Modernizm'in İlk Hamlesi Geleneği Red Etmesidir...

Modernizm'in İlk Hamlesi Geleneği Red Etmesidir...Kur'an'ın hükümleri genel bir tasnifle itikat, muamelat (ibadet) ve ahlak olmak üzere üç kısma ayrılır. İtikat ile akait ilmi, muamelat ile fıkıh ilmi, ahlak ile de tasavvuf ilmi ilgilenir. Bu üç alan baş, gövde ve ayaklardan oluşan bir vücuttur. Bu alanların ve bu alanlara ilişkin söz konusu ilimlerin ayrılığı teklif ve tasavvur dahi olunamaz.

Bilinçli ya da bilinçsiz, ahlaki ayetleri inceleyen tasavvufu ve tarikatları inkar edenler dikkatle etüt edildiklerinde görülecektir ki, onların inkarları sadece tasavvufa yönelik değildir; aslında itikadi ve fıkhi bütün mezhepler için caridir. Başka bir deyişle tasavvufa saldırı İslam'ın mezhep olgusuna saldırının bir emaresidir. Bu görüş sahiplerinin alıp veremedikleri ve aslında hazmedemedikleri Kur'an'da "Sebîlu'l-Mü'minîn" olarak zikredilen İslam kültürü yani, sahih gelenektir: وَمَنْ يُشَاقِقِ الرَّسُولَ مِنْ بَعْدِ مَا تَبَيَّنَ لَهُ الْهُدٰى وَيَتَّبِعْ غَيْرَ سَبٖيلِ الْمُؤْمِنٖينَ نُوَلِّهٖ مَا تَوَلّٰى وَنُصْلِهٖ جَهَنَّمَ وَسَاءَتْ مَصٖيرًا "Kim, kendisine hidayet (doğru yol) besbelli olduktan sonra peygambere karşı çıkar, mü'minlerin yolundan başkasına uyarsa, onu yöneldiği yolda bırakırız ve cehenneme sokarız. Orası ne kötü bir varış yeridir" (Nisâ 4/115).


Ayette geçen "Hüda" Kur'an'ı, "Rasul" kavramı sünneti, "sebîlu'l-mü'minîn" ise sahih geleneği ifade eder. Yani sünnet inkarcılarına günaydın. Sünnetten kurtulayım derken başınıza bir de müminlerin yolu çıktı. Gerçi onlar bunun farkındalar. Onun için de modernizmin ilk hamlesi geleneğedir. yani redd-i miras...



Şimdi azizim!. Bunların amacı güya İslam'ı aslına döndürüp ve yalnızca Kur'an'a müracaat ederek daha kamil bir insan modeli üretmek değil. Düpedüz dinin özbenliğine karşı bir tasallut. Yunus'la, Mevlana ile alıp veremedikleri odur. Tasavvuf inkarcılığı nevrozun ilk semptomudur. Aysbergin öteki yüzünde deizme kadar giden bir süreç vardır. Bu süreç tevhidin peygamberi Hz. İsa'yı teslisin bir parçası yapan sapkın zihniyetin evcil versiyonudur. Yani onların isası ile Kur'an'ın İsa'sı bambaşkadır. Onların yunus dedikleriyle "Bizim Yunus" bambaşkadır. Onların yunusu güya Kur'an'ı ve sünneti yok sayan bir şatahat serserisidir. "Bizim Yunus" ise; "Şeriattır cümle işlerin başı, şeriatsız tarikat şeytan işi, her kim ki, olmaya anda ilm-i şeriat, anın şeyhi şeytandır bil ki, mutlak." diyen Yunus'tur.



Yrd. Doç Dr. Yasin Pişgin Hoca

Devamını Oku »

Siz Hiç Gerçekleri Bindörtyüz Yıl Sonra Keşfedilen Hak Din Görmediniz mi?




Siz Hiç Gerçekleri Bindörtyüz Yıl Sonra Keşfedilen Hak Din Görmediniz mi?(Kısa bir Osman Caner Taslaman Zihniyeti Analizi)

Bir din düşünün ki hak din olsun! Bir din düşünün ki Allah’ın gönderdiği son din olsun! Ve yine bir din düşünün ki bütün insanlara gönderilmiş olsun. Bir din düşünün ki kendisine inananlaraSizler insanlar için var edilmiş en hayırlı ümmetsiniz’(Âl-i İmran, 3/110) diye seslensin. Ve bir din düşünün ki mensuplarını, sâir insanlar hakkında şâhit olmaları adına en mutedil bir ümmet olma makamına yerleştirsin (el-Bekara, 2/143). Ve nihâyet öyle bir din düşünün ki; ne idüğü, ne dediği aradan bindörtyüz yıl geçtikten sonra anlaşılabilsin.

Dinimizi yalnız Kur’an’dan almak gerektiğini salık veren; aklına bir türlü sığıştıramadığı hadisleri, postmodern aklının anlayabildiği kadarıyla Kur’an’a arz etmeyi tavsiye eden, kırık-dökük Arapçalı yarım hocalara biraz kulak verirseniz, size anlattıkları İslam’ın yukarıdakinden pek bir farkı olmadığını rahatlıkla görebilirsiniz. Tereddüt etmenize hiç gerek yok; böyle bir dini, ne söylediğine hiç bakmadan, ne getirdiğini hiç dikkate almadan inkâr edebilirsiniz!

Emevîlerin elinde câhiliye Araplarının şirkine bulandırılan İslam’ın saf akidesi; Abbasîlerin sultası altında tamamen politize edilen İslam’ın âdil hukûku; Osmanlıların mârifetiyle ‘atalar kültü’ne çevrilen İslam’ın tertemiz ruhu, kendi özüne dönebilmek, Hz. Peygamber zamanındaki orijinal hâline geri gelebilmek için, Mustafa Kemal Atatürk’ün kurduğu, şeyhler ve dervişler ülkesi olmayan laik Türkiye Cumhuriyeti’nin yetiştirdiği modern ilahiyatçıların zuhûrunu; fikri hür, vicdânı hür ekran hocalarının çıkışını beklemek zorundaydı.

Recim cezasının bir hurâfe olduğunu, mürtedin öldürülmesinin din hürriyetine uymadığını, el kesme cezasının insanlığa sığmadığını, namaz kılmayanın cezalandırılmasının ibâdet özgürlüğüne ters düştüğünü, kaderin kaçak bir îman maddesi olduğunu, mezheplere uymanın ruhban sınıfını putlaştırmak demek olduğunu, kadının şâhitlikte ve mîrasta erkeğin yarısı olarak muâmele görmesinin eşitliğe aykırı olduğunu; poligaminin aslında ilkel bir pederşâhî toplumun kalıntısı olduğunu, cehennem azâbının sonsuz olmasının Allah’ın merhametine uymadığını, Hıristiyanlar da fenâ insanlar olmadığına göre onları cennetten mahrum etmenin Allah’ın sonsuz rahmetini tekeline almak olduğunu; İslam’ın bu hurâfelerle zinhar alâkasının olmadığını ispat edecek büyük zihinler; Allah’ın dinini ilk indiği gerçek hâline döndürecek yüce zekâlar, uydurulmuş dini kaldırıp, indirilmiş dini bize gökten yeniden armağan edecek Kur’an’a adanmış cins kafalar zâten ancak postmodern çağda; Atatürk’ün Türkiyesi gibi seküler bir habitatta yetişebilirdi.

Böylece İslam’ı orijinal hâliyle anlayabilmek bir Hz. Peygamber devrine, bir de modern Türkiye Cumhuriyeti’nin aydınlanmış birkaç şanslı hocasına nasip olabiliyordu. Evet, İslam’ın işte böylesine acayip bir târihi; apaçık olmasına rağmen yalnız indiği zamanda; bir de -ne büyük bir kısmettir ki- şimdilerde İstanbul’da, boğazın mavi sularına nâzır kimi lüks konaklarında yeni yeni anlaşılabilen Kur’an adında bir kitabı vardı.

Son zamanlarda Kuran’ı anlamak kendisine nasip olmuş bu mahzûz şahsiyetlerden birisi de Caner Taslaman… Bilim adamlığı portresine din adamı imajını da monte etmekle ülkemiz şartlarında eşine az rastlanabilecek bir başarıya imzâ atmış; böylelikle ne İslam’dan ne de modernitenin, bilim ve çağdaşlığın insanlığa bahşetmiş olduğu kazanımlardan vazgeçme niyetinde olan yeni nesil Türk vatandaşlarının birdenbire gözdesi oluvermiş; biraz daha geç kalındığı takdirde İslam’la olan bağının âkıbeti hususunda ciddî mânâda endişe edilebilecek kalabalıkların yanmış bağırlarına âdeta su serpmiştir.

Nasıl olmasın ki, ‘körün istediği bir göz; Allah vermiş iki göz’ misâli, millet duygularına tercüman olacak aydın ve modern din hocası ararken, Allah hem de bilimsel konuşanından göndermiştir. O mâdem ki big bang teorisini bilimsel olarak açıklayabilmektedir, bu durumda hangi hadisin mevzu olduğunu da elbette ki o bilir. O mâdem ki kuantum fiziğini, parçacık teorisini, Cern deneyini en iyi bilen müslümandır; şu hâlde Hanefi mezhebi, âyet tefsiri, İslam târihi ve dahi İslam’la alâkalı her ne varsa hepsi ondan sorulur. Bu genç yaşına rağmen, bir yandan bilimsel çalışma ve araştırmalar yaparak profesörlük makamına yükselmekle kalmamış; akademik meşgaleler onu Fıkıh, Hadis, Tefsir, Kelâm, Usûl-u Fıkıh, Felsefe, Târih ve bilumum İslamî ilimlerde uzman olmaktan alıkoymamıştır. Bugüne kadar kendisine tevcih edilen herhangi bir soruya veya soruna ‘bilmiyorum’ cevabı verdiğinin bilinmiyor oluşu da bu kanaati kuvvetlendiren sağlam bir karinedir.

Evet, belki biraz trajikomik ama günümüz Türkiyesi’nde İslam’ın ne olduğunu açıklama işinin, henüz Kur’an’ın orijinal metnini hatasız okumayı beceremeyen hocalara kaldığı acı bir gerçek… Kendisini tipik bir Kur’ancı’dan farklı ve câzibedar kılan tek bâriz tarafı modern bilim eğitimi almış olması olan Caner Taslaman, konuştuğu İslamî ilimlerin hemen hepsinde ferdî okumalar yapmakla elde ettiği genel kültürden öte bir birikime sahip olmadığı her hâlinden belli olsa da, bilim adamı kimliğinin kendisine kazandırmış olduğu pozitif imaj, onu otomatik olarak bu sahaların da uzmanı yapıveriyor. Maamâfih, o bu imajını bilim adamlığına yakışmayan bir üslûpla, uzmanı olmadığı Hadis, Fıkıh, Tefsir gibi sahalarda züccaciye dükkânına giren fil misâli hoyratça kullanıyor. ‘Bilmediği şey hakkında konuşmamak’ gibi Kur’anî bir fazileti benimsemek yerine, imaj uğruna, kendisine sorulan her suâle sahasının en yetkini edâsıyla cevap veren Taslaman’ın devirdiği çamları sayabilmek bile kolay bir iş değil artık.

Hâlbuki insan, Modern Fizik gibi zor sahalarda uğraş vermiş bir bilim adamından, Tefsir, Hadis, Fıkıh gibi –tıpkı Fizik’te olduğu şekilde- herhangi birisinde ihtisas sahibi olabilmek için uzun bir süre ve ciddî bir özveri gereken İslamî ilimlerde de bilimsel bir tavır sergilemesini bekliyor. En azından tasdikten önce tasavvurun hakkını vermesini… Yargılamadan önce anlamaya çalışmasını… Fakat o, böyle yapmak yerine hedef tahtasına oturttuğu Hadis, Fıkıh gibi ilimlere, gündemdeki sıcak gelişmelerin yedeğinde mütemâdiyen saldırıyor. İyi derecede yabancısı olduğu bu ilimlere her bulduğu fırsatta çamur atmakla muvazzaf bir militan gibi, görevini bihakkın yerine getiriyor. Bir yandan itibar ve haysiyet pahasına şöhret devşirirken; diğer taraftan kendisini tâkip edenlerin uhrevî vebâlini de yükleniveriyor.

Meselâ, DAİŞ’in yaptıklarından sünneti karalamak için malzeme çıkarabiliyor. Ama iş Kur’an’a gelince akan suların hepsi duruveriyor ve ortalıkta hiçbir problem görünmüyor. Bizce, DAİŞ gibi gurupların hadislerden beslendiğini düşünen Taslaman’ın temsil ettiği bu dogmatik zihniyet biraz daha cesur olmayı başarmalı ve İslam’dan istifâ etmiş mülhid Arapların açık yüreklilikle dile getirdiği gibi Müşrikleri nerede bulursanız öldürün”(et-Tevbe, 9/5) misâli kapı gibi âyetler önümüzde dururken; suçu hadislerde bulmaya çalışmak gibi bir kolaycılığa teşebbüs etmemeli; bu kadar ucuza fikir adamlığı satmaktan vazgeçmelidir.

Kur’an’da yer alan bu tarz mutlak âyetlere gelince onların kendi özel şartlarında anlaşılması gerektiği gibi açıklamalarla durumu idâre etmeye çalışan bu zavallı zihniyet; söz hadislere gelince özel şartları derhal unutup uydurma jokerini hemen masaya koyuveriyor. Evet, âyetlerin özel şartları vardır ama hadislerin özel şartları yoktur. Âyetler birbiriyle veya vâkıayla çatışıyor gibi göründüğünde hemen telif edilebilir; ancak hadisler birbirleriyle veya âyetlerle çatışıyor gibi göründüğünde derhâl çöpe atılır. Çünkü mesele, özel şart meselesi filan değil fırsatını bulmuşken hadislere sataşma kurnazlığıdır.

Benzer bir davranış geçenlerde Diyânet’in -bana göre bir kıllet-ı fekâhet eseri olarak- gâyet nâzik ve hususî bir mesele hakkında fetva neşr ve ta’mim etmek gibi bir tâlihsizliğe imzâ attığında da müşâhede edildi. Mevzu hakkında yeniden hızlı bir okuma yapma ihtiyacı hissetmişe benzeyen Taslaman, bu ülkede en nihâyet devlet bazında yapabildiği kadarıyla dini temsil etmeye çalışan bir kuruma yapılan linç kampanyasına –ki kimlerce yapıldığı herkesin mâlumu- karşı çıkmak yerine âdeta arka çıkmış; yangına körükle gidercesine sosyal medyada “mezhepler ensest ilişkiye kapı açıyor” gibi yavan bir başlıkla paylaşım yapacak kadar kepâze bir üslûbu, oportünist bir tavrı sergilemekten ar etmemişti. Burada da amaç Diyânet yahut da fetvâsı değil; elverişli bir pozisyon bulmuşken mezheplere çatmaktan geri kalmamaktı. Çömez bir ateistin Kur’an’a saldırma mantığıyla Taslaman’ın Hadis ve Fıkıh’a saldırma tarzı arasında muhtevadan öte pek bir fark bulunmuyor. İkisinde de aynı şartlanmışlık, aynı sathîlik, aynı kompleks, aynı acelecilik, aynı heyecan ve aynı amatörlük…

“Kuran’da çocuklarınız size haram kılındı diyor; evlilik yoluyla meydana gelsin gelmesin ayırt etmiyor… Şafiî ve Mâlikî nasıl olur da kişinin zina mahsulü çocuğuyla evlenmesini câiz görüyor?!

Hukuk’un ve dahi Şeriat’ın diline, yapısına ve felsefesine bu derece yabancı olan bir şahıstan şu meseleye serinkanlı bir şekilde yaklaşmasını beklemek elbette ki hayal olur. Filhakika, problemi kendi nosyonu çerçevesinde tartışsa buna diyecek bir lafımız olamaz! Nitekim Hanefî mezhebi bu hususta Şâfiî mezhebinden farklı düşünür ve konuyu enine boyuna tartışır. Fakat hukûkun, kendisine has normları çerçevesinde ele alınmasının lüzûmunu anlayabilmek için, çift yarık deneyiyle, kuarklarla, higgs bozonlarıyla meşgul olmak yetmez; zahmet edip hukuk metinlerine nasıl yaklaşılması gerektiğine dâir yorumbilimin muhtevasına da az çok âşina olmak icâp eder. İnsan duygularıyla aklını birbirinden nerede ayırması gerektiğini iyi bilmelidir. Her ilmin kendisine has metotları, felsefeleri vardır. Bir limit problemini duygularınızla çözemezsiniz.

Bir hukukî meseleyi vicdânlara atıf yaparak çözmek her zaman doğru netice vermeyebilir. Modern toplumda yetişmiş bir kadının vicdânı –hele biraz da feminist damarı okşanmışsa- Kur’an-ı Kerim’de zikredilen kadının mîrastan erkeğin yarısı kadar pay almasıyla alâkalı hükmü kabul etmeyebilir. Kezâ, modern kadın, “(Borcu yazmada) erkeklerinizden iki şâhit tutun. Eğer iki erkek yoksa bu durumda râzı olduğunuz şâhitlerden bir erkek ile iki kadını… Ola ki kadınların biri şaşırırsa diğeri ona hatırlatsın diye…” (el-Bekara, 2/282) âyetini duyunca şâhitlik hususunda erkekle bir tutulmamasını bir türlü içine sindiremeyebilir. Yâhut erkeğin birden fazla eşe sahip olmasına cevaz veren âyet karşısında kadının niçin birden fazla eşe sahip olamadığını sorgulayarak eşitlik talebinde bulunabilir. Aynı şekilde, eşlerin geçimsizliği durumunda son çâre olarak kocanın karısını dövmesine izin veren âyeti işitince, “câmiye gideceğime morçatıya giderim; istemem böyle dini” de diyebilir. Görüldüğü üzere, sınırlarını zabt u tâyin edemeyeceğimiz vicdânlara referansla hukukî meseleleri ele almak birçok yerde problemi çözülmez bir hâle sokacaktır. Oysa hukukun ana gâyesi problem çözmek; anlaşmazlıkları gidermektir. Çoğu kez yanılan, dış tesirlerin altında kalan hissiyat hukuka yön veremez.

Gelin bizler Taslaman’ın vulgarize üslûbunu bir kenâra bırakalım ve meseleyi bir de soğukkanlıca ve insafla ele alarak İmam Şâfiî gibi bir âlimin ne demek istediğini biraz anlamayı deneyelim: Hukuk, kendi sisteminin imkânları ölçüsünde vâkıaya mutâbık hüküm vermeye çalışır. Vâkıadaki bir gerçekliği ispat etmekle, hukûkî bir olguyu ispat etmek birbirinden farklı şeylerdir. Evinize bir hırsız girdiğini ve belli miktarda paranızı çaldığını düşünün. Sizin bu hırsızı görmüş olmanız, o kişinin sizin nezdinizde hırsız olması için yeterlidir. Peki sizin onu görmüş olmanız hukuk katında da o kişinin hırsız adını alması için yeterli midir? Elbette ki hayır. Hâdise mahkemeye intikâl ettiği takdirde hâkim sizin “Gözlerimle gördüm, biliyorum” demenizle yetinmeyecek, iddiâ sahibi olarak sizden delil talep edecektir. Çünkü hukuk delil-ispat sistemi dâhilinde işler. Hattâ dâvânın hâkimi o hırsızı çalarken görmüş olsa bile; kendi gördüğüyle değil; dosyadaki delillere göre karar vermekle yükümlü olacaktır.

Aynı şekilde, bir çocuğun biyolojik olarak size âit olduğunu düşünmeniz, hukûken de o çocuğu size âit yapmaya yetmez. Neseple alâkalı bir dâvâ mahkemeye intikâl ettiğinde, hukuk çocuğun kime âit olduğunu hangi delile binâen tespit edecektir? Şimdiki bilim ve teknik imkânlarının olmadığı bir zamandan bahsettiğimizi unutmayalım. İşte “nesebin hukukî açıdan ispat edilebilmesi nikâhın olması şartıyla mümkündür” derseniz; bir çocuğun vâkıada size ait olmasının, hukûken de illâ ki size âit olmasına yetmeyeceğini pek tabii anlayabilirsiniz. Dolayısıyla size âidiyeti hukûken ispat edil(e)meyen bir çocuk artık sizin çocuğunuz olmayacak; bu hükümden teferru eden evlilik, mîras velâyet ve nafakayla alâkalı birçok medenî hukuk meselesi bu zeminde çözüme kavuşacaktır.[i]

Hukuk kendisine has bir felsefe muvâcehesinde işlediği için birçok fizikî delil, hukuk nezdinde delil olarak itibar görmez. Aynı şekilde hukukun itibar ettiği yemin gibi bazı uygulamalar kimi zaman vâkıa ile tetâbuk da etmeyebilir. Bu ayrımdan ötürü mâsum birçok insan hapishânelerde çürürken; birçok câni de sokaklarda rahatça dolaşmaktadır. Bu durum, haddi zâtında hukûkun bir kusuru değil; belki bilgi eksikliğimizden neşet eden beşerî bir problem; insanoğlunun bu fâni âlemdeki yazgısının bir cilvesidir. Problemin can alıcı noktasının insana mahsus bu bilgi eksikliği olduğuna işâret eden önemli bir delil de, Şafiî fukahasının –yaşayan bir peygamberin haber vermesi gibi- kesinlik ifâde eden bir bilgi elde edilmesi durumunda böyle bir evliliğin haram olacağına dikkat çekmiş olmalarıdır. Nitekim İmam Şafiî de (Allah ondan râzı olsun) bu ihtimâle ve bâzı mezheplerin haram görüşünde olmalarına binâen böyle bir evliliği hoş görmediğini velâkin hukuk/fıkıh açısından (nesebin hukuken sâbit olmamasından dolayı) bu tarz bir akdi feshedemeyeceğini de dile getirir. Dolayısıyla, iki kişinin arasında nesep alâkasının ispat edilmediği durumda hukuk, evlenmeye de kanûnen bir engel görememe hususunda mâzurdur. Tıpkı, sizin kesin sûrette hırsız olduğunu bildiğiniz kişiyi yeterli delil bulamadığında serbest bırakıp sizden çaldığı paraları âfiyetle yemesine engel olamamakta mâzur olduğu gibi…

Ama siz sakın Caner Taslaman gibi “Bu ne biçim hukuk! Benim evimden gözlerimin önünde paramı çalan hırsızı cezalandırmadığı gibi, paramı âfiyette yemesine de müsaade ediyor, bırakın bu hukuku Kur’an’a uyalım!” diyerek öfkenize, heyecanınıza yenik düşüp de yok yere hukuku suçlamayın! Yargılamadan önce neyin niçin böyle olduğunu anlamak hususunda biraz emek sarfedin! O zaman fark edeceğiz ki; bizden önce yaşamış bu ümmetin büyük ulemasına, imamlarına, fikir adamlarına öncelikle hürmet duymak; onları ciddîye almak; mahkûm etmeden önce ne dediklerini anlamak için biraz çaba sarfetmek zorundayız.

Öyleyse burada sorulması gereken temel soru şudur: “Kur’an-ı Kerim “evlatlarınız” derken acaba örfî veya lügâvî mânâsıyla kişinin çocuğundan mı bahsetmektedir; yoksa hukukun (şeriatın) ‘çocuk’ ismini verdiği evlattan mı bahsetmektedir?”

Evet, probleme bir ilim adamına yakışır şekilde böyle de yaklaşabilirsiniz; ya da şartlanmış olduğunuz sâbit fikri mutaassıbâne savunma hırsı içinde, itibarını iki paralık etme pahasına da olsa, sağa sola ölçüsüzce saldırmayı da seçebilirsiniz. Bizler birinci yaklaşımı tercih ediyor ve kimseye haksızlık etmemek adına meselenin hakkını vermek gerektiğini düşünüyoruz. Fizikle fazla iştigal etmesinden olsa gerek, olgusal gerçekliklerle itibarî gerçeklikleri birbirine karıştıran Taslaman’ın kimlerle aşık attığına biraz daha dikkat etmesi gerekiyor. Bu ayrımın farkına varamayıp sonra da ensest ilişkiye kapı açtıkları iddiasıyla mezhepleri karalamaya aklı sıra bir gerekçe bulduğunu vehmeden bu kompleksli zihin yapısının; heyecanlı, genç bir ateistin, küçükken kimsesizler yurduna verilmiş iki öz kardeşin, büyüdüklerinde -kardeş olduklarını bilmedikleri bir hâlde- evlenmelerini takdir ederek ensest ilişkiye kapı açan bir Tanrı’yı inkâr etmek için yeterli bir delil bulduğunu zannetmesi karşısında ne diyeceği merak konusudur. İmam Şâfiî’nin meseleyi ele aldığı hukuk felsefesine hiçbir atıf yapmadan, mevzuyu “ensest ilişkiye kapı aralamak” şeklinde ajite etmek, bir bilim adamından değil, ancak orta sınıf bir gazetenin köşe yazarından sâdır olabilir.

Eğer Usûl-u Fıkıh literatürüne göz atabilecek bir altyapısı olduğunu bilsem hakikat-i şeriyye, hakikat-i örfiyye, hakikat-i lügaviyye ve elfâz-ı menkûle’ye dâir bahisleri biraz çalışmasını söyleyeceğim ama heyhât… Ayrıca İlm-i hilâf ve Cedel adıyla mâruf bir ilim de vardır. Bugüne kadar Taslaman bu sahada yazılmış bir tek eser duymuş mudur veya eline bu konuda tek bir kitap alıp okumuş mudur, bilmiyorum. Ancak İmam Şafiî’nin görüşünü reddedeceğim derken güzel ve de basit bir müsâdarehatâsına düştüğüne işâret etmekle yetinelim. Görünen o ki, allâmemizin İlm-i Mantıkla da arası pek iyi değil.

Evet, Caner Taslaman’ın “Kur’an çocuklarla evlenmeyi haram kılıyor, bu kadar basit diyerek düşünmeye bile ihtiyaç duymadan meseleyi on saniye içinde hallettiği yöntem, İmam Şâfiî gibi bir fıkıh ve dil dehâsının aklına bir ömür boyu nasıl gelmez, akıl alır gibi değil! Üstelik Kur’an’ın bu âyeti apaçık karşımızda dururken… Mesele sadece bu kadarla kalsa keşke… İmam Şâfii’den sonra gelen Müzenî, Kaffâl, Sayrafî, Mâverdî, Beyhakî, Şirazî, Cüveynî, Gazzâlî, Râzî, Rafiî, Nevevî, Beydâvî, İzz b. Abdisselam, İbn Dakik, Subkî, Ensârî gibi –Taslaman’ın bir çoğunun adını ilk defa duyuyor olması kuvvetle muhtemel olan- her biri devrinin en büyük fıkıh otoritesi konumundaki bu âlimler yüzyıllar boyunca bu apaçık Kur’an âyetini nasıl olur da bir türlü anlayamazlar? Hayret doğrusu! Ee ne diyelim, aşk olsun size; topunuz bir Caner Taslaman kadar olamadınız.

Oysa bütün ömrünüzü Usûl-u Fıkıh, Nahv, Sarf, Hadis, Lügat, Belagat, Tefsir, İlm-i Hilâf, Cedel, Âdâbu’l-Bahs ve Münâzara gibi boş işlerde harcayacağınıza; hakikat, mecaz, vad’ nakil, tahsis, mutlak, mukayyed, müşterek, izmar, mücmel, müfesser, nas, zâhir, hafi, müşkil, muhkem, müteşâbih, mefhûm, mantûk, âmm, hâs, tenkîh-i menât, takrîr-i menât, işâret-i nas, delâlet-i nas, iktizâ-i nas, mefhûm-u muhâlefet, mefhûm-u muvâfakat gibi saçmalıklarla tüketeceğinize; kendi asrınızın imkânlarına göre suyun kaldırma kuvveti hakkında biraz düşünseydiniz, az da olsa yer çekimi üzerinde kafa yorsaydınız, ısınan havanın niçin yükseldiğini bir kerecik olsun merak etseydiniz, su dolu bardağın içine konulan kaşığın neden kırıldığıyla azıcık ilgilenseydiniz, sonrasında Kur’an’ı açıp okuduğunuzda çocuklarla evlenmenin haram olduğunu hemen anlar ve ensest ilişkiye kapı açmazdınız. Geldiğimiz bu noktada İslam âlemi, Taslaman gibi bir zekâyı ancak bin dörtyüz sene sonra yetiştirebildiğine mi yansın; yoksa bunca yüzyıldır apaçık olan Kur’an’ı bir türlü anlayamamasına mı, bilemiyorum. Ne diyelim, Allah’ın takdiri ve Ümmet-i Muhammed’in mâkus tâlihi…

Gülelim mi ağlayalım mı bilemiyorum… Kur’an üzerinde kafa yoran ilk müslümanın gâliba kendisi olduğunu vehmeden bu haddini bilmez ukalâca tavır, İslâm’ın târih ve mîrasını anlamaya çalışmak konusundaki lâubâliliğiyle, müsteşriklere bile rahmet okutuyor.

Yarım bildiği –belki de hiç bilmediği- Arapçasıyla bu meselelerin klavye başında sosyal medyada iki dakikada çözebileceğinin canlı bir örneğini göstermekle, ‘İslam âleminin beklediği Mehdi olabilir mi ki’ sorusunu da akıllara getiren bu heyecanlı beyefendi, Şafiî mezhebinin işini bitirdikten sonra Hanefî mezhebine de ayar vermeyi ihmâl etmiyor. Burada konu hakkında Hanefî mezhebine yöneltmeye yeltendiği bayağı itirazlarla ilgilenmeyeceğim. Bunun yerine bu konuda nasıl bir bakışa sahip olduğunu ele veren, kendisiyle şahsım arasında cereyan etmiş kısa bir münâzarayı aktarmakla iktifâ edeceğim:

Bundan birkaç ay önce Fatih Altaylı’nın sunduğu bir televizyon programında dile getirilen iddialara binâen, Faruk Beşer mezkûr programa katılan Mustafa İslamoğlu, Mehmet Okuyan, Caner Taslaman üçlüsünün argümanlarını eleştiren “Bir cübbeliye karşı üç cübbesiz” başlığıyla bir yazı kaleme almış; orada bu zihniyetin “Ebû Hanife ne anlar Kur’an’dan!” diyebilecek kadar ileri gittiğini söylemişti. Her nedense Taslaman bu ithamı üzerine alınmış ve “programda ne zaman böyle bir şey söyledik”şeklinde bir çıkışla itiraz etme ihtiyacı hissetmişti. Faruk Beşer iddiasında her ne kadar muayyen bir şahsı hedef almamışşa da sanki Abdülaziz Bayındır’a telmih yapar gidiydi[ii]. Her neyse; Taslaman da, Beşer’e cevap sadedinde kaleme aldığı bir yazıda onu açık olmaya dâvet etmiş ve recim cezası, namaz kılmayanın cezalandırılması, mürtedin katledilmesi hakkında ne düşündüğünü îlân etmesini talep etmiş; aklı sıra onu köşeye sıkıştırmıştı.

