerin Ters Dönüşlerine Dair" kitapçığı çok dikkat çekicidir.O da Eflatun gibi, matematik bilmeyenin filozof olamayacağana inanıyordu. Med-cezir olayın inceledi; düşünce cisimlerin hızını tayin eden hususları tespit etmeye çalıştı. Optik’e dair bir kitabında ışık olaylarını inceledi; açıların pergelle ölçülmelerini geometriye o getirdiği gibi, sıvıla­rın izâfî ağırlıklarını da o hesapladı. Batı düşünce ve ilim tarihindeki Leibniz’in "Her monad, kainatın kendisi gibi güzelce tanzim olunan aynasıdır." görüşünü, çok önceden belirtmişti.(13)

Altmış dokuz âlimle beraber Halîfe El Memun için ilk coğrafya ansiklopedisini tertip eden Muhammed B. Musa El Harezmi (ö. 846) İslam ilim ve fikir dünyasının, hattâ topyekün ilim aleminin köşe taşlarındandır. Hazar Denizi’nin doğusundaki Harezm’de (Harzem, bugünkü Hiyve) doğduğu için bu adla anılmıştır. Bu büyük ilim adamı, değişik konularda çalışmalarda bulundu. Astro­nomi ile ilgili yaptığı tablolar Kurtuba’dan Changay’a ka­dar uzanan alanda yaşayan astronomlara yüzyıllarca reh­ber oldu. Günlük hayatta kullandığımız aritmetikten ilimde faydalanmanın yolunu ilk açan ve aritmetiği siste­matik halinde genişleten, Trigonometrinin kurucusu ge­ne Harezmîdir. Algorithme kelimesi de, Batılıların "Al- harizmi" dedikleri, Harezmî’nin adından gelmektedir.(14) Müslümanlar Trigonometriye "Musellat" diyorlardı. Mu- sellat ile ilgilenen El Battanî’nin de bilime küçümsenmez katkıları oldu. Musellat’a dair araştırmaları Ebu Reyhan El Birûnî çok geliştirdi. "Trigonometri" tâbiri ise Batılı mütercimlerin Yunanca’dan ürettikleri bir kelimedir. Harezmî’nin bu konudaki en önemli eseri "Hisâbu’l-Cebr ve’l Murâkabe"dir. Arapça’sı kaybolan bu eser, XII. yüz­yılda Gèrad de Grèmone tarafından Latince’ye tercüme edildi ve XVI. yüzyıla kadar Avrupa’nın bütün üniversilerinde ana matematik kitabı olarak okutuldu. Batı’da yebro diye telaffuz edilen "Cebir" sözü de bu eserle ilim âlemine girdi.(15) Logaritma cetvelleri de ilk defa Harezmî tarafından yapıldı; daha sonra geliştirildi.

Batılılarca Albateyni diye anılan Ebu Abdullah El Battânî (850-929) Trigonometriye dair çalışmalar yaptı. Trigonometrik alâkaları bugünkü kullanılan şekliyle formülleştiren odur.(16) Kırk bir yıl astronomik müşahedeler­de bulundu; günümüzdeki hesaplara dikkati çekecek ka­dar yakın rakamlar elde etti.

Matematik ilminde Müslümanların emeği çoktur. Modern çağda Batı’da yararlanılan "Matematik uslübunu Müslümanların vücuda getirdiklerini Hunke, şöyle izah etmektedir: "Matematiği, Yunanlıların soktuğu ta­mamen geometrik kılık içinde devralan Müslümanlar, bu kılığı atarak, ona cebir ve hesap elbisesi giydirdiler." Müslümanların bulduğu ondalık kesirleri El Kâşi geliştir­di. Meçhûlü belirten "X"de Müslümanların icadıdır. "X" harfi Arapça’da yoktu. Müslümanlar bilinmeyene "şey" diyorlar, kısaltılmış olarak da "Ş" harfiyle sembolleştiri­yorlardı. "Ş" harfi İspanyolca’da "X" harfine tekabül eder. Günümüzde dünya milletleri, Müslümanların "Ş" harfini, İspanyolların "X" harfiyle ifade etmektedirler. Sinüs ve Tanjant da Müslümanların buluşudur. Sinüs, Arapların çıkıntılı veya kavisli kısmı ifade için kullandıkları "cep" kelimesinin Latince tercümesidir. Sıfırı da Müslümanlar bulmuştur. Muhammed İbn-i Ahmed "Mefâtihü’l-Ulûm" adlı eserinde, eğer onlar basamağında hiçbir sayı mevcut değilse, sırayı muhafaza için küçük bir dâire ileriye sür­müştür. İşte bu dâirenin karşılığı olan ve Arapça’da "boş" anlamına gelen "sıfır" kelimesi, Latince’ye geçen "zero"nun menşeidir.(17) Bugün bize çok basit gibi gelen sıfı­rın icadı hakkında Risler şöyle demektedir: "Herhalde bu bir dâhiyâne icattı; hiç abartmadan denilebilir ki, sıfırın icadı insan cinsinin en büyük keşiflerinden biridir".(18) Bü­tün bunlara dayanarak Jaeques Risler "Rönesans’ımızın matematik hocaları Yunanlılar değil, Müslümanlardır"(19) demek zorunda kalmıştır.

Müslümanlar için Yaradan'ın sonsuz kudreti hakkında fikir sahibi olmak bakımından zaman kadar berrak gökyüzündeki ışıl ışıl yıldızlar da dikkat çekicidir. Halîfe el-Memun (786-833) Batlamyus’un keşiflerini tahkik etmek ve yeni araştırmalar yapmak için bir astronomlar heyeti kurdu. Dünyanın yuvarlaklığına inanan bu âlimler yaptıkları hesaplara dayanarak, çevresinin otuz beş bin kilometre olduğunu tahmin ettiler. Bu astronomlar tam bit ilıııî anlayışla çalışıyorlardı. Tecrübeyle sabit olmayan hiçbir şeyi kabul etmiyorlardı. Onlardan biri de arz dere­celerinin uzunluklarını hesaplayan El Ferganî idi. Güne­şin gezegenler gibi, fakat aksi yönde seyreden bir yörün­gesi bulunduğunun ilk El Ferganî farkına vardı. Ortaçağ Avıupası’nda Alfraganus adıyla anılan El Ferganî’nin "Astronominin unsurları" adlı eseri, birçok defa Latin­ce’ye tercüme edildi ve basıldı. El-Harezmî Bağdat’ta Semmasiye mevkiinde ve Suriye’de Kasyon dağında ilk rasathaneyi kurdu. Batı’da ise ilk rasathane yüzyıllarca sonra Nurenbery’de kuruldu.(20) Sıncar Dağı’nda Harezmî yaptığı çalışmalarla, meridyen dâiresinin yirmi dört bin mil olduğunu tespit etti. Watt, El-Harezmî hakkında bil­gi verirken Batlamyus’un coğrafyasını ele alarak, dünya­nın yerleşilmiş bölgelerinin tasvirini yaptığını belirtmek­tedir.(21)

İslam’ın verdiği vecd ile ilim uğruna Müslümanlar büyük gayretle çalışıyorlardı. Önce de zikredildiği üzere pek çok astronomi âlimi yetişti; fakat bu âlimlerden Mu­sa’nın oğulları adıyla anılan üç kardeş (Muhammed, Ahmed, Hasan) Batı’yı çok etkiledi. Yazdıkları kitap Cremonalı Gerhard tarafından Latinceye tercüme edildi. Ortaçağ boyunca Avrupa’da "Üç Kardeşlerin Kitabı" ola­rak ün saldı. Üç kardeşler matematik, astronomi konula­rında da ayrı ayrı harikulâde eserler verdiler. Güneşin yüksekliğini ve güneş yılının uzunluğunu hesaplayan Mu­sa’nın güzîde öğrencilerinden Sâbit İbni Kurra da Batı’nın Doğu kaynaklarına yönelmesine vesile olan âlim­lerden biridir.

Bağdat’taki ilk Büveyhî hükümdarlarının himayesin­de çalışan Ebu’l Vefâ, Tycho Brahe’den altı yüz yıl önce ayın üçüncü değişmesini keşfetti.(22) Ebu Mâşer (öl. 886) de ayın hareketlerini, med-cezir olaylarıyla ilgisini incele­di, elde ettiği verilerin doğruluğuyla şaşırtıcı sonuçlara ulaştı. Renkli bir kişiliği olan Ömer Hayyam da (öl. 1153) astronomi konularında dikkate değer çalışmalar yaptı; "Celâli" adında bir takvim geliştirdi; beş bin yıl bo­yunca uygulansa, bu takvimin sadece bir gün hatalı sonuç vereceği hesaplandı.

Müslüman astronomların çalışmalarını daha sağlıklı sürdürebilmeleri için hiçbir fedakârlıktan kaçınılmıyor, maliyetine bakılmadan gerekli âletler yaptırılıyordu. Yu­nanlılarca bilinen, yıldızların hareketlerini gösteren araç­lar ve usturlap geliştirilmekle kalınmadı; yirmi beş metre çapında sekstonlar ve daha başka âletler de yaptırıldı. Mükemmel bir şekilde geliştirilen usturlap X. yüzyılda Avrupa’ya getirildi ve denizciler tarafından XVII. yüzyıla kadar kullanıldı.

Tıp ilmi de Müslümanlara çok şey borçludur. İslâm tıbbının eski Yunan’dan değil de, Müslüman hekimlerin araştırmalarından doğduğunu Jacques C. Risler, La Civi­lisation Arabe adlı eserinde şöyle anlatır: "... Biraz sonra âlim seleflerini bir tarafa bırakarak eski Yunanlıların hiç bilmedikleri yollara koyuldular ve bu suretle tıbbın geliş­mesine büyük bir nispetle iştirak ettiler. Tıp öğrenimi, bilhassa hastanelerde yapılırdı ve C. Cumston’un dediği gibi "Müslümanlar klinik tıbbını tesis edip, patoloji deni­len "ilm-i emrâz"ı gittikçe zenginleştiriyorlardı."

İşte o devirden itibaren medreselere fen fakülteleriyle, tıp fa­külteleri ve laboratuarlar ilave edildi"(23) ilk dispanser ve eczaneleri Müslümanların kurduklarını, okullarını açtık­larını, kitaplarını yazdıklarını belirten Will Durant bu konuda Şu bilgileri de vermektedir: "Eski ilaçlara grî anber,kafu,cıva,mevsafi,karanfil karanfil, hıyarşenber ve sinameki'yi ilave ettiler.Şurup ve gulap şeklinde sunulan ilaçlar da Müslümanlar tarafından tıp dünyasına getirildi.(24)

Mikrobun ne zaman ve nerede keşfedildiğine dair fikir yürütenler, Buharî ve Müslim gibi büyük nıuhaddislerin kaydettikleri: "Bir yerde veba olduğunu işitirseniz oraya girmeyiniz ve eğer bulunduğunuz yerde zuhur et­mişse, oradan çıkmayınız", "Çatlak bardaktan su içmeyiniz; çünkü orası şeytanın oturağıdır" hadîsleri ile aynı mealdeki daha nice hadîsin üzerinde durmalıdırlar. İnsa­nı "Allah’ın yeryüzündeki halîfesi" kabul ettiklerinden Müslümanlar tıbba çok önem verdiler.

Hz. Peygamber’in, mesleğinde derinleşmemiş he­kimlerden sakınılmasına işaret buyurmalarından, tıp il­mini bilmeyenlerin tedavi ile meşgûl olmalarını yasakla­malarından(25) çok sonraları bile Batı takdisle, şeytanı kov­ma usulleriyle uğraşıyordu. Bu konuda Havâri Yako- bus’un şu sözleri onlara yol gösteriyordu: "İçinizden biri hastalanınca, en yaşlı râhipleri çağırtınız.İsâ namına has­tayı yağladıktan sonra ona dua etsinler.İman duası,has­taya şifa verecektir." Eczanelerin mahiyetinde bir nevî dinsizlik ve küfre varan mânâlar bulunduğunu kilise öğ­retmeni Tation da açıklıyordu: "Dünyevi ilaçlara, ot ve köklere inanmak her şeye kâdir Allah’a karşı güvensizliği ifade eder. İnsanları Tanrıdan çevirtmek isteyen şeytan­larla fena ruhlar, budalalarla, îmânı zayıf bulunanları kandırıp, aldatmaktadırlar. Eczacılık, her çeşit şekiller içinde bir nevi iğfalkâr sanat ve hareketlerden doğmuş­tur. Maddeye güvenerek onunla tedavi olmak isteyen kimse, kendisini Tanrının kudretine terk ederse, çok da­ha çabuk şifa bulur. İlahî kudrete başvurma yerine neden köpek gibi otlar, geyik gibi yılanlar, domuz gibi ıstakoz­lar, aslan gibi maymunlarla tedavi olmayı tercih ediyor­sun? Dünyevi şeyleri neden ilahileştiriyorsun?"(26)

Haçlı seferinin büyük vaizi Clair Waux’lu Bernhard (1090- 3) Filistin’de hastalanan papazlara"Kurtuluşunuzu dünyevî ilaçlar kullanmak suretiyle tehlikeye atmak, sîz­lere yakışmaz." diyerek doktora başvurmayı ve ilaç kul­lanmayı kafi şekilde men etti.

Hunke, Müslüman bir doktorun hatıratından alıntı yapmakla İslam ve Hıristiyan dünyaları arasındaki farkın açıklanmasına yardımcı olmaktadır. "Bana bacağında çı­ban bulunan bir şövalye ile sıtmadan fazlaca zayıflamış bir kadın getirdiler. Şövalyenin ayağına yakı sardım. Çı­ban patladı; tehlikesiz bir seyir takip etmeye başladı. Ka­dını diyete tabî tuttum. Vücut durumunu nebatî gıdalar vermek sûretiyle iyileştirdim. Bu sırada oraya gelen bir Frank doktoru, hastalara dönerek beni gösterip, ‘Bu sizi tedavi etmeyi bilmiyor’ dedi. Şövalyeye, ‘Tek ayakla yaşa­mayı mı, yoksa ölmeyi mi tercih ettiğini’ sordu. Şövalye ‘Bir ayakla’ cevabını verdi. Bunun üzerine Fransız Dok­tor, kendisine kuvvetli bir şövalye ile keskin bir balta ge­tirilmesini istedi. Şövalye biraz sonra elinde balta ile gö­ründü. Henüz oradan ayrılmamıştım. Doktor, hastanın bacağını odun yarmaya mahsus bir kütüğün üzerine koy­du. Bir balta darbesiyle bacağı kesmesini şövalyeye em­retti. Şövalye, gözlerimin önünde hastanın bacağına bir darbe indirdi. Ancak bu birinci darbe ile bacak ayrılma­dı. Şövalye ikinci defa tekrar vurdu. Bacağının ilikleri dı­şarı fırlayan felaketzede hemen öldü. Doktor, onu taki­ben kadını muayene etti, ‘bu kadının başında âşık bulun­duğu bir şeytan var. Saçlarını kesin’ dedi. Kadının saçları kesildi. Tekrar hemşehrilerinin yemeğinden sarımsak ile hardal yedi. Böylece ateşi yükseldi. Doktor, ‘Kafasına şeytan girmiştir’ diyerek, usturayı yakalayıp, başının deri­sini haça benzer şekilde kesti. Kafasını örten kısım tama­men açılıncaya kadar derisini ortadan çekip sıyırdı ve ka­fasını sadece tuz ile ovdu. Kadın aynı anda öldü."(27)

Bunlar sadece mutaassıplara has inançlar değildi. Aynı anlayış, zamanla dînî şuuru tamamen yerleşmiş, ki­lise kararname ve kanunlarında yer almış, teolojik çevre­lerde hararetle münakaşa ve müdafaa edilmiştir. Yalnız ruhî ve aklî hastalıklara değil, henüz mahiyeti bilinmeyen hastalıklara da şeytanın sebebiyet verdiğine, bunlardan ancak şeytanı şiddetle kovmakla kurtulunabileceğine inanılıyordu. Hatta bu inanç XIX. yüzyılda bile revaçta idi.Goethe’nin dostu Weisenbergli doktor şâir Tustinus Kerner, Münihli prof. Schubert, Bauder von Ringseis, Tubingenli Eschenmager, Leibzigli prof. Heinroth şeytana tutulma hastalığından nasıl tedavi olunacağına dair bilgi ler veriyorlardı.(28)

İslam dünyasında ise çok eski zamanlarda, bugünkü müspet mânâda tıp anlayışına sahip Ebulkasım, Zehravî, İbni Zühr, İbni Rüşd, Mûsa Bin Memun gibi ünlü hekimler yetişti. Geleneği oluşan tıp ilmi gittikçe gelişiyordu. Hac mevsiminde adeta tıp sempozyumu gerçekleşirdi. Değişik ülkülerden gelen doktorlar bir araya toplanır, her biri yeni araştırmalarının sonuçlarına dair bilgiler ve­rir, bitkiler ve onların tıbbî özellikleri hakkında da açık­lamalarda bulunurlardı. îlk hastane ise Bağdat’ta Hânın Reşid tarafından kuruldu. X. yüzyılda beş hastane daha açıldı. Zamanla bu hastaneler çoğaldı. Tıp öğrenimi de daha çok hastanelerde yapılmaya başlandı. Hekim Vezir Ali İbni îsâ zamanında (931) da hastaları tedavi için şe­hirden şehire dolaşmaları maksadıyla özel bir doktorlar birliği oluşturuldu. Gerekli imtihanlardan geçmemiş olan ve devletin diplomasına sahip bulunmayan kimse asla he­kimlik yapamazdı. Eczacılar, kırık-çıkık işleriyle uğraşan­lar, hattâ berberler devletin denetiminde idiler.

Müslüman hekimler ameliyatlarda solunum yoluyla anestezi yapıyor ve bu maksatla derin uyku veren haşhaş ve ona benzer bitkilerden yararlanıyorlardı. İslam âle­minde yetişip, insanlık tıbbına katkıda bulunmuş büyük hekimler arasında, maymunlarda ameliyatlar yaparak, anatomiyi inceleyen Yuhanna İbni Masawag (777-857), tarihte göz hastalıklarına dair ilk eseri veren Hunan İbni İshak ve çöz hekimi Ali İbni îsâ hemen akla gelenlerdir. Ali İbni Isâ’nın yazdığı "Göz Hekimlerinin El Kitabı"adındaki eser Avrupa’da XII. yüzyıla kadar okutulmuş­tur.(29)

Büyük Selçuklular zamanında sağlık hizmeti devletin görevlerinden birisi haline geldi. Melikşah dönemin­de resmî hastahaneler yurdun büyük bir kesimine yayıldı. Harzemşâhı unvanı ile tanınan Lokman’ın phormocologie'ye dair Akraborin adlı eseri, Curcanlı İsmail bin Ha­şan’ın Büyük Tıp Kamusu, Zâhire-i Harzemşâhî’si bu dö­nemlerin sözü edilmeye değer kitaplarıdır.

