İmam el-Gazzâlî - Kanunu't-Tevil

İmam Gazzali - Kanunu't-TevilÇeviren:Bilal Aybakan

Esirgeyen ve bağışlayan Allah'ın adıyla

Hamd âlemlerin rabbı olan Allah'a mahsustur. Alem­lere rahmet olarak gönderilmiş efendimiz Hz.Muhammed’e, ailesine ve bütün ashabına salât selâm olsun.

Zâhid imam Ebû Hâmid Muhammed b. Muhammed el-Gazzâlî et-Tûsî’ye. Hz. Peygamber'in “Şeytan, kanın akarak dolaştığı gibi her birinizde dolaşır’ hadisinden maksadın ne olduğu soruldu; bundan maksat, acaba suyun suyla olduğu şeklinde bir karışma mı, (kişinin) etrafını dolaşmak suretiyle onu kuşatma mı,dışardan bir­takım hayaller vasıtasıyla şeytanın kalple temasa geçme­si,kalbin de bunları duyulara aktararak orada yerleşmesi ve bundan vesvesenin üremesi mi, yoksa şeytanın cevherinin kalbin cevheriyle temasa geçmesi midir?

Hz. Peygamberin yaptığı bu tasvir ile cinlerin insan­lara hayvanlar biçiminde ve daha başka çeşitli şekillerde görünmesi, meleklerin peygamberlere insan biçiminde görünmeleri gibi olaylar birbiriyle uzlaştırılabilir mi? Yoksa bu varlıkların suretleri belirtilen örneklerdeki gibidir de onları görebilecek insanlar için üzerlerindeki perde çekilince, meleklerde oluşturulduğu gibi onlarda da bedensel bir yoğunluk mu oluşmaktadır?

Dinin cinler ve şeytanlar hakkındaki bu görüşü ile Felasife’nin “Bunlar birtakım sembollerdir (misâl) ve bedenlerin içinde bulunup onları düzenleyen dört temel unsurdan (ahlât-ı arba ’a) ibarettir” şeklindeki görüşü ile uzlaştırma imkânı var mı yok mu?

Saralı kimselerden meydana çıkan sesler, hasta kişiyi yere seren cinin varlığın sözleri mi yoksa bizzat saralının, yakalandığı nöbetin şiddetinden maruz kaldığı bir sanrıyı (hallüsinasyon) dile gelmesi midir?

Bunlar, kuvve halinde olup henüz fiile geçmemiş gaybî olaylan nasıl haber verebilirler? Tabî’iyyûn,bu konuda, sevdâ' unsurunun (hıltu ’s-sevdâ ’) kabarıp baskın hale gelmesiyle bunların vuku bulduğu yolunda öğrendik­leri bir görüşü ileri sürmektedirler. Buna da hava unsuru (hıltu'r-rîh) adını verirler. Bu ikisi arasında ortak bir neden (illetün câmi ’ah) var mıdır?

Hz. Peygamberin “Ezan okunduğunda şeytan yel­lenerek kaçar” diye haber verdiği örnek nasıl (anlaşıl­malıdır? Bu örnekten maksat. Arapların "taşı gıcır­datan” veya “adam öfke saçıyor” dediği tarzda (tozu dumana kalarak kaçar anlamında) bir şey mi yoksa o sırada gerçekten yellenen bir maddi varlığın tasavvur edilmesi midir? Halbuki şeytan gıda ile beslenmeyen yalın bir varlıktır. Beslenme türevi bir şey ondan nasıl meydana gelebilir? Kemikle, belki de onları koklayarak beslenen bu varlıkların tersi nasıl olabilir? Kaldı ki yalın varlık için bileşik duyu organlarına sahip olduğu) da düşünülmez.

Berzahla gerçek nasıldır? Oranın ehli, cennet veya cehennem ehli türünden midir? Durum böyleyse artık orada, cennet ve cehennemdekinin dışında tasavvur edilebilecek bir konum yok demektir.

Denilse ki aslında berzah, sur adı verilen ve iç tarafı rahmet dış tarafı azap şeklinde bir kapısı olan (cennet ve cehennemi birbirinden ayıran) ortak paydadır. Bu izah doğru mudur yoksa onun başka bir izahı mı vardır?

Berzah'a müstahak olan kimlerdir? Tartısı ağır gelen cennete, tartısı hafif gelen cehenneme gider; tartısı eşit gelenin durumu ise Allah’ın dilemesine kalmıştır. Acaba berzah, bu üçüncü kesimin, kereme nail olmak veya şakavete yenik düşmek şeklinde durumları netleşene dek bekletilmesinden mi ibarettir?

Melekler de Ademoğulları gibi cennette mi yoksa başka yerde mi mükâfat göreceklerdir? Yoksa melekler vildan diye anılanlar varlıklar mıdır yoksa vildan,melek,insan ve cin dışında dördüncü bir varlık türü müdür? Huriler beşinci tür varlıklar mıdır, değilse peki onlar nasıldır ve nitelikleri nedir?

Kur’an cennetin genişliğinin gök ve yerin genişliği kadar olduğunu ifade etmiştir. Bunda bile göğün içine sığdığı bir kabı ve zarfı olduğu ve genişliğinin onun genişliğini geçtiği gibi hususularda düşünmeye muhtaç meseleler vardır.

Hz. Peygamberin havzu mahşer yerinde midir yoksa cennette midir? Bu hadisten anlaşılan zahir anlama göre cehennemden kurtuluşuna karar verilenler mahşer sıkın­tıları içinde oradan henüz ayrılmadan ve şefaatten önce ondan içerler. Havzun suyu cennetten midir yoksa başka yerden midir? Başka yerden olması mümkün değildir; çünkü Hz. Peygamber “ondan içen bir daha asla susuzluk çekmez’' buyurmuştur. Peki cennetten herhangi bir şeyin dünyada bulunması mümkün müdür? Bütün peygamber­lerin havuzlan var mıdır? Yoksa bu. şefaatle birlikte Peygamberimize tanınan ayrıcalıklardan bir diğeri midir?

Bu soruları yeterince açıklayıcı cevabından ötürü sevap ve lütûfa nail olur inşaallah. Bunlara cevap olarak dedi ki:

Bunlar, çeşitli nedenlerle dalmaktan ve cevap ver­mekten hoşlanmadığını türden somlardır. Ancak ısrarlı müracaata binaen bu tür somlarda kendisinden yarar­lanılacak bir küllî kanunu açıklıyor ve diyorum ki:

İlk bakışta ve fikrin zahirinde akıl (ma'kûl) ile nakil (menkûl) arasında bir çatışma olabilir. Bu konuyla ilgile­nenler üç ana kısma ayrıldılar: Kimi bütün dikkati nakle verme ifratında bulundu, kimi bütün dikkati akla verme tefritinde bulundu ve kimi de orta bir yol tutup ikisini bir­leştirme (cem ’) ve uzlaştırmaya (telfîk) gayret etti.

Orta yolu tutanlar da kendi içinde üç guruba ayrıldılar: Kimi aklı asıl, nakli tâbi saydı ve nakli araştırmaya fazla özen göstermedi. Kimi nakli asıl, aklı tâbi savdı ve aklı araştırmaya fazla özen göstermedi. Kimi de her ikisini asıl saydı ve aralarını birleştirme ve uzlaştırmaya gayret etti. Böylece konuyla ilgilenenler beş gruba ayrılmış oldular.

Birinci grup: Bunlar, dikkati tamamen nakle veren­lerdir. Bunlar yoldaki aşamalardan ilkine takılıp kalan­lardır. Naklin zâhirinden ilk anladıklarına kanaat getir­mişlerdir. Bunlar naklin açıklama ve temellendirme (ta’sil) kabilinden getirdiği her şeyi tasdik etmişlerdir. Ancak naklin zâhirinde bir tenakuz bulunduğuna muha­tap kalıp te’vile mecbur kaldıklarında bundan kaçınır ve derler ki: Allah her şeye kadirdir. Onlara mesela şeytanın şahsi tek durumda iki ayrı yerde ve iki ayrı biçimde nasıl görülür diye sorulsa derler ki: Bu Allah'ın kudreti karşısında şaşılacak bir şey değildir. Allah her şeye kadirdir. Bunlar belki şöyle bile demekten çekinmezler: Tek bir şahsın iki ayrı yerde tek bir durumda bulunması Allah’ın kudreti dahilindedir.

ikinci grup: Bunlar ise öncekilerden ayrılıp onların tam zıt kutbuna yöneldiler. Bütün dikkati akla verdiler. Nakle iltifat etmediler. Duydukları dini bilgiden anlayışlarına uygun düşeni kabul ettiler; akıllarına ters düşeni ise Peygamberlerin tasvir ettikleri şeyler olduğunu, bunların avam düzeyine indirilmesi gerektiğini ve herhangi bir şeyin olduğunun İtilafına anlatılmasına ihtiyaç duyulabileceğini ileri sürdüler. Akıllarına uygun düşmeyen her şeyi bu anlayış doğrultusunda yorumladılar. Bunlar maslahat uğruna peygamberlere yalan bile nisbet edecek denli akıl konusunda aşırıya kaçtılar ve bu yüzden tekfir edildiler.

Peygamberler hakkında bunu tecviz edenin boynunun vurulması gerektiği hususunda ümmet içinde bir görüş ayrılığı yoktur. Birinci gruptakiler kişiyi te’vil ve araştır­ma riskinden kurtaracak düzeyde çaba göstermediler ve cehalet yöresinde karar kılıp oradan memnun kaldılar. Ne var ki bunların da durumu öncekilerinkine yakındır. Onlar "Allah her şeye kadirdir. Allah’ın gizemli işlerinin künhüne vâkıf olamayız” sözleriyle sıkıntıdan kurtul­maya çalışırken bunlar ise çıkışı şu şekilde aramışlar: Peygamber söylediklerini maslahat için bildiğinin hilafı­na söylemiştir. Tehlike ve kurtuluş açısından iki çıkış yolu arasındaki fark kapalı değildir.

Üçüncü grup: Bunlar aklı asıl sayıp uzun uzadıya onu araştırdılar nakle dair özenleri ise sönük kaldı.İlk bakışta ve ilk düşünmede birbiriyle çatışan ve akla ters düşen zâhir anlamlar arasında bir uzlaşma onlarda oluş­madı. Bu sorunun (işkâl) getireceği zahmeti göze ala­madılar. Fakat akla muhalif duydukları her zâhiri de red ve inkâr ettiler. Kur’an gibi ınütevatir olanlar ile te’vili, lafızlarına yakın olanların dışında kalan hadislerin râvilerini yalanladılar. Kendilerine te’vili zor geleni, uzak ve ilgisiz te'vil yapmaktan sakınmak için inkâr ettiler. Bu lıadisleri kabulden kaçınmayı te’vilde uzak düşmeye yeğ tuttular. Bu görüşün, dinî bilginin kendileri aracılığıyla bize ulaştığı güvenilir kimselerden gelen sahih hadisleri reddetme yönünde taşıdığı tehlike aşikârdır.

Dördüncü grup: Bunlar nakli asıl saydılar, ona dair araştırmaları uzun uzadiya devam etti, dolayısıyla zihin­lerinde pek çok zâhir anlam arasında uzlaşma gerçekleşti. Akıldan ise kaçınıp ona dalmadılar. Bu nedenle de nakil ve zâhir anlamlar ile aklî bahislerin (ma ’kûlât) bazı yön­leri arasında yer yer çatışmalar belirdi. Akılla uğraşıları fazla olmadığı ve onda derinleşmedikleri için aklen imkânsız hususlar zihinlerinde netleşmedi: çünkü imkân­sızların bir kısmı ancak ince akıl yürütme ve birbirini izleyen pek çok öncüle dayalı uzun akıl yürütme ile kavranır. Buna bir husus daha eklendi. O da şudur: İmkansızlığı genel olmayan herşeyin mümkün oluşuna hükmettiler. Oysa kısımların üç tane olduğunu fark etmediler:

İmkânsızlığı delille bilinen kısım, imkânı delille bili­nen kısım ve imkânsızlığı da imkânı da bilinmeyen kısım. Bu üçüncü kısım hakkındaki âdetleri imkânsızlığı ortaya çıkmadıkça imkânına hükmetmek şeklinde cereyan etti. Bu da tıpkı imkânı açığa çıkmadıkça imkânsızlığına hük­metmek kadar hatalıdır. İmkânı da imkânsızlığı da bilin­meyen tür mezkur üç kısımdan biridir. Bunun bu şekilde kalması ya aklın konumu nedeniyle ilgili meselenin beşer gücü kapsamına girmemesi vüzündendir. Ya da özellikle bu düşünürün, o meselenin deliline şahsen muttali ola­mayışı ve o delile dikkatini çekecek birim bulamayışı nedeniyle yetersiz kalması yüzündendir.

Birincisine örnek: Görme duyusunun yıldızların (kevkeb) sayısının tek veya çift oluşunu ve onları gerçek büyüklük ve ebatıyla algılama acziyeti görme algısının yapısı yüzündendir.

İkincisine örnek: Bu bazı kimselerin algısının ayın yörüngesindeki uğrak yerlerini (menzil) algılamaktan aciz kalması türünden kişiye özel bir yetersizliktir. Oysa doğuş, batış ve diğer zamanlarda bu menzillerden 14 tanesinin her durumda görünmesi. 14 tanesinin de karşı yörüngede gizlenmesi olayı bazı kişilerin görme duyusuyla sabit olmuştur. (Kişilerin duyu yetileri arasın­daki) bu tür bir farklılık akıl idraki için de geçerlidir.

Bu kişilerin ma’kûlâta ilgileri az olduğu için, onlara göre imkânsızların sayısı fazla değildir: böylece pek çok te’vilde büyük bir külfetten uzak durdular. Çünkü onlar, tıpkı Allah'ın bir cihette bulunmasının muhal olduğu gerçeğini kavramadığı için üst (fevk), oturma (istiva) gibi yön bildiren kelimeleri te'vile gerek görmeyen kişi gibi (davranıp) te’vile ihtiyaç olup olmadığının bile farkına varamadılar.

Beşinci grup: Bu aklı araştırmak ile naklin arasını birleştiren, her birisini önemli bir asıl sayan ve akıl ile dinî bilgi arasında bir tearuzu ve bu tearuzun gerçek olduğunu inkâr eden orta yolu izleyen gruptur. Aklı inkâr eden kişi dini de inkâr etmiş olur. Çünkü dinî bilginin doğruluğu akılla anlaşılmıştır. Akıl delili tasdik edilmezse nebi ile mütenebbi, doğru sözlü ile yalancı arasındaki farkı anlayamazdık. Din ancak akılla sâbit olmuşken nasıl olur da akıl dinle inkâr edilsin.

