İslam'ın Tatbik Edilmesi

İslam'ın Tatbik Edilmesiİslâm, eğer tatbik edilemezse, bir hiçtir, ve bu tür ifadeler, İslâm’da yalnızca “boş lâftan / ölü, kuru lâfızlardan ve emirlerden ibaret değildir; çünkü bu emirler, gerçekleştirilmiş, en büyük ölçekte örgütlü bir yardım, rahatlama ve dayanışma sistemine fiilen aktarılmış ve yüzyıllar boyunca İslâm dünyasının bütün sosyal problemlerini çözmüş emirlerdir. Kur’ân bize, gerçek / hakîkî dinin, amelî, yani tatbik edilebilir bir din olduğunu,aslı teorik,formel yada lafta İslam bir din olmadığını şöyle beyan eder;

(Ey ehli kitab) Yüzlerinizi bazan doğu, bazan batı tarafına çevirmeniz erginlik değildir. Fakat eren o kimselerdir ki, Allah'a, ahiret gününe, meleklere, kitaba ve bütün peygamberlere iman edip, yakınlığı olanlara, öksüzlere, yoksullara, yolda kalmışa, dilenenlere ve esirleri kurtarmaya seve seve mal verirler. Namazı kılarlar, zekatı verirler. Bir de andlaştıkları zaman sözlerini yerine getirenler, hele sıkıntı ve hastalık durumlarında ve harbin şiddetli zamanında sabır ve kararlılık gösterenler var ya, işte doğru olanlar da bunlardır, korunanlar da bunlardır. (Bakara/177)

“İmân edip amel-i sâlıh amel / güzel işler yapanlar.” Kur’ân’da bu ibare o kadar sıklıkla tekrarlanır kî! "İns­anlar ve sonra da hiçbir şey yapmayanlar’’ anlayışı, yaklaşımı İslâm’da yoktur, sözkonusu bile değildir. Yine “insanlar ama yanlış yapmaya devam edenler’’ şeklindeki bir anlayışın İslâm’da varlığı tahayyül bile edilemez; çünkü İslâm, insanın Allah’ın iradesine teslim olması demektir ve bir mücahede, bir mücadele ve bir çaba sarfetme yasası demek olan Allah’ın Şeriatına itaat etmek, boyun eğmek, asli aptalca ya da saçma bir şey değildir.

İslâm'ın (İslâm dünyasında bihakkın hükümran ve hükâmfermâ olduğu] o harikulade, muazzam günlerinde, seküler eğitim ile dini eğitim arasında bir ayırım yoktu, sözkonusu bile değildi. Bütün eğitim çabaları, dînî alan’a dâhil­di, dâhil edilmişti. Yakın zamanlarda bir Avrupalı yazarın bu konuda yazdıklarını zikretmek gerekirse: “Camide, diğer [müspet  / pozitif] bilimlere Kur’ân, Hadis,  Fıkıh ilimlerine denk bir yer vermesi] İslamın yüceliğinin ve azametinin bir ürünüydü.

Gerçekten de, kimya, fizik, botanik, tıp ve astronomi dersleri, yukarıda zikredilen Kur’ân, Hadis ve Fıkıh ilimlerinin dersleriyle camide birlikte veri-lirdi. Zira Cami, İslâm’ın o parlak günlerinde, İslâm’ın Ünıversıtesi’ydi ve Slınırları içine, bütün medeniyetlerden gelen, tevarüs edilen çağın bütün bilgilerini coşkuyla çekebildiği, alabildiği için Üniversite olarak adlandırılmayı zi­yadesiyle hak ediyordu. Müslüman yazarlara, âlimlere ve düşünürlere, onları okuyan herkesin mutlaka dikkatini çeken o husûsî kaliteyi, kendinden emin beyinlerin ve zihinlerin derin ve sessiz sükûnetini veren şey, işte cami çevre­sinde sağlanan bu muhkem birlik ve eğitim-öğrenim coşkusuydu.

 

Pitchall,İslam Medeniyetinin Dinamikleri
Devamını Oku »

Müslüman Üniversiteleri

Müslüman Üniversiteleri

Müslüman üniversiteleri [sözgelişi Nizamulmülk medreseleri}, dünyada, ilim, eğitim, öğrenim ve araştırmada öncülük etmek-teydi. Bütün bilgi alanları onların ellerindeydi ve onlar, o zaman elde edilebilecek bütün bilgilere ulaşıyor ve bu bilgileri de tekrar halka ulaştırıyorlardı. O zamanın üniversiteleri, günümüzün çağdaş üniversiteleriyle kıyaslandığında elbette ki farklıydı, ama bu medreseler, o zaman, dünyanın en aydınlık, en donanımlı kurumlarıydı. Muhtemelen de, bir dine ait olan en aydınlanmış kurumlardı medreseler.

Alman profesörü Joseph Hell, yakınlarda S. Khuda Bukhsh tarafından İngilizceye de çevrilen Arap / İslâm medeniyetiyle ilgili küçük ama önemli bir kitabında o zamanın üniversiteleri olan medreseler hakkında şunları yazıyor:

“Üniversitelerde bile, din, birincil, öncelikli konumunu koruyordu; çünkü eğitim ve bilginin yolunu açan şey, bizzat dinin, yani İslâm’ın kendisi değil miydi! Kur ân, Hadis, Fıkıh ve bütün diğer ilimler bu kurumlarda önemlerini ve önceliklerini her zaman korumuşlardı. Fakat diğer bilgi ve bilim alanlarını küçümsememek ya da gözardı etmemek, Islâm’ın onur hânesıne yazılacak bir fenomendi: Gerçekten de İslâm, ilâhiyata verdiği yer kadar diğer beşerî bilimlere de camide aynı yeri vermişti. Hicretin 5. asrına kadar cami, İslâm’ın üniversıtesiydi ve bu olgu, İslâm kültürünün en çarpıcı özelliği olan 'ilim tahsili için tam hürriyetin tesis edilmesi’ ilkesinin ve uygulamasının bir sonucuydu. Burada ders verecek öğretmen bir sınava tabi tutulmuyor, kendisinden bir diploma istenmiyor ya da herhangi bir formaliteyi yerine getirmesi şart koşulmuyordu. Ders verecek öğretmenin / müderrisin ihtiyaç duyduğu şey, konusuna hâkimiyet ve vukûfıyet, ehliyet ve kifâyet, üretkenlik ve yeterlilikti.