Ünlü Alfons cetvelleri de gerçekte İslâm âlimlerinin eseridir. Toledo’da astronomiye dair çalışmalar yapan Es-Sarkali (1028-1087)’nin kitabını Kastilya Kralı X. Al- fons’un doktoru Abraham, Kastilya diline çevirince, Al­fons cetvelleri adıyla Batı dünyasında yaygınlaştı. Bütün Batı âlimlerinin kullandıkları bu cetveller Copernicus devrinde bile önemlerini korudular. Ancak 1551’de Wiltenbergli prof. Reinhold, bunlardan daha gelişmiş, "Prus­ya cetvelleri"ni tanzim edebildi. Hıristiyanlarca dünyevî şeylere kafa yormak küfür derecesinde hatalı sayıldığı, hattâ Tertullian’ın: "İncirin tebliğinden sonra, tabiatı araştırmaya ilgi göstermek, îsâ’nın kanaatince, bizim va­zifemiz değildir" dediği dönemlerde Es-Sarkalî, dünyanın güneşe uzaklığını ölçmüş, gün dönümleri, gece gündüzün eşitliği hakkında Toledo’da dört yüzden fazla rasat yap­mış, "Astronomiye Dâir" adlı eserini Cremonah Gerhard Latince’ye tercüme etmişti. Copernicus 1530 yılında ya­yımladığı "De Revolution-Obus Obrium Coeles Tium" adlı meşhur kitabında Es-Sarhalî ve El-Battânî’den övgü ile söz eder. Daha sonraları da Uluğ Beg gibi bilginlerin çalışmaları ile astronomi büyük mesafeler aldı. Batı’da ise ilk defa Fransız Maupertius 1736 yılında yerkürenin ölçümünü yaptı.

Ortaçağ Avrupası’nda Alhazen diye tanınan El-Hişam’ı en çok Kitabü’l-Menâzır (Optik Kitabı) adlı eseriyle biliyoruz. Bu kitap, ortaçağ boyunca yazılmış eserler arasında düşünce ve metot bakımından en ilmi olanı kabul edilmektedir. El-Hişam ışığın hava ve su gibi saydam cisimler içindeki kırılımını inceledi, büyütücü merceği Avrupalılardan üç yüz yıl önce icada çok yaklaştı. Bacon, Witelo gibi Batılı bilginler mikroskop ve teles« kopa dair çalışmalarında Hişam’ı esas aldılar. Ona kadar görme, gözden çıkan ışığın maddeye ulaşmasıyla açıklanıyordu. O ise, "Görme, bakılan cisimden göze gelen, gö­zün saydam bölümünden giren ışık sayesinde mümkün­dür", tezini ileriye sürdü.(30) Cevheri de görmeyi çeşitli arazların bir yere gelip toplanmasıyla izah etti. Onun bu izahıyla "Araziyye" veya "Hadisecilik" (phènomenisme) ortaya çıktı. Ancak son yüzyıllarda İngiliz filozofları Berkley, Hume, Huxley, Stuart Mili bu görüşün takipçi­leri oldular.(31) "Âlem hareketten ibarettir" diyen Nazzam, belki bu konuda Hışam D. El-Hakem’den farklı düşün­müyordu. Cisimlerin sonsuz parçacıklardan meydana geldiğini günümüzde fizik ilmi de kabul etmektedir. Mo­dern fizikte ise bütün tabii kuvvetlerin, maddenin görül­meyen parçacıklarına ait hareketler olduğu iddia edil­mektedir. Yeni keşfedilen elektron ve ışın veren radyo­aktivite Nazzam’ı doğrulumaktadır. Yakın dönem Alman düşünürlerinden Feurbach’a göre tabiat devamlı hareket ve tekâmül halindedir.

Cebir ilmine dair "Kitâbu’l-Cebr ve’l Mukabele" adlı eseriyle meşhur olan El-Heysem (965-1051) ışık kırılma­larının sebeplerini hava ve su gibi çeşitli ortamlarla açık­ladı. Havanın yoğunluğu ile ışığın kırılmasının doğru orantılı olduğunu ve yükseldikçe yoğunluğun düştüğünü o keşfetti. Buradan elde ettiği verilerle, dikkat çekici bir şekilde, hava tabakasının on beş kilometre olduğunu he­sapladı. Oktides ve Batlamyus’un: "Gözler görülecek şey­lere ışınlar gönderir, böylece görme olayı gerçekleşir." şeklindeki teorilerine El-Hişam gibi o da karşı çıktı.

Görme olayının, görülen şeyleri gözlere ışınlar gönder­mesi ve o ışınların göze gelmesiyle gerçekleştiğinde ısrar görüntünün görme sinirleriyle beyne intikal ettiğini tespit etti. Ayın parlak bir cisim olmadığını o keşfetti; bundan hareketle her renkli cismin ışığı yansıttığını bul­du. Teorilerini ispatlamak amacıyla deneyler yaparken fotoğraf çekmeye yarayan bir alet icat etti. Pek çok icat­larından biri de okuma gözlükleridir. El-Heysem’in Batı’ya etkileri göz kamaştırıcıdır. Optik fizik alanındaki te­orileri yeniçağın ortalarına kadar Avrupa'da ilme hâkim oldu. İngiliz Roger Bacon’dan, Alman Witello’ya uzanan dönemde bütün optik onun teorilerine dayanır. Karanlık oda gibi değişik konuların mucidi kabul edilen İtalyan Leonardo da Vinci’nin ilham kaynağı da El-Heysem’dir. Keplerin kanunlarına dayanarak teleskopu yapan Gali­leo’nun ardında da o bulunmaktadır. Yer çekimini bir kuvvet olarak ispat etmekle Newton’a, cisimlerin düşme­si konusunda da Galileo’ya öncülük etti. Hatta Heysem'in, kelimenin tam anlamıyla modem fizik ilminin kurucusu olduğu da hayranlıkla ifade edilmektedir.

İslam medeniyetinde gelişen tıbbın sultanı İbni Sînâ’dan sonra en büyük tabiplerden, natüralist filozof Ebu Bekr Râzî (864-926), aynı zamanda hayvan, bitki ve madenlerin tasnifinde sistemli çalışmalar yaptı. Batılıla­rın "Rhazes" dedikleri Râzî, Yunan ilmine olduğu kadar, eski İran ve Hint ilimlerine de vakıftı. Sokrates'ten sonra Yunan felsefesine fazla önem vermemiş, El-Kindi'yi ten­kit etmiştir. Fakat Yunan'ın eski tabiat felsefesi ile Hint ve İran'ın Sihri tabiat ilimlerini uzlaştırmaya çalışmıştır. "Kitâbu’l-Esrar", "Kitabu's- Sırru'l-Esrar" ve bilhassa "Kitabu'l-Hâvî" adlı eserlerinde Doğu'nun tesirleri açıkça görülür. Yansı tıbba ait olmak üzere yüz otuz bir eser yazdığı rivayet edilmektedir; ancak bunların çoğu kaybol­muştur. "El-Hisbe ve'l-Cederî" adlı kitabında ilk olarak çiçek hastalığı üle hısbe hastalığının farklı olduğunu be­lirtmiştir. En büyük kitabı "El-Hâvî” ise bir tıp ansiklope­disi sayılabilir. Bu eserinde Roma, Fars, Hint kültürlerin­deki tıpla ilgili bilgiler özetlemiş, sonra da şahsi görüşle­rini ifade etmiştir. Bu kitabı hakkında Will Durant şöyle demektedir: "Yirmi cilt olan Kitab-ul Havi eseri tıbbın bütün dalarına şamildi.Liber Contines adıyla Latinceye tercüme edilen bu eser,yüzyıllarca beyaz ırk aleminin belki en çok hürmet besleyip,en fazla istifade ettiği kaynak oldu.1395 yılnda  Paris Üniversitesi Tıp Fakültesi Kütüphanesinin bütün mevcudunu teşkil eden dokuz ki­taptan biri de bu eserdi.Razi'nin çiçek ve kızamık hastalıkları hakkındaki eseri doğrudan doğruya tetkik ve müşâhede ile klinik tahlillerle istinat eden bir şaheserdi, İntani (mikrobik) hastalıkları hakkında ilk vazıh tetkik eseri ve o iki hastalığı tefrik hususunda ilk gayret mahsulü işte buydu”.(32) 1498 ile 1866 yıllan arasında İngiltere'de kırk baskısı yapıldığı düşünülürse, eserin ünü ve etkisi daha iyi anlaşılır. Bir diğer önemli eseri de on ciltlik tıp kitabı olan "Kitabul-Mansûri'dir. Gerad de Gremone bu eseri Latince'ye tercüme etti. Bu tercümenin "Mamus Almansurıs" adını taşıyan dokuzuncu cildi XVI. yüzyıla kadar Avrupa’da en yaygın metinlerden biriydi.(33) İlk defa tabiat felsefesi mektebini o kurdu,gözlem (observation) ve de­ney (ex-perience) metodu ile hareket etti. Batı da ise ta­biat felsefesi ancak XV. yüzyılda Almanya’da Paracelus,

İtalya’da Brunu ile başlar. Çağdaş tabiat ilmi metodu da İtalyan Leonordo, Polonyalı Cpernicus, Alman Kepler ve daha sonra İtalyan Galileo ile kuruldu. Francis Bacon’un büyük babası Oxford’un önemli simalarından Roger Ba-con Râzî’nin çok tesirinde kaldı. Aslında Razı sadece Roger Bacon’u etkilemedi; İngiliz Amprizmi’nin üzerin­de de müessir oldu. Çok yönlü bir âlimdi. Tıpta cıvanın yeni kullanış alanlarını buldu. Hayvan kursağının cerrahî dikiş maddesi olarak kullanılmasını o sağladı.(34) Galsama (Boğaz deliği)’yı ve sesin hasıl olmasını sağlayan sinirleri de gene o keşfetti. Kimya ilminde de dikkat çekici buluş­ları vardır.

Her ne kadar simya kimyanın kaynağı gösterilirse de bu görüşün doğru olmadığı ileri sürülmektedir. Bilhassa İslam dünyasında kimya ile simya ayrı ayrı bilim dalları kabul edilmektedir. Kimya, mâdenî cevherlerin özelliklerini yok edip, ona yeni ve başka özellikler kazandırma metodlarından bahseden bilimdir. Simya ile algılanamayan hayali misalleri meydana getiren disiplindir.

Aslında kimya Müslümanların kurduğu bir ilimdir.Eski Yunanlıların bildikleri basit tecrübelerden ileri gitmiyordu» Halbuki İslam âlimleri, müşahedeyi, tecrübeyi,kontrolü ve hassas ölçüleri bu ilim dalanın bir parçası haline getirdiler. Meselâ imbik denen donatım cihazını geliştirdiler. Sayısız maddelerin kimyasal tahlilini yaptılar,alkalilerle asitlerin farkını tespit ettiler. Çok çeşitli kim yasal maddeler ve ilaçlar da onların çalışmalarının ürünüdür.(35)

Asıl adı Ebu Nâsır Muhammed İbni Uzluğ olan Fâ-râbî (870-950), Aristo mantığıyla İslam kelâmı üzerinde yaptığı çalışmalarla şöhrete ulaşmıştır. Aristo’yu tanıtma­sından veya El Tâlimu’s-sâni adlı eseri telif etmesinden dolayı El-Muallimu’s-sâni unvanım kazanmıştır.

Felsefede büyük isim yapan Fârâbî, sûfi doktrinini ve kıyafetini benimsemişti. İbni Halleyan onun için şöyle demektedir: "Dünyevî şeylere öylesine düşkün olmayan bir insan daha yoktur. Yiyeceğini temin etmek ya da ba­şını sokacak bir ev bulmak için en küçük bir teşebbüste bulunmazdı." Fârâbî’den otuz dokuz eser kaldı. Bunlar­dan "İhsanü’l-Ulûm" (İlimlerin Ansiklopedisi) adlı eseri, mantık, matematik, fizik, kimya, iktisat ve siyaset ilimle­rinin özetidir.

Fârâbî, Allah’ın varlığına delil olarak Aristo’nun ile­ri sürdüğü fikirlerden hareket ediyordu. Sebepler zinciri­ne işaret eden bu kâinat, ilk sebebin varlığını gösterirdi. Çokluk, birliğin de deliliydi. Felsefenin biricik gayesi, bu ilk sebebi bulmaktır; buna yaklaşmak da ancak sağlıklı bir ruhla mümkündür.

Farâbı, bu görüşüyle Alfarabus olarak tanındığı Batı'ya çok etki etmiştir.Aristo'nun ''Organun''adlı kitabına dair yazdığı şerh Roger Bacon, Alman filozofu Büyük Albert (Albert le Grand)gibi ünlüler için yol gösterici oldu.Duyuların yanı sıra, sezginin de ilimde önemini ilk önce Farâbî belirtti. Bu görüşe, Batı’da Fransız Bergson Alman Steiner ve benzeri etkili düşünürlerde de rastlıyoruz. Eserleri arasında El-Medinetü’l-Fâzıla (İdeal Şehir) çok mühimdir. Kitabına bitmez tükenmez bir mücadele olarak nitelendirdiği tabiat kuvvetlerinin tasviriyle başlar. Bu mücadelelerde her canlı varlık, diğer bütün canlı varlıklarda, kendi varlığına son verecek bir yetenek gör­düğünden, "Kelbiyyun" şöyle düşünür: "Bu cihanşümul mücadelede, akıllı olan iradesini başkalarının iradesine göre şekillendirir; eğilir ve böylece de kendi isteklerinin tamamını elde eder." Savaş kaçınılmaz bir durumdur ve tabiidir; bütün tabiat kanunlarında olduğu gibi, hak kuv­vetlinindir. Tarih, kuvvetlinin zayıfa boyun eğdirdiğine dair örneklerle doludur. Bunun için, akıllı olan gücünün yetmeyeceğinin karşısında eğilir." Bu realiteye Fârâbî karşı çıkar; insanları hırs, kavga, kıskançlık değil; akıl, fe­dakârlık ve sevgi üzerine cemiyeti kurmaya davet eder. Bu fikirlere yüzyıllarca sonra Batılı filozofların cemiyetin oluşmasını izah eden nazariyelerinde rastlıyoruz. İnsan­lar arasındaki ilişkinin mücadele olduğunu belirtmekle sistemini "insan insanın kurdudur." (Homo homini lu- pus) esasına oturtan Hobbes’e öncülük etmiştir. İnsanla­rın toplu yaşamak zorunda olduklarından, "akıl, fedakâr­lık ve sevgi" ile, yâni gönül rızasıyla bir araya gelmeleri gerektiğini belirterek, Rousseau’dan önce sosyal muka­vele (Contrate social) teorisini öne sürmüştür.

Hayvan ve bitkiler üzerinde deneyler yapan Câbir İbni Hayyan (öl. 815) elde ettiği sonuçları sistemli bir şe­kilde kaydetti. Ham azotun hazırlanmasını keşfettiği gibi, çeliğin ve diğer madenlerin arıtılmasında ciddî bir usul geliştirdi. Asit’i keşfeden Ebû Mûsa Câbir-i Tûsî (öl. 876) modern kimyanın kurucularından biridir.(36) Kimya ilminde devir açtıkları kabul edilen Pristley ve Lavosier’den çok daha önemli olduğunu belirtenler az değildir.

Matematik âlimi Ebul Vefâ Buzcavî (940-998) Tanjant ve Kotanjantların cetvellerini yapmıştır. Buzcavî’nin bu­luşları Batı’da XV. yüzyılda Alman âlimi Johann Müller tarafından yeni buluşlarmış gibi ileriye sürülmüştür. Batı’da kullanılan bugünkü rakam sistemleri de XVI. yüz­yılda Araplardan alınmıştır. Menşeinin Hint olduğu iddia edilen bu rakamlar hakkında Sedillot şöyle demektedir: "Her ne kadar Müslümanlar bizim (chiffres Arabes= Arap rakamları) dediğimiz sisteme (chiffres İndies= Hind rakamları) diyorlarsa da, bu durum o rakamların menşeini Hindistan saymamıza kâfi değildir. Çünkü Müslümanlar Proclus’un tarif ettiği bir âlete de (Cerele İndien=Hint Çemberi) adını vermişlerdir. Zaten Arap rakamlarının şekil itibariyle Hint rakamlarından büsbü­tün başka türlü olduğu da tespit edilmiştir.(37)

Çok yönlü bir âlim olan Ebu Ali El-Hüseyin İbni Sînâ (980-1037) geniş ilâvelerle tabiî ilimlerin bütün dalla­rını zenginleştirdi. İbni Hallegan ondan şöyle bahseder: "On yaşına geldiği zaman, Kur’an’ı ezberlemiş ve umûmî edebiyatı bitirmişti. İlâhiyat, aritmetik ve cebirden de an­lıyordu."(38)Küçük yaşta, herhangi bir resmî eğitim görme­den hekimlik bilgilerini elde etti. Buluğ çağında ise hasta tedavi etmeye başladı. On yedi yaşındayken Buhara hü­kümdarı Nuh İbni Mansur’u sağlığına kavuşturunca, ünü birden arttı; resmen saraya bağlandı ve sarayın kütüpha­nesinde çalışma imkânına kavuştu. Eski çağlarda tıbbın kurucusu sayılan Hippokrates (Hippocrate)’e mukabil, ortaçağda tıbbı yeni baştan kuran İbni Sînâ, "Tıbbın sul­tanı" unvanını hak etti".(39) Tıp konusundaki ilk bilgileri, tıp alanına ait hadislerden oluşan "Tıbb-ı Nebevi"ye da­yanır. Ortaçağ ve Rönesans Avrupa’sı Hippokrates ve Falien’den fazla İslam hekimlerini; bilhassa İbni Sînâ’yı takip etmiştir. Kaleme aldığı yüz kadar kitap arasında tıp için ikisi çok önemlidir. Bunlardan biri "Kitabu’ş-Şifâ"dır On sekiz dit olan bu eserde matematik, fizik, metafizik ekonomi, ilahiyat, musiki, siyaset konularım da ele alır.

Diğeri ise 'Kânun Fi’t-Tıb"dır. Bu kitapta fizyoloji, hi' yen, tedâvi ve ilaç konuları hakkında bilgiler verir. nun Fi’t-Tıb" XII. yüzyılda Latince ’ye tercüme edilmiş ve yüzlerce yıl Avrupa tıp fakültelerinde en önemli kitap olarak okutulmuştur. Montpelier ve Lovain Üniversitele­rinde XVII. yüzyılın yarılarına kadar başlıca tıp kitabı bu eserdi.(40) Onun Batı’da ne derece etkili olduğu şu cümle­den de bellidir: "1617 tarihli bir üniversite yönetmeliğin­den anlaşıldığına göre, Râzî ile İbni Sînâ tercümeleri tam altı yüz yıl Avrupa üniversitelerinde ders kitabı olarak okutulmuştur."(41) Batılıların Avicenna diye andıkları İbni Sînâ, dağdağalı geçen ömründe çok değişik konularla il­gilendi. İlmî buluşlar yaptı ve eserler verdi. Zelzeleye merkezî sıcaklığın (mağma - nâr-ı merkezî) sebep oldu­ğunu ilk defa o ileriye sürdü. Su ve hava basıncını "Ne­cat" adlı kitabında işledi. Bunlar Batı’da ancak XVII. yüzyılda anlaşıldı. İtalyan fizikçisi Toriçelli onu yüzyıllar­ca sonra takip etti. Hareket, kuvvet, boşluk, ışık ve özgül ağırlık üzerine orjinal çalışmalar yaptı. Mineraller hak- kmdaki eseri XVIII. yüzyıla kadar Avrupa minerolojisi-nin temel kitabı oldu.(42)Dağların meydana gelişi hakkındaki fikirleri de dikkat çekicidir. Euclide’yi tercüme etti. Astronomiye dair müşahedelerde bulundu. Aynı zaman­da şâir ve filozoftu. Descartes’in "Düşünüyorum, öyleyse varım" düsturu, İbni Sînâ’da da aynen bulunmaktadır. Aristo’nun ortaçağ boyunca yaşamasına sebep olanlar­dan birisi de O’dur; yazdığı şerhler Roger Bacon gibi ün­lüler açısından bile paha biçilmez niteliktedir. Metafizik konularında da Batı’yı çok etkilemiştir: "İbni Sînâ varlık teorisiyle öyle bir etki yapmış oldu ki, Latin skolastikleri arasında kendisine bir şeyler borçlu olmayan tek metafi­zikçi yoktur."(43)

Ebu’l Reyhan Muhammed İbni Ahmed El Birûnî (973-1048) matematikçi, fizikçi, astronom, filozof, tarih­çi, coğrafyacı, dilci ve şâirdir. Harzem ve Taberistan hü­kümdarları ona saraylarında yer verdiler. Gazneli Mahmud, Harzem'de İbni Sînâ ve el-Birûrn'nin varlıklarım öğrenince, sarayına gönderilmelerini istedi.Harzem hükümdarı  da buna itaat etti.İbni Sînâ davete icabet etmedi ve çöllere kaçtı. El-Birûnî ise Gazneli Mahmud'un sa rayına yerleşti; Hint seferine iştirak etti.

Dünyanın yuvarlaklığını bilen El-Birunî, Dünyanın her gün kendi mihveri etrafında bir defa ve yılda bir defa da Güneş’in çevresinde döndüğü kabul edilirse, astrono­mik verilerin doğru çıkacağına inanmıştı. Coperniaıs’tnn beş yüz yıl önce,’“ Birûnî’nin şu bilgileri vermesi ne kadar dikkat çekicidir: "Gündüz, gece değişikliklerini yapan Güneş değildir; bilakis kendi mihveri etrafında dolaşan Dünyanın kendisidir."Hatta El-Birûnî’nin İbni Sînaya yönelttiği sorulardan hareketle gezegenlerin dâiresel de­ğil, elips biçiminde hareket ettiğinin farkında olduğu id­dia edilmektedir.(44)

İncil’e ters düştüğü için Batı bu gerçekleri görmez­likten gelmeye kendini mecbur hissettiği dönemlerde Birûnî "El-Mârut" dediği bir âletle her şeyi dünyanın mer­kezine doğru çeken yer çekimini de tespit etti.'(45) On sekiz değerli taşın özgül ağırlığını tayin etmiş ve bir cismin öz­gül ağırlığının, taşırdığı suyun hacmine tekabül ettiğini bulmuştur. Geometriye teoremlerin ispatım getiren de odur.(46) Birleşik Kaplar Kanunu’nu o bulmuş, hidrostatik prensibinden faydalanarak, menba sularının ve artezyen kuyularının çalışmasını da o icat etmiştir. Etnografya ve kültür tarihine küçümsenemez katkıları oldu. Araştırmalarını tam bir objektiflikle yapmaya çalıştı.İlk önemli eseri-esen Asârul l-Bakiyye"nin önsözünde ilim anlayışına ve ilmi araştırmaya dair prensiplerini buluyoruz. "İster eski âdetler, ister partizan davranışlar, ister rekabet ya da karşısındakini etki altına almak isteği olsun, insanları gerçeği görmez hâle getiren heı türlü sebebi ortadan kal­dırmalıyız."

Yıllarını Hindistan'da geçiren Birûnî, ahalinin dille­rini, adetlerini, kastlarını, kısaca kültürünü araştırdı; en dikkat çekici eserlerinden biri olan "Târihü’l-Hind"i 1030 yılında yazdı. Hint ve Yunan filozoflarını mukayese etti; Hindistan'ın asla bir Sokrates yetiştiremeyeceği kana­atiyle, ilimlerini hayalden kurtaramadıklarını belirtti.

Descartes ve Kant'ın İslam dünyasındaki en önemli hocaları Ebu Hâmid Muhammed Gazâlî (1058-1111)dir. "Şüphe Hak'ka götürür" prensibi ile Descartes’e, aklın bütün problemleri çözmede yeterli olmayacağını ileriye sürmekle de Kant’a öncülük etmiştir. Bilhassa Descartes, Gazâlinin âdeta takipçisidir. Descartes’in Hollanda Kra­liçesi Elizabeth’e kader konusunda yazdığı mektuplarda Gazâlinin El-Munkızu Mine’d-Dalâl kitabının etkisi çok açıktır. Akıl ve tabiattan daha çok vahye güvenmesi de onu Pascalın, Malebranche’nin öncüsü yapmıştır.(47) Saint Thomas ve onun ardından giden Raymond Martini filo­zofların dîne hücumlarına Gazâlinin getirdiği delillerle cevap vermişlerdir.

Ebu Câfer El Gafîkî de Botanik konularında Batı’yı etkiledi. Gafikî, İspanya ve Kuzey Afrika’da topladığı çok değişik bitkilere Arapça, Berberice, Latince adlar verdi; "El Edviyetü’l-Müfrede" ismindeki kitabında da bu bitkileri nitelendirdi. "El Mugnî Fi’l Edviyetü’l Müfrede" ve "El-Câmî Fi’l-Edviyetü’l-Müfrede" adlı eserleriyle ün yapan İbnü’l Baytar, Gafikî’nin takipçisidir. Bitkilerin özelliklerini, hangi hastalıklara karşı kullandıklarını gös­terdi.(48) Eczacılıkta değeri olan bitkileri El-Dinâverî "Kitâbu’n Nebat" (Bitkiler Kitabı)’nda anlatmaktadır. Bu kitapta» anlaşıldığına göre Müslüman botanikçiler aşılama yoluyla yeni meyveler elde etmeyi biliyorlardı, Gül ve bâdem ağaçlarını aşılayarak nadir ve muhteşem çiçekler ye­tiştirmeye çalışıyorlardı(49)

"Sürekli yaratma" nazariyesini ilk defa İbni Rüşd (1126-1198) ileriye sürdü. Felsefede olduğu kadar tıpta da şöhret sahibi olan, Batının Auerroes olarak adlandır­dığı Ibni Rüşd. bilhassa Avrupa da derin tesirler bırak­masına rağmen, orijinal felsefesi yoktur. Aristo, Fârâbî ve İbni Sînânın yorulmak bilmeyen takipçisidir.

Muhyiddin-i Arabî (1165-1240) aklın sınırlarını çok zorlamış bir bilim insanı, bir mütefekkirdir. Eşyanın ma­hiyetini tam anlamıyla bilmemizin mümkün olmadığı, yalnız maddenin ayrılmayan vasıflarını bilebileceğimiz iddiasındadır. Kant'ın tenkitçi düşüncesi de bu noktadan kaynaklanmıyor mu? Arabi’ye göre, hakikat maddî ve manevî olabilir. Maddî ilimler his ve akıl, manevî ilimler ise keşif ve ilham yollarıyla kazanılır. His ve akılla ancak tabiatın dış bünyesine ve vasıflarına dair bilgi ediniriz. Keşif ve ilhamla, his ve akılla ulaşamadığımız yerlere va­rırız. Arabî, çok değişik çağlarda yaşamış, değişik görüş­lere sahip ilim ve fikir insanlarına kaynaklık etmiştir. Pascal, Malebranche gibi mistik mütefekkirleri etkiler­ken, Batı’da mâneviyata cephe açan Spinoza da ondan çok yararlanmıştır. Spinoza tabiatı iki kısma ayırır. Ya­ratıcı tabiat (natura naturante), yaratılmış tabiat (nature naturel) yani eski deyimle tabiat-ı tabia ve tabiat-ı matbûa” bir başka söyleyişle "Allah ile alem, zat ve müessir olması itibariyle, fâil-zâhir ve edilgen (müteessir)- tabiat" düsturunu Arabi’den almıştır."(50) Fakat Arabi’ye göre, ha­kiki sebep (illet) ancak Allah’tır. Bir de husûlü üzerinde durmadığımız, maddenin oluşmasına vesîle teşkil eden âdî sebepler vardır.

Fransız filozofu Malebranche, âdî se­beplerin de yaratılmasını Allah’a bağlıyor. Muhakkak ki sebeplerin hepsini yaratan Allah’tır; hepsi de, şöyle veya böyle Allah ın varlığına işârettir. Kelâmcılara göre, zâhirde görünen hadise (Âruz phonemene) baki değildir,fanidir, geçicidir. O ancak Allah'ın yaratmasıyla vuku bulabilir. Araz(sonradan vesile olan) ancak cevher (substunce)ile ayakta durur; cevher ise arazsız bulunamaz.Bu Alem cevher ve Arazın birleşmesiyle meydana gelir; "Yaratıcı"dan hâli olamaz. Ayrıca Arabî "Hiçbir şeyin haki­kati mahvolmaz" prensibini ileriye sürerek "Hiçbir şey yokluktan yaratılamaz ve hiçbir şey yok olmaz" kanunu­nu ileri süren Lavasier'in ve "Doğum, ölüm sırf bir isim­den ibarettir; ne tamamen mahvolmak ne de yeniden ha­sıl olmak vardır." şeklinde düşünen Leibniz’in öncüsü ol­duğunu haber vermiştir. "Cansızlar canlıdır" iddiasında bulunan Paracelsus, Bruno, Campenalla, F’echer, Ara­bi’den farklı bir şey söylemiyorlardı.

Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî (1206-1274) "Hayat rü­yadır" görüşüyle, Schopenhaur’a öncülük etmiştir. "O, sensin, varlığını kendinde ara" sözü Steiner gibi pek çok Batılı bilgine ışık tutmuştur. Sürekli yaratmaya dair de şunları söylemektedir: "Bu dünya ile öte dünya hiç dur­madan doğurur. Her sebep bir ana, onun sonucu da ço­cuktur. Sonuç doğunca o da bir sebep, yâni ana olur ve şaşırtıcı sonuçlar doğurur. Bu sebepler kuşak kuşak üstü­ne eklenir. Ne var ki bu sebepler zincirindeki halkaları görecek gözün aydın olması gerekir."

Ausguste Comte’un yaptığı ilimlerin tasnifini Ebu’l Bereket Bağdadî’de görüyoruz. Mostesqueu’nun, Durkheim’in sosyolojilerinin esasları İbni Haldun’da bulun­maktadır.

Ortaçağ Batılı coğrafyacıların, İslam coğrafyacılarıy­la mukayese edilemeyeceklerini, günümüzün Batılı coğ­rafyacıları da kabul etmektedirler. Ortaçağda Batı’da ha­ritacılık usullerinin, Dünyaya dair bilgilerin karanlık ve bâtıl itikatlarla dolu olduğu, İlmî coğrafyaya ancak Müs­lüman coğrafyacıların Latince’ye ve diğer Avrupa dilleri­ne tercümesinden sonra geçildiği, Batı kaynaklarında da ifade edilmektedir. SicilyalI İdrisî’nin "Nüzhetü’l-Müştak'ının,İbn Havkal'ın ''Kitab-ul Mamalik ve'l Mesalik'inin,Ebul Ferda'nın 'Takvimul Buldan'ının,yahut Hamevi'nin 'Mucemul Buldan'ının,İbn Hardadbih'in,Fergani'nin,El Biruni'nin ve benzerlerinin Batıdaki etkilerini inkâr etmek mümkün değildir.Bu konuda Watt şöyle yazmaktadır

"Avruplıların edindiği en geniş ve en doğru coğrafi bilgiler Müslümanlar sayesinde olmuştur. Malmesburglu William’in XII, yüzyılın babında yazdığına göre, o zamanki insanlar Avrupa hariç, hâlâ bütün dünyanın Müslümaıılara ait olduğunu zannediyorlardı.(51)

' İslam tarihçiliği de,Yunan tarihçiliği ile mukayese edilemez. Hatta tarihçiliğin İslam medeniyetinin bir ürunü olduğunu ileriye sürenler de az değildir. Bunu iki se­bebe dayandırmaktadırlar. Dinin emri olduğu için Müs­lümanların bütün ilimlerin köklerine inmeleri, onlara azamî özen göstermeleri ilk sebep kabul edilmektedir, İkinci sebep olarak da, Araplar kadar ecdat silsilesine önem veren bir başka milletin bulunmamasına bağla­maktadırlar. Kanaatimizce Müslümanların Hz. Peygamber’e sevgilerini de bunlara ilave etmek gerekir. Zira ilk tarih kitaplarından birisi Muhammed İbni ishak’ın 767’de yazdığı "Siyer-i Nebí" (Hz. Muhammed’in Hayatı) adlı eseridir.

İslamiyet’ten sonra bu anane, yâni geçmişin izini sürmek, tarih yazmak merakı diğer İslam milletlerine geçti. Bunun içindir ki pek çok Müslüman gibi İbni Ku- teybe de (828-889) insanlığın tarihini kaleme almaya kalktı. Ebu Câfer El Taberî ömrünün kırk yılını vererek, "Kitabu’l- Ekber Er-Resul ve’l-Mülk" adlı eserini yazdı. Bu eser yaradılıştan 913 yılına kadar Resullerin ve hü­kümdarların tarihini vermektedir. Bugün sâhip olunan on beş cildin, orjinalinin onda biri olduğu iddia edilmek­tedir. (52)Taberî de her olayı, Bossuet gibi, Allah’ın takdiri ile izah ediyordu. Eserinde kronolojik sıra takip etmiş, anlattıklarının yanında hadislere yer vermiştir. Kaynakları zikretmesi de ilim anlayışını ve araştırma metodunu gösteren bir delildir.

Büyük seyyah olan ve Çin Denizine ulaştığını söyleyen El-Mesûdî, Taberî'nin takipçisidir, Gezdiği yerleri, müşahede ettiği olayları otuz ciltlik bir eserde topladı. Eserini çok uzun bulduğundan sonradan onu, "Altın ve Kıymetli Taş Madenleri, Çayır" diye kısalttı. El-Mesûdi den hareketle Durant Müslüman tarihçiler için şöyle demektedir: "Tarih ve coğrafyayı rahatça birleştirmekte­dirler. Beşerî olan hiçbir şey onlara yabancı değildir. Ve hepsi de çağdaşları tarihçilerden üstündür."(53)

Batı’da ise tarih merakı çok yakın zamanlarda doğ­du. Vıco,Hegel,Kari Marx’dan sonra büyük önem kaza­nan tarih felsefesi, yukarıda belirtilen sebeplerden dolayı altı yüz yıl önce Ibni Haldun tarafından va’z edildi. Haklı olarak o, birçok noktalardan da tarihî maddecilerin, sos­yologların, beşerî coğrafyacıların öncüsü sayılmaktadır.

Müslümanlarla temasa geçmeden önce Batı musikîsi yalnız kilise İlahîlerinden (hymne) ibaretti. Musikîlerini nota ile seslendirmelerine İslam-Doğu musikisi sebep ol­du. Müslümanlar daha yedinci yüzyıldan itibaren usûle dayanan eserler yazdılar. Bu tarz 1190 yılına kadar Batı­lılarca bilinmemekteydi. Sol anahtarını ve beş hatlı nota­yı ilk defa Müslümanlar kullandıkları gibi, şef asâsı da Medineli Suryaj isminde bir musikişinastan gelmekte­dir.(54) Pek çok musikişinasın eserleri Batı’ya tercüme edildi. Bunların arasında Ebu’l Ferec (Ali bin Mehmed Ebul Ferec),in "Mecmuâtü’l-Elhan" adlı eseriyle, Fârâ- bî’nin "Anâsırü’l-Musikî"si zikredilmeye değer.

Ortaçağda İslam âlemi ilim bakımından Batı ile mu­kayese edilemeyecek kadar ileri olduğu gibi, aynı zaman­da "Bin bir Gece Masallarının diyarıydı. Güç, kuvvet gi­bi zenginlik de orada toplanmıştı. Her şeyiyle Batı’yı etkiliyordu. Von Lecog’un dediğine göre Türkistan’dan Avrupa’ya moda elbiseler getirilmişti. Yapılan kazılar­dan çıkan heykellere bakarak bugünkü Batı kıyafetinin de Türkistan menşeli olduğu ileri sürülmektedir.

İslam bilgin, düşünür ve sanatkârları Arapça’yı kul­lanmalarına rağmen, belki de aralarında Arap olmayan daha çoktu. Ama Kurtuba, Semer kant arasında İslam bilginleri gramer çalışmalarıyla Arapça’ya klasik şeklini vererek parlak bir edebiyatın temellerini attılar. Hazırla­dıkları lügatlerle kelime hâzinelerini düzene koydular. Ansiklopedi ve antolojilerle pek çok eserin gelecek nesil­lere intikalini sağladılar. Yoğun çalışmalarla oluşturulan bu edebiyatın Batı’ya tesir ettiği de bilinmektedir. Kafi­yenin bile İslam âleminden Batı kültür dünyasına intikal ettiği belirtiliyor.(55) Batı’da edebiyat, İtalya ile İspanya’dan diğer Avrupa ülkelerine yayıldı. Bilhassa eski İs­panyol, İtalyan edebiyat ürünleri İslâmî etki altındadır­lar. Hatta ünlü Dante’nin, kendisini klasikler arasına da­hil eden "İlahî Komedya"sını dahi Arap yazar ve şâiri Ebû Âlâ Maarrî’nin "Risaletü’l-Gufran" adlı eserinden kopya derecesinde aldığını İspanyol bilgini M. A. Polacio (1918 yılında) ispat etti.(56) Batı edebiyatının yüz akı kabul edilen Donkişot (Donquichotte) da İslam edebiyatının etkisiyle ortaya çıkan bir ürün kabul edilmektedir.(57)

İslam’ın etkisi Batı’nın bütün hayatında görünmek­tedir. İslamiyet’in ilk dönemlerinde ortaya çıkan harikulâde hukuk da Batı hukuk anlayışını çok etkilemiştir. Batı’nın ciddî âlimleri de bu gerçeği bilmekte ve inkâr et­memektedirler. Ay haritaları literatüründe pek çok yere Bettânî, Ebu’l-Fi’da gibi İslam bilginlerinin adları veril­mesi de ilim erbabının kadirşinaslığının ifadesidir.

Muhakkak ki İslam âlimlerinin ve medeniyetinin Ba- tı’ya tesirleri bunlardan ibaret değildir. İslam âlimleri ve medeniyeti de yabancılardan faydalandılar. İlimler insan­lığın ortak malıdır; onu idrak eden zihinlerin istifadeleri tabiîdir. Eski Yunan, hatta az da olsa Hint ilimlerini ter­cüme ettiler. Bazıları onları üstat kabullendiler; kimileri de üstatlarının ardından gitmeyi görev bildiler. Meselâ Ibrahim-i Muazzam Anqxogarosi, Ebu’l-Huzeyl Democrite’yi takip ettiler. Diğer taraftan pek çokları da fikirle­rine ters gelen Yunan flozoflarına hücumda bulundular; reddiyeler yazdılar. İlk İslam diyalektiği (Cedel)nin bura­lardan doğduğu da söylenebilir. İslam dünyasının eski Yunan’la ilim ve kültür alışverişini Luvis Young doğru olarak şöyle yorumlamaktadır: "Müslümanların Yunan kültürünü geliştirmiş olmaları, dünya kültür tarihinin çok önemli halkalarından birini oluşturur. Pek tabiî olarak bu İslam uygarlığının eski Yunan uygarlığının soyut bir taklîdi yahut onun bir yansıması olduğu anlamına gel­mez.İslam uygarlığını münakaşa ederek değerlendirme­ye koyulduğumuzda- İslam sayesinde Arap yarımadasın­da ortaya çıkan parlak düşünceleri ve Müslümanların bu düşüncelerden, Yunan kültürünün verilerini sentezleyerek yeni bir kültür, özgün bir uygarlık meydana getirdik­lerini aklımızdan hiç çıkarmamalıyız."

Batı’da uzun zaman ciddî bir yanılgı yaşandı. Yunan medeniyetini kendiliğinden doğmuş sanıyorlar, "Yunan mucizesi" diyorlardı. Avrupalılar, Homeros’la ve İyonya filozoflarıyla başlayan bu medeniyet devrine yerden fış­kırmış bir kaynak nazarıyla bakıyorlardı. Halbuki onlara bu medeniyet Mısırlılar, Sümerler, Babililerden gelmişti; denizci Finikeliler de onun en büyük taşıyıcılarıydı. Bu medeniyetlerin ardında da Uzak-Doğu, Hindistan bulun­maktadır. Aslında ilimler, medeniyetler gezen nesneler­dir; nerede kendilerine uygun zihniyet ve ortam bulurlar­sa, orada kökleşip, meyvelerini verirler. İlk birikimlerin nerede başladığı medeniyet tarihçilerinin ebediyyen meçhûlü kalacaktır. Her bulunan medeniyetin mutlaka bir evveliyatı vardır. Mantık bizi insanın menşeine götür­mektedir.

Elbette Mısır, Bâbil ve Sümerlerden aldıklarına Yu- nanlılar çok şey kattılar. Müslümanları da, önce de belirtildiği üzere, Yunan taklitçisi saymak hatalıdır; Müslümanlar Yunan mirasını sadece unutulmaktan kurtarma­dılar; aldıkları malzemeyi geliştirdiler ve zenginleştirdi­ler. Batı’yı da çok etkilediler. Meselâ XVIII. yüzyılın sonlarına doğru Avrupa’da kuvvetli bir İbni Rüşdcülük (Averroisme) cereyanı belirdi. Bu hareket İbni Sînâcılık akımıyla karşılaşıp, çarpıştı. İbni Rüşdcü olan da, İbni Sînâcı (Augustinisme) olan da Avrupalı idi. Nihayet İbni Sînâcılığın tekamülünden doğmuş Thomisme felsefesinin galebesiyle sonuçlanan bu fikir mücadelesi Ortaçağda İs­lam felsefesinin Batı’da ne kadar etkili olduğunu göster­mektedir.

Aslında Max Scheler’in dediği gibi her millet veya ümmet büyük medenî akışla birleşen ve o akışa karışan bir sudur. Oswald Spenglerin sandığı şekilde kendi içine kapanmış, başkalarından habersiz ve kendi kendine do­ğup büyüyen, devresini tamamlayan medeniyet yoktur. Eski Çin-Hint, Orta Asya, Sümer, Mısır, Bâbil’i Yunan ve Latin’de, Yunan ve Latin’i İslam dünyasında, İslam medeniyetini de Avrupa’nın Rönesans ve sonrasında gö­rüyoruz. Değişik medeniyetler yan yana yaşamalarına rağmen aynı dönemde çağa damgasını basan insanlığın tek bir yüksek medeniyeti vardır, o da insan toplulukları arasındaki karşılıklı tesirlerin büyümesi, çoğalması ve ge­nişlemesiyle boy atmaktadır. Karşılıklı tesirlerden doğan kıvılcım bir başka verimli toprağa düşebilir; ama o kıvıl­cım koptuğu ateşin özelliklerini hâvidir; boy atarken düş­tüğü ortamın özelliklerini de bünyesine katar.

Bir yanlış kanaat da ilimlerin metotlarının Batı’da ortaya çıktığıdır. Önce de belirtildiği üzere araştırma, in­celeme, deneme metotlarını ilk dönem Müslümanları, bilhassa Şam ve Bağdat’ta tatbik ediyorlardı. Sonra bu metotlar bütün İslam dünyasına yayıldılar.

Fakat Hıristiyanlarla Müslümanların ilme bakışları farklıdır. Havari Paulus, "Tann hikmeti aptallığından mı dünyaya açıklamadı?" diye sorarken ilmin önüne set çekiyordu. Kur’an ise pek çok âyetinde ilim ve ilim adamla­rını övüyor; Hz. Peygamber de İlmi, bir kâfirin dudakla­rından olsa dahi alınız", 'Tahsil hem kadın için, hem de erkek için farzdır", 'Tahsil, cihâd-ı mukaddestir", "Âlim ol, yâhut âlimlerin talebesi, yahut dinleyicisi, veyahut dostu ol; fakat beşinci bir vaziyette bulunmamaya dikkat et; çünkü mahvolursun.", "Bu dünyayı isteyen ilme sarıl­sın, âhireti isteyen ilme sarılsın; hem bu dünyayı, hem âhireti isteyen ilme sarılsın" gibi hadislerle ilmi teşvik ediyordu. İslamiyet, ırklar, milletler, kişiler arasında mutlak bir eşitlik ilan ettiği halde Kur’an-ı Kerim yalnız âlimle cahili eşit tutmamış ve bu konudaki hükmünü de Zümer Suresi’nin dokuzuncu âyetinde şu yüce ibareyle insanlığa ilan etmiştir: "Bilenlerle bilmeyenler hiç eşit olur mu?"

Bir de din telakkileri ilim bakımından etkili oluyor­du. Hıristiyanların mukaddes kitabını okumak ruhban sı­nıfına aitti. Bu sınıfa ait olmayan bir kişi ona yaklaşamazdı. Bu da okuma, yazmayı sınırlandırıyordu. Hunke IX.-XII. yüzyıllarda Orta-Avrupa’da okuma-yazma bil­meyenlerin oranının %95 olduğunu acı bir üslûpla ifade etmektedir. Halbuki İslam âleminde köy ve şehirlerde kız ve erkek çocukları Kur’an sûrelerini ezberlemek için gayret sarf ediyorlardı. Konuşmaya başlayan çocuk kelime-i şehâdeti ezberlemekle öğrenim devresine girerdi. İslam ülkeleri, imkânların el verdiği ölçüde bir mektep havasına büründürülürdü. Câmilerde, çeşme başlarında, açık havada öğretim ve eğitim yapılırdı. İlk öğretim oku­yup, yazmaktan başka, karakteri teşekkül ettirmeyi, ikin­ci öğretim basamağı ise bilgi vermeyi hedef tutardı. Alimler câmilerde Kur’an tefsirleri yapar, hadis, ilahiyat ve hukuk dersleri verirlerdi. Zamanla ilâhiyat ilmine gra­mer, dil, edebiyat, mantık, matematik, astronomi ve di­ğer ilimler eklendi. Bir şehre gelen öğrenci veya meraklı giriş kapılarına, duvarlara asılan listelerden günün hangi saatinde, câmilerde hangi dersin yapıldığını öğrenir, ken­disine uygun hocayı bulmakta güçlük çekmezdi.

Müslümanlar ve Batılılar ilimlerde farklı gayeler ararlardı. Her şeyde olduğu gibi, ilimde de Müslümanlar önce Allah rızasını gaye edinmişlerdi. 'Faydasız ilimden Allah'a sığınırım." lafzını benimsemek, onlar için başlıca amaç kabul edilmişti. Allah’ın yasakladığı hususlarda rı­zası aranmazdı; zaruret olmadıkça bu hususlar ilme konu edilemezdi.

İslam’da ilimler "hayır-şer" ayrılığı esası üzerine oturmuştur. İnsanlığa yararlı olacak, yani "hayırlı" ilimle­re zaman ve emek sarf edilirdi. Zararlı olabilecek husus­lar ilmin konusu yapılamazdı. Meselâ hiçbir zaruret yok­ken, ağır sarhoşluğu temin gayesiyle, daha etkili alkol üretmek için araştırma yapmak caiz değildir.(58)

İslam’da insanın Allah’ın yeryüzündeki halîfesi ka­bul edilmesinin gerektirdiği sorumluluklar da göz ardı edilemez. Hangi şart ve hangi durumda olursa olsun, im­kânlar sınırlıdır; bu sınırlılık takdim-tehir konusunu ilim insanlarının önüne getirir. Dünyanın herhangi bir yerin­de açlıktan ölen insanlar varken, insanlığa ne kadar yara­rı dokunacağı belli olmayan Ülker yıldızına dair araştır­ma yapmak caiz bulunmayabilir. "Benim vatandaşım" de­ğildir telakkisi, İslam’da revaç bulmaz; çünkü sorumlulu­ğun sınırı yoktur. Batı medeniyeti insanları dinlerine ve­ya bir başka kritere göre sınırlayabilir; imkânlarını da ona göre kullanabilir; ama İslam’da insan sınırlandırıla­maz; zira o bizatihi insan olmakla "Allah’ın halifesidir.

Dipnotlar:

1-Danişmend, İsmail Hâmi: İslam Medeniyeti, İst. 1982, s. 16
2-Durant, Will: İslam Medeniyeti, Ter. Orhan Bahaeddin (tarihsiz) İst, s. 89
3-Durant, Will: a.g.e., s. 88
4-Hunke, Sıgrid: İslam Güneşi, Ter. Servet Sezgin, İst. 1975, s. 245-246
5-Keklik, Nihat: Türk-İslam Filozoflarının Avrupa Filozoflarına Etkileri Konusunda Yeni Örnektir, İst. 1987, (s. 7’de İbn Mıskevenk, Risale Fin-nefs ve’l Akl (Arapça metin); s. 59-60 Mısır-M. Akkoun, Deux Epit- res des Miskoucayh, Domas 1961-1962 içindeyi gösteriyor.)
6-Keklik: a.g.e., s. 8’de Molebranche, Etretiens Surla Metaphysigue et sur la religion s. 92; 93’ü gösteriyor.
7-Keklik: a.g.e., s. 13-14’te Malobrohce, Hakikatin Araştırılması 2/674’i gösteriyor.
8-Campenalle: Güneş Ülkesi, Ter. Vedat Günyol-Haydar Kazan, İst. 1965 s. 32
9-Keldik, Nihat Felsefenin Tekniği, s. 171’de Malebranche Hakikatin Araştırılması 2/65-66’yı gösteriyor.
10-“ Keklik: Türk-İslam F.A.F.E-K.Y.Ö, s. 56
11-Bu konuda Durant şu bilgileri vermektedir "Kâğıdın Çin’de kullanılma­ya başlaması M. S. 105 yılına rastlar. Mekke’de 797, Mısır’da 800, Ispan­ya’da 950, İstanbul’da 1100, Sicilya’da 1102, İtalya’da 1154, Almanya’da 1228, İngiltere’de 1309 yılında kullanıldı. (Keklik: Türk-İslam F.A.F. E.K.Y.Ö. s. 81)
12-Watt, Montgomery: İslamm Avrupa’ya Tesiri, Ter. Hulusi Yavuz, İst. 1986 s. 34
13-İzmirli, İsmail Hakkı: İdam Mütefekkirleri ile Garp Mütefekkirleri Ara­sında Mukayese, Ankara 1987, s. 17
14-Danişmend: a.g.e. s. 42’de Artur Pelleger’in I. İslam dans Le Monde 1950 s. 97’yi gösteriyor
15-Durant: a.g.e., s. 98
16-Durant: a.g.e., s. 99
17-Danişmend: a.g.e. s. 6’da Risler La Civilisation Arabe eserinin s. 61’ini gösteriyor.
18-Danişmend: a.g.e. s. 37’de Risler La Civilisation Arabe eserinin s. 161-162’yi gösteriyor.
19-Danişmend: a.g.e. s. 46-47’de Risler La Civilisation Arabe s. 162’yi gös­teriyor.
20-Durant: a.g.e.s. 99
21-Watt: a.g.e. s. 42
22-Durant: a.g.e. s. 99
23-Danişmend: a.g.e., s. 26’da Jacques C. Risler La Civilisation Arabe s. 177-178’i gösteriyor.
24-Durant: a.g.e., s. 105
25-Hamîdullah, M: Islam Peygamberi, Ter. Salih Tuğ, c. II, Tıp bölümü
26-Hunke: a.g.e. s. 141-143
27-Hunke: a.g.e. s. 140
28-Hunke: a.g.e., s. 174
29-Durant: a.g.e., s. 107
30-Durant: a.g.e., s. 179-180
31-İzmirli: a.g.e., s. 16
32-Durant: a.g.e., s. 21
33-Durant: a.g.e., s. 107-108
34-Durant: a.g.e., s. 108
35-Durant: a.g.e., s. 10
36-Danişmend: a.g.e., s. 37-38’de L.P.E.A. Sèlidot Mate’riaux paux servir ai historié (comparè’des sciences mathématiques 1845-1849 paris s. 460’i gösteriyor.
37-Durant: a.g.e., s.108
38-Duran: a.ge., s. 111
39-Durant; a.g.e., s. 108’de şu bilgiyi vermektedir: ’’Paris Üniversitesi Tıp Fakültesi’nde iki Müslüman hekimin resimleri asılıdır: Râzî ve İbni Sînâ.w
40Danişmend: a.g.e., s. 31-32’de Cartier Morcurs et Coudemes des Musul­man 1955 s. 245’i gösteriyor.
41-Durant: a.g.e., s. 110
42-Goichon, A. M: İbni Sînâ Felsefesi ve Ortaçağ Avrupası’ndaki Etkileri, Ter. İsmail Yâkut, İst. 1980, s.137
43-Durant: a.g.e., s. 103
44-Nasır, Seyyid Hüseyin: a.g.e. s. 181
45-Durant, a.g.e.: s. 103
46-Danişmend: a.g.e., s. 60’da Louis Gillet Rebeu des deux mondes, 15.8.1946, s. 419-429 da Pascal ve Ghazzali’yi gösteriyor.
47-Madudin Halil: İ. İ.. İslam Medeniyeti Üzerine, Ter. Mehmet Yakın, İst. 1987, s. 63-64.
48Duran: a.g.e. s. 104 '
49-İzmirli: a.g.e. s. 34
50-’ Durant: a.ge., s. 91
51-Watt, Montgomery: İslam’ın Avrupa’ya Tesiri, Ter. Hulusi Yavuz, s. 31
52- Durant: a.g.e., s.

53- Durant, a.g.e. s. 54-
54-Danişmend: a.g.e., s. 29’da Charles Mills’in Histoire do Monammetis- me’nin Fransızca baskısı Paris, 1925, s. 438’i gösteriyor.
55-Yeni Hayat Ansiklopedisi, cilt II
56-Danişmend: a.g.e., s. 62
57-İmadüddin Halil: a.g.e., s. 86’da El Arap ve A’raba (Araplar ve Arapçı- lık) s. 36’yı gösteriyor.
58-Münif Paşa: Mecmua-i Fünun Mukayese-i İlm ü Cehl, 1862, c.l, s.l, s.
22-23

 

Mehmed Niyazi - Medeniyetimizin Analizi ve Geleceği
Devamını Oku »

Kuran-ı Kerimin Yeterliliği, Sünnet olmadan Din olur mu,bir müslüman Hz. Peygambere uymak zorunda mıdır?

Kuran-ı Kerimin Yeterliliği, Sünnet olmadan Din olur mu,bir müslüman Hz. Peygambere uymak zorunda mıdır? İslâm tarihinde çözülmelerin yaşandığı ve Kur'ân ruhundan uzaklaşıldıgı zamanlar âlimler çıkış yolunu Sünnetin içinde aramışlar ve orada da bulmuşlardır. Çünkü Kur'ân'ı en iyi anlatan şüphesiz Peygamberdir.

İslâm âlimlerinin hepsi, Kur'ân'ı açıklamada Peygamber (a.s.m.) sünnetini birinci kaynak olarak görmüşlerdir. Bunun dayandığı bir gerçek var mı?