Haklı olan grup işte bunlardır. Bunlar sağlam bir metod izlediler. Ne var ki onlar sarp bir yokuşa tır­mandılar. yüce bir işe talip oldular ve meşakkatli bir yola girdiler. (Helal olsun onlara!) Ne de gem almaz bir arzuya kapılmışlar ve ne de girift bir yola koyulmuşlar! Ömrüme yemin olsun ki (bu yolu izlemek) bazı durumlarda son derece kolay, ama çoğu durumlarda ise oldukça zordur.

Evet,ilimlerle uzun süre uğraşan, bunlarla çokça ilgilenen çoğu zaman yakın te'villerle akıl ile nakil arasını uzlaştırmaya muktedir olur. Şüphesiz yine de iki husus geriye (çözümsüz) kalır: Bunlar zihinlerin nerdeyse alamadığı ve uzak tevillere mecbur kalındığı durum ile birtakım sure başlarında anılan harfler türünden ken­disinde te'vil yönü kesin olarak açıklık kazanmayıp (anlaşılması) kişiye müşkil gelen durumdur: zira bu harflere dair nakle dayalı bir anlam sıhhat kazanmış değildir. Bu iki durumdan salim olduğunu zanneden kişi bu vehme ya akıl konusundaki eksikliği ve teorik imkan­sızlıklar bilgisinden uzak oluşu nedeniyle kapılır ve imkansızlığını bilmediği şeyi mümkün görür, ya da bu vehim, haberleri yeterince mütalaa etmeyişinden kay­naklanır. Böylece akla aykırılığı sık sık vuku bulan haber parçaları arasında zihninde bir uzlaşma gerçekleşmez. Bu konuda üç tavsiyede bulunuyorum:

1-Kişi haberlerin tamamına muttali olma hırsı beslememeli. Sözü zaten bu noktaya getiriyordum. Zira bu amaç gerçekleşmeyecek bir arzudur. (Böyle bir kişi) Allah'ın şu sözünü okusun: “Size ilimden çok azı ve­rilmiştir”.

Bu durumlardan bir kısımının bırak orta düzeyde olanlara, büyük âlimlere bile gizli kaldığı gerçeğini ihti­mal dışı görmemek gerekir. Bilinsin ki Hz. Peygamber’in her hususta muradına muttali olduğunu iddia eden âlimin bu iddiası aklının fazlalığı değil azlığının ürünüdür.

2-Akli delil (burhan) asla inkâr edilmemeli. Zira akıl yalan söylemez: şayet akıl yalan söylese o zaman belki dini ispat hususunda da yalan söylemiştir: çünkü biz dini onunla tanıdık. Yalancı bir müzekkinin tezkiyesiyle şâhidin doğruluğu nasıl anlaşılabilir ki. Ayrıntılara din tanıklık eder; akıl da dini tezkiye eder.

Aklın tasdik edilmesi kaçınılmaz olduğuna göre cihet ve sureti Allah’tan nefyetmede tereddüt etmen caiz değildir. Sana “Ameller tartılır” denilince amellerin tartılaınayacak bir araz olduğunu ve bir te’vilin kaçınıl­maz olduğunu anlamalısın. Yine “Ölüm beyaz bir koç suretinde getirilir ve boğazlanır” sözünü işittiğinde bunun te’vil edilmesi gerektiğini anlamalısın; zira ölüm getirile­meyecek bir arazdır. Getirmek bir intikal olayıdır, bu ise bir araz için mümkün değildir, dolayısıyla onun beyaz koç gibi bir sureti olamaz; çünkü arazlar cisimlere dönüşmez, dolayısıyla ölüm boğazlanmaz. Boğazlama boynu bedenden ayırmak demektir. Ölümün ise ne bir boynu, ne de bir bedeni vardır. Olsa olsa o bir arazdır ya da onu bayatsızlık diye görenlere göre araz olmayıştır. Öyleyse bu haberin te’vil edilmesi kaçınılmazdır.

3-İhtimaller çatıştığında te’vili tav in etmekten uzak durmak. Çünkü Allah'ın muradı ve Rasulü’nün muradı hakkında zan ve tahmine dayalı hüküm vermek tehlike­lidir. Konuşanın muradı ancak kendi muradını açıkla­masıyla bilinir. Muradı açığa çıkmamışsa ihtimal vecihlerinin sayısı inhisari tarzda belirlenip biri dışında -ki o biri de burhan ile taayyün eder- tamamı çürütülmedikçe nereden bilinebilir?

Fakat Arab'ın sözündeki ihtimal vecihleri ve bunlar­daki mecaz yolları pek çoktur. Bunlar ne zaman sınırlı sayıya iner? Öyleyse te'vilde çekimser bir tulum takın­mak daha güvenli bir yoldur. Buna şu örnek verilebilir: Amellerin tartılıdığına dair hadis vârid olduğu halde amellerin tanılamayacağı sende açıklık kazandığında elinde “tartı"' ve “amel” olmak üzere iki lafız vardır. Mecazın “amel” lafzı olması mümkündür. Onunla kinaye yollu “amel defteri" {sahifetu’l-amel) -ki bu defterler amelin mahallidir- kastedilmiş olabilir; böylece tartılan o amel defterleri olur. Mecazın tartı (vezn) lafzı olması mümkündür. Bununla kinaye yollu "tartının işlevi"' kaste­dilmiş olabilir. O işlev de amel miktarını öğrenmektir. Tartının işlevi de zaten budur. Tartmak ve ölçmek miktar öğrenme yollarından biridir. Binaenaleyh bu dununda te’vil edilmiş olanın vezn değil amel lafzı olduğu veya amel değil vezn lafzı olduğuna akle veya nakle sığınmaksızın hüküm vermen Allah adına ve O'nun muradına dair talimine dayalı bir hüküm vermek olur.

Tahmin ve zan ise bir bilgisizliktir. Bu bilgisizlik içtihadla kavranabildi birtakım ibadet, amel ve taabbüdât alanında duyulan zorunlu ihtiyaç nedeniyle mazur sayılmıştır. Amelle bir bağı bulunmayan hususlar ise ıııücerred bilgi ve inançlar kabilinden sayılır. Bu tür hususlarda zanna davalı hüküm vermeye nasıl cesaret edilebilir? Te’viller konusunda söylenenlerin çoğu zan ve tahminlerdir. Akıllı kişi bu konuda iki seçenekle karşı karşıyadır: Ya zanna dayalı hüküm verir. Ya da şöyle der: Bu sözün zahirinin kastedilmediğini biliyorum; çünkü bu zâhir,aklı yalanlamaktadır.

Gerçek muradı ise bilmiyo­rum ve bilmeme de ihtiyaç yok; çünkü onun amelle ilgili bir yanı yoktur; keşf ve kesin bilginin (yakîn) özüne ulaş­maya da imkân yoktur; talimine dayalı hüküm vermeyi de uygun görmem. Böyle davranmak her akıllı kişi için daha doğru,güvenli ve kıyamette de güvende olmaya daha yakın bir yoldur. Çünkü kıyamette sorguya çekilip takibe uğraması ve şöyle denilmesi uzak bir ihtimal değildir: Sen hakkımızda zanna dayalı hüküm verdin.Öte yandan ona,bir amelin emredilmediği gizli ve kapalı muradımızı niye istinbat etmedin diye sorulmaz. O halde itikad bakımından üstüne düşen, mutlak iman ve mücmel tasdikdir ki o da şöyle denilmesinden ibarettir: "O'na iman ettik, hepsi de Rabbimizin katındandır”.

Kıyametteki bu sorgu, eğer olursa elbette uzundur, oysa cevabı oldukça kolaydır. Bu nedenledir ki İmam Mâlik, kendisine “istivâ” sorulduğunda, şöyle cevap vermiştir: “İstiva bilinen bir şeydir, ancak keyfiyeti akılla kavranamaz. iman edilmesi vaciptir ve soruya konu yapıl­ması da bid'attir”.

Bu tür sorulara cevap vermekten hoşlanmadığım yo­lundaki mazeretim de bu tavsiyelerden anlaşılmaktadır. Ortaya koyduğu bazı sorunlara ona yine de yardımcı olmayı tercih ediyor ve diyorum ki:

Hz. Peygamber'in "Şeytan, kanın akarak dolaştığı gibi her birinizde dolaşır” sözü, kim zerrelerinin insan bedeninin iç tarafında akıp bedenin tamamım dolaştığı gibi şeytanın etkisinin de insanın içinin tamamına sirayet ettiğine işaret etmektedir. Yoksa bundan maksat, onun cisminin insan cismiyle suyun suyla olduğu gibi bir karış­ma değildir. Bu. öncüllerinin açıklanması uzun sürecek ve delilleri aklî olan bir araştırmanın ürünü bir sözdür. Onun kalplere temas keyfiyeti ise duyu yetisinin açığa çıkardığı bir hayal görme olayı değildir. Herhangi bir şey tahayyül etmediğim ve vesveselerin karışımı sırasında gözümle de izlemediğim halde kalbimde yine de vesveseler farkettiğim olur. Bu hükme dair delilin çoğu öncülleri duyu alanıyla ilgilidir. Bilakis vesvese şeytan­dandır. tıpkı ilhamın melekten olması gibi. Kalplerimizde farklı seslere (havâtır) tesadüf ederiz. Zira bu seslerden kimi hevaya uymaya, kimi ise ona aykırı davranmaya çağırır. Bunlar farklı şeyleri öngördükleri için farklı seslerdir.

Bunlar birtakım sebeblere muhtaçtır; çünkü bunlar hadistir. Faiklı şeylerin sebebleri de farklıdır. Din, ilhamın kendisinden meydana geldiği sebebe “melek”, vesvesenin kendisinden çıktığı sebebe ise “şeytan” adını vermiştir. İlham hayra sevkeden sesten ibarettir. Vesvese ise şerre çağıran bir sesten ibarettir. Melek ve şeytan ise bunların sebeplerinden ibarettir. Nitekim odanın iç duvar­ları ateşle aydınlanırken tavanı ise isten kararır. Biliyoruz ki ışık siyahlıktan farklıdır. Yine biliriz ki birinin sebebi diğerinin sebebinden farklıdır. Işığın sebebi ateşin aydın­lığıdır, siyahlığın sebebi ise dumanıdır. Bununla anlaşılır ki, vesvesenin sebebi ilhamın sebebinden farklıdır. Evet şimdi de geriye o sebebin bir araz mı,yoksa kendi başına kaim bir cevher mi olduğunu araştırmak kaldı. Onun bir araz, değil kendi başına kaim bir cevher olduğu da daha önce anlaşıldığına göre geriye onun diri olup olmadığını incelemek kaldı. Dini delillerle onun diri olduğu ve onu anlamada aklın da belli ölçüde bir rolü olduğu da anlaşılmıştır.

Tabî'iyyûn ve Felasife'nin onun (insan bedenini oluş­turan) temel unsurlar (cıhlât) olduğu görüşü tanı bir cehalettir. Çünkü bu unsurların tesiri, sıcaklık, soğukluk, rutûbet ve kuruluk şeklindeki dört tabiatın muktezasından sayılmaz. İçe doğan sesler (havâtır) inançlar ve bilgilerin {ilm), cemâdâtın arazı olan tabiatların ürünü olmaları mümkün değildir. Aksine bunlar derece bakımından yer katmanlarının üstünden inerler. Buna göre onlar yer kaplamayan cevherdir veya yer kaplayan cismidir; hava gibi latif ve diğer bir cisim gibi yoğun olan başka bir var­lık olma ihtimali yoktur. Bu düşünce melek, cin ve şeytan hakkında geçerlidir. Bir grup da kendi başına kâim her varlığın cisim olduğu görüşüne yöneldi ve Yaratıcıyı da bununla niteledi. Oysa Allah böyle bir nitelemeden münezzehtir. Zira bunların cisimden başka şeye akılları ermemiştir.

Diğer bir grup ise, Allah hariç kendi başına kaim her varlık cisimdir görüşünü ileri sürdü ve varlık alanında Allah dışında kendi başına varolup tahayyül edilmeyen bir cevherin bulunmasını imkânsız gördüler.

Bir kesim ise şu görüşe kail oldu: Melek, cin ve şey­tandan her biri kendi başına kaim duyulur cevherlerdir; bunlar cisim veya hareket eden varlıklar değildir; dolayısıyla nüzûl,intikal, geliş, gidiş gibi fiillerin onlar hakkında kullanılması Allah hakkında olduğu gibi bir isti'âredır. Aralarındaki bu görüş ayrılığı insanın idrak edici ve bilen cevheri hakkında da yaşanmıştır.

Kimileri de,onun parçalanmayan ve yer kaplamayan parçacık olduğunu ileri sürdü. O insan bedenin ne içinde ne de dışında, ne ona bitişik ne de ondan ayrıdır. Üstelik onun hakkında bu sıfatlar caiz (mümkün) değildir. Bu konuda bana açılmış bir keşfi anlatmıyorum. Zira genel bir tasvir keşif değil taklid sayılır. Taklid edilmeye ise ben başkasından daha iyi durumda değilim. Kaldı ki ma’kûlât alanında taklidin bir faydası da yoktur. Bu hususun keşfine dair açıklama ise uzun sürer. Uzun sürmese bile bunu anlatmaktan kaçınmak noktasında Hz. Peygamber’e uymak daha iyidir. Nitekim o kendi­sine sorulduğu halde ruhun sırrını anlatmamıştır. Öyleyse yapılmış açıklamaya bir şey ilave edilmesi gerekmez.

Melek ve şeytan suretine dair peygamber ve velilerin müşahede ettikleri, çoğunlukla özlerine {ma ’nâ) aykırı düşen ve o asıl özlerin müşahedesi yerini tutan sem­bollerdir {misâl). Nitekim rüyada peygamberler görülür ve kendilerinden istifade edilir. Rüyada müşahede edilen onların sembolleridir; onların bedenleri ise yerlerinden ayrılmış değildir.

Bu konunun ayrıntısını “Acâibu’l-kalb” kitabında anlattım. Cinler hakkında söylenecek söz de bövledir. Bu nedenledir ki birtakım farklı suretler görebilirsin Zira ifade edilecek sembollerin vecihleri sayıya sığmaz. Nitekim Hz. Peygamber i rüyada gören onu hep aynı surette görmez. Ne var ki bu temsiller peygamber ve velilere uyanıkken, diğerlerine ise sadece uykuda vâki olur. Sahih olan rivayetlere göre Hz. Peygamber Cebrail'i pek çok defa görmesine rağmen onu kendi (gerçek) suretinde sadece iki kere görmüştür.

