2.Abdülhamid'in İslam Birliği Politikası

Şimdi, dış politikada başarıları İslam birliği olayına gelelim ve Tevfik Çavdardın şu satırlarını izleyelim:

"Abdülhamit'in ismi cuma namazlarında Hindistan, Endonezya camilerinde okunan hutbelerde zikredil-miştir. Bu, o güne kadar hiçbir Osmanlı Sultanı'nın elde edemediği bir güçtür. Panislamist hareketin sonucu olarak, 20. yüzyıl başında büyük bir İslam birliği dinî alanda gerçekleştirilmiş bulunuyordu ve bu birlik yasal alanda da ihmal edilemeyecek bir kuvvet haline gelmek üzereydi. Öyle ki, Hicaz demiryolu yapılırken dünyanın her yanındaki Müslümanlardan bağışlar geldi. Türkiye'nin girdiği savaşlar, bütün İslam mer-kezlerinde Osmanlılar lehine sempati gösterilerine sebep oldu. Türk Kızılay'ı, İslam ülkelerinden geniş yardımlar gördü. Balkan Savaşı'nda Edirne'nin kurtuluşundan sonra Türkiye'ye gelen kutlama telgraf ve mesajları içerisinde Amerika, Brezilya, Güney Afrika gibi uzak ülkelerin Müslüman topluluklarının gönderdikleri de vardı." (Bkz. Osmanlıların Yarı-Sömürge Oluşu, s. 50).

Bu satırları yazan kimsenin işte, Abdülhamit bu nitelikteki bir hareketin lideriydi, dedikten sonra, fakat acaba Panislamist eğilimlerin bu güçlü yanını olanca açıklığı ile görebiliyor muydu, diye sorması gerçekten tuhaf kaçıyor.

Bu soru, Sultan Abdülhamit'e değil, onu deviren iç ve dış güçlere yöneltilmelidir asıl. Onu devirmekte rolü olan Batı devletlerinin Panislamizm'in bu gücünü bildiğine ve bunu bildikleri için onu devirdiklerine şüphe edilebilir mi?

Abdülhamit in tahttan indirilmesinin sonucu ne olmuştur? Yukarıda andığımız Türkiye Anıları'na bakalım: ‘Abdülhamit, tahttan düşürülmemiş olsaydı, Avrupa Devletlerinin halen yaralarını sarmaya çalıştığı O BÜYÜK AFET (Birinci Dünya Savaşı) meydana gelmiş olmayacaktı. Aksini farz etsek bile Abdülhamit, büyük bir ihtimalle Türkiye'nin tarafsız kalmasını sağlayarak memleketine bir zafer hediye etmiş olacaktı. Bunu iddia etmekle kâhin sayılmamalıyım.” (s. 117).

Bu satırlara eklenecek fazla bir şey olmasa gerek. Ancak bu satırların yazan İngiliz amiralinin gene Sultan Abdülhamit Han hakkında "... memleketi bir nevi istibdat idaresine sürüklediğini ve bu idare tarzının halk tarafından lanetle karşılandığını çok iyi biliyorum" demesi ve bu sözlerle bizim Batıcı aydınların iddiaları arasındaki ayniliğin görülmesi ilginç bir tespit olur.O kadar.

İmdi, Türkiye'nin Batı ile kurduğu çeşitli (askerî, si-yasî, İktisadî alanlardaki) ittifaklarına bakıldığında, Türkiye'nin Batı ile olan ortak çıkarının koordinatlarının hangi noktalarda kesiştiği söylenebilir? Bu koordinatlar acaba hem Türkiye'nin hem Batı'nın ortak alanı içinde mi kesişmekte, yoksa daima ve kesin olarak sadece Batı'nın işine yarayan bir düzlemde mi fonksiyon icra etmektedir? Özellikle 1923'ten bu yana, Türkiye'nin Batı ile yaptığı her çeşit ittifakın arka plânında, onun, kendisini, Batı uygarlık topluluğunun bir üyesi olarak kabul ettirebilme fikri, niyeti, kaygısı hatta kompleksi itici güç olmuştur.

Yani Türkiye, aslında Batı ile yaptığı ittifaklarda, onunla birlikte bir ortak başarıyı gerçekleştirme yerine, kendini Batı uygarlığının bir üyesi imiş gibi hissettirmeye çalışan tuhaf bir tutum içine girmiştir. Yani aslında, Türkiye'nin Batı ile yaptığı ittifaklar, gerçek anlamda bir ittifak da değildir, Batı nezdinde, kendine bir himaye sağlama politikasıdır. Çünkü ittifakın temeli olan, güçler arasındaki denklik
ve denge mevcut değildir.

Böyle olunca, bu birleşmeden doğan ortak gücü kullanma, yönlendirme, hatta yerine göre ihlal, iptal, ilga etme inisiyatifi, güçlü olan yanın elinde bulunacaktır. Güçsüz tarafsa, bu sunî olarak bir araya gelmeden dolayı daima istismar edilme durumunda kalacaktır.

Türkiye, Batı ile ittifak görüntüsü altında güttüğü politikada günün birinde, farzı-muhal başarıya ulaşsa (yani tam anlamıyla "batılılaşmış" olsa) bundan kazançlı çıkacak olan yan kim olacaktır?

Burada, kazançlı çıkacak olan yan, kuşkusuz, gene Batı olacaktır. Kendi uygarlık camiasına yeni bir üye katmak, konuya uygarlık düzeyinde bakıldığında, Batı'nın zaferi olarak dışlaşacaktır.

İslam'ı, alternatif olarak göremeyenler için, bu sözümüz anlamsız kaçabilir. Fakat Türkiye için ve bütün Orta Doğu ülkeleri için meselenin can alıcı noktası burasıdır.

Kaynak:

Rasim Özdenören-İki Dünya
Devamını Oku »

Batının Osmanlı Devletine Kabul Ettirmeye Çalıştığı Eşitlik Düşüncesi

Batının Osmanlı Devletine kabul ettirmeye çalıştığı Eşitlik düşüncesinin altında yatan niyetin şunlar olduğu edebiliriz:

1-Osmanlı’nın İslâmî toplum düzeninde Müslümanlarla Gayrimüslimler arasında bir eşitliğin sağlanmasını istersek, gerçekte, Müslümanlara gayrimüslimlerin- «statüsünü kabul ettirmek demektir. Bunun aksini düşünmek mantığa ters düşer. Çünkü gayrimüslim, gayrımuslim olarak kaldığı sürece ona İslam'ın münhasıran Müslümanlar için öngördüğü hukukî statüyü uygulamak mümkün olmayacaktır. Böyle bir uygulamaya girişmek gayrimüslim yurttaşın vicdanına baskı yapmak anlamına gelecektir. Esasen, Batının istediği de bu değildir. Öyleyse, Batı, Müslümanların her türlü değer yargısını Batı Hıristiyan toplumlarının değer yargısına göre değiştirmek istemektedir. Böylece, İslam toplumu, ekonomik düzeni de dâhil olmak üzere bütün toplum yapısını Batı toplumunun esaslarına göre ayarlamış olacaktır. Yani eşitliğe esas alınacak sistem İslam degil, Hıristiyanlık olacaktır. Bunun doğal sonucu, Muslümanlar, Batının tüketim ekonomisi sürecine girecektir. Dolayısıyla Batı, kendi üretimine uygun geniş bir pazar imkânı elde edecektir (ekonomik sebep.)

2. Müslümanlarla gayrimüslimler arasında eşitlik olmasını istemek, azınlıklara farklı muamele görüyorlarmış gibi bir izlenim verecektir. Böyle bir bilinçle hareket eden azınlıklar, neticede Osmanlı’ya karşı ayrı baş çekme düşüncesine (milliyetçilik) yönelecektir. Dolayasıyla eşitlik fikrinin sürekli olarak işlenmesi, Devleti parçalanmasına müncer olacaktır (siyasal sebep).

3. Yeryüzündeki İslam devletinin tek temsilcisi du-rumunda olan Osmanlı Devletini yıkmak suretiyle, İslam uygarlığına darbe indirilmiş olacaktır (uygarlıklar arasındaki kavganın uzun vadede görünüşü).

Osmanlı devleti, zaman içinde gerçekleşecek bu so-nuçların hiç birinin farkında değildir henüz. Anlaşıldığı kadarıyla, Osmanlı devleti, Batının bu isteklerini defi belâ kabilinden kabul ediyordu. Üstelik Batının bu tekliflerini kabul etmeye hazır gönüllü bir aydın takım yetişmişti.

Batı, gerçekte, sosyal ve hukukî kurumlan değiştir-mekle, İslâmî düzeni, şahdamarından boğmuş oluyordu. Çünkü İslam düzeninde hukukî kurumlar, Marx'ın ileri sürdüğü gibi, üst yapıdan ibaret değildir. Yani bu kurumlar İktisadî olgunun isterlerine göre teşekkül et-memişlerdir. İslam toplumunda, İktisadî olgu da dâhil, bütün toplumsal olgular, hukuk kurumlarıyla teşekkül etmiş, var olmuş, anlam kazanmışlardır.

Dolayısıyla hukukî kurumların değiştirilmesi İslam toplumu için bütün bir sistemin, anlayışın, toplumsal yapının değiştirilmesi demektir.

Meseleyi, İslâmî esaslara göre kavrayıp değerlendi-rebilecek bir müdir fikir zuhur etmeyecek miydi? Os-manlı Devleti bu., bir silkiniş, bir kendine dönüş hare-keti her an beklenebilirdi. Görelim.

Kaynak:

Rasim Özdenören-İki Dünya
Devamını Oku »

Zulüm ve Düşman

Zulüm, insanın bilerek, isteyerek başkasının ruh ve bedenine acı yapmasıdır. Merhametsiz kalplerde gelişir. Kaynağı ise hırs, ha­set, kin ve menfaat duygusu gibi bütün hayvanî ihtiraslardır İnsan­lığın tarihi, büyük zalimlerin binlerce ürpertici tablosunu ortaya ko­yuyor. Ancak zulüm denen canavarı büyük kuvvet ve devlet sahip­lerinin varlığında tanımak, kendimizi aldatmak olur. Gerçekte hepi­mizin etrafı halka halka zalimlerle çevrilmiş bulunuyor.

Sade Neron zalim değil, baba mirasının bütününü eline geçirmek için tuzak kuran kardeş de zalimdir. Yalnız devlet zalim değil, hayatı karartan kadın da zalimdir. İsa peygambere ihanet edip Romalılara bildiren Yehuda kadar, belki ondan fazla günahsız gönülleri her gün zehir­leyen yayınlar, gazeteler ve radyolarla televizyonlar da zalimdir. Bizi yakından kuşatan bu zalimler, insanlığın tarihini çerçeveleyen ünlü ve büyük zalimlerden yüz defa daha tehlikeli, çok daha zarar­lıdırlar. Bedene duyurulan acılara vahşet ve işkence denilse bile, asıl ruha yapılan baskılarla, onu karartıp çökerten ve ondaki sevgi ile huzuru yokeden şiddetlere zulüm demek doğru olur. Bizi en ya­kından çevirip ruhumuzun derinlerine saplanan zulümler, dostun, evlâdın ve kardeşin yaptıklarıdır. Ruhumuzun derinlerinde bizim de farkında olmadan kendimize yaptığımız zulümse, kurtulamadı­ğımız hasetten, kalbimizi parça parça bölen fitneden, aklımızı san­ki zehirli bir rüzgârla bizden uzaklaştıran harslardan doğmuş olanı­dır

Zulmü yaratan, sevgisizliktir. Sevmeyen insan, her zaman ca­navarlığını yapabilen zalim bir varlıktır. Aşkın meyvesi ise, âlemleri doldurup taşmak isteyen merhamettir. Aşkı olmayan, varlığa düşmandır. Dünyamızı huzursuz, hayatı çekilmez yapanlar, bu düş- inanlardır. Düşman her yerde bulunur. Evimizde, etrafımızda, bü­yüklerimizin olduğu kadar küçüklerimizin arasında, hattâ mabetle bile düşmanlar doludur. Medeniyet, kılıcın düşmanlığını menfaat alışverişiyle maskelemiş bulunuyor. Bu sonuncusu, evvelkinden farklı olarak riyakârlıkla, sahtekârlıkla örtülüdür. Sevgiye dayan­mayan aile bir musibet olduğu gibi, sevgisiz çalışma çekilmez bir belâdır. Büyük sanayi işçisiyle işvereni arasındaki münasebet, mer­hamet ve sevginin temellerine dayanmadıkça bu iki sınıfın birbiri­ne düşmanlığı, her türlü refah imkânlarına rağmen daima artacak ve her zaman sınıf düşmanlığı dâvası olan komünizm kuvvet kaza­nacaktın Bu kuvvet, sonunda düşmanlığın en şiddetli yarışması olan harbi mutlaka doğuracaktır.

Sevgiyle idare etmeyen âmir ve idareci de, idare ettiği insanla­rın hayatına zehirler saçarak er geç nefretin çukurunda boğulmaya mahkûmdur. Yeryüzünün gerçek fatihleri kalpleri kazananlardır.

Kaynak:

Nurettin Topçu-Kültür ve Medeniyet

 
Devamını Oku »

Ahlaki Değerler

Hangi kaynaktan çıkarsa çıksın, bütün değerler mutlaka bir inanca bağlanırlar. Bu inanç, dinde kutsallık duygusudur. Ahlâkta iyilik idealine bağlanmaktır. İnsanda iyilik iradesinin varlığına inanmadıkça ahlâkî değer hükümleri ortaya koymak imkânsızdır. İyiliğin varlığı ise bir gerçeğin ifadesi değildir, bir inanç olayıdır.

Her alanda olduğu gibi ahlâkta da insanlığın ilerleyişi ile beraber değer hükümleri çoğalıyor. İnsanlığın ilerlemesi, ortaya koyduğu değer hükümlerini artırması demektir. Eski Roma’da hukukî değerler, Rönesansda sanat değerleri, İslâmın doğuş devri ile Osmanlılarda ahlâkî değerler içerisinde doğdukları cemiyet­lerin ruhunu doldurmuştu. Bu toplumların fertlerine mutluluk getirmişti. Batının romantizmini insanlığın altın devri yapan onun, sanat ve ahlâk değerlerini birlikte yaşatan özü olmuştur. Değerlerini çürüten ve deviren cemiyet, yıkım halinde bir cemi­yettir, kapıları anarşiye açıktır.

Ahlâk değerleri, evrensel olarak kabul edilen birtakım ilkelerden çıkarılır. Bu ilkeler, her biri bir ahlâkçı tarafından ahlâkî haki­kat diye ileri sürülen adalet, merhamet, ödev... gibi temel fikirler­dir. Meselâ adalet ahlâkına bağlananlar, çeşitli alanlarda, ailede, millet ve insanlık içinde adaletin uygulanmalarından değerler çıkarırlar. Bu temel fikirlerin çokluğu gösteriyor ki bunlardan birini hakikat diye tanımak zorunlu değildir. Herkes doğru buldu­ğu birini benimseyebilir. Adaletin veya merhametin ahlâklılığın temeli olduğuna inananlar vardır. Ancak bu ilkeler matematik teoremler gibi ispatlanamazlar ama doğruluklarından şüphe edilmeyen hakikatlardır. Böyle olmakla beraber ahlâk ilkelerinin keyfi olarak ortaya koyulduklarını söylemek doğru olmaz. Onlar, fertlerin ve insanlığın bugüne kadar yaptığı denemelerin eseridir­ler.

Ahlâkın hakikati arında aklın kontrol ve tenkidine büyük yer verilmekle beraber burada aklın araştırması yetmiyor, ahlâk ola­yım kendimizin yaşamamız lâzımdır. Esasen akıl bize gerçeği yani ancak var olanı tanıtır, olması isteneni, yani ideali tanıtamaz. Var olandan, var kılınması istenen çıkarılmaz. Bunun için iradenin de harekete geçmesi lâzım geliyor. Eflatuncun dediği gibi “hakikata bütün ruhla gidilir”. Ahlâk ilkelerinin ortaya konmasında zekânın olduğu kadar kalb ve iradenin de rolü bulunmaktadır.

Kaynak:

Nurettin Topçu-Ahlak
Devamını Oku »

Utanma ve Haya

Utanma veya haya duygusuna gelince, bu duygu hem izzeti­-nefsin hem de şeref ve haysiyetin bizdeki bekçisidir. Onunla hem kendi izzetinefsimizi koruruz, hem de başkalarının izzetinefsine saygı duyarız. İnsanlara sevgimiz yüzünden onların şeref duygu­larını da incitmekten utanırız. Utanmayan, hem sevgisi, hem de insanlık değeri olmayan kişidir.

İnsanın sahip olduğu değerler ruh yapısına bağlandıkların­dan, temelde öbür hayvanlardan farklı beden yapısı bulunmayan insan, kendi ruhunu vücuduna üstün tutar ve insan olarak ruhu­na bağlandığım göstermek ister. Bunun için, ilkel toplumlardan medeni toplumlara doğru ilerledikçe insanların vücutlarını elbise ile örtmeleri âdet olmuş ve bu hal medeniyetler ilerledikçe daha güzel ve daha tam şekiller almıştır. İnsanda hayvanlarla ortaklaşa olan bazı hayatî görevlerin gizlenmesi ve ahlâk kaidelerine bağlan­ması, edep veya iffet duygusunu meydana getirmiştir. Utanma ve edep duyguları zayıflayanlar, ruhlarında değerler aramaktan çok kendi beden yapılarında hayvanlarla ortaklaşa değerler araştırırlar ve başkalarının ruh değerlerini de kolayca çiğnerler. Onların tam tersine büyük denen insanlar, ruhlarındaki yüksekliğe tırmanmak için, bir vücuda sahip olduklarını bile bazen unuturlar. En çok utanmasını bilen, kendi ruhuna en fazla saygı duyan insandır.

Kaynak:

Nurettin Topçu-Ahlak
Devamını Oku »

Ahlâklılığın ilk şartı

Ahlâklılığın ilk şartı, temeli, insanın herşeyden ve dünyalardan değerli, hörmete lâyık olduğunu kabul etmektir, insan, insanlık düşmanı olmadıkça bu değerini muhafaza eder. İnsana dokunulmaz, hürriyetlerine el sürülmez. Hakaret köpeğe yapılır. Tezyif maymuna yaraşır. Hiddet, hak ve adalet talebinden ileri giderse bizzat kendisi haksızlıktır, hakarettir. İnsana tahakküm edilmez, insan esir edilmez. İnsana zulüm edilmez; insan istismar edilmez; insana emredilmez; insan çekiştirilmez; insana küçümsemeyle yaklaşılmaz, insan takip edilmez. Bunların hepsi zulümdür, haksızlıktır, ahlâksızlıktır.


İnsanın bu ulvî manzarası, Hallac-ı Mansur’un, çarmıha gerilmiş vücudunu taşlıyan halkı sakin sakin seyrettiği halde, kendisine bir gül fırlatıp atan tek dostu Hamd’e dönüp ağlarken söylediği şu sözleri düşündürüyor: “Beni taşlıyan bu halk, ne yaptığını bilmiyor. Onların zulmünden azap duymuyorum ama sen bilmeliydin ki bu vücuda bir gül dahi atılamazdı!" İnsanın kıymetini bilen onun vaktine, huzuruna da hörmet eder. Herbirisinin canı sıkılınca öbürüsünün kapısını çalan bir cemaatin birbirine hürmeti 
nasıl kabul edilir? Edilmez; çünkü bu şekilde her insanın diğerlerinin oyuncağı olarak tanınmaktadır.