Evet, peygamberlik görevi sadece Kur'ân'ı getirmekle bitmez; onu açıklamak, izah etmek ve nasıl tatbik edileceğini göstermek, onun görev sınırları içindedir. Meselâ şu âyetler onun İlâhî görevlerinden bir kısmını belirtiyor:

"Hak dini onlara açıklasın diye, her peygamberi Biz kendi kavminin lisanıyla gönderdik."(İbrahim Sûresi,14-4)

"O kimseler ki, yanlarındaki Tevrat ve İncil'de vasıflarını yazılı buldukları ümmî peygamber olan Resulullaha uyarlar. O peygamber ise kendilerini iyiliğe sevk edip kötülükten sakındırır; temiz ve güzel nimetleri onlara helâl, habis olanları ise haram kılar; daha önce kendilerine yüklediğimiz ağır yükleri ve üzerlerindeki bağları onlardan kaldırır. İşte ona îmân eden, ona hürmet eden, düşmanlarına karşı ona yardımda bulunan ve onunla indirilmiş olan nûra uyanlar, kurtuluşa erenlerin tâ kendisidir."(A'raf Sûresi, 7-157)

"Allah ve Resulü bir meselede hükmünü verdiği zaman, bir mü'min erkeğin yahut bir mü'min kadının artık işlerinde başka bir yolu seçme hakkı yoktur. Kim Allah'a ve Resulüne isyan ederse, apaçık bir sapıklığa düşmüştür." (Ahzab Sûresi ,33-36)

"Hayır! Rabbine and olsun ki, onlar, aralarındaki anlaşmazlıklar için senin hükmüne müracaat edip, sonra da verdiğin hükme gönüllerinde hiçbir sıkıntı duymaksızın tam bir teslimiyetle râzı olup uymadıkça iman etmiş olmazlar." (Nisa Sûresi, 4-65)

"Peygambere itaat eden Allah'a itaat etmiş olur. Kim bundan yüz çevirirse, seni öylelerinin üzerine muhâfız olarak göndermedik; sen ancak doğru yolu gösterip tebliğ etmekle mükellefsin."(Nisa, 4-80)

"Peygamber size ne emretmişse alın, neyi yasaklamışsa ondan da kaçının. Allah'tan korkun. Muhakkak ki Allah'ın azâbı pek şiddetlidir."(Haşir Sûresi, 59-7)

"De ki: Eğer Allah'ı seviyorsanız bana uyun ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah çok bağışlayıcı, çok merhamet edicidir" (Âl-i İmran Sûresi, 3-31)

Evet, buna benzer âyetler Peygamberimizin (a.s.m.) görevini, sadece Kur'ân'ı insanlara getirmekle sınırlı olmadığını belirtiyor.

Bunu biraz açabilir miyiz?

1. Efendimizin bir görevi özet şeklinde olan âyetleri açıklamaktır: Meselâ Kur'ân "Namaz kılın" diyor, ama namaz nasıl kılınacak? "Rükû ve sücud yapın" diyor, ama rükû ve sücud nasıl yapılacak, teferruat vermiyor. Kıyam nasıl yapılacak, ayrıntı yok. İşte Peygamberimiz "Ben nasıl namaz kılıyorsam öyle kılın" diyerek âyet-i kerimeyi şekil ve muhteva olarak açıklıyor ve nasıl tatbik edilebileceğini gösteriyor. Namaz, oruç, zekât, hac gibi Kur'ân-ı Kerimde mücmel (özet) olarak gelip açıklanmayan emirleri Peygamberimiz açıklıyor.

2. Efendimizin görevleri arasında, anlaşılması zor olan âyetleri açıklamak da vardır.

Meselâ âyet-i kerîmede, "Onlara karşı gücünüzün yettiği her türlü kuvveti ve cihad için ayrılıp eğitilmiş atları hazır tutun ki, onunla Allah'ın ve sizin düşmanlarınızı ve bunlardan başka sizin bilemediğiniz, fakat Allah'ın bildiği düşmanlarınızı korkutasınız" (Enfâl Sûresi,8-60) buyuruluyor. Bu âyette "Kuvvet ve savaş atlarını hazır bulundurun" tabiri geçiyor. Sahabe Peygamberimize sormuş: "Kuvvet nedir?" Peygamberimiz, "Bilin, kuvvet atmaktır, kuvvet atmaktır, kuvvet atmaktır" diye üç defa tekrar etmiştir. Her devrin değişen atma vasıtalarına süratle, vakit kaybetmeden ayak uydurmamızı emir buyurmuştur.

3. Sonra Kur'ân-ı Kerimin mutlak ve âm (sınırsız ve genel ifadeli olan) âyetlerini takyitle tahsis ediyor, yani onlara sınır getiriyor. Meselâ, "Allah alışverişi helâl, faizi ise haram kıldı"(Bakara Sûresi,2-275) buyuruyor. Bu âyet-i kerîmeye göre her şeyin alışverişi helâldir. Ama Peygamberimiz buna bir sınır getirerek domuzun ve içkinin alışverişini yasaklamıştır. Demek meşru alışverişin sınırlarını bu şekilde açıklamış oluyor.

Diğer bir örnek ise şu âyet-i kerimedir: "İman eden ve imanlarına zulüm bulaştırmamış olanlar-korkudan emin olmak işte onların hakkıdır ve doğru yola eriştirilenler de onlardır."(En'am Sûresi,6-82) Sahabe bu âyet gelince telâşlanıp Peygamberimize sormuş: "Hepimiz nefsimize zulmediyoruz. Yâ Resulallah, bizde zulme düşmeyen var mı?" Peygamber (a.s.m.) "Şirk pek büyük bir zulümdür" âyetini hatırlatarak buradaki zulmün şirk olduğunu açıklamıştır. Dolayısıyla bu neviden olan Kur'ân-ı Kerimdeki anlaşılması zor olan âyetleri Peygamberimiz açıklıyor.

3. Sonra Kur'ân'da olan meseleler ayrıca Peygamberimiz tarafından tekraren teyit ve te'kid edilmiştir. Böylece onun daha iyi anlaşılması sağlanmıştır. Bu da bu sadette söylenebilir.

4. Peygamberimizin bir de şâri' yönü, yani, Kur'ân'da olmayan hükümleri koyma yetkisi var. Meselâ, yiyeceklerden haram olanların isimleri iki âyet-i kerimede belirtilir. Ama onların hiçbirisinde eşek eti geçmez. Peygamberimiz Hayber Seferi sırasında, ehlî (evcil) eşek etini haram etmiştir.

Bunlar niçin Kur'ân'da açıklanmamış da Peygamberimize bırakılmıştır?

Kur'ân bütün teferruatı verseydi ciltlerle dolu bir kitap olurdu. Halbuki bu da Kur'ân'dan istifademizi zorlaştırır. Bu bakımdan meselelerin bir kısmının açıklamasını Peygamberimize bırakmıştır. Peygamberimize bıraktırmasının da ayrıca birtakım maslahatları var. Çünkü birtakım meseleler zaman içerisinde neshedilmiş, yürürlükten kalkmıştır.

Hem hadislerin bir kısmı bize zayıf hadisler şeklinde gelmiştir. Bu zayıf hadislerle amel ihtilâf getirmiştir. İhtilâf ise ümmet için rahmettir. Halbuki Kur'ân-ı Kerimde kesin olarak bütün bu meseleleri zikretmiş olsaydı, orada ihtilâf etme şartımız azalırdı. Dinimizin gelişen zamana ve toplum şartlarına göre esnekliği azalabilirdi. Halbuki dinimizin üstün bir yönü-kanatimce-zamana ve zemine göre yeni yorumlara imkân tanımasıdır. Bu güzel birşeydir.

Hattâ dahası var. Peygamberimiz de âlimlere bir marj bırakmıştır. Dinimizin güzelliği bu. Âlimler Kur'ân-ı Kerim ve Sünnetten hareketle hüküm koymada birtakım temel kaideler belirtmiş ve usul koymuştur. Âlimler bu usullerle yeni meseleleri yoruma kavuşturuyor. Böylece başka şeriata ve kültür sistemine ihtiyaç hasıl olmadan, kanun alma ihtiyacı duymadan yeni şartlara göre kanunlarımızı kendimiz koyabiliyoruz. Nitekim Osmanlının son dönemlerine kadar bütün ortaya çıkan yeni ihtiyaçlarımız kendi değerlerimiz çerçevesinde kanunlaştırılmış, Kur'ân ve Sünnetten çıkartılmıştır.

Halkımız hadislerle Kur'ân-ı Kerimi nasıl öğrenecek? Meselâ Yâsin Sûresini hepimiz çok okuyoruz. "Peygamberimiz acaba bu sûreyi nasıl tefsir etmiş" diye öğrenmek istesek, bunu nereden bulacağız. Bir usulü, yöntemi var mı bunun?

Öncelikle Kur'ân, Kur'ân ile tefsir edilir. Çünkü bir âyet diğer bir âyeti açıklar. Bir konu bir yerde bir yönü anlatılır, diğer bir yerde diğer bir yönü anlatılır ve hakeza. Fakat Peygamberimizin de Kur'ân'la ilgili çokça tefsiri vardır. Buharî'nin en geniş bölümlerinden birisi Tefsir'dir. Tirmizî'nin en geniş bölümlerinden birisi yine Tefsir bölümüdür. Kaldı ki Buharî ve Tirmizî'de yer almayan tefsire müteallik hadisler, başka kaynaklarımızda verilmiştir.

Ben bazan matematiği uygulayarak diyorum ki: bir doğru iki noktadan geçer. Aynı şekilde Kur'ân-ı Kerimden çıkaracağımız bir mânâda Kur'ân-ı Kerim çıkış noktasıdır. İkinci bir nokta olarak Hadise atıf yapmazsak, o zaman o tek noktadan binlerce görüş çıkabilir. Halbuki din nedir? Tevhid, birlik, beraberlik dinidir. O âyetten herkes kendi kafasına göre bir yorum değil, gerçeğe uygun yorum çıkaracaktır. Acaba Peygamber ne demiştir, ona bakacağız. Peygamber sözlerinde yoksa, acaba Sahabe ne demiştir, Tabiîn ne demiştir, Etbeuttabiîn ne demiştir, onlara bakacağız. Onlar Kur'ân'ı aslına uygun şekilde anlama şansına bizden daha çok sahipti.

Hadislere ne derece güvenilir?

Hadislere güvenmemek için bir sebep yok. Daha önce de belirttiğimiz gibi, Kur'ân-ı Kerim insanları Peygamberimize yöneltiyor, "Onun getirdiğini alın, onun yasakladıklarından kaçının" diyor. Yani Kur'ân ikinci bir kaynağı olarak devamlı şekilde Peygamberimizi nazara veriyor.

İkincisi Peygamberimiz kendisini öne sürüyor, Sünnetine dikkat çekiyor ve Sünnetle bu işin yürüyeceğini Peygamber Efendimiz ifade ediyor. Meselâ Peygamberimiz Hz. Muaz'ı Yemen'e gönderiyor. "Orada ne ile amel edeceksin" diyor. Hz. Muaz "Kur'ân'la amel edeceğim" diyor. "Kur'ân'da bulamazsan?" diye soruyor Peygamberimiz. "Sizin sünnetinizle," diyor Hz. Muaz. "Sizin sünnetinizde bulamazsam, içtihadımla" diyor. Peygamberimiz bundan çok memnun kalıyor. İslâm ulemasının hepsinin elinde delildir bu hadis. İçtihadın gerekli olması hususunda, Sünnetin delil olması hususunda bu delildir. Dolayısıyla Resulullahın sağlığında Sahabe ikinci kaynak olarak hadisi bilmektedir.

Hz. Ömer anlatıyor: "Ben emsalim bir kardeşimle münavebe yaptım. Bir gün o tarlaya gidiyor tarla işlerini yürütüyor, ben Resulullaha gidiyorum, orada Resulullahı dinliyorum. Akşam gelince emsalim olan kardeşime o gün Resulullahtan gördüğümü, duyduğumu anlatıyorum. Ertesi gün ben tarlaya gidiyorum, emsalim kardeşim Resulullahı takibe gidiyor, duyduğunu, gördüğünü akşam bana anlatıyor. Böylece Peygamberimizi her gün yakından takip etme fırsatı buluyoruz."

Bir Sahabî diyor ki: "Ben Resulullahtan her duyduğumu yazardım. Bana dediler ki, 'Resulullah da bir insandır. Bazan öfkeli halde konuşur, bazan sükûn halinde konuşur. Herşeyini yazmak doğru değildir.' Bunun üzerine vazgeçtim. Ama duyduklarım aklımda kalmaz hale geldi. Onun için yine Peygambere gidip durumu anlattım. 'Yâ Resulallah, senden güzel şeyler işitiyor ve bunları yazıyordum. Fakat Ensar böyle böyle söyledi. Bunun üzerine vazgeçtim. Ama şimdi yazmayınca da rahatsızım, ne yapayım?' dedim. Resulullah mübarek ağzını göstererek 'Bundan haktan başka birşey çıkmaz, yaz' buyurdu."

Yine Resulullaha uğrayanlar oluyor ve hafızalarından şikâyet ediyorlar. Peygamberimiz onlara "Sağ elini yardıma çağır" buyuruyor, yazmalarını söylüyor.

Bir başka şey daha söyleyeyim. Enes (r.a.) çok hadis rivayet edenlerin arasında yer alır ve Müksirûn denilen yedi kişiden biridir. Müstedrek'te rastladığım bir hadiste Hz. Enes diyor ki: "Ben Resulullahtan gündüzleri hadis yazar, geceleri tashih etmesi için ona okurdum." Yani, Peygamberimiz onun yazdıklarını düzeltiveriyor. Ondan sonra hadis ilminde talebelerin öğrendiği hadisleri hocalara götürüp okuması, arz etmesi söz konusu olmuştur. Talebe yazdığını, ezberlediğini hocanın önünde okur, hoca onu tashih ederdi ve öyle icazet alınırdı.

Bütün hadislere Kur'ân tefsiridir diyebilir miyiz?

Evet. Peygamberimiz (a.s.m.) yaşayışı ile Kur'ân-ı Kerimi pratiğe dökmüştür. Dolayısıyla Kur'ân'ın insanlardan istediği ideal hayat tarzı ve şekli Peygamberimizde kendini göstermektedir. Bunu eğer kulluk noktasından ele alırsak, Allah'a karşı kulluğumuzun nasıl olması gerektiğini en mükemmel şekilde Peygamberimiz göstermiştir. İbadetlerin hepsini Peygamberimiz en mükemmel şekilde yerine getirmiştir. Peygamberimizin kulluğu, Kur'ân-ı Kerimin bizden istediği kulluğun en mükemmel şeklidir, bütün yönleriyle. Beşerî münasebetler de öyle. İnsanlarla ve komşularıyla olan münasebetlerinde en güzel örnekleri göstermiştir. Karı-koca münasebetlerinde en güzel karı-koca münasebetlerini ortaya koymuştur. Çocuk terbiyesinde, çocuklara karşı nasıl davranılması gerektiğini göstermiştir.

Demek ki Peygamberimiz (a.s.m.) bütün hayatının her safhasında, her kesitinde, her karesinde en güzel örnek olarak Kur'ân-ı Kerimin idealini temsil etmiştir, yaşamıştır, göstermiştir. Müslümanlar bunu imkânları nispetinde aynen Peygamberden alabilirler. Bir hadiste Hz. Ayşe Peygamberimiz ahlakını "Onun ahlâkı Kur'ân ahlâkıydı" diye ifade ediyor. Dolayısıyla Peygamberimiz ahlâk yönüyle de Kur'ân-ı Kerimin ahlâkını şerh etmiştir, açıklamıştır. Belki hepsini kelama dökmemiştir, ama fiile dökmüştür. Onun her sözü, her fiili ve her davranışı, Kur'ân-ı Kerimin ruhunun tefsiridir.

Diğer yandan, eski milletlerle ilgili kıssalara da açıklama getirmiştir. Hz. İbrahim'in bazı Kur'ân'da olmayan meselelerini Peygamberimizin hadislerinde bulabiliyoruz. Demek ki, Kur'ân'ın temas ettiği, insanlığa getirmek istediği, vermek istediği, hukuk olsun, ahlâk olsun, yaşayış tarzı olsun, bütün derslerin hepsini Peygamberimizin hayatında, bazan sözleriyle, bazan fiilleriyle, bazan tahlilleriyle bulabiliyoruz.

Şimdi Kur'ân-ı Kerimde "Yiyin, için, israf etmeyin" buyuruluyor. Başka bir âyette de, tebziri yasaklıyor. tebzir, israfın kardeşidir. Şimdi bu iki âyeti daha iyi anlamak için Peygamberimizin uygulamasına bakalım:

Efendimiz israfa gayet net bir sınırlama getirmiştir ki, bunun en canlı örneği abdesttir. Abdest alırken suyu israf etmemek için ölçülü kullanırdı. Üç avuç suyla organları yıkamayı emir buyurmuştur. Fazlası mekruhtur. Bu miktarla sınırlamış Peygamberimiz. Sahabe şaşırıyor ve diyor: "Yâ Resulallah, suyun tasarrufu için mi?" "Hayır," diyor Peygamberimiz. "Nehir kenarında olsan bile organlarını üçer defa yıkayacaksın."

Ben hadislerde gördüm, Ebu ed-Derdâ'dan gelen bir rivayet: "Birgün Peygamberimiz bir yere giderken nehre rastlamış. Oradan bir kap su getirmişler Peygamberimize. O da onunla abdest almış ve bir miktar su artmış. Biz olsak o suyu şöyle etrafa serpiveririz. Halbuki Peygamberimiz buyuruyor ki: 'Gidin, bunu nehre boşaltın. Ola ki ileride bir canlının kursağına gıda olur."

Bir de, fazla yesek, fazla konuşsak, zamanımızı boş yere geçirsek, israf yapmış oluruz. Bunlar da bizim geri gelmeyecek israflarımız. Veya bir kibrit çöpünün yakılması da israftır. Bunlar da mekruhtur. Günde beş defa abdest alırken suyun israf edilmemesiyle, tabiata karşı saygı dersi verilmiştir. İsrafın hayatın diğer alanlarında da ciddî bir mesele olduğu, abdest örneğiyle ders veriliyor.

Şimdi, "İsraf etmeyiniz" âyet-i kerimesinin açıklanmasına bakınız. Demek âyet-i kerimeyi okuduğumuz zaman bu âyetlerin hadis-i şeriflerde nasıl açıklandığına bakmamız lâzım. Hadis kültürümüz ne kadar geniş olursa Kur'ân-ı Kerimi o nisbette anlamış oluruz.
Ben sonuç itibarıyla şöyle bir şey söyleyebilir miyim? Kur'an-ı Kerimden bir ayet okuduğumuz zaman, bunun anlamını meallerden ve tefsirlerden öğrenmeye çalışacağız. Ancak bununla yetinmeyeceğiz, hadis kültürümüzü çoğaltacağız. Bol miktarda hadis öğrenerek bunlarla hayatımızı şekillendireceğiz. Bu şekilde Kur'ân'ı okuduğumuzda onun anlamını Efendimizden bizzat öğrenmiş gibi olacağız.

Kesinlikle. İşte bunu anlayan âlimlerimiz, meselâ Taberî, bir âyetle ilgili aklına ne kadar hadis gelmişse hepsini yazmıştır. Taberî tefsirinde çok hadis naklediyor diye bazıları tenkit bile etmiş. Kırk ciltlik tefsirinin büyük bir bölümü hadislerle doludur. Ama hadislere baktığımız zaman, âyetleri daha iyi anlıyoruz. Çünkü hadisin verdiği nur başka, kendi tefekkürümüzle çıkartacağımız mânâ başka. Benim görüşüm, Kur'an-ı Kerimi hadislerle anlamaya yönelmek en güzeli.

Sünnet Nedir?

Sünnet: Peygamberimizin yaptığı, konuştuğu, hal ve hareketlerinin tamamına sünnet diyoruz. Öyleyse hayatı boyunca yaptığı her şeye sünnet diyebiliriz.

Fıkıh kitapların da geçen sünnet kelimesi ise, daha çok "yaparsak sevabı var, yapmazsak günahı yok" manasına geliyor. Mesela, yemeği sağ elle yemek, dişleri temizlemek, ayakta yemek yememek gibi.

Ancak sünnet kelimesini geniş anlamıyla aldığımız da Peygamberimizin yaptığı her şeyi içine alır. Bu durumda, Allah'ın istekleri ve yasakları da sünnetin içinde yer alır. Mesela, Peygamberimiz namaz kılmış mı? Evet. Öyleyse namaz kılmakta bir sünnettir.

Şu halde sünneti bölümlere ayırmak gerekecektir.

Farz olanlar: Allah'ın mutlaka yapmamızı veya terk etmemizi istediği her şeydir. Allah'ın emir ve yasaklarını en iyi şekilde uygulayıp örnek olan Peygamberimizdir. Biz de ona uymak suretiyle en üst seviyede Peygamberimize uymuş oluruz. Namaz kılmak , Oruç tutmak, Zina etmemek, haram yememek gibi.

Vacip olanlar: Dinimizin vacipleri. Mesela gece namazını 3 rekat olarak kılmak vaciptir.

Nafile olanlar: İbadetleri yaparken farz ve vaciplerin dışındaki yaptığımız şeylerdir. Mesela namaz kılarken Kur'andan bazı süreleri okumak farz, ama subhaneke duasını okumak nafiledir.

Adab olanlar: Bunlara da edeb diyoruz. Yemek yerken, yatarken, camiye, tuvalete girip çıkarken (v.b.) günlük işlerimizi yaparken Peygamberimiz'e uyarsak o işi adabına uygun yapmış oluruz. Bunlara uymayan ise günah işlemiş olmaz.

Demek ki Sünneti farz, vacip, nafile ve adap diye ayırabiliriz. Sünnetin en yükseği ve en faziletlisi bu sıraya göredir.

Bunu bir insanın vücudu gibi düşünebiliriz. İnsanın yaşaması için gerekli organları vardır. Beyin, kalp, kafa vesaire. İşte iman etmemiz gereken esaslarda ruhumuzun beyni kalbi gibidir.

Vücudumuzun gözü, kulağı, eli, ayağı vesaire duyu organları vardır. Farzlar da bunun gibidir. Ruhumuzun gözü, kulağı, eli, ayağıdır. Farzları yapmayan elsiz, ayaksız, gözsüz, kulaksız bir insan gibi eksiktir.

Vücudumuz da bir de parmak, kaş, saç gibi güzellikler ve süsler vardır. Bunlar olmasa da yaşarız. Ama olduğu zaman daha mükemmel insan oluruz. Bunun gibi sünnetin nafile ve adab kısımları da ruhumuzun süsü ve güzelliğidir. Yapsak çok sevabı var, yapmasak günahı yok.

Özetlersek, farz ve vacip kısımlar mutlaka yapılması gereken sünnetlerdir. Nafile ve adap kısımlar ise yaparsak çok sevabı var.

Haramların durumu ise vücudunuzu aids, zehir ve ateş gibi öldürücü şeylerden koruduğumuz gibi ruhumuzu da öldürücü ve zehirleyici haramlardan korumamız gerekir.

Sünnet ve Hadislerin Bağlayıcılığı

Sünnetin, Peygamber Efendimizin Hayatı Müslümanları Bağlar mı, Ona Uymak Zorunda mıdırlar?

Bu konuyu Kur'an-ı Kerim, hadis-i şerifler ve alimlerin görüşleri doğrultusunda ele alarak işleyeceğiz.

1. Kur'an-ı Kerim: Hz. Peygamber (a.s.)'a Kur'an-ı Kerim dışında (1) vahiy geldiğini gösteren ayetler vardır.

Bunlardan bazıları şunlardır:

1- Kendi içinizden size ayetlerimizi okuyan, sizi kötülüklerden arındıran, size Kitab'ı ve Hikmet'i talim edip, bilmediklerinizi öğreten, (2) Allah'ın kendisine Kitab'ı ve Hikmet'i bildirdiği, (3) ifade edilen ayetlerde, Hz. Peygamber (s.a.m.)'a Kitab ile beraber bir de Hikmet'in verildiği anlaşılıyor.

Atıf, ma'tufa hem benzerlik hem de muğayeretlik manasını taşımaktadır. Bu itibarla, Kitab'tan kasık Kur'an-ı Kerim olduğuna göre Hikmet'in başka bir şey olması lazım. Bunun da sünnet olma ihtimali hepsinden önce gelir.(4) Atıftan ma'tufa olan farklılığı bu benzerlik noktası ise ikisinin de Allah'ın bildirmesiyle olmasıdır ki ikisinin de kaynağı vahiydir.(5)

2- "Hatırlayın ki, Allah size iki taifeden birinin sizin olduğunu vaat ediyordu. Siz de kuvvetsiz olanın sizin olmasını istiyordunuz" (6) ayetinde belirtilen vaat, önceden müslümanlara verilmiş ama ne olduğu ayette bildirilmemiştir. Bu da başka bir vahiyle haber verildiğinin delilidir.

3- "Peygamber, eşlerinden birine gizlice bir şey söylemişti. Fakat eşi bu sözü başkalarına haber verip, Allah da bunu Peygamber'e açıklayınca, Peygamber bir kısmını bildirip, bir kısmından da vazgeçmiştir. Peygamber bunu ona haber verince eşi, "Bunu sana kim bildirdi?" dedi. Peygamber, "Bilen, her şeyden haberdar olan Allah bana haber verdi" dedi"(7) ayeti açıkça Kur'an dışında vahiy olduğunun delilidir. Zira verilen sırrın ifşasına dair bir açıklama Kur'an da olmadığı halde Hz.Peygamber bunu bilmektedir. Öyleyse bunu kendi kendine bilemeyeceğine ve Allah'ın bildirdiği ifade edildiğine göre, Kur'an içine girmemiş bir vahyin varlığı açıkça ortaya çıkmaktadır.

2. Hadis-i şerifler:

1- Mikdad b. Ma'dikerib'in rivayetine göre Resulullah (a.s.), şöyle buyurmuştur: "...Bana Kitab ve onunla beraber onun gibisi verildi" .(8)

2- Kudsi Hadisler: (9) Bu tür hadislerde geçen, "Resulullah (a.s.), Rabbinden rivayet ettiği hadiste şöyle buyurdu", "Resulullah'ın (a.s.), rivayet ettiği hadiste Allah Teala şöyle buyurdu" denilmesi ve hadislerin "Ey kullarım" diye başlaması Hz. Peygamber'e Kur'an dışında vahiy geldiğinin delillerindendir.

3- Cibril Hadisi:(10) diye bilinen meşhur hadise. Cebrail (a.s) beşer suretinde gelmiş ve bazı sualler sorarak cevap almış, Hz. Peygamber' (a.s.m)da ashabına, bunun Cebrail (a.s) olduğunu ve dini öğretmek için geldiğini bildirmiştir.

4- Hz. Peygamber'in (a.s.), şüphesiz Rabbim Allah, bana vahyetti, (11) ben emrolundum, nehyolundum, (12) gibi ifadeleri ve Cebrail (a.s)'ın bazı şeyleri kendisine öğrettiğini bildirmesi de, (13) Kur'an dışında vahyin varlığına açık delillerindendir .(14)

Ayrıca bir Yahudi'nin sorularına cevap veren Hz. Peygamber'in "aslında bunları bilmiyordum. Ancak Allah onları bana bildirdi"(15) buyurması da konuyu destekleyen diğer bir husustur.

3. Alimlerin görüşleri:

Ashab-ı Kiram (r.a.) Peygamber Efendimiz (a.s.)'ın uygulamalarından, izahlarından ve ifadelerinden Kur'an dışında vahiy aldığını biliyorlardı. Bunu birçok defalar ifade etmişlerdir. Alimler de Kur'an, hadis ve ashabın ifadeleri doğrultusunda sünnetin kaynağı hakkında fikir ve beyanda bulunmuştur, hepsi olmasa bile sünnetin kaynağının vahye dayandığını ifade etmişlerdir.

Aişe (r.a) validemiz, Hz. Hatice hakkında vahiy geldiğini ifade eder ve O'na cennetten bir köşk verildiğinin bildirildiğini söyler.

Rivayetlerde geçen, Cibril, Kur'an'ı indirdiği gibi sünneti de indirdi.(16) Ayrıca komşuya iyi davranmayı, abdest almayı, namaz kılmayı, telbiyenin yüksek sesle yapılmasını, kutlu akik vadisinde namaz kılınmasını, namazların vakitlerini, ümmet-i Muhammed'in (a.s.m) gireceği cennet kapısını, seyyidü's-şüheda olan Hz. Hamza (r.a)'ın adının sema ehli tarafından levhalaştırılması (17) gibi bilgilerin Cibril (a.s) vasıtasıyla alması da Kur'an dışında vahiy olduğunu gösterir.

Tavus ise, bizzat vahiy yoluyla inmiş bulunan diyetlere dair bir yazılı metine sahip olduğunu ve zekat ve diyetle ilgili hükümlerin vahiyle geldiğini belirtir. (18)

Evzâi, "Sana Resulullah'tan (a.s.) bir hadis ulaştığında sakın ha başka bir şeyle hükmetme; Çünkü Resulullah (a.s.), Yüce Allah'tan bir tebliğciydi" diyerek, (19) sünnetin vahye istinad ettiğini ifade etmiştir.

Daha önce de ifade ettiğimiz gibi bu konuda önemli açıklamaları olanlardan biri de İmam Şafii'dir.(20) Konuyu ilmine güvendiği bir zata dayandırdığı ve kendisinin de kabul ettiği anlayışa göre Sünnet; ya vahiydir, ya vahyin beyanıdır, ya da Allah'ın kendisine tevdi etmiş olduğu bir durumdur. Bu da kendisine has kıldığı nübüvvete ve buna dayalı olarak ilham ettiği hikmete dayanır. Şu halde hangi durum esas alınırsa alınsın, Allah, insanların Rasullah'a itaatını emretmiş, sünnetin gereği ile amel etmelerini istemiştir. Sünnet'in Kur'an'ı açıklaması, ya Allah'tan gelen Risalet yoluyla, ya ilhamla ya da kendine verilmiş "emir" ile gerçekleşir.

Aynı kanaatleri paylaşan İbn Hazm, Sünneti vahyi gayri metluv olarak ifade eder ve vahyi metluv olan Kur'an'a uymamız gerektiği gibi, ikinci vahiy olan sünnet'e de uymamızın esas olduğunu belirtir. Zira bağımlılığı ve Allah'tan olmaları bakımından ikisi de aynıdır .(21)

Gazali hazretleri de sünnetin vahye istinad ettiğini ifade ile, vahyi ğayri metluv olduğunu belirtir .(22)

Sünnetin tamamı vahiy olarak kabul edilirse, Hz. Peygamberin (a.s.) nasıl Kur'an'ı Kerim'i değiştiremiyorsa, sünneti de değiştiremeyeceği anlamı kendiliğinden ortaya çıkmaktadır .(23)

Kur'an gibi, sünnetin de tamamı vahye istinad ediyor, anlayışı içinde, önemli bir husus ortaya çıkmaktadır. Şayet, Hz. Peygamber (a.s.), her hadise ve olayda, Kur'an ayeti gibi, sünnet vahyini bekliyorsa, bu durumda O'nun içtihatları, istişareleri nasıl değerlendirilecektir. Elbette vahyi beklediği zamanlar olmuş ama hayatın her safhasını böyle düşünmek ve değerlendirmede bulunmak bizi sıkıntıya sokacaktır.

İşte bu gibi durumlar bazı alimleri, sünnetin tamamının değil de bir kısmının vahye bir kısmının da içtihat ve istişare gibi durumlara dayandığı kanaatine sevk etmiştir.

Mesela İbn Kuteybe, sünnet'in kaynağını üçe ayırarak şöyle der:

a) Cebrail'in Allah'tan getirdiği sünnet .(24)
b) Allah'ın Resulüne (a.s.) bıraktığı; re'yini açıklamasını istediği sünnet .(25)
c) Resulullah'ın, bize âdab için kıldığı sünnet. Bunlar yapıldığında sevap alınıp, terkinde ise ceza olmayan sünnettir .(26)

Benzer görüşü benimseyen Hanefilerden Serahsi, Hz. Peygamber (a.s)'ın, re'y ve içtihat sonucu ulaştığı neticelerin, vahiy mesabesinde olduğunu belirtir:

Vahiy iki kısımdır:

1- Zahir vahiy. Bu da üçe ayrılır.
a) Melek lisanıyla gelen, kulakla algılanan ve Allah'tan geldiği kesin bilinen vahiy. Bu kısım Kur'an vahyidir.

b) Kelamsız, melek tarafından yapılan işaretle Hz.Peygamber'e açıklanan vahiydir .(27)

c) İlhamdır. Bu da, Resulullah (a.s.)'ın kalbinin en ufak bir kuşkuya mahal kalmayacak şekilde ilahi te'yide mazhar olmasıdır. Onun kalbine bir nur doğar, meselenin hükmü açıkça belli olur.

2- Batınî vahiy: Buna "ma yüşbihu'l-vahy" diyen Serahsi, Resulullah'ın (a.s.), re'y ve içtihadı sonucu ulaştığı hükümler olduğunu söyler. O'nun hata üzere bırakılmaması, devamlı vahyin kontrolünde olması gibi hususlar, bu kısımdan olan hükümleri de vahiy mesabesinde kılmaktadır. Ümmetten diğerlerinin içtihadı ise, yanılma ihtimallerinin olması ve bu yanılmalarının vahiyle düzeltilme imkanı bulunmaması sebebiyle Hz. Peygamber (a.s.m) in içtihadı mesabesinde değildir .(28)

Serahsi'nin bu açıklaması neticede Hz. Peygamber (a.s.)'ın bütün davranışlarının vahye dayandığı O'nun tashihinden geçtiği anlamına gelmektedir. Zira, Hz. Peygamber (a.s.)'ın davranışı veya sözü ya doğrudur, ya da yanlıştır. Hayatı boyunca düzeltilmişse tamam. Aynen kalmışsa onun doğru olduğu ortaya çıkar. Zira yanlışın Allah tarafından devam ettirilmesi mümkün değildir.

Şatıbi ise şöyle der:
Hadis ya saf Allah'tan gelen bir vahiydir, ya da Hz. Peygamber (a.s.) tarafından yapılmış bir içtihattır. Ancak bu durumda onun içtihadı Kitap ya da sünnetten sahih bir vahye dayandırılmış ve onun kontrolünden geçmiştir. Hz. Peygamber'in içtihadında hata yapabileceği görüşü benimsense bile, o asla hatası üzerinde bırakılmaz, derhal tashih edilir. Sonunda mutlaka doğruya döner. Dolayısıyla ondan sadır olan hiçbir şeyde hata ihtimali yoktur .(29)

Bu ifadelerden hareketle diyebilir ki, sünnetin tamamı vahiydir, diyenler pek de ifrat etmiş olmuyorlar. Zira, neticede sünnetin tamamı vahyin kontrolünden geçiyor, ya ibka ediliyor ya da tashih ediliyordu. Yani vahyin kontrolüne girmemiş bir uygulamanın varlığını kabul edemeyeceğimize göre netice olarak hepsinin vahye dayandığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Ancak sünnetin tamamının vahye dayandığını söylerken bununla Rasulullah'ın devrinde tesbiti yapılan ve bize kadar sahih olarak gelen sünnetleri kastettiğimizi de belirtelim.

4. Vahyi takriridir
Sünnet'i tarif ederken bir kısmının da takriri sünnet dediğimiz, Hz. Peygamber (a.s.m) huzurunda yapılıp ta gördüğü veya duyduğu halde susması veya tasvip buyurmasıdır . (30) Yani Ashabı Kiram gerek önceki Cahiliye döneminden kalma bazı uygulamaları, gerekse kendi anlayış ifadeleri olarak yaptıkları konuşma, davranış gibi hususlardan birini Hz. Peygamber, gördüğünde veya duyduğunda onları bazen düzeltiyor, bazen değiştiriyor, bazen da seslenmiyordu. Ashabı Kiram O'nun bu susmasını tasvip olarak değerlendiriyordu. Zira ümmetin yaptığı bir hatayı aynen bırakması, Hz. Peygamber (a.s.) adına uygun olmazdı. Bu sebeple O'nun susmaları bile o fiil veya sözün yanlış olmadığı anlamına geliyordu.

Ashab (r.a), Hz. Peygamber (a.s.)'ın kontrolünde olduğu gibi, Resulullah (a.s.) da İsmet sıfatının (31) bir gereği olarak, devamlı vahyin kontrolü altındaydı. Dolayısıyla O'nun hatasının düzeltilmeden bırakılmayacağı (32) ve bu uyarının da geciktirilmeden hemen yapılacağı (33) bilinmelidir. Bu özelliğiyle Hz. Peygamber (a.s.) bütün insanlardan ve içtihada ehil olanlardan ayrılmaktadır.

Daha peygamber olarak görevlendirilmeden önce bile bazı davranışlarından dolayı ikaz edildiği bilinmektedir .(34)

Bir defasında, Kureyş çocukları ile oyun oynarken izarını çıkarıp taş taşımak istemiş ancak bu durumdan şiddetle menedilmiştir. Yine zemzem kuyusunun tamiri için amcası Ebu Talib'e yardım maksadıyla izarını çıkarıp üzerine taşı koymak istemiş, fakat baygınlık geçirmiştir. Kendine geldiğinde ise, üzerinde beyaz elbise olan birinin örtünmesini istediğini söylemiştir .(35)

Vücudunun görülmesi uygun olmayan hususlar için muhafaza edildiği gibi, o günün toplumunda görülen bazı nahoş uygulamalardan da korunmuştur. Kendi ifadesiyle, düğün gibi yerlerde yapılan oyun ve eğlencelere bakmak istemiş ancak onları duyamamış ve uyuya kalmış, ondan sonra da Peygamberlikle vazifeleninceye kadar kötülüğe bulaşmamıştır .(36)

Henüz peygamber değilken ve ümmetine ve insanlığa örnekliği kesin olarak belirtilmemişken böyle koruma altında olan bir zatın, bütün yönleriyle ümmetine ve insanlığa nümune olduğu bir dönemde muhafaza edilmemesi, hatalı ve eksik bir durum varsa düzeltilmemesi (37) düşünülebilir mi?

Nitekim Kur'an-ı Kerim'de bunun misallerini görmekteyiz.
Hz. Peygamber (a.s.) vahyi muhafaza için endişe etmiş, ancak Allah Teala, buna mahal olmadığını bildirerek endişesini gidermiştir .(38)

İnsanların hidayete gelmeleri, Allah'ın emrine uymaları hususunda O'nun vazifesinin yalnız tebliğ olduğu vahyin ancak Allah'ın dilemesiyle olacağı, sonucu Allah'ın dilemesine bağlı olduğu (39) gibi hususlarda uyarılmış; mağfiret dilediği amcası Ebu Talib hakkında, ikaz edilerek dua etmekten men edilmiştir . (40)

Diğer taraftan, Uhud savaşından sonra düşmanlarına lanette bulunmaktan (41) ve Hz. Hamza (r.a)'a yapılan muamelelerden sonra müsle yapmak arzusundan (42) da vazgeçirilmiştir.

Ayrıca, Bedir savaşında elde edilen esirlerle ilgili fidye karşılığı salıverilme fikrinden dolayı uyarılmış, (43) münafıklarla ilgili onları kazanma arzusuyla yaptığı uygulamadan men edilmiş (44) , esirlerin arzusu için Allah'ın helal kıldığı şeyi kendine haram kılması sebebiyle de ikaz edilmiştir .(45)

Bu ve benzeri ayetler Hz. Peygamber (a.s.)'ın yaptığı bazı tasarruflarının rızayı İlahi'ye muvafık olmadığı durumlarda tashih edildiğinin açk göstergeleridir. Allah Teala, O'nu, önce muhayyer bırakıyor ve içtihat etmesini, ashabıyla istişare eylemesini istiyor. Sonuçta Allah'ın rızasına uygun ise öylece kalıyor, değilse tashih ediliyordu. Nitekim, önce müşrik çocuklarının babaları hükmünde olduğunu beyan edip, sonra cennetlik olduklarını söylemesi, ilk önceleri kelerin, meshe uğramış Yahudiler olduğunu söylemesi sonra bu görüşünden vahyin uyarısıyla vazgeçmesi, kabir azabı hakkındaki görüşün Yahudi fitnesi olduğunu söyledikten sonra, vahyin uyarısıyla kabir azabının varlığını beyan edip, dualarında ondan Allah'a sığınması gibi hususlar , (46) Kur'an vahyi dışında da kendisinin uyarılıp tashih edildiğini göstermektedir.

İşte Resulullah'ın huzurunda yapılan veya haberdar olduğu bir fiil, hareket veya sözü yanlış olarak devam ettirmesi mümkün olmadığı ve bu tür takriri sünnetin ümmet için örnek olması kesin olduğu gibi, Allah'ın huzurunda Resulullah (a.s.)'ın yaptığı davranış ve fiillerin de yanlış olarak devam etmesi söz konusu değildir ve bütün hayatı boyunca ondan sudur eder herşey daha da evleviyetle bizim için örnektir.

Şu halde, alim, habir, semi, basir, hakim olan Allah (c.c), Peygamber Efendimiz'den sadır olan her türlü söz, fiil ve davranışı ya tashih etmiştir, ya da aynen devam ettirmiştir. Bu dokunmayıp devam ettiği şeylere ister hanefi ulamasının dediği gibi batınî vahiy diyelim, (47) isterse takriri vahiy diyelim, neticede Hz. Peygamber (a.s.m)'in sünnetinin vahye dayandığını ifade edebiliriz.

Bundan hareketle, Hz. Peygamber'in içinde bulunduğu toplumun bazı örf ve adetlerini aynen devam ettirmesi Allah'ın kontrolünden geçtiği ve bir nevi vahyi takriri olması sebebiyle, onlara sadece birer adet ve gelenek olarak bakmanın doğru olmayacağını düşünüyoruz. Zaten o uygulamaların temelden Hz. İbrahim (a.s) veya başka peygamberlere dayandığını önceden ifade etmiştik.

Şu halde Hz. Peygamber'in sergilediği davranış ve hareketler, aynıyla Cahiliye de bulunsa bile, yanlış olsaydı, mutlaka vahiy tarafından tashih edilecekti. Tashih edilmeyenler ise tasvip edilmiş demektir denilebilir.

HADÎSLERİN YAZILMASINA İZİN VEREN RİVAYETLER

Hadîslerin yazılmasına ruhsat veren, yazıldığını gösteren rivayetler çoktur. Bunlardan biri, yazdığı hadîsler, kitap halinde sonraki nesillere intikal eden Abdullah İbnu Amr (radıyallahu anh) 'a aittir. Der ki:
"Ben Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselam) 'den işittiğim şeyleri, ezberlemek arzusuyla yazıyordum. Kureyş beni menederek: ' 'Sen Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'tan her duyduğunu yazıyorsun, halbuki Resûlullah (aleyhissalâtu vesselam) bir insandır, öfke ve rıza, her iki hâlde de konuşur dediler. Bunun üzerine yazmaktan vazgeçtim. Ancak durumu da Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselam)''e arzettim. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselam) parmağıyla mübarek ağızlarına işaret buyurarak: "Yaz, dedi Nefsimi elinde tutan Allah'a kasem ederim, buradan haktan başka bir şey çıkmaz".

Abdullah İbnu Amr (radıyallahu anh)'ın sistemli şekilde hadîs yazdığını te'yid eden bir rivayet Ebu Hüreyre (radıyallahu anh)'ye aittir ve üstelik Buhâri'de kaydedilmiş bulunmaktadır. Ebu Hüreyre (radıyallahu anh) şöyle buyurur: "Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselam)'den çok hadîs (bilmede) Abdullah İbnu Amr hâriç, bana yetişen y oktur. O, beni geçer, zira o yazardı, ben ise yazmazdım".

Hadîslerin yazılması hususunda ruhsat ifade eden rivayetler bundan ibaret değildir. Hafızasından şikâyet edenlere Resûlullah (aleyhissalâtu vesselam)ın: "Sağ elinizi yardıma çağırın", "İlmi yazı ile bağlayın" gibi tavsiyeleri, bazı konuşmaların yazılı metnini isteyenlere yazılı verilmesi, hepsi de hadîsten ibaret olan uzunluğu birkaç satırdan bir kaç sayfaya ulaşan- ve sayısı 300'ü bulan pek çok "mektup (yani yazılı vesika)" ların varlığı Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)in, hadîslerin yazılması hususundaki ruhsatına yeterli delillerdir. Sadece mektuplar değerlendirilse bile Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in Kur'ân'dan başka bir şeyin yazılmasına sistematik, ısrarlı bir muhalefette bulunmadığı, tam tersine, medenî hayatta yazının geniş çapta kullanılmasına büyük ehemmiyet verdiği anlaşılır.

EBU HÜREYRE'NİN SAHİFE-İ SAHÎHA'SI:

Bazı rivayetler Ebu Hüreyre (radıyallahu anh)'nin, Resûlullah (aleyhissa-lâtu vesselam)'tan işittiği hadîslerini yazdığını ifâde etmektedir. Bu sahifenin ismi Sahife-i Sahîha'dır. El-Hasan İbnu Amr İbnu Umeyye ed-Damri anlatıyor: "Uz. Ebu Hüreyre (radıyallahu anh)'nin yanında bir hadîs rivayet ettim. Ancak o : " 'Böyle bir hadîs yok'' diye inkâr etti. Bunu kendisinden işittiğimi söyledim. O vakit: "Bunu benden işitmişsen o bende yazılıdır" dedi ve elimden tutarak beni evine götürdü. Orada bana Hz. Peygamber (aleyhissalâtu ves-^ selâm) 'in hadîslerinin yazılı bulunduğu pek çok kitap ' 'kütüben kesireten'' gösterdi. Rivayet ettiğim hadîsi burada buldu ve: "Ben sana demedim mi? Eğer ben bir hadîs rivayet etti isem. o, yanımda yazılı olarak mevcuttur. "

HADİSLERİN TOPLANMASI:

Hadîs tarihinin ikinci mühim devresini "tedvinü's-sünne" dediğimiz çalışmalar teşkil eder. Zaman olarak ikinci hicrî asrı içine alır.

TEDVÎN NEDİR?

Tedvin, lügat olarak cem edip kitap hâline koymak mânasına gelir. Bir hadîs ıstılahı olarak, hadîslerin resmen yazılıp kitap haline konması demektir. Burada "resmen" tabirinin bilhassa ehemmiyeti var. Zira, önceki bahislerde de görüldüğü üzere, hadîslerin yazılması, ferdf ve hususî olarak Resûlullah (aleyhissalâtu vesselam) devrinde başlamış bir faaliyettir. Hatta bizzat RASÜLULLAH (aleyhissalâtu vesselam) tarafından pek çok yazılı vesîkanın bırakılmıştır ve hepsine de "sünnet" denilmektedir.
Ama bunların hiçbiri tedvin kelimesiyle ifade edilen "yazma" işine girmez. Çünkü tedvîn'de hadîslerin tamamının yazılması söz konusudur. Öyle ise tedvîn'in daha mükemmel bir tarifini: "Hadîslerin hepsine şâmil olan ve devlet eliyle yürütülen ikinci hicrî asırdaki yazma faaliyetidir" şeklinde yapabiliriz.

NASIL BAŞLADI? Tedvîn işi, Emevi halifelerinden Ömer İbnu Abdilaziz'le başlar. Dindarlığı ve Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın sünnetine düşkünlüğü ile meşhur olan Ömer İbnu Abdilaziz (rahimehulllah), sünneti bilen Ashab neslinin, arkadan da büyük alimlerin çeşitli sebeplerle birer birer hayattan çekilmelerini görerek hadîsin kaybolacağından endişe eder. Tehlikeyi önlemek için her tarafdaki mevcut âlimleri hadîslerin yazılması işine sevk etmeyi düşünür. Bu maksadla, halife sıfatıyla valilere emirler, tamimler gönderir.

Ömer İbnu Abdilaziz'in gönderdiği bu mektuplardan bir tanesinin metni Buhârî'de mevcuttur. Bu, Medine valisi Ebu Bekr İbnu Hazm'a gönderilen mektuptur:

"Beldende Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselam) 'le ilgili rivayetleri araştır,topla ve yaz. Ben ilmin (hadîslerin) yok olmasından ve âlimlerin tükenmesinden korkuyorum. Bu iş yapılırken sâdece Resûlullah (aleyhissalâtu vesselam)'in sünneti kabul edilsin. Âlimler mescid gibi herkese açık ve malum yerlerde oturup tedrisatta bulunarak ilmi yaysınlar, bilmeyenlere öğretsinler. Zira ilim gizli kalmadıkça yok olmaz.''

İbnu Sa'd'ın kaydettiği rivayette Ömer İbnu Abdilaziz (rahimehullah) İbnu Hazm'a yazdığı mektupta şu ziyadede bulunmuştur:
"....câri, bilinen bir sünnet veya Amra bintu Abdirrahmân'ın rivayetleri kabul edilsin..."
Dârimi'nın rivayetinde şıt ziyâde mevcut:

"Sizce (veya bölgenizde) Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselam) 'den sabit ve sahih olan rivayetlerle Hz. Ömer'den sabit olan rivayetleri yaz".

Ebu Nuaym'm Târîhu İsfehan'da kaydettiğine göre Ömer İbnu Abdilaziz, mektubu, bütün İslâm beldelerine göndermiştir.

Şu halde tedvin işinden bahseden muhtelif rivayetleri göz önüne alarak konu hakkında daha bütün bir fikre varabilmekteyiz.
Hadîslerin tedvininde Halîfe Ömer İbnu Abdilaziz'in bu teşebbüsünü takdir edebilmek için; Tedvin'de en büyük hizmeti geçen ve bu faaliyete ismini veren Muhammed İbnu Şihâb ez-Zührf nin şu itirafını bir kere daha kaydetmek ister:

"Bizi bu ümera (idareciler) mecbur edinceye kadar ilmin yazılmasını uygun bulmuyorduk. (Ümerânın müdâhale ve icbarıyla bu işe girişince) hiçbir müslümanı yazmaktan men etmemek gerektiğine inandık''.

HADİSLERİN TOPLANMASINA SEVKEDEN SEBEPLER

Hadîslerin yazılıp kitaplar halinde bir yerde toplanmasına sevkeden gerçek âmilleri daha yakından görmekte fayda var:

1- Alimlerin ittifakıyla bunlardan biri, Ömer İbnu Abdilazîz'in mektubunda da ifâde edilen husustur: Ulemânın inkırazı ile hadîslerin yok olma endişesi: Bu gerçekten mühim bir husustur. Her ne kadar hadîsler ferdî olarak yazılıyor idiyse de çoğunlukla "Ezberlenmek için" yazılıyordu ve ezberlenince yakılıyordu veya ölürken, kendisinden yazılanların imhası tavsiye ediliyordu. Yukarıda Zühri'den kaydettiğimiz rivayet bile, hadîslerin yazılması hususunda, ilmî çevrelerdeki tereddüdü anlamaya kâfidir.

Üstelik bu dönem, siyasî çalkantıların, iç kargaşaların sıkça görüldüğü bir devredir. 95. hicrî yılında Haccâc-ı Zâlim tarafından öldürülen, devrin meşhur muhaddisi Said İbnu Cübeyr'in kaybı bile Ömer İbnu Abdilaziz'i "hadîsler kaybolacak" diye korkutmaya yeterli bir hâdisedir. Kaldı ki, aynı hâdiseler Talk İbnu Habîb'in ölümüne sebep olur, meşhurlardan Mücâhid kıl payı idamdan kurtulursa da hapse atılır.

2- Ömer İbnu Abdilaziz'in mektubuna açık bir şekilde aksetmemiş olsa bile, tedvine sevkeden ikinci mühim âmil, siyasî ve mezhebi ihtilaflar sebebiyle hadîs uydurma faaliyetlerinin artmasıdır. Bu hususu, Zührî (rahimehullah)'in su sözleri tevsik ve te'yîd eder: "Eğer şark cihetinden gelen ve nezdimizde meçhul ve merdûd olan hadîsler olmasaydı ne tek hadîs yazardım ne de yazılmasına izin verirdim ".
Suyûtî hazretleri, hadîs uydurma faaliyetlerinin tedvindeki rolüne şöyle parmak basmıştır: "Ulemanın çeşitli beldelere dağıtıldığı, Haricîlerin ve Râfızî-Icrin uydurma ve bidatlarının çoğaldığı bir vakitte, sünnet. Sahabe 'nin akvâli ve fâbiî'nin fetvalarıyla karışık olarak tedvin edildi".

TEDVÎN'İN CEREYAN TARZI:

Rivayetler, Ömer İbnu Abdilazîz'in, meseleyi bir tamimle bırakmayıp, ted-vîn çalışmalarını titizlikle takip ettiğini göstermektedir. Meselâ merkezde, bu işte çalışacak, hususî katipler tutulmuştur. Söz gelimi Hişâm İbnu Abdilmelik, Zühri'nin emrine iki kâtip vermiştir. Bunlar tam bir yıl boyu Zührî'nin hadîslerini yazmışlardır.

Tedvin faaliyetlerine, halife Ömer İbnu Abdilazîz (rahimehullah) bizzat katılmış, elinde defter kalem namazlara devam etmiş, namazlardan sonra teşkil edilen ders halkalarına oturarak Avn İbnu Abdillah'dan, Yezîb İbnu'r-Rakkâşî'den hadîs yazmıştır.

Tedvin sırasında, sâdece Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a nisbet edilen rivayetler değil, Sahabe hazerâtından ve Tâbiîn'den rivayet edilen âsâf da bâzı muhaddislerce "sünnet" mefhumuna dâhil edilerek yazılmıştır.

Halife'nin emriyle taşrada yazılan hadîsler defterler hâlinde merkeze gönderilmekte, orada çoğaltılarak tekrar İslâm beldelerine yollanmaktaydı. Bu mühim hususu tevsik eden bir rivayet ZüArî'den gelmektedir: "Ömer İbnu Abdilaziz (rahimehullah) Sünnet'in cem edilmesini emretti. Biz de onu defter defter yazdık. Ömer İbnu Abdilazîz (rahimehullah) üzerinde hâkimiyeti bulunan her bir yere bunlardan bir defter yolladı."

Bu yollanan defterlerin, merkezdeki aslî nüshalardan çoğaltılan tâli nüshalar olduğu muhakkaktır.
Bazı rivayetler, merkezde toplanan hadîslerin, ulemâ nezâretinde belli bir kontroldan geçirildiğini ifâde etmektedir: Ebu'z-Zinâd Abdullah İbnu'z-Zekvân anlatıyor: "Ömer İbnu Abdilazîz'in fükahâ'yı topladığını gördüm. Ulema ona pek çok sünnet toplamıştı. (Bunları fiıkahâ ile birlikte okuyor) kendisiyle amel olunmayan bir sünnet zikredilince: "Bu fazladandır, üzerine amel yoktur" diyordu",.

Yukarıda, merkezden taşraya gönderildiği belirtilen nüshaların bu kontrol muamelesinden sonra istinsah edilmiş olabileceği söylenebilir.

Tedvin faaliyetlerinin mühim bir hususiyeti, hadîslerin, sünen, sahîh veya müsned gibi herhangi bir tasnîf tarzında yazılmamış olmasıdır. Burada hadîsleri yazıya geçirmek, yazı ile tesbît etmek esas alınmıştır, şu veya bu tarzda şu veya bu maksada uygun olması değil. Bu sebeple, merfiı, mevkut ve maktu rivayetler sahîhi, baseni ve zayıfıyla birlikte iç içe, yan yana yazılmıştır. Bunların temyîz ve tanzimi müteakip asırda tebvîb devrî'nde ele alınacaktır.

EBU BEKR İBNU HAZM'İN ROLÜ:

Medine Valisi Ebu Bekr İbnu Hazm, devrinin büyük bir hadîs âlimi olmasına rağmen Ömer İbnu Abdilazîz'in emrine icabet ederek şahsen hadîs yazdığına dâir elimizde kayıt yoktur. O, vali sıfatıyla ulemâyı bu faaliyete icbar etmekle yetinmiş olabilir. Nitekim bu işi can u gönülden benimseyip birinci derecede rol oynayan Zühri, bir Medîne âlimidir ve Ebu Bekr İbnu Hazm'ın emriyle işe başlamış olması şüphe götürmeyen bir husustur.
Tedvin işinin meyvesini tam olarak görmeye Ömer İbnu Abdilazîz'in ömrü vefa etmemiş olsa da onun devrinde tedvîn edilenlerin istinsah edilerek taşra vilâyetlere gönderilecek bir seviyeyi bulduğunu bizzat Zührî'den intikal eden bir rivayete istinaden az önce kaydettik. Bu sebeple İslâm âlimleri, ilk tedvîn işinin Ömer İbnu Abdilazîz (rahimehullâh) zamanında,birinci hicrî asrın son yıllarında ele alındığında ittifak ederler.

Prof. Dr. İbrahim Canan
Dr. Ahmet Çolak

Dipnotlar:
1- "O kendiliğinden konuşmaz. Onun konuşması ancak, bildirilen bir vahiy ile dir." Ayetinden kastedilenin yalnız Kur'an olduğu söyleniyorsa da, sünneti de ithtiva ettiğini belirten alimlerimiz vardır. Mesela, Elmalılı bu ayeti "O, yani Kur'an veya Onun nutku ancak bir vahiydir. Başka türlü söylenemez. Yalnızca vahyolunur." Diye tefsir ederek Sünnetinde vahiy edildiğine işaret etmiştir. (Yazır, Hak Dini VII, 457); Krş. Kurtubî, Tefsir, XVII,84-85; Aydınlı, Abdullah, Sünnetin Kaynağı Hakkında, Din Öğretimi dergisi, Sayı37, Ank, 1992, s.48; Kırbaşoğlu, Sünnet, 236 vd.
2- Bakara, 48; Ali İmran, 164.
3- Nisa, 113; Cuma, 2.
4- Hikmet'ten kas'tın sünnet olduğunu söyleyenler için bkz. Hasan el-Basrî, Katade, Yahya b. Kesir, (Suyuti, Miftahu'l-Cenne, s.23); İmam eş-Şafii, er Risâle, 32,78,93.
5- Kur'an ve Sünnet'in vahiy olması, aralarındaki farkın ne olduğu sorusunu akla getirmiştir. Aralarında mahiyet farkı olmadığı bu ayetten anlaşılıyor. Ancak biri vahyi metluv, diğeri vahyi gayri metluvdur. Suyuti bu hususu şöyle özetler: Allah'ın kelamı iki kısımdır. Allah Cibrile, "Peygamber'e Allah sana şunu şunu emrediyor, de." Buyurur. Cibril'de muradı İlahiyi anlar ve Peygamber'e iletir. Bu aynen bir hükümdarın güvendiği birisini kendi namına elçi olarak tebasına göndermesi ve elçinin de hükümdarın arzusunu kendi ifadesiyle iletmesi gibidir. Diğeri ise Allah Cibril'e "Peygamber'e git ve şu kitabı ona oku" buyurur. O da aynen harfi harfine ona okur. İşte Kur'an vahyi ikinci kısma, sünnet vahyi birinci kısma benzemektedir. Bu yüzden Sünnetin manasıyla rivayetinin de caiz olduğunu söyler. Suyuti, el-İtkân, I,45; Bkz, Subhi es-Salih, Hadis İlimleri, s.261-262; Karaman, Hadis Usulü, s.9-10.
6- Enfal, 7.
7- Tahrim, 3.
8- Hadisin başında, Kur'an'da bulduğumuzu alırız, onda olmayanı almayız diyecek bir takım insanların geleceğinin bildirilmesi, sonra da sünnetin verildiğinin belirtilmesi konumuz açısından önemlidir. Bkz. Ebu Davud, Sünne, 6.
9- Kudsi, ilahi veya rabbani, adıyla ifade edilen bu hadisler, Allah'a (c.c) nisbetle söylenmiştir. Hem lafzı hem de manasının Allah'a ait olduğu veya aynı diğer hadisler gibi manası Allah'tan, lafzı Peygamberimizden olduğu ancak ümmetin dikkatini çekmek açısından böyle ifade edildiği gibi anlayışlar vardır. Bkz. El-Hadis, ve'l-Muhaddisun, s.18; Kavaidu't-Tahdis, s.64 vd.
10- Bkz, Buhari, İman, 37; Müslim, İman, 1; Ebu Davut, Sünnet, 16; Tirmizi, İman,4.
11- Müslim, Cennet, 63-64; Bkz, Aydınlı, Sünnetin Kaynağı, s.50-51; Toksarı, Sünnet, s.98-99; Ebu Davud, Edeb, 48.
12- Müslim, İman, 32-36; Bkz, el-Münavî, Feyzu'l-Kadir, VI, 289-290.
13- Örnek için bkz, Müslim, Cenaiz, 1; Tirmizi, İmam, 18; Cihad, 32.
14- Bazı araştırmacılar, vahy ifadesinin geçtiği hadisleri, mana ile rivayet edildiğinden, genel olarak hadislerin vahyedildiğine delil teşkil etmeyeceğini iddia etse bile (Erul, Bünyamin, İslamiyat, C.1, s.1, s.55 vd.) bir başka makalesinde, Yüce Allah'ın Kur'an dışında, Hz. Peygamber'le iletişim içinde olmadığını söylememiz mümkün değildir. Diyerek, Rasulullah'ın tebliğ, talim, tezkiye ve beyan ile görevlendirildiğini söyler. Ancak buna Hikmet demenin daha doğru olacağını söyler. (Erul, Bünyamin, İslamiyat, C.III, s.1., s.184.
15- Müslim, Hayız, 34.
16- Buhari, Nikah, 108.
17- Sırasıyla bkz, Suyuti, Miftah, 29; Müsned, II, 85,160; Buhari, Edeb, 28; Müslim, 1,140; Ebu Davud, Menasik, 24,27; Tirmizi, Hac, 14; Ebu Davud, Salat, 2; Buhari, Bedu'l-Halk, 6; Ebu Davud, Sünnet, 9; Müsned, I, 191; İbn Hişam, Sire, III, 101-102.
18- Suyuti, Miftah, 29.
19- Abdülğani Abdülhalik, Hucce, 337; Sünnet'in vahye dayandığı hususunda icma olduğu söylenir. Bk, a.e., s.338; Hasan b. Atıyye'nin de Sünnet'in Kur'an gibi vahye dayandığını söylediği rivayet edilir. Darimi, Mukaddime, 49.
20- Vahyi Metluv Kur'an, vahyi ğayri mevlut sünnet tir diyen Şafii hazretleri, Sünnetin Kur'an'ı Kerim'de geçen "hikmet" olduğunu söyler. (er-Risale, 3-4,10; el-Ümm, V, 127,128.)
21- İbn Hazım, el-İhkam, 93; Krş. Kırbaşoğlu, Sünnet, s.260-261.
22- Gazali, Mustasfa, I, 83; Hattabi'nin de aynı kanaatte olduğu hk. bkz. Hattabi, Mealimu's-Sünen, V, 10.
23- Çakan, İ.Lütfi, Hadislerde Görülen İhtilaflar ve Çözüm Yolları, İst, 1982, s.96.
24- Bir kadının teyzesiyle ve halasıyla aynı nikah altında bulunamayacağını ifade eden hadis bu kabildendir. Buhari, Nikah, 27; Müslim, Nikah, 37-38.
25- İpek elbise giymek haram olduğu halde, hastalığından dolayı Abdurrahman b. Avf'a (r.a) Hz. Peygamber'in müsaade etmesini misal verir. Bkz, Buhari, Cihad, 91; Libas, 29; Müslim, Libas, 24-26.
26- İbn Kuteybe, Ebu Muh. Abdullah, Te'vilu Muhtelifi'l-Hadis, Beyrut, 1972, s.196 vd.
27- Ruhu'l-Kudüs kalbime üfledi, gibi ifadeler bu kabilden vahiydir. İbn Mace, Ticaret, 2; Beyhaki, Sünen, VII, 76; Suyuti, Miftah, 30.
28- Serahsi, Şemsuddin, Usulü's-Serahsi, Beyrut, 1973, II, 90-96.
29- Şatıbi, Muvafakat, IV, 19; Benzer görüşler için bkz, Abdülgani, Hucce, s.334 vd.
30- Bkz, Aydınlı, Istılah, 148; Ayrıca bkz, Buhari, İ'tisam, 24.
31- Peygamberlerin sıfatlarından olan İsmet, Onların küfürden, Allah'ı bilmemekten, yalan söylemekten, hata etmekten, yanılgıya düşmekten, ihmalden, şeriatın tafsilatını bilmemekten uzak olduğu, bunlardan masum bulunduğu demektir. Hata üzere devam etmelerinin de mümkün olmadığı anlamındadır. Bkz, Gazali, Mustasfa, II, 212-214; Sâbûni, Maturidiyye Akâidi, trc. Bekir Topaloğlu, Ank. 1979, s.212-212; Yazır, Hak Dini, IX, 6357; Abdülgani, Hucce, 108 vd.
32- Serahsi, Usul, II, 68.
33- Sabuni, Maturidiyye, 121; Abdülğani, Hucce, s.222; İbn Teymiyye'nin Peygamberlerin hata üzere bırakılmayacağı görüşü için bkz. Abdülcelil İsa, İctihadü'r-Rasül, Mısır, ts. S.33.
34- Allah'ü Teala'nın, O'nu (a.s.m) Cahiliye pisliklerinden muhafaza etmesi hk. bkz. İbn sa'd, Tabakat, I, 121; Ebu Nuaym, Delâil, I, 129; Beyhakî, Delaîl, I, 313.
35- Ebu Nuaym, Delail, I, 147; Ayrıca bkz, Buhari, I, 96; Müslim, I, 268; Beyhaki, Delail, I, 313-314.
36- Bkz. Taberi, Tarih, II, 196; Ebu Nuaym, Delail, I, 143; Beyhaki, Delail, I, 315; Bir defasında O'nu (a.s.m) zorla bir eğlenceye götürmüşler, ancak O kaybolmuş, daha sonra ortaya çıkınca demiş ki; Beyaz ve uzun boylu bir adam bana; "Ey Muhammed! Sakın o puta el sürme, geriye dön" dedi. Krş. Müsned, II, 68-69; Köksal, İslam Tarihi, II,117-121.
37- Geniş bilgi için bkz. Serahsi, Usul, II, 91; Gazali, Mustasfa, II,214; Sabunî, Maturidiyye, s.121; Abdülğani, Hucce, 221-222; Abdülcelil İsa, İctihad, s.31-33; Çakan, İhtilaflar, s.96,113; Erdoğan, Sünnet, 192 vd.
38- Kıyamet, 16-17.
39- Sırasıyla bkz. Gaşiye, 21-22; Hud, 12; Kehf, 23; Kasas, 56; Yunus, 99; Şuara, 3.
40- Tevbe, 113.
41- Tirmizi, Tefsir, sure 3/12; Ali İmran, 128; Abdülcelil İsa, İctihad, s.95.
42- Hz. Hamza'nın Kulak burun gibi organları kesilmiş, ciğeri sökülmüştü. İbn Hişam, Sire, III, 101-103. Ayet için bkz. Nahl, 126-127.
43- Enfal, 67-68. Bkz. Abdülğani, Hucce, 185.
44- Tevbe, 88, 84; Bkz. İbn Kesir, Tefsir, II, 378; Abdülcelil İsa, s.105.
45- Tahrim, 1-2.
46- Bkz. Abdülcelil İsa, İçtihad, s.59-66.
47- Bkz, Serahsi, II, 90-91; Tehanevi, Muh.Ali b. Ali, Keşşafu İstilahati'l-Fünün, İst, 1984, II, 1523.
Devamını Oku »

Dini doğru anlamanın engelleri

Dini doğru anlamanın engelleri

Aslında, Resulüllah'ın mübarek beyanıyla, 'din çok kolaydır, onu zorlaştırmaya kalkışanlar mağlup olurlar'.

Ya da Hz. Ali'nin dediği gibi, ilim bir nokta idi, onu cahiller çoğalttı.
Oysa bugün her şeyde olduğu gibi dini anlamada da bir savrulmuşluğun bir belirsizliğin yaşandığı açık. Modernizm zaten savrulma, değerleri ve ilişkileri parçalama demek. Geçmişin, kutsalın ve buna bağlı olarak da mesela ebeveynin, akrabanın, yaşlıların özel bir değerinin ve ilgi hakkının olmaması demek. Onlarla ilişkileri koparma demek. Fâsıkları tanımlarken Allah; “onlar Allah'a söz verdikten sonra O'nun koparmayın dediği ilişkileri kesenler ve yeryüzünde fesat çıkaranlardır. Kaybedenler de onlar olacaktır' buyurur (Bakara 2/27). Buradan hareketle bir zamanlar, demek ki modernizm fâsıklıklıktır demiştim.
Dini doğru anlama, ya da anlayamama probleminin sebeplerinden aklıma gelenlerini müzakereye açmak istiyorum. Katkılarınız olursa sevinirim.

Sanırım bu problemin ilk sebebi bilgi kirliliği ve hakikat olanı seçebilmenin zorlaşmasıdır. Problemi çözmesi beklenen bilginin bizatihi kendisi bir problem haline gelmiş durumda. Her taraftan bilgi akıyor, kime sorsanız, hangi tuşa bassanız istediğiniz konuda, abi ben varım beni seç, der gibi önünüze bilgi fışkırıyor. Hangisinin sizin aradığınız bilgi olduğunu bilemiyorsunuz. Resulüllah'ın 'Allah'ım, faydasız ilimden/bilgiden sana sığınırım' duasının ne demek olduğunu şimdi daha iyi anlıyoruz. Bilginin faydası, uygulanabilir olması, amele dönüşmesi demek. İnandığı gibi yaşamayan mümin, yaşadığı gibi inanmaya başlıyor. Böyle olunca da hatlar karışıyor, bilgi faydasız hale gelmiş oluyor ve kendisinden Allah'a sığınılacak bir şey oluveriyor. Oysa faydalı bilgi sütûrdan/satırlardan çok sudûrdan/kalplerden uygulamalardan alınmalı idi. Uygulayanı bulunan bilgi hem kafa karıştırmaz hem kolay öğrenilir.

Aslında sudûrda da bozulmalar var. Kısaca Kitap, Sünnet, İcma, Kıyas diye formülleştirilen İslami bilginin kaynakları ve onlardan bilgi alma yöntemi terk edilip onların yerine keşif, keramet, işaret, rüya, kanaat ya da kişisel ideolojiler, felsefeler konmuş olabiliyor. Dinin aslından doğrudan bir şeyler alamayan bireylerin muhakeme imkânı yok. Paket programlara üye olunuyor, Ya toptan alıyor, ya hepten terk ediyor.

O halde dini doğru anlama yolundaki birinci problemimizin bilgisel/epistemolojik olduğunu söyleyebiliriz. Bunu halletmenin doğru yolunun da tekrar rahle-i tedrise dönmek olduğunu sanıyorum.

Anlamamızı zorlaştıran bir başka problem dünyevileşme. Yani dünya merkezli ve hiç ölmeyecekmiş gibi yaşama, lüksü ve rahatı hayatın varlık gayesi haline getirme, yaşamak için yeme değil, yemek için yaşama. Dünyadan kâm almayı hedef alınca, üzüntüsünü ve sevincini bütünüyle dünya için harcama, böylece asıl sevinilecek ya da üzülünecek şeylere mecal bırakmama… Hayati Yılmaz'ın tespitiyle, takımının yediği gole, kaçırdığı bir ikindi namazından daha çok üzülme. İşte dünyevileşme bu.
Peki, neden dünyevileşiyoruz? Bunun da elbette pek çok sebebi var. Dünyayı başkalarına kaptırmamız paradoksal olarak dünyevileşmemizin de sebebi oluyor. İpin ucunu bir kez kaçırmış olmamız, dünyevilerin hâkimiyeti, hep onların dediğinin olması, onlara özenme ve öykünme. Diğer yönden varlığın ve nimetlerin artması, arttıkça nefsin arzularını daha çok gerçekleştirme imkânı bulması, ama dünyalığın çoğalmasına karşı onu yönetecek bilgi, iman ve amelin bulunmaması, Bu arzuları gemleyip frenleyecek eğitimin olmaması, sonuçta hadisi şerifte buyrulduğu gibi, heyecanımızı ve cihat ruhunu kaybetmemiz.

“İnsan kendisini ihtiyaçsız gördüğünde azar” buyuruyor Allah. Varlık felsefemiz şu olmalıydı: Sen dünyaya sahip ol, ama dünya sana sahip olmasın. Kısaca dünyevileşmemenin çaresi dünyayı bırakma, ya da bir lokma bir hırka ile yetinme değil. Bu anlayış da tarihte başımıza hep dertler açtı. Çünkü dünyayı başkasına bıraktığın an hem maddi hem de manevi varlığını kaybediyorsun. Ama dünyalığın girdabına kapıldığın an da öbür dünyanı kaybediyorsun. Mesele bu çok zor dengeyi kurabilmek. İmtihanın sırrı da burada. İmana dönüşen bilgiye, bu bilgiyi yaşayanlara, yaşamak için omuz omuza verenlere ihtiyaç var.

Yani bütün bunlar tek başına olmuyor. Onun için tek başına Müslüman olunabilir ama tek başına Müslüman kalınamaz demişler. Tek başına kalma, kimselere karışmama, kimseyle ilgilenmeme… Bu da modernizmin nesebi gayri sahih bir çocuğu, bireysellik denen musibet bu işte. Hiç kimsenin ne düşündüğünün, ya da ne yaptığının seni ilgilendirmemesi. Sonuçta kendisinden başka kimseyi düşünmeme, kendini hiç kimseye karşı sorumlu hissetmeme. Böyle olunca da Allah'ın vurgu ile emrettiği ve bunu yapmadıkları için Yahudilerin lanetlendiklerini söylediği emri bilmarufu terk etme, hafife alma, hatta yapanları küçümseme. Bunu becerecek bilgi ve eğitime sahip olmadan yapmaya kalkışmak da ayrı bir dert.
Tabii ki, sadece bunlar değil.

Faruk Beşer
Devamını Oku »