Alman profesör, hem âlimlerden, hem de öğrencilerden oluşan bu derslere katılan kişilerin müderrisın yeterliliğini ve vukûfiyetini nasıl test edip yargıladıklarını, konusuna tam olarak vâkıf olamayan ya da ortaya attığı tezi ikna edici delillerle ve argümanlarla ispat edemeyen bir müderrisin kendisine yöneltilen eleştirilerden sonra bir saat bile görevinde kalmadığını, ânında “karizmayı çizdirdiği” için görevinden çekildiğini çarpıcı bir dille anlatır.

Azap ve Türk üniversitelerinin bu müderrisleri çağlarının eğitim ve ilminin öncüleri ve modern Avrupanında öğretmenleriydiler. Şu çarpıcı gözlemleri yapan kişi ,onlardan biri,bir kimyacıydı;

"Kimyada zannın da,salt iddianında hiçbir otorite değeri ve bağlayıcılığı yoktur. Delillerle ispatlanmamış herhangi bir varsayımında yanlış da, doğru da olabilceği salt bir iddiadan başka bir şey olmadığı kesinkes doğru ve kesin bir ilke olarak kabul edilebilir. Eğer bir kişi, iddiasının delilini getirirse, ancak o zaman ona ’varsayımınız doğru' diyebiliriz,”

Bu alimler, kör kütük rehberler ve fanatik kişiler değildi. Bu üniversitelerin profesörleri, zamanlarının en donanımlı, derinlikli düşünürleriydiler. Hz. Peygamberin(sav) öğretisine tam bir sadakatle, halkın huzur ve refahını gözetleyen ve Kur'ân'da teminat altına alınan insan haklarının ihlal edildiğine dâir bir şey gördüklerinde bu durumu halifeye şikâyet ve halifeyi şeriatın bu cihanşumul ilkelerine uyması konusunda ikaz eden kişiler bunlardı.

Gerçektende, ulema fanatik unsuru ortadan kaldıran veya yatıştıran, dînî kanaatlerinden ötürü insanların kovuşturulmasını engelleyen ve İslâm kültürünün bozulmasını, yozlaşmasını bin bir türlü yolla önleyen öncü kişilerdi. İhtiraslı, gayr ı İslâmî kargaşa ortamlarının zuhur etmesine yol açan ihtiraslı Müslüman yöneticileri« halkın bu gayrı meşru eylemlerde kendilerine destek vermesi taleplerini şiddetle reddeden ve yalnızca yeter miktardaki mevcut köleleriyle savaşmakla yetinmelerini isteyen ve savaş sırasında bitkilere, hayvanlara ve savaşa katılmayan (kadın, çocuk ve yaşlılara] aslâ zarar vermemeleri gerektiğini söyleyen kişiler yine ulemâdan başkası değildi. Dahası, ulemâ, hal-kın büyük saygısı ve desteğini kazandıkları için, şeriatı çiğneyen, şeriata müğayir hareket eden yönetenleri cezalandıran ve onların bir şekilde çabucak tevbe etmelerini sağlayan haddi aşmalarından ötürü gerekli tazminatı ödeme-ye zorlayan kişilerdi.

Pitchall,İslam Medeniyetinin Dinamikleri
Devamını Oku »

Batı'nın Tarih Anlayışı

Batı'nın Tarih AnlayışıEğer Avrupa, Müslümanların Hıristiyanlığı bildikleri kadar İslâm'ı biliyor olsaydı, Haçlılar olarak bilinen çılgın, maceraperest, zaman zaman şövalye ruhlu ve kahraman ama çoğu zaman tastamam gözü dönmüş fanatiklerin gerçekleştirdikleri savaşlar aslâ patlak vermedi; çünkü Haçlı Savaştan, İslâm konusundaki cehâlete ve ürpertici boyutlar kazandığı gözlenen yalan-yanlış bilgilere ve tasvirlere dayanıyordu. Bu konularda yetkin bir Fransız âliminin gözlemlerini zikretmek gerekirse:

“Hıristiyan dünyasındaki her şair, bir Müslüman’ı (Mohammadan), bir inkarcı ve putperest olarak görüyor, Müslüman’ın tanrılarının da, sırasıyla, birincisi Mahomet / Mahound / Mohammad, İkincisi Opolane, üçüncüsü de Termogond / Cadı-Büyücü figürlerinden oluşan üç tanrı olduğuna inanıyordu. Ispanya’da Hıristiyanlar, gücü Müslümanların elinden alıp da, onları Kuzeydoğu Ispanya’daki antik Saragosa kentinin kapılarına kadar sürdüklerinde, Müslümanların geri dönüp putlarını kırdıkları masalı anlatılıyordu bolca. Dönemin bir Hıristiyan şairi, mağarada saklanan, ellerinden ve ayaklarından bağlanan, bir sütunda çarmıha gerilmiş, ayaklarının altına alarak çiğnedikleri, sopalarla paramparça ettikleri Muhammedanların tanrısı Opolane’nin Muhammedanlar tarafından adamakıllı dövüldüğünü ve her tür hakarete tabi tutulduğunu; yine ikinci tanrıları Mahound’u bir çukura atarak köpeklere ve domuzlara parçalattıklarını ve hiç kimsenin, hiçbir halkın kendi tanrılarına bu kadar iğrenç bir şekilde muamele etmediklerini; ama Muhammedanların bunlardan sonra tevbe ettiklerini ve bir kez daha tanrılarını alışagelmiş şekilde tapınacak hale getirdiklerini ve İmparator Charlesin Saragosa kenditne gezdiği bütün camilerde Mohammad’i ve Tanrılarını demir çekiçlerle parçaladıklarını gördüğünü söyler.’’

İşte Batı Avrupa'daki halkların beslendikleri sözümona tarih algıları bu tür bir tarih algısıydı. İşte, o zamanlarda Haçlılar Dünyanın en medeni halklarına vahşice saldırmalarına ilham kaynağı olan» kaynağı olan fikirler bunlardı.Hristiyan dünyası, kendi dünyaları dışındaki dünyayı ebediyen lanetlenmiş bir dünya olarak görüyordu; oysa Islâm böyle görmüyordu. Hıristiyan dünyasında herhangi bir halkın ebediyen lanetlenmesinin gerçekten üzüntü verici ve tedirgin olduğuna inanan ve onları kendilerinin bildikleri tek yolla, yani Hristiyan inancına döndürmekle kurtarmayı isteyen iyi ve güzel kalpli insanlar da vardı. Assisili Aziz Franc is’in İslâm dünyasına yönelik misyonerlik çalışmaları ve misyonerlik çalışmalarının İslâm dünyasında karşıtmış biçimi bu iki bakış açısı arasındaki farklılığı çok canlı bir şekilde resmeder ve gözler önüne serer.

Yine insanları Hıristiyanlığa döndürmeyi yegâne hedefi hâline getiren Aziz Louis'in Mısır’a karşı giriştiği Haçlı seterinin tarihî de aynı gerçekleri bir kez daha teyit eder. Bu noktanın çok iyi bir tasviri, yaygın olarak Quakerlar olarak adlandırılan Dostlar Cemaatı'nın kayıtları arasında bulunabilir. Bu konu, Kasım 1912 de Manchester Guaxdian’da Mabel Bsilsforun yayımlanan makalesinin ele aldığı konuydu.

Charles’ın hükümranlığı sırasında hizmetçi'leri olan genç bir İngiliz kadın, Quakerların aktif bir üyesi olmuş ve bu nedenle de büyük işkence ve zulümlere maruz kalmıştı. Genç kadın, o zaman Kilisemdeki uygulamalara karşı çıktığı gerekçesiyle İngiltere'de iki kez kırbaçlanma cezasına çarptırılmıştı.İlki Quaker arkadaşıyla birlikte, -o vakitler Amerikan kolonilerine verilen - New England adlı yere öğretilerini anlatmaya gitmişti. Orada büyücülük ve cadıcılık suçlamasından hapse atılmışlar» ağır işkencelere uğradıktan sonra serbest bırakılmışlardı. Bu genç Quaker kadın daha sonra İngiltere’ye dönmüş ve diğer beş Quaker arkadaşıyla birlikte Grand Stgntor olarak adlandarılan Türk Sultanı nı Quaker dinine döndürmeye karar vererek yola koyulmuşlardi. Avrupa boyunca yaptıkları yolculuk sırasında diğer arkadaşları Engizisyon tarafından yakalanmışlar ve onlardan yalnızca birinden daha sonra haber alınabilmiştir.Bu kişi yıllar sonra çıldırmış biri olarak İngiltereye dönmüştü.

Ama genç İngiliz Quaker kadın,onca zorluğa ,işkenceye ve zulme rağmen Türk Sultanını  Quaker dinine döndürme yolculuğuna tek başına devam etmişti.Bunun için Venedikte bir gemiye binerek,Moro kıyısında demirleyen gemiden inmişti,burası gideceği yerden çok uzaktı ama Müslüman toprağıydı.

Bu kadın daha sonra tek taşına yürüye yürüye Edirne’ye kadar gelmişti. Ama artık Edirneden sonra yürüye yürüye İstanbula kadar gitmesine gerek yoktu. Çünkü Müslüman toğrağına / darul İslama ayak bastıktan sonra işkence ve zulümler sona ermişti. Herkesona nazik davranıyordu; hükümet yetkilileri ona her türlü yardımı yapıyordu;Sultan Beyazıda ulaştığında Sultan’a Kadir-i Mutlak Yüce Allah’dan bir mesaj getirdiğini söyleyince Sultan bir kamp kurdurmuş ve onu bütün diğer ülkelerin sefirlerine tanıtıp takdim etmişti.

Sultan ve saray eşrafı Quaker kadını büyük bir dikkat ve nezaketle dinlemiş ve kadın konuşmasını bitirdikten sonra, ona, kendilerinin de inandıkları hakikati söylediğini ifade etmişlerdi. Sultan Beyazıd, Quaker kadına, özel misafiri olarak ülkesinde kalmasını talep etmiş; ama ille de kalmak istemezse, Allahın mesajını taşıyan bir kişiye yaraşır düzeyde bir eskortla gideceği yere götürmelerini kabul etmelerini rica etmişti.Ancak İngiliz Quaker kadın, Sultan’ın teklifini kabul ettirmiş ve geldiği gibi yalnız  ve yürüyerek hiçbir şekilde yaralanmadan veya şiddete filan anne kalmadan sağ salim İstanbul’a kadar gelmiş ve oradan da İngiltereye giden bir gemiye binerek ülkesine dönmuştü.

Batı Avrupa ülkeleri kendi dini yasalarını gevşettikten sonradır ki, ancak biraz daha hoşgörülü olmuşlardı öte yandan, Müslümanlarsa, dinî yasalarından uzaklaştıkları zaman o muazzam hoşgörülü yaklaşımlarını ve kültürlerinin en yüksek diğer özelliklerini yitırmişlerdi. Dolayısıyla burada aktardığımız anekdotta da çok iyi gördüğümüz gibi, Müslümanlarla gayr-ı müslimler arasındaki farklılık sadece davranışlardan kaynaklanmıyordu; aynı zamanda bizzat inanılan dinlerin özelliklerinden de kaynaklanıyordu.

Pitchall-İslam medeniyetinin Dinamikleri
Devamını Oku »

İslam'ın Kadına Bakışı


  1. İslam'ın Kadına Bakışı' Islâm şeriatı, kadınlara iyilikle ve içtenlikle yaklaşılmasından başka bir şey önermez; dahası onların eğitim ve gelişimlerini teşvik eder. Öte yandan, ka­dınların erkeklere benzemesini, erkeklerin arasında kaybolup gitmesini de ar­zu etmez. Dr. Harry, yakınlarda, Londra’daki Hijyen Enstitüsü’nde şu gözlem­leri yapmıştı:


“Kadınların, erkeklere oranla, daha küçük akciğerleri ve daha küçük kan hücreleri vardır. Kadınlarda, can altçı ateş, hızla, birdenbire tutuşmaz. Dola­yısıyla, kadınların, erkekler gibi gerilimli kas gücüne dayalı bir hayat tarzını benimseyemeyeceklerı apaşıkâr bir gerçektir. Zihnî açıdan, erkeklerle ka­dınlar birbirlerinden akıl yetisinden ziyade duygu yemi düşleminde ayrılırlar. Entelektüel / aklî bakımdan kadınlar, erkeklerle bir bakıma eşit konumda­dırlar. Dehâ, erkek cinsiyetinde daha yaygın olarak göçülen bir fenomendir, ama aynı şey aptallık için de geçerlidir.”

Dolayısıyla tam da Islâm hukukunun kabul ettiği gibi, kadınlarla erkekler arasında entelektüel ve rûhi eşitlik vardır, ama öte yandan da, fiziki bir eşitsizlik ve farklılık sözkonusudur. Hıristiyanlıkta yüzyıllardır hâkim olan ve hâ­lâ da hâkimiyetini sürdüren kadının konumuna ilişkin yanlış fikirlerin Is­lâm'da temelini oluşturacak herhangi şer-i bir durum söz konusu değildir. Gayr-ı müslımlerı, Müslümanların kendi kadınlarına hayvan muamelesi yaptıkları ve Müslümanların kadınların ruhları olmadığına inandıklarını ilan etmeye iten şey, Hindistan’da olduğu gibi, gerçek İslâmî ölçülerden bu tür bir uzaklaşmanın neden olduğu bir olgudur.

 

...........

 

Islâm’ın peygamberi, dünyanın tanık olduğu en büyük kadın hakları savunucusudur. Son derece aşağılanan kadınları, Hz. Peygamber (sav), kadınların kendi başlarına yalnızca teoride katedebilecekleri yüksek bir konuma yükseltmiştir. O zamanın Arapları, kadınları çok aşağılıyorlar, onlara çok kötü davranıyorlar ve hatta onlardan nefret ediyorlardı.

Zira Kur’ân’da bu bağlamda şu pasajları okuyoruz:

 
Ey iman edenler! Kadınlara zorla vâris olmanız size helâl değildir. Apaçık bir edepsizlik yapmadıkça, onlara verdiğinizin bir kısmını ele geçirmeniz için de kadınları sıkıştırmayın. Onlarla iyi geçinin. Eğer onlardan hoşlanmazsanız (biliniz ki) Allah'ın hakkınızda çok hayırlı kılacağı bir şeyden de hoşlanmamış olabilirsiniz.(Nisa 19)

 

Müşrik Araplar, kız çocuklarını, kutsamak şöyle dursun, canlı canlı gömüyorlardı ve lüzumsuz varlıklar olarak görüyorlardı. İşte Kur’ân bu gayr-ı insani uygulamayı ve bundan hiç de geri kalmayan diğer zorba ve acımasız uygu- lamaları şiddetle yasaklamıştır. Kur’ân, kız çocuklarına ve kadınlara, tarif edilmiş ve şerefli bir konum vermiş ve bütün insanlığa kadınlara saygıyla, şefkatle ve nezâketle yaklaşılmasını emretmiştir.

Âlemlere rahmet olarak gönderilen Yüce önderimiz (sav) kadınlarla ilgili şunları söylemiştir:

 
"Kadınlarla erkekler, bir elmanın iki yarısı gibidirler.’’

“Günde beş vakit namaz kılan, Ramazan orucunu tutan, lekesiz, eşlerine isyan etmeyen kadınlara, hangi kapıdan isterlerse o kapıdan Cennet e gideceklerini söyleyin.’’

“Cennet, annelerin ayaklan altındadır.’’

“Kadınların haklan kutsaldır. Kadınlara verilen hakların bihakkın yerine getirilip getirilmediğini dikkatle gözetleyin.”

“Kim kız çocuklarına iyi davranırsa, cehennemden kurtulacaktır.”

“Kim reşit çağına kadar hayırlı iki kız evlâdı yetiştirirse, âhirette tıpkı bütünleşmiş şu iki parmağım gibi benimle beraberdir.”

"Meşrû olan ama Allah’ın sevmediği şey, boşanmaktır.”

“Size erdemlerin / faziletlerin en iyisini söyleyeyim mi? Kız çocuğunuz eşinden boşanıp da size döndüğü zaman, ona şefkatle ve merhametle davranmanızdır’’

 

Peygamberimizin bütün şahsi öğretisi,zorbalığa özelliklede kadına karşı zorbaca davranmayı şiddetle karşıdır.

 
O yüzden Peygamberimiz a.s şöyle buyurmuştur;Sizin en iyiniz işine karşı en iyi davrananınızdır.’’

 

Peygamberimizin hayatında sayısız şevkat ve merhamet örneği örneği olayı vardır.Mesela Peygamberimiz sahaberden birinin vefat etmesine yol açan ve bizzat kendisinin ittihal etmesiyle sonuçlanan ,kendisine büyük acı veren,sık sık tekrarlanan bir hastalığa  yakalanmasına neden olan zehirli bir yemek hazırlayan bir kadını bile affetmiştir.

Ayrıca Kur’an yüzlerce tatbik edilebilir olursa olsun,merhamet ve bağışlamanın ,cezalandırmadan çok daha hayırlı  olduğunu beyan etmiştir.

Müslümanların kadınlara bakışları« Batıda öylesine  yanlış yorumlanmıştır ki, bugün bile Avrupa ve Amerika da Müslümanların kadınların ruhları  olmadığını düşündükleri fikri oldukça yaygındır. Oysa Yüce Kur'an'da ‘’cinsiyet" leri ne olursa olsun, erkek ve kadınların Allahla ilişkileri bakımından aralarında hiçbir fark olmadığı erkeklere de kadınlara da, hayırlı her davranış için aynı ödülün / sevabın, şer / kötü bir davranış içinse aynı cezanın / günahın yazıldığı ifade edilir.
 Bütün müslüman erkekler, müslüman kadınlar, mümin erkekler, mümin kadınlar, itaat eden erkekler, itaat eden kadınlar, doğruluk yapan erkekler, doğruluk yapan kadınlar, sabreden erkekler, sabreden kadınlar, mütevazi erkekler, mütevazi kadınlar, zekat veren erkekler, zekat veren kadınlar, oruç tutan erkekler, oruç tutan kadınlar, ırzlarını koruyan erkekler ve kadınlar, Allah'ı çok anan erkekler ve kadınlar yok mu, işte bunlara Allah bir bağışlama ve büyük bir mükafat hazırlamıştır.(ahzab 35)

Yalnızca erkek ile kadının kendi aralarındaki ilişkilerde bir farklılık vardır ki, bu farklılık zaten fiilen mevcuttur ve burada sözkonusu olan farklılık fonksiyon açısından sözkonusu olan bir farklılıktır. Kadınların insan haklan olmadığını düşünen müşrik Arapları şaşkına çeviren bir âyet-i kerîmede şöyle buyurulmuştur.

 
“{...) Kadınların da ödevlerine denk belli hakları vardır. Ancak erkekler, kadınlara göre bir derece üstünlüğe sahiptirler. Allah azîzdir, hakimdir. (Bakara Sûresi: 2 / 228). [Diyânet Meâli].

 

İslâm gelmeden önceki dönemde Arabistan’da, zavallı dul kadınların çoğu, özellikle acınacak durumdaydı. Bu nedenle, Yüce Kur’ân, dul kadınlarla yeniden-evlenilmesini özellikle teşvik eder; boşanmayı ve kadının boşandıktan sonra [iddet müddetinin dolmasını müteakip] başka bir erkekle evlenmesini meşru görür, böylelikle, evliliği bir esirlik, kölelik olarak değil; aksine, iki tarafın müşterek iradesiyle ve taraflardan birinin ölümü Hâlinde sona erdırilebilen eşitler arasında akdedilen sivil bir sözleşme olarak kabul eder (boşanma aslında zorlaştırılmıştır; özellikle de insanların ayrılmaya karar vermeden önce boşanma konusunda çok ciddî şekilde düşünmelerini sağlamak için son derece tabiî nedenlerle kadın için çok daha fazla sınırlandırma sözkonusudur). Yüce Peygamberimiz (sav), câhiliyye döneminde dul kadınlara karşı beslenen nefreti ve dışlamayı yıkmak ve bir devlet başkanı olarak onlara evlenme imkânı sunabilmek kaygısıyla Arabistan’ın hükümranı olduğu zaman çeşitli sayıda dul kadınla evlenmişti.

Ve bu sorun, beni, o bir hayli netameli bir mesele olan çok kadınla evlilik (poligami) meselesine getiriyor burada. Islâm’ın gelmesinden önceki câhiliye döneminde Arabistan- yarımadası bütünüyle çok eşliliğin hakim olduğu bir yerdi;ya da daha doğru bir ifadeyle; cahliye döneminde Arabistan Yarımadasının bütününde, erkeklerin kadınlara davranış biçimleri konusunda hukuki ya da dinî sınırlar veya sınırlamalar getirmemişti. Ama Islâm geldik ten sonra, toplum köklü bir dönüşüm geçirmeye başlayınca,bu tür sınırlar ve sınırlamalar getirdi kaçınılmaz olarak.

Batılı yazarların çoğu, İslâm’ın tek eşle evliliği mutlak olarak emretmediği ve Peygamberimizin (sav) birden fazla kadınla evlendiği gerekçesiyle İslamı suçlamaktan geri durmuyorlar. Oysa burada bürün içtenliğimle şunu söylemek isterim: Tarihte, Peygamberimizin Hz. Hatice (r. anhâ) ile olan 26 yıllık mutlu, huzurlu ve örnek evliliğinden daha apaşıkâr, daha parlak bir tek eşle evlilik örneği yoktur.

Ancak bu mutlu ve huzurlu birliktelik müstesna bir birliktelikti ve mutlu evliliğin istisnâî bir durum olduğu ve eğer Peygamberimiz (sav) yalnızca bu evlilik tecrübesini yaşamış olsaydı, o zaman, O’nun bütün insanlığa örnek olmaklığı, anlamı ve faydası daha az bir örneklik ve faydalılık durumu olmuş olurdu. O yüzden, Peygamberimiz, hem mükemmel bir tek eşle evlilik örneği, hem de mükemmel bir çok eşle evlilik örneği ortaya koymuştur. O zamanlar, erkeklerin kahır ekseriyeti çok eşle evlilik yanlısı kişiler olduğu için, Peygamberimizin çok eşle evlilik konusunda ortaya koyduğu örnekliğin mahiyetinin ne olduğu ve ne kadar Önem ve anlam arzettıği çok iyi bilinmelidir. Bu arada, ben erkeklerin câhıliyye döneminde neden çok eşle evliliği terkettığini bilmiyorum açıkçası.

İnsanlar, zaman zaman sanki çok eşle evlilik İslâm’a ait bir kurummuş gibi ilen geri konuşup duruyorlar. Oysa çok eşle evlilik, Islâm'dan çok Hıristiyanlığa ait bir kurumdur (öyle ki, lsa-Mesih’ten sonraki süreçte çok eşle evlilik. Hıristiyan âleminde yüzyıllarca bir görenek olarak tatbik edilmişti). Ama doğrusunu söylemek gerekirse, çok eşle evlilik, beşerî bir »aftır ve çok eşle evliliğin hukûkî olarak düzenlenmesi, hem erkeklerin, hem de kadınların (özellikle de kadınların) lehinedir.

Batı dünyasında, katıksız bir tek eşk evlilik uygulaması, hiçbir zaman ger çek anlamda tatbik edilememiştir, ancak tek eşle evlilik fetişizmi uğruna, çok sayıda kadın ve onların Çocukları kurban edilmiş ve son derece zor ve zorbaca şartlar altında  mahkûm edilmiştir. Oysa İslâm, Allahın yarattıklarının sayısını, her zaman aşma eğilimi gösterdiği gözlenen bütün fetişleri yıkar.

Avrupada kadına-tapıcılık ile kadınların aşağılanması ve sefil duruma sürüklenmeleri atbaşı gitmiştir.

Tam olarak uygulandığında İslâmî sistem, baştan çıkartmanın tehlikelerini, fahişeliğin korkunçluklarını ve açıkça, sıkı bir şekilde düzenlenmemiş çok eşle evliliğin kaçınılmaz bir sonucu olarak Batı’daki sayısız kadının ve çocuğun dûçâr olduğu “kötü kader”i ortadan kaldırır. Bu bağlamda geliştirilen islami sistemin temel ilkesi, bir erkeğin her kadına karşı geliştirdiği davranışından ve bu davranışlarının sonuçlarından sorumlu olduğu şeklinde bir ilkedir.

Keza İslâmî sistem, Batılı yazarlar tarafından cinsî münasebet gerçeklen etrafında örülen romanın / aşk ilişkilerinin belli bir kısmını da reddeder, romana bir yanılsamadır ve bizim hiçbir zaman romans'ın yitirilmesine karşı yas tutmaya ihtiyacımız yoktur.

Burada en yaygın olarak okunan Avrupa edebiyatının çoğuna birazdan var kından bakın; işte o zaman, erkeğin bu dünyadaki hayatının gayesinin, kadın aşkı "ideal biçimde erkeğin birden çok denemeden sonra keşfettiği, tek, seçilmiş bir kadına âşık olması’’ olduğunu göreceksiniz. Bir kadın keşfedildiğinde (âşık olunacak bir kadın nihayet bulunduğunda), okuyucu, iki kişi arasında “ruhların birleşmesinin gerçekleştiğini varsaymaya itilir.

İşte hayatın gâyesi budur Batı’da. Ama bu, sağduyu filan değildir. Tastamam saçmalıktır. Ama bu, Hıristiyan Kilisesinin evliliğe ilişkin öğretisinin - izi kolaylıkla sürülebilecek' bir ürünüdür. Kadın, cazip ama yasaklanmış bir varlıktır, İsa-Mesih ile Kilise’nin birliğini temsil eden, ruhbanca bir takdis ne denıyle mistik bir birleşmenin vukû bulması durumu hâriç, kadın tabiatı icabı günahkâr bir varlık olarak kabul edilmiştir.

Oysa bu konuda İslâm’ın öğretisi bütünüyle farklıdır. İslâm’ın öğretisinde, iki insan ruhunun birleşmesi diye bir şey sözkonusu değildir ve iki ruhun birleşmesi uğruna hayatlarını vakfedenler, yollarını şaşırmaktan ve şaşkına donmekten kurtulamazlar. Az çok sempati ve az biraz da sevgi’den ibarettir bütün olup biten. Ancak Allah a yaklaşmanın, vâsıl olmanın yolu bulunmadıkça ya da buluncaya kadar, her insanın ruhu, beşikten mezara dek ıpıssızdır.

Pitchall,İslam Medeniyetinin Dinamikleri
Devamını Oku »

İslam Kaderci Değildir

İslam Kaderci Değildirİslam,kaderci değildir.bu ifadeyi aynen ve üstüne basa basa tekrarlıyorum:İslam kaderci değildir.Müslümanların kadercilikleri konusunda bütün yazılıp çizilenlere ve söylenenlere rağmen,İslam kelimenin genel olarak kabul edilen anlamıyla,asla kaderci bir din değildir.İslam insanları(Hristiyanlığın yaptığı gibi) mevcud şartları zorunlu olarak kötü şartlar olarak kabul etmeye zorlamaz,;aksine,insanın kötülükleri aşma ve iyiye ulaşma konutunda sürekli olarak gayret göstermesini, mücâhede etmesini emreder.

İslâm, özellikle insanın gelişmesini, kendini geliştirmesini amaçlayan ve imanın günlük hayatını, sosval hayatını, siyasî hayatını, kısacası hayatının her alanını ihata eden sansa emir ve yasakla insanın kendini nasıl geliştirebileceğinin uygun yollarını gösteren ve bunların yanısıra da, insanın zihninin / aklının ve ruhunun gelişmesi için her tür yolu sonuna kadar açık tutan bir dindir. Bu emirler ve yasaklar,bütüncül bir sosyal ve siyasî sistem içinde şifrelenmiştir / kodifiye edilmiştir. İsiâm'ın sunduğu sosyal ve siyasî sistem tatbik edilebilir bir sistemdir, ara bu sistem, tarihin muazzam, muhteşem ve harıkulâde tanıklığıyla da sabit olduğu  üzere yüzyıllardır başarıyla tatbik edile- gelmiştir.

Pek çok yazar, Islâmın tarih boyunca gösterdiği bu gözkamaştırıcı başarıyı, dış / hâricî nedenlere -örneğin, civar halkların [ve medeniyetlerin) zayıflığına, kılıcın gelişigüzel, keyfi şekillerde kullanılmasına, zamanın zâlimliğine, elverişsizliğine ve talihsizliğine vesaire- atfederek açıklamaya kalkışmıştır. Ne var ki, bu yazarlar, tarihçiler, Müslümanların Kutsal Yasa’nın [Şeriat’ın] emirlerine harfiyyen uydukları ve bu emirleri titizlikle uyguladıkları sürece, bu emirlerin ve ilkelerin tatbik edilmesi surecinde muvaffak oldukları; ama bu emirlere uymayı ve itaat etmeyi ihmal etikleri sürece de muvaffak olamadıkları gerçeğini nasıl izah edeceklerdir?

Yine bu yazarlar ve tarihçiler, gayr-i müslimlerin Müslümanların kendilerine tanıdıkları geniş hakları ve özgürlükleri, bu emirler doğrultusunda hayatlarına tatbik ettikleri sürece başarılı olduklarını

ve bütün insanlığın yegâne kurtuluş yasalarını, tabiî yasaları ve ilkeleri olan Kur’ân’ın ve Hz. Peygamber’in emirlerine aykırı hareket ettikleri kendi yok oluşlarını ya da daha açık ve doğru bir ifadeyle insan türünün yok oluşunu hazırladıkları gerçeğini nasıl izah edeceklerdir?

Pitchall,İslam Medeniyetinin Dinamikleri
Devamını Oku »

Müslümanların Savaşları

Müslümanların SavaşlarıHz. Peygamber’in (sav) ve O’nun râşid halîfelerinin zamanında gerçekleştirilen Islâm'ın savaşları, savunma savaşları olarak başlamıştı ve tarihte o zamana kadar tanık olunmamış bir insanlık ve düşmana karşı merhamet anlayışıyla gerçekleştirilmişti. Erken dönem Müslümanlarının, o zamanlar neredeyse dünyanın yarısını fethetmelerini ve bugüne kadar Müslümanlıklarını sarsılmadan sürdüren dünyanın yarısına yakın kısmının İslâm’a girmelerini sağlayan şey, Müslümanların savaşçılıklarının ve dolayısıyla savaşın bir ürünü değildi. Aksine Müslümanların âdil, şefkatli, merhametli ve katıksız insani tavırlarının ve uygulamalarının, dolayısıyla bu konularda bütün diğer kültürlerle ve halklarla karşılaştırıldığında sergiledikleri tartışmasız erdemlerinin ve üstünlüklerinin ürünüydü.

Bütün bu çarpıcı gerçekleri çok iyi idrak edebilmek ve görebilmek için, civar halkların ve medeniyetlerin içinde yaşadıkları veya bulundukları şartlan resmetmemiz gerekiyor: Sözgelişi, Mısırlıların, Suriyelilerin, Mezopotamyalıların ve Perslerin handiyse yüzde doksanı köleydi. Ve bu halklar, dâimâ bu Şartlar altında yaşayagelmişlerdi. Bu ülkelerden bazılarına Hıristiyanlığın girmesi, hu halkların hayat şartlarında ve statülerinde gözle görülür herhangi bir iyileşmenin yaşanmasına veya gözlenmesine imkân tanımamıştı. Hıristiyanlık, yöneticilerin diniydi ve yukarıdan aşağıya doğru topluma empoze edilmişti.

Hıristiyanların yönetimlerinde yaşayan halkların şahsî bedenleri [ve sosyal bünyeleri] asiller tarafından, zihinleri ise papazlar tarafından kontrol ediliyordu. Halklara hır şekilde sızan Hıristiyanlığın yegâne ideali, halkların özgürlüğü sadece öte dünyada hayal etmelerine neden olmaktaydı.

Asiller arasında lüks ve israf su gibi kol geziyordu ve gelişmeye değil, yozlaşma ve çürümeye yatkın bir kültür her tarafa sinmişti. Halkın çoğunluğunun durumunun hâl-î pür melâli perişandı. Hz. Peygamber in (sav) civar ülkelerin yöneticilerine, onları hurafeleri ve şirki terketmeye, ruhbanlığı ortadan kaldırmaya ve yalnızca Allah’a hizmet etmeye davet eden elçiler göndermesi ve Peygamberimizin gönderdiği elçilere gerçekten kötü muamele edilmesi bu ülkelerde bazı homurdanmaların oluşmasına yol açtı; o yüzden, bu ülkelerin çoğu yeni dinin ortadan kaldırılması için çeşitli.savaş hazırlıkları içine girdiler. Bu ülkelerin çoğunun yöneticilerinin, halklarıni, İslâm'ın şer-şeytan (yani;mevcut düzeni ve düzenekleri bozacak] bir şey olduğu konusunda uyandılar ve Müslümanları yok etme girişimlerine ve savaşlarına soyundular.

Sonunda Müslumanlar kendilerine saldıran bütün ülkeleri ve toprakları fethettiler ve ortaya koydukları;adil ve kucaklayıcı davranış biçimleri nedeniyle bütün bu halkların sevgisini kazanacak kalplerini de fethetmeyi başardılar.

O zamana kadarki dünya tarihinde, fethedilenler, ne kadar teslim olmuş olurlarsa olsunlar ve hatta fethedenlerin diniyle ne kadar aynı dini paylaşıyor olursa olsunlar, kesinlikle "fethedenlerin'' merhametine terk ediliyorlar ve onların iki dudakları arasından çıkacak bir çift lafa bakıyorlardı.

İlim dışındaki dinlerin, inançların ya da uygarlıkların tavaf anlayışı ve teorisi bugün de hâlâ budur, böyledir. Ancak İslâm’ın tavaf anlayışı ve teorisi böyle değildir. İslâm tavaf yasalarına / şeriatına göre, fethedilen topraklardaki İslâm’ı kabul eden herkes, bu toprakları fetheden Müslümanlarla her bakımdan kesinkes eşit oluyordu.

Ve kendi eski dinlerine inanmaya devam edenler ise, onların korunmaları, emniyetlerinin teminat akma alınmaları için müminlere sadece vergi ödemek zorundaydılar, böylelikle başka dinlerden olan bu insanlar veya halklar tam bir vicdan, yaşama ve kanaat özgürlüğüne tabip oluyorlar ve güvenlikleri garanti altına almıyor ve korunuyordu.
“Ya Islâm ya da Kılıç” alternatifleri, sanki Müslümanlar, “kılıç alternatifi’’ ile idam ya da katliamı kastediyorlarmış gibi, son derece yanlış bir şekilde yorumlanmıştır. Bu anlayışa ve yanlış yoruma göre, Kılıç, savaş demekti. Fethedilen toprakların halkları, ya Müslüman olmalıydılar, ya da sürekli savaş halini kabul etmeliydiler. Oysa kılıcın alternatifleri, hem manevî anlamda, hemde fiziki/ siyasî anlamda İslâma teslim olmaktı; ve teslim olmayanlar, zorla teslim olmaya ya da dinlerini değiştirmeye aslâ zorlanmıyorlardı. Müslümanlar, sadece güvenlerinin tehlikede olduğu durumlarda, dolayısıyla yalnızca savunma savaşı veriyorlardı.

Kaldı ki, Müslüman olmayan toplumlar,sürekli iç ve dış savaşlarla çalkalanıyordu. Müslümanlar, onlara “İslâm olun / teslim olun; barış, sükûn ve huzur bulun’’ çağrısı yaparak gerçekleştiriyorlardı fetihlerini.Müslümanlar, Mısır’ın Suriye’nin, Mezopotamya’nın, Perelerin, Kuzey Afrika’nın halklarıyla rahatça evlenebiliyorlardı. Ki, bu, bu halkların ve medeniyetlerin de, insanlık tarihinin seyrüseferi boyunca başka medeniyetlerin de daha önceden bilmedikleri, duymadıkları ve hiçbir zaman uygulanmadıkları bir şeydi. İslâm’ın bu coğrafyalara girişi, bu halklara ve medeniyetlere, yalnızca siyasî özgürlük değil, aynı zamanda entelektüel / zihnî özgürlük de getirmişti; çünkü İslâm, papazın, keşişin, ruhban sınıfının karartıcı gölgesini insan düşüncesin üzerinden kaldırıp atıveriyorlardı. Pers ülkesi hariç, bütün bu ülkelerin ve medeniyetlerin halkları, şimdi, Müslüman olduktan sonra, Arapçayı şeridi ana dilleri olarak kabul etmişlerdi ve milliyetlerinin ne olduğu sorulduğunda ise, verecekleri cevap şöyle oluyordu: Biz Arapların çocuklarıyız. Ve hepsi de, İslâm medeniyetini, Allah’ın yeryüzündeki “krallığı” / hükümranlığı olarak kabul ediyorlardı.

Bütün bunların sonucu, önceden bu tür bir imkânı ve şansı yakalayamayan halkların tam anlamıyla özgürlüklerine kavuşmaları ve dolayısıyla birkaç kuşak içinde bilim, sanat ve edebiyat eserlerinin yemişlerinin devşirilmeye başlandığı harikulâde bir medeniyet çiçeklenmesiydi.

Pitchall,İslam Medeniyetinin Dinamikleri
Devamını Oku »

İslam'da Irkçılık Yoktur

İslam'da Irkçılık YokturIslâm'da renk ya da ırk önyargısı yoktur ve tarih boyunca da olmamıştır.Kara, kahverengi, beyaz veya sarı renkli insanlar, şehâdette, camide veya saraylarda aynı eşitlik ve kardeşlik duygusuna sahip olarak yaşaya gelmişlerdir.İslâm bazı büyük yöneticileri, evliyaları ve bilgeleri, Abbâsilerin çöküş döneminde kömür kadar kara derili ve simsiyah yüzlü bilge Yemen sultanı Ceyyaş, Mısır'daki Hıdiv Hanedanlığının kurucusu Arnavut kökenli Muhammed Ali zamanındaki Mısır’ın büyük tarihçisi siyasî Ahmed ef-Ceberti İslâm'da ırk,renk veya deri ayırımcılığının olmadığının sadece birkaç örneğidir.

Öte yandan, bu muazzam ve muhkem kardeşlikte, neden beyaz insanların olmadığını düşünen veya soran insanlar olacak olursa, onlara, sarışın Kafkaslılardan veya oldukça erken zamanlarda göz kamaştırıcı bir kardeşlik düzeni ve düzeneği kurmayı başaran Anadolu’nun dağlı halklarından daha beyaz insanların olmadığını hatırlatmak isterim. Gerçekten de, İslâm medeniyeti, refah ve sosyal katmanlarda farklılıkların olduğu ama bu farklılıkların asla Batıda anlaşıldığı ve gözlendiği gibi sınıf ayırımlarına ya da hele de Hindistan'daki kast ayrımcılığına tekabül etmediği bir medeniyetti.

İslâm medeniyetinin dikkat çekici özeliklerinden biri de, Avrupa'nın kutsallıkla, pisliği birbirine karıştırarak pislik içinde yüzdüğü bir zaman diliminde, temizliğiydi. Her şehirde, sıcak sularla yıkanılan hamamlar, içme ve temizlik amacıyla kullanılan sebiller ve çeşmeler vardı. Müslümanların olduğu yerde ilk aranılan özellik tertemiz suyun bulunuyor olmasıydı. Sık sık yıkanma ve temizlenme, Müslümanların dinleriyle öylesine özdeş hâle gelmişti kı, Müslümanlar sürüldükten sonra Endülüs’te 1566 yılında, halka İslâm'ı hatırlattığı gerekçesiyle hamamların kullanılması ağır şekilde cezalandırılıyordu ve Işbili ye’deki talihsiz bir bahçıvan iş yaparken yıkandığı veya temizlendiği gerekçesiyle fiilen işkenceye tâbi tutulmuştu. Ben şahsen Anadolu'da bir Rum Hıris tiyan’ın başka bir Rum Hıristiyan hakkında, “bu arkadaş yarı Müslüman sayılır; çünkü ayaklarını yıkıyor” dediğine kulaklarımla ve gözlerimle tanık oldum.

Yiyecek ve içecek sağlayıcıları ve satıcıları, bütün Müslüman şehirlerde sıkı bir şekilde teftiş ediliyordu ve dükkânlarda, çarşı ve pazarlarda satılan et ve diğer bozulacak gıdalar, tozdan, dumandan ve sineklerden korunmak için kumaşlara / paketlere sarılarak satılıyordu.

Burada bizzat gördüğüm ve bildiğim bir şeyden sözediyorum; zira İslâm medeniyeti, ben Mısır, Suriye ve Anadolu'ya ilk gittiğim vakitlerde hâlâ var lığını esas itibariyle sürdürüyordu. Daha sonraki yüzyıllarda Kahire’de bir araya getirilip neşredilmesine rağmen Abbâsî hilâfeti dönemi ait hikâyelerden oluşan Binbir Gece Masallarını okuduğumda, 1890’lı yıllarda ziyaret ettiğim Şam’ın, Kudüs'ün, Halep'in, Kahire'nin ve diğer şehirlerin günlük hayatlarını görüyordum.

Ancak ben bu şehirleri gördüğümde, bu şehirlerin gözle görülür bir şekilde çöküş süreci yaşadıklarını gözlemlemiştim. Çöküş hâlindeyken bile beni çarpan şey, bu şehirlerdeki Avrupa'daki şehirlerle kıyasladığımda Avrupa'nın hemen hiçbir şehrinde göremediğim canlı hayat ve hayat coşkusuydu. Bu insanların, bizim hayatımızda karşı karşıya kaldığımız sorunlardan, zenginlik ve refaha ulaştıktan sonra tepemizde demoklesin kılıcı gibi dikiliveren ölüm korkusu gibi kaygılardan son derece uzak görünüyordu.

Ve Müslümanların o dillere destan hayır ve yardım severlikleri bir de.., Müslüman medeniyetinin şehirlerinde hiçbir insan, açlıktan ya da komşunun ihmalkarlığından ölmemiştir.

Pitchall,İslam Medeniyetinin Dinamikleri
Devamını Oku »