Şahsen bu açık olma çağrısı üzerine Caner Taslaman’la irtibata geçmiş ve kendisini aynı şekilde açık olmaya çağırmıştım. Sorum çok netti: “İmam Ebu Hanife’nin görüşleri mâlum. Kendisi evlinin zina ettiği takdirde recmedilmesi, mürtedin katledilmesi, namaz kılmayanın hapsedilmesi görüşünde. Buna göre sizce Ebu Hanife Kur’an’dan anlıyor mu?” Bu açık soruma karşılık kendisi lafı dolandırmayı tercih etmiş; “Ebu Hanife ne anlar Kuran’dan demekle bunlara katılmamanın farklı şeyler olduğunu söylemişti.” Ben de ikinci bir defa “mürtedin öldürüleceğini, namaz kılmayanın hapsedileceğini, zina eden evlinin recmedileceğini söyleyen bir insanın size göre Kur’an’dan anlaması mümkün (mü)dür o hâlde?” diye sormuştum. Bunun üzerine “Bana göre kesinlikle mümkün değil. Bu ancak hadis ve fıkhın otoritesini, Kur’an’ın üzerine çıkarmakla mümkün” şeklinde bir cevap vermişti. Son olarak “Bu önermelerden Ebu Hanife’nin Kur’an’dan anlayan bir insan olduğuna inanmadığınız sonucu çıkmaz mı?” diyerek kendisini bunu açık açık söylemeye davet ettiğimde ise cevap vermeyip susmayı yeğlemişti. Evet, Faruk Beşer’e açık olma çağrısı yapan Taslaman aynı dâvet kendisine yapıldığında susmayı tercih etmiş; ben Ebu Hanife’nin doğru bir Kur’an anlayışına sahip olduğunu düşünmüyorum deme cesâretini gösterememişti. Lâkin belli ki, İmam Ebu Hanife’nin Kur’an’dan anladığını pek düşünmüyordu. Peki kendisi İmam Ebu Hanife’nin Kur’an’dan anlamadığı kanaatinde ise şu durumda kime niçin itiraz ediyordu?

“Kur’an’a arz edilmemiş Hadis ve Fıkhın insanı perişanlığa götüreceğini” dile getiren Taslaman’ın Kur’an’a bakarak vardığı netice işte böyle bir şey: İmam Ebu Hanife’si, İmam Şafiî’si, İmam Mâlik’i, İmam Ahmed b. Hanbel’i Kur’an’dan anlamayan bir İslam… Ve bu dört câhilin peşine bin ikiyüz senedir takılmış bütün bir ümmet-i Muhammed… Allah’ın “Sizler insanlar için var edilmiş en hayırlı ümmetsiniz” (Âl-i İmran, 3/110) diyerek hitâp ettiği ümmet, Taslaman’a göre umarım bir elin parmaklarından oluşmuyordur… Hangi neticenin perişanlık olduğunun takdirini sizlere bırakalım. Fakat başkası sormasa bile, kişi kendi kendisine sormaz mı acaba diye merak ediyor insan: Mensup olduğum dine benim gibi inanan başka biri var mı?Bunu kendi kendisine hiç sormamış olma ihtimâline binâen biz soralım: Onbeş asırlık târihinde İslam’a senin gibi inanan her asırdan bir kişi sayabilir misin? Ya da daha kısaca söyleyelim: İslam’ı, Kur’an’ı senin anladığın gibi anlayan bir tek sahabî var mı? Yoksa İslam, anlaması târihte ancak sana nasip olmuş bir hak din mi?

Fikret Çetin

[i] Bu meseleyi İmam Şafiî’nin Kur’an, Sünnet ve derin bir hukuk felsefesi zemininde nasıl ele aldığına muttali olmak isteyenler için bkz. el-Ümm 5/164 vd

[ii] Nitekim o, kendisine yöneltilen bir soru zımnında, mezhep imamlarının Kur’an’la alâkalalarının olmadığını dile getirmişti. Bu konuda Abdülaziz Bayındır’a katılmasam da, korkmadan çekinmeden düşüncesini açık bir şekilde ifâde etmesi sebebiyle kendisini tebrik ediyor; bu hususta kendisiyle aynı fikirde olanları da aynı cesur tavra dâvet ediyorum.

kaynak:http://sahniseman.org/siz-hic-gercekleri-bindortyuz-yil-sonra-kesfedilen-hak-din-gormediniz-mi/

Devamını Oku »

Allah Resulü'nün (s.a.v.) Beşeriyeti

Allah Resulü'nün (s.a.v.) Beşeriyeti


(4917)- İbnu'z-Zübeyr (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: "Ensar'dan bir erkek, hurma ağaçlarını suladıkları Harre'nin su arkı yüzünden Zübeyr (radıyallahu anh)'le ihtilafa düşüp Resulullah'ın huzurunda murafaa oldular. Resulullah (ihtilaflarını dinledikten sonra) Zübeyr'e:

"Ey Zübeyr (önce) sen sula, suyu sonra da komşuna sal!" buyurdular. Ensari bu hükme kızdı ve: "Böyle hükmetmen, o senin halaoğlun olmasındandır!" dedi. Resulullah bu söze çok kızdı, yüzü renk renk oldu ve: "Ey Zübeyr! Önce sen sula, sonra duvara ulaşıncaya kadar da suyu tut!" dedi. Zübeyr dedi ki: "Vallahi öyle zannediyorum ki şu ayet bu hadise ile ilgili olarak indi. (Mealen): "Hayır öyle değil! Rabbine and olsun ki, onlar aralarında kimi oraya kimi buraya çektikleri (kavga ettikleri) şeylerde seni hakem yapıp sonra da verdiğin hükümden yürekleri hiçbir sıkıntı duymadan tam bir teslimiyetle teslim olmadıkça iman etmiş olmazlar" (Nisa 65).

[Buhârî, Şirb 6, 7, 8, Sulh 12, Tefsir, Nisa 12; Müslim, Fezail 129, (2357); Ebu Davud, Akdiye 31, (3637); Tirmizî, Ahkâm 26, (1363); Nesâî, Kudat 26, (8, 245).]

AÇIKLAMA: 

1- Hadiste ismi zikredilmeyen ensarinin kim olduğu biraz ihtilaflıdır: Sa'lebe İbnu Hatib, Sabit İbnu Kays İbni Şemmas... Önceki olması daha kuvvetli ihtimal. İtirazcılığı sebebiyle, münafık olabileceğini söyleyen olmuştur. Ancak bu davranışın kasıtsız olarak vukua geldiği, nifakın mevzubahis olmadığı ifade edilmiştir. Nitekim Hâtib İbnu Ebî Beltea, Mistah ve Hamnâ'dan da nifaka nisbet edilmeyen nahoş sözler sadır olmuştur.

2- Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) önceki hükmünde, Zübeyr'e hakkını tam kullanmaya değil, sulhu temin için biraz fedakarlığa dayanan bir kullanmaya hükmetmiştir. Ancak adamın cehalet ve anlayışsızlığı sebebiyle, ikinci emrinde sulama hakkını tam kullanmayı emrediyor. Duvarın dibine ulaşıncaya kadar suyun oyalanması.

Hadiste geçen جَدْر kelimesi cidar demektir. Bununla duvarın dibi veya ağacın kökü anlaşılmıştır. Ağacın kökü'nün kastedildiğini söyleyenler, bazı rivayetlerde kelimenin جذر imlasıyla gelmesini gösterirler. Cezr, kök demektir. Ancak cedr kelimesi ile hurma ağaçlarından birini diğerinden ayıran ve suyu engellemek üzere vaz'edilen sedlerin kastedildiği de söylenmiştir. Bu durumda Resulullah Zübeyr'e her çukura sedlerin seviyesine çıkıncaya kadar su salmayı emretmiş olmalıdır. Vak'aya uygun gelen bir diğer açıklamaya göre, bu kelime ile hurma ağaçlarından her birinin dibine açılan sulama çukurları kastedilmiş, binaenaleyh (aleyhissalâtu vesselâm), bu çukurlar tamamiyle doluncaya kadar suyu tutmasını emretmiştir. Başka teviller de var. Hepsi netice itibariyle aynı manaya ulaşır ve suyun baş tarafında olana, yeterince ihtiyacını görecek kadar kullanma ruhsatının tanındığını gösterir.

3- Ayetin iniş sebebi ihtilaflıdır. Bu rivayette Hz. Zübeyr, kendisiyle ilgili olarak indiğini cezmetmeksizin ifade etmektedir. Ancak ayetin, Zübeyr'in mezkur hadisesiyle ilgili olarak indiği hususunda cezmeden rivayetler de var. Ancak Mücahid ve Şa'bi'ye göre bu ayet az yukarıdaki ayetin inmesine sebep olan kimse hakkında inmiştir. O ayette şöyle buyrulur (Mealen): "Sana indirilen kitaba ve senden önce indirilen kitaplara iman ettiklerini iddia eden o kimseleri görmedin mi ki onlar, tağutu reddetmekle emrolundukları halde, tağutun hükmüne müracaat etmek isterler. Şeytan da onları, haktan pek uzak bir sapıklıkla saptırmak ister" (Nisa 60).

Bu ayetin nüzul sebebi, bir münafıkla bir Yahudi arasında cereyan eden bir ihtilaftır. Şöyle ki: Bu iki kimse arasında bir ihtilaf çıkınca, Yahudi, münafığı Resulullah'ın huzurunda mürafaa olmaya çağırır. Sebebi Aleyhissalâtu vesselâm'ın rüşvet almayacağına, adilane hükmedeceğine olan inancıdır. Münafık da -rüşvet kabul edeceklerini bildiği için- Yahudiyi kendi hâkimleri önünde mürafaa olmaya davet eder. Bazı rivayetler o sırada Yahudi hakimin Ka'b İbnu'l-Eşref -veya henüz Müslüman olmayan Ebu Berze el-Eslemî- olduğunu belirtir. Münafık: "Ka'b İbnu'l-Eşref'e gidelim" derse de, Yahudi ağır basar ve Aleyhissalâtu vesselâm'a gelirler. Efendimiz Yahudiyi haklı çıkarır. Öbürü kabul etmez ve: "Bir de Ömer'e gidelim" der. Hz. Ömer'e gelip durumu anlatırlar. Hz. Ömer "Bekleyin hükmümü vereyim" diyerek içeri gidip kılıncını getirir ve "Resulullah'ın hükmüne razı olmayana benim hükmüm budur" diyerek herifin kellesini uçuruverir. İşte bu hadise bir taraftan Ömer İbnu'l-Hattab'ın "Ömeru'l-Faruk" diye tesmiyesine vesile olurken, diğer taraftan da sadedinde olduğumuz ayetin nüzulüne sebep olur.

Şarihlerin bazıları, bu iki vak'anın aynı zamanda vukua gelmiş olabileceğini söyleyerek arada ihtilaf olmadığını belirtirler. Zübeyr'le ihtilafa giren ensarinin Kays isminde biri olduğu da, gelen rivayetler arasında.

[İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/123-125.]

*  *  * * *

3637... Urve'nin Abdullah b. ez-Zübeyr'den rivayet ettiğine göre;

Bir adam (halkın) kendisi ile (hurma bahçelerini) suladıkları Harre arkı (içinden gelen su) yüzünden Zübeyr'den davacı olmuş. (Zübeyr'i dava eden bu) Ensarlı (zat Zübeyr'e):

Suyu bırak, (önünü kesme kendi haline) akıp gitsin! demiş. (Zübeyr onun bu isteğini) kabul etmemiş. Peygamber (s.a) de Zübeyr'e:

“Ey Zübeyr, (bahçeni) sula ve sonra suyu bırakıver, komşuna (gitsin)" buyurmuş. Bunun üzerine Ensarlı öfkelenip:

Ey Allah'ın Resulü! (Zübeyr) halanın oğlu olduğu için mi (böy­le hüküm veriyorsun)? demiş. Resulullah (s.a)'ın yüzünün rengi atmış, sonra:

“(Ey Zübeyr! Sen kendi bahçeni iyice) sula, sonra suyu (bahçe)  duvarın(ın) temeline (veya ağaçların köklerine) erişinceye kadar salma" buyurdu.

Zübeyr (sözlerine devam ederek) dedi ki: Allah'a yemin olsun ki,"Rabbin hakkı için, onlar aralarında vuku bulan her çekişmede seni hakem kılmadıkları sürece iman etmiş olmazlar"[203] ayetinin bu hâ­dise hakkında indiğini zannediyorum.[204]



Açıklama
Metinde geçen "cedr" aslında "duvar" demektir. Hadis sa­rihlerinin açıklamalarına göre burada "duvar temeli" anla­mında kullanılmıştır."Ağaçların kökü" anlamında kullanıldığını söyleyen­ler de vardır. Hafız İbn Hacer'e göre, bu kelime burada, bahçe sulanırken ağaçların arasına toprakların yığılmasıyla yapılan ark anlamında kullanılmıştır. Bu gö­rüşe göre Hz. Peygamber Zübeyr'e, "Suyu toprak kanalları seviyesine çı­kıncaya kadar bahçende tut. Ondan sonra komşunun bahçesine gönder" de­mek istemiştir.

Aslında Resul-i Zişan Efendimiz, Zübeyr ile şikâyetçi durumunda olar kişi arasında ilk verdiği hükümde, iyi komşuluk münasebetleri açısından mü­samahalı davranmış, kendi yakınının biraz feragat etmesini gerektirecek şe­kilde hüküm vermişti. Karşıdakinin bunu anlamadığını görünce Zübeyr'e: suyu bahçede ağaçların köklerine kadar iyice işleyinceye kadar bekletmek suretiyle hakkını son haddine kadar kullanmadıkça komşu bahçeye salmamasını emretti.Burada, Hz. Peygamber'in öfkeli anında bile olsa her zaman hakkı söylediğini [205] unutmamak gerekir.

Hz. Peygamber'in ilk hükmüne itiraz eden kişi şayet müslüman idiyse şüphesiz ki bu yaptığı iş şeytanın iğvâsına kapılmaktan başka bir şey değildir. Fakat bu kimsenin hakiki bir müslüman olmayıp münafıklardan biri olması ve kabilesi Ensar topluluğundan olduğu için Ensari diye anılmış olması ihtimali de vardır. Nitekim Resul-i Ekrem'in hükmüne uymayanların mümin olamayacağını bildiren Nisa suresinin 65. ayetinin bu olay üzerine inmesi de bu ihtimali kuvvetlendirmektedir. Bununla beraber belki de ayet daha önce inmiştir. Ensarinin Hz. Peygamber'in hükmüne rıza göstermemesi üzerine ayet kendisine okunarak Allah'ın buyruğu hatırlatılmış da olabilir.[206]

[203] Nisa,(4) 65.
[204] Buharı, tefsir (4) 12, sulh 12, müsâkât 6-8; Müslim, fadâil 129; Tirmizî, ahkâm 2( tefsir (4) 13; İbn Mâce, mukaddime 2, rühûn 20; Nesâî, kudât 19,27; Ahmed b. Hanbel, I, 166, IV, 5.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/236-237.
[205] Bk. 3646 nolu hadis.
[206] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/237.

*  *  * * *

İmam Nevevi, Sahih-i Müslim Şerhi:

"Yüzünün rengi değişti"den maksat nübüvvetin saygınlığı çiğnendiği için ve bu kişinin söylediği sözün çirkin olması nedeniyle öfkelenip yüzünün rengi değişti.

"Duvara dönünceye kadar" ise oraya varıncaya kadar demektir. Duvardan kasıt ise duvarın dibidir. İlim adamları bunun miktarını suyun arazinin tamamının üzerinde insanın ayak topuğunun ıslanacağı noktaya kadar ıslanmasıdır. Buna göre suyun hemen yakınındaki birinci arazinin sahibi bu sınıra varıncaya kadar arazisinde suyu tutması sonra da onu sonraki komşusuna salması hakkıdır. Zübeyr de birinci arazinin sahibi idi. Resulullah (S.a.v.) ona yol göstererek sula sonra da suyu komşuna sal dedi. Yani hakkından daha az, az miktarda bir şey sula sonra onu komşuna sal. Böylelikle Zübeyr'e nazı geçtiği için onun nispeten aleyhine bir yol göstermişti. (1)

* * * * *

Mustafa İslamoğlu, Üç Muhammed: O, kendisi için suni bir karizma üretilmesine hiç fırsat vermedi, buna ihtiyaç da duymadı. Her insan gibi üzülür ve sevinir, kızar ve sever, kederlenir ve neşelenir, şaka yapar ve şaka kaldırırdı. İşte onun kızmasına ilişkin ilginç bir örnek:
Abdullah b. Zübeyr aktarıyor: Ensar'dan bir adam (Humeyd) hurma suladıkları Harre su yolları hakkında Rasulûllah'ın huzurunda Zübeyr'den davacı olur. Ensar'dan olan zat "Suyu sal da gelsin" der, Zübeyir ise onun bu talebini yerine getirmez. Anlaşmazlık Rasulûllah'a intikal eder. Resulullah Zübeyir'e "Ey Zübeyir! Sen sula, sonra suyu komşuna sal" buyurur. Ensarlı kızar ve "Ya Resulullah! Bu adam halanın oğludur diye mi böyle yapıyorsun?" der. Bunun üzerine Hz. Peygamber'in rengi atar ve şöyle der: "Ey Zübeyir! Sula, sonra suyu tıka, ta duvara kadar geri dönsün!"7

Evet, melek peygamber tezini yere çalan bu ilginç örnek, "ben de sadece bir insanım" uyarısının başında yer aldığı şu haberle birlikte düşünüldüğünde, onun insanlığının diğer insanlara nisbetinin elmasın taşlara nisbeti gibi olduğu da anlaşılır: "Resulullah bir gün şöyle dua eder: "Allah'ım, Muhammed de bir beşerdir. Her beşer gazaba gelip öfkelendiği gibi Muhammed de öfkelenir. Allah'ım! Her hangi bir müslümana haksız yere lanet okur, sebbeder, beddua edersem, bunu onun için bir ecir, rahmet ve bağışlanma vesilesi kıl."8
7. Buhari, Şırb 6, Müslim, Fedail 129.
8. Müslim, Birr 45.25, nu. 2600. (2)

*  *  *

Değerlendirme:

1-İslamoğlu'nun Zübeyr hadisi ile birlikte "...Allah'ım! Her hangi bir müslümana haksız yere lanet okur, sebbeder, beddua edersem, bunu onun için bir ecir, rahmet ve bağışlanma vesilesi kıl." hadisini hatırlatması sanki Zübeyr hadisinde Resulullah'ın (s.a.v.) öfkesinde -haşa- ayarını kaçırdığı, Hz. Zübeyr'e (r.a.) fazladan bir hak verdiği şeklinde anlaşılmış gibi izlenim uyandırıyor. Oysa yukarıda da belirtildiği gibi:

Aslında Resul-i Zişan Efendimiz, Zübeyr ile şikâyetçi durumunda olar kişi arasında ilk verdiği hükümde, iyi komşuluk münasebetleri açısından mü­samahalı davranmış, kendi yakınının biraz feragat etmesini gerektirecek şe­kilde hüküm vermişti. Karşıdakinin bunu anlamadığını görünce Zübeyr'e: suyu bahçede ağaçların köklerine kadar iyice işleyinceye kadar bekletmek suretiyle hakkını son haddine kadar kullanmadıkça komşu bahçeye salmamasını emretti. Burada, Hz. Peygamber'in öfkeli anında bile olsa her zaman hakkı söylediğini unutmamak gerekir..."Yüzünün rengi değişti"den maksat nübüvvetin saygınlığı çiğnendiği için ve bu kişinin söylediği sözün çirkin olması nedeniyle öfkelenip yüzünün rengi değişti...Buna göre suyun hemen yakınındaki birinci arazinin sahibi bu sınıra varıncaya kadar arazisinde suyu tutması sonra da onu sonraki komşusuna salması hakkıdır. Zübeyr de birinci arazinin sahibi idi. Resulullah (s.a.v.) ona yol göstererek sula sonra da suyu komşuna sal dedi. Yani hakkından daha az, az miktarda bir şey sula sonra onu komşuna sal. Böylelikle Zübeyr'e nazı geçtiği için onun nispeten aleyhine bir yol göstermişti.

2-İslamoğlu, acaba bu hadisin neresine takılmıştır? Resulullah'ın kızmasına ise Allah Resulünün kızmadığını hiç kimse iddia etmemiştir. Öte yandan Nübüvvetin saygınlığının çiğnenmesine müsaade etmemesi ve sırf bu sebeple bile olsa yeri geldiğinde kızması çok normaldi. Ve hatta gerekliydi. Bunun bir benzeri şudur: O nefsi için intikam almaz ancak Allah’ın koyduğu hududun çiğnenmesi durumunda O’ndan Allah için intikam alırdı. [Gayetü’s- Seûl fî Hasais’ir-Resul, c.ı, s. 102] Burada da öfkelenmesinin altında yatan sebep şahsi-beşeri yönüne bakan bir saygısızlık değil Risalet ve devlet yöneticiliği makamına yapılan saygısızlık idi. Bu halde kişinin tevazulu davranması övülmüş bir husus değildir:

Mesela, büyük bir memurun, memuriyet makamında bulunduğu vakit bir şahsiyeti var ki, vakar iktiza ediyor, makamın izzetini muhafaza edecek etvar istiyor. Mesela, her ziyaretçi için tevazu göstermek tezellüldür, makamı tenzildir. Fakat kendi hanesindeki şahsiyeti, makamın aksiyle bazı ahlakı istiyor ki, ne kadar tevazu etse iyidir. Az bir vakar gösterse, tekebbür olur. Ve hakeza...(3)

Eğer itirazı Hz. Zübeyr'e (r.a.) ilkinden daha fazla su kullandırması ise ona tavsiye ettiği husus ilk durumda feragat ettiğinden başkası değildi. Demek ki burada da bir haksızlık-ilginçlik yok. Geriye kalıyor şu: İslamoğlu'nun bu hadisi "ilginç" kategorisine alması "ilginç". Zira ben ilginçliğine dair bir sebep bulamadım. Bazı şeyleri ifade edemeden kaldırdığı tozun arkasından okuyucuya 'sen tasvir et' demesi şeklinde mi yorumlamalıyız?

Sonuçta İslamoğlu'nun Hz. Zübeyr (r.a.) ile ilgili rivayeti niye aldığı ve bu hadisle "Allah'ım! Her hangi bir müslümana haksız yere lanet okur, sebbeder, beddua edersem" hadisi arasında nasıl bir bağlantı kurduğu meçhul. Ama ne yazık ki kitabı okuyan hadis-sünnet-siret konularında yeterince altyapısı olmayan cahil okuyucuları bu iki hadisin birleşiminden Allah Resulü'nün (s.a.v.) öfke ile beraber orantısız kararlar verdiği ve adalete sığmayan kararlar aldığı fikrine zehap edebileceklerdir.

Allah Resulü'nün beşeriyetinden hareket ederek onu anlamaya çalışmak ta zaten başlı başına problemli bir yöntemdir. Beşeriyetini risaleti ve Allah katındaki yüce makamının yanına koyup manevi şahsıyla beraber ele aldığında azametli büyüklüğü ortaya çıkacaktır. Tabir-i caizse beşeriyeti onun nurani azametinin küçük bir gölgesi gibidir. Gölgeye değil muazzam kametine bakmaya cesaret edemeyenler hakikati ıskalayacaktır.
Gerçi o dünyaya bir beşer olarak gelmişti ama..!

Gerçi o dünyaya bir beşer olarak gelmişti. Etiyle, kemiğiyle, yiyip içmesiyle, kederi ve neş’esiyle, bir beşerdi; bizden hiçbir farkı yoktu. Fakat âlemlerde onun gibisi de yoktu. Sadece insanlık değil, melekler ve cin, şuurlu ve şuursuz varlıklar, canlılar ve cansızlar da onunla çok yakından ilgiliydiler. Ay onun işaretiyle bölünüyor, kurumuş ağaç onun ayrılığından ağlıyor, taşlar onu selamlıyor, dağ onu seviyor, melekler ona hizmetkâr oluyordu. Bütün bir kâinat, nasıl olur da bir beşerle bu kadar alakadar olur?

Âlemlerde bir toz zerresi bile etmeyen bir yıldızın peşine takılmış bir küçük gezegenin milyarlarca senelik ömründen bir kısacık ân içinde gelip geçiveren bir insan, bütün bu âlemler için nasıl bu kadar önem taşır? Daha da ötesi, bu insan, tek başına nasıl “sebeb-i hilkat-i âlem” olur

Akıllar almasa da, gönüller bu hakikati hissediyordu. Fakat özellikle zamanımızda bazı zihinleri tesiri altına alan maddeci bakış, zaman zaman bu hakikate karşı itiraz seslerini yükseltmekten geri durmuyordu. Bediüzzaman, veraset-i Nübüvvet sırrını taşıdığında şüphe olmayan o keskin ferasetiyle, bu büyük hakikati anlayamayanların nerede hataya düştüklerini teşhis etmekte gecikmedi:

Onlar yanlış yerden, yanlış yere bakıyorlar 

Onlar yanlış yerden bakıyorlar, yanlış yere bakıyorlar ve Yüce Peygamberin manevi şahsiyetinin büyüklüğünü maddi şahsiyetinde arıyorlardı. Bu durumu, Bediüzzaman Hazretleri tavus kuşu yumurtası örneğiyle açıkladı:

Eğer elinizde tavus kuşunun yumurtasını tutup, sonra tavus kuşunun özelliklerini bir güzel tasvir edip, ondan sonra da “İşte bu yumurta bütün bu özelliklere sahip harikulade bir kuştur” diyecek olsanız, pek çok kimse bunu anlamayabilir. Ve yumurtada saydığınız özellikleri göremediği için sizin sözlerinizi reddeder. Ancak bir tavus kuşunu gösterip de onun bu yumurtadan çıktığını anlatabilirseniz, bu takdirde yumurta hakkındaki sözlerinize inanmamak için bir sebep kalmayacaktır.

Lakin bu, onun manevi şahsiyetinin sadece çekirdeğidir

Âhirzaman Peygamberinin (a.s.m.) bu dünya üzerindeki beşerî hayatı da, içinde tavus kuşunun programını saklayan bir yumurta gibidir. Maddi bir bakışla o hayatta bu harikulade büyüklüğün özellikleri görülmez. O tıpkı bizim gibi yiyip içmiş, alışveriş yapmış, uyumuş, konuşmuş, açlık çekmiş, çeşitli ıztırapların içinden geçmiş, acı ve tatlı günler yaşamış, sonra da, oldukça kısa bir hayatı geride bırakarak dünyamızdan ayrılmıştır. Lakin bu, onun manevi şahsiyetinin sadece çekirdeğidir. O çekirdekten çıkan ağaç dal budak salmış, âlemi kaplamış, gönüller üzerinde taht kurmuş, akıl ve kalpleri cezb etmiş, âlemin medar-ı iftiharı olan milyarlarca insan yetiştirmiştir.

O, bizzat sebep olduğu iyiliklerin, faziletlerin, sevapların, ibadetlerin tamamında hisse sahibidir. Onun Kur’ân’ı insanlara okumaya başladığı andan itibaren, ümmetinden hangi bir fert bir ayet okuyacak, bir zikir sözü söyleyecek, bir iyilik yapacak, ardında güzel bir eser bırakacak olsa, bütün bunlardan hasıl olan sevabın bir misli de onun defterine yazılır.

İsterseniz, sadece Kur’ân okuyanların durumunu tasavvur edin: On dört asırdır yeryüzünde her saniye milyonlarca kişinin okumakta olduğu Kur’ân’dan nasıl bir yekûn onun payına düşer, hesaplayabilir misiniz? On dört asrı bir yana bırakın, sadece şu cümleyi okumaya başladığınız ân ile bitirdiğiniz an arasında geçen zaman, onun hasenat defterine kaç bin insan ömrünün mahsulatını katmıştır dersiniz? Eğer hayretten düşünebilecek haliniz kaldıysa, bir de buna, ümmetinden ona gönderilen rahmet dualarını, salâvatları, meleklerin salât ve selâmlarını ve her an üzerine yağmakta olan Yer ve Gökler Rabbinin rahmetlerini ilave edin. (4)Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ın ahvâl ve evsafı, Siyer ve Tarih suretiyle beyan edilmiş. Fakat o evsaf ve ahvâl-i galibi, beşeriyetine bakar. Halbuki o Zat-ı Mübarek'in şahs-ı manevisi ve mahiyet-i kudsiyesi o derece yüksek ve nuranidir ki; Siyer ve Tarihte beyan olunan evsaf, o bâlâ kamete uygun gelmiyor, o yüksek kıymete muvafık düşmüyor. Çünki اَلسَّبَبُ كَالْفَاعِلِ sırrınca: Her gün, hatta şimdi de, bütün ümmetinin ibadetleri kadar bir azim ibadet sahife-i kemalâtına ilave oluyor. Nihayetsiz rahmet-i İlahiyeye, nihayetsiz bir surette, nihayetsiz bir istidad ile mazhar olduğu gibi, her gün hadsiz ümmetinin hadsiz duasına mazhar oluyor. Ve şu kâinatın neticesi ve en mükemmel meyvesi ve Hâlık-ı Kâinat'ın tercümanı ve sevgilisi olan o Zat-ı Mübarek'in tamam-ı mahiyeti ve hakikat-ı kemalâtı, Siyer ve Tarihe geçen beşerî ahval ve etvara sığışmaz.

Mesela: Hazret-i Cebrail ve Mikâil, iki muhafız yaver hükmünde Gazve-i Bedir'de yanında bulunan bir Zat-ı Mübarek; çarşı içinde, bedevi bir arabla at mübâyaasında münazaa etmek, bir tek şahid olan Huzeyfe'yi şahid göstermekle görünen etvarı içinde sığışmaz. İşte yanlış gitmemek için; her vakit mahiyet-i beşeriyeti itibariyle işitilen evsaf-ı âdiye içinde başını kaldırıp, hakiki mahiyetine ve mertebe-i risalette durmuş nuranî şahsiyet-i maneviyesine bakmak lazımdır.Yoksa, ya hürmetsizlik eder veya şüpheye düşer. Şu sırrı izah için şu temsili dinle:

Mesela, bir hurma çekirdeği var. O hurma çekirdeği toprak altına konup, açılarak koca meyvedar bir ağaç oldu. Hem gittikçe tevessü' eder, büyür. Veya tavus kuşunun bir yumurtası vardı. O yumurtaya hararet verildi, bir tavus civcivi çıktı. Sonra tam mükemmel, her tarafı kudretten yazılı ve yaldızlı bir tavus kuşu oldu. Hem gittikçe daha büyür ve güzelleşir. Şimdi o çekirdek ve o yumurtaya ait sıfatlar, haller var. İçinde incecik maddeler var. Hem ondan hasıl olan ağaç ve kuşun da, o çekirdek ve yumurtanın âdi küçük keyfiyet ve vaziyetlerine nisbeten, büyük âlî sıfatları ve keyfiyetleri var.Şimdi o çekirdek ve o yumurtanın evsafını, ağaç ve kuşun evsafıyla rabtedip bahsetmekte lazım gelir ki; her vakit akl-ı beşer, başını çekirdekten ağaca kaldırıp baksın ve yumurtadan kuşa gözünü tevcih edip dikkat etsin. Ta işittiği evsafı onun aklı kabul edebilsin. Yoksa "Bir dirhem çekirdekten bin batman hurma aldım." ve "Şu yumurta, cevv-i asumanda kuşların sultanıdır." dese, tekzip ve inkâra sapacak.

İşte bunun gibi Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ın beşeriyeti; o çekirdeğe, o yumurtaya benzer. Ve vazife-i risaletle parlayan mahiyeti ise, Şecere-i Tuba gibi ve Cennet'in Tayr-ı Hümâyûnu gibidir. Hem daima tekemmüldedir. Onun için çarşı içinde bir bedevi ile niza eden o zatı düşündüğü vakit; Refref'e binip, Cebrâil'i arkada bırakıp, Kâb-ı Kavseyn'e koşup giden Zat-ı Nuranisine, hayal gözünü kaldırıp bakmak lazım gelir. Yoksa ya hürmetsizlik edecek veya nefs-i emmaresi inanmayacak. (5)

devamı: Allah Resulü'nün (s.a.v.) Beşeriyetine Dengeli Bakış

***

(1) İmam Nevevi, Sahih-i Müslim Şerhi, Polen Yayıncılık, c: 10, s: 158.
(2) Mustafa İslamoğlu, Üç Muhammed, Düşün Yayıncılık, s: 291.
(3) http://www.sorularlarisale.com/kulliyat/129/ikinci_mebhas.html
(4) http://www.yazarumitsimsek.com/peygamberimizin-beseriyeti-ve-manevi-sahsiyeti/
(5) http://www.risale-inur.org/yenisite/moduller/risale/index.php?tid=81

Devamını Oku »

Allah’sızın(Allah'ı Tanımayan'ın) Akıl ve İlim iddiası

Allah’sızın(Allah'ı Tanımayan'ın) Akıl ve İlim iddiası

Allah’sızın(Allahı Tanımayanın) akıl ve ilim iddiası ise, vaktiyle her insanın bir yıldızı bulunduğuna ina­narak gökyüzünü insanların oyuncakları ile doldurup da öğünen il­kel düşünüş kadar gülünç ve onun kadar acınacak bir davranıştır. İslâm ruhunun şaşkın davacıları, bir sürü büyücünün önderliği ile büyük şehrin kalın duvarları arasında homurdanan makinanın sefa­hatine sığınmış bir din hayatı arıyorlar. Dost terkedildikten sonra dostluktan dem vuran zavallılar gibi bunlar, her davranışı Allah’ı unutturan bir hayatın içinde dindar olunacağını sanıyorlar. Yalın kı­lıçla kalbe iman kazandıracaklarını zannediyorlar. Bedbaht Al­lah’sızın kudurmuş saldırısını ayrı cinsten saldırı ile durdurmak is­terken hapishanenin duvarları arasında hürriyet şarkıları söyliyen mahkûmları andırıyorlar.

Nurettin Topçu,Kültür ve Medeniyet
Devamını Oku »

Aşkın Şânı, Kendisinden Başka Herşeyi Unutturmaktır

Aşkın Şânı, Kendisinden Başka Herşeyi Unutturmaktır

Para ile şöhreti, devletle serveti seven, bunların getirdiklerinden başka hiçbir şeyi sevmez. Onun Allah sevgisi de yalandır. Cihad yolunda yürüyen, ne yakınlarını, ne zümresini, ne de kendi istikbâlini düşünür. Hakk’a doğru yürüyüşte, Hak’tan başkasına bakılmaz. Aşkın şânı, kendisinden başka herşeyi unutturmaktır.'

Nurettin Topçu,Kültür ve Medeniyet
Devamını Oku »

Benlik

BenlikEtrafımızda zenginlikte paşa, şöhrette paşa, profesörlükte pa­şa, kudrette paşa nice yüzlerce insan peyda oldu. Neden bunların hiçbirinde “adam olmak” dininin bir müjdecisi, bir velisi veya bir havarisi olsun görülmüyor? Çünkü adamlığa götürecek olan yolu kaybettik. O yol kendi içimize doğru iniyordu. Düşünce dediğimiz bizdeki gerçek harekete açılan bir yolun adı “iç gözlem”dir. îç gözlem demek, herşeyin onda aksettiği “küçük âlem” olan ruhî varlığımızın, büyük âlem olan kâinat içinde, kendi yatağını kazıcı bir nehir gibi akarak mukadderatına doğru ilerleyişinde ona ka­panmamız, kulak vermemiz, yine ondan örülmüş olan bütün dik­katimiz ve bütün inceliğimizle ona yaklaşmamız demektir.

Işıklariyle ilk temasında genç ruhları hülyalara ve sevdalara garkeden, âleme dâhiler saçıcı medeniyetler yaratan, hayatımıza neşve, ru­humuza ideal aşkı getiren iç dünyamızdaki hareketler, hakikat sevgisi, Allah sevgisi, ahlâk sevgisi, sanat sevgisi diye adlandırı­lan huzur ve huşudan yapılma ibadetlerdir. Şimdi bunların her bi­rinin yerinde bir yalancı kibir barınıyor ve biz hastayız; itiraf ede­lim ki büyük küçük bütün neslimiz hastadır; hastalığını kendine bile itiraf edemiyecek kadar ümitsiz bir hasta. Hastalığımızı dinin yerine geçen ekenomi tedavi edemiyor. Bir nesil kendi varlığını arıyor. Mektebe giden mektepte, mabede giden mabette, servete giden servette, şöhrete giden şöhrette kendi şifasını bulamıyor ve bunun için ruhuna daha ziyade düşman, mukadderatına daha faz­la garazkâr olmakta devam ediyor. Niçin, nedir bu sefaletin sebe­bi”...

Bunun sebebi iç dünyamızı kaybetmemizdir: îçgözlem terbi­yesini bırakarak hep kendi dışımızdaki eşyaya çevrilmemizdir:

Benliğimizden çıkıp eşyada barınmamızdır: Böylece ruhi varlık ol­maktan çıkarak ekonomik varlık haline gelmek istememizdir.

Nurettin Topçu,Kültür ve Medeniyet
Devamını Oku »

İslam'ın Tatbik Edilmesi

İslam'ın Tatbik Edilmesiİslâm, eğer tatbik edilemezse, bir hiçtir, ve bu tür ifadeler, İslâm’da yalnızca “boş lâftan / ölü, kuru lâfızlardan ve emirlerden ibaret değildir; çünkü bu emirler, gerçekleştirilmiş, en büyük ölçekte örgütlü bir yardım, rahatlama ve dayanışma sistemine fiilen aktarılmış ve yüzyıllar boyunca İslâm dünyasının bütün sosyal problemlerini çözmüş emirlerdir. Kur’ân bize, gerçek / hakîkî dinin, amelî, yani tatbik edilebilir bir din olduğunu,aslı teorik,formel yada lafta İslam bir din olmadığını şöyle beyan eder;

(Ey ehli kitab) Yüzlerinizi bazan doğu, bazan batı tarafına çevirmeniz erginlik değildir. Fakat eren o kimselerdir ki, Allah'a, ahiret gününe, meleklere, kitaba ve bütün peygamberlere iman edip, yakınlığı olanlara, öksüzlere, yoksullara, yolda kalmışa, dilenenlere ve esirleri kurtarmaya seve seve mal verirler. Namazı kılarlar, zekatı verirler. Bir de andlaştıkları zaman sözlerini yerine getirenler, hele sıkıntı ve hastalık durumlarında ve harbin şiddetli zamanında sabır ve kararlılık gösterenler var ya, işte doğru olanlar da bunlardır, korunanlar da bunlardır. (Bakara/177)

“İmân edip amel-i sâlıh amel / güzel işler yapanlar.” Kur’ân’da bu ibare o kadar sıklıkla tekrarlanır kî! "İns­anlar ve sonra da hiçbir şey yapmayanlar’’ anlayışı, yaklaşımı İslâm’da yoktur, sözkonusu bile değildir. Yine “insanlar ama yanlış yapmaya devam edenler’’ şeklindeki bir anlayışın İslâm’da varlığı tahayyül bile edilemez; çünkü İslâm, insanın Allah’ın iradesine teslim olması demektir ve bir mücahede, bir mücadele ve bir çaba sarfetme yasası demek olan Allah’ın Şeriatına itaat etmek, boyun eğmek, asli aptalca ya da saçma bir şey değildir.

İslâm'ın (İslâm dünyasında bihakkın hükümran ve hükâmfermâ olduğu] o harikulade, muazzam günlerinde, seküler eğitim ile dini eğitim arasında bir ayırım yoktu, sözkonusu bile değildi. Bütün eğitim çabaları, dînî alan’a dâhil­di, dâhil edilmişti. Yakın zamanlarda bir Avrupalı yazarın bu konuda yazdıklarını zikretmek gerekirse: “Camide, diğer [müspet  / pozitif] bilimlere Kur’ân, Hadis,  Fıkıh ilimlerine denk bir yer vermesi] İslamın yüceliğinin ve azametinin bir ürünüydü.

Gerçekten de, kimya, fizik, botanik, tıp ve astronomi dersleri, yukarıda zikredilen Kur’ân, Hadis ve Fıkıh ilimlerinin dersleriyle camide birlikte veri-lirdi. Zira Cami, İslâm’ın o parlak günlerinde, İslâm’ın Ünıversıtesi’ydi ve Slınırları içine, bütün medeniyetlerden gelen, tevarüs edilen çağın bütün bilgilerini coşkuyla çekebildiği, alabildiği için Üniversite olarak adlandırılmayı zi­yadesiyle hak ediyordu. Müslüman yazarlara, âlimlere ve düşünürlere, onları okuyan herkesin mutlaka dikkatini çeken o husûsî kaliteyi, kendinden emin beyinlerin ve zihinlerin derin ve sessiz sükûnetini veren şey, işte cami çevre­sinde sağlanan bu muhkem birlik ve eğitim-öğrenim coşkusuydu.

 

Pitchall,İslam Medeniyetinin Dinamikleri
Devamını Oku »

Müslüman Üniversiteleri

Müslüman Üniversiteleri

Müslüman üniversiteleri [sözgelişi Nizamulmülk medreseleri}, dünyada, ilim, eğitim, öğrenim ve araştırmada öncülük etmek-teydi. Bütün bilgi alanları onların ellerindeydi ve onlar, o zaman elde edilebilecek bütün bilgilere ulaşıyor ve bu bilgileri de tekrar halka ulaştırıyorlardı. O zamanın üniversiteleri, günümüzün çağdaş üniversiteleriyle kıyaslandığında elbette ki farklıydı, ama bu medreseler, o zaman, dünyanın en aydınlık, en donanımlı kurumlarıydı. Muhtemelen de, bir dine ait olan en aydınlanmış kurumlardı medreseler.

Alman profesörü Joseph Hell, yakınlarda S. Khuda Bukhsh tarafından İngilizceye de çevrilen Arap / İslâm medeniyetiyle ilgili küçük ama önemli bir kitabında o zamanın üniversiteleri olan medreseler hakkında şunları yazıyor:

“Üniversitelerde bile, din, birincil, öncelikli konumunu koruyordu; çünkü eğitim ve bilginin yolunu açan şey, bizzat dinin, yani İslâm’ın kendisi değil miydi! Kur ân, Hadis, Fıkıh ve bütün diğer ilimler bu kurumlarda önemlerini ve önceliklerini her zaman korumuşlardı. Fakat diğer bilgi ve bilim alanlarını küçümsememek ya da gözardı etmemek, Islâm’ın onur hânesıne yazılacak bir fenomendi: Gerçekten de İslâm, ilâhiyata verdiği yer kadar diğer beşerî bilimlere de camide aynı yeri vermişti. Hicretin 5. asrına kadar cami, İslâm’ın üniversıtesiydi ve bu olgu, İslâm kültürünün en çarpıcı özelliği olan 'ilim tahsili için tam hürriyetin tesis edilmesi’ ilkesinin ve uygulamasının bir sonucuydu. Burada ders verecek öğretmen bir sınava tabi tutulmuyor, kendisinden bir diploma istenmiyor ya da herhangi bir formaliteyi yerine getirmesi şart koşulmuyordu. Ders verecek öğretmenin / müderrisin ihtiyaç duyduğu şey, konusuna hâkimiyet ve vukûfıyet, ehliyet ve kifâyet, üretkenlik ve yeterlilikti.

Alman profesör, hem âlimlerden, hem de öğrencilerden oluşan bu derslere katılan kişilerin müderrisın yeterliliğini ve vukûfiyetini nasıl test edip yargıladıklarını, konusuna tam olarak vâkıf olamayan ya da ortaya attığı tezi ikna edici delillerle ve argümanlarla ispat edemeyen bir müderrisin kendisine yöneltilen eleştirilerden sonra bir saat bile görevinde kalmadığını, ânında “karizmayı çizdirdiği” için görevinden çekildiğini çarpıcı bir dille anlatır.

Azap ve Türk üniversitelerinin bu müderrisleri çağlarının eğitim ve ilminin öncüleri ve modern Avrupanında öğretmenleriydiler. Şu çarpıcı gözlemleri yapan kişi ,onlardan biri,bir kimyacıydı;

"Kimyada zannın da,salt iddianında hiçbir otorite değeri ve bağlayıcılığı yoktur. Delillerle ispatlanmamış herhangi bir varsayımında yanlış da, doğru da olabilceği salt bir iddiadan başka bir şey olmadığı kesinkes doğru ve kesin bir ilke olarak kabul edilebilir. Eğer bir kişi, iddiasının delilini getirirse, ancak o zaman ona ’varsayımınız doğru' diyebiliriz,”

Bu alimler, kör kütük rehberler ve fanatik kişiler değildi. Bu üniversitelerin profesörleri, zamanlarının en donanımlı, derinlikli düşünürleriydiler. Hz. Peygamberin(sav) öğretisine tam bir sadakatle, halkın huzur ve refahını gözetleyen ve Kur'ân'da teminat altına alınan insan haklarının ihlal edildiğine dâir bir şey gördüklerinde bu durumu halifeye şikâyet ve halifeyi şeriatın bu cihanşumul ilkelerine uyması konusunda ikaz eden kişiler bunlardı.

Gerçektende, ulema fanatik unsuru ortadan kaldıran veya yatıştıran, dînî kanaatlerinden ötürü insanların kovuşturulmasını engelleyen ve İslâm kültürünün bozulmasını, yozlaşmasını bin bir türlü yolla önleyen öncü kişilerdi. İhtiraslı, gayr ı İslâmî kargaşa ortamlarının zuhur etmesine yol açan ihtiraslı Müslüman yöneticileri« halkın bu gayrı meşru eylemlerde kendilerine destek vermesi taleplerini şiddetle reddeden ve yalnızca yeter miktardaki mevcut köleleriyle savaşmakla yetinmelerini isteyen ve savaş sırasında bitkilere, hayvanlara ve savaşa katılmayan (kadın, çocuk ve yaşlılara] aslâ zarar vermemeleri gerektiğini söyleyen kişiler yine ulemâdan başkası değildi. Dahası, ulemâ, hal-kın büyük saygısı ve desteğini kazandıkları için, şeriatı çiğneyen, şeriata müğayir hareket eden yönetenleri cezalandıran ve onların bir şekilde çabucak tevbe etmelerini sağlayan haddi aşmalarından ötürü gerekli tazminatı ödeme-ye zorlayan kişilerdi.

Pitchall,İslam Medeniyetinin Dinamikleri
Devamını Oku »

Batı'nın Tarih Anlayışı

Batı'nın Tarih AnlayışıEğer Avrupa, Müslümanların Hıristiyanlığı bildikleri kadar İslâm'ı biliyor olsaydı, Haçlılar olarak bilinen çılgın, maceraperest, zaman zaman şövalye ruhlu ve kahraman ama çoğu zaman tastamam gözü dönmüş fanatiklerin gerçekleştirdikleri savaşlar aslâ patlak vermedi; çünkü Haçlı Savaştan, İslâm konusundaki cehâlete ve ürpertici boyutlar kazandığı gözlenen yalan-yanlış bilgilere ve tasvirlere dayanıyordu. Bu konularda yetkin bir Fransız âliminin gözlemlerini zikretmek gerekirse:

“Hıristiyan dünyasındaki her şair, bir Müslüman’ı (Mohammadan), bir inkarcı ve putperest olarak görüyor, Müslüman’ın tanrılarının da, sırasıyla, birincisi Mahomet / Mahound / Mohammad, İkincisi Opolane, üçüncüsü de Termogond / Cadı-Büyücü figürlerinden oluşan üç tanrı olduğuna inanıyordu. Ispanya’da Hıristiyanlar, gücü Müslümanların elinden alıp da, onları Kuzeydoğu Ispanya’daki antik Saragosa kentinin kapılarına kadar sürdüklerinde, Müslümanların geri dönüp putlarını kırdıkları masalı anlatılıyordu bolca. Dönemin bir Hıristiyan şairi, mağarada saklanan, ellerinden ve ayaklarından bağlanan, bir sütunda çarmıha gerilmiş, ayaklarının altına alarak çiğnedikleri, sopalarla paramparça ettikleri Muhammedanların tanrısı Opolane’nin Muhammedanlar tarafından adamakıllı dövüldüğünü ve her tür hakarete tabi tutulduğunu; yine ikinci tanrıları Mahound’u bir çukura atarak köpeklere ve domuzlara parçalattıklarını ve hiç kimsenin, hiçbir halkın kendi tanrılarına bu kadar iğrenç bir şekilde muamele etmediklerini; ama Muhammedanların bunlardan sonra tevbe ettiklerini ve bir kez daha tanrılarını alışagelmiş şekilde tapınacak hale getirdiklerini ve İmparator Charlesin Saragosa kenditne gezdiği bütün camilerde Mohammad’i ve Tanrılarını demir çekiçlerle parçaladıklarını gördüğünü söyler.’’

İşte Batı Avrupa'daki halkların beslendikleri sözümona tarih algıları bu tür bir tarih algısıydı. İşte, o zamanlarda Haçlılar Dünyanın en medeni halklarına vahşice saldırmalarına ilham kaynağı olan» kaynağı olan fikirler bunlardı.Hristiyan dünyası, kendi dünyaları dışındaki dünyayı ebediyen lanetlenmiş bir dünya olarak görüyordu; oysa Islâm böyle görmüyordu. Hıristiyan dünyasında herhangi bir halkın ebediyen lanetlenmesinin gerçekten üzüntü verici ve tedirgin olduğuna inanan ve onları kendilerinin bildikleri tek yolla, yani Hristiyan inancına döndürmekle kurtarmayı isteyen iyi ve güzel kalpli insanlar da vardı. Assisili Aziz Franc is’in İslâm dünyasına yönelik misyonerlik çalışmaları ve misyonerlik çalışmalarının İslâm dünyasında karşıtmış biçimi bu iki bakış açısı arasındaki farklılığı çok canlı bir şekilde resmeder ve gözler önüne serer.

Yine insanları Hıristiyanlığa döndürmeyi yegâne hedefi hâline getiren Aziz Louis'in Mısır’a karşı giriştiği Haçlı seterinin tarihî de aynı gerçekleri bir kez daha teyit eder. Bu noktanın çok iyi bir tasviri, yaygın olarak Quakerlar olarak adlandırılan Dostlar Cemaatı'nın kayıtları arasında bulunabilir. Bu konu, Kasım 1912 de Manchester Guaxdian’da Mabel Bsilsforun yayımlanan makalesinin ele aldığı konuydu.

Charles’ın hükümranlığı sırasında hizmetçi'leri olan genç bir İngiliz kadın, Quakerların aktif bir üyesi olmuş ve bu nedenle de büyük işkence ve zulümlere maruz kalmıştı. Genç kadın, o zaman Kilisemdeki uygulamalara karşı çıktığı gerekçesiyle İngiltere'de iki kez kırbaçlanma cezasına çarptırılmıştı.İlki Quaker arkadaşıyla birlikte, -o vakitler Amerikan kolonilerine verilen - New England adlı yere öğretilerini anlatmaya gitmişti. Orada büyücülük ve cadıcılık suçlamasından hapse atılmışlar» ağır işkencelere uğradıktan sonra serbest bırakılmışlardı. Bu genç Quaker kadın daha sonra İngiltere’ye dönmüş ve diğer beş Quaker arkadaşıyla birlikte Grand Stgntor olarak adlandarılan Türk Sultanı nı Quaker dinine döndürmeye karar vererek yola koyulmuşlardi. Avrupa boyunca yaptıkları yolculuk sırasında diğer arkadaşları Engizisyon tarafından yakalanmışlar ve onlardan yalnızca birinden daha sonra haber alınabilmiştir.Bu kişi yıllar sonra çıldırmış biri olarak İngiltereye dönmüştü.

Ama genç İngiliz Quaker kadın,onca zorluğa ,işkenceye ve zulme rağmen Türk Sultanını  Quaker dinine döndürme yolculuğuna tek başına devam etmişti.Bunun için Venedikte bir gemiye binerek,Moro kıyısında demirleyen gemiden inmişti,burası gideceği yerden çok uzaktı ama Müslüman toprağıydı.

Bu kadın daha sonra tek taşına yürüye yürüye Edirne’ye kadar gelmişti. Ama artık Edirneden sonra yürüye yürüye İstanbula kadar gitmesine gerek yoktu. Çünkü Müslüman toğrağına / darul İslama ayak bastıktan sonra işkence ve zulümler sona ermişti. Herkesona nazik davranıyordu; hükümet yetkilileri ona her türlü yardımı yapıyordu;Sultan Beyazıda ulaştığında Sultan’a Kadir-i Mutlak Yüce Allah’dan bir mesaj getirdiğini söyleyince Sultan bir kamp kurdurmuş ve onu bütün diğer ülkelerin sefirlerine tanıtıp takdim etmişti.

Sultan ve saray eşrafı Quaker kadını büyük bir dikkat ve nezaketle dinlemiş ve kadın konuşmasını bitirdikten sonra, ona, kendilerinin de inandıkları hakikati söylediğini ifade etmişlerdi. Sultan Beyazıd, Quaker kadına, özel misafiri olarak ülkesinde kalmasını talep etmiş; ama ille de kalmak istemezse, Allahın mesajını taşıyan bir kişiye yaraşır düzeyde bir eskortla gideceği yere götürmelerini kabul etmelerini rica etmişti.Ancak İngiliz Quaker kadın, Sultan’ın teklifini kabul ettirmiş ve geldiği gibi yalnız  ve yürüyerek hiçbir şekilde yaralanmadan veya şiddete filan anne kalmadan sağ salim İstanbul’a kadar gelmiş ve oradan da İngiltereye giden bir gemiye binerek ülkesine dönmuştü.

Batı Avrupa ülkeleri kendi dini yasalarını gevşettikten sonradır ki, ancak biraz daha hoşgörülü olmuşlardı öte yandan, Müslümanlarsa, dinî yasalarından uzaklaştıkları zaman o muazzam hoşgörülü yaklaşımlarını ve kültürlerinin en yüksek diğer özelliklerini yitırmişlerdi. Dolayısıyla burada aktardığımız anekdotta da çok iyi gördüğümüz gibi, Müslümanlarla gayr-ı müslimler arasındaki farklılık sadece davranışlardan kaynaklanmıyordu; aynı zamanda bizzat inanılan dinlerin özelliklerinden de kaynaklanıyordu.

Pitchall-İslam medeniyetinin Dinamikleri
Devamını Oku »

Millî Mücadele Döneminin Karakteristik Özellikleri

Cumhuriyet

Millî Mücadele süreci Tanzi­mat döneminden o güne kadar süren sekülerleşme trendini geçici olarak tersine çevirmiştir. Böylece ilk defa Millî Meclis’te gayrimüslimler temsil edilmemiştir. İslâm milliyetçiliği Anadolu ve Trakya’nın Müslüman sakinlerine saldıran Hıristiyanlara yöneltilmiştir. Bu dönemde oluşturulan ve içinde Türklerin yanı sıra Kürtler, Çerkezler ve Lazların da bulundu­ğu etnik koalisyonun ortak paydası ve sosyopolitik meşruiye­tin zemini lslâmdı. Bu dönemde Islâma aykırı olabilecek hiç­bir metin yasalaşmamıştır.

Millî Mücadele döneminin karakteristik özelliklerinden biri de, bu mücadelenin askerî-siyasî önderi olan Mustafa Kemal Paşa’nın kullandığı ikili siyasî söylemdir. Erzurum Kongresi’ni açış konuşmasında (23 Temmuz 1919), söylemini “vatan,” “millet,” ve “millî,” kavramları, “kök-paradigmaları” üzerine oturtmuştur.35 Bu söylemin “millet,” “milletdaş,” “dindaş,” “metalib-i diniyye,” “kuvay-ı milliye,” “millî meclis,” “millî kader/’ “irade-i milliye/’ ‘ hâkimiyet-i milliye/’ ve “hudud-u mil­lî” gibi tüm anahtar kelimelerinde,“millî” kelimesinin “dinî olan" ve "ulusal olan" şeklindeki çift anlamlılığından yararla­nılmak istenmiştir. "Türkiye" ve “Türk” kelimeleri aşağı yukarı eşanlamlı olarak kullanılırken bu terimlerin diğer bütün Müs­lüman unsurları içerdiği düşünülmüştür. Özellikle Meclisin Üçüncü Açılış Yılı münasebetiyle yaptığı konuşmada Mustafa Kemal Paşa milliyetin dinî temelinin altım çizmiş ve etnik heterojenliğe saygıyı vurgulamıştır. Gayrimüslimlerin hakları da karşılıklılık ilkesine dayalı olarak, diğer yerlerdeki Müslümanlara tanınan haklar paralelinde tanınacaktır.

Böylece Türk ulusal kimliğinin dinî veçhesi tanımlanmış olmaktadır: Milliyet ağacının İslâm köküne sahip olması, etnik çoğulculuk ve gayri­müslim azmlıkların haklarının tanınmasında karşılıklılık ilkesi.

Millî Mücadele dönemindeki Îslâmî-millî kamusal söylem Osmanlı ulusu idealinden (Osmanlıcılık) de açık bir kopuşu temsil eder. "Türk" teriminin etnografık, lengüistik ve tarihî bir olgu olmaktan çıkarak İslâmî sadakate dayalı ortak bir kimlik ve dayanışma ifadesi haline dönüşmesi bu dönemde gerçekleş­meye başlamıştır. Daha önce de belirtildiği gibi, Avrupa kökenli "Türk” ve "Türkiye” isimleri, Arapların Birinci Dünya Savaşı so­nunda imparatorluktan ayrılması sonucunda Anadolu ve Trak­ya’da yaşayan ve Arap olmayan Müslûmanlara isim olmuştur. Şubat 1920’de, Millî Misak’ın ilanından üç hafta sonra, son Osmanlı parlamentosu Meclis-i Mebusan’da, Meclisin, sultanın Meclisi açış konuşmasına (Nutk-u Hümayun) cevabı (Ariza-i Cevabiyye) münasebetiyle “Türk” ve “millet” deyimleriyle le kastedildiği konusunda bir tartışma cereyan etmiş, Karesi ’Balıkesir) mebusu Abdülaziz Mecdi Efendi yanlış anlamalara yol açan “Türk” kavramına yüklenen anlamın açıkça ortaya konmasını istemiştir:

‘’Abdülaziz Mecdi Efendi (Karesi)- Deminden beri cereyan eden müzakerat arasında Meclisçe nazarı dikkate alınacak ba­zı kelimat-ı mühimmine sebk etti. Şuradaki “milletin kendisi­ne” tabirinde nazar-ı dikkate alınacak kelimelerden birisi Mil­let kelimesidir. “Anadolu” tabiri de o kelimelerdendir. Anado­lu’nun bizim coğrafya kitaplarımızdaki hududu hakkında söz söylemek istemiyorum. En çok halkın ve avamın tarz-ı telak­kisi itibarı ile söz söylemek istiyorum. “Anadolu” tabiri üzeri­ne rüfeka-yı muhteremden birisi kalktı, Rumeli’deki Türkler ne olacak dedi ve itirazda hakkı da vardı. Söze iştirak etme­yen muhterem bir refikimiz, “Anadolu” tabiri üzerine “Diyarbekir ve Erzurum’a tabi bir takım yerler ne oluyor?” dedi. Kezalik arada sarf edilen “Türk” kelimesinden de o zat birçok manalar çıkardı. Bu ciheti Meclis-i Âlinizin nazar-ı dikkatine arz eder ve Heyet-i umumiyyenizin hüsn-ü kabulü ile “Türk” kelimesine mana verilmesini rica ederim.

Ben anlıyorum ki, bu kürsüde ne zaman Türk tarihi söyle­nirse bundan maksat Türk, Kürt, Laz, Çerkez gibi anasır-ı muhtelife-i İslamiyyedir. Bu böyle midir? (“Hay hay, böyledir” sadaları, alkışlar). Eğer Türk kelimesinin manası bu de­ğilse, rica ederim, burada nutuk irad edildikçe Türk Tarihi yerine anasır-ı Islamiyye denilsin. Türk kerimesine şimdi arz ettiğim veçhile mana veriliyor ve Meclis-i Aliniz o suretle te­lakki ediyorsa bunda bir beis yoktur.

Rıza Nur Bey (Sinop)- Öyledir.

Hüseyin Bey (Erzurum)- Hatta Yahudiler bile dahildir.

Abdülaziz Mecdi Efendi (Devamla)- Türk kelimesinin ma­nasını Meclis bu suretle tefsir ve şerh edip efkâr-ı umumiyeyeye arz ettikten sonra ben Kürt’üm diyen bazı zevatın hatırına hiçbir şey gelmez veyahut onların hatırına gubar-ı siyasî kon­durmamak için, Türk, Kürt, Laz, Çerkez veyahut anasır-ı îslamiyye gibi tabirat kullanalım.

Tunalı Hilmi Bey (Bolu)- Müslüman Osmanlılar.’’

Bunun üzerine, yine Abdülaziz Mecdi Efendi’nin, bu ülkede Hıristiyan unsurların da yaşadığı, bu yüzden “millet” kelimesi yerine “Millet-i Osmaniye” teriminin benimsenmesi yönünde­ki takriri (önerge) kabul edildi. Bu konuyla ilgili ilginç bir takrir de, ikinci yasama döneminin ilk birleşiminin 35. oturu­munda, 12 Ocak 1341(1924)’de, Bursa milletvekili Mustafa Fehmi Efendi ve arkadaşları tarafından, “Türkiyeli” tabirinin kimler hakkında kullanılabileceğine ilişkin verdikleri takrir­dir. Anayasa Komisyonunun konuya ilişkin raporu müzakere­ye mahal olmadığı yönünde olmuştur.

“Türkiye” adı, resmî olarak ilk defa 1921 Anayasasının üçüncü maddesinde “Türkiye Büyük Millet Meclisi ibaresi ile birlikte kullanılmıştır. Mustafa Kemal Paşa’nın 1 Eylül 1922- de Büyük Zafer münasebetiyle yayımladığı beyannamede ilk defa “asil Türk milleti”ne hitap edilmiştir. Halk Fırkasının kuruluşunun habercisi olan “Dokuz Umde”nin ikinci ilkesin­de “Türkiye halkı” deyimine yer verilmiştir. 1/2 Kasım 1338 (1922) tarihli egemenlik hakkının gerçek temsilcisinin TBMM olduğunu belirten Bakanlar Kurulu kararında, “Türkiye halkı” ve “Türk milleti” terimleri birlikte kullanılmıştır. “Türkiye halkı/milleti” ve “Türk” terimleri etrafında gidip gelen çift uç­lu söylem, bütün kullanımlarda varlığını sürdürmüş, ulusçu söylemin tam hâkimiyeti 1924 Anayasasıyla gerçekleşmiştir.

 

Ulusal Kimliğin Dinî Sınırı ve Nüfus Mübadelesi

30 Ocak 1923 tarihli Yunan ve Türk Nüfuslarının Mübade­lesine İlişkin Sözleşme Lozan Antlaşmasının bir parçasıdır. Ondokuz maddelik sözleşmenin birinci maddesi zorunlu mü­badele ilkesini getirir: “1 Mayıs 1923’ten itibaren Türkiye’de yerleşik Rum Ortodoks dinine mensup Türk vatandaşları ile Yunanistan’da yerleşik Islâm dinîne mensup Yunan vatandaş­ları zorunlu mübadeleye tabi tutulacaktır.”Mübadeleye tabi tutulacak nüfuslar, kısaca “Yunanlılar” (Yunan Ortodoks dini­ne mensup olanlar) ve Müslümanlar (İslâm dinine mensup olanlar) olarak tanımlanmıştır. İlk bakışta bu adlandırmanın açık iması, ırk ve dil kriterlerine bakışla dinin daha güvenli bir ayraç olarak kullanıldığıdır Yunanistan’daki Müslümanların büyük çoğunluğu Yunanca konuşmaktaydı ve etnik bakımdan Türkiye Müslümanları ile hiçbir şey paylaşmamaktaydı. Buna karşılık, Türkiye'nin birçok yerindeki Yunanlar Türkçe konuş­maktaydı ve çeşitli etnik kökenlere bağlıydılar.

Mübadeleye tabi tutulacak nüfusu belirlemede dinin temel kriter olarak kullanılması, yeni ulusal kimliğin inşasında, söz konusu dönemde, hem pratik bir zorunluluğun, hem de Müs­lüman etnik azınlık oluşturmama isteğinin bir sonucudur. Amaçlanan ulusal kimliğin teşekkülüne kadar, dinin araçsallaştırılarak kullanılmasında, Kemalist Batıcılar bir sakınca gör­memekteydi. Dini kriterin asıl alınmasından dolayı, Grek alfa­besiyle Türkçe yazan, dualarını Türkçe yapan Karaman ve Pontus'taki Ortodoks nüfus, Ortodoks Yunan kategorisine da­hil edilmiş ve protestolarına rağmen zorunlu mübadeleye tabi tutulmuşlardır. Aynı şekilde Girit Adası ve Rumeli’de (Batı Trakya) yaşayan Müslüman halk, etnik kökenlerine bakılmak­sızın Türkiye hükümeti tarafından “Türk” olarak görülmüş ve vatandaşlığa kabul edilmişlerdir.

Ancak, din kriterinin, antlaşmanın tarafları için ifade ettiği anlam farklıydı. Kilikya bölgesinde yaşayan Ortodoks Araplar meselesi ortaya çıktığında, göç sürecini izlemekle görevli Kar­ma Komisyondaki Türk temsilci, Sözleşmede geçen “Rum Or­todoks dini” teriminin milliyete değil yalnızca dinî bağlanma­ya atıf yaptığını ve Rum Ortodoks dinine mensup herkesi içi­ne aldığını ileri sürdü. Diğer taraftan, Yunan temsilcisi, bir ki­şinin zorunlu mübadele kapsamına girmesi için hem Yunan hem Ortodoks olması gerektiğini iddia etti. Türkiye, Helen bi­lincine sahip olsun olmasın bütün Ortodokslardan kurtulmak isterken, Yunan hükümeti yalnızca Yunanlılık bilincine sahip Ortodoksları kabul etmek istiyordu.

Bu durum muvacehesin­de, 31 Mayıs 1927 tarihinde Karma Komisyon iki karar aldı. İlk karara göre, “Yunan Ortodoks dini” ifadesi ırka (etnik kö­ken) bakılmaksızın, Yunanistan’daki Müslümanların durumunda olduğu gibi, bütünüyle dinî bağlanmaya göre anlaşıla­cak ve uygulanacaktı. İkinci karar ise, sözleşmenin birinci maddesinde geçen “Yunan Ortodoks dini” deyiminin, bütün Doğu Ortodoks dinlerini içine alacak şekilde uygulanmayaca­ğını belirtiyordu.

Aralık 1927’de yaptığı toplantıda ise, Komisyon, “Yunan Or­todoks dini“ teriminin şu kategorilere uygulanamayacağına karar verdi: 1) Fener Ekümenik Patrikliği dışındaki patriklik­ler; 2) Kıbrıs Kilisesi, Sırp Kilisesi, Rumen Kilisesi, Rus Kilise­si, Arnavut Kilisesi ve Bulgar Kilisesi gibi bağımsız kiliseler. Antakya, Kudüs ve İskenderiye Patrikliklerinin dışarıda bıra­kılmasıyla, Yunanlılarla hiçbir ortaklıkları olmayan Ortodoks Arapların mübadele kapsamına girmesi önlenmiş oldu. Tabi- atiyle, Protestan ve Katolik dinlerine mensup Rumlar da bu kapsamın dışındaydı.

Zorunlu nüfus mübadelesiyle Türk hükümeti, Millî Müca­dele döneminde yaşandığı gibi, Yunan irredentizmi tehlikesini bertaraf etmeyi amaçlıyordu. Arada, emek/toprak oranlama­sındaki büyük açıklıktan dolayı ihtiyaç duyulan işgücünün de, Müslüman ve yeni Türk kimliğini kabul etmeye hazır görünen göçmenlerle kapatılması öngörülüyordu. Mübadele neticesin­de hem Türkiye hem de Yunanistan ulusal açıdan büyük ölçü­de türdeş bir nüfus yapısına kavuşmuştur.

Lewis’e göre, Türk-Yunan nüfus mübadelesinde dinin belir­leyici olması, erken Cumhuriyet döneminde temel sadakat mercileri açısından bir karışıklığa işaret etmekteydi. Yapılan, Türklerle Yunanların mübadelesi değil, Rum Ortodoks Hıristiyanlar ile Osmanlı Müslümanlarının mübadelesiydi. Kültürel bir sistem olarak ulusçuluk bu bağlamda yerini almayı hedef­lediği dinî-hanedanî sistemin referanslarından yardım istemek zorunda kalmıştı; çünkü yeni sistemin referansları henüz ha­yaliydi; oysa eski sistemin referansları, esas olarak da din, ha­yatiyetini sürdürmekteydi.

Kemalist ulus inşa pratiğinde dinin, ulusal amaçlan pekiş­tirmek için kullanılması hiçbir zaman dejure bir nitelik kazan­mamıştır; pratik mülahazaların bir türevi olarak tezahür et­miştir. Kemalist iktidar stratejisinin “doğru zaman ve zemin” ilkesi burada da hükmünü icra etmiştir. Göç politikaları bu bakımdan mümeyyiz örnekler sunar. Mesela, Hıristiyan Gagavuzlar, Türkçe konuşmalarına ve kendilerini Türk olarak nite­lemelerine rağmen kitlesel ölçekte göçmen olarak kabul edil­memişlerdir.

Hamdullah Suphi’nin Bükreş elçisi iken gösterdi­ği ısrarlı çabalara rağmen Gagavuzlar kitlevî olarak Türkiye’ye göçmen olarak kabul edilmemiş, yalnızca birkaç Gagavuz 1930’larda bir burs programı çerçevesinde Türkiye’ye gelebil­miştir. Öte taraftan, Türkçe bilmeyen, farklı etnik kökenlere sahip Boşnaklar ve Bulgar Pomaklarının, Osmanlı Müslümanları oldukları ve Amavutlardan farklı olarak imparatorluğa is­yan etmedikleri ve mümeyyiz bir ulusal bilince sahip olmadık­ları için Türkiye’ye serbestçe göç etmelerine izin verilmiştir.Bunların Türklük bilinci edinmeleri mümkün görülmüştür.

'Kemalizmin, bu doktriner olmaktan çok pragmatik karakte­ri, iktidardaki sürekliliğini sağlayan kilit faktörlerden biridir. Gerçekten de çağdaşlaşıtıacı-gelişmeci Kemalist ideoloji, uyul­ması gerekli ilkeler ve projelerden oluşan toplu bir pakete sahip değildir.Çağdaşlaşmaya olan bağlılığı ne kadar derin olursa olsun, Kemalizm mufassal ve iyi ifade edilmiş bir doktri­ne dayanmamaktadır.Ancak, Gellner’in da belirttiği gibi, “Türk gelişme yolunda, çok sayıda seçeneği önceden tayin ede­cek denli muayyen olmasa da, hiç şüphesiz, bir Kemalist Hadis  külliyatı vardır.” Atatürk’ün de itiraf ettiği gibi, CHPprogramları gerçekte “Kamalizm” adı verilen siyasî bir doktrin teşkil etmektedir.

Kemalizmin pragmatik olması ve hayatın “direktiflerini” üstün ilke olarak kabul etmesi, onun bir ideolo­ji olmadığı anlamına gelmez; yalnızca pragmatik ideolojiler ai­lesine mensup olduğunu gösterir. Münhasıran laiklik ve dev­let üzerinde temellenmiş ve önsel ilkelere dayalı bir doktrine bağlılığı katı olmayan Kemalizm, bu sayede, doktriner reçetele­re uygunluk problemini yoğun olarak yaşamadan, pragmatik bir gelişme çizgisi izlemiştir. '

Türk ulusal kimliğinin dinî sının azınlık tanımını da belir­lemiştir. Lozan Antlaşması uyarınca, -ki Lozan’daki Türk dele­gasyonu da aynı tezi hararetle savunmuştur- Türkiye’deki azınlıkların hukuki konumlarını belirlemede dinî bağlanma tek ölçü olarak kabul edilmiştir. Böylece, Türkçe konuşan Anadolu Ermenileri, Ermeni azınlığa mensup kabul edilirken, Ermenice konuşan Müslüman Hemşinliler Türk kabul edil­miştir. Ancak, Türk vatandaşı olmak, kişiye Türk statüsünü doğrudan kazandırmamaktadır.

Kemalist rejimin militanları niteliğine rağmen, “Müslüman eşittir Türk ve gayrimüslim eşittir gayri Türk” önermeleri halk katında varlığını sürdürmüş, Kemalist ulusçuluk zımnen de olsa bunu  kabul etmiş ve göç politikalarında rehber ilke olarak kullanmıştır. Türklük Müslümanlara münhasır bir kategori olarak görülürken, nüfus  cüzdanlarında ve diğer resmî belgelerde hem dinî hem de  mezhebi bağlanmalar kaydedilmiştir. Resmî söylemde ve Kemalist dönem basınında gayrimüslimler “hakikî Türkler” ola­rak değil “Kanun-ı Esasî Türkleri “ya da “Kanun-u Medenî Türkleri” olarak adlandırılmıştır.

Cumhuriyetin ilk yıllarında hâkim olan dinî tanım, 1924 ve sonrasındaki sekülerleştirici reformlara rağmen halk, muhayyi­lesindeki geçerliliğini sürdürmüştür. Resmî söylemde Türk ol­dukları kabul edilse de, gayrimüslimler Türk olarak telakki edilmemişlerdir. Dil ve soy bakımından Türklüğe uzak olma­larına rağmen, Müslüman Boşnak ve Çerkezler aynı dönemde Türklüğe kolayca özümsenmişlerdir. Azınlıkların, İmparator­luk dönemine bakışla siyasî katılımlarının sıfırlanması ve kamusal alandan hemen bütünüyle dışlanmaları, özellikle sivil ve askeri bürokrasinin dışında bırakılmaları, bir ölçüde Türk lüğü Müslümanlıkla özdeş gören popüler imajla ilişkiliydi Kemalist ulusçuluk bu tarihî “zaruretin” kısıtları içinde hare ket etmiştir.

 

Cumhuriyetçi Tanım: Dinî Olanın Reddi

Türk ulusal kimliğinin Kemalist inşasında Cumhuriyetçi tanı­mın hâkim veçhesini, “vatandaşlık yoluyla Türkiye Cumhuri­yetine bağlı olan ve Türk dilini, kültürünü ve millî idealini be­nimseyen herkes Türk’tür” şeklindeki, kısmen hukuki fakat büyük ölçüde siyasî tanıma dayanan tekilci-yekpare Türklük anlayışı oluşturur. Cumhuriyetçi tanım esas itibariyle 1924’te- ki “yıkım” reformlarından sonra öne çıkmıştır ve eski dinî ta­nımdan radikal bir kopuşu temsil eder. Islâmın Türk siyasî sistemiyle ilişkisinin kesilmesi ve 10 Nisan 1928’de devlet dini olmaktan çıkarılması, Türklüğün sınırlarının yeniden çizil­mesi gereğini beraberinde getirmiştir.

Türk ulusal kimliğinin Cumhuriyetçi sınırlarının iki veçhesi vardır: hukukî (objektif) ve siyasî (sübjektif) veçheler. Siyasî veçhe belirleyici vasfa sahiptir ve bir anlamda Kemalist akide­yi temsil etmektedir. Hukukî veçhe ise günlük hayata yansı­ması son derece sınırlı kalan talî bir nitelik arz etmektedir. Hukukî veçhenin resmî ifadesi 1924 Anayasası’nın 88. madde­sinin ilk fıkrasıdır: “Türkiye ahalisine din ve ırk farkı olmaksı­zın vatandaşlık itibariyle (Türk) ıtlak olunur.” Kemalist uy­gulama ve literatürde hâkim tanım siyasî tanımdır ve Türk ulusal kimliğinin etno-seküler sınırlarının çizilmesinde bu iki­si arasındaki ayırım hayatî önemi haizdir. Türklüğün hukukî veçhesi bir ölçüde “zorunlu” bir durumun sonucudur. Lozan Antlaşmasının azınlıklarla ilgili hükümleri, Türkiye Cumhuriyeti’ni gayrimüslimlerin haklarını korumakla “mükellef’ kıl­mıştır. Bu yüzden, Kemalist siyasî özümseme politikaları hukukî düzenlemeler yerine, çoğu defa İdarî ve fiilî “tedbirlerle” gerçekleştirilmeye çalışılmıştır.

Cumhuriyetçi tanım hiçbir zaman hukuki veçheyi Türk ol­mak için yeterli bir temel olarak görmemiştir. Bu durum, po­litik veçhenin gereği olarak, anadili Türkçe olmayan vatandaş­ların hem özel hem de kamusal alanda Türkçe konuşmaya zorlanmalarına yol açmıştır. Çocuklara saf Türkçe isim koyma zorunluluğu ve 1927’de resmî destekle başlatılan “Vatandaş! Türkçe Konuş” vb. kampanyalar bunun örneğidir. 1920’lerin sonlarına doğru “Türkçe’nin Umumiliği,” yani bütün vatan­daşlar tarafından Türkçe’nin anadil olarak benimsenmesi ve her zaman ve zeminde bu dilin kullanılması, hükümet için önemli bir mesele haline gelmiş, kamusal mekânlarda Türkçe konuşmayanlar taciz edilmeye başlanmıştır.

2510 sayılı ve 1934 tarihli İskân Kanunu “Türk vatandaşı olmayan Türkler” ve “Türk olmayan Türk vatandaşları” ayırı­mını netleştirerek farklı politika uygulamalarına zemin hazır­lamıştır. Kanunda, Türkiye’ye göç edecekler arasında vatan­daşlığa alınma açısından, soy itibariyle Türk olanlar ile olma­yanlar arasında ayının gözetilmiştir. Sivil ve askeri bürokrasiye eleman alımındaki yerleşik kriter de, aynı şekilde, Türk ve Türk vatandaşı olma ayırımına dayanmıştır. Bu bakımdan, Türk vatandaşlığı ile Türk ulusal kimliği arasında hiçbir za­man birebir örtüşme söz konusu olmamıştır. Bu yüzden Türk vatandaşlığı kurumu şemsiye bir ulusal kimlik için sağlam bir zemin oluşturamamıştır. Türk vatandaşı olmanın doğurduğu hak ve hürriyetlerin kullanılması, Türklüğün sadece “mabed ayrılığını” meşru gören etno-politik sınırlarının kabulüne bağ­lanmıştır. Kemalist akideyi benimsemek vatandaşlık hakları­nın kullanımının ve genel topluma meşru katılımın ön şartı olmuştur.

 

Cumhuriyetçi Tanımın Siyasî Veçhesi

1924 sonrası dönemde birçok resmî ve siyasî belgede, Türk­lüğün vatandaşlık dışındaki göstergeleri vurgulanarak ifade edilmiştir. Bu göstergeler ışığında, Türk vatandaşlarının bir kısmı “Türk” ya da “öz-Türk” olarak nitelenirken, diğer va­tandaşlar ya “Kanun-u Esasi/Kanun-u Medenî Türkleri” ola­rak tavsif edilmiş -gayrimüslim azınlıklar- ya da adlandırma düzeyinde yok addedilmiştir - Türk olmayan Müslüman etnik gruplar, özellikle Kürtler ve Çerkezler. Cumhuriyete sadakatte ifadesini bulan siyasî azim ve irade, Osmanlı döneminin kelime-i şahadetinin yerini almıştır.

Türk ulusal kimliğinin cumhuriyetçi tanımı, en iyi ifadesini Cumhuriyet Halk Partisi programlarında bulmuştur. 1931 programına göre “millet, dil, kültür ve mefkûre birliği ile birbi­rine bağlı vatandaşların teşkil ettiği bir siyasî ve İçtimaî heyet­tir.” 1935 ve 1939 programları da aynı tanıma yer vermişlerdir. Söz konusu tanım, ulusu irade ve duygu birliği olarak görmekte ve dayanışmacı bir otoritarizme yaslanmaktadır.

CHP’ye üye olma şartları da bu konuda bize bazı ipuçları sağ­lamaktadır. Partinin 1923 Nizamnamesinin üçüncü maddesine göre, “Halk Fırkasına her Türk ve hariçten gelip Türk tabiiyet ve harsını kabul eden her fert dahil olabilir.” Cumhuriyetçi ta­nımın hem hukukî (tabiiyet) hem de siyasî s(hars) veçheleri, bu tanımda öz olarak belirtilmiştir. CHP’nin 1927 tarihli Nizamna­mesi’nin sekizinci maddesi, Türk kültürünü ve partinin bütün ilkelerini benimsemeyi üyelik şartları olarak sayar. 1931 Ni­zamnamesi üyelik şartlarına Türkçe konuşabilmeyi de ekler.

1935 ve 1939 programları da 1931 programıyla aynıdır.

Ulusçuluk ilkesi 1931 programında ve sonraki programlar­da çeşitli maddelerde yansımıştır. Kemalist rejimin eğitim po­litikası bunlardan biridir. “Kuvvetli cumhuriyetçi, milliyetçi ve layik vatandaşlar’’ yetiştirmek eğitimin (milli talim ve terbiye) her aşamasında en çok önemsenen, telkini zorunlu konudur. “Derin Türk tarihi”den mülhem olarak millî karakterin yücel­tilmesi, “büyük bir emel” olarak telakki edilmektedir. “Derin Türk tarihi”nin öğretilmesi, partinin büyük önem atfettiği bir husustur; çünkü “bu bilgi Türk’ün kabiliyet ve kudretini, nef­sine itimat hislerini ve milli varlık için zarar verecek her cere­yan önünde yıkılmaz mukavemetini besleyen mukaddes bir cevherdir.” Tarihin yeni Türk ulusal kimliğinin kurucu un­surlarından birisi olarak kullanılması, “seciye-i millî,” “Türk’ün kabiliyet ve kudreti” vb. ifadelerin de gösterdiği gibi, her zaman etno-kültürel temalar barındırmaktadır.

CHP’nin altı ok’u 1931 programına, partinin temel nitelikleri biçiminde yansıdı. Programın ikinci bölümü bu ilkeleri ve onların tanımlarını sıralar. Bu bölümün birinci maddesinin ilk fıkrası, Cumhuriyet Halk Fırkası cumhuriyetçi, milliyetçi, halkçı, devletçi, layik, inkılapçıdır, der. 1935 ve 1939 prog­ramları da aynı ilkeleri tekrar eder. Altı ok, CHP’nin siyasî ideolojisinin özlü bir formülasyonudur. Gerçekte bu ilkeler I Millî Mücadele’den itibaren teşekkül halindeydi. Bazı önemli farklar olmakla birlikte, bunların çoğu, Jön Türklerin ideolog-ları tarafından ifade edilmiştir.Genel olarak, CHP programlarında ulusçuluk, savunmacı ve modernleştirici/batılılaştırıcı bir ilke olarak belirmektedir.

Bir yandan Türk ulusunun özel vasıflarının korunmasını vaz ederken, diğer yandan da uluslararası arenada, ilerleme ve ge­lişme yolunda diğer uluslarla uyum içinde olmayı önermekte­dir. Bu yaklaşım, Türklüğün 1924’ten sonra kristalize olan siyasî/sübjektif sınırının açık bir tezahürüdür.

'1924 sonrası dönemin ana özelliği, dinî tanımın tüm baki­yelerinin ayıklanmaya çalışılmasıdır. Halifeliğin kaldırılması bu bakımdan bilhassa önemlidir; böylece Islâm aaraçsal da olsa bir sosyal tutunum aracı olarak bakılmayacağı ortaya çık­maktadır. Çok-etnili koalisyonla sürdürülen Millî Mücadele döneminde hilafet bir sosyal tutunum aracıydı. Bu etnik ko­alisyonun üyelerinin gözünde, hilafet, daha doğrusu İslâmiyet sosyopolitik meşruiyetin en önemli kaynağıydı. Ancak, topyekûn Batılılaşmayı hedefleyen Mustafa Kemal, ideolojik bir ter­cih yaparak sosyopolitik tutunum fonksiyonunu yeni etno-sekülarizme atfetmiştir.

Kemalist çevrelerde yaygın olarak benimsenen Kemalist ulusçuluğun kültürel bir ulusçuluk olduğu kanaati, cumhuri­yetçi tanımın siyasî veçhesine tekabül etmektedir ve Kemalist ulusçuluğun etnik/ırkî bir boyut taşımadığını ileri sürmekte­dir. Aslında, cumhuriyetçi tanımın siyasî veçhesinin üç boyu­tu ayırt edilebilir:

1-Dil Boyutu: Bu boyut, Kemalist kamusal alan tanımının özel alam da içine aldığının ya da özel alan/kamusal alan ayırı­mım kategorik olarak reddettiğinin önemli bir göstergesidir. Total bir ideoloji olarak, Kemalist ulusçuluğun dil boyutu, Türk­çe’nin resmî dil olmasının yanı sıra ana dil olarak da benimsen­mesini zorunlu kılmaktadır. Yalnızca kamusal mekanlarda (so­kakta, otobüste, hükümet tabipliğinde vs.) değil evde de Türkçe konuşulması gerçek Türklüğü başarmanın aracı olarak görül­mektedir. Gayri Türk Müslüman “unsurların”, Lozan Antlaş­masının azınlıkların korunmasıyla ilgili hükümlerine aykırı olarak, idari ve fiilî tedbirlerle Türkçe konuşmaya “teşvik edil­meleri”, “gerçek Türklüğü” inşa sürecinin bir parçasıdır.

2-Kültürel Boyut: İslâm ve onunla ilintili gelenekler kap-sam dışı bırakıldığında, kültürle neyin kastedildiği acık değildir. Ancak, müzikten giyim tarzına kadar uzanan düzlemde bütün popüler unsurların reddedilmesi, kültürün, Kemalist bağlamda, Türk kökenli isimlerin konması ve Türkçe konuşulmasını, ki bunlar da sekülerleştirme ameliyesine tabi tutul­muştur ve yalnızca “standart” sekûler batı kültürünü ifade et­tiğini göstermektedir.

3) Mefkûre (Ülkü) Boyutu; Tezahür eden ülkü, Türkiye Cumhuriyeti olarak cisimleşen siyasî bir ülküdür. Ülkü, cum­huriyetçi akidenin anahtar kavramıdır. Halkın Türkçe öğren­mesi ve Cumhuriyete azim, gayret ve şevkle hizmet etmesi için ana ilham kaynağı olarak bu “ülkü” sunulmuştur. Bu ba­kımdan ülkü, Türk kimliğinin cumhuriyetçi tanımının siyasî veçhesinin dilsel ve kültürel boyutlarını da kapsar. Ulusal kimliğin bütün unsurlarını birleştiren referans noktası, Türki­ye Cumhuriyeti nin kendisi olarak tezahür etmiştir. Türkiye Cumhuriyetini kuran iradenin taşıyıcılığını kimin/neyin yap­tığı bu bağlamda büyük önem kazanmaktadır.

Mustafa Kemal Atatürk’ün “Türkiye Cumhuriyetini kuran Türk halkına Türk milleti denir” tanımlamasındaki kilit kav­ram “kuran” ifadesidir. Burada, “Türkiye Cumhuriyeti sınırla­rı içinde yaşayanlar,” ya da “vatandaşlar” gibi terimler tercih edilmemiştir. Bunun bilinçli bir tercih olduğu, yalnızca Mec­lisli Mebusan ve ilk Meclis’te konu ile ilgili yapılan tartışmalar hatırlandığında, rahatlıkla söylenebilir. Yahudiler dışındaki gayrimüslim azınlıklar, Millî Mücadele esnasında işgal güçle­riyle işbirliği yaptıkları için “kuran” teriminin kapsamı dışın­da bırakılmıştır. Bu tanımın arkaplanında, Jön Türklerden te­varüs edilen, Türklerin “unsur-u aslî” ve “asıl malik” oldukları düşüncesi yatmaktadır. Dolayısıyla, Mustafa Kemal’e göre mil­let, muayyen sınırlar içinde tesadüfen bir araya gelen insanlar topluluğu değildir. Aksine, millet, her şeyden önce emellerin­de birleşmiş insanların oluşturduğu “bir irade ve ülkü birliğidir . Türkler için bu birliğin temelleri, Türkiye Cumhuriyetive kurucu ilke olarak onun liderinde cisimleşen siyasî bağım­sızlık, dayanışmacılık, ulusçuluk, sekülarizm, çağdaş medeni­yet vs.’dir.

Aslında, Türklüğün bütün kurucu kavram ve sembolleri, - Millî Mücadele, TBMM, Ankara, Sakarya, Dumlupınar, muzaf­fer ordu, 19 Mayıs, 23 Nisan, 30 Ağustos, 9 Eylül, 29 Ekim, hilafet ve saltanatın ilgası, Latin alfabesinin kabulü, laiklik vs.- ortak bir tarihî özneye sahiptir:'Mustafa Kemal Atatürk. Sevan Nişanyan’a göre, Mustafa Kemal’in “ulu Türk,” “yüce Türk” ya da “kahraman Türk” yerine “Atatürk” olarak adlandırılması, Cumhuriyetin kurucusunun yalnızca lider, rehber ya da Türklerin en büyüğü olarak görülmesinin yeterli görülmediğini or­taya koymaktadır: Atatürk, Türk milletini kuran aktif bir ilke­dir. Bu sebeple, Türk milleti ona ve onun vazettiği ilkelere bağlılığı ölçüsünde var olmayı hak etmektedir.

Cumhuriyet idealini ve bunun lâzımları olan Türk dili ve kültürünü benimseyen herkes, din ve soydan bağımsız olarak kendisini Türk olarak adlandırabilir. Kemalist akideyi iradî olarak kabul edenler, herhangi bir zorlukla karşılaşmadan Türklüğü elde edebilir; çünkü tanım gereği, her Türk Kema­list olmak zorundadır. Kemalist olmayanlar, temel hak ve hür­riyetler açısından karşılığı olmayan, siyasî haklar bakımından budanmış, itibarî nitelik taşıyan hukukî Türklükle yetinmek zorundadırlar. Türkleştirme konusu ele alınırken bu husus daha açık olarak görülecektir.

“Büyük Şef” olarak “Atatürk” kavramının 1920’ler ve 1930’larda oldukça yaygınlaşan faşist-korporatist ulus teorileri­ne yakınlığı dikkat çekicidir. İtalya’da, Roma İmparatorluğu sembolizmine yaslanan ve Duce etrafında kristalize olan siyasî hareketler, Macaristan’da St.Isztvan hükümdarlığı, Portekiz’de Esta do Nove, Ispanya’da Falanjlar, Fransa’da Action Francaise ve elbette Almanya’da Führerin temsil ettiği, karizmatik lider ve onun temsil ettiği bir devlet etrafında birleşen, tarihî bir misyon ifa eden ulus kavramı, Atatürk kavramının anlattığı ulus anlayı­şıyla aynı zemini paylaşmaktadır. Ulusa hayat veren bizzat lide­rin kendisidir. Parla’nın Nutuk'u yorumlarken işaretlediği ulus-lider ve lider-ulus özdeşliği, Atatürk’ün konuşmalarında kullandığı devri mantık içinde net olarak görülebilmektedir.

Birinci Dünya Savaşı’ın takip eden dönemde tüm dünyada ortaya çıkan “manevi kriz” göz önüne alındığında, bu “mistik" teorinin yaygınlığı daha iyi anlaşılabilir. Teorinin beraberinde getirdiği yapısal zayıflık, ulus üyelerinin seçkinliğini lidere sa­dakatleriyle ölçmesidir: Eğer bir ulusa mensup olma şartı, ulu­sal ülküyü ve bu ülküyle aynileşmiş siyasî alternatifleri sahip­lenmekse, o takdirde bu “ülkü”yü paylaşmayanlar doğrudan “vatan haini” konumuna düşmekte ve vatandaşlık hakların­dan yoksun kalmaktadırlar; çünkü temel hak ve hürriyetlerin kullanımı, muayyen bir siyasî ülküye ve o ülküyü vazedene sadakat duyulması şartına bağlıdır. Ulusal kimliğin sınırları ne kadar esnek çizilirse çizilsin, ülküye ve lidere sadakati şüpheli herkes, son tahlilde, potansiyel “vatan hainliği” suçlamasına maruz kalabilmektedir.

 

 Ahmet Yıldız-Ne Mutlu Türküm Diyebilene-İletişim Yayınları





Devamını Oku »