Saralıdan işitilen söze gelince bu onun kendi sözüdür. Cinni bir varlık onun diliyle konuştu yönünde bir görüş akılla bağdaşmaz. Elbette cin birtakım seslerin, görüntü­lerin {temsil) ve hayallerin saralının kalbine doğmasının sebebidir ve onun sebebiyle konuşma ve hareket motifi uyanır. Saralının konuşması uyuyanın konuşması gibidir. Konuşan uykudaki kişidir, bir başkası değil. Saralının gaybten haber veriş nedeni ise olmuş ve olacak her şeyin yazılmış olması ve Allah'ın yaratmış olduğu ve kendisine bazen levh, bazen imam, bazen de kitab denilen bir şeyde sabit olmasıdır. Nitekim Allah ‘‘apaçık bir kitapta “apaçık bir imamda ..." buyurmuştur. Şeylerin (bilgilerin) orada sabit oluşu. Kur’an'ın hafızın dimağında sabit oluşu gibidir. Yoksa bu sabit oluş, dizili yazılmış işaret­lerin fâni bir cisimde bulunuşu şeklinde değildir. Çünkü sonsuzun, görünürdeki bu kitaplar gibi sonlu bir şeye yazılması mümkün değildir.

Kalp bir ayna gibidir. Levh de bir ayna gibidir. Ne var ki aralarında bir perde vardır. Aradan bu perde çekilince levhteki suretler kalpte görünür. İşte buna engel olan aradaki perdedir. Kalp dünyada engellenmiş durumdadır. Kalbin çoğu meşguliyetini duyunun ona taşıdığı veriler üzerinde düşünmesi oluşturur. Bu nedenle kalp, duyular yüzünden sürekli bir uğraş içindedir. Duyular uyku veya sara nedeniyle faaliyet dışı kaldığında, temel unsurlardaki bozukluk yüzünden içerde başka bir engelleyici de yoksa, kalp levhte yazılı bazı suretleri muhtemelen görür. Bunun tam olarak anlatılması uzun sürer, buna dair birtakım izahlara “Acâibu’l-kalb“ kitabında işaret ettim. Can çe­kişme sırasında kişinin cennetteki veri -ki bu ona bir müjde olur- veya Allah korusun cehennemdeki yeri -ki bu da ona uyan olur- netleşinceye dek ortaya çıkan dunun da böyledir. Çünkü ölüm arefesinde henüz ruh çıkmadan da duyular faaliyet dışı kalır.

Şeytanın kemikten beslendiği, onun ezandan kaçışı, havuz ve berzaha dair hadislere gelince bunların ayrıntılı maksadına dair bir araştırmam yoktur. Bunlardan bir kısmı, hakkında tevil yapmaktan uzak durulması tavsiye edilenlerdendir. Bir kısmı ise ancak salt nakille kavra­nabilir. Benim hadis ilmindeki birikimim sınırlıdır. Havuzun yeri ise sadece nakille bilinebilir. Öyleyse bu konuda hadislere müracaat edilsin. Berzahtan murad ise akıl hastası ve İslam davetinin kendisine ulaşmadığı kimse gibi hiç iyilik ve kötülüğü bulunmayan kimseler için cennet ile cehennem arasında yer alan bir mertebe olabilir. Yine de delalet eden bir nakil bulunmadıkça muradın biri değil diğeri olduğuna hükmetmek ancak bir tahmindir Allah Teala doğruyu en iyi bilendir. Allah'ın hamdiyle (bu risale) tamamlandı.

http://www.islamiarastirmalar.com/upload/pdf/9d0e25ea1638c8e.pdf?sid=9fd2424237579e7159f7c81048fc0804

 
Devamını Oku »

Vahyin Hakikati

Vahyin Hakikati

"Vahiy" kelimesi (VHY) fiilinin mastarı olup lügatte, gizli konuşmak, emretmek, îma ve işaret etmek, acele etmek, seslenmek, fısıldamak, mektup yazmak ve ilham gibi anlamlara gelmektedir.(1)

"Vahiy" kelimesi (VHY) fiilinin mastarı olup lügatte, gizli konuşmak, emretmek, îma ve işaret etmek, acele etmek, seslenmek, fısıldamak, mektup yazmak veilham gibi anlamlara gelmektedir.(1)

Bu kelime, Kur'an'da Allah'a ait bir fiil olarak kullanıldığı gibi, Allah'tan başkası için de kullanılmıştır. Bu sebeple sözlük anlamı itibariyle vahiy kavramı: İlâhî ve gayr-ı İlâhî vahiy şeklinde iki çeşit olarak tesbit edilmektedir.(2) Gayr-ı İlâhî vahiy için aşağıdaki âyetler misal olarak zikredilebilir: "Bunun üzerine Zekeriyya, ma'betten kavminin karşısına çıkarak onlara: "sabah akşam teşbihte bulunun" diye vahyetti."(3) âyetinde vahiy kelimesi îma ve işaret anlamında kullanılmıştır. "Biz böylece her peygambere insan ve cin şeytanlarını düşman kıldık. (Bunlar), aldatmak maksadıyla birbirlerine yaldızlı sözler vahyederler."(4) âyetindeki vahiy kelimesi ise, fısıldamak ve gizlice söylemek anlamındadır.(5)

Asıl hakîki vahiy olan ilâhî vahiy kavramını da kendi arasında "tekvînî", "İlhâmî" ve "teşriî" (hakîkî) vahiy şeklinde değişik kısımlara ayırmak mümkündür. Kur'an'da geçen, yer ve göklere, arıya, meleklere, Hz. İsa'nın Havarilerine, Hz. Musa'nın annesine hitaben söz konusu edilen vahiyler, ıstılahî olarak bilinen vahyin dışındadır. Bunlardan yer ve göklere yapıldığı ifade edilen vahiyler, "tekvînî vahiy"; peygamberler dışındaki insanlara ve meleklere yapılan vahiyler ise, "ilhâmî vahiy" olarak adlandırılmaktadır.(6)

Risale-i Nur'da ifade edildiği üzere, bütün maksadı kendisinin zât, sıfat ve isimlerini tanıtmak olan yüce Yaratıcı, ilim, irâde, hayat ve kudret gibi sıfatlarını fiilleriyle, sanatları ile tanıttığı gibi; bu isim ve sıfatları en kısa yoldan tanıtan tekellümü ve konuşması ile de gösterecektir.(7) İşte yüce Allah'ın, fiillerinin yanında kelâmı ile de kendini tanıtmak üzere insanlardan mümtaz olan bazı şahsiyetlerle konuşması, vahyin hakikatini ve gayesini ifade etmektedir.Bediüzzaman'a göre, yüzbin peygamberin ittifakla haber verdiği, yüz dört semavî kitabın delilleriyle gösterdiği vahyin hakikati, beş ışıklı bir yolla gündüz gibi isbat edilebilir.(8) Şöyle ki:

Tenezzül-ü İlâhî: Bütün canlı mahlûklarını konuşturan ve konuşmalarını bilen yüce Allah'ın kendisi de konuşması ile onların konuşmalarına iştirak etmesi, rubûbiyetinin gereğidir. Allah'ın insanlarla konuşması demek, onların anlayacağı şekilde, akıllarının seviyesine göre onlara hitab etmesi, O'nun bir Yaratıcı olarak yaratıklarına karşı merhametiyle tenezzül buyurmasıdır.

Teârüfü Rabbanî: Kendini tanıttırmak için, kâinatı bu kadar hadsiz masraflarla, baştanbaşa hârikalar içinde yaratan ve binler dillerle kemalâtını söylettiren, elbette kendi sözleriyle de kendini tanıttıracaktır.

Mukâbele-i Rahmanî: Mevcudatın en seçkini, en nazlısı ve yaratıcısına en müştakı olmakla beraber onların en fakiri, en âcizi ve en muhtacı olan hakîkî insanların münâcatlarına ve şükürlerine fiilen mukabele ettiği gibi, kelâmıyla da mukabele etmek, yaratıcılık vasfının gereğidir.

Mükâleme-i Sübhânî: İlim ile hayatın zarurî bir lâzımı ve ışıklı bir tezahürü olan mükâleme (konuşma) sıfatı, elbette ihatalı (kuşatıcı, sonsuz) bir ilmi ve sermedî (daimi, tükenmez) bir hayatı taşıyan zatta, kapsamlı, sınırsız ve sürekli bir şekilde bulunur. Vahiy de bu sonsuz mükâlemenin bir tezahürüdür.

Îş'âr-ı Samedânî: Yaratıklar içerisinde en sevimli, en sevecen, en endişeli, istinad noktasına en muhtaç, sahibini ve yaratıcısını bulmaya en müştak olan mahlûklarının ruhlarına bir iştiyak, bir muhabbet vermekle beraber, onları fakir ve âciz yaratan Allah'ın, aynı zamanda her derde devayı yetiştirebilecek bir kuvvet ve kudrete sahip olan kendi zâtını onlara konuşması ile bildirmesi, Ulûhiyetinin bir gereğidir.(9)

 

Vahyin Çeşitleri

Vasıtalı ve Vasıtasız Vahiy

Vahiy kavramının sözlük anlamı ve çeşitleri genel çizgileriyle yukarıda kısaca arz edilmiştir. Burada ise, hakîki vahyin çeşitleri üzerinde durulacaktır.

Hakîki vahiy: Allah tarafından peygamberlere vasıtalı veya vasıtasız olarak ulaştırılan vahiydir. Hz. Peygamber (a.s)'e gelen vahyin geliş biçimi, değişik şekiller arzetmektedir:

Rüyay-ı sâdıka: Hz. Âişe'nin belirttiğine göre, Hz. Peygamber (a.s)'e ilk vahiy, rüya şeklinde tezahür etmiştir. Hz. Peygamber (a.s)'in gördüğü rüyalar, sabahın aydınlığı gibi ortaya çıkardı.(10)

Cebrail'in görünmeden getirdiği vahiy: Bazen olur ki, Hz. Peygamber (a.s) uyanıkken melek, görünmeksizin onun kalbine vahiy ilka ederdi. "Rûhu'l-Kudüs kalbime şu sözü fısıldadı: Hiçbir nefis rızkını tastamam almadıkça ölmez. Öyleyse Allah'tan sakının da rızkınızı güzel ve meşru yollardan arayınız."(11) hadis-i şerifi, vahyin bu çeşidine işaret etmektedir.

Cebrail'in insan suretinde temessül ederek vahyetmesi(12) İmân, islâm ve ihsandan bahseden meşhur Cibril hadisi, bu çeşit vahyin bir örneğini göstermektedir.(13) Siyer kitapları, Cibril'in çoğunlukla sahabîlerden Dihye suretinde geldiğini bildirmektedirler.(14)

Meleğin çan sesine benzer bir sesle hitab etmesi: Hz. Âişe'nin bildirdiğine göre, Hz. Peygamber (a.s) şöyle buyurmuştur: "Bazen bana çan sesine benzer bir sesle hitab edilir. Bu bana en ağır gelen vahiy şeklidir. Sonra melek benden ayrılıp giderken, ben de gelen vahyi tastamam hıfzetmiş olurum."(15)

"Allah'ın vahiy ile veya perde arkasından yahut bir elçi gönderip ona kendi izniyle dilediği şeyi vahy etmesinden başka bir suretle konuşması hiç bir insana müyesser olmaz. O yücedir, hikmet sahibidir."(16) âyetinde vahiy şekillerinden üçü vurgulandığı gibi, vasıtalı ve vasıtasız vahiy şekillerine de işaret edilmiştir.(17) "Biz Nuh'a ve ondan sonraki peygamberlere vahyettiğimiz gibi sana da vahyettik. Ve İbrahim'e, İsmail'e, İshâk'a, Yakûb'a, Esbat'a (onların torunlarına), İsa'ya, Eyyûb'e, Yûnus'a, Harun'a ve Süleyman'a da vahyettik. Davud'a da Zebur'u verdik."(18) âyeti hakiki vahyin bütün peygamberler için ortak bir değer olduğunu göstermektedir. Sarih ve Zımnî Vahiy

Kâinatın şehâdetiyle, varlığı ve birliğinin delillerini göstererek kendini tanıtmak isteyen Allah, varlığın en açık delili olan kelâmı ile de kendisini mahlûklarına göstermesi hikmetinin gereğidir. Nitekim "Ben cinleri ve insanları ancak bana kulluk etsinler diye yarattım."(19) mealindeki âyette geçen "bana kulluk etsinler" ifadesini bazı âlimler, "Beni tanısınlar, beni birlesinler" şeklinde açıklamışlardır.(20) İbn Abbas'tan yapılan bir rivayete göre, Kur'an'da "ibâdet" kavramı ile ilgili olarak geçen bütün ifadeler, tevhid anlamında kullanılmıştır.(21) "Sizi biz yarattık. Tasdik etmeniz gerekmez mi?"(22) âyeti de, çok açık bir şeklide marifetullahı yani Allah'ın tanınmasını, kâinatın yaratılışının tek gayesi olduğunu gösterir.

Risale-i Nur'a göre vahyin kısımlarını şöyle özetlemek mümkündür: "Hz. Peygamber (a.s) hem bir beşerdir, hem de Allah'ın bir elçisidir. Beşeriyeti itibariyle beşer gibi muamele eder. Risâlet cihetiyle de vahye dayanır.(23) Hz. Peygamber (a.s) risalet yönü itibariyle vahye mazhar olduğu gibi, şahsî kemâlâtının bir yansıması olarak kazandığı velayet kanadı itibariyle de normal velilerden daha üstün, daha parlak ve sarih vahyin teminatı altındaki bir ilhama mazhariyeti söz konusudur. Bediüzzaman, vahyi bu yönü ile de taksime tabi tutmuş ve onu iki kısımda mütalâa etmiştir:

Birincisi; sarih vahiy. Bu çeşit vahiy, doğrudan doğruya Allah'tan geldiği için, Hz. Peygamber (a.s)'in onda hiç bir müdahalesi yoktur. O, bu hususta sadece bir tebliğci veya bir tercümandır. Bu sarîh vahiy iki şekilde ortaya çıkmıştır: 1. Kur'an-ı Kerim: Hz. Peygamber (a.s)'in buradaki görevi, sırf tebliğden ibarettir. 2. Bir kısım Kudsî hadisler: Manası Allah tarafından ilkâ edilen bu çeşit vahiyler konusunda da Hz. Peygamber (a.s)'in görevi sadece tercümanlıktır.(24)

İkincisi ise zımnî vahiydir. Zımnî vahiylerde söz konusu olan her hangi bir husus, özet halinde gelir ve genel hatlarıyla vahiy ve ilhama dayanır. Konunun tasviri, şekillendirilmesi, detaylarla ilgili açıklanması ise, Hz. Peygamber (a.s)'e bırakılır. Hz. Peygamber (a.s), vahy-i zımnî ile gelen hususları bazen ilhama, bazen vahye, bazen de kendi feraset ve içtihadıyla açıklar.(25)

Şüphesiz peygamberlerin ilhamı, diğer insanların ilhamından çok farklıdır. Çünkü ilhamla da olsa kendilerine görev verilmiş bulunan peygamberlerin, görevlerini tam ve noksansız olarak yerine getirmeleri gerekir. Hâlbuki resmî görevi olmayanların bilgilerinin sağlamlığı bu ölçüde önem arz etmez. Bu durum ilhama mazhar hayvanlar için de söz konusudur. Mesela: İpek böceği, örümcek ve bal arısı gibi resmî bir görevi bulunan hayvanların kendi görevlerinde hiç yanlışlık yapmamaları gösteriyor ki, onların ilhamları onları yanıltmamaktadır. Özellikle Kur'an'ın açık ifadesiyle ilhama mazhar olan bal arısının, mühendisleri hayrette bırakan bir hüner sergilemesi, elbette onun hüneri olamaz. Bir günlük bir arının, bir günlük bir mesafeyi kestirmesi ve yolunu şaşırmadan yuvasına dönmesi; fazla boş alan bırakıp da, israf etmemek için peteğini sürekli altıgen bir şekilde inşa etmesi, onun aritmetik ve geometri bilgisine verilemez.

Müellife göre, Hz. Peygamber (a.s)'in kendi içtihadiyle yaptığı açıklamalar da iki şekilde cereyan eder: Ya özet halinde bildirilen hususlar, risâlet vazifesi noktasından hareketle ulvî ve kudsî bir kuvvet ile açıklanıp ortaya konur; ya da insanlık noktasından hareketle mevcut örf ve âdetler istikametinde ve kamuoyunun anlayış düzeyi nazara alınarak beyan edilir. Bu sebepledir ki, her hadiste söz konusu yapılan hususların bütün detaylarıyla vahiy olmaları gerekmez. Yine bu hakikat içindir ki, Hz. Peygamber (a.s)'in insanlık gereği olarak ortaya konan düşünce ve muamelelerinde risâletin ulvî yansımaları aranmaz.(26)

 

Vahiy - İlhâm İlişkisi ve Aralarındaki Farklar

İlham: "feyiz yolu ile insanın ruhuna telkin edilen şey; kalbe doğan ilim"(27) veya "kalbe telkin edilen mânâ"(28) şeklinde tanımlanabilir. Tanımından da anlaşılacağı gibi İlâhî kaynaklı olması itibariyle ilham da vahye benzer, fakat vahiy değildir.

Bediüzzaman ilham ile vahiy arasındaki ilişkiyi şöyle değerlendirmektedir: Bütün meleklere, insanlara, hatta hayvanlara gelen ilhamlar bir nevi kelâm-ı İlâhîdir.(29) Üstada göre, "De ki: Rabbimin sözleri için derya mürekkep olsa, ve bir o kadar da ilave getirsek dahi, Rabbimin sözleri bitmeden önce deniz tükenecektir"(30) mealindeki âyet, aynı zamanda ilhamlara da işaret etmektedir. Âyet, bütün kâinata mutlak hükümran olan Allah'ın saltanatında sonsuz askerlerinin bulunduğuna ve sürekli ilham aldıklarına delalet etmekte ve onların aldıkları ilhâmî emirlerin ihtiva ettiği sözlerin çokluğunu ve hatta sonsuzluğunu haber vermektedir.

Vahiy ile ilham arasındaki ilişkiyi benzer yönleri açısından ortaya koyan müellif, farklı taraflarına da şöyle işaret etmektedir: Sâdık ilhamlar da bir cihette vahye benzerler. Onlar da bir çeşit Allah'ın kelâmı sayılır. Bununla beraber vahiy ile ilham iki noktada birbirinden tamamen ayrılıp, büyük bir farklılık gösterirler. Birincisi: İlhamdan çok yüksek olan vahyin büyük çoğunluğu, melek vasıtasıyla; ilhamların çoğu ise, vasıtasız gelir. Nasıl ki, bir padişahın iki suretle konuşması ve emirleri var. Birisi: Saltanatının haşmetine uygun ve bütün halkın bir reisi olarak, özel temsilcisini bir valiye göndermek suretiyle umum herkesi ilgilendiren emirler ihtiva eden bir hitap. Diğeri ise, Sultanlık unvanıyla ve padişahlık ismiyle veya bir devlet başkanı sıfatıyla değil de; kendi şahsına ait özel ilişkisinden dolayı bir yakını veya halkdan herhangi bir kimseyle hususî telefonuyla hususî olarak yapılan konuşmadır. Tıpkı bunun gibi; ezelî Sultan yüce Allah'ın da iki çeşit konuşması vardır. Birisi: bütün kâinatın Rabbi ismiyle ve onun bir yaratıcısı olarak, vahiy veya vahyin hizmetini gören kapsamlı ilhamlar ile peygamberlerle yaptığı konuşma; diğeri ise her bir ferdin, her bir canlının Rabbi ve yaratıcısı olmak haysiyetiyle, hususî bir surette ve aynı zamanda perdeler arkasında onların kabiliyetlerine göre kendileriyle yaptığı konuşma.

Vahiy ile ilham arasındaki ikinci fark şudur: Vahiy gölgesizdir, saftır, durudur. Peygamberler gibi yüksek makamlarda bulunan insanlara mahsustur. Havassa hastır. İlham ise, gölgelidir, renkler karışır ve umûmidir. Meleklerin, insanların ve hayvanların ilhamı gibi pek çok çeşitleri vardır. Denizlerin su damlaları gibi sonsuzluğu ifade eden bu sayısız ilhamlar, Allah'a âit kelimelerin teksirine bir zemin teşkil etmekte ve bir anlamda , "De ki: Rabbimin sözleri için derya mürekkep olsa ve bir o kadar da ilave getirsek dahi, Rabbimin sözleri bitmeden önce deniz tükenecektir."(31) âyetinin bir vechini tefsir etmektedir."(32)

 

Dipnotlar

1-bkz. el-Cevherî, es-Sihah; İbn Manzûr, Lisânü'l-Arab, "VHY" maddesi.

2-bkz. Cerrahoğlu, İsmail, Tefsir Usûlü, 37; Turgut, Ali, Tefsir Usûlü ve Kaynakları, 79-80.

3-Meryem, 19/11.

4-el-En'am, 6/112.

5-bkz. Cerrahoğlu, Tefsir Usûlü, a.g.y.

6-krş. Subhi Salih, Mebâhis fi Ulûmi'l-Kur'an, 23-24.

7-bkz. Şualar, 103.

8-bkz. a.g.e., 104.

9-bkz. a.g.e., a.g.y.

10-el-Buhârî, Bed'ü'l-vahy, 3.

11-el-Aclûnî, Keşfu'l-hafa, I/231.

12-el-Buhârî, Bed'ü'l-Vahy, 2..

13-el-Buhârî, İman, 57.

14-bkz. Keskioğlu, Osman, Kur'a'n-ı Kerim Bilgileri, 30.

15-el-Buhârî, Bed'ü'l-Vahy, 2; vahyin çeşitleri için ayrıca bkz. İbn Kayyım el- Cevzî, Zâ'du'l-Meâd, (trc. Şükrü Özen), I/24-25.

16-bkz. eş-Şûrâ, 42/51.

17-krş. Subhi Salih, 25.

18-en-Nisâ, 4/163.

19-ez-Zâriyât, 51/56.

20-bkz. e's-Sâbûnî, Muhtasaru İbn Kesir, İM/387; ayrıca bkz. el-Kurtubî, el-Câmi' fi Ahkâmi'l-Kur'an, XVII/55-56; el-Fîruzâbâdî, el-Mikbas min Tefsiri ibn Abbas, (Mecmu mine't-Tefâsir), VII/87; el-Hâzin, Lübâbu't-Te'vîl fi maâni't-Tenzil (Mecmu), VI/87.

21-bkz. en-Nesefî, Ebû'l-Berekât, Medâriku't-Tenzîl ve Hakâiku't-Te'vîl, (Mecmu),VI/87.

22-el- Vakıa, 56/57.

23-bkz. Mektûbat, 86.

24-Müellifin, sarih vahyi, kudsî hadislerin sadece bir kısmına hasretmesi, tarafımızdan anlaşılamamıştır.

25-bkz. a.g.e., a.g.y.

26-bkz. a.g.y.

27-el-Cürcanî, Seyyid Şerif, et-Ta'rifât, 34.

28-et-Teftazanî, Şerhu'l- Akâid, (Haşiyetu'l-Kesteli ile birlikte), 45.

29-bkz. Lem'alar (Os.), 664-665.

30-el-Kehf, 18/109.

31-el-Kehf, 18/109.

32-bkz. Şualar, 103-104.

Doç.Dr.Niyazi Beki

http://www.cevaplar.org/index.php?content_view=6326&ctgr_id=35
Devamını Oku »

Namaz Kılıp da Büyük Günah İşleyen Mümin midir?

 Namaz Kılıp da Büyük Günah İşleyen Mümin midir?
Namaz kılan derken ehl-i kıble kastedilmektedir. Daha önce imanın hakikati meselesinde bunun açıklaması geçmişti. Buradaki amacımız muhaliflerin görüşlerini zikretmek ve onların şüphelerini cevaplamaktır. Hariciler bu kimsenin kafir olduğuna, Hasan el-Basri münafık olduğuna, Mutezile ise ne mümin ne de kafir olduğuna vardı
Haricilerin bir kısım delilleri vardır.

Birincisi şu ayettir: ''Allah’ın indirdikleriyle hükmetmeyenler kâfirlerdir.”(Maide 44) Zira âyette geçen “men” edatı,Allah’ın indirdiğiyle hükmetmeyen herkesi kuşatır. Dolayısıyla tasdik eden fasık kişi de âyetin kapsamına girer. Yine onların kafir olmasının gerekçesi, hükmetmeme olarak açıklanmıştır. Şu halde Allah’ın indirdiğiyle hükmet­meyen her kişi kafirdir. Fâsık da Allah’ın indirdiğiyle hükmetmemektedir.

Biz şöyle deriz: Mevsuller genellik bildirmez, aksine genellik ve özelliğe muhtemel olan cinslik ifade eder. Kastedilen, Allah'ın indirdiklerin­den kesinlikle hiçbiriyle hükmetmeyenlerdir. Bu kişilerin kafir olduğunda herhangi bir tartışma yoktur. Yahut şöyle deriz: Allah’ın indirdiğiyle kastedi­len Tevrat'tır. Âyetin başı buna karine oluşturmaktadır: “Tevrât'ı biz indirdik. Onda hidayet ve nur vardır. Teslim olmuş peygamberler onunla Yahûdilere
hükmederlerdi.”(Maide,44)Oysa bizim ümmetimiz Tevrâtla hükmederek kulluk et­memektedir. Dolayısıyla hüküm Yahûdilere özgüdür. Şayet Tevrât’la hük­metmezlerse onların kafir olması gerekir. Biz bunun gereğini kabul ediyoruz.

Hâricîlerin ikinci delili şu âyettir: “Biz kafirden başkasına ceza mı veririz"(Sebe,17) Bu âyet, cezalandırılan herkesin kafir olduğuna delalet etmektedir. Büyük günah işleyen de “Kim kasten birini öldürürse onun cezası ebedî cehennemdir”(Nisa, 93)âyeti nedeniyle cezalandırılacaktır. O halde büyük günah işleyen de kafirdir.

Biz deriz ki bu, zâhiri terk edilen bir âyettir. Çünkü âyetin zâhiri, cezayı kafirliğe hasretmektedir. Oysa bu, kesinlikle terk edilmiştir. Zira kafirden başkası da ceza/karşılık görmektedir. Bu ceza ise ödüllendirmedir. Çünkü ceza hem sevabı hem de azabı içermektedir. Yine sadece kafirlere ceza verilmesi terk edilmiştir çünkü âyette şöyle denilmektedir: “Bugün her nefis, yaptıklarının karşılığını/cezasını görecek.”(Mümin,17) Şu halde âyetin kafire mahsus bir cezaya yorulması gerekmektedir. Nitekim âyetin siyakı yani “işte biz onları küfürleri sebebiyle cezalandırdık”(Sebe,17) ifadesi de buna delalet etmektedir. Buna göre an­lam şudur: “O karşılık / ceza, kafirden başkasına verilir mi?” Büyük günah işleyen kimse ise kafire mahsus cezadan başka bir cezaya uğrayacaktır.

Üçüncüsü, haccın farz olduğunu bildirdikten sonra gelen şu âyettir “Her kim inkar ederse" yani haccetmezse 'Allah âlemlerden müstağnidir”(Ankebut,6) Âyette haccı terk etmek küfür sayılmıştır.

Biz şöyle deriz: Kastedilen haccın farz olduğunu inkar edenlerdir.Bu kişinin kafir olduğunda da kuşku yoktur.

Dördüncüsü, yüce Allah’ın Hz. Musa ve Hz. Harun’dan tahkiye ettiği şu âyettir: “Bize yalanlayıp yüz çevirene azap edileceği vahyedildi.”(Taha,48) Bu âyet azabın yalanlayanla sınırlı olduğuna delalet etmektedir ve yalanlayan da kafirdir. Kuşkusuz fasık azap görecektir zira onun hakkında tehdit gelmiştir.

Biz şöyle deriz: Bu da zâhiri terk edilen bir âyet olup görüş birli­ğiyle şarap içen ve zina edenin azabına mahsustur. Oysa bu kimseler yüce Allah’ı yalanlamamaktadır. Hatta Yahudi ve Hıristiyanlar bile yüce Allah’ı yalanlamamaktadır. Belki yalanlamış durumuna düşmektedirler ama yalanlayan kimse ile yalanlamış duruma düşen kimse arasında fark vardır.

Beşincisi şu âyettir: “Sizi alev alev yanan bir ateşle uyardım. Ona ancak yalanlayan ve yüz çeviren bahtsız kişi girer”(Leyl,14) Bu âyet, ateşe giren herkesin kafir olduğunu göstermektedir. Fâsık yani büyük günah işleyen de ateşe girecektir. Zira fâsıkın ateşe gireceği tehdidini ifade eden genel âyetler vardır.

Biz şöyle deriz: Belki bu özel bir ateştir. Yani “ona girer / yeslâhâ” ifadesindeki zamir, nekre bir ateşe gitmektedir. Belki onun nekre yapılması, türsel birliği ifade etmek içindir. Bu durumda yalnızca kafirin gireceği özel bir ateş olmaktadır.

Altıncısı,tartısı hafif gelen hakkındaki şu âyettir: "Size âyetlerim okunur da siz yalanlamaz mıydınız!”(Müminun,105)Bu takdirde deriz ki fâsık, iyilikleri­nin azlığı nedeniyle tartısı hafif gelenlerdendir. Tartısı hafif gelen herkes, sözü edilen âyetin gösterdiği gibi yalanlayandır. Her yalanlayan ise kafirdir.

Biz şöyle deriz: Tersine fâsıkın tartısı imanla ağır gelir. Dolayısıyla o, tartısı hafif gelenlere girmez.

Yedincisi, “O gün kimi yüzler ağarır, kimi yüzler de kararır. Yüz­leri kararanlar, iman ettikten sonra inkar mı ettiniz!“(Al-i İmran,106) âyetidir. Fasık masiyet sebebiyle yüzü kararanlardandır. Dolayısıyla da fâsık, kafirdir.

Biz şöyle deriz: Her fâsıkın kıyamet günü böyle yüzü kararanlardan olduğunu kabul etmiyoruz. Çünkü âyet, bunu gerektirmemektedir. Aksi­ne ayet, iman ettikten sonra inkar eden bir kısım kafirler hakkında gelmiştir. Çünkü âyette ”iman ettikten sonra inkar mı ettiniz' denmektedir.

Sekizincisi: Büyük günah işleyen, amel defterleri soldan verilecek­lerdendir. Yüce Allah “Âyetlerimizi inkar edenler, defterleri soldan verilecek kimselerdir.Ayet, amel defteri soldan verilen herkesin ise kafir olduğunu göstermektedir.

Biz şöyle deriz: Sizin âyetin anlamına ilişkin söylediğiniz bu şey, aksini vehmettirme türündendir. Zira o, inkar eden herkesin amel defteri soldan verileceklerden olduğuna delalet etmektedir. Oysa bu, sizin vehmettiğiniz gibi, tümel olarak döndürülmez.Yine sizin bu âyetle istidlâliniz,dinin zorunlu unsurlarını tasdik eden zinakar ve hırsızla nakz olmaktadır. Çünkü bu ikisi, yalanlamadıkları halde defteri soldan verileceklerdendir.

Dokuzuncusu şu âyettir: “Kimler bundan sonra inkar ederse, işte onlar fâsıktırlar.”(Nur,55) Bu âyet, mübtedanın haberle sınırlı olduğunu göstermektedir. Nihâyetü’l-Uküla uygun doğru ifade “haberin mübtedayla sınırlı oldu­ğunu göstermektedir” şeklindedir. Bu takdirde her fâsık kafirdir.

Biz şöyle deriz: Sizin söylediğiniz sınırlamanın âyetten çıkarıldı­ğını men ediyoruz.Çünkü kafir başlangıçta böyledir yani dil bakımından fasıktır. Bununla birlikte fâsık lafzı yeni örfte kâfire söylenmemiştir. Dolayısıyla da bundan sonra fasık mutlak olarak inkar edenle sınırlı değildir. Aksi­ne kafirle sınırlı olan, yalnızca tam fasıktır.

Onuncusu şu âyettir: “Allah’ın rahmetinden ancak kafir topluluk umut keser”(Yusuf,87). Fâsık, Allah’ın rahmetinden yani sevabından umutsuzdur.

Biz şöyle deriz: Fâsığın umutsuz olduğunu men ediyoruz. Çünkü imam sebebiyle onda umut vardır.

On birincisi şu âyettir: "Sen kimi ateşe sokarsan onu rezil edersin”(Al-i İmran,192) Ayrıca şu âyet: “Bugün rûsva ve kötü olacaklar kafirlerdir.Bunun takriri şöyledir: Fâsık, kuşatıcı tehdit âyetleri nedeniyle, cehennem ateşine girecektir. Ateşe giren herkes ise ilk âyet nedeniyle rezil olacaktır. Rezil olan herkes ise ikinci âyet nedeniyle kafirdir.

Biz Şöyle deriz: Lam almış müfret -ki burada “hızy / rezillik" kelimesidir- bize göre genel değildir. Dolayısıyla rezilliğin mutlak olarak kafirle sınırlı olması gerekmez. Yahut şöyle deriz: Genel olduğu kabul edildiği tak­dirde onunla kastedilen, tam rezilliktir. Bu durumda tam rezilliğin fertlerinin  kafirle sınırlı olması gerekir, mutlak olarak rezilliğin fertlerinin değil.

On İkincisi şu âyettir: “Kitabı solundan verilen ise diyecek ki keşke kitabım verilmeseydi; keşke hesabımın ne olduğunu bilmeseydim; keşke bu iş son bulmuş olsaydı; malım bana fayda vermedi; gücüm de kalmadı; saltanatım da yok olup gitti. Onu yakalayın da bağlayın, sonra alevli ateşe atın, sonra onu yetmiş arşın uzunluğunda bir zincirle oraya sokun! Çünkü o, yüce Allah’a inanmıyordu.”(Hakka,25) Fâsığın kitabı sağından verilmeyecektir. Bu açıktır. Tersine solundan verilecektir. Çünkü orada üçüncü bir şık yoktur. Şu halde fâsık, kafirdir.

Biz şöyle deriz: Yüce Allah o günde iki bölük insandan söz etmiştir. Bunlar, kitabı sağından verilenler ile kitabı solundan verilenlerdir. Bu durum, üçüncü kısmın olmadığını göstermez. Çünkü onların bir kısmının kitabı ellerine verilmeyip okunabilir. Ayetin nazmında buna aykırı bir şey yoktur. Aynca tahsis açıktır. Yani insanların bu iki bölükten ibaret olduğunu kabul etsek bile deriz ki “O, yüce Allah’a inanmıyordu” âyeti, kitabı sol taraftan verilen herkesi kuşatmaz. Çünkü ehl-i kıblenin fâsıkları Alah’a iman ederler yani Allah’ı tasdik ederler. Dolayısıyla da “O, iman etmiyordu” ifade­sinin kapsamına girmezler.

On üçüncüsü şudur: Fâsık, başkasına veya kendisine zulmeden­dir. Her zâlim ise kafirdir. Zira âyette “Bilin ki Allah’ın laneti, zâlimlere olsun. Onlar, Allah’ın yolundan alıkoyan, onu eğriltmek isteyen ve âhireti inkar edenlerdir.”(Hud,19)

Biz şöyle deriz: Sizin söylediğiniz, peygamberlerin bile tekfir edil meşini gerektirir. Çünkü onlar zulümlerini itiraf etmişlerdir. Nitekim Hz, Adem ve Havva “Rabbimiz biz nefsimize zulmettik”(Araf,23), Hz. Musa “Rabbim ben nefsime zulmettim”(Kasas,16), Hz. Yunus “Ben zâlimlerden oldum”(Enbiya,87) demiştir.

Bunun hilli de şöyle denmesidir: “Zalimler” kelimesinden sonra söylenenler, özel bir sıfattır. Bu sebeple her zalimin tekfiri gerekmez.

On dördüncüsü şu âyettir: “Fasıklık yapanlara gelince onların ba­rınağı ateştir. Oradan her çıkmak istediklerinde geri çevrilirler ve onlara: 'Yalanlayıp, durduğunuz ateşin azabını tadın’ denir.”(Secde,20)Bu âyet, her fâsığın kafir olduğunu göstermektedir.

Biz şöyle deriz: “Fâsıklık yapanlara gelince” sözü, zahir genelliği­ni korumamaktadır. Çünkü o, her fâsığın kıyamet gününü yalanlamasını gerektirmektedir. Oysa bu kesinlikle yanlıştır.

On beşincisi şu âyettir: “Suçlulara sorarlar: Sizi cehenneme düşü­ren nedir? Onlar derler ki: Namaz kılanlardan değildik; yoksulu doyulmaz­dık; dalanlarla biz de dalardık ve ceza gününü yalanlardık” (Müddesir,43) Bu âyetle sabit olmaktadır ki her suçlu ateşe girecektir ve kafirdir. Şüphesiz fâsık da suçlu­dur ve ateşe girecektir.

Biz şöyle deriz: Bunun cevabı daha önce geçmişti. Cevap şudur: Âyetin zahiri alınmaz. Aksi halde her suçlunun kıyamet gününü yalanlıyor olması gerekir. Halbuki bu kesinlikle yanlıştır.

On altıncısı şu âyetlerdir: ''İnkar edenler, bölük bölük cehenneme sürülür. Oraya vardıklarında cehennemin kapılan açılır ve bekçileri onlara: ‘Size içinizden Rabbinizin âyetlerini okuyan ve bugüne kavuşacağınız uyarısında bulunan peygamberler gelmedi mi' derler. ‘Evet geldi' derler. Lâkin azap sözü inkarciların aleyhine gerçekleşir. Onlara ‘ebedi kalacağınız cehen­nemin kapılarından girin; kibirlilerin yeri ne de kötüdür.' denir. Rablerinden sakınanlar ise bölük bölük cennete sürülür. Oraya vardıkları ve cennetin kapılan açıldığında cennetin bekçileri onlara ‘Size selam olsun! Hoş geldiniz. Ebedî kalmak üzere girin buraya!’ derler.”(Zümer,73) Bu âyetlerden öğrenil­mektedir ki insan ya müttaki olup cennete sürülür ya da kafir olup cehen­neme sürülür.

Cevap: Daha önce benzeri geçmişti. Buna göre âyetlerde iki kısmın zikredilmesi, üçüncü kısmın olmadığını göstermez.

On yedincisi, Hz. Peygamber’in (s.a.) “Kim bir namazı bilerek terk ederse kafir olur” hadisi ile “Kim haccetmeden ölürse ister Yahudi ister Hıristiyan olarak ölsün” hadisidir.

Biz şöyle deriz: Ahad haberler, muhalifler ortaya çıkmadan önce gerçekleşmiş icmayla gelişemez.

On sekizincisi: Allah’a dost ve düşman olmak birbirine zıttır ve iki­si arasında da vasıta yoktur. Allah’a dostluk iman iken Allah’a düşmanlık küfürdür.

Biz şöyle deriz: Biz iki zıt arasında vasıta bulunmadığını kabul et­miyoruz. Zira karalık ve aklık birbirine zıttır ve ikisi arasında vasıta vardır. Dolayısıyla Allah’a dost olmak ile düşman olmak arasında vasıta olabilir.

Büyük günah işleyenin münafık olduğunu iddia edenler iki delil getirmiştir.

Birincisi naklî delildir. Hz. Peygamber (s.a.) şöyle demiştir: “Müna­fığın alameti üçtür: Söz verdiğinde cayar, konuştuğunda yalan söyler, emanet bırakıldığında hıyanet eder.”

Biz şöyle deriz: Bu zahiri bırakılan bir nastır. Çünkü bir kimseye değerli bir elbise giydirme sözü veren, sonra sözünde durmayan kimse bu hareketinden dolayı icmayla imandan çıkıp nifaka girmez. Denilmiştir ki hadisin anlamı şudur: Bu üç haslet hep birlikte bir şahsın melekesi haline geldiğinde onun münafıklığının alameti olur. Ama meleke haline gelmediyse olmaz. Nitekim Hz. Yusuf un kardeşleri onu koruma sözü vermişlerdi ama sözlerinde durmadılar. Babaları onlardan eman almıştı ama hiyanet ettiler ve “onu kurt yedi” diyerek yalan söylediler. Fakat onların münafık olmadı­ğında görüş birliği vardır. Bununla birlikte bir şeye delalet eden alamet, ba­zen katî olarak delalet etmez. Bu durumda delalet edilen şeyin ondan ayrıl­ması mümkündür.

İkincisi aklîdir. Bu delil şöyledir: Bu delikte bir yılan bulunduğuna inanan bir akıl sahibi, elini o deliğe sokmaz. Eğer bunu iddia eder, ardındanda elini sokarsa inanmadan söylediği bilinir. Büyük günah işleyen için de aynı şey geçerlidir.

Biz Şöyle deriz: Yılanın zararı, hemen olan ve gerçekleşmiş bir durumdur. Oysa günahtan dolayı azap böyle değildir. Çünkü ilerde gelecek ve şimdi gerçekleşmemiş bir durumdur. Zira tövbe ve affedilme mümkündür.
Dolayısıyla bu ikisi farklıdır.

Mu'tezile ise iki delil getirmiştir.

Birincisi: Fâsık ne mümindir ne de kafirdir Mümin değildir çünkü daha önce imanın taatlerden ibaret olduğu anlatıldı Kafir olmadığında icma vardır, çünkü Sahâbe ve onların ardından Selef, zina, şarap içme ve iffetli kadına iftira atılması durumlarında fasığa had uyguluyor, onu öldürmüyor, dinden çıktığına hükmetmiyor ve Müslüman kabristanına defnediyordu. Oysa onlar, kafire böyle muamele yapılmayacağında icma etmişti. Yine âşığın kafir olması, koca karısını zina etmekle suçladığı takdirde liâna ve hâkimin hükmüne gerek kalmadan sadece bu suçlamayla kadının kocasından ayrılmasını gerektirir. Çünkü koca doğru söylüyorsa ka­dın zina etmekle kafir olmuş demektir. Şayet koca yalan söylüyorsa iffetli kadına iftira etmekle kafir olmuş demektir. Dolayısıyla da her iki durumda da ayrılık gerçekleşir.

Biz şöyle deriz: Koca mümindir. Daha önce imanın hakikati mese­lesini ele alırken bu hususta açıklama yapmıştık.

İkincisi, Vâsıl b. Atâ’nın Amr b. Ubeyd’e söylediği ve Amfin da Vâsılın görüşüne dönmesine vesile olan açıklamadır. Bu açıklama şöyledir:

Onun fâsık olduğu görüş birliğiyle mâlûmdur. İmanında ise ihtilaf edilmekte­dir. Diğer deyişle ümmet, büyük günah işleyenin fasık olduğunda icma et­miş ama onun mümin mi yoksa kafir mi olduğu hususunda ihtilaf etmiştir. Biz ihtilaf edilen görüşü bırakıyor ve ittifak edilen görüşü alıyoruz.

Biz şöyle deriz: Daha önce geçtiği üzere büyük günah işleyen ke­sinlikle mümindir ve Vâsıldan önce ümmet bu hususta ihtilaf etmemiştir. Ak­sine ondan önce ümmet mükellefin ya mümin ya da kafir olacağında icma etmiştir.

Üçüncü bir kategori çıkarmak, o iki kısımda sınırlama üzerine oluş­muş icmayı delmek demektir. Dolayısıyla da hiç kuşkusuz yanlıştır.

 

 

Mevâkıf Şerhi (3)
Müellif:Seyyid Şerîf Cürcânî
Çeviren:Ömer Türker
Türkiye Yazma Eserler.
Devamını Oku »

Allah'ın Aşkınlığı (Esasü't-Takdis) - Fahreddin er-Razi

Allah'ın Aşkınlığı (Esasü't-Takdis) - Fahreddin er-Razi

Ünlü kelam ve tefsir alimi Fahreddin er-Râzî bu kitabında, Müşebbihe olarak anılan antropomorfist ya da insan biçimci kelâm akımını, Allahü Teâlâ’yı niteleyen ayet ve hadisleri lafzi manalarıyla anlayarak bütünlük ve derinlikten uzaklaşmakla eleştiriyor, tevilin gerekliliğini savunuyor. Râzî’ye göre yapılacak iş, Allah’ın Aşkın (el-‘Alî, Müte‘âl) Varlık olduğu ilkesinden kalkarak ilgili nassların anlamını her türlü antropomorfist çağrışımdan arındırmaktır.

Pdf İçin bknz:https://drive.google.com/file/d/0BxKBnwXGT6ZBUFlDSHpZc1hfcEU/view?pref=2&pli=1
Devamını Oku »

Prof. Dr. Muhammed Ali Es-Sabuni: Oryantalizmden Etkilenenler Kur’an-ı Kerim ‘i Doğru Anlayamazlar





Prof. Dr. Muhammed Ali Es-Sabuni: Oryantalizmden Etkilenenler Kur’an-ı Kerim ‘i Doğru Anlayamazlar

 

İhsan ŞENOCAK: Bismillahirrahmanirrahim. Hocam Kur’an-ı Kerim’in anlaşılabilmesi için İslam’ın erken asırlarından bu tarafa uygulanan ve zaman içerisinde de tedvin edilerek metin haline getirilen tefsir ve fıkıh usulü günümüzde modernist müslümanların yenilenme çağrıları ile karşı karşıyadır. Modernistler, mevcut tefsir ve fıkıh usulü ile Kur’an-ı Kerim’in anlaşılamayacağını, mutlaka batılıların geliştirdiği çağdaş anlambilimin verilerinden istifade edilmesi gerektiğini söylemektedirler. Üç telif tefsirin sahibi olarak ne söyleyeceksiniz? Kur’an-ı Kerim’i anlarken fıkıh/tefsir usulünde yetersizlik gördünüz mü? Görmediyseniz, bu çağrının arka planında ne olabilir?

 

M. Ali SÂBÛNİ: Allah Teala’ya hamd ve O’nun bütün beşeriyete rahmet olarak gönderdiği Muhammed Mustafa’ya salat-u selam olsun.

Kur’an-ı Kerim Allah Teala’nın bütün insanlığa gönderdiği Arabi bir kitaptır. Bütün insanlık O’nun nuru ile aydınlansın diye nebilerin sonuncusu olan Muhammed Mustafa’ya -sallallahu aleyhi ve sellem- Arapça olarak indirilmiştir. Çünkü; Allah Resul’ü Arap’tı ve Arabi bir çevrede yaşıyordu. Bu yüzden fesahat ve beyanın zirvesi olan Kur’an’da Arapça olarak indi. Niçin indiğini, gayesinin ne olduğunu bizzat kendisi açıklıyor: “Bu Kur’an, Rablerinin izniyle insanları karanlıktan aydınlığa çıkarman için sana indirdiğimiz bir kitaptır.” (İbrahim: 1)
Allah Teala Kur’an-ı Kerim’i irşat için indirdi. O, bütün alemi aydınlatacak, insanlık da O’nun nuru ile aydınlanacaktır.

Kur’an’ın nurundan istifade ede bilmek için, O’nu Arapça’nın esaslarına göre anlamalıyız. Usul kitapları bunun için telif edilmiştir. Bütün müfessirler de bu esasları kullanmışlardır.

Kur’an-ı Kerim’i anlamak için müsteşriklerin usulüne ya da onların geliştirdikleri anlambilime hem ihtiyacımız yok, hem de kullanmamız durumunda Allah’ın muradına aykırı manalar ortaya çıkar. Bu nasıl olabilir ki?! Arapça’yı Arap gibi bilmeyenlerden Arapça inen Kur’an-ı Kerim’i anlamanın usulünü nasıl alabiliriz?!

Müsteşrikler kısmen Arapça konuşabilirler; fakat ibarenin mantûk ve mefhumunu Arap gibi anlayamazlar. Bu durum “ben Türkçe’nin felsefesini sizin kadar iyi bilirim” dememe benzer.

Kur’an-ı Kerim, ilahi bir nur olarak indi. Nitekim Allah Teala “Biz size apaçık bir nur (Kur’an) indirdik.” (Nisa: 174) buyurmaktadır. Bu yüzden O’nu anlayacak kişinin kalbinde nur olması gerekir. Nur olacak ki, nur olan Kur’an-ı Kerim’i anlayabilsin. Kalbinde zulmet olan ya da küfür ve fısk içinde yüzen kişiler Kur’an’ı doğru bir şekilde anlayamazlar. Çünkü Cenab-ı Hakk böyle bir kalbi Kur’an’ı anlayacak şekilde açmaz. Allah Teala şöyle buyuruyor: “Yeryüzünde haksız yere büyüklük taslayanları ayetlerimden uzaklaştıracağım. (Onlar) her ayeti görseler de ona iman etmezler. Doğru yolu görseler de onu yol edinmezler. Ama sapıklık yolunu görseler onu hemen yol edinirler. Bu onların ayetlerimizi yalanlamaları ve onlardan gafil olmaları sebebiyledir.” (A’raf: 146) Bu ayet göstermektedir ki, asilerin ya da fasıkların son nebi Muhammed aleyhisselam’a indirilen ve nur olan Kur’an-ı anlamaları mümkün değildir. Buna göre müsteşriklerin dar akılları ve yetersiz dil bilgileri ile Allah’ın ayetlerini anlamaları nasıl mümkün olabilir?! Allah fasıkları, nurunu anlamaktan mahrum ederken kafirlere nasıl bu imkanı verebilir?! Bu durumdaki kişilerin anlambilimlerini kullanmak sadece Kur’an’ın anlamını tahrif etmeye yarar. Bu, batıl bir davadır.

Kur’an-ı Kerim’i anlamak isteyen kişi öncelikle meani, beyan, bedi’, usul-u fıkıh, usul-ü tefsir,…, gibi ilimleri bilmesi gerekir. Aksi takdirde kendi görüşüne göre Kur’an’ı Kerim’i tefsir eder ki bu fahiş hatalara ve batıl anlamlara irtikap edilmesine yol açar. Tıpkı ayetleri zahir anlamalarına göre tefsir edenlerin fahiş hatalara düşmeleri gibi… Nitekim Adiyy b. Hatim -radiyallahu anh- Allah Resulü’ne -sallallahu aleyhi ve sellem- gelip şöyle der: “işittim ki Allah Teala şöyle buyuruyor: ‘sabahın beyaz ipliği (aydınlığı), siyah ipliğinden (karanlığından) ayırt edilinceye kadar yiyin, için.’ (Bakara: 187)” Bu ayet, Allah’ın Kitabı Kur’an’ı Kerim’dedir. Kitap Arapça, bu sahabi de Arap’tır. Fakat usul bilmediğinden ayeti anlayamıyor. Sahabi ayetten güneşin doğmasına yakın bir ana kadar yani beyaz ipin siyah ipten ayrılmasına kadar yemek yemeye devam etmeyi çıkarıyor. Halbuki “beyaz iplik” fecir vaktini yani tan yerinin ağırmaya başladığı anı, “siyah iplik” de gecenin karanlığını anlatmaktadır. Yoksa gerçek anlamda iplikleri birbirinden ayırmak değildir.

Bu yüzden asıl kaynaklara dönmemiz gerekir. Kur’an’ı Kerim, ihatası imkansız bir deniz gibidir. Lügat ve belagat bilmeyenler O’nun anlamlarını bulup çıkaramazlar. Müfessirlere bakın; her biri lügat, usul ve fesahatta zirve şahıslardır. Buna rağmen takrib yoluyla Allah’ın muradını anladılar. Kesin bir şekilde anladıklarını belirtmediler. Herkes nasibi nisbetinde Kur’an’dan istifade etmiştir. Onlar bu halde iken açıklamalarının altına “her şeyin en doğrusunu Allah Teala bilir.” kaydını düşmekten imtina etmediler.
Âma olanlar, gören kişilere yol gösteremezler. Müsteşrikler ulemaya nisbetle âmadırlar. Bu kişilerin Kur’an’ın anlaşılmasında referans kabul edilmeleri ya da görüşlerine itibar edilmesi âmanın görenlere yol göstermesine benzer. Müsteşrikler nasipsiz olmaları cihetiyle âmadırlar.

Usul Bilmeyenler Kur’an’ın
Muradını Anlayamazlar


İhsan ŞENOCAK: Çağdaş anlambilimden etkilenen yakın dönem tefsir telakkilerinin bir çoğuna göre ahkam ayetlerinin mevcut halleriyle modern dünyada uygulama alanı bulmaları imkansızdır. Bunlara göre, -örneğin- müslüman bir kadına mirasta erkek kardeşinin yarısı kadar pay alacağını ya da iki kadının bir erkek şahide denk olabileceğini anlatmak güçtür. Böyle bir yaklaşım ya da usul, İslami bir esasla izah edilebilir mi?

M. Ali SÂBÛNİ: Bu usul değil, cehalet ve ahmaklıktır. Bunlar Kur’an’ın muradını anlayamayan cahil kişilerdir. Mesela şehadetle ilgili ayete bakalım: Bunda ki sır nedir? Bu konu maddi ve mali hususlar ile alakalıdır. Erkekler bu alanlarda ihtisas sahibidirler. Kur’an-ı Kerim kadını aile meselesinde ihtisas sahibi kabul ettiğinden mali hususlarda erkeği mütehassıs olarak görür. Erkek gece, gündüz mali hususlar ile ilgilenir. Zihni bu alanda daha canlıdır. Mali meselelerde unutkanlığı kadına nisbetle daha azdır. Bu yüzden kadın mali işlerde erkek kadar başarılı olamaz. Sonra kadın, erkeğe nisbetle daha unutkandır. Ayet bağlamında düşündüğümüzde kadının bu işlerle iştigal etmemesi unutkanlığının artmasına etki eder. Çünkü; insanın sahasına girmeyen işlerde zabdı zayıftır. Konuya kadın cihetinden bakıldığında onunda ihtisas sahibi olduğu alanlarda zabdının erkekten daha güçlü olduğu görülür. Mesela yemekle alakalı meselelerde kadın, bir gördüğü yemeği başarılı bir şekilde yapabilirken, erkek ön bilgiye sahip olmadığından kadın kadar tez kavrayamaz.

Kadın, erkek kadar mütemekkin de değildir. Daha duygusaldır. Daha unutkandır. Daha tez kızar. Allah Teala kadın ve erkeğin mevcut konumlarına göre bu hükmü takdir etmiştir.
Erkek de kadın da duygusal ve akıllı varlıklardır. Fakat kadının duygusallığı genelde aklına galiptir. Bu durum göz ardı edilmemelidir.

Allah Teala kadını evin mürebbiyesi olarak yaratmıştır. Niçin? Çünkü çocukları yetiştirmede duygusallık ve şefkat önemlidir. Bunlar kadında daha öndedir.

Erkeğin aklı genelde duygusallığına galiptir. Ayrıca erkek, iktisadi hayatın içerisinde olduğundan ticari teamülleri daha iyi bilir. Bu itibarla onun mali işlerde ki konumu kadınınkinden daha güçlüdür.
Erkeğin mirastan iki, kadının bir pay almasına gelince; bahsettiğiniz kişiler bu hükmü anlamış olsalardı göreceklerdi ki kadın (bir pay almasına rağmen) gerçekte erkekten daha müreffehtir. Niçin? Bir örnek üzerinden meseleyi değerlendirelim: Bir adam ölüyor ve geride bir erkek ve bir kız çocuk bırakıyor. Allah Teala’nın hükmüne göre erkek iki, kız bir hisse alacak. Yani adamın üç bin riyali olsa iki binini erkek, binini kız alacak. Bu çocukların her biri evlenecek. Bu açıdan bakıldığında iki bin riyal alan erkek evlenirken mehr verecek. Mirasın bin riyalini mehr verdiğini düşünelim geriye bin riyali kalacak. Bin riyalle de ev kiralayacak, eşine elbise temin edecek, onun nafakasını sağlayacak, tedavi giderlerini karşılayacak. Fakat kız böyle değildir. Miras kalan bin riyalin hepsi kendisine kalmaktadır. Harcama zorunluluğu yoktur. Çünkü o, mali hiçbir şeyle mükellef değildir. İşte sosyal adalet budur. Allah Teala yarattığı insanın maslahat ve ihtiyacını en iyi bilendir: “Babalarınız ve oğullarınızdan, hangisinin size daha faydalı olduğunu bilemezsiniz. Bunlar (mirasla alakalı hükümler), Allah tarafından farz kılınmıştır. Şüphesiz Allah hakkıyla bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir.” (Nisa: 11)

Modernistlerin Kadın Telakkisi

İhsan ŞENOCAK: Hocam kadının şahadeti bağlamında konuya baktığımızda şöyle diyebilir miyiz; Kur’an-ı Kerim, kadını çocukların hem annesi hem de öğretmeni olarak görmektedir. Bugün her ne kadar kadın cemiyetin farklı noktalarında çeşitli konumlarda görev almış olsada bu, Kur’an’ın telkin ettiği bir cemiyet fotoğrafı değildir. Bu yüzden modernistlerin kadın telakkisi temelde Kur’an’la çelişmektedir. Onlar itirazlarını çelişen bu telakki üzerine bina etmektedirler…

M. Ali SÂBÛNİ: Evet kadının yeri evidir. Kadını evinden çıkarmak ona yapılan en büyük ihanettir. Kadını sokağa itenler ona hürriyet verelim derken onu tehlikenin içine ittiler. Nafakasını kendisi kazanan bir kadının mali işlerden vakit bulup asıl vazifesi olan annelikle ilgilenmesi ne kadar mümkün olabilir?! Bu yüzden İslam, modern dünyanın zıddına kadını mürebbiye olarak düşünmüş ve onun iffet ve kerametini korumuştur.
Modernistler akıllarıyla konuşmuyorlar. Kadına nafakanı kazan, hayatını kurtar, kamuya açıl, meslek sahibi ol diyorlar. Peki çocukları kim yetiştirecek?! Eğer çocukları anne terbiyesinden mahrum bırakırsak o zaman diledikleri gibi yaşarlar, kendileri bozuldukları gibi cemiyeti de bozarlar. Kadının çocuk terbiyesi ile ilgilenmesi mali meselelerle ilgilenmesinden daha önemlidir. Çünkü; çocuk terbiyesini en güzel anneler yapabilir. Buna rağmen kadının mali işlerde ilgilenmesinde bir beis yoktur.
Şehadetle alakalı ayet, malı korumayı da hedeflemektedir. Mal, canın yongasıdır. İslam malın israf edilmesine karşıdır. Nitekim Allah Teala şöyle buyurmaktadır: “Allah’ın sizin için geçim kaynağı yaptığı malllarınızı aklı ermezlere vermeyin.” (Nisa: 6) Ayet, insanlara hitap etmektedir. Sefih (aklı ermez kişi) malını harcıyor ona kimse karışamaz diyemezsiniz. İsraf edilen mallar milli serveti tüketir, bu da cemiyete zarar verir. Bu yüzden mal korunmalıdır. Bunun hamilerinden biri de şahitlerin güvenilir olmalarıdır. Erkeğe nisbetle daha çok unutan ve daha duygusal olan kadının erkek kadar güvenilir olmadığı aşikardır.

Yeni Arayışların Arkaplanı

İhsan ŞENOCAK: Buraya kadar ki ifade ve örneklerinizden fıkıh ve tefsir usulünün modern dünyanın problemlerini çözebilecek şekilde Kur’an-ı Kerim’in anlaşılmasını temin edeceği çıkmaktadır. Hal bu iken niçin modernistler yeni usul arayışları içerisine girmişlerdir?

risale-9M. Ali SÂBÛNİ: Bu, öncelikle iman zayıflığından sonra da Kur’an’ın sırlarını ve hükümlerini anlamamaktan kaynaklanmaktadır. Kur’an-ı Kerim herkesin anlayabileceği bir kitap değildir. Lügat ve usul okumayan bir Müslüman O’nu anlayamaz. Bu yüzden Kur’an’ı anlayacak kişinin istinbat için gerekli olan ilimleri bilmesi gerekir. Çünkü hükmünün istinbatı salim bir anlayışa dayanmaktadır. Mesela Cenabı Hak “Onlar (kadınlar) size örtüdürler, siz de onlara örtüsünüz/hünne libasun leküm ve entüm libasun lehünne” (Bakara: 187) buyurmaktadır. Kişi ayetin muradını anlayamazsa büyük bir hataya düşer. Nitekim lügat ve belagat ilminden mahrum bir Fransız, Kur’an-ı Kerim’i tercüme ederken ayette geçen “libas” kelimesini “pantolon” olarak çevirmiştir. Halbuki ayet-i kerimede geçen “libas” kelimesinin anlamı bu değildir. Bir Arap da, “libas”ı “ şalvar” olarak tefsir etmiştir. Ayette güçlü bir anlatım vardır. Eşler arasındaki ilişkiden bahsedilmektedir. Elbise ve örtü nasıl insanı soğuk ve sıcaktan koruyorsa eşlerde birbirlerine karşı koruyucu olurlar denmektedir. Buna göre “libas” kelimesinin anlamı “erkek kadın için, kadın da erkek için örtüdür.” şeklindedir. Yani birbirlerini tamamlarlar.

Müfessir olduğunu zanneden kişi, tefsir usulünü ve hüküm istinbatı için gerekli olan ilimleri bilmezse kesinlikle Kur’an-ı Kerim’i anlayamaz.

Arap dilini bilmeyen, beyan, bedi’, meani gibi ilimlerden mahrum olan kişilerin Kur’an-ı anlama gayretleri beyhudedir. Bu ilimlere vakıf olan çocuklar bile bunlardan daha nasipdardırlar. Esmai’in anlattığı şu olay bunu tescil etmektedir: “Bir gün içerisinde derin manalar barındıran şiirler inşad eden dört beş karış boyunda bir kız çocuğuna rastladım. Şiirini işitince ‘bu kız ne kadar fasih konuşuyor.’ dedim. Çocuk bana şu şekilde karşılık verdi: ‘yazıklar olsun sana! Şu ayetten sonra fesahat mı olur: “Musa’nın annesine, ‘Onu emzir, başına bir şey gelmesinden korktuğun zaman onu denize bırak, korkma, üzülme. Çünkü biz onu sana döndüreceğiz ve onu peygamberlerden kılacağız’ diye ilham ettik.” (Kasas: 7) Bu ayet son derece kısa olmasına rağmen iki emir (emzir ve denize bırak), iki nehiy (korkma, üzülme), iki haber (ilham ettik, başına bir şey gelmesinden korktuğun zaman) ve iki müjdeyi (biz onu sana döndüreceğiz, onu peygamberlerden kılacağız) bir araya getirmiştir. Bunu hiçbir beşer yapamaz.”

Modernistler tefsirle alakalı ilimlere vakıf olsalardı yeni usul arayışlarına girmeyeceklerdi. Nasipsizlikleri bu kız çocuğu kadar Kur’an-ı anlamalarına engel olmuştur.

Kur’an-ı Kerim Bir Denizdir

İhsan ŞENOCAK: Kur’an-ı Kerim’i anlama noktasında hangi tefsirler ölçü alınmalıdır? “Şu tefsir, şundan daha başarılıdır” denebilir mi?

M. Ali SÂBÛNİ: Kur’an-ı Kerim bir denizdir. Tek başına hiçbir müfessir O’nu ihata edemez. Her müfessir O’nun farklı bir yönünü keşfetmiştir. Biri O’ndan fıkhi hükümleri çıkarmış, namaz, hac, zekat gibi… Diğeri belağat perdesini kaldırmış, bir diğeri Arap Dili ile alakalı inceliklerine dikkat çekmiştir. Bir başkası kıssaların ihtiva ettiği haberleri izahta daha başarılı olmuştur. Tek başına bir müfessirin bütün yönleri ile Kur’an’ı anlaması beşer takatini aşan bir durumdur. O’nu anlamak için ihtisas gereklidir.

Ayrıca zaman ilerleyip geliştikçe mütekaddimin ulemaya nasip olmayan bazı Kur’an hakikatleri de ortaya çıkmaktadır. Mesela insan önceden yukarıya doğru çıkıldıkça oksijenin azalacağını bilmiyordu. Bugün biliyoruz ki, semaya doğru yükseldikçe oksijen azalmakta ve buna paralel olarak kişinin sadrı daralmaktadır. Bu gerçek Kur’an-ı Kerim’in şu hakikatini doğru bir şekilde anlamamıza yardımcı olmaktır. Allah Teala kişinin kalbini aydınlatmak istediğinde onu İslam’a açar. Bir başkasının dalaletini isterse sanki semaya çıkıyor gibi onun kalbini daraltır: “Allah her kimi doğruya erdirmek isterse onun göğsünü İslam’a açar. Kimi de saptırmak isterse, onun da göğsünü göğe çıkıyormuşcasına daraltır, sıkar.” (En’am: 125) Ayetin zahir anlamı kişi semaya doğru çıkmak ister fakat buna gücü yetmez. Fakat gerçek anlam bu değildir. Semaya doğru ilerledikçe oksijenin azaldığını buna bağlı olarak kişinin nefesinin daraldığını bilmemiz bu ayetin sırrını ortaya çıkarmıştır.

“Evet bizim, insanın parmak uçlarını (benane) bile düzenlemeye gücümüz yeter.” (Kıyame: 4) “Benane” parmak uçları demektir. Modern ilim parmak uçlarının sırrını ortaya çıkarana kadar bunun hikmeti bilinmiyordu. Fakat bugün anlaşılmıştır ki, bir insanın parmağındaki basit çizgiler bir diğer insana benzememektedir. İşte bu, Kur’an-ın i’cazıdır. İnsanın yaratılışı da böyledir. Gayr-i Müslim bir tabip insanın yaratılışı ile ilgili ayetleri duyunca hayretini gizleyememiş ve “daha düne kadar bilinmeyen bu hakikatleri, ümmi olan Muhammed’in -sallallahu aleyhi ve sellem- bilmesi mümkün değildir. Kur’an mutlaka Allah’ın vahyidir.” demiştir. Doktorun Müslüman olmasına sebep olan ayetlere bir bakın: “Sonra onu az bir su (meni) halinde sağlam bir karargaha (ana rahmine) yerleştirdik. Sonra bu az suyu ‘alaka’ haline getirdik. Alakayı da ‘mudga’ yaptık. Bu ‘mudga’yı da kemiklere dönüştürdük ve bu kemiklere de et giydirdik. Nihayet onu bambaşka bir yaratık olarak ortaya çıkardık.” (Mü’min: 13-14)

“Sizi annelerinizin karnında bir yaratılıştan öbürüne geçirerek üç (kat) karanlık içinde oluşturuyor.” (Zümer: 6)
Kur’an’ı Allah Teala vahyetmemiş olsaydı Araplar bu hakikatleri nereden bilebilirlerdi?!

Hasan Hanefi

İhsan ŞENOCAK: Hasan Hanefi katıldığı bir toplantıda Kur’an-ı Kerim’in nuzulünü anlatırken, örnek olarak erkeğin eşine yaklaşmasını kullanıyor. Yani vahyin gelişini o hale benzetiyor. Kur’an-ı Kerim’i anlama iddiasında olan bir zihinde, bu tür bir teşbihin oluşması nasıl izah edilebilir?

M. Ali SÂBÛNİ: Bu adam cahil değil sefihtir, ahmaktır. Bu ifade hastanelik derecede bir cinnettir. Bu ibare, üzerinde konuşulmayacak kadar çirkindir. Sefahetin sınırıdır. Bu cahil herif, Kur’an’ın nuzülünün esrarını idrak etmekten uzaktır.

Hz. İsa’nın İnmesi

İhsan ŞENOCAK: Modernistler Kur’an-ı Kerim’i anlama usulünde olduğu gibi anladıkları mana itibariyle de ulema ile çelişmektedirler. İsterseniz biraz da modernitenin sürekli gündemde tuttukları geleneğe itiraz noktaları üzerinde konuşalım. Şüphesiz ki bunların başında Hz. İsa’nın –aleyhisselam- inişi meselesi gelmektedir. Kur’an-ı Kerim’de Hz. İsa’nın öldüğünü ima eden bir karine var mıdır?

M. Ali SÂBÛNİ: Allah Teala “Onu ne öldürdüler, ne de astılar; fakat (öldürdükleri) onlara İsa gibi gösterildi.” (Nisa: 157) buyurmaktadır. Yahudiler kesinlikle İsa’yı –aleyhisselam- asamadılar. Hz. İsa zannederek O’na benzetilen kişiyi öldürdüler.

Yahudiler, O’nu öldürdüklerini iddia ediyorlar. Ne gariptir ki Hristiyanlar da onların iddialarını tasdik ediyor. Kur’an-ı Kerim de onları “Onu ne öldürdüler, ne de astılar” diyerek tekzip ediyor. Burada tuhaf olan bir durum var ki, o da Hristiyanlar Hz. İsa’nın ilah olduğunu iddia ediyorlar sonra da ilahın asıldığını söylüyorlar. Bu ne kadar tuhaf bir durumdur. Şair ne güzel söylemiştir:

Yahudi bir kulun eliyle asılan ilah, nasıl bir ilahtır?!

Yahudi ve Hristiyanların Hz. İsa’nın ölümü ile alakalı inançları zan üzerine ibtina etmektedir. Çünkü; onlar öldürülen kişinin Hz. İsa mı yoksa O’nun yerini gösteren münafık mı olduğu noktasında şüpheye düşmüşlerdir. Zira “Eğer bu öldürülen İsa ise bizim arkadaşımız (şikayet eden) nerede? Yok eğer bu arkadaşımız ise o takdirde İsa nerede? demekten kendilerini alamamışlardır. Bu yüzden akideleri şüphe üzerine ibtina etmektedir. Nitekim Allah Teala şöyle buyurmaktadır: “Onun hakkında ihtilafa düşenler bundan dolayı tam bir kararsızlık içerisindeler; bu hususta zanna uymak dışında hiçbir (sağlam) bilgileri yoktur.” (Nisa: 157)

İhsan ŞENOCAK: Hz. İsa’nın yeryüzünden ayrılışını ifade eden “teveffa” kelimesi Kur’an-ı Kerim’de Hz. İsa ile ilgili “müteveffike” ve “teveffeyteni” (Al-i İmran:55; Maide: 117) şeklinde iki ayrı yerde kullanılmaktadır. Zemahşeri “Esasu’l-Belağa”da “teveffa” kelimesinin “öldürmek” anlamında mecazen kullanıldığını söylemektedir. Buna göre “teveffa” kelimesinin mecaz anlamı, “bir şeyi bütünüyle kabzetmek” demek olan asıl anlamının önüne geçmektedir. Neler söyleyeceksiniz?

M. Ali SÂBÛNİ: Modernistler “mütevvifike” kelimesini anlayamamışlardır. Bu, ölümü vaattır. Yani “sen ey İsa! İlah değilsin, bir gün diğer insanlar gibi öleceksin.” demektir.

“Seni öldüreceğim demek” tıpkı “sana şunu vereceğim” demek gibidir. Yani şu an vermediniz fakat gelecekte vereceksiniz. Bu cümle verilecek şeyin gelecekte olacağını göstermektedir. Ayete dönersek Cenab-ı Hakk, Hz. İsa’nın ilah olmadığını, günü gelince diğer insanlar gibi öleceğini bildirmektedir. Fakat şu an semaya yükseltilmiştir.

İmam Taberi “Ey İsa! Seni vefat ettireceğim, seni nezdime yükselteceğim/ya İsa innî müteveffîke ve rafiuke ileyye” ayetinde takdim ve tehir olduğunu söylemektedir. Buna göre anlam; “seni katıma yükseltecek sonra vefat ettireceğim.” şeklindedir. Burada mucize vardır. Fakat asıldıktan sonra ruhunun göklere çıkmasında hiç bir olağanüstülük yoktur. Bu herkes için geçerli olan bir durumdur.
Hz. İsa günü gelince yeryüzüne inecektir. Peki ineceğini söylerken ne ile istidlal ediyoruz. Kur’an-ı Kerim O’nun kıyametin alameti olduğunu söylemektedir: (Zuhruf: 61) Ayrıca bu konudaki hadisler tevatür derecesindedir.

İhsan ŞENOCAK: Keşmiri’nin “et-Tasrih bima Tevatere fi Nüzuli’l-Mesih” adlı eseri tevatürü gözler önüne sermektedir.

M. Ali SÂBÛNİ: Evet.

İhsan ŞENOCAK: Zuhruf Suresi’nde ki “Şüphesiz ki O (İsa) kıyamet için (onun yaklaştığını gösteren) bir bilgidir.” mealine gelen ayet açık bir şekilde Hz. İsa’nın ineceğini göstermektedir diyebilir miyiz?
M. Ali SÂBÛNİ: Evet, ayet açıkça nüzülün olacağını bildiriyor.
İhsan ŞENOCAK: Hz. İsa yeryüzüne peygamber olarak değil, Muhammed Mustafa’ya -sallallahu aleyhi ve sellem- tabi olarak gelecek…

M. Ali SÂBÛNİ: İsa –aleyhisselam- Allah Resulü’nün şeriatıyla amel edecektir. Yeni bir din getirmeyecektir. Nebinin nebiye tabi olması caizdir. Bütün nebiler kendilerinden önceki şeriatları tamamlayıcı olarak gelmişlerdir.

Yahudilerin ve Hristiyanların
Ahiretteki Durumu


İhsan ŞENOCAK: Yahudi ve Hristiyanların küfür üzere olduklarını tasrih eden ayetler hakkında neler söyleyecekseniz?

M. Ali SÂBÛNİ: Kıldığımız namazların her rekatında okuduğumuz Fatiha Suresi’nde “nimet ve lütfuna mazhar ettiklerinin yoluna ilet. Gazaba uğrayanların ve sapkınlarınkine değil.” âyeti vardır. Allah Resulü -sallallâhu aleyhi ve sellem- buradaki “gazaba uğrayanları” Yahûdiler; “sapkınları” ise Hristiyanlar olarak tefsir etmiştir. Allah Resulü’nün bu tefsirinden sonra artık kimseye söz düşmez. Kur’ân-ı Kerim’de Yahûdi ve Hristiyanları cehennemlik olmaları noktasında müşriklerle eş değer tutan bir çok âyet vardır: “Gerek Ehl-i kitaptan, gerek müşriklerden olan kâfirler, hem de devamlı kalmak üzere cehennem ateşindedirler. Onlar bütün yaratıkların en şerlisidirler.” (Beyyine: 6) Yahûdilerle ilgili şöyle buyrulmaktadır: “Küfürleri ve Meryem hakkında pek büyük bir iftirada bulunmaları sebebiyle (lânete uğramışlardır)” (Nisâ: 156) Hristiyanlarla ilgili şöyle buyrulmaktadır: “Andolsun ki, ‘Meryem oğlu Mesih, Allah’tır.’ diyenler kâfir olmuşlardır.” (Mâide: 17); “And olsun ki, ‘Allah üçten biridir’ diyenler kâfir olmuştur.” (Mâide: 73)

Bu ayet-i kerimeler, Yahûdi ve Hristiyanların küfür içinde olduklarını açık bir şekilde belirtirken ve onlar Allah’ı ve Rasulü’nü yalanlayıp dururken biz onların îman sahibi olduklarına ve cennete gireceklerine nasıl hükmedebiliriz? Ayrıca Allah Teala Hz. Îsa’nın diliyle şöyle buyurur: “Oysa Mesih, ‘Ey İsrailoğulları! Rabbim ve Rabbiniz olan Allah’a kulluk edin; kim Allah’a ortak koşarsa muhakkak Allah ona cenneti haram eder, varacağı yer ateştir, zulmedenlerin yardımcıları yoktur’ dedi.” (Mâide 72)

Onları cennete girmekten mahrum bırakan biz değiliz; ancak onlar küfrederek, Üzeyr ve Mesîh’in Allah’ın oğlu olduğu iddiasında bulunarak, Mesîh’in çarmıha gerildiğine inanarak ve O’na ilahlık isnad ederek cennete girmekten yüz çevirdiler.

İhsan ŞENOCAK: Günümüzde yaşayan Yahudi ve Hristiyanlarda benzer akıdeye sahip olduklarından onlar içinde yukaradaki ayetler geçerlidir…

M. Ali SÂBÛNİ: Tabii ki, günümüz Yahudi ve Hristiyanlarından Peygamberimiz’in -sallallâhu aleyhi ve sellem- resul olduğuna iman eden ve Kur’an’ı tasdik eden kimse var mıdır? Böyle birileri varsa bunlar nerede yaşamaktadır? Bizim gezegenimizde mi, yoksa başka alemlerde mi? Yahûdi veya Hristiyan olup da Peygamberimize iman eden bir kişi gösterebilir misiniz?

İhsan ŞENOCAK: Bütün bu deliller göstermektedir ki cennete girmenin vazgeçilmez şartlarından birisi de Hz. Muhammed’e -sallallâhu aleyhi ve sellem- îmân etmek ve O’na tâbi olmaktır…

M. Ali SÂBÛNİ: Evet, cennete girmenin vazgeçilmez şartlarından biri de, Hz. Muhammed’e -sallallâhu aleyhi ve sellem- iman etmek ve Allah’tan getirdiği her şeye tâbi olmaktır. Ne Katoliklerin lideri Vatikan’daki “Papa”, ne de en alt seviyedeki bir papaz ya da bir haham, Peygamberimiz’in ve Kur’an-ı Kerîm’in hak olduğuna inanmaktadır. Bütün Yahûdi ve Hristiyanlar Peygamberimiz’in risaletini yalanlamaktadır. Farz-ı muhal kabilinden bir an için onların Allah Resulü’nün -sallallâhu aleyhi ve sellem- peygamberliğine inandıklarını, Mesîh’in ilahlığını ve Allah’ın oğlu olması şeklindeki inançlarını tashih ettiklerini düşünsek bile bu yeterli değildir. Mutlaka, Peygamberlerin sonuncusu Hz. Muhammed’e -sallallâhu aleyhi ve sellem- tâbi olmaları ve O’nun getirdiği dîne ters düşen dîni terk etmeleri gerekir. Şurası kesin bir vâkıadır ki, Hz. Peygamber Yahûdi ve Hristiyanların iddia ettikleri gibi sadece Araplar’a değil, bütün beşeriyete gönderilmiştir: “Ey Rasûlüm! Biz seni bütün insanlığa rahmetimizin müjdecisi, azabımızın uyarıcısı olarak gönderdik.” (Sebe: 28); “Ey insanlar! Ben sizin hepinize Allah tarafından gönderilen Peygamberim.” (A’râf: 158) âyetleri sebebiyle Hz. Muhammed’in -sallallâhu aleyhi ve sellem- peygamberliğinin evrensel olduğunu hiç kimse inkâr edemez. Allah Resulü bütün insanlığa gönderilmişse O’na tâbi olmanın vâcip olmadığı nasıl söylenebilir?! Yoksa Allah Teâlâ O’na îmân etmeyi vâcip kılıp daha sonra O’na tâbi olmayı mübah mı addetmiştir?!

Allah Teâlâ, Resulü’ne -sallallâhu aleyhi ve sellem- îmân etmeyi, getirdiklerine tâbi olmayı bütün peygamberlere farz kılmış ve bu hususta onlardan söz almıştır: “Hani Allah, peygamberlerden: ‘Ben size Kitap ve hikmet verdikten sonra nezdinizdekileri tasdik eden bir peygamber geldiğinde Ona mutlaka inanıp yardım edeceksiniz’ diye söz almış, ‘kabul ettiniz ve bu ahdimi yüklendiniz mi?’ dediğinde, ‘kabul ettik’ cevabını vermişler, bunun üzerine Allah: ‘O halde şahit olun; ben de sizinle birlikte şahitlik edenlerdenim’, buyurmuştu.” (Âl-i İmrân: 81). Bu ayete göre bütün Peygamberler Hz. Muhammed’in dönemine yetişmeleri durumunda O’na tâbi olmayı kabul etmişken o peygamberlerin ümmetlerinin Hz. Muhammed’in dînine tâbi olmakla mükellef olmadıklarını söylemek ne kadar tuhaftır.

Allah Teâlâ, Yahûdi ve Hristiyanların îmânlarının makbul olmasını Hz. Muhammed’e -sallallâhu aleyhi ve sellem- tâbi olmalarına bağlamıştır: “Onlar ki yanlarında Tevrat ve İncil’de yazılı bulacakları o Rasûle, o ümmî Peygambere ittiba’ ederler.” (A’râf: 157) Bu âyette sözü edilen peygamber kimdir? Hz. Mûsâ mıdır? Hz. Nûh ya da Hz. İbrâhim midir?

Hiç şüphesiz, burada zikredilen peygamber Hz. Muhammed’tir -sallallâhu aleyhi ve sellem-. Çünkü âyet-i kerîme o peygamberi ümmîlikle vasıflamış ve Tevrat ve İncil’de adının geçtiğini belirtmiştir. Bu vasıflara sahip olan peygamber de Hz. Muhammed’den başkası değildir. Allah Teâlâ burada peygambere imân etmekten veya risâletini tasdik etmekten değil de O’na tâbi olmaktan söz ediyor. Tabi olmak da O’nun getirdiği şerîatla amel etmek ve dînine sarılmaktır. Yoksa ittibâ içermeyen îmânın anlamı yoktur.
Allah Teâlâ şöyle buyurur: “Eğer onlar da sizin inandığınız gibi inanırlarsa doğru yolu bulmuş olurlar.” (Bakara: 137) Bu âyetin ifade ettiği gibi hidâyetin şartı Müslümanların îmân ettiği her şeye îmân etmektir ki Müslümanlar son peygamber Hz. Muhammed’e -sallallâhu aleyhi ve sellem- ve O’nun getirdiği İslâm dînine tâbi olurlar.

Nesh Meselesi

İhsan ŞENOCAK: Kur’an-ı Kerim’de hükmü kaldırılan/mensuh ayet var mıdır? Varsa neshi reddedenler neye dayanarak bu hakikate itiraz ediyorlar?

M. Ali SÂBÛNİ: Öncelikle şunu söyleyeyim ki neshi reddetmek icmayı reddetmektir. Çünkü red, hem mütekaddimun hem de müteahhirun ulemanın icmaına aykırıdır.
Nesh ile alakalı nasslar açıktır: “Biz bir ayetin hükmünü yürürlükten kaldırır veya onu unutturursak (ertelersek) mutlaka daha iyisini veya benzerini getiririz.” (Bakara: 106) Nitekim müslümanlar hicretten sonra on altı ya da on yedi ay Beyt-i Makdis’e doğru namaz kılmış daha sonra bu hüküm yürürlükten kaldırılmıştır.

İhsan ŞENOCAK: Neshi inkar edenler Beyt-i Makdis’e doğru namaz kılmanın Kur’an-ı Kerim’de olmadığını bu yüzden “artık yüzünü Mescid-i Haram tarafına çevir.” (Bakara: 144) ayetinin her hangi bir ayeti nesh etmediğini idda etmektedirler.

M. Ali SÂBÛNİ: Kur’an “(Ey Muhammed!) Biz senin yüzünün semaya doğru çevrilmekte olduğunu (yücelerden haber beklediğini) görüyoruz.” (Bakara: 144) diyor. Bu ayet delalet etmektedir ki Allah Resulü -sallallahu aleyhi ve sellem- Mescid-i Haram’a yönelmeden önce başka bir tarafa doğru namaz kılmakta idi. Bunun içindir ki, Mescid-i Haram’a dönmek için vahiy bekliyordu. Bu “yön” de önceki ve sonraki ulemanın icmaı ile Beyt-i Makdis’tir. Ayrıca “İnsanlardan bir kısım beyinsizler: yönelmekte oldukları kıblelerinden onları çeviren nedir? diyecekler.” (Bakara: 142), Yahudi ve münafıkların kıble değişince neler konuşacaklarını haber veren bu ayet de Beyt-i Makdis’e doğru namaz kılındığına delalet etmektedir.

İhsan ŞENOCAK: Buna göre Allah Resulü ve müslümanların Kabe’den önce Beyt-i Makdis’e doğru namaz kıldıkları mefhum olarak Kur’an-ı Kerim’de vardır dolayısıyla nesh karşıtlarının istidlalleri batıldır diyebiliriz.

M. Ali SÂBÛNİ: Evet… Kur’an-ı Kerim’in Yahudilerin “Muhammed’i önceki kıblesinden çeviren nedir?!” türünden konuşacaklarını haber vermesi sarih bir şekilde Beyt-i Makdis’e doğru namaz kılındığını göstermektedir.

Bu bir imtihandır. Allah Teala dilediği gibi hüküm koyar. Dilediğini helal yapar dilediğini haram. Modernistler bu noktada yeniden düşünmelidirler.

Nesh ile alakalı Kur’an-ı Kerim’de daha bir çok örnek vardır. Kocası ölen kadının iddetinden bahseden ayet iddetin bir yıl olduğunu söylerken sonra gelen ayet iddetin dört ay on gün olduğunu bildirmektedir. Bu açıkça bir nesihtir. Sonra gelen ayet öncekinin hükmünü yürürlükten kaldırmıştır. Zina da böyledir. İlk olarak zina eden kadınların evlerinde hapsedilmeleri emredilmişti. (Nisa: 15) Sonra gelen ayet zina eden bekar kadına yüz sopa vurulmasını emretmiş (Nur: 2) ve açıkça hapis hükmünü nesh etmiştir.
Yine Allah Teala bir ayeti başka bir ayetle değiştirdiğini bildirmektedir: (Nahl: 101).

İhsan ŞENOCAK: Modernistler bu ayetin (Nahl: 101) Mekke’de indiğini Mekki ayetlerde de nesh olmadığını dolayısıyla ayetin neshin isbatına delil olamayacağını söylüyorlar. Bu durumda ayet önce inmiş fakat sebebi sonradır denebilir mi?

M. Ali SÂBÛNİ: Evet! Allah Teala haber veriyor ki, nesh olacak ve buna itiraz edecekler. Muhammed bunu kendi nefsinden uyduruyor diyecekler. Bu ayet neshin olacağını ve gayri müslimlerin ne diyeceklerini önceden bildirmektedir. Olmadan önce haber veriyor ve diyor ki Allah Resulü’nün neshe dahli olmayacaktır. Çünkü Peygamberin görevi aldığı vahiyi tebliğ etmektir.

İhsan ŞENOCAK: Modernistler neshin varlığının kabul edilmesi durumunda Allah Teala’ya “beda” isnat edileceğini iddia etmektedirler. Neshin kabulü böyle bir hükme ihtimal verebilir mi?

M. Ali SÂBÛNİ: Allah Teala hikmeti gereği bir tabip gibi insanlığı tedavi etmektedir. Doktor bir hastaya tedavi sürecinde farklı ilaçlar kullandırır. Vücuttaki değişime paralel olarak ilaçların dozunu artırmakta ya da azaltmaktadır. Bu durum doktora cehalet isnat edilmesine sebep olabilir mi?! Allah Teala’da her şeyi en iyi bilendir. Cemiyetin durumuna göre hüküm ayetlerinde değişikliğe gitmiştir. Doktor önceden nasıl bir tedavi programı uygulaması gerektiğini bilir de Allah Teala bilmez mi?!

İçkinin haram kılınma sürecine bakın: Araplar bizim su içtiğimiz gibi içki içiyorlardı. Kur’an-ı Kerim’de onu tedricen yasakladı. Eğer ilk ayet “içki içmeyi terk edin.” şeklinde olsa idi, “onu bırakmayız” derlerdi. Bu örnek Allah Teala’nın hüküm koyarken insanların içinde bulundukları konumu dikkate aldığını göstermektedir. İnsanların talim ve terbiyesi de böyledir. Hayatın her aşamasında tedricilik vardır.

Hz. Aişe -radiyallