Batı Hala İnsanlığın Sorumluluğunu Üzerine Alamamıştır

İnsanlığın son çağlarda birbirleriyle sıkı temaslar içinde bulunan topluluklardan oluştuğu, yeryüzünün her yerine uzanan bir standardizasyondan etkilendiği bir gerçek. Ama bu sonuçtan kalkarak böyle bir standardizasyonu doğuran kuvvetin başlangıçta iyi niyetlerle  bezendiği kolayca ileri sürülemez. Belki tersini de kesinlikle ileri sürmek mümkün değil. Bilimin varlığı bizatihi bir kötülük olarak algılanamaz. Anlaşılması gereken her zaman diliminde ve her toprak parçasında insanların spesifik meselelerle bağımlı olduklarıdır. Evet, Batı Avrupa'da doğan bilim, teknik, medeniyet ve insan anlayışı günümüz dünyasında kesin bir yaygınlık kazanmıştır, fakat yine de tarihin bir döneminde, dünyanın bir bölgesinde yaşayan insanların bütün insanlığın meselelerini çözmek üzere harekete geçmiş olduklarını iddia edemeyiz.

Edemeyiz, çünkü, Batı'da doğmuş makinalı medeniyet bugün bütün yeryüzünü egemenliği altına almış olmakla birlikte halen insanlığın sorumluluğunu yüklenmeye bile yanaşmamaktadır. Hatta bu medeniyet, açlık, savaş, hastalık, eşitsizlik gibi kendine düşman ilân ettiği ve fakat gerçekte kendinin türettiği kötülüklere karşı bile etkili olamamaktadır. Üstelik teknolojik imkânların bu kötülükleri ortadan kaldırmak üzere mevcut olduğu, hatta bu imkânı da elinde tuttuğu medeniyetin müdafiileri tarafından öne sürülmektedir. Ama bu medeniyet ayakta kalabilmek için insanlığın çözülemez meseleleri bulunduğuna halkı gizliden gizliye inandırmak zorunda olduğunu biliyor.

Kaynak:

İsmet Özel-Zor Zamanda Konuşmak
Devamını Oku »

Reform Ve Rönesans'ı Bir İlerleme Olarak Niteyele Bilirmiyiz ?

reform

Modern batı medeniyetini, salt maddî boyutta geliş­miş yegane medeniyet olarak gören ve gelişmesini ürkü­tücü olarak niteleyen Guénon, bu ‘gelişmenin başlangı­cını‘ Hristiyanlık düşünce yapısıyla, ‘feodalite’ düzeni­nin de sonunu gösteren’’ Rönesans dönemiyle ayni an­da başlatmaktadır. Ürkütücü olan bu başlangıç, fikrî (in­tellectuel) bir gerilemeyi de beraberinde getirirken, Ortaçağ düşünce dünyasındaki çözülmeler için bir sonuç oluşturmuştur. ‘’Rönesans ve reform hareketleri, bilhas­sa neticedirler; ancak önceden olan bir çözülme ile müm­kün olabilmişlerdir’’ Buna göre ‘rönesans’ ve ‘reform’, tüm geleneksel yapılara da yansıyacak bir çıkış oluştur­mak üzere, Hristiyan geleneksel yapısıyla olan çatışma­yı ve kopukluğu tamamlamıştır. Rönesans, ilim ve sanat alanında, reform ise din alanında bu kopukluğun kesin göstergeleri olmuştur. Ne var ki, skolastik zihniyete kar­şı bir oluşum göstermesine rağmen, bir ilerleme ve yük­selme hareketi olarak niteleye bilir miyiz, reform ve röne­sans hareketlerini?

Göreli değerler açısından değerlendirenler için bir ‘ilerleme’ sayılırsa da, sonuçları ve etkisinin sürekliliği bakmandan hiç de böyle görülmemektedir. Bir ilerleme olarak değil, ama daha pervasız düşünce ve hayat tarzlarına doğru, sadece bir gelişme olarak görülebilir. ‘Bize göre aşırı ve anormal olan bu gelişme, duyu organlarıyla al­gılamayı her şeyin üstünde tutan kimselere bir ilerleme gibi görünmekten geri kalmamıştır. İkame ettiği de­ğerler bakımından nasıl değerlendirmeliyiz?

Geleneksel bilgilerin kaybolmasıyla bunların yerini, artık bundan böyle felsefe ve profan bilimler, yani gerçek ‘entellektüellik’in inkar edilmesi, bilginin en aşağı dü­zenle sınırlanması, olguların hiçbir prensibe bağlı olma­yan deneysel ve analitik yolla araştırılması, sayısız ay­rıntıların içinde kaybolma, hiç durmadan birbirlerini çü­rüten, temelden yoksun tezlerin ve modern medeniyetin fiili tek üstünlüğünü oluşturan pratik uygulamalar ha­riç, bunun dışında hiçbir şeye götürmeyen ve bütünlük­ten yoksun görüşler yığını almıştır.Rönesans anlayı­şıyla, algılama gücünün alanı küçültülmüştür. Sadece, soyut ve dogmatik kavrama tarzına geçerlilik tanıma aşırılığından, onu bütünüyle dışlayan, salt maddî olan kavrama biçimine üstünlük tanıma aşırılığına geçilmiş­tir. Mevcut Batı uygarlığını bir 'sapma haline dönüştü­ren de, işte, maddî ve duyusal düzenin abartılarak, her şeye hakim kılınmış olmasıdır.

Ortaçağ geleneğine karşı bilinçli ve iradî bir tepki oluşturan Rönesans, öte yandan Greklerle başlayıp Roma ile devam eden, ancak Hristiyan Ortaçağında bir kesintiye uğrayan ‘beşerilik’ niteliğinin yeniden uyanma çağı olmuştur. Burada, ‘klasik önyargısı' dediğimiz du­rumla karşılaşmaktayız. Rönesanstan sonra Batıklar, kendilerini hassatan Grek-Roma antik dünyasının vari­si ve sürdürücüsü olarak görmeye, bunun dışındaki bü­tün şeyleri ise, sistemli bir biçimde tanımamaya veya bil­mezlikten gelmeye başladılar. Hakikati bir bütün ola­rak kavrama konusunda birçok şeyin ölümünü hazırla­yan Rönesans, eşyanın görünümüne ve kabuğuna ait bil­gi ve tezahürlere, gerçeğin tamamıymış gibi tutunmayı getirdi. Skolastik aşırılığa, salt maddî-bilimsel aşırılıkla cevap vermiş oldu. Dahası, her şeyi salt beşerî ölçülere indirgemek, ilmi ve ahlakî, tüm prensipleri Mutlak Prensip’ten soyutlamak ve sembolik bir deyimle, yeryü­zünü fethetmek gerekçesiyle ‘Sema’ ya sırt dönmek anla­mında, Hümanizma’ ile özdeşleşerek, profan bir var­lık anlayışının ilk biçimini oluşturdu.«

Rönesans düşüncesi böylece, zekanın fonksiyonunu eşya üzerinde sınırlayıp, bütünüyle pragmatik bir gaye­ye bağlamıştır.

Kaynak:

Sadık Kılıç-Fıtratın Dirilişi
Devamını Oku »

Batı Tipi Milliyetçilik

Aydınlanma” dönemi ve sonrasında Batı’da doğan bütün ideolojilerin özelliği, dine karşı olumsuz tavırda olmaktır. Temeli materyalizm olan bu ideolojilerin en tesirlisi de, hemen hemen diğer bütün ideolojilerin de içine sızmış olan sözde milliyetçiliktir. Batı tipi milliyetçilik diyebileceğimiz bu ideoloji, ilkel toplumlarda görülen kavmiyetçiliğin, “modern” Avrupa’da “bilimsel” bir görünüm verilmiş halinden başka bir şey değildir. İslamiyet’in şiddetle reddettiği bu cahiliye dönemi âdeti, ''aydınlık'' sevdasına düşmüş bir avuç okumuş tarafından maalesef bizim memleketimizi de yaygınlaştırılmıştır.

Kaynak:

Hüseyin Dayı-Milliyetçiliğin Dinle Kavgası

Devamını Oku »

Terkedilen Meseleler

Gerçeğin ne olduğunu öğrenebilmek için insanların meselelerini de değiştirmesi bahis konusudur. Günümüz dünyasında olayların peşi sıra meselelerin de sık sık de­ğiştiği söylenebilir. Ama bütünüyle doğru bir tesbit ol­maz bu. Düşünce hayatındaki hareketlilik gerek batı ül­kelerinde gerekse bu ülkelerin ilkesiz taklitçisi olan Tür­kiye'de gerçeğin bilinmesi yolunda yeni meselelerle kar­şılaşıldığı için değil, yeni meselelerin cazib kabul edilme­si sebebiyledir. Yani köklerinden kopmayı marifet sayan günümüz insanının modaya uymak hususundaki heves­leri düşünce alanında da müessir olabilmekte.

Modaya uymaktan başka endişe taşımayan kadın, mevsim değişince üstündekileri atıp yeni kabul ettiği el­biseleri nasıl giyiniyorsa, adı aydına çıkmış insanlar da bazı şeylerin zamanının geçtiğine karar verip yenidir di­ye inandıkları meseleleri meşguliyet alanına dahil et­mektedirler. Yeni meselelerin ortaya çıkmasında gayri tabii sayılacak herhangi bir şey yok. Çünkü hayatın ha­reketliliği sürekli olarak uğraşılacak yeni meseleler do­ğuracak ve bu meselelerin çevresinde çalışmasını yürüten bilim adamları, sanatçılar ve meraklılar hep olacak­tır. Bu kadarına kimsenin itirazı olabileceğini sanmıyo­rum. Ama eğer insanların önlerine mesele olarak aldığı hususlar, bir sonuca bağlanabilecek olgunluğa ulaştırıl­madan yeni bir meseleye dalmıyor, mesele olarak alman husus hangi ihtiyaçtan doğdu ise o ihtiyaca olan rabıtası sonuna kadar muhafaza edilemiyorsa, o zaman değişen meseleleri ciddiye almakta zorluk çekeriz. Bilim ve felse­fede bir meselenin çözümü istikametinde katedilen yol yeni meseleler getirir. Oysa günümüzde meseleler ani­den doğuveriyor, hele ülkemizde bu iyice sürprizli bir oyun sanki. Türkiye'de meseleden meseleye atlanılması­nın, her mesele üzerinde ilk heves alınıncaya kadar an­cak durulmasının sebebi biraz her düşüncenin batı'dan alınmasına duyulan mecburiyet, biraz da ortaya çıkan her durumun batı ülkelerinden tamamen zıt bir mahiyet arzediyor olmasıdır. Bütün bunlar Türk aydınını düşün­celeri bakımından bir modasever yapmaya yetiyor

İsmet Özel, Zor Zamanda Konuşmak
Devamını Oku »

İnsan İle Tabiat

Söze "insanla tabiat arasındaki ilişki..." diye başlamak, bu sözü söyleyenin tümüyle batılı bir kafa yapısı sahibi olduğunu göstermeye yeter. İnsan ve tabiat ayrı­mı yapıldıktan sonra ister bu iki unsuru birbiriyle düşman isterse ahenkli bir bütünlük içinde kavrayınız Kar­tezyen düalizmin içine düşmüş olursunuz. Yani artık ka­fanız bu günkü batı bilimini bu yüksek noktaya getirmiş olan tarzda çalışmaya başlamıştır. Böyle düşünmekle yıl­dızlar arası seyahati mümkün kılacak bir gelişmeye, mikro organizmalar arası ilişkilere karışabilen bir güce erişebilirsiniz. Ama, "ben" ve "dünya" ayrımı yapmış ol­makla kaybettiğimiz huzurunuzu bir daha hiç bulamıya-caksınız.

17.yüzyılda, yani kapitalizmin şafağı dediğimiz çağda yaşamış olan René Descartes, batı biliminin hızla gelişmesini mümkün kılan düşünme metodunu getirdi: Ruh ve madde ayrımının uzantısı olarak, birbirinden ay­rı ve bağımsız iki alan kabul ediyordu Descartes. Bunlar­dan biri bilen, bilme işini yapan zihin (res cogitans) öteki de bilinen, bilmeye konu olan madde alemi (res extensa) idi. Kartezyen düalizm bilim adamlarına kendileri dışın­daki her şeyi ölü sayma, üzerinde deney yapabilme ruh­satı verdi. Bir tarafta insan vardı, bir tarafta ise tabiat.

Böyle bir ayrım yapınca tabiat nesnel, yani objektif ola­rak tasvir edilebilir, ölçülebilir, üzerinde değişiklik yapı­labilir bir kavram olarak insanların kafasına yerleşti. Yalnız bilim adamları değil, biraz mürekkep yalamış herkes tabiat diye bir soyutluk olduğuna, bu soyut varlı­ğın objektif bir tasvirinin yapılabileceğine inandı. Sanki bu tasviri "insan" gibi noksan bir varlık yapmıyormuş, Ölçüleri koyan kendisi de ölçüme tabi değilmiş gibi bir anlayış egemen oldu. Nitekim ateist hümanizm "ölçü koyan" insanı ölü tabiat karşısında en üstün pozisyona "tanrılık katına” yerleştirmekte tereddüt etmedi. Aynı şekilde, ateist hümanizmin anlayışı içinde kartezyen ka­fanın türettiği tabiat kavramı tanrısal yüklemi de üzeri­ne almış oluyor, "tabiat kanunu" sözü "âdetullah" kavra­mı yerine ikame ediliyordu.

Bugün modern batı bilimi kartezyen öncüllerle di­namizmini muhafaza edemiyor. İzafiyet nazariyesi, nük­leer fizik ve modern mantık alanındaki gelişmeler ben ve dünya İkilisiyle düşünmenin yanlışlığı, bırakılması, yeni düşünme biçimi alanlarına girilmesi gibi mesafeler katettirdi insanlara. Ama kartezyen mantığın yanlışlığı­na yine o mantığın sınırlarına ulaşmak suretiyle, evrenin mekanik açıklamasının yetersizliğine yine bu açıklama­ların kazanımları üzerinde hareket etmek suretiyle vardı insanlar.

Madem batı düşüncesi, teorisi, pratiği, şusu busuyla bizzat batılılar tarafından anlaşılmıştır da niçin batı batılı olmaktan vazgeçmiyor diye düşünülebilir. Nitekim, bu yolda yürünmüyor da değil. Bugün İslâm da dahil olmak üzre metropol ahalisi üzerinde doğu düşüncesinin gerek mistik gerekse rasyonel yollarla etkisi hesaba katılır ölçüde. Ama bir zıtlık, bir çatışkı yaşıyoruz bu alan­da. Batı düşüncesini terketmenin gerekliliğini görecek kadar kafası gelişen insanlar artık doğu düşüncesini be­nimseyebilecek saflığı, hayranlığı kaybetmiş oluyorlar. Doğu düşüncesini saflıkla ve gerekli hayranlığı elde tu­tarak kendi bünyesinde yaşatmaya hazır kafalar da müs­tevli batı zihniyetinin bütün zokalarını yutacak kadar te­dariksiz. Çünkü bütün boyutlarıyla yaşayan bir gelenek­sel çevre, külliyen tanıyabileceğimiz doğu atmosferi yok. Öyleyse kendimizi aldatmacaya kaptırmadan "bu belli şartlarda" ne yapılacaksa yapmaya girişmek, çağı­mızı göze almak zorundayız.

İsmet Özel, Zor Zamanda Konuşmak
Devamını Oku »

Kaideler İstisnaları Bozar

Gerek bilimde, gerekse sosyal hayatta konulmuş kaidelerin her zaman istisnaları olagelmiştir. Kaidelerin, kuralların savunucularının bu istisnaların önemini kü­çültmek, etki alanlarını daraltabilmek için eskiden beri.

istisnalar kaideleri bozmaz" şiarını baştacı ettikleri bilinir. Oysa kaide, hatta kanun olarak kabul edilen, bü­tünün yapışma uymayan farklı unsur veya olay bir kai­denin, kanunun mahiyetinin yeniden düşünülmesini zo­runlu kılar.

Eğer bir kuralın istisnası varsa, o kuralın geçerliliği yeniden tartışılmak gerekir. Nitekim, bilimde­ki, özellikle pozitif dedikleri bilimlerdeki yasalar istisna­larla karşılaşır karşılaşmaz yeniden düşünülmeye değer bulunmuş ve istisnanın da içinde yer alabileceği yeni bir kaidenin teşkili, elde edilmesi yoluna gidilmiştir. Eğer bir olay önceden bilinen kaideler gereğince cereyan et­memişse, ortaya çıkan bir sonuç kabul edilen kanunların çerçevesi içinde açıklanamıyorsa o zaman olayın ve sonucun varlığından değil, onun niçin gerçekleştiğini açıklamakta aciz kalan kaidenin ve kanunun geçerliliğinden şüphe etmek pozitif bilimlerin şanındandır. Bu durumda istisnalar kaideleri bozmaz demek, gerçekleri değil insan vehimlerini savunmak anlamına gelir. Öyle ise "istisnalar kaidelerin mezarıdır" sözü daha doğru bir yaklaşım sağlar demeliyiz. Çünkü bilimdeki bütün yeni buluşlar karşılaşılan istisnanın sebebini bulmak gayretiy­le girişilen zahmetlerin sonucu olmuştur. Gerçi varılan sonuç daha sonra yeni bir kaide, yeni, bir kanun kabul edilmiştir, ama her yeni kanun ancak kendi istisnasıyla karşılaşıncaya kadar güçlü bir açıklama sunabilir insan.

Sosyal hayâttaki kaideler, bilimde kabul edilen kanunlardan elbet farklı mâhiyettedir. Toplum hayatının  kaideleri örf, âdet ve alışkanlıklardan örülüdür. Toplum  kaidelerinin dışına çıkmak ancak suç işlemek, namussuzluk etmek, töreyi bozmak şeklinde olur.Bu bakımdan istisnaların ‘’toplum kaidelerini bozanlar’’ şeklinde anlaşılmaları imkânsızdır. Toplum hayatında istisna, üs­tün bir yetenek, keskin bir zekâ, derin bir duyuş sahibi kimse olarak kabul edilmesi gerekir.

Eğer bir toplumda suç kaidelere uygun olarak işlenebiliyorsa; namuslu ol­mak özü boşaltılmış bir kaide biçiminde kabul ediliyor­sa; töre, şeklin muhafazasıdır, diye anlaşmıyorsa o zaman istisnaların kaideler tarafından bozulmaya mahkûm olduğunu söyleyebiliriz. Madem ki "istisna" denilen kişi bir toplumdaki üstün yetenekli, parlak zekâlı, derin duyuşlu insandır, kaidelerin yeteneksizi, budalayı ve duygusuzu esas unsur kıldığı ortamda üstün vasıftakiler zarar göreceklerdir. Birinci ihtimal üstün vasıflara sahip kimsenin bu vasıflarını toplum kaideleri uyarınca işe koşmasıdır. Bu şüphe yok ki istisna sayılan kişinin ruhça bozulması sonucunda başarılabilecek bir şeydir. Bir fırsatçı, bir sahtekâr olmadığı sürece hiçbir insan kaidele­rin ancak suçu ve namussuzluğu koruduğu bir ortamda gerçek üstünlükteki vasıflarını kullanamıyacaktır. İkinci ihtimal "istisna" vasıflara sahip bir insanın hiçbir etkin­lik gösteremeyişidir. Bu ise onun ortalama yetenekte, orta zekâda ve orta duyarlıktaki herhangi bir insandan çok daha fazla acı çekmesi demektir. Sıradan olamıyacak kadar vasıflı, sıraya giremiyecek kadar da üstün nitelikli­dir.

Katolik papazlar Galileo'nun yaptığı teleskoptan Ay'a, Venüs veya Jüpiter gezegenlerine bakmayı reddet­mişler. Çünkü papazların anlayışlarına göre Allah'ın yarattığı kâinattaki güzellik ve ahengi görmek için bu usul uygun değilmiş. Yani bu papazlar bir kaide koy­muşlar ve Galileo'nun getirdiği istisnanın kaideyi boza­cağına inanmışlar. Oysa bugün, o günkü istisna kaide olmuştur ve Galileo'dan kalkan modern bilim öyle yerlere gelmiştir ki çıplak gözle Ay'a bakmak, yıldızları sadece yıldızlar olarak görebilmek istisnadan sayılmak­tadır. Dünkü istisna kaideyi bozdu evet ama, bugünkü kaideler de istisnayı bozuyor. Çağdaş bilim çok temel bazı gerçekleri söyleyenleri beyin ameliyatlarına, elekt­roşoklara sürüklüyor. İstisnalar alkolizmin, beyaz zehirin, şiddetin eline teslim ediliyor. Kaideler sağlamlaştık­ça istisnalar çürüyor, bozuluyor.

İsmet Özel, Zor Zamanda Konuşmak
Devamını Oku »

İslam'ın Akdeniz'e Çıkmasının Etkileri

İslâm Tarihinin ilk yüzyyıllarını, “İslâm'ın Yayılış Tarihi” saymak mümkün­dür. Nitekim Peygamberimizin vefatından yüzyıl sonra Çin’den Fransa içlerine kadar uzanan topraklar Halifenin hükmettiği, hükümet ettiği topraklardı.

Daha Hazreti Ebu Bekir ile Ömer zamanında Doğu Akdeniz’e kıyısı olan Su­riye, Filistin ve Mısır fethedilmişti. Sonra sırasıyla Trablusgarp, Kıbrıs, Rodos Adası’nın fethi, Sicilya çıkarması, Kuzeybatı Afrika’nın fethi gerçekleştirilmiş­tir. 711’de Tank Bin Ziyad komutasındaki ordu İspanya’ya girip neredeyse Is­panya’nın yansını fethetmiştir. Az bir zamanda İspanya topraklarında Endülüs İslâm Devleti kurulunca Akdeniz doğu, batı ve güneyden İslâm topraklan ile çevrilmiş ve Müslüman Gölü hâline gelmiştir. 1100’lerden itibaren Selçuklula­rın Anadolu topraklarındaki fetihlerinin ardından 1300’lerden itibaren Osmanlı­ların Avrupa topraklarında yaptıkları fetihlerle Ege’de ve Akdeniz’in kuzeyinde de Müslümanlar egemen olmaya başlamış 1500’lere geldiğimizde Akdeniz tam bir Müslüman Gölü olmuştur.

İslâm Medeniyeti, aynı zamanda bir “kitap medeniyeti”dir. Her Müslümanın Kuran’ı okumayı öğrenmek istemesi, Kuran okumanın özendirilmesi, Peygam­ber efendimiz döneminde savaş tutsaklarının Müslümanlara okuma öğretmekle görevlendirilmesi İslâm Toplumlarında hep kitabın, okumanın, zamanla yazma­nın yaygınlaşmasına yol açmıştır. Tarihte büyük İslâm şehirleri kütüphaneleriy­le, kitaplıklarındaki kitapların çokluğu ile önlenmiştir. Belki bu yüzden İslâm toprağına giren düşmanlar, Bağdat’ta Moğollar, Endülüs te Katolik İspanyollar kütüphaneleri ve kitapları yakarak işe başlamışlardır. “Daha onuncu asır başında Kurtuba’da yalnız kataloğu kırk dört cilt tutan 600.000 elyazması eserle dolu kü­tüphaneler vardı... Hıristiyanlar, Gımata’yı zapt ettikleri zaman şehrin meyda­nında 80.000 kitap yaktılar.”

Müslümanlar, fethettikleri topraklarda İnsanî davranışlarıyla, adaletli hüküm­leriyle, uygulamalarıyla, yaşama tarzlarıyla, kitaplarıyla, okumaya, bilime ver­dikleri önemle, kurdukları okullarla, kütüphanelerle, yaptıkları camilerle, hanlar­la, hamamlarla, yollar, köprüler, hastanelerle kalıcı olabilmişler, tümüyle bir İs­lâm Medeniyeti örneği verebilmişlerdir.

Belçikalı iktisat tarihçisi, Henri Pirenne Islâmiyetin Akdeniz’de Yayılması’ konusunda düşünceleri olan, bu konuya kitaplarında değinen bir yazardır. O Hz Muhammed ve Charlamagne adlı kitabının bir yerinde şöyle der;’’Burada karşımıza çıkan en büyük sorun,Germenlerden daha kalabalık olmayan olmayan Arapların,onlar gibi ele geçirdikleri topraklarda, kendilerinden daha üstün olan kültür tarafın­dan neden özümlenemedikleridir. Bütün sorun buradadır. Buna yalnızca tek bir cevap vardır, o da manevî düzeydedir. Germenlerin İmparatorluğun Hıristiyanlı­ğına karşı çıkartacak bir şeyleri olmamasına karşılık, Araplar yeni bir inancın he­yecanıyla dopdoluydular. İşte bu onları özümlenilemez hâle getiriyordu... Ger­men Romahia ya girer girmez Romalılaşmakta, Romalı ise İslâmiyet tarafından fethedilir fethedilmez Araplaşmakta... Roma İmparatorluğu, Hıristiyanlaşırken ruhunu değiştirmişti; İslâmlaşırken ise hem ruhunu hem de bedenini değiştirmiş­tir.” Femand Braudel II Felipe Döneminde Akdeniz ve Akdeniz Dünyası 2 adlı kitabında Osmanlıların Akdeniz’deki, Akdeniz'e kıyısı olan kentlerdeki fetihleri­ni, Akdeniz’deki deniz çekişmelerini ve savaşlarını, Ispanya’daki Endülüs Müs-lümanlarına yönelik şiddeti ve Katoliklerin Ispanya'daki ve Akdeniz’deki müca­delelerini ayrıntılı bir biçimde anlatır. O’na göre; “Boğazların öte yanındaki Türk Fethi, koşullar tarafından geniş ölçüde kolaylaştırılmıştır. Balkanlardaki Türk fet­hi, şaşırtıcı bir toplumsal devrimden yararlanmıştır... Türklerin karşısında top­lumsal bir dünya çökmüştür, bu çöküş, kısmen kendiliğinden olmuştur ve Albert Grenier’nin şu düşüncesinin istisnasız doğru olduğunu bir kez daha düşünmek ge­rekmektedir: ‘Ancak bunu isteyen toplumlar fethedilebilirler.’”

Braudel işin daha çok savaş ve fetih yönü üzerinde dururken Montgomary Watt, İslâm Avrupa’da kitabında ticarete vurgu yapmaktadır. Watt’a göre; “Ti­caret, insan toplumlarının tekâmülünde önemli bir rol oynamıştır. Bu itibarla onun İslâm medeniyetinde daima özel bir yeri vardır. İslâmiyet, bir köy ve çöl dini değil, tüccar dini idi. İslâm kültürünün yayılması, Müslümanların iş ve tica­ret hayatında gösterdikleri kudret sayesinde olmuştur.“

Braudel, Osmanlıların Balkanlarda tutunmasını anlatırken; “yol, müstahkem mevkiler yapımı, deve kervanlarının oluşturduğu iaşe ve taşıma sisteminin hareketi’’ üzerinde durur ve özellikle Türklerin egemen oldukları veya inşa ettikleri veya tahkim ettikleri kentler aracılığıyla örgütlenen fetihleri vurgular: “Bu kent­ler, Türk uygarlığının gerçek ışıma durakları olmuşlardır, ayrıca bu ülkeleri sa­kinimizmişler, evcilleştirmişler, terbiye etmişlerdir.” “Türkler, yarımadanın bü­tün halklarının yerlerini aldıkları galiple işbirliği yaparak Bizans İmparatorluğu­nun ihtişamını aniden ortaya çıkardıkları kadroları yaratarak fetihle yeniden bir düzen, bir 'paxffurcica’ kurmuştur.”

Oxinanhnın kurduğu düzen, uyruklarına huzur ve güven verirken komşu halklara da örneklik teşkil etmiştir. Bir Fransız gezgin Osmanlı topraklarını, kentlerini anlatırken; 1528 ’de “ülke, emindir ve ne bir soygun, ne de bir yol ke­sen haydut haberi bulunmaktadır.” demiştir. Artık “Hıristiyanların gözünde Türk İmparatorluğu, uzun süre hayranlık verici, anlaşılmaz düzenliliğinden ötürü şaşırtıcı olarak kalmıştır,çünkü imparatorluğun ordusu, Batılıları disiplini, sessizliği ile olduğu kadar cesareti, mühimmatının bolluğu dayanıklılığı ile de hayran bırakmıştır."

Braudel’in Osmanlılar için söylediklerini Pirenne, Müslümanlara genelleşti­rerek başka bir açıdan genelleştirir: “Müslümanlar yenik halklar üzerinde, Hıris­tiyanların yaptıkları cinsten bir propaganda yapmadıkları gibi dinsel baskıya da başvurmamışlardır. Müslümanların yenik halklara önerdikleri, sanıldığı gibi on­ların İslâmiyet’e geçmeleri değil ama İslâm’a tabi olmalarıdır. Fetihten sonra kâ­firlerin bilim ve sanatlarını bir savaş ganimeti olarak alıp Tanrı yoluna bunları kullanmaktan başka bir şey istememektedirler. Hatta onların kuramlarım da ya­rarlı gördükleri ölçüde alacaklardır.”

Emle Bradford’un, Barbaros Hayrettin adlı kitabında Sir Godfrey Fisher’in, Cezayir Efsanesi adlı kitabından bir alıntı yer alır. Burada; “baskı altında inleyen Hıristiyanların birçoğu, Macarların Türk topraklarına sığındığı gibi özgürlük ve aydınlığa kavuşmak için Cezayir’e sığmıyordu. Ta uzaktaki İngiltere’de bile, Fas ve Osmanlı sultanları ile ve Barbaros’la ilişki kurmak isteyen bir azınlık var­dı...” “Müslümanlar Avrupa devletlerine kıyasla, başka dinden olanlara karşı da­ha çok hoşgörü  sahibiydiler.”

Braudel, sağlanan güven, huzur ve refahın insanları Müslüman olmaya yö­nelttiğini belirtmektedir: “o çağdaki bir tanığın ifadesine göre Hıristiyanlar, bin­lerle ifade edilen sayılarla Türk ve Müslüman olmaktadırlar. Ayrıca Rumlar, Katolik imanına tabi olmaktansa Türklere teslim olmayı tercih edeceklerdir. Za­ten yaptıkları da budur. Rumlar, Venediklilere ve Bati Akdenizli korsanlara kar­şı hemen her zaman Türklerin yanında yer almışlardır. Niçin? Çünkü Türkler, olağan olarak hoşgörülüdürler, hiçbir zaman dinsel katılık göstermemişlerdir. Ortodoks imanının uygulanmasını hiçbir zaman rahatsız etmemişlerdir.

Fetih sonrası kalıcılık daha önemlidir. Osmanlılar bunu fethettikleri yerlerde gösterdikleri adaletli uygulamalarıyla yöreyi inşa ve imar faaliyetleri ile sağla­mışlardır. “Dün, İspanya’da Müslüman egemenliği dönemi için olduğu gibi Türk yüzyıllarının üzerine de asılsız bir itibarsızlık damgası vurulmuştur.,. Ancak Türk deneyinin gücünü küçümsemek, Balkan dünyasına getirdiklerini bilmezden gelmek ve her kökenden mallan buraya kattığım hesaba katmamak mümkün de­ğildir. Balkanların tümü boyunca şu Asya tarzı davranışlar, şu renkler, Türklere borçlu olunan şeylerdir. Türkler de uzaklarındaki Doğu'dan aldıklarını yaymak­taydılar. Kentler ve kırlar onlar tarafından derinlemesine bir şekilde Doğululaştırılmışlardır. Bir Katolik ada olan Raguza’da 16. yüzyılda kadınların bâlâ peçe ataklan ve kafes arkasında tutuldukları, nişanlıların birbirlerini ancak nikâhtan sonra görebildikleri hiç de önemsiz bir olgu değildir ”

Osmanlı topraklarında oluşan hava insanları çekmektedir. “insanlar büyük gruplar halinde Hristiyanlıktan İslam’a geçmektedirler.İslamiyet,onları macera ve kazanç olanaktan nedeniyle cezbetmektedir.” Yine “İslâm ülkeleriyle temasta olan Hıristiyan çoğu zaman din değiştirmenin başdöndürmesine kapılmak­tadır..." Korsika'dan, Sicilya'dan, Calabria’dan, Cenova’dan, Venedik’ten, İs-panya'dan, Akdeniz dünyasının bütün köşelerinden dönmeler İslâmiyet’e geç­mişlerdir. Türk belki de bilinçsizce kapılarını açmakta, Hıristiyan da kendisininkini kapatmaktadır.”

Osmanlılar, fethettikleri yörelerin insanlarına son derece hoşgörülü davranırken Katolik tspanyollar reconquista'da (Ispanya’yı tekrar Müslümanlardan geri alma) Müslümanları zorla Hıristiyan yapmaya çalışmışlardır. Zorla Hıristiyanlaştırılmak istenen İspanyol Müslümanlara morisco denmektedir. İspanyollar bununla da ye­tinmemişler. 1609-1614 tehciri sırasında bu insanları sınır dışı etmişlerdir. Amin Maalouf. Afrikalı Leo romanında tam da bunları anlatmaktadır. “Ben Hasan, tartıcıbaşı Muhammed'in oğlu, ben Giovanni Leone de Medici; bir berberin sünnet et­tiği, bir papanın vaftiz ettiği ben. Şimdi Afrikalı diye anılıyorum ama Afrikalı de­ğilim, Avrupalı da Arabistanlı da değilim. Bana Granadalı, Faslı, Zeyyatlı da der­ler, ama ben hiçbir ülkeden, kentten ya da boydan değilim... Benim Arapça, Türk­çe, Kastilya dili. Berberi dili, İbranice, Latince, sokak îtalyancası konuştuğumu du­yacaksın; çünkü bütün diller ve bütün dualar benim dillerim, benim dualarım.”

Osmanlının karadan Avrupa içlerine Akdeniz üzerinden kıyı kentlerine yap­tığı seferlerin asıl amaçlarından birinin Endülüs Müslümanlarının yardımına koş­mak olduğu öteden beri söylenegelmektedir. Braudel. bu olasılığa dikkat çek­mektedir ‘Türkler donanmalarını İspanya kıyılarına kadar yollayacaklar mıdır? Yarımadada bu olasılığın geçerliliğine inanılmıştır... Acaba Türkler Moriscolara yardım etmeyi düşünmediler mi?”

Türk siyaseti, kendi mecrasında akmaktadır. Bu siyaset; “helkesin kendi ro­lünü oynamasına izin vermektedir: Kişilerden biri Venedik’e karşı kibar olma, bir diğeri İspanya veya Fransa ile pazarlık yapma rolünü oynamaktadır... Moriscoları cesaretsizliğe sevk etmemekte, Türkler doğrudan veya İspanyol donanma­sına saldırarak dolaylı yardım olasılığını yok etmemekte, Moriscoları beklemede tutmakta ve böylece Moriscoların onlara bilinçsiz bir şekilde sağladıkları yardımdan kendi işlerini tehlikesizce çözmek için yararlanmaktadırlar.”! 12)

İşin başka bir boyutu da Hıristiyanlaşmayı kabul etmeyip Afrika’ya özellikle de Cezayir’e yerleşen Endülüs Müslümanlarının terk etmek zorunda kaldıkları Ispanya’ya yönelik eylemlere girişmiş olmalarıdır. Emle Bradford’un Barbaros Hayrettin adlı kitabında; ‘"Kral Ferdinand ile Kraliçe İzabella, Mağribileri ana­yurtlarından sürmeye azmettikleri zaman, sürgünlerin ilerde onlardan öç alabileceğini hiç hesaba katmadılar.Granada'nın düşüşüyle binlerce umutsuz ve peri­şan Mağribi, 700 yıldan beri anayurtları  olan bu ülkeyi terk etmek zorunda kaldı.İspanyol boyunduruğu altında yaşamaya tenezzül etmeyerek Cebelitarık bo-
ğazından Afrika ya geçtiler. Oralarda. Şerşel, Oran ve özellikle o zamanlar he­nüz pek bilinmeyen Cezayir’e yerleştiler. Mağribiler yeni yurtlarına yerleşir yer­leşmez, hiç yadırganmayacak bir karşı harekete giriştiler: Savaşı, İspanya toprak­larına aktardılar.” Yine; “Birbirinden çok farklı iki etken-Türkler’in Doğu’ya ya- yılması ve öç almak için kıvranan bir Müslüman kavminin Kuzey Afrika kıyıla­rına göç edip yerleşmesi-ilerde birleşecek ve Hıristiyan Avrupa’yı kökünden sar­sacak bir olaylar dizisine yol açacaktı.”

Braudel e göre; “Akdeniz’de büyük oyun, ebedî bir ‘Doğu Sorunu’ içinde Do­ğu ile Batı arasında oynanmıştır, bu oyun, esas itibariyle bir uygarlıklar çatışması olup oyunun, sırasıyla birinin veya öbürünün üstünlüklerinin ortaya çıkma duru­muna göre defalarca oynanması söz konusu olmuştur.”( Osmanlı ile Avru­pa’nın büyükleri arasında yapılan savaşlar, yürütülen diplomasi ve siyaset bu oyu­nun araçları olmuştur. Braudel, ‘kapitülasyondan bu çerçevede şöyle değerlendir­mektedir “İstanbul’dan dönen Claude du Bourg’un cebinde ‘kapitülasyonlar’ın yenilenme belgesi bulunmaktadır. Bunun anlamı Osmanlı İmparatorluğu’nun bu sıralar Batı’da, geleneğe ve çıkarlarına uygun bir Fransa’yı yeniden yaratma işiyle çok fazla meşgul olduğudur. Fransa, Türkleri kendine çekelken Türkiye de Fran­sa’yı kendi yanına almaktadır.’’ Braudel Venedik’i ‘Türkle yatan fahişe diye nite­lemektedir. “16. yüzyılın ikinci yansında Venedik’in temkinliliği yararsız hâle gel­mektedir. Oysa Türk, başlangıçta onu korkutmaya çalışmıştır. Venedik in kavga­sız teslim olması için Önce vurmanın sonra da hemen müzakereye oturmanın ye­terli olacağı umudunu beslemiştir. Böylece Ocak’ta Venedikli tüccarlar tutuklana­rak mallan müsadere edilmiştir.” Osmanlı’nın Venedik politikasını Braudel bir yerde de şöyle değerlendirmektedir: “Haber nehri içine, istendiğinde bilinmeyen sular katmak mümkündür. Venedik’in ünlü haber alma servisini bir silah gibi kul­lanarak Hıristiyanlığı alarm durumuna geçirmek bu aleme Türk tehlikesi psikozu­nu yerleştirmek üzere sıklıkla davrandığı iddia edilmiştir. 16. yüzyılda Venedik ten kaynaklanan haberlere pek güven duyulmamaktadır. Müslümanlar, İspanya’ya fethe giderken elbette yanlarında

Müslümanların bilgi, görgü ve kültür birikimlerini de götürmüşlerdi. Gündelik hayatlarını bu bi rikimlerden yararlanarak sürdürmüşlerdi. Kurdukları okullar, yetiştirdikleri insanlar ve yazdıkları kitaplarla yeni, yaşadıktan döneme göre ileri, çekim merkezi olacak bir hayat biçimi oluşturmuşlardı. Ahmet Gürkan, İslâm Kültürünü Garbı Medenileştirmesi adlı kitabında; “Islâm Kültürünün Batı’ya giriş yollarının; İspanya, Sicilya ve Haçlı Seferleri olduğunu” belirtir. M. Watt da ben zer bir tespitte bulunmaktadır; “İslamiyet’in veya Arapların 8. asırdan itibarisi Endülüs ve Sicilya’ya yerleşmesi, Avrupalıların da Haçlı Seferleri sırasında Doğu Akdeniz sahillerinde görülmeleri,taraflar arasında bir kültür alışverişine,Batı Avrupanın İslam kültürünü taklid etmesine imkan vermiş oldu.’’Watt’a göre;

“1- Müslümanların Avrupa’ya yardımları, daha çok hayatın zarafeti ve onun maddî temellerinin terakkisi hakkında oldu. 2- Birçok Avrupalı, neyi benimse­miş ve neyi kabul etmişse bunların Müslümanlara ait ve İslâmî olduğunun pek az farkına varmıştır. 3- Müslümanların ‘ihtişamlı hayat tarzı’ ve buna refakat eden edebiyatları, hem Avrupa’nın hayalgücünü hem de Latin menşeli milletlerin şiir kabiliyetlerini hayata geçirmişti.”

Braudel de benzer yargıları paylaşmaktadır: “Antik mirasın zenginliklerinin Bizans ve Doğu İslâm’ı tarafından yüzyıllarca barbar batıya yansıtıldığını, Batı ortaçağının tümünün Haçlı Seferleri öncesinde, sırasında, sonrasında Doğu tara­fından doyurulmuş ve aydınlatılmış” olduğunu belirtmektedir. Batı’daki birçok öykü ve efsanenin Doğu ve İslâm kökenli olduğunu, Renan’ın; ‘Ortaçağ tarihi­nin ancak 13. ve 14. yüzyıl bilginlerinin okudukları Arap eserlerinin dökümü ya­pıldıktan sonra tamam hâle gelecektir’ diye yazdığını, Dante’nin yazdığı İlâhî Komedi'nin İslâm kaynaklı olduğunu” belirtmektedir.

Müslümanlar, Aristo’nun, Platon’un, Eski Yunan’ın bilim ve felsefe eserleri­ni Arapçaya tercüme ederek yeni zamanlara taşınmasını sağladılar. Öte yandan mevcut bilgilerin üzerine yeni bilgiler, buluşlar, yaklaşımlar eklediler. Carra de Vaux’ya göre; “Müslümanlar günlük hayattaki aritmetiğin kurucusu oldular. Ce- biri, hakiki bir ilim hâline sokarak fevkalade tekâmül ettirdiler. Analitik geomet­rinin temelini attılar. Düzlem ve uzay trigonometrisinin kurucusu oldular. Bu ilimler Yunanlılar tarafından bilinmiyordu. Müslümanlar, Astronomide de bir­çok değerli gözlemler yaptılar.”

Müslümanlar, Astronomide, optikte, tıpta Önemli buluşlara imza attılar. Kentler­de hastaneler kurdular. Kimyada önemli gelişmelere önayak oldular. Mantık ve me­tafizikte Ibni Sina, Ibni Rüşd ve Gazali sonraki yüzyıllarda Avrupa'da en çok baş­vurulan düşünürler oldular. Editörlüğünü Seyfı Kenan’ın yaptığı Osmanlılar ve Av- rupa adlı kitapta Mehmet Azimli’nin ‘Sicilya'daki Islâm Medeniyetinin Avrupa'ya Etkileri' adlı makalesinde; “Müslümanlar, Avrupa’ya Sicilya yoluyla birçok tekno­loji yanında, kâğıt, pusula ve barut gibi teknolojik ve askeri alanda Avrupa’yı çok ileri noktalara götürecek hayati keşifleri öğretmişlerdi.” “Sicilya’daki Hıristiyan Normanların yönetimi dı şarıdan bakılınca adeta yan İslâmî bir yönetimdi denilebi­lir. Bu dönemde Norman Kralları daha önceki Müslüman Krallar gibi giyiniyorlar ve yarı Müslüman hayatı yaşıyorlardı. Resmi dil hemen hemen Arapça idi.”

Mimaride Müslümanların kullandığı sivri kemer tarzı Gotik Mimari’yi etki­ledi. Müslümanlar Avrupalılara yeni sulama tekniklerini ve zeytin, pamuk, şe­kerkamışı» limon, portakal,dut, hurma ve fıstık gibi bitkilerin yetiştirilmesini öğrettıler. Braudel’e göre, “Batı kapitalizminde ithal kökenli ne varsa (çek, senet, vb. gibi) kaynağı  Müslümanlardır." “Müzikte nota usulünün kullanımının Endülüslü müzisyenlerin bir buluşlar, olduğu ve Batı‘ya onlardan aktarıldığı bilinmektedir’’.’’Endülüs Devleti’nin başşehri ve kültür merkezi olan Kurtuba’ya Hristiyan öğrenciler geliyordu.. Endülüs te eğitim ve iş imkânları bol olduğu için Hristiyan ülkelerden Endülüs’e gelen insanlar hem eğitim alıyorlar ve hem de çalışacak bir iş bulabiliyorlar, böylece hayatlarını Müslümanlar gibi müreffeh şekilde yaşama fırsatını yakalayabiliyorlardı.’

Batılıların Müslumanlardan edindikleri ve öğrendiklerinin de katkısıyla Rö­nesans doğuyor. ‘’Rönesans kısmen, nihai olarak Müslüman kaynaklardan ilham almıştı ve her halükârda, daha bir muhayyileye dayalı tarafını İslâmîleşmiş kül­türde hala büyük bir rol oynayan Yunan mirası üzerine bina etmişti.’’ “İslâmîleşmiş kültür, ortaçağın garbı üzerindeki çok yönlü etkisi, özellikle de bilim ve tek­nik beceriler konusundaki etkisi dolayısıyla. Modern Garbın günümüz dünyası­na sunmuş bulunduğu uzun vadeli kültürel tahavvüllerde bile önemli bir paya sa­hiptir. İslâmîleşmiş Medeniyet’in köklen ile Garp Medeniyeti’nin kökten büyük ölçüde aynıdır. Bu yüzden Batılılar için İslâmîleşmiş Medeniyet benzer, yine de oklukça farklı kardeş bir medeniyeti temsil eder. ‘’

Müslümanların Akdeniz’e çıkmasının dinsel, siyasal, kültürel, ekonomik so­nuçlan olmuştur. Özellikle Kuzey Afrika, Sicilya, İspanya, Balkanlar ve Güney ve Orta Avrupa’nın birçok yerinde Müslüman bir nüfus yerleşik hâle gelmiştir. Endülüs’teki Islâm Devleti ve Osmanlı İmparatorluğu dünya siyasetinin, uluslar arası ilişkilerin en önemli aktörleri olmuştur. Müslümanlar, kendilerinden önceki insanlık birikimini, eski Yunanlıların yazdıklarım hem aktarmışlar, hem gözden geçirerek eleştirmişler, hem de kendi düşüncelerini, buluşlarını insanlığa sunmuşlardır. Sekizinci yüzyılda Afrika üzerinden Avrupa’nın Batısına, İspanya ya geç­mişler; onbirinci yüzyıldan itibaren de Osmanlılar eliyle Bizans üzerinden. Do­ğu’dan Avrupa içlerine uzanmışlardır. Gittikten topraklara, inançlarım, gündelik yaşayış biçimlerini, kültürlerini, bilim ve edebiyatlarım götürmüşlerdir. Vardıkla­rı toprakların insanlarıyla kalıcı ilişkiler kurmuşlar, bulundukları yerleri imar et­mişler, adalet, eğitim, kitap, bilim götürmüşlerdir. Fethettikleri topraklarda kal­mışlar, kalıcı izler bırakmışlar, gündelik hayati, düşünsel atmosferi derinden etki­lemişlerdir. Müslümanlar, inançlarını, kültürlerini, birikimlerini, ulaştıkları her yerde insanlık birikiminin üzerine derin izlerle canlı renklerle nakşetmişlerdir.

Ali Ulvi Temel, İslam Medeniyeti Özel Sayı, Hece Dergisi
Devamını Oku »