Batı'nın Tarih Anlayışı

Batı'nın Tarih AnlayışıEğer Avrupa, Müslümanların Hıristiyanlığı bildikleri kadar İslâm'ı biliyor olsaydı, Haçlılar olarak bilinen çılgın, maceraperest, zaman zaman şövalye ruhlu ve kahraman ama çoğu zaman tastamam gözü dönmüş fanatiklerin gerçekleştirdikleri savaşlar aslâ patlak vermedi; çünkü Haçlı Savaştan, İslâm konusundaki cehâlete ve ürpertici boyutlar kazandığı gözlenen yalan-yanlış bilgilere ve tasvirlere dayanıyordu. Bu konularda yetkin bir Fransız âliminin gözlemlerini zikretmek gerekirse:

“Hıristiyan dünyasındaki her şair, bir Müslüman’ı (Mohammadan), bir inkarcı ve putperest olarak görüyor, Müslüman’ın tanrılarının da, sırasıyla, birincisi Mahomet / Mahound / Mohammad, İkincisi Opolane, üçüncüsü de Termogond / Cadı-Büyücü figürlerinden oluşan üç tanrı olduğuna inanıyordu. Ispanya’da Hıristiyanlar, gücü Müslümanların elinden alıp da, onları Kuzeydoğu Ispanya’daki antik Saragosa kentinin kapılarına kadar sürdüklerinde, Müslümanların geri dönüp putlarını kırdıkları masalı anlatılıyordu bolca. Dönemin bir Hıristiyan şairi, mağarada saklanan, ellerinden ve ayaklarından bağlanan, bir sütunda çarmıha gerilmiş, ayaklarının altına alarak çiğnedikleri, sopalarla paramparça ettikleri Muhammedanların tanrısı Opolane’nin Muhammedanlar tarafından adamakıllı dövüldüğünü ve her tür hakarete tabi tutulduğunu; yine ikinci tanrıları Mahound’u bir çukura atarak köpeklere ve domuzlara parçalattıklarını ve hiç kimsenin, hiçbir halkın kendi tanrılarına bu kadar iğrenç bir şekilde muamele etmediklerini; ama Muhammedanların bunlardan sonra tevbe ettiklerini ve bir kez daha tanrılarını alışagelmiş şekilde tapınacak hale getirdiklerini ve İmparator Charlesin Saragosa kenditne gezdiği bütün camilerde Mohammad’i ve Tanrılarını demir çekiçlerle parçaladıklarını gördüğünü söyler.’’

İşte Batı Avrupa'daki halkların beslendikleri sözümona tarih algıları bu tür bir tarih algısıydı. İşte, o zamanlarda Haçlılar Dünyanın en medeni halklarına vahşice saldırmalarına ilham kaynağı olan» kaynağı olan fikirler bunlardı.Hristiyan dünyası, kendi dünyaları dışındaki dünyayı ebediyen lanetlenmiş bir dünya olarak görüyordu; oysa Islâm böyle görmüyordu. Hıristiyan dünyasında herhangi bir halkın ebediyen lanetlenmesinin gerçekten üzüntü verici ve tedirgin olduğuna inanan ve onları kendilerinin bildikleri tek yolla, yani Hristiyan inancına döndürmekle kurtarmayı isteyen iyi ve güzel kalpli insanlar da vardı. Assisili Aziz Franc is’in İslâm dünyasına yönelik misyonerlik çalışmaları ve misyonerlik çalışmalarının İslâm dünyasında karşıtmış biçimi bu iki bakış açısı arasındaki farklılığı çok canlı bir şekilde resmeder ve gözler önüne serer.

Yine insanları Hıristiyanlığa döndürmeyi yegâne hedefi hâline getiren Aziz Louis'in Mısır’a karşı giriştiği Haçlı seterinin tarihî de aynı gerçekleri bir kez daha teyit eder. Bu noktanın çok iyi bir tasviri, yaygın olarak Quakerlar olarak adlandırılan Dostlar Cemaatı'nın kayıtları arasında bulunabilir. Bu konu, Kasım 1912 de Manchester Guaxdian’da Mabel Bsilsforun yayımlanan makalesinin ele aldığı konuydu.

Charles’ın hükümranlığı sırasında hizmetçi'leri olan genç bir İngiliz kadın, Quakerların aktif bir üyesi olmuş ve bu nedenle de büyük işkence ve zulümlere maruz kalmıştı. Genç kadın, o zaman Kilisemdeki uygulamalara karşı çıktığı gerekçesiyle İngiltere'de iki kez kırbaçlanma cezasına çarptırılmıştı.İlki Quaker arkadaşıyla birlikte, -o vakitler Amerikan kolonilerine verilen - New England adlı yere öğretilerini anlatmaya gitmişti. Orada büyücülük ve cadıcılık suçlamasından hapse atılmışlar» ağır işkencelere uğradıktan sonra serbest bırakılmışlardı. Bu genç Quaker kadın daha sonra İngiltere’ye dönmüş ve diğer beş Quaker arkadaşıyla birlikte Grand Stgntor olarak adlandarılan Türk Sultanı nı Quaker dinine döndürmeye karar vererek yola koyulmuşlardi. Avrupa boyunca yaptıkları yolculuk sırasında diğer arkadaşları Engizisyon tarafından yakalanmışlar ve onlardan yalnızca birinden daha sonra haber alınabilmiştir.Bu kişi yıllar sonra çıldırmış biri olarak İngiltereye dönmüştü.

Ama genç İngiliz Quaker kadın,onca zorluğa ,işkenceye ve zulme rağmen Türk Sultanını  Quaker dinine döndürme yolculuğuna tek başına devam etmişti.Bunun için Venedikte bir gemiye binerek,Moro kıyısında demirleyen gemiden inmişti,burası gideceği yerden çok uzaktı ama Müslüman toprağıydı.

Bu kadın daha sonra tek taşına yürüye yürüye Edirne’ye kadar gelmişti. Ama artık Edirneden sonra yürüye yürüye İstanbula kadar gitmesine gerek yoktu. Çünkü Müslüman toğrağına / darul İslama ayak bastıktan sonra işkence ve zulümler sona ermişti. Herkesona nazik davranıyordu; hükümet yetkilileri ona her türlü yardımı yapıyordu;Sultan Beyazıda ulaştığında Sultan’a Kadir-i Mutlak Yüce Allah’dan bir mesaj getirdiğini söyleyince Sultan bir kamp kurdurmuş ve onu bütün diğer ülkelerin sefirlerine tanıtıp takdim etmişti.

Sultan ve saray eşrafı Quaker kadını büyük bir dikkat ve nezaketle dinlemiş ve kadın konuşmasını bitirdikten sonra, ona, kendilerinin de inandıkları hakikati söylediğini ifade etmişlerdi. Sultan Beyazıd, Quaker kadına, özel misafiri olarak ülkesinde kalmasını talep etmiş; ama ille de kalmak istemezse, Allahın mesajını taşıyan bir kişiye yaraşır düzeyde bir eskortla gideceği yere götürmelerini kabul etmelerini rica etmişti.Ancak İngiliz Quaker kadın, Sultan’ın teklifini kabul ettirmiş ve geldiği gibi yalnız  ve yürüyerek hiçbir şekilde yaralanmadan veya şiddete filan anne kalmadan sağ salim İstanbul’a kadar gelmiş ve oradan da İngiltereye giden bir gemiye binerek ülkesine dönmuştü.

Batı Avrupa ülkeleri kendi dini yasalarını gevşettikten sonradır ki, ancak biraz daha hoşgörülü olmuşlardı öte yandan, Müslümanlarsa, dinî yasalarından uzaklaştıkları zaman o muazzam hoşgörülü yaklaşımlarını ve kültürlerinin en yüksek diğer özelliklerini yitırmişlerdi. Dolayısıyla burada aktardığımız anekdotta da çok iyi gördüğümüz gibi, Müslümanlarla gayr-ı müslimler arasındaki farklılık sadece davranışlardan kaynaklanmıyordu; aynı zamanda bizzat inanılan dinlerin özelliklerinden de kaynaklanıyordu.

Pitchall-İslam medeniyetinin Dinamikleri

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder