Bayram

Bayram
Ve bayram. Bugün ,dünya yüzündeki bütün müslümanlar, şehirler içinde, bizzat , şehirler ve ülkeler arasında da bütün ulaştırma vasıtalarıyla birbirlerine uğrayarak , geçirilen bir aylık orucun üstün insana mahsus nimetlerini kutlayacaklar. Bir müslümanın eli öbür müslümanın eline, onun eli de başka bir müslümanın eline, böylece bütün müslüman eller birbirlerine kenetlenecek, horasanla kaynaşmışcasına kaynaşacaklar ve bütün müslüman dünya, kopmaz, yıkılmaz bir bina kuracak.Evlerden evlere barış taşınacak, muştu götürülecek, yüzleri Kur'an neşesi saracak. Her müslüman , Kur'andan bir ayet gibi kalbini öbür müslümanlara götürücek.İşte bu eşsiz bayram yalnız bizimdir.

Bütün yıl müslümanlığın yıpranması için çalışanlar bile bu bayramın güçlülüğü karşısında ondan uzak duramıyacaklar, katılacaklar bizim bayramımıza.Bayram onları bile kavrıyacak, kuşatacak.

Ah , ne olurdu , hiç olmazsa bayramımızı bize bıraksalardı.

Bayram ki , taştan değil, rüzgar çizgilerinden değil, yaprak hışırtısından değil, bir tarih ilhamından, müslümanların aydınlık gönüllerinden gelen bir şuur hafifliğidir, geliyor ve bizi ak çeşmelerin ışığıyla dolduruyor.

Bakıyorsunuz, sabahleyin ufkun doğu kesimi kızarırken bütün müslümanlar camileri doldurmuş, güneşin doğuşunu bekliyorlar. Sonra güneş bir mızrak gibi çıkıyor ve zamanın kalbine bayram nişanını, işaretliyor. Toplar atılıyor ve namaz sarıyor vücutları ve ruhları.

Ve imam mü'minlerin arasında yükseliyor, bir tarafında sanki cennet, öbür tarafında adeta cehennem, hutbesini bütün insanlığa okuyor.

Bu , hutbe islama çağrıdır. Çelik ve beton arasında boğulan insana bir hürriyet çağrısıdır bu hutbe.

Hürriyetin ancak kurtuluş içinde bir anlam ifade edeceğini ilan eden evrensel bir bildiridir bu hutbe.

Vücuda olan tutsaklıktan , zamana olan tutsaklıktan,maddi manevi putlar korosuna olan tutsaklıktan kurtuluşa açılan bir çağrı kapısıdır bu hutbe.

Kur'an'dan bir yaprak, havada bir sancak gibi sallanır, işte size bayram hutbesi.

Bayram namazından sonra toplumdan alınan güçle yüklü olarak evlere dönülür. Evlerde bekleyen çileli ömrün hayat arkadaşı ve evlerin bin renkli çiçekleri çocuklar.İşte bugün bir tatlı söz işitmek için hayatın bütün ağırlığını paylaşmayı göze alan çileli eşler ve anneler,, ve evlerin canlı bayramları çocuklar.

Ve evlerden evlere bir barış armağanı, bir muştu haberi gibi gönderilen çocuklar.

Ve her vakit namazından sonra yalnız bayram günleri kılınan namazlara mahsuz namaz sonu tekbirleri.Sanki bayram tertemiz bir mendil ve beş vaktin tekbirleri de onun ölümsüz düğümleri. Kalbin aydınlık mühürleri tekbirler.

Evlerden evlere taşınan armağanlar.Evleri doldurup taşıran armağanlar.

Topraktan yükselen bir mehtap,bayram akşamları.

İşte ulu geçmişten elimizde bir bu bayramlar kaldı. Onlara sıkı sarılalım da hiç olmazsa bu son peygamber armağanını olsun elden kaçırmıyalım.

Bu şuur içinde kutlu olsun bayramlarınız müslümanlar.!

Sezai Karakoç(Sütun)
Günlük Yazılar 2

-------------------------
Devamını Oku »

Oruçta Acıkır

Oruçta Acıkır

Oruç hiç gecikmeden, yolunu şaşırmadan, tam saatinde, dinç ve genç, tarihin dinamizmini de özünde gaybın üfleyişi gibi taşıyarak geldi. Mademki geldi, onu iyi tanımak gerek.Oruç boş bir çerçeve olarak veya bir mevsim gibi sadece tabiatın bir parçası olarak gelmedi. Tarihin bir parçası olarak geldi.

Dolu geldi. Kendindekini boşaltacak. Giderken de dolu gidecek. Dolu gitmeli.

Her yılın orucu, büyük Oruç kitabına, sabırla ve meleklerin üslubuyla işlenmiş bir sayfa, bir yaprak gibi eklenir

Taşların, ağaç kovuklarının, toz zerrelerinin bile, en keskin bir hafızayla şahitlik yapacağı büyük Hesap Gününde, şüphesiz, Oruç Kitabı, en büyük şahitler arasında, dosyasında en çok belge bulunduran suç ve sevap araştırıcıları arasında görünecektir.

Demek ki , oruç , çağımıza , göklere mahsus nişanlarla donanmış büyük ve yetkili bir şahit olarak geliyor ve geldi.

Siz sanmayın ki, oruçta yalnız siz susar, siz acıkırsınız. Oruç da susar oruç da acıkır. Çünkü: Oruç da canlıdır. Sizin gibi. Hatta sizden fazla. Çünkü: onda, ölümün eriteceği et ve kemik de yok. İnsan, sağken bile ölümle karışıktır. Biz hayatla ölümün karıştığı bir terkibiz. Sağken, hayat, ölüme baskındır ve ölümü kullanır. Sonra yaşlandıkça, ölüm güçleri yavaş yavaş artar ve ölüm yüzdesi hayat yüzdesinin üstüne çıkar bir gün. İşte o gün ölmüşüzdür; ölüm hayatı kullanmaya başlamıştır. Toplum yaşayışında da böyle. Ecel olarak gelen ölüm, bu hayat - ölüm çatışmasını kesin bir sonuca bağlar. Ama oruç yüzde yüz olarak diri saf olarak diridir. Net diridir, insan gibi brüt olarak diri değil.

Bizden daha canlı, daha cıvıl cıvıl olan bu gök varlığı orucun susadığı su , acıktığı yemek nedir öyleyse ?

Şairin şair için dediği:

Cins şaire mahsus yiyecekler

Deniz yosunlar? mavilik meduzalar?

tarzında

Oruca, gök şahidi oruca mahsus besinler,

Yükseltilen dualar, derinleşen secdeler,

Kur'an sesiyle aydınlanan ikindiler,

Allah adıyla diriltilen geceler

diyebiliriz belki.

Evet, Oruç da susar, oruç ta acıkır. Orucun susadığı ve ab-ı hayat gibi kanamadığı su, " Kur'an sesi ", acıktığı " namaz ", örtündüğü " merhamet ", kuşandığı giyindiği, Allah'ın adının yükseltilmesi yani " cihat "tır.

Ve orucun da iftarı vardır. Oruç müminin kalbinde iftar eder. Onun sofrasında, işte saydığımız, göğe mahsus yiyecekler bulunur. Yalnız insan orucu özlemez, oruç ta insanı özler. Ramazan ayı gelince, sıla-i rahm edenler gibi, meleklerin bile önünde eğildiği insana koşar. Oruç, insana acıkır ve koşar gelir.

Oruç geldi, öyleyse oruca yiyecek taşımalı, su sunmalı, orucun lambasını yakmalı, örtüler atmalı üzerine ki, geldiğinden daha zengin gitsin. Verdiğinden daha çok alsın. Yanına gideceği eski oruçlara katacağı, söyleyeceği çok şeyler bulunsun. Çağımız Müslümanlarının portresini eski çağ müminlerinin portrelerinin yanına çizecek ya, bizim öyle bir portremizi çizsin ki, ilerde gün olur ki, o portreyi bize gösterirler, utanmayalım ondan o zaman.

Oruç geldi, ondan bize ölümsüz bir şeyler katılacak demektir. Giderken, bizden de ona ölümsüzleşecek bir kaç şey katılmalı.
Sezai Karakoç-Günlük Yazılar 2 (Diriliş yay.)
Devamını Oku »

Put

Put

Put diken, puta tapmayı hortlatan, puta tapan asırdır bu asır. İnsanlığın en büyük yanılgısı, ortak sevgi ve saygı alanında oldu çağımızda. İnsan, kalbinin bağını Tanrıdan kopararak eşyaya, güçlü görünen insanlara, düşüncelere ve sistemlere bağlıyor. Bu bağlanışı şöyle veya böyle ölçülü bir bağlanış sanmayın. Bu, aklın veya sağduyunun kabul edeceği veya mazur göreceği bir ilgi değil, irrasyonel bir bağlanış, âdeta bir tapıştır. İnsan çağımızda gönül tarlasına durmadan put dikiyor. Kendi türettiği eşyaya, kendi kurduğu sisteme veya kendinin yücelttiği insana tapmak yoluyla kendine tapmaya çalışmakta belki de. Kendini dolaylı yoldan putlaştırmanın boş deneyinde.”

 

Aslında insanın kendini veya başkasını put­laştırması, sonuç olarak, aynı yere çıkar: Şifası güç bir aşağılık duygusu saplantısına.Tarihî bir aşağılık duygusunun pençesinde kıvranmakta insanlık.

 

Bu kompleks nasıl oluştu? Tarihçilerin ve ta­rih düşünürlerinin üzerinde şiddetle durması gereken önemli nokta, İnsanlığın çağdaş trajedisine sebep olan put dikiciliğinin temeli burada ya­tıyor.

 
Görünen olgu şu ; Rönesanstan bu yana sürekli olarak ortadan kaldırılmaya çalışılan din duygusunun, inancın yerini insan kültünün, do­layısıyla put örüşünün alışı. Bu da, giderek, aşa­ğılık duygusunun insan ruhunda çöreklenmesine sebep oluyor. Ancak, İnsanın kendi kendine bile itiraftan çekindiği bu mahkûmluk psikolojisi, so­mut plâna maskeler takarak çıkma zorunluluğu­nu duyuyor. Putlar maske görevini yapmakta. Güçleriyle İnsanlara boyun eğdiren kişilerin yüz­lerine bu maskeler geçirilmekte, böylece faniliğin örtüldüğü sanılmakta; ve onların iğreti bir ebe­dîlik örtüsüne büründüklerine İnandırılmaya çalı­şılmakta İnsanlık.

 
Rönesansta Batı din İlgisini zayıflatmakla birlikte büsbütün koparıp atmamıştı. Uzun yüz­yıllar Batı put kinci peygamberi putlaştırarak dolaylı yoldan puta tapıcılığını korumaya çalış­mıştı. Ama ne de olsa bu yanm puta tapıcılıktı. Tam putlaştırıcılık girişimi, Fransız devrimiyle başlar Batıda. Bu dinsizlik veya yeni din girişim­leri, ya da liderlerin, devrim öncülerinin kendi kendilerini putlaştırmaları bir nevi erken oluşlar olarak başarısızlığa uğramıştı. Ama, görülüyor ki, çağımızda antik dünya politeizmi, yeni kişiler ve adlar etrafında, dirilişini, daha doğrusu hortlayışını yapmak istiyor.

 
Nietzsche, hıristiyanlık insan ve Tanrı ideasının yerine Dionizos yorumu içinde kendi insanüstü kültünü koymak İstedi. Marx’tan daha çok etkin bir değişime sebep olabilirdi o, eğer felsefesinde kollektif bir unsur olsaydı. Tam tersine kitleden ve yığından, korku, ürküntü ve adetâ tiksintiyle bahsetti. O, yeni bir varlık düşledi, bu ne insan, ne Tanrıydı. Tanrıya ve insana gereksinme duymayan yeni bir varlık. Ancak bu tür devlere ütopyalarda bile yer yoktur, olsa olsa masallarda bulunabilirler. Öte yandan, Nietzsche’nin felsefe­si masal gibi tatlı ve hoşa gidici de değildi. Ço­cuksu bir tarafı vardı ama bir de öbür yüzü var­dı bu felsefenin. Bütün dikkatleri üstüne çekmek istemesine rağmen, bu felsefenin teklif yanı bir gerçekleşme şansına sahip değildi. Ancak felse­fenin öbür yüzü, yani red yanı bir hayli etkili olmuştu. Zaten zayıflamış bulunan hıristiyanlık adetâ ölümcül bir darbe aldı. Kendini deccal ola­rak ilân eden Nietzsche, samimiliğini yitirmiş olan hıristiyanlığın kâğıttan anıtını Dionizos hançeriyle deldi. Olsa olsa yufka yürekli bir deccaldı o! Çağın yakında asıl deccalları sökün ettirecek bir iklime gebe olduğunu haber vermişti bu iddiasıy­la. Felsefesi hiç bir kollektif öz- taşımadığı için ferdî bir çıkış olarak kalan Nietzsche, gerçekte nefret ettiği yığınların deccalını vaktinden önce kendi şahsında görme yanılgısının kurbanı oldu. Yığınlara tek önerisi olabilecek Dionizos coşkusu da, ancak kâğıt üstünde ve şiir metinleri olarak kalmaya mahkûmdu.

 

Yunanlılardaki tanrı çokluğu, adetâ yığın halinde tanrı ideası karşısında Nietzsche’nin ir­kilmesi gerekmez miydi? Belki de bu sebeple O da birinden yana çıkıyordu : Dionizos’tan yana. Apollon, adetâ, Dionizos’u daha iyi belirtmek İçin bir kontrpuan olarak duruyordu bu öğretide, Nietzsche, Dionizos'u yakın buluyordu kendine (Aslında burda O’nun trajik kader ironisi yatı­yordu : yakıcı aklın uçurumundan kaçarak coş­kuya sığınmanın kurtarıcı imajıydı denebilir Dio- nizos O’nun için.). Nitekim: çılgınlık nöbetlerin­de kendini Dionizos olarak görüyordu. Biraz daha yaklaşıp bakalım : Dionizos neydi? Dionizos, ken­dini yitererek kurtuluşa ermek demekti. Bu an­lamda, Nietzsche’nin üstün - insan görüşü de tek kişinin tanrılaşması gibi bir olmaza saplanıp ken­di büyüklüğünün sarhoşluğunda, daha doğrusu çılgınlığında kayboluş, kendi uçurumlarında çın­layan bir vitiş sesi olmaktan öteye geçemedi. Ve geçemezdi de.

 
Nietzsche, Dionizos yüksek fırınında küle dö­nüştü. Ama bu külün üstüne savrulduğu Avrupa ruh çölü, putlar ormanının zakkum kozalaklarını sergilemekte gecikmedi. Deccal palyaçosu filozo­fun lâneti cehennem çiçeklerini açtı nihayet ça­ğın alacakaranlığında : faşizm ve komünizm, kı­zıl ile kara, deccal silüetleriyle donattılar ufukla­rı. Bu ideolojiler, ırk ve toplum maskeleri altında şahıs kültünü yaygın hale getirdiler.

 

Birinin tu­zağı tarih ve mit, öbürününkü ekmek ve öçtü. Çin, geçerliğini yitirmiş tanrılarının yerine Devrim ön­derini koydu. Mao, anlaşılıyor ki, Çinlinin öz ru­hunda, bir şer tanrısından başka bir şey değildir (Çin inançlarına göre, ancak şer tanrıları vardı) Ondan korkulur, ondan çekinilir. Herkes ona uy­mak zorunda hisseder kendini. Konfüçyüs bunu önermişti: «Rüzgârın önünde eğilen başaklar gibi başeğin.».«Kızıl kitab»ı, Çinli, bir incil gibi de­ğil, bir tevrat gibi okuyor. O, ona bir umut ve muştu değil, bir korkudur. Marx, Lenin v.b. hep insan çehreli putlar olarak sunuldu çağın insanı­na, bilhassa gençliğine. Çevresinde mit hâreleri. Sözleri de dua ve kutsal kitap gibi öğretildi. Bir Devrim mistikliği doğuruldu. Yavaş yavaş dinin yerine devrim, din önderleri yerine de devrim ön­derleri konuldu.

 
Batı, Hazreti İsa'nın tanrılığına artık inan­mıyor gerçekte. Ondan kurtulmakta ama İslâmın Tanrı kavramına, «mutlak» kavramına ulaşamı­yor bir türlü. Hz. İsa yerine bir takım çağdaş ki­şiler tanrılaştırılmak isteniyor. Şahıs kültü temel­de değişmiyor. Gerçi bu Batıda komünist ülkeler­deki gibi adetâ zorlamasız bir akış kazanmış de­ğil. Batının bunalımı biraz da bu kült değiştirme­den doğuyor. Doğudaki kadar kesin ve keskin ol­mamakla birlikte, yani belki biraz anonim, biraz da yaygın olarak, şahıs kültü Batının ruhunu ya­kıyor yine de.

 

Ekonomi putları, politika putları, devrim ve ideoloji, müzik, spor, sinema putları. İrili ufaklı putlarıyla Batı ve Doğu, Hz. İbrahim'in, hakika­tin şimşeği olan baltasına muhtaç. Adetâ onu bek­liyor.

 
Ah, ne olurdu, Hz. İbrahim'in, Hz. İsa'nın ve son Peygamberin hakikat şimşeği, bir diriliş meş’alesi gibi, insanlığın üzerinde kamçısını şaklatsaydı da, birden aydınlanan çağın gecesinde bu meş'alenin altında put homongoloslarının ecin­niler gibi şeytanların bilinmedik ormanlarına, doğru kakıştıklarına tanık olsaydık.

 

Sezai Karakoç-İslamın Dirilişi
Devamını Oku »

Ölüm Dikkati

Ölüm Dikkati

Ölüme dikkatini yitirmiş bir uygarlık içindeyiz. Ölümün yeter bir vaiz olduğunu unutmuş bir uygarlık. Gerçek uygarlık ateşse, kül olan bir uygarlığı yaşıyoruz. Külü eşeleyip ardındaki ve altındaki ateşe erişmedikçe, kaybettiğimiz, alt üst etmek suretiyle kaybettiğimiz dikkat hiyerarşisi­ni, etkisi yeniden iliklerimize ulaşacak denli oluş­turabileceğimiz şüphelidir.

 
Evet, çağın dikkati bulanık ve kirlidir. Ölü­me bakışımızı yitirdiğimiz için deri uygarlığını yaşıyoruz. Deri, tırnak, tüy ve benzeri vücut uzan­tıları nasıl asıl vücudun yerini tutmazsa, insanla zamanın karşılaşmasından doğan, çakan şimşek ve tutuşan meşaleyi değil de kullanılan kavların külünü protoplazması yapmak istediğimiz hayat tarzı gerçek medeniyet olamaz. İşte bu kül ve ka­buğu yaşamaktır temel yanlışımız. Çağımızın onulmaz yanlışı.
Ruh, şimşeğe, aleve alışıktır, aşıktır ve has­rettir. Doğu edebiyatlarının temel motiflerinden olan -pervane- örneğinde olduğu gibi, o, sürekli olarak, külde, kabukla, deri ve tırnakta yaşaya­maz. İç hararetimizle yaşar o; yoksa, eşyanın so­ğukluğunda tiril tiril titrer.

 

Evet, ruh, ebediyetten ırak, günübirlikte ya­şayamaz hep. Batı uygarlığının günübirlikleri yanyana getirerek sanısını verdiği yapma ebedi­likte bile. Çünkü : ebedîlikle ebedilik sanısı aynı şey değildir ve aynı şey olamaz.

 
Ruh, ölüm dikkatinde yaşar, ölüm dikkati­nin aleviyle yıkanmış bir ebedîlik hücresinde çi­lesini doldurur ve onu yaşatan balözünü orada emer.

 
Ölüm dikkati, ölümü define, hazine gibi ya­kalamak. Bir ağaçtaki tazelik, dirilik gibidir uy­garlık için ölüm dikkati. O, uygarlığın sağlığının güvencesidir; ölümle uygarlık arasına her zaman için belirli bir mesafe kor. Uygarlık böylece ölüme bulaşmaktan korunmuş olur, onu unutma sığlı­ğına da saplanmadan. Çünkü: bu dikkatin var­lığı sebebiyle ölüm her zaman uygarlığın karşı­sında bir ayna gibi duracaktır. Uygarlık her za­man kendini ölümün aynasında seyrederek ben­lik bilincini yitirmemenin sırrıyla yoğrulma şan­sına erer. Gerçek otokritik, yaşatıcı otokritik ruhu bu şekilde doğar. Bu dikkattir ki, ölümsüzlükle ruh arasına yerleşen eşya düzenini şeffaflaştırır. Onun bir perde olmasına engel olur. Eşya düze­ni, sonsuzluğu ortadan kaldırarak yerine geçmek istediği her sefer bu dikkatin ağına çarpmalı ve radara çarpan yabancı bir ışık gibi kendi yerine yansımalı. Batı uygarlığının yaptığı gibi, inceltil-
miş, soyutlanmış eşyayı sonsuzluk yerine, sonsuz­luğu da Tanrı yerine koymak mümkün değildir. Bunu yapmak, uygarlığı çarpıtmak demektir. Bu­nu yapmak, çarpılmak demektir. İşte, Batının, dolayısıyla bütün dünyanın çağımızda içine düş­tüğü uygarlık bunalımının temelinde bir açıdan da bu gerçek yatmaktadır.

 
Kavramların birbirinin yerini alışı, genel bir kaymayı gösterir. Bu, bir uygarlığın temel felse­fesinin gelişmesi sonucu beliren dinamizm demek değil. Tam tersine, o felsefenin aydınlığını yitir­meye başlaması, bulanıklaşması, dağılmaya yüz tutması olayı başgöstermiş demek.

 
Sonsuzluk, Tanrı’dan gücünü alır. Adetâ, ruh­la Tanrı arasındaki mesafenin adıdır. Sonsuzluk, Tanrı değil, ruhun Tanrı’ya ulaşmak için aşmak zorunda olduğu yoldur. Ruh, bu mesafeyi katetse Tanrı mı olur? Hayır, işte insanın putlaştırılmâ- sı yanlışı buradan doğuyor. Tanrı, sonsuzluktan da ötede, sonsuzluğu aşmış ruhtan da ötededir. Öte kavramından, öteden de ötede. Sonsuzluğu aşmış ruh, Tanrının varlığında yok olduğunu du­yar. Bu da insanın ulaşacağı en son noktadır. İs­lâm uygarlığı, bu temel kavramlara böylesine ay­dınlık bir tanım getirdi. Sınırlar koydu. Böylece ruhun, toplumun ve uygarlığın sağlam bir varo­luş görüşünde devamı esas alındı. İslâm uygarlı­ğının serabından yola çıkan Batı uygarlığı ise bu sanrı sanatında ustalaştı, uzmanlaştı. Eşyanın zengin kombinezonlarından bir sonsuzluk çiçeklendirmeğe, o sonsuzluk sanısının eşyadaki salkımlanışım da tanrılık göreviyle donatmağa doğ­ru gitti.

 

Tek Tanrı inancının bulanık mirası ola­rak daha önceki uygarlık döneminden yadigâr kalmış hıristiyanlıkla da yavaş yavaş ilgisini za­yıflatan bir şimdiki zaman krizini yaşamaya baş­ladı böylece.

 
Evet, Batı uygarlığı, kendisine yadigâr kal­mış son inanç sistemiyle de ilgisini tüketince, ölüm dikkatini yitirmiş ve böylece de aynayı kır­mış oldu. Kendi yüzünü seyrettiği aynayı kırmış oldu. Ölüm aynası kırılınca, yavaş yavaş ışığın ye­rini karanlık, hakkın ve adaletin yerini terör, merhametin yerini jenosid, aşkın yerini egosentri- sizm aldı.
Tannevinde saf bağlayarak, mihrab yönün­de, kıble doğrultusunda, Allah önünde, daha doğ­rusu huzurunda secdeye kapanmaktan kaçan in­san yığınları, tanrılaştırdıkları kişilerin tabutları­nın önünden geçerek onu ölüme teslim ederken anısı önünde eğiliyorlar. Ölüm dikkati, mücerret ölüme ve ölümden ötesine dikkat ve bu dikkatin uygarlığın enine boyuna verimlenişi ve genel an­lama renk katışı biçiminde olmayıp sadece ölene dikkat, hem de ölüler arasında seçme yaparak, ayrıcalık gözeterek , hayattaki değerlendirişler­den kopmayarak ve koparmayarak sadece ve sa­dece ölmüş olana dikkat tarzında biçimleniyor ça­ğımızda. Çağımızın uygarlığı, her güçlü uygarlık gibi, ölüme inişler, ölümden çıkışlar yapma zorun­da olduğunu unutmuş görünüyor. Kendini ölüm­le denemekten kaçıyor.

 

Ölümle fanilik tozlarına ve terlerine batmış insanı, insanlığı, bir aydınlı­ğa, ışığa, -umuda ve sevince döndürmüyor.
tnsan ruhunu ölümle yıkamak. Ölümü, ebedilik abdesti gibi bilmek. Ebediyetin kapılarını güm güm vururken ölümle teyemmüm etmiş ol­mak. Ölmeden önce ölmenin yolunu araştırmak ve bunu bin bir dallı bir ağaç gibi ruhta ve top­lumda sistemleştirmek. Öldükten sonra dirilme­nin (basubadelmevtin) abstre ve konkre anlam­larına ermek ve bunu pratik yaşantının her sa­niyesinde bile gözcü ve bekçi kılmak. Ölüm dik­katini, ruhumuzun en iç niyetlerinden, en dış dav­ranışlarımıza, toplumun yığın olaylarına, uygar­lığın en geçici ve en kalıcı kuruluşlarına bir göz­cü kılmak. Sansür edici olarak değil, eğitici ola­rak.

 
Ölüm dikkati derken, ölümün eski Mısır Me­deniyetinde olduğu gibi hayatın üzerine kâbus’ gibi çökmesini, ölümü de ticarileştiren veyâ en­düstrileştiren İsrailoğlu yorumlamasını, fantezileştiren, yersiz bir estetik telâşına batıran hıris- tiyanlık tutarsızlığım değil, hayatla altın oranda denge kuran İslâm uygarlığının tutumunu öneri­yoruz.
Ölüm dikkati, «Mizan», ilkesine uyar İslâm Uygarlığında. Mizan İlkesi dediğimiz, bir kefesin­de dünya, öbür kefesinde ahiret olduğu farzedilen sembolik bir terazide dengeyi gösteren dilin ölüm olmasıdır. Yoksa zamanla Doryan Gray’in portresine dönüşen yüzüyle dünyanın şer yönüne kayan Batı kalbinin ilkesi değil.
Ölüm ve hayat karşısında ölüm dikkati de­neyinden kaçan ve sınavını veremeyen tarih dö­nemleri, yeni, derin ve güçlü yağmurlarla yüklü bir uygarlık itişiyle yerini çarçabuk terk eder.

İslamın Dirilişi-Sezai Karakoç
Devamını Oku »

Peygamber İzi


Peygamber İzi


Vahiy nişanı, Peygamber izi: işte insanın yitirdiği cennet işaretleri. Kalbi diri tutan öz ve işaretler. Çekilişi inşan kalbinde onulmaz bir boş­luk, bir anlamsızlık doğuran kutsal söz ve ruh. İnsanın hayvana, bitkiye ve eşyaya dönüşmeye yüz tutmasıyla uygarlığın parça parça olma teh­likesi önünde çığlık çığlığa gelmesi, fakat çığlık­larını yüreğinde boğma zorunda kalışı. Geçmiş zaman, şimdiki zaman ve gelecek zamanın aynı zamanın bölünmez akışından çıkar gibi olmaları. Soyut, ruhu aklın yakıcılığıyla kavururken yüre­ğin kuruyuşu..

Zamandan «kadim» sökülüyor, «mucize ruhu» iğnelerle çıkarılıyor, «vahiy dirili­ği» çekiliyor; insan, eşyada ruhsuz bir kımılda­ma olmaya mahkûm oluyor. Daha doğrusu ken­dini mahkûm ediyor buna. Kitleleşmenin akıntı­sına kaptırmış kendini. Kolayın ağında insan ba­tıyor. Yığını yığın olmaktan çıkafıp insan toplu­mu haline getirecek bir eğiliş, tek kişiye eğiliş, insan malzemesinde insanı arama eğilişi gittikçe tükeniyor; onun yerine insanın malzemeye indirgenmesi yeğ görülüyor.İnsan, malzemesinden ibaretmişçesine kuruluyor kentler, dolduruluyor tarih bantları. Bu gidişte insan tarihinin silineceği ve yerini yapma bir tabiat tarihinin alacağı muhakkak.

Peygamber izi, İnsan tarihini jeolojiden, tabiat tarihinden, fizikten ayırıyor, onu ayrı bir ki­şilik kazanmaya çağırıyor. Peygamber izi ,insan alınyazısına alabildiğine ve olabildiğine genişlik ve özgürlük bağışlıyor; buna karşılık, tabiatın sınırını aşmamaya, çizgisinin dışına taşmamaya ayarlıyor. Bu, sadece insan için değil. Tabiatın da lehinedir bu. Tabiat da kendi sınırını aşıp İn­sanın yerini almaya doğru gidince soysuzlaşacaktır. Üstesinden gelemiyeceği bir görev yüklenme­ye kalkışınca, tabiat, bunu ödemeye mecbur olu­yor. Tabiatın «azizleştirilme»si, tabulaştırmadan çok totemleştirme şeklinde oluyor. Ve insanlık, bu «totem»i, ayda, yılda, bir şölende veya potlaçta değil, «her gün» durmaksızın «yiyor!» İnsan­lık durmadan tabiata acıkıyor. Durmadan kendi­sine tabiattan ziyafet çekiyor. Tabiat, putlaştırılmasının cezasını çekiyor: tükeniyor.

Fizik, fizik ötesinin yerini alamaz. Nasıl ki, 17. milâdî yüzyıldan bu yana insan, fiziği fizik ötesinin yerine koyma denemesine girişmenin, böylesine bir kolaya kaçışın, gittikçe artan, fa­kat farkına varamadığı için önleme girişiminde bulunmadığı, zaten önlemek istese bile önleyeme­yeceği, ancak bağışlanmasını dileyerek sakınabi­leceği veya etki alanının dışına çıkabileceği ce­zasını çekmekte. Ceza adetâ çarpılma şeklinde ortaya çıkıyor. Evet, insanlık, ürküttüğü tabiat cinleri tarafından çarpılıyor! Fizik ötesi, fizikten öc mü alıyor diyeceksiniz. Görünüş böyle de olsa, gerçekte fizik, kendi kendisinden öc almış olu­yor, sonuç olarak. Kendisine yasak olan alana girdiği için, tabiat, çok sade kanunlarından doğ­ma gücüyle karşılayamayacağı fizik ötesinin şo­kuyla çarpılıyor. Şüphesiz, gerek tabiat, gerek fizikötesi, insanın alınyazısına katılmaları yönün­den bizi ilgilendirmekte.

Onların serüveni gerçek­te kendi serüvenimizdir. Daha doğrusu, onların varoluş maceraları, öbür yüzleriyle bizim oluş ma-ceramızdır. Bu yüzdendir ki, tabiatın israfı, insanın israfıdır. Tabiatın çarpılışı bizim çarpılışı­mız, tabiatın tükenişi bizim tükenişimizdir.

Peygamber izi, bize, biz insanlığa tükenmez­lik yolunu gösterdiği halde, biz, biz insanlık ne­den, neden tükenme yolunu seçtik! O izi izleye­cek gönül zenginliğinden bizi hangi şeytanî tut­ku mahrum etti? Tarih içinde, Rönesanstan baş­layarak, 17. ve 18. yüzyıllarda adetâ dönülmez bir doğrultu alan fiziği ve tabiatı, fizik ötesi gö­revlerle donatma aldanışı, kendi benliğimizi ol­duğu kadar, eşya dünyasını da, enfüsümüzü ol­duğu gibi, bizi dıştan çevreleyeni de, yani âfakı da çıkmazlardan çıkmazlara sürükledi. Yerin al­tından, en derin tabakalardan çıkarılıp bir takım endüstri işlemlerinden geçirildikten sonra yeryü­züne madenî bir plâka gibi kapatılan ve gün geç­tikçe tabiata ve insana nefes alınacak bir aralık bırakmamaya başlayan petrol ürünlerinin dönüş­tüğü plâstik madde, ruhumuzun karşısına dikilen konkre bir absürdite sayılsa yeridir. Dünyanın, tabiatın ve insanın üzerine madenî veya plâstik bir kapak örtülüyor, kaderin aşırı tabiatçılığa bir cevabı olarak. Ve insan, tabiatla birlikte boğazına geçirilen bu kapak yüzünden boğuluyor adetâ. İn­san ruhu, aşırılığını, peygamber izinden ayrılma­yı pahalı ödüyor. Cezasını adetâ kendi eliyle ve­rir gibi. İntihar eder gibi.

Sezai Karakoç-İslamın Dirilişi
Devamını Oku »

Okuma Sanatı

Okuma Sanatı

Okuma, mesleğimizde ilerlemek, kültürümüzü genişletmek, güzel ve doğru düşünmek, konuşmak ve yazmak hayırlı hizmetler yapmak için mutlaka şart olan çalışmadır. Açık hava gezintileri, oyunlar, jimlastik nasıl bedenimizi geliştirirse, güzel bir eseri okumak da öylece zihnimizi geliştirir, duyGularımızı yüceltir.

Kısacık ömrümüzde sadece şahsi gözlem ve tecrübeyle ne kadar bilgi edinebiliriz? Halbuki, okuma yoluyla yüzyılların duygu, fikir ve tecrübelerini birkaç saat içine sığdırabilir, o kitaptaki görüşlerle fikrimizi zenginleştirebiliriz.

Öğretmenin ders anlatması, projeksiyonlar, filmler, konferaslar... biraz sonra geçen, gittikçe sönen tesirlere sahiptirler; kitap ise daima yanımızda kalır, her zaman müracaat edebileceğimiz, el altında bulunan bir kaynak olur.

Bugün, bir meslekle ilerlemek ve mütehassıs olmak için, o meslekle ilgili yazıların, yayınların tümünü takibe çalışmak gerekir.

Bir problemin cevabını sorulduğu anda cevaplandırabilmekten ziyade, o cevabın hangi kitaplarda ve yayınlarda bulunacağının bilinmesi isteniyor.

Bütün bu sayılanlar bize, okumanın, çok okumanın ne kadar gerekli olduğunu göstermektedir.

Okuma tutkuların en asilidir. Büyük yazarlar, ömürlerinin yarısını okumakla geçirmişlerdir. Montesquieux, "Çeyrek saatlik bir okumanın gideremediği kederim olmamıştır." der; Alphonse Daudet, yaşlı bir dostuna, "Güzel kitaplar okuyun!" diye tavsiyede bulunmuştur.

Her gün 20-30 sayfa okumakla, kültürümüz kısa zamanda genişler; ayrıca dilin zenginliği; sözü söyleyişteki güzellik, özellikle edebiyat üstadlarının şaheserlerini okumakla sağlanır.

Çağının en parlak hatibi sayılan ve dile hakimiyeti ile tanınan John Bright, ancak çok kitap okumak sayesinde o seviyeye yükselmiştir.

Okunacak Kitapları Seçme

Okunması gerekli şeyler çok fazla olduğuna göre, önce bir seçim yapmak bahis konusudur; zaman sınırlı ve kıymetli olduğu için ne tür kitapları okumamız gerektiğini düşümek zorundayız.

Bu hususta ilk tavsiye, emek çekilerek hazırlanmış, ilgililerin takdirine mazhar olmuş, ciddî kitaplar, sectiğimiz konuya dair birinci elden kaynak eserlerin okunmasıdır.

Adi, ticari hırsla alelacele çıkarılmış düşük kaliteli kitaplara itibar olunmamalıdır.

Asil eseri, taklid ve değersiz eserden ayırmak için ölçü, yazarın o konudaki selâhiyet ve ehliyet derecesidir.

İkinci bir nokta baskının kalitesidir; tashihsiz, indekssiz, içindekiler kısmı dahi olmayan bir eser, aslında güzel de olsa okuyana fayda sağlamaz.

Bazen iyi bir kitap okunurken de genellikle konunun derinliğinden dolayı isteksizlik duyulabilir. Bu takdirde kendimizi biraz zorlamalıyız; sevmediğimizi bile anlamaya kendimizi alıştırmalıyız ki, anlamamış olduklarımızı sevebilelim.

Alman şairi Goethe, ömrünün son yıllarında (1830'da); "Okumayı öğrenmek sanatların en gücüdür... Hayatımın seksen yılını bu işe verdim, yine de kendimden memnun olduğumu söyleyemem." demiştir.

Önemli olan bir soru da şudur:

"--Çok yazar ve çeşitli kitap mı okumalı, yoksa az mı?"

Bir sürü yazar ve her neviden eser okumak kararsızlığa ve maymun iştahlılığa alamettir. Mesleğimizde ilerlemek ve kültürümüzü geliştirmek için konularda da bir seçme yapmak ve seçtiğimiz konuda derinleşmeyi planlamak daha doğrudur.

Okuma Hızı

Okunacak şeyler çok fazla olduğuna göre, önce okuma hızı üzerinde çalışmak ve düşünmek gerekir. Hızlarına göre okuma çeşitleri şunlardır;

a. Göz Gezdirme:

Bu, en hızlı okuma çeşidi olup, bir kitabın içinde aranılan konunun mevcut olup olmadığını anlamak veya yazının planını ve ana hatlarını bulup çıkarmak yahut da kitabın kıymet ve faydalılık derecesini tesbit etmek için kullanılır.

b. Çabuk Okuma:

Metinde atlama yaparak sür'atle okumak olup şu hallerde kullanılır: Teferruat mühim değilse, bildiğimiz bir konuda hafızayı tazelemek veya kaçırılan noktaları bulup çıkarmak isteniyorsa, aranan bir meselenin cevabı bulunmak isteniyorsa, hikaye, gazete haberleri veya hafif eserler bu hızla okunur.

c. Normal Okuyuş:

Metni atlamadan okumak olup bir mevzuyu tam olarak anlamak, araştırdığımız bir konuda bilgi tplamak, özet çıkarmak... için kullanılır. Bir öğrenci ders kitabını normal olarak dakikada 200-400 kelime okuyarak çalışabilmelidir.

d. Ağır Okuma:

Kelime ve ibareler üzerinde durup düşünerek okuma olup, anlaşılması zor bir konuyu okumak, yazılan bir yazıyı değerlendirmek ve tenkit etmek, konuya ait yeni bir fikir, bir çözüm metodu bulmak gerektiğinde kullanılmalıdır. Matematik ve felsefe eserleri, meslekî araştırma ve etüdler bu hızla okunmalıdır.

Okuma hızını arttırmak mümkündür ve şarttır. Birçok kimsenin, doğruluklarından hiçbir şey kaybetmeden bir konudaki okuma hızlarını iki misline çıkarabildikleri deneylerle isbatlanmıştır. Bunun için şunlara dikkat etmek gerekir:

1. Hançere ve dudak hareketlerini bırakmalıdır; çünkü bu yolla sadece sesli okuma hızı seviyesinde kalınır; halbuki sessiz okuma hızı, seslinin, iki-üç katıdır.

2. Kelimeler için değil de fikirler için okunmalıdır; yani tek tek kelimeleri okumak yerine, bir çırpıda, bir fikri kavramağa çalışmalıdır.

3. Her paragraftaki ana fikri sezmeğe çalışmalıdır.

4. Dikkati sadece okunanı anlamağa teksif etmeli, ikinci bir iş ile, hatta okuma hızı ile dahi ilgilenilmemelidir.

5. Dönüp tekrar okumalar kaldırılmalıdır; çünkü sonra gelen cümle, karanlık kalan yeri açıklayacak yapıda olabilir.

6. Daha çabuk okumaya, kendi kendiyle yarışmaya çalışmalıdır.

Okumada Geçerli Altın Kurallar

Bir kitap okurken, ondan daha iyi istifade etmek için uyulması gereken bazı değerli tavsiye ve prensipler vardır; onları şöyle sıralayabiliriz:

1. Kitabı, gevşek ve yorgun kafa ile okumamalıdır. Okuma için en uygun zamanı seçmek, üzerinde düşünmeye değer. Bu zaman, bazı kimseler için sabah, bazıları için ise gece vakit olabilir; ama kuvvetli bir yemeğin arkası hiç de müsait değildir.

2. Okunan konu üzerine zihin teksif edilmelidir. Yarım saat kadar sonra bir miktar dinlenmek uygun olur

3. Özellikle mühim eserler okunurken, elde mutlaka bir kalem bulundurmalı, önemli cümle veya ibarelerin altı çizilmelidir. Bunun, müteakip okuyuş ve aramalarda büyük faydası olacağı gibi, önemli fikirlerin ve yazı iskeletlerinin kaçırılmamasında da yardımı görülecektir.

4. Sayfa kenarlarına küçük notlar almalı ve yazmalıdır; kitabın o kısmı hakkındaki fikirlerimiz, itirazlarımız, görüş ve değerlendirmelerimiz böylece kaydedilirse, bunlar, kitaptan ileriki faydalanmalarda rehber olur.

5. Eserin baş veya sonunda boş bir sayfaya kendi şahsî fihristimizi eklersek; bizim için önemli olan yerler, özel olarak ilgi duyulan kısımlar, daha sonra aradığımızda kolayca bulunur.

6. Belli bir yere, o kitabın özetini ve bizim onun hakkındaki degerlendirmemizi yazmamız, unutup aynı eseri tekrar tekrar ele almayı önler.

7. Kitaptaki ilginç söz ve bilgiler fişlenebilir. Böylece zamanla küçük bir özel arşiv oluşturabiliriz. Bu, özellikle ilmî çalışmaya yönelecekler için tavsiye edilir. Kaydedilen söz, şiir... vs. ezber için de kullanılabilir.

8. Kitap içinde karşılaşılan her yeni kelimenin anlamı ögrenilmeli, gerekirse lügata bakılmalıdır. Böylece kelime hazinesi gelişmiş, genişlemiş olur. Ayrıca kelimenin telaffuz, imlâ ve cümle içinde kullanılış şekline de dikkat edilmelidir

9. Cetvel, grafik, resim ve haritalar atlanmamalıdır; çünkü bunlar hatırda daha iyi kalırlar ve çoklukla özet mahiyetindedirler.

10. Okunan eser hakkında nihaî bir hükme varılmalıdır; yâni "Yazar bîtaraf mıdır, konuya hakim midir? Kaynakları güvenilir mi, eser değerli midir?" gibi soruların cevapları düşünülmelidir.

11. Konuşma kabiliyetimizi giliştirmek için, edebî eserleri yüksek sesle, telaffuz, vurgu ve mânâya önem vererek tane tane okumak tavsiye edilir ki buna diksiyon denilir ve hitabet, tiyatro ve radyo konuşmaları için önemlidir.

12. Kitaptan öğrenilen hususlar,

a) Geçmişteki bilgilerle irtibatlandırmak,

b) Kendi kendimize örnekler bulup üretebilmek,

c) O bilgileri arkadaşlar ile tartışarak,

d) Tekrarlayıp yakınlaştırarak... zihne daha iyi yerleştirilmelidir. Ayrıca bunların mümkün olanlarını pratikle tatbik etmek ve uygulamak lazımdır.
Devamını Oku »

Said Nursi Çağdaş İslam Düşüncesinde Bir Milad



 Said Nursi Çağdaş İslam Düşüncesinde Bir Milad






Bediüzzaman’ın, çağdaş İslam düşüncesinde bir milad olduğu tezini öne sürüyorum.


Bediüzzaman Said Nursi hazretlerinin çağdaş İslam düşüncesinde milad olmasından kastettiğim şey, önce, kendisinden önceki bütün bir İslam düşüncesi fikriyatını ve fiiliyatını sil baştan tasvir, tarif ve tahlil etmiş olması ve sonra da, kendisinden sonraki kuşaklara İslam düşüncesinin nasıl bir görünüme, muhteva ve forma sahip olabileceğini göstermiş olmasıdır.


Bediüzzaman’a bu açıdan fazla yaklaşılmış değil.


Birinci Lem’a iki buçuk üç sayfalık bir metin ama böyle bir metin İslam düşünce tarihinde yok.


- Bu abartımı?


Şimdi söyleyeceğim:


  • Birinci Lem’a’dan biz hem İslam düşüncesinin hem çağdaş Müslümanların temel sorunlarının ne olduğunu anlayabiliriz.

  • Birinci Lem’a’dan çağımızda karşı karşıya kaldığımız sorunların nasıl çözümlenebileceğine ilişkin bir tarih felsefesi geliştirebiliriz.

  • Birinci Lem’a’dan bizim bu dünyaya söyleyebileceğimiz sözü nasıl söyleyeceğimizi gösteren bir estetik teorisi geliştirebiliriz.

  • Birinci Lem’a’dan bir belagat teorisi geliştirebiliriz. Bu inanılmaz bir şey!


Birinci ve İkinci Lem’a’yı sürekli dönüp dönüp okurum. Bir türlü tükenmiyor.

  • Bediüzzaman Hazretlerinin nebevi bir verasetin sahibi olduğunu bilmemiz lazım.

  • Bediüzzaman Hazretlerinin düşüncesinin nebevi bir düşünce olduğunu kavramamız lazım.



Nasıl ki, birinci medeniyet buhranını İbn Haldun’un geliştirdiği tarih felsefesi üzerinden aşmayı başardıysak; aynı şekilde, yaşadığımız ikinci medeniyet buhranını da, Bediüzzaman’ın varlığın, eşyanın ve hakikatin sil baştan Müslümanca bir bakış, duyuş, duruş, kavrayış ve düşünüşle anlamlandırılması için önerdiği iman hakikatleri tasavvuruyla aşabileceğimizi düşünüyorum.


Bediüzzaman Hazretleri Gazali’nin ilim sütununda yaptığını, İbn Arabi’nin irfanda yaptığını, İbn Haldun’un hikmette yaptığı yolculuğu alim, arif ve hakim şahsiyetleri ile şahsında bütünleştirmiş tek kişi.


Bediüzzaman’la ilgili ön yargı yıkıldı.

Hem İslami entelektüel çevrede hem de diğer entelektüel çevrelerde ön yargıların yıkıldığını düşünüyorum.
Muhterem Hocam, Bediüzzaman Hazretlerini, Risale-i Nurları ne zaman tanıdınız?


Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri’nin eserleri Risale-i Nurlarla ilk gençlik yıllarımda tanıştım. O zaman okuduğumda hiç bir şey anlamadığımı şimdi geriye dönüp baktığımda daha iyi anlıyorum.


Bediüzzaman’ın hala bu şekilde anlaşıldığını düşünüyorum. Anlaşılmakta zorlanıldığını düşünüyorum. Bediüzzaman ‘mana-yı ismi, mana-yı harfi’ diyor ya… düz bir algılama, okuma biçimi var. Bu algılama biçiminin ötesine geçemediğimi fark ettim daha sonra.


İmam Hatip’in ilk yıllarından itibaren,hatta İmam Hatip’ten önce de baya ciddi okuma yapardım. Çağdaş düşünce, çağdaş İslam düşüncesi, sonra edebiyat sanat okumaları…


O dönemde Beziüzzaman Hazretleriyle kurduğumuz ilişki, fikri bir ilişkiye dönüşmedi. Bunun nedenleri ne olabilir diye düşünüyorum; Bediüzzman’ın avami okunmuş, algılanmış olması. İslami kesimlerin de Risale-i Nurlara mesafeli davranması…


Fakat bu, benim Risale-i Nurlarla ilişkimi etkilemedi.Ama Risale-i Nurların fikri boyutunu kavramamı engelledi. Tabi o dönemde Risalelerin çapını anlamak da zordu açıkçası; onu da söyleyeyim. 20 yıl sonra 2000’li yılların başında Risale-i Nurları yeniden okumaya başladığım zaman başka bir şey çıktı karşıma.


Kişinin, insanın kendisini yetiştirebilmesi için önünü açacak, kendisine öncülük yapacak insanlara ihtiyacı var;bu bir arayış. İslam’la ilişkisi sıfırlanmış bir toplum var. 60’ların ortaları ve 70’lerden itibaren İslami eserlerin çeviri hareketleriyle İslami entelektüel yapı oluşmaya başladı. 80’lerden sonra artık cemaatler arasındaki ilişkiler biraz daha birbirinden beslenen ilişkilere dönüştü.


Belki benim Bediüzzaman’ı, Risale-i Nurları yeniden okumamda bunun kısmi bir etkisi oldu.


Biz bu dünyaya ne söyleyeceğiz?


Bizim bu dünyaya söyleyeceklerimizin olması lazım. Bu dünyaya söyleyecek bir sözümüz yoksa bu dünyada yaşamamızın da bir anlamı yoktur. Dolayısıyla bizim kendi kaynaklarımızdan yola çıkarak hem dünyanın karşı karşıya kaldığı temel varoluşsal sorunları hem de İslam dünyasının yaşadığı medeniyet krizinden sonraki temel sorunları anlamamızı ve aşmamızı sağlayabilecek ne söyleyebiliriz, nasıl bir yolculuk yapabiliriz: Fikri bir yolculuk. Bu sorunların izini sürünce, ister istemez Bediüzzaman çıktı karşıma.


Bediüzzaman’la alakalı ilk yazdığım yazıda söylemiştim. 2006 olması lazım. “Anahtar Bediüzzaman’dadır”.


O yazı Türkiye’deki entelektüel çevrelere Bediüzzaman’ın ulaştırılması açısından önemli bir yazı. Bediüzzaman’ın hem İslami çevrelere hem de İslami olmayan çevrelere ulaştırılması, iletilmesi açısından baya işe yaradı. Arkasından o süreçte Bediüzzaman ve eserlerine dair ard arda 8-10 yazı yazdığımı hatırlıyorum.
Bediüzzaman Said Nursi Hazretlerinin gerek yaşadığı dönemdeki, gerekse kendinden önce yaşamış olan alimlerden farklı yönleri nelerdir?


Çağdaş Müslüman düşünürlerden bütün İslam dünyasına etkileri olan iki şahsiyet var. Biri İkbal, birisi Bediüzzaman. İkbal İngilizce yazdığı için yaygın. Bediüzzaman Hazretleri 10-15 senedir biraz daha Türkiye’nin dışında ilgi görmeye başladı.


Ama bence henüz düşünce dünyasının ufuklarına taşınmadı. Bu bizim için en büyük sorumluluklardan bir tanesi.

Bediüzzaman’ın, bizim Müslümanca bir zihne kavuşabilmemiz fikrini hallettiğini görüyoruz. Bediüzzaman’ın, çağdaş İslam düşüncesinde bir milad olduğu tezini öne sürüyorum.


Bediüzzaman’ın çağdaş İslam düşüncesinde milad olmasından kastettiğim şey, önce, kendisinden önceki bütün bir İslam düşüncesi fikriyatını ve fiiliyatını sil baştan tasvir, tarif ve tahlil etmiş olması ve sonra da, kendisinden sonraki kuşaklara İslam düşüncesinin nasıl bir görünüme, muhteva ve forma sahip olabileceğini göstermiş olmasıdır. Bediüzzaman’a bu açıdan fazla yaklaşılmış değil.


Neden anahtarın Bediüzzaman’da olduğunu gösteren en önemli şey bu?


Her insan çağının çocuğudur.Bize bir şey söyleyecek olan düşünür çağının ağlarını, bağlarını, kavramlarını, aşabilen ve çağ açabilen düşünürdür. Çağının ötesine taşabilecek yolculuk yapabilen bir düşünürdür.


Bediüzzaman, hem insanlığın sorunlarına ilişkin hem de Müslümanlığın insanlığa ne verebileceği meselesine ilişkin ortaya esaslı bir külliyat, fikriyat koyan kişidir.


Bediüzzaman’ı çağının çocuğu yapan, çağının düşünürü yapan, klasik dönemdeki Müslüman mütefekkirlerden ayırt eden, dolayısıyla bize hitap etmesini sağlayan şey; çağının temel varoluşsal sorunlarını, entelektüel sorunlarını, felsefi sorunlarını, ahlaki sorunlarını kavramış birisi olmasıdır.


Bu yüzden deizmin bütün insanlığı bir felakete sürükleyeceğini görüyor. Bu çok önemli!


Bediüzzman’ın bize, çağımıza, dünyamıza -sadece Müslümanlara değil bütün insanlığa- ne söylenebileceğini göstermesi açısından burası önemli.


Bediüzzaman’ın çağdaşı olan diğer Müslüman düşünürlerden ayrılan en önemli yanı, bizim klasik İslam düşünce geleneğinin son halkası olmasıdır. Biz şu an aslında bu gelenekle irtibatı koparmış durumdayız. İslam’ın ilim, irfan, hikmet geleneğiyle irtibatını koparmış durumdayız.


İlim, irfan, hikmet diyoruz ama bu kavramların içini de boşaltmış durumdayız. O yüzden bizim İslam düşünce geleneğiyle ilişkimiz sakatlanmış durumda. Biz,İslam düşüncesini bilmiyoruz. Sıkıntı orada.


Çağın bizim için ağ olduğunun, ağa dönüştüğünün farkında değiliz.“Çağ Körleşmesi”, “Semantik İntihar” diyorum, bundan kast ettiğim şey şu;


Çağ körleşmesinin bize sunduğu çıkmaz sokaklardan;

Birincisi; bütün insanlığın Batıya mahkumiyetidir.

İkincisi; bütün insanlığın kendinden mahrumiyetidir.

Yani bütün insanlık batılı, seküler, kapitalist bir düşünceye, var olma biçimine hapsolmuş durumda şu anda. Ekonomik, kültürel, entelektüel sınırlar ortadan kalktı. Küresel ölçekte hareket ediyoruz artık. Dünya küçüldü.Ama ölçeğin büyümesi ufkun genişlemesini doğurmadı. Tam tersine ölçek büyüdü, ufuk daraldı.


İnsanlar atomlara haps oldu. İnsanlar kendi dünyalarına, kendi fetişlerine, kendi hız ve haz ayartılarına haps oldu. Bütün dünyada yayılan kültür bu! Özellikle Amerikan kültürü üzerinden yayılan kültür, popüler, burger kültür bu. Yani bir anileşme bir tektipleşme öğretti. Bütün dünyanın Amerikanlaşması diyebiliriz buna. Bütün dünyanın sığlaşması!


Bediüzzaman Hazretlerini farklı kılan en önemli etken ise ümmileşmiş olması.


Batı uygarlığının insanlığı getirdiği noktayı, çağ körleşmesini aşabilmemiz için bizim ümmileşmemiz lazım. Ümmileşmekten kast ettiğim şey ise, bu çağ körleşmesinin bizi ağlarına haps eden prangalarını fark etmek. O prangalardan kurtulmak, hakikate -neyse o olarak- nüfuz edebilmek.


Şu an insanlık böylesi bir şeyden yoksun ama biz bütün insanlığa, “hakikate nüfuz edebilecek bir yolculuk” armağan edebilecek kanatlara sahibiz. Ben o yüzden şunu söylüyorum: “Bugün dünyaya söylenebilecek tek bir söz var. İnsanlığın ihtiyacını hissettiği tek bir söz var. O sözü söyleyecek olan biziz. Ama biz yokuz!” Avamın, havasın ve havassu’l-havassın ümmileşmesi.


O yüzden burada Bediüzzaman gibi şahsiyetlerin inanılmaz bir şekilde önümüzü açabileceğini bilmemiz lazım.



Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri, çok zorlu bir dönemde fakat çağa damgasını vuran bir eser ortaya koydu. Risale-i Nurları telif etti. Risale-i Nurların İslam düşünce tarihindeki yeri nedir?


Çağımızda sadece Bediüzzaman Hazretleri’nin geliştirdiği iki dil var.


Birincisi şu: Bediüzzaman Hazretleri bütün İslam düşünce geleneğini deşifre etmiş birisidir. Şifresini çözmüş birisidir. Bunu çağdaşı düşünürlerde başarmıştır belli ölçüde.

Kimi kastediyorum? Mustafa Sabri Efendi’yi kastediyorum.

Kimi kastediyorum? Elmalılı Hamdi’yi kastediyorum. Mehmet Akif’i, Filibeli Ahmet Hilmi’yi, İzmirli İsmail Hakkı’yı, Ahmet Cevdet Paşa’yı, Said Halim Paşa’yı kastediyorum.


Ama ikincisini hiçbiri yapamamıştır, sadece Bediüzzaman yapmıştır.


Bediüzzaman Hazretleri’nin kurduğu ikinci dil; bütün bir İslam medeniyeti birikimini, münhasıran da tefsir, hadis, akaid, fıkıh, kelam, tasavvuf, felsefe, tarih, gramer, mantık, lisan gibi ilimlerden müteşekkil bütün bir İslam düşüncesi geleneğini harekete geçirerek yeniden-kurulmuş, yeniden inşa edilmiş bir dildir.


Dünya ve hayat tasavvurumuzun kaynağını oluşturan kavramlarımızın İslami bir düşünce inşası ameliyesi ile şifrelenerek yeniden deşifre edilmesi çabasıdır bu.


Kur’an’dan aldığı ilhamı, Kur’an’dan devşirdiği ruhu üflemiş ve yeni bir dil kurmuştur.


Yani Bediüzzaman Hazretleri’nin dilinin, Risale-i Nur külliyatının dilinin, Kur’an’ın dili olması meselesi biraz böyle bir şeydir. Eğer Bediüzzaman Hazretleri İslam düşünce geleneğini bilmemiş olsaydı, Kur’an’la doğrudan irtibat kuramazdı. Bu çok önemli bir şey! İslam düşünce geleneğini bilmeden doğrudan Kur’an’la irtibat kurmaya çalışanların hallerini görüyoruz. Ortaya çıkan vaziyeti görüyoruz. Yaşar Nuri Luther’ler ortaya çıkıyor.


Bediüzzaman, Osmanlı’dan Cumhuriyet’e geçiş sürecinde düşüncesini kuran, hem İslami ilimlere, hem de çağdaş dünyanın bütün dünyayı büyük uçurumların eşiğine fırlatan felsefi sorunlarına derinlemesine ve vukufiyetle vakıf, tek ve son düşünürdür: Yani anahtardır.


Ve her bakımdan anahtar ondadır. O yüzden, İslam’ın kapısını, İslam düşüncesinin kapısını, İslam medeniyetinin kapısını ve bütün bunları mümkün kılacak, her alanda, yeni İslami bir dil -esaslı bir duyuş, duruş, düşünüş, söyleyiş, yaşayış, kısacası varoluş biçimi- geliştirebilme çabasının kapısını Bedizüzzaman anahtarıyla açabiliriz ancak. Medeniyetimizin solmaya yüz tutan dilini, bu dile hayatını ve hayatiyetini kazandıran ruhu, ruh kökünü kavrayabilmek ve yeniden üretebilmek için Bediüzzaman’ı tanımak zorundayız.


Bir dil, Bediüzzaman’ın iki dil’i gibi, bir medeniyeti ifade ediyorsa ve bir medeniyetin -bütün boyutlarıyla- ifadesiyse hakiki bir dildir. Ve o dil üzerinden yeni yemişler devşirebilmek için yürünebilir ve yeni koridorlar açılabilir ancak.


Bizim Bediüzzaman’ı avami bir şekilde anlama çabasını artık bir tarafa bırakmamız lazım. Bediüzzaman, eserlerini sadece avam için yazmış değildir. Bediüzzaman heves için yazmadığı gibi, havas için yazmıştır. (Biraz esprili olsun diye böyle söyledim.) Risale-i Nur külliyatının havas ve havassu’l-havas düzeyinde de anlaşılması lazım. Bediüzzaman’ın ve Risale-i Nur Külliyatı’nın dünyanın düşünce ufkuna taşınması böylelikle olabilir. Öbür türlü mümkün olmaz.


Bütün büyük düşünürler, mütefekkirler çağ açan ve çağını aşan bir eser ortaya koymuşlardır. Aslında ilk bakışta çok sade bir metin sunarlar önümüze. Birazcık derinlemesine nüfuz etmesini bilirsek, derinlemesine nüfuz edebilecek duruma, bir düzeye ulaşabilirsek; aslında o sadeliğin arkasında müthiş bir deruniliğin şifrelendiğini görürüz, gizlendiğini görürüz.


Birinci Lem’a iki buçuk üç sayfalık bir metin ama böyle bir metin İslam düşünce tarihinde yok. Bu abartımı? Şimdi söyleyeceğim:

Birinci Lem’a’dan biz hem İslam düşüncesinin hem çağdaş Müslümanların temel sorunlarının ne olduğunu anlayabiliriz.

Birinci Lem’a’dan çağımızda karşı karşıya kaldığımız sorunların nasıl çözümlenebileceğine ilişkin bir tarih felsefesi geliştirebiliriz.

Birinci Lem’a’dan bizim bu dünyaya söyleyebileceğimiz sözü nasıl söyleyeceğimizi gösteren bir estetik teorisi geliştirebiliriz.

Birinci Lem’a’dan bir belagat teorisi geliştirebiliriz. Bu inanılmaz bir şey! Birinci ve İkinci Lem’a’yı sürekli dönüp dönüp okurum. Bir türlü tükenmiyor.

Bediüzzaman Hazretleri’nin ortaya koyduğu ikinci dil, yeniden İslam düşüncesini şifrelemiş olmasıdır. Yeni bir İslam tefekkür dili kurmuş olmasıdır, bunu şifrelemiş olmasıdır. Bediüzzaman’ın eserlerinde sistematik bir yapı yok. Belki bu yüzden biraz anlaşılamıyor.


Sistematik olmaması Risale-i Nur Külliyatı’nın bir açmazı değil, avantajıdır. Sistematik olmaması bizim için metnin zenginliği anlamına gelir. Sistematik bir metin şu şudur, bu budur diyecektir.


Sistematik olmayan bir metin daha sembolik, daha metaforik, daha deruni, şifreli bir dil kullanacaktır. Büyük kriz zamanlarında sistematik düşünürler bizi yanlış yerlere sürükler. Büyük varoluşsal kriz zamanlarında bize ihtiyaç olan düşünürler sistematik olmayan düşünürlerdir.


Bu metinle bugünden geçmişe, bugünden geleceğe doğru yolculuk yapabiliriz. Bunu Mesnevi-i Nuriye’nin bütününde görüyoruz. Aslında Bediüzzaman da bunu yaptığının farkında.

Peki, sizce İslam medeniyetinin yeniden ihyasında Risale-i Nur nasıl bir rol üstlenir?


Bediüzzaman Said Nursi'nin hem İslam düşünce geleneği içindeki yeri hem de insanlık düşünce geleneği içindeki yeri, üçüncü olarak da içinde yaşadığımız çağın düşünsel birikimi içindeki yeri anlaşıldığı ve keşfedildiği zaman nasıl kilit bir rol oynayacağını görebiliriz.


Müslümanlar, yaklaşık iki asırdan bu yana tarihlerinde tanık oldukları ikinci büyük medeniyet buhranı ile karşı karşıyalar.


Birinci medeniyet buhranı, 12. ve 13. yüzyıllarda İslam medeniyetinin Doğu havzasında Bağdat’ın Haçlı saldırıları ve Moğol istilasıyla birlikte düşmesiyle; Batı havzasında yine aynı zaman dilimi içinde Endülüs ve Mağrip’te önce büyük iç siyasi kargaşaların patlak vermesiyle, ardından Kurtuba’nın düşmesiyle birlikte yaşanmıştı.


Birinci medeniyet buhranı, siyasi bir buhrandı. Bu buhran, Osmanlı’nın bütün İslam dünyasını itikadi, içtimai ve siyasi olarak aynı anda birleştiren bir meydan okuma geliştirmesiyle birlikte aşıldı.


Birinci medeniyet buhranının yaşandığı zaman aralığı, İslam düşüncesinin Gazali ve Razi geleneğinde oluşumunu tamamladığı, kıvamını bulduğu ve dolayısıyla antik Yunan düşüncesi ve diğer medeniyetlerin düşünce geleneklerinden tam anlamıyla bağımsızlaşarak özgünlüğünü kazandığı bir zaman aralığıydı.


Medeniyet buhranının yaşandığı bu zaman aralığının Mağripte olmasına rağmen Gazali-Razi geleneğinde yetiştirdiği ve yaşanan medeniyet buhranını tasvir, tarif ve tahlil eden en büyük düşünür tarih felsefecisi İbn Haldun’du. İbn Haldun, geliştirdiği “asabiye” teorisi ve “umran ilmi” metodolojisiyle yaşanan medeniyet buhranının nasıl aşılabileceğinin ilkelerini sunmuştu.


Yaşanan medeniyet buhranı, siyasi bir buhrandı ve İbn Haldun da meseleyi asabiye teorisiyle tam da yaşanan buhranın kendisini tezahür ettirdiği sorun alanları üzerinden kurmuştu. İbn Haldun’un çıkış yolu önerisi, Mağrip’te ya da Maşrık’ta değil, Osmanlı’da karşılığını bulmuştu.


Osmanlı, itikadi, içtimai ve siyasi toparlanma, yekvücut olma ve bütünleşme projesiyle bugünkü İslam dünyasının “ehl-i sünnet ve’l-cemaat” omurgasını çatmış ve böylelikle, bu üç dinamiğe dayanan bu omurga üzerinden geliştirdiği meydan okumayla İslam medeniyetinin yaşadığı birinci büyük buhranı aşan bir medeniyet hamlesi ve atılımı üretmişti.


Son iki-üç asırdan bu yana yaşadığımız ikinci büyük medeniyet buhranı ise, nedenleri bakımından siyasi bir buhran değil, İslam’la ve hakim seküler paradigma ile aynı zamanda yaşanan epistemolojik ve ontolojik kopuş biçiminde ortaya çıkan daha derin bir medeniyet buhranı.


İslam tarihinde yaşadığımız ilk sarsıcı fetret dönemi. Hem İslam’la, hem de hakim seküler paradigmayla çift yönlü bir temassızlık yaşadığımız, İslam’la ve hakim paradigmayla kurduğumuz ilişkinin simülatif -sığ, sathi ve sahte- bir ilişki olarak tezahür ettiği bir fetret dönemidir bu ikinci büyük medeniyet buhranının bizi getirip bıraktığı nokta.


Dolayısıyla siyasi çöküş, yaşadığımız ikinci medeniyet buhranının nedeni değil, epistemolojik ve ontolojik kopuşun kaçınılmaz bir sonucudur.


Şu an ihtiyacını hissettiğimiz düşünür profili, bize siyasi bir “çıkış yolu” sunacak bir düşünür profili değil; epistemolojik ve ontolojik kopuşu tasvir, tarif ve tahlil ederek bu kopuşun nasıl aşılabileceğini gösterebilecek çok yönlü bir düşünür profilidir.


İşte Bediüzzaman Hazretleri, bu düşünür profilinin en önemli, en velut ve düşüncesinin çapı ve derinliği hala yeterince keşfedilemeyen ve önümüzdeki bir veya iki kuşak sürecinde çarpıcı şekillerde ancak keşfedilebilecek olan yegane temsilcisidir.


Nasıl ki, birinci medeniyet buhranını İbn Haldun’un geliştirdiği tarih felsefesi üzerinden aşmayı başardıysak; aynı şekilde, yaşadığımız ikinci medeniyet buhranını da, Bediüzzaman’ın varlığın, eşyanın ve hakikatin sil baştan Müslümanca bir bakış, duyuş, duruş, kavrayış ve düşünüşle anlamlandırılması için önerdiği “iman hakikatleri” tasavvuruyla aşabileceğimizi düşünüyorum. Benim bu fikri geliştiriş noktam da burası zaten. Bediüzzaman Hazretlerinin bizatihi kendisi.


İkinci büyük medeniyet krizi sürecinde ilim, irfan, hikmet yani alim, arif ve hakim süreçlerinde ve sütunlarındaki rol, bugün çağımızda en muhkem şekilde, en sofistike şekilde Bediüzzaman tarafından oynanıyor. Yani Bediüzzaman Hazretleri Gazali’nin ilim sütununda yaptığını, İbn Arabi’nin irfanda yaptığını, İbn Haldun’un hikmette yaptığı yolculuğu alim, arif ve hakim şahsiyetleri ile şahsında bütünleştirmiş tek kişi.


Asıl mesele bu. Mesnevi-i Nuriye kilit rol oynuyor burada. Enteresan bir kitap Mesnevi-i Nuriye. Mesnevi-i Nuriye milad bence. Risale-i Nur Külliyatı’nın miladı. Kendisinden önceki dönemi de temsil ediyor kendisinden sonraki döneme de hazırlıyor. Bu benim yorumum. Hem alim hem arif, hem hakim Bediüzzaman’ın özelliklerinde bir eser gibi. Ben Mesnevi-i Nuriye de öyle bir şey görüyorum açıkçası.


Medresetü’z-Zehra projesi çerçevesinde Bediüzzaman Hazretleri’nin “Vicdanin ziyası, ulum-u diniyedir. Aklın nuru fünun-u medeniyedir. İkisinin imtizacıyla hakikat tecelli eder” sözlerini size göre nasıl anlamalıyız?


Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri, bilim felsefesini en güzel şekilde yapmış bir alim. Batıdaki bilimin nasıl ilahi boyutlardan arındırılmış, ilahi ilkelerden arındırılmış, seküler bir bilim olduğunu acayip bir şekilde tartışıyor zaten. Bediüzzaman Hazretlerinin nebevi bir verasetin sahibi olduğunu bilmemiz lazım. Bediüzzaman Hazretlerinin düşüncesinin nebevi bir düşünce olduğunu kavramamız lazım.


Risale-i Nur Külliyatı’nı bir bütün olarak anladığımız zaman Bediüzzaman’ın Medresetü’z-Zehra’dan İslami ilimlerle Batı biliminin birleşmesini kastetmediğini anlayabiliriz. Bu uyduruk bir şeydir.


Burada bence asıl kastedilen; bir medeniyet fikrinin geliştirildiğini, İslam medeniyetinin neşv ü nema ettirecek bir ilim geleneği kurduğumuzu düşünün; bu geleneğin içinde Tarih de var, Fizik de var, Matematik de var, Metafizik de var, Kur’an’dan Hadis’ten beslenen ilimler de var.


Biz, ilim geleneğimizle irtibat kuramadık daha. Asıl mesele bu.


Bediüzzaman Hazretleri’nin öyle bir sıkıntısı yok. Bediüzzaman Hazretleri’nin böyle bir sıkıntısı varmış gibi algılıyoruz aslında. Bediüzzaman Hazretleri’nin kastettiği şey; pergelin ayağını vahye sabitleyerek pergelin diğer ayağı ile bütün ilim geleneklerine, medeniyet tecrübelerine açılmak. Batı bilimini olduğu gibi almak değil. Olduğu gibi alıp mezc edemezsin. Bediüzzamanın çatır çatır tartıştığı bilimin felsefi sorunlarını, Batı felsefesine ilişkin kurduğu cümleleri anlamamışsın demektir. Bir şekilde göz ardı ediyoruz demektir. Düz bir İslam ve Batı bilimi sentezi değildir yani. Bediüzzaman Hazretleri’nin dayandığı nebevi zemini iyi görmemiz lazım.


Yapılan yanlışlıklardan biri de şuydu; “Bediüzzaman Hazretleri Kur’an’ı modern bilime doğrulatıyor”. Bediüzzaman Hazretleri pozitivist dolayısıyla… böyle bir algılama biçimi var. Bu çok yanlış. Bediüzzaman Hazretleri kevni ayetleri okuyor. Yaprağın, ağacın, toprağın, insanın, kainatın muazzam işaretler, deliller sunduğunu, esmanın nasıl tecelli ettiğini anlatıyor. Bu kevni ayetler ile pozitif bilim aynı şeyler değil.


Biz bir şekilde pozitif bilimi kevni ayetlerden yararlanarak okuyabiliriz ama bu ayartıcı bir şey. Yapılan hata şu: “Bilim şunu ortaya koymuştur. Kur’anda bunu söylemiştir.” Bilim geçicidir. Hele modern bilim seküler bilimdir. Bunun altını çiziyorum bu çök önemli bir şey. Bugün bilim üniversal bir şey değil. Karl Popper bilimin yanlışlanabilirliğine özellikle dikkat çekiyor. Yani yanlışlanabilen şey bilimdir. Kur’an’ın, vahyin evrensel yapısını seküler bilime, yanlışlanabilir, değişken bir yapıya doğrulatma çabası çok tehlikeli bir noktaya çıkartır bizi. Asıl sıkıntı bu.


Bediüzzaman Hazretleri İslam dünyasında kabul gürmüş bir alim olduğu halde -Türkiye’den çıkan bir alim olmasına rağmen- Türkiye’de yaşayan aydınlar Risale-i Nurları tanımakta ya da kabullenmekte neden bu kadar geç kaldı? Özellikle de akademik camia…


Risale-i Nur ile irtibatı olanların sistem tarafından işkenceye tabi tutulması, yasaklı hale getirilmesi Türk entelijansiyasının biraz ürkmesine yol açtı. Uzak kalmasına yol açtı. Seküler kesimler hiç ilgilenmedi. İslami kesimler de biraz korktu herhalde.

Diğer İslami kesimlerde ve İslami entelektüel camiada Risale-i Nurlara ilgisizliğin sebebi Risale-i Nurların avami bir kitap olduğu zannedilmesi. Bir fikri boyutunun, derinliğinin insanlığa verebileceği, insanın tefekkür yolculuğuna kazandıracağı şeyin görülememiş olması ve ihmal edilmiş olmasıdır.


Bediüzzaman’a konan bu pranga, entelektüel duvarın yıkıldığını düşünüyorum. Gazetede Bediüzzaman ve Risale-i Nur hakkında yazdığım yazıların şöyle bir karşılığı olduğunu düşünüyorum. En azından Bediüzzaman’la ilgili ön yargı yıkıldı. Hem İslami entelektüel çevrede hem de diğer entelektüel çevrelerde ön yargıların yıkıldığını düşünüyorum. Gazetede daha çok teorik yazılar yazdığım için bütün çevrelerin okuduğu yazılar çıkıyor.


Peki, özellikle İlahiyat camiasının ilgisizliği hakkında ne söylersiniz?


Risale-i Nurlarla ilgilenmiyorlar, ilgilendikleri zamanda avami bir şekilde ilgileniyorlar. İster ilahiyattan olsun ister ilahiyatın dışından olsun herhangi bir profesör arkadaşın Risale-i Nur’dan anladığı şeyle ortalama birinin Risale-i Nur’dan anladığı şeyin çok da farklı olduğunu görmedim ben. Böyle bir arıza var. Burada ilahiyatların vebali çok büyük. Sadece Risale-i Nur için değil, İslam düşüncesinin, İslam düşünce geleneğinin anlaşılmasında da vebali çok büyük.


Risale-i Nurlar önümüzde ve biz Risale-i Nurlardan İslam düşüncesine yeniden gidebiliriz. Risale-i Nurlar İslam düşünce geleneğinin sorunlarını yeniden görmemizi, çağın sorunlarını görmemizi ve okuyabilmemizi sağlayabilir. Bu anlamda ufkumuzu açabilir.


Biz yapıp ettiklerimizden sorumluyuz. Her insan, çağının çocuğudur. Bir düşünür de çağının çocuğudur. Bir düşünürün çağının ağlarından kurtulması yeni bir çağ açması ile mümkündür. Bediüzzaman bu açıdan kilit roldedir. Bu açıdan ilgi görmesi gerekir.

Yusuf Kaplan / Mülakat: Muhammed SEMİZ

Kaynak : İrfan Mektebi


Devamını Oku »

Marks ve Bediüzzaman Estetiği

Şimşirgil, Bediüzzaman’ın gayrimüslimlerin şehitliği görüşünü anlamamış
Bediüzzaman estetiği; materyalist ve natüralist, Bediüzzaman'ın ta­biri ile tabiiyyun ve maddiyun estetiğine ve dünya görüşüne bir evrensel tepkidir, Marks, dünyevi ve seküler bir estetik görüş sahibidir. Bediüzzaman beşeri eserler için de geçerli bir gözlem ortaya koyar, bir estetik ka­nunu belirler ve daha sonra onu ilahi eserlere uygular. Bir şahıs evrende ilahi yaratıklara bakıp onlardaki uyumu, estetik kategorileri görürse onu bir resme,bir musiki eserine, bir heykel parçasına da uygulayabilir, onları da aynı ölçüyle yorumlar. Önemli olan estetik olanı nerede olsa görme yetene­ğidir. Marks ve arkadaşları evrene tenasüb ve uyum içinde bakıp bir birlik içinde oluşturulduğunun yerine, beşeri bakış açılan,adeta insanı tanrılaştıran oluşumlar koymuşlar. Bediüzzaman ise hem ilahi sanatlara hem beşeri sanatlara hükmeden estetik kuralları, eksersizlerle anlatarak her iki yönün üzerindeki dalalet, yanlış yorum kirlerini, paslarını kaldırır.

Mehmet Doğan: "Markscılığın kurucuları Marks ve Engels sistematik tarzda bir estetiğin ilkelerini hazırlamış işlemiş değillerdir. Onların eserlerin­de yalnız özet olarak şu ya da bu sanat eseri üstüne yargılar ve bu arada da metod konusunda bazı uyarıcı gözlemler bulunabilir. Bunlar tabii ki pek de­ğerli unsurlardır, ama bunları uc uca koymak bir Markscı estetik kurmağa yetmez Formel mantık kurallarına göre ve derlenmiş metin aktarımlarını bir arada toplamaya dayanan bu skolastik biriktirme metodu sanatların bugünkü gelişme safhasında kendimize bir yön çizmemize yetmeyecektir. (Mehmet Doğan, Estetik ..) Ortada bir çok yönlü estetik yok ama onu takib edenler onun görüşleri doğrultusunda bir estetik çaba gösterirler. Markscı estetik, idealist estetik ile mücadele etmeye bir tepki estetiği oluşturmayı kendine gaye edinmiştir.

Bediüzzaman ise idealizmin ötesinde bilimsel bir estetik teori kurmuş ve bu estetik görüşleri sistematiktir. Bir bütün içinde üç yüz atmış derece­lik bir yuvarlaktır ve bu yuvarlağın hiçbir yanı boş bırakılmamıştır. Bilinçli olarak sistemi inşa etmiştir. Sistem insanın bütün eylemlerini içine alan bir genişlikte tutulmuş, üstelik bu eylemler hakkında tek perspektiften yorum­lar yapılmamış, her eylem bir çok yönden, farklı bakış ağları ile anlatılmıştır. İnsan -Allah -Kainat üçlüsü içinde birbiriyle ilişki halinde güzelliğin felsefesi yapılmıştır. Aslında İslam dini büyük bir sistematik estetik felsefeye sahip­tir, ama bu estetik organize edilmemiştir. Bediüzzaman'ın yaptığı Kur'an ayetlerinden aldığı İşaretler ve temel değerlendirme metinleri ile ortaya bir Kur'an estetiği çıkarmaktır ve bunu yapmıştır. Bu sistematiğin hareket nok­tası şu ayettir; "Yeryüzünde ne varsa biz dünya için bir süs olarak yarattık ki insanlardan hangisi daha güzel işler yapacak diye imtihan edelim" (Kehf 7-8) Ama İslam dini uygulamada daha çok"Ben insanları ve cinleri yalnız bana ibadet etsinler diye yarattım" ayeti üzerinde odaklanmıştır. Bugün İslam dünyasının toparlanamaması hayatı estetik bir mükemmellik olarak algılamayışındandır. Batı ise ikibin yıldır estetik konuşmakta ve her gün yeni şeyler ortaya sürmektedir.

Bediüzzaman'ın ürettiği insan tipinin bütün eylemleri güzellik pa­rantezinde değerlendirilebilir. Üstelik sadece uhrevi bazda değil dünyevi ve uhrevilik birbiri ile kaynaşmış bir birliktelik ile izah edilir. Bediüzzaman için dünya her zaman bir değerdir, ne gölgedir, ne de önemsiz. Çünkü din de­mek bütün dünyevi ve uhrevi eylemlerin toplamı demektir, sadece tanrısal davranışlar değildir. Bu sistematiklik çalışmada bir derece hissettirilmiştir. Sanatı bir üst yapı sorunu olarak gören Marks'a karşılık Bediüzzaman, bir sınıf farkı ortaya koymaksının bütün insanların eylemlerinde güzeli esas almalarının izahını yapar, batının entel bir his gibi verdiği estetiği bir insanın bütün hayatına yansıtmıştır, onu bir üst kültür olayı olarak anlatmamıştır.

Lukács, klasik kültürü ve o kültürü oluşturan Avrupa edebiyat ve kültürlerini ileri düzeyde bilen, bunları birbiriyle mukayese edebilen bir fikir ve sanat adamıdır. Marxist olmakla birlikte, evrensel bir bakış açısına göre estetik ve sanat sorunları yorumlayan bir Avrupalıdır. Bediüzzaman'ın es­tetiği de bütün batı ve geleneksel şark estetiğinin ve işlenmemiş Kur'an ve peygamberin hadislerinin yine işlenmemiş estetik doğasını bilen büyük bir eleştirmen ve ledünni ve beşeri bir estetikçidir. Bediüzzaman estetiği, Lukács estetiği gibi çok zaman soyut kalmaz, o estetiği büyük gözlemci­liğine ve mukayeselerine göre yaparak en yüksek düzeyde yüce estetik yorumlar yapmanın yanında, günlük hayatın, dini hayatın ayrıntısına giren bir eleştirel estetik perspektifine sahiptir. Lukács, realiteyi ve sanatsal ger­çeği peşin hükümlerden arındırarak, aynca Marx'in geliştirdiği metodlara da sadık kalarak yorumlar. Lukács, insanın davranışları ve edebiyat nitelikli ifadelerini estetik yorumlarına esas yapar. Bediüzzaman ise gündelik yaşa­mı sıradanlıktan kurtaracak ona ruhsal bir huzur temin eden uygulamalı bir yaşam estetiği meydana getirmiştir. Bediüzzaman estetiğinde, ruh, kalb, akıl, istek, beden hepsi bir estetik armoni içine girerler.

Lukacs, idealist estetiğe karşı çıkar, Bediüzzaman ise İdealist felsefecilerin dünyayı ve insanı yorumlama tartışmalarına sadık kalır diyemeyiz ama o natüraüst, materyalist, marxist estetikçilerden uzak idealistlere yakındı? Onun, üçünü bir öğesi de bütün dinlerin ortak temalarını bir estetik kate­goriye çevirmiş ve sadece Müslümanlığa değil bütün kitaplı dinlerle birlikte beşeri dinlerin de insan hayatını düzenleyen realitelerine uygun düşünmüş ve onları aşmış, bütün dinleri etkileneceği bir estetik yaşam felsefesi mey­dana getirmiştir. Bediüzzaman, Lukacs gibi sadece günlük hayatın ve edebi hayatın yorumunu değil, ilimlerin de estetik yorumlarını yapmıştır, natüralist ve materyalist yorumlarla bunalan İnsan ruhu onun estetik yorumları ile yüzlerce yıldır kaybettiği ruhsal metanetini bulmuştur.

Hayatının elli yıldan fazla süresini, bir Marksist eleştiri kuramı orta­ya çıkarmak için harcamıştır Lukacs. Batı felsefesinin bütün devlerini ve bunlara ek olarak Hegel, Marks ve Leninin fikirlerini özümsedikten sonra dört ciltlik eserini meydana getirmiştir. Bediüzzaman'ın eserleri üzerinde ve oradaki işaretlerden batı düşüncesi ve doğru düşüncesindeki estetik kay­naklara giden meseleler üzerinde durulmadığı için eserler telifinden beri yetmiş yıla yakın bir süre geçmesine rağmen henüz onun eserlerinden sis­tematik bir estetik felsefesi ortaya konamamıştır.

Bu konu onun eserleri üzerinde çalışanların entelektüel yaklaşımlardan yoksun olmalarından ileri gelmektedir.
Filozoflar, bu kozmik bilmece olan kainatın olaylarını yorumlarken, insan ve onun içinde yaşadığı büyük evi olan arz ve kainatın güzellikleri­ni görmüşler ve bir güzellik felsefesinin kırık dökük düşüncelerini eserlerinin arasına serpiştirmişlerdir. Çok sonra bir filozof Baumgarten estetiği müstakil bir alan olarak görmüş ve ortaya düzenlenmiş bir estetik teori çıkarmıştır. Bediüzzaman bütün hayatı boyunca batı felsefesi ile ilgilenmiş, felsefi metinlerin içindeki estetik yorumlan okumuş, kendisi de eserleri­nin arasında kendi görüşleri ve dünya anlayışı içinde estetik yorumlarını serpiştirmiştir. Ama bütün bunlar sıradan insanların matematik düzeni gibi değil dehaların yıldızların dağınık ama iç ahengine uygun şekilde eserle­rini düzenlendiği için bir sistematik estetikçi onları bir araya getirecektir. Bediüzzaman'ın estetik telakkileri birden dünya gündemine oturacak ve farklılığı vurgulanacaktır. Bediüzzaman eserleri kışta fırtınaları dindirmek için yazmış ve fırtınaları meltem rüzgarlarına çevirmiştir, bahan yaşanmak­ta olan o dünyanın yaz mevsimi harika olacaktır. Onun eserleri toplumun değişimine göre gündeme yavaş yavaş girmektedir Yazılışları ledünni bir takvimle olduğu gibi, gelişi, intişarı ve derinliği ve ihtişamı da aynı ledünni takvime göre olacaktır.

Bilimi topluma yansıtma ile estetiği topluma yansıtma farklı şeylerdir. Bilim estetiğin yanında kaba gerçek şeklinde de yorumlanabilir. O kaba gerçeğin içinde estetik gerçeği görmek özel eğitim gerektiren bir iştir. Be­diüzzaman günlük yaşam, sanat hayatı, dini hayat, evrenin yorumu, bilim içindeki yansıtmaları eserlerinde estetik biçimde yansıtmıştır. Nesnelleştir­me sanatın ve dini hayatın anlaşılmasında ve yorulmasında temel nitelikli bir ifade ve anlatım tarzıdır.

Sanatçılar, filizoflar, veliler, peygamberler, sıradan insanların en önemli faaliyeti bilerek bilmeyerek nesnelleştirmek, objektivasyondur. Bu­nun daha basit yorumu ifade etmek, biçimlendirmek, söylemekdir. Bütün bunlar objektivasyonun bölümleridir.

Modern çağın estetikçileri olarak kabul edilen Marks, Nietzcshe ve Freud'un estetik anlayışlarında insan beden'inden hareket ederler. Biri ça­lışan bedeni, İkincisi güçlü bedeni, üçüncüsü ise arzulayan bedenden hare­ket ettiler. Bediüzzaman ise seyreden ve alan, yorumlayan bir tümel külli insandan hareket etti. Onlar sadece bedene takılıp kaldılar, Bediüzzaman ise kainat karşısında en complek ve külli, tümel canlı olan insan ile evren ve Allah arasındaki ilişkileri estetikleştirdi. Bediüzzaman estetiğinin iki ana kelimesi vardır, birbirini takib eden biri gözlem, müşahade objektivasyon, diğeri seyir contemplation. Bütün Bediüzzaman'ın eseri gözlem ve seyir üzerine kurulmuştur. Bu iki kelimeden hareketle yorumlanabilir. Bediüzza­man kendinden önceki yorum geleneğinden de bu iki yönü ile ayrılır.

Bediüzzaman estetiğinin çok yönlü bir doğası vardır. O ne hayatın, ne kainatın, ne insanın belli noktalarına takılıp kalmaz. O girdiği her ko­nuda yukarı bir noktadan meselenin her tarafını görerek yorum yapar. Bu batı estetiğinde böyle değildir. Kant, Hume, Schiller, Hegel, Fichte, Schel- ling, Schopenhauer, Marks, Nietzsche, Freud, Heidegger Benjamin, Adorno hepsi belli bir noktadan hareket ederler, veya belli bir yeri hakim nokta olarak görür oradan estetik sorunlara bakarlar. Evren külli, tümel bir tasarımdır, insan da onun karşısında idrak ve algısı ile en külli ve o külli varlığı anlayabilecek bir madde ve ruh bileşimi içindedir. Bu yüzden Bediüzzaman insana da evrene de, onlardan hareketle Allah ve ona ait olan vücub alanı­na külli, ihataca edici bir noktadan bakar.

Bedenden hareket edince Marksizm; "klasik bir açgözlülük hikaye­dir" der, Teny Eagleton.Bu çok doğru bir tesbittir. "Marksizm bize klasik bir açgözlülük hikayesi anlatır. Bu hikayede insan bedeni boyundan büyük isle­re kalkışır, toplum ve teknoloji dediğimiz uzantıları vasıtasıyla dünyayı ken­dine ait bir parça haline getirmek ister. Ama sonunda bunu başaramadığı gibi kendi duyusal servetini de tüketir. Bu trajediye elbetteki teknolojinin baş döndürücü bir hızla gelişmesi değil, bu gelişmenin zeminini oluşturan toplumsal koşullar neden olmuştur. Şöyle ki emeğin meyvelerine sahip ol­mak için vahşi bir savaşım verilmektedir ve yıkıcı olabilecek bu çatışmaları denetim altında tutmak ve istikrara kavuşturmak için bir dizi toplumsal kuruma ihtiyaç vardır. Bunu sağlayan mekanizmalar bastırma, yüceltme, idealize etme, inkar etme, hep psikanalitik hem de politik söylemin parça- larıdırlar. Ne var ki bedenin güçlerini ele geçirme ve denetleme savaşı öyle kolay bitmez ve bu savaş tam da onu bastırmayı amaçlayan kurumlara damgasını vurur." (Terry Eagleton, Estetiğin İdeolojisi, s 249)

Marks'ın hareket noktası bedendir, estetiği de felsefesi de, siyasi ve ekonomik ilişkileri de. Bediüzzaman ise insandan hareket eder. Ama batı toplumunun sadece ağzını bedenine dayamış kendini yiyip bitiren, hem sosyal ilişkileri üst yapı alt yapı ilişkilerini belirleyen insanın yerine insanın evren ve Allah karşısındaki yerini belirleyip o noktadan bakar ilişkilere.

"Cenab-ı Hak, Mabud-ı Bilhak, tapılmayı hakkıyla hakkeden, insanı şu kainat içinde Rububiyet-i Mutlakasına, mutlak ve eksiksiz terbiye faali­yetine, umum alemlere, Rububiyet-i Ammesine, bütün varlığı terbiye edi­şine, karşı en ehemmiyetli bir abd, kul ve hitabat-ı subhaniyesine, alemi ve insanı izah eden hitabına, en mütefekkir; en düşünen bir muhatab, ve maz­hariyet –i esmasına, isimlerinin yansıdığı varlıklara, en cami, en hacimli, bir ayine, ve onu ism-i Azamin bütün isimlerini içine alan kuşatıcı bir ismin, tecellisine ve her isimde bulunan İsm-i azamlık mertebesinin tecellisine mazhar bir Ahsen-i takvimde, en güzel biçimde, bütün canlılardan farklı bir güzellikte, ve en güzel bir mucize-i kudret, Allah'ın kudretinin en güzel bir mucizesi, insanları hayrette bırakan eseri, ve hazain-i rahmetinin müşte­milatını, rahmetinin hâzinelerinde olan şeyleri, iki hazine yer ve gök, bütün canlılar bu hâzineden çıkıyor, o hâzinelerden çıkan şeyleri tartan insandaki ölçüler ve hisler, tartmak, tanımak için en ziyade mizan ve aletlere malik sahip bir müdakkik, varlığın harika eserlerini mana hâzinelerine çözen bir sanatçı inceliğinde canlı ve nihayetsiz nimetlerine en ziyade müştak ve fenadan en ziyada müteellim,elem duyan ve bekaya en ziyade muhtaç ve
hayvanat içinde en nazik ve ne nazdar ve en fakir ve en muhtaç ve hayat-ı dünyeviyece en ziyade müteellim elem duyan ve en bedbaht ve Istidadca en ulvi, yüce ve en yüksek surette mahiyette yaratsın" (Sözler s 79)

Kainatı gören ve yorumlarda bulunacak özelliklere sahip, yorumlaya­cak ölçüleri taşıyan, variıkları ile insana hitab eden, konuşan, ayrıca kitapları ile insana hitap eden konuşan Allah. Bir ağaç da konuşur, bir kitap da konuşur. Herkes ağacın ve dağın konuşmasını anlayamaz, kitaptan anlar. İnsan iki kitabı anlayacak bir özel muhatabdır. Gördüğü şeyler üzerinde in­ceden inceye düşünen bir muhataptır. Bir ressamın eseri onun isimlerinin, özelliklerinin yansımasıdır. İnsan o resimde ressamın özelliklerini okur, yo­rumlar. İnsan da kendini ve kainatı isimleri ile yapan Allah'ın eserlerindeki isim inceliklerini hem gösteren hem anlayan bir canlı. Michaelangelo'nun Musa heykeli onun en güzel eseri, Sinan'ın Selimiye Camii en güzel eseri, İnsan da Allah'ın en güzel eseri olarak yaratılmış.

Allah-insan-kainat üçlüsü içinde insan, muhatab, yorumlayan, düşünen,tartan, hassas, bir canlı. Bu kadar ince ve derinlikli özelliklere sa­hip bir varlığı Marks bir kuru bedene indirger. İkisi arasındaki fark.

Marks estetiği, içinde paraya, ihtiyaca da özel bir yorum payı verir. Bunlar estetiğinin ilgi çekici öğeleridir. "İşçinin ihtiyaçları boyunu aşmışken, aylak üst sınıf mensubu ihtiyaçsızlıkla malüldür. Maddi imkanların kısıtla­madığı arzulan, öz üretken, rafine doğadışı, düşsel bir nitelik kazanırlar. Marks için tıpkı bu tüm görüngülerin en maddisi olan para gibi felsefi ide­alizmin toplumsal muadilidir. Marks'a göre para tepeden tırnağa idealisttir, özdeşliğin geçici olduğu ve her nesnenin bir anda başka bir nesneye dönü­şebildiği bir hayali fantesi alemidir. Para da tıpkı toplumsal asalağın düşsel arzuları gibi tamamen estetik bir görüngüdür, özgöndergeseldir. Maddi ger­çeklerden bağımsızdır ve bir sihirbaz hüneriyle şapkasından sonsuz sayıda dünya çıkarabilir" (Teny Eagleton, Estetiğin İdeolojisi, s 252)

Bediüzzaman da ihtiyaç ve arzuları açar, muhtaçlığın derinliğine arkeolojisini yapar ama onların sonsuzluğundan dolayı insanda hasıl olan darlıkların önüne ebedi bir zatı ve ebediyeti koyar. "İnsan kainatın ekser envaına muhtaç ve alakadardır. İhtiyacatı alemin her tarafına dağılmış, ar­zuları ebede kadar uzanmış. Bir çiçeği istediği gibi, koca bir baharı da ister. Bir bahçeyi arzu ettiği gibi,ebedi cenneti de arzu eder. Bir dostunu görme­ğe müştak olduğu gibi Cemil-i Zülcelall de görmeğe müştaktır. Başka bir menzilde duran bir sevdiğini ziyaret etmek için o menzilin kapısını açmağa muhtaç olduğu gibi, berzaha göçmüş yüzde doksan dokuz ahbabını ziyaret etmek ve fikar-ı ebediden kurtulmak İçin koca dünyanın kapısını kapayacak bir mahşer-i acaib olan ahiret kapısını açacak, dünyayı kaldırıp ahireti yeri- kuracak ve koyacak bir bir Kadir-i Mutlak'ın mutlak bir gücün dergahına ilticaya. sığınmaya muhtaçtır" (Sikler s 296) Marks'ın beden İle sınırladığı ihtiyaçlâra Bediüzzaman, ne kadar genişlik getirir. İhtiyaç kelimesi kullanıl- mş, ihtiyacı olan muhtaç olduğu için muhtaç kelimesi kullanılmış, arkasına arzu kelimesini kullanmış, bir de istek kelimesini bunlara ilave edersek, Marks, Nietszche, Freud üçünün de felsefelerinin ana kelimeleri ile bir insan portresi çizilmiş. Kıyaslanırsa gözlemin, Marks'ın kızdığı spekülatif kurgusal felsefe yapılmadan insan nasıl ortaya konmuş, böyle bir insana güç istenci Nietszche gibi onu Allah'tan koparmak değil, onu bir güce yaslandırmaktir.

Bediüzzaman insanın dört bir yandan ihtiyaç tesiriyle yıkılmaya yüz tutmuş dünyasını Allah'a dayanarak inşa eder. "İşte bu vaziyette bir insana hakiki Mabud olacak, yalnız her şeyin dizgini elinde, her şeyin hâzinesi ya­nında, her şeyin yanında nazır, her mekanda hazır, mekandan münezzeh, adiden Müberra, kusurdan mukaddes, nakıstan mualla bir Kadir-i Zülcelal bir Rahim-i Zülcemal, bir hakim-i Zülkemal olabilir. Çünki nihayetsiz hacat-ı insaniyeyi ifa edecek, ancak nihayetsiz bir kudret ve muhit bir ilim sahibi olabilir. Öyle ise mabudiyete layık yalnız o'dur." (Sözler s 297)

Marks'ın ütopik tarafı Allah'ı, mülkiyeti, devleti gereksiz görmesidir. Bunların kabul etmeyen bir insan tipi üretmek istemektir. Terry Eagteton anlatır. "Marksizmin amacı bedene yağmalanmış güçlerini iade etmektir. Ama bedenin duyularına yeniden kavuşması için özel mülkiyetin ortadan kaldırılması gerekir.

Bu yüzden özel mülkiyetin ortadan kaldırılması insanın tüm duyula­rının ve özniteliklerinin özgürleşmesidir. Ama bunların insani duyular ve öz- nitelikler oluşu da bu özgürleşme sayesindedir. Göz bir İnsan gözü olmuş­tur, tıpkı nesnesinin toplumsal ve insani bir nesne olduğu nisan için, insan tarafından yaratıldığı gibi. Dolayısıyla duyular, dolaysız pratiklerde kurama olmuşlardır. Nesnelerle kendileri için ilişkiye girerler, ama nesnenin kendisi nesnel ve insani bir ilişkiyle kendisine ve insana bağlıdır. İhtiyaç da zevk de böylece bencil olmaktan çıkmış doğa da salt yararı terk edip insani ya-ratı benimsemiştir"(Teny Eagteton, Estetiğin İdeolojisi, s 252) Eagieton yorum yapmaz, nakletmekle yetinir. Ama Marks'ın anlattığı ve hedeflediği tam bir ütopya. Namık Kemal'in hürriyet hissinin kaldırılması ile ilgili bir beyti var bu beyit mülkiyet hissi için de uygulanabilir.

Ne mümkün zulm ile bidad ile imha-yı hürriyet

Çalış idkaki kaldır muktedirsen ademiyetten

İnsanda hürriyet fikrini kaldırmak ancak idrakteki hürriyet hissini kal­dırmakla mümkündür. Yoksa imkansızdır. Mülkiyet hissi de insanda vardır, idrakinde vardır, kendinin olan şeye sahip olmaktan haz duyar, bu hissi de hürriyet hissi gibi kaldırmak mümkün değildir.

Bediüzzaman, kendisine sorulan bir soruya cevap verirken, Sosya­lizm ve komünizmin bazı yönlerine cevap verir. "Ehl-i dünya tarafından de­niliyor ki: "Sen neden bizden küstün? Bir defa olsun hiç müracaat etmeyip sükût ettin. Bizden şiddetli şekvâ edip 'Bana zulmediyorsunuz' diyorsun. Halbuki bizim bir prensibimiz var, bu asrın muktezası olarak hususî düstur- larımız var. Bunların tatbikini sen kendine kabul etmiyorsun. Kanunu tatbik eden zalim olmaz. Kabul etmeyen isyan eder. Ezcümle, bu asr-ı hürriyette ve bu yeni başladığımız cumhuriyetler devrinde, müsavat esası üzerine ta­hakküm ve tagallübü kaldırmak düsturu bizim bir kanun-u esasimiz hük­müne geçtiği halde, sen kâh hocalık, kâh zâhidlik suretinde teveccüh-ü âmmeyi kazanarak, nazar-ı dikkati kendine celb ederek, hükümetin nüfüzu haricinde bir kuvvet, bir makam-ı İçtimaî elde etmeye çalıştığın, zâhir halin ve eski zamandaki macera-yı hayatının delâletiyle anlaşılıyor. Bu hal ise, şimdiki tabirle, burjuvaların müstebidâne tahakkümleri içinde hoş görüne­bilir. Fakat bizim tabaka-i avâmın intibahıyla ve galebesiyle tezahür eden tam sosyalizm ve bolşevizm düsturları bizim daha ziyade işimize yaradığı için o sosyalizm düsturlarını kabul ettiğimiz halde, senin vaziyetin bize ağır geliyor, prensiplerimize muhalif düşüyor. Onun için sana verdiğimiz sıkıntı­dan şekvâya ve küsmeye hakkın yoktur."

Elcevap: Hayat-ı içtimaiye-i beşeriyede bir çığır açan, eğer kâinattaki kanun-u fıtrata muvafik hareket etmezse, hayırlı işlerde ve terakkide muvaffak olamaz. Bütün hareketi şer ve tahrip hesabına geçer. Madem kanun-u fıtrata tatbik-i harekete mecburiyet var; elbette fıtrat-ı beşeriyeyi değiştirmek ve nev-i beşerin hilkatindeki hikmet-i esasiyeyi kaldırmakla, mutlak müsavat kanunu tatbik edilebilir.

Evet, ben neseben ve hayatça avam tabakasındanım. Ve meşreben ve fikren, müsavat-ı hukuk mesleğini kabul edenlerdenim. Ve şefkaten ve İslâmiyetten gelen sırr-ı adaletle, burjuva denilen tabaka-i havassın is­tibdat ve tahakkümlerine karşı eskiden beri muhalefetle çalışanlardanım. Onun için, bütün kuvvetimle adalet-i tâmme lehinde, zulüm ve tagallübün ve tahakküm ve istibdadın aleyhindeyim.

Fakat nev-i beşerin fıtratı ve sırr-ı hikmeti, müsavat-ı mutlaka kanu­nuna zıttır. Çünkü Fâtır-ı Hakîm, kemâl-i kudret ve hikmetini göstermek için, az birşeyden çok mahsulât aldırır ve bir sayfada çok kitaplan yazdı­rır ve birşeyle çok vazifeleri yaptırdığı gibi, beşer nevi ile de binler nevin vazifelerini gördürür. İşte o sırr-ı azimdendir ki, Cenâb-ı Hak, insan nevi­ni, binler nevileri sümbül verecek ve hayvânâtın sair binler nevileri kadar tabakat gösterecek bir fıtratta yaratmıştır. Sair hayvânat gibi kuvâlarına, lâtifelerine, uygularına had konulmamış; serbest bırakıp hadsiz makamat- ta gezecek istidat verdiğinden, bir nevi iken binler nevi hükmüne geçtiği içindir ki, arzın halifesi ve kâinatın neticesi ve zîhayatın sultanı hükmüne geçmiştir.

İşte, nev-i insanın tenevvüünün en mühim mayası ve zembereği, müsabaka ile, hakikî imanlı fazilettir. Fazileti kaldırmak, mahiyet-i beşeri- yenin tebdiliyle, aklın söndürülmesiyle, kalbin öldürülmesiyle, ruhun mah- vedilmesiyle olabilir. Evet, şu hürriyet perdesi altında müthiş bir istibdadı yaşayan şu asrın gaddar yüzüne çarpılmaya lâyık iken ve halbuki o tokada müstehak olmayan gayet mühim bir zâtın yanlış olarak yüzüne savrulan kâmilâne şu sözün,

Ne mümkün zulm ile, bîdâd ile imhâ-yı hürriyet?
Çalış, idrâki kaldır, muktedirsen ademiyetten!

sözünün yerine, bu asrın yüzüne çarpmak için ben de derim:

Ne mümkün zulm ile, bîdâd ile imhâ-yı hakikat?
Çalış, kalbi kaldır, muktedirsen âdemiyetten!

Ve yahut,

Ne mümkün zulm ile, bîdâd ile imhâ-yı fazilet?
Çalış, vicdanı kaldır, muktedirsen âdemiyetten! (Lemalar s 175)

Bediüzzaman avamın, işçinin yoksulun hakkının korunmasının ya­nındadır. Marks, bu iddia ile yola çıkmış ilk defa orman işçilerinin hukuku için yazılar yazmıştır,onun zamanında Avrupa'da işçiler köpek muamelesi görüyordu, o işçilerin haklarını savundu, mezarında işçilerin babası levhası olması onun bu ezilen tabakayı savunması yüzündendir. Ama Marks'ın haklar konusundaki fikirleri yanında siyasi ve ekonomik, felsefi görüşleri de
var, onlar farklı bir alan. Felsefi görüşleri nihilizm ve natüralizmdir. Bediüzzaman kendisinin avam yanlısı olduğunu söylerken o noktada bir yakınlık ima eder ama batı dünyası işçinin hakkını savunayım derken, işçilerin içinde onların hakkını savunur görünen yeni bir patronlar sınıfı oluşmuş bu sefer işçi hem kapitalist patron, hem de işçilerin haklarını savunduğunu söyleyen onlardan asalak geçinen iki gücün arasında kalmıştır.

Bediüzzaman bunlara katılamaz. Onun natüralizmini de sürekli eleş­tirir, en büyük kalası olan tabiat ve atom konusundaki fikirlerini alt üst eder.

Prof.Dr.Himmet Uç - Risale-i Nur Ekseninde Kuran Estetiği

 
Devamını Oku »

Türkler Neden İslamı Seçti ?

Türkler Neden İslamı Seçti ?

Ankara Üniversitesinde Türk-İslâm Edebiyatı Kürsüsü başkanlığı yapmış olan Prof. Dr. M. Es'ad Coşan anlatıyor:

"Ben askerlik yaparken bir general beni makamına çağırmıştı. Bir asteğmen olarak değil de ilâhiyât fakültesinden doçentlik payesini almış bir kimse olarak iltifat gösterdi, oturttu karşısına, bana; “Hocam çok merak ediyorum. Türkler İslâm dinine niçin girmişler?” diye sordu.


Baktım paşa hazretleri müteessif. Niye müslüman olduğumuzu anlayamıyor ve teessüf ediyor buna. Öyle bir edâ ile söyledi. Demek istedi ki; mesela ne olurdu hıristiyan olsaydık. Ne güzel(!) İşte batıda görüyoruz içki içiyorlar, kadın erkek münasebetlerinde meşrepleri son derece geniş… gibi bir his içinde. “Nereden de bulmuşlar bu Müslümanlığı? Bula bula bunu mu bulmuşlar?” demek gibi söyledi. Ben de;

“Bizim ecdadımız Müslümanlığı sosyal ve coğrafî şartlar dolayısıyla tesadüfen karşılaştıkları bir inanca girmek tarzında benimsemediler. Peki nasıl? O zaman mevcut bütün inançları tanıyıp tadıp tercih ederek girdiler. Bir kere Tibet’i Dalaylamalar’ı, Brahmanizm’i, Budizm’i biliyorlardı. Çin’de hakimiyet sürmüşlerdi; onların inançlarına vakıflardı. Şamanizm atalarından kalma bir din olarak malumlarıydı. Hazar denizinin Kara Denizin kuzeyinde Hıristiyanlığı görmüşlerdi.

Hodeskus-homanikus gibi çok eski devirlerden kalma Hıristiyanlık metinleri elimizde. Bir kısım kabileler hıristiyan olmuş. Hatta şimdi Gagavuzlar onlardan kalıntı diye gazetelerde bahis konusu ediliyorlar. Hazar Türkleri Yahudiliğe girmişler; yahudileri görmüşler, tanımışlar, tâbî olmuşlar. Bunların hepsini denedikten sonra devletler milletler yöneten bir makul yönetici kadro olarak İslâm’ı beğenmişler, İslâm’ı seçmişlerdir. Çünkü hayata en iyi intibak eden din İslâm; devleti yönetmekte en olumlu hükümlere sahip olan din İslâm; toplumun içindeki insanların birbirleri ile olan münasebetlerini en iyi düzenleyen din İslâm; toplumun yapısı olan aileleri ve ailelerin temel taşı olan fertleri bedenen sıhhatli yapan, rûhen güçlü ve kuvvetli yapan İslâm.” dedim.

Tabi asker olduğu için; “Askerlik bakımından da İslâm’dan daha güzel bir din bulamazsınız.” dedim. “Yani askerlik mesleğini bir mübarek ve mukaddes meslek haline getiren İslâm; nöbeti bir ibadet haline getiren İslâm. Allah yolunda başkalarının sınırlarının arkasında huzur içinde yaşaması için canından geçmeyi bir ideal olarak insanlara aşılayan İslâm. Bunları hangi dinde bulacaksınız? Bulamazsınız ki bulamazdınız ki Paşam!” dedim.

Tabii ben sözü bu tarafa getirince bizim Roma’da askerî ateşelik yapmış alay komutanı da; “Doğru Paşam! Roma’da bulundum, onların hiç akla mantığa uygun tarafı yoktur.” dedi. Paşa hazretleri çok takdir etmiş, verdiğim cevaptan memnun olmuş anlaşılan. Ben emekli olduktan sonra hâlâ bayramlarda bana tebrik gönderirdi.

İşin gerçeği de budur. Bizim ecdadımız, büyüklerimiz bu dini sosyal birtakım hadiselerin sürüklemesi sonunda rüzgarın önünde yaprak misali, “Eh ne yapalım bizim de kısmetimiz buymuş. Bu inanç da bizim olsun.” diye seçmediler. Her zaman yoklama ve irdeleme, kontrol ve tenkit süzgeçleri, mantık ve muhakemeleri çalıştı. İslâm’a daha çok âşık olarak sımsıkı bağlandılar.

Mesela Hindistan’a gittiler; buradaki 400 kadar mezhebi gördüler, yönettiler ve onların hepsini bir noktaya getirmek için çalıştılar. İran’a hakim oldular; buradaki şiiler ile sünnilerin arasındaki anlaşmazlığı halletmek için hakem rolünde oldular. Tarafları karşılarına getirip, hangisi haklıysa diğeri ona tâbî olsun diye münazara yaptırdılar. Devamlı bir ilmî araştırma, tenkit ve basiret üzere bu dine sarıldılar; severek bağlandılar.

Zaten severek bağlanılmayan bir dine insanoğlu asırlarca bu kadar fedakârca hizmet etmez. Bu kadar baskı ve düşmana rağmen bu kadar fedakârca bağlanmaz...

---
Prof. Dr. M. Es'ad Coşan'ın "İSLÂM" adlı eserinden alıntıdır...

Devamını Oku »

Kemalizm Dini !!

Kemalizm Dini !!Haddizatında Türk tarihinde ilk din devleti, Cumhuriyet Türkiyesi’dir. Ulu tapınak Akropolisi ve yurt sathında yayılmış irili ufaklı tümen tümen tali ibadet yerleri, esma-i hüsnası, kitab-ı mukaddesiyle ve aynı zamanda hadisleriyle peygamberlik görevini de üstlenmiş gözüken tanrı kılınmış kişi -ki, adıyla anılan dini, “Kemalîlik”- ve elverdiği bir kutsal makam dahi vardır. Bu “kutsal makam”, “derin devlet”in başı yahud merkezi durumundadır. Bunun buyruk ile kumanda şemsiyesi altındaki zabitana “ruhban zümresi” diyebiliriz. Bahse konu zümreye “iman”ı, yaşayışı, tavır ve tutumu, demek ki, “muamelat”ıyla yakın duran “ruhban olmayanlar” yani “laique-civil”ler dahi mümtazdır. Bu kategoriden olmayı reddedenlere gelince, onlar “göbeğini kaşıyan inkarcı kaba kara budun”, sol Kemâlîlerin deyişiyle, “halk yığınları”dır. Mü’min Kemâlî, küreselleştirilmiş Çağdaş Ingiliz-Yahudi medeniyetine -kısaca “Çağdaşlık”a merbut, giderek kuldur. O, kendini, Çağdaş Ingiliz-Yahudi Medeniyeti’nin temel belirleyicisi olduğu sanılan “akl”ın yarattığı kanısındadır. Bununla birlikte, akla-mantığa ziyadesiyle uyduğu söylenemez. Filvâkî doksan yıla yakın geçmişiyle “Kemâlî Din”, Türk Milleti’nin uyuşturucu-aptallaştırıcı afyonu olmuştu.

 

Teoman Durali-Omurgasızlaştırılmış Türklük
Devamını Oku »