Batılı, çocuktan başlayarak insana hörrmet eder,kıymet verir. Orada insanla değerlerine bağlılığın en esaslı şartı olan ferdin bütün hürriyetlerine hörmet prensibi, milletler kadar kuvvetli temellere dayanmaktadır. Aşkın ve dinin bulunduğu yerde insan pek büyük bir varlıktır. O rastgele ne otoritelerin ithamına hedef yapılabilir: ne de her fırsatta azaba, cehenneme, gayyaya sürüklenir.


İnsanlık cevherimize yakışmayan herşey bize zulümdür. Stadyumda hırsı yüzünden adam öldüren ve Romalı gladyatörü düşündüren vahşet hareketinden tutunuz da makinenin üstümüze saldıran ve şuursuz ihtiraslarımızla birleşerek ruhumuzu perişan eden tahakkümüne kadar genç şuurları emelsiz ve idealsiz bırakan mesuliyetsizliğimizden ızdırapsız menfaat ve kinle dolu bütün davranışlarımıza kadar hepsi insanlığa zulümdür, öyle din adamları görüldü ki zulümle, işkence ile öldürülürlerken bile rüzgârı incitmekten, ona olsun zulmetmekten korkarak, kırbaç ve dipçik altında yüzlerindeki tebessümü son nefeslerine kadar muhafaza ettiler. Bunlar ibadet etmesini bilen din adamlarıydı, insanın eşrefi mahlûkat olduğunu tanıyan bir dinin sözde mümessilleri ise, çok kere insanı küçük düşürmek ve insanın insanlığını çiğnemek için, otorite, gurur ve kin dâvalarıyla boğuşmuşlardır.


“ O bilmez ben bilirim, filan kitapta okudum. Versin bakalım cevabını... gibi sefalet üslûbu ile insanlığın bayağı tabakalarından sesler veren zümreye din adamı demek ve bunların arkasından şuurlu bir cemaatin selâmete doğru yol alacağını ummak bir hata değilse bile herhalde bir vehim mahsulüdür. Bizim yapacağımız ilk iş;Batı nın âşıkı değil insan ruhunun aşıkı olacak bir zümre yetiştirmektir.



Kaynak:


Nurettin Topçu-Yarınki Türkiye

Devamını Oku »

Ahlâkta Yıkılışımız

Anadolu’da dokuz yüzyıl gelişen Türkçemizi elli yılda kısır ve cılız bir kabile dili haline koyan suikastın, hem millet kalbine batırılmış hançer, hem de edebiyat kapısına vurulmuş kilit olduğunu görmeyenler, Türk milletini sevmemiş olanlardır.” Onlar Türk milliyetçiliğini bin yıl geriye götürdüler. Bu gidişle şimdi Fuzuliyi anlamayan gençliğin arkasından yakın gelecekte Ömer Sey­fettin'i ve Yunus u da anlamayan nesiller gelecektir. O zaman Türk milliyetçiliği sadece bir tarih ve bir hatıra olacak, Türk ruhu rüya­ların destanı halinde kalacaktır.

Ahlâkta yıkılışımız tarihimizi inkârla başlıyor. Çünkü tarihte atalarımız yaşatılmaktadır. Onlarca sayısız hörmet kalesi ile çevril­mişlerdir. Sevgiden ayrılmayan hürmet, ahlâkımızın temelidir. Hör­met hayatın her sahasında, ailede« okulda, alış-veriş yerinde, gaze­tede, siyasette, sanatta ve dinde yaşatılır. Halk yayınlarının cinsiyet rahnelerini her gün. her akşam, büyüklerinin yanında seyreden ço­cuğun kafasında hörmet kavramı kalır mı? Bakışlarında büyüklük mânası barınır mı? Talihini dosdoğru okuyamayan Türk genci, gerçek atası Fatih'ın hocası ile camide bile karşılaşsa ayağa kalktığını nereden bilsin? Büyük mutasavvıf Molla Cami atına binerken, âlim hükümdar Hüseyin Bay karanın atının yularını ve onun şair veziri Ali Şir Nevai’nın de üzengisini tuttuklarını bilmeyen Türk genci in­sandaki büyüklüklere hürmetin değerini nereden öğrensin ?

Kaynak:

Nurettin Topçu-Kültür ve Medeniyet
Devamını Oku »

Müslüman-Türk İnanç ve Terbiyesi

Müslüman-Türk İnanç ve Terbiyesi
Saf olduğu kadar,hayırhah,dürüst ve hayatı ibadet ve iyi işlere koşmakla geçen bir kimse vardı. Batı­da olsa, düşünmeden gün be gün adetleri artırılan azizler zincirinin halkasına yerleştirilerek isminin başına bir saint sıfatı ilâve ediliverirdi. Halbuki bizim saf delikanlı, Müslüman-Türk inanç ve terbiyesinin gereğince, kendisinden üst olduğunun şuûrunda bulu­narak babasının karşısında el pençe duracak bir saygı hatta bir çeşit hayranlıkla dururdu.

Öyle ki, kendin-deki meziyetleri görmeyip babasının üstünlüklerine riâyeti, insanlık borcu bilmekten geri kalmayacak yapıda bulunan müstesnalardam biri idi.

Genç adam, gerçekten evliyâlık meziyetlerine sahip kimselerden biri idi ise de, kendi meziyet ve faziyetlerini ne görür hatta çevresinde îmâ yollu bir söz eden olursa ne de onu konuştururdu. Kendisinin âciz bir kul parçası olduğunu söylemeyi insanlık borcu sayarak, gerçek meziyetin, kendinde olan değerleri görmemek demek olduğunu ezelden öğrenmişçesine bilir, hep acz ve kul babında kalırdı.

Bizden uzaklaşmış bu terbiyeyi tutup geri getircek çarelerin ne olduğunu düşünmek elbette gerek­mektedir.
İster kabul edelim, ister etmeyelim, bu yangının saçaklara bulaşmadan söndürülmesini nasıl düşün­mez olabiliriz?
Eski Türk terbiyesinin içine solüsyon olarak eri­yip karışmış bir îman hayâtı vardı ki onu, kaçıp sak­lanmış bulunduğu gizliliklerden çıkarmadan, ona ye­niden sâhip olunacağına inanmak asla mümkün olamayacağını bilmem dünya ne zaman anlayacaktır? öyle ki, güneşin sıcak ve yumuşak hâle getirdiği hava misâli, insan oğlunun katı, sert ve donduruculuğunu güneşin buzu çözmesi gibi, insana söz geçirebilen reh­bere karşı bir mânevi mesûliyetimiz olduğunu kabul edip saygı göstermenin, cemiyetin tek kurtuluş çâresi olduğunu acaba ne kadar anlamazlıktan geleceğiz?

Samiha Ayverdi,Dünden Bugüne Ne Kalmıştır?
Devamını Oku »

Osmanlı Devleti'nin İman ve Vatan Aşkı

Osmanlı Devleti'nin İman ve Vatan Aşkı1878’de cereyan eden Türk-Rus Muharebesinde memleketin her bir köşesinden Silistre’ye de bir grup gönüllü gelmişti.

Kumandan paşa, bu gönüllülere hoş-âmedî eder­ken, aralarında yedi sekiz yaşlarında olan bir çocuğa gözü ilişti ve merak ederek, “Bu çocuk kimin?’ diye sordu. Gönüllüler arasındaki yaşlıca bir adam, Mûsâ Paşa’ya: “Ben kulunuzundur efendim. Sefer açıldığınu duyunca bir türlü arkamdan ayrılmadı’’ dedi. Ku­mandan Mûsâ Paşa, çocuğa: “Oğlum, sen pek küçüksün. Silâhı bile tutup kaldıramazsın,” deyince çocuk geri gönderileceğini zannederek ağlamaya başladı ve: “Amca hiçbir işe yaramasam su da mı taşıyamam," diyerek etrâfindakilere gözyaşı döktürdü.

Osmanlı Devletinde hangi müesseseyi kurcalaya­cak olsak, temelinde birbiri ile sarmaş dolaş olmuş bir vatan ve iman aşkı yattığını görürüz.

Yedi yaşındaki çocuğun küffara kılıç sallamak üzere, babası ile yollara düşmek istemesinde “Yâ gazi ol, ya şehit” terbiyesi ile büyümüş olmasının tesirini gördüğümüz gibi, kul hakkına riâyet etmekte, vatan müdâfaasında, devletçilik anlayışında, âile yapısında,hülasa cemiyet hayâtının bütününde dâima karşımıza çıkacak olan, adalet duygusunun tanınmasında sari ve cari olan, hep aynı iman fermanının asırlar içinde süregelmiş buyruğunun, Türk'ün iliğine kemiğine işlemiş vatan ve İman aşkının har vesile ile kendini göstermekten geri kalmamış olmasıdır.

 

Samiha Ayverdi,Dünden Bugüne Ne Kalmıştır ?
Devamını Oku »

Evrimcilik Kuramı

evrimcilik kuramı

Batı düşüncesi,rönesanstan başlayarak 17.yüzyıldan bu yana da gittikçe yoğunluğunu ve hızını arttırarak insanı 'tanrısal'olandan uzaklaştırmanın savaşını  vermektedir. Bu bütünden herhangi bir alanı ve mesela etkilerini şu veya bu şekilde günümüzde de sürdüren evrimcilik kuramını alalım. Bu kuramın temelde neyi amaçladığının bilincinde olmayan birisi için, belli bir ayrıntıda söylenen doğrular,o kimseye o kuramın bütününün doğru şeyler söylediğine dair bir vehim verir. Duran bir saatin de günde iki defa doğruyu gösterdiği gibi, bu kuramın içinde de doğruyu işaret eden iki husus varsa, o kuramın neyi amaçladığı konusunda bilinç sahibi olmayan kimse o iki doğru hususu, kuramın bütününe teşmil edebilir.

Oysa bu kuramın nihai amacının kutsal kitaplarda söylenenleri, özellikle yaratılış üzerine söylenenleri yalan çıkartma çabasında olduğunun bilincinde olan biri için, bu amacı destekleme sadedinde ileri sürülen delillerin önemi yoktur. Tersine: duran saatin günde iki kere doğruyu göstermesi kabilinden olan deliller de, kuram sahibinin amacı doğrultusunda değil, fakat o bilinç sahibinin amacı doğrultusunda işe yarar hale getirilebilir. Böyle birisi için Darwinle Freud, Freudla Marx ve benzerleri, görünüşte birbirinden ne kadar farklı şeyler söylerse söylesinler, aynı düzlemde ele alınıp değerlendirilirler. Çünkü bunların tümü aynı amaca ulaşmak için farklı yollan deneyen kişiler olarak mütalâa edilirler.

Bilinç sahibi kimse, söylenenlerin ayrıntısına değil, fakat söylenenlerin müntehasına bakar. Abdülhakim Arvasinin özlü biçimde ifade ettiği gibi, bir ilmin butlanı onun müntehasın-da (en uç noktasında) anlaşılır.

Bu yüzden, bilmeyle bilinçli olmayı farklı tutuyoruz. İçinde yaşadığımız dünyada bildiklerimizin bilincinde olabilseydik, nasıl bir dünyada yaşayıp nereye gittiğimizi ve oraya giderken kime hizmet ettiğimizi açık seçik kavrardık.

Rasim Özdenören,Yumurtayı Hangi Ucundan Kırmalı
Devamını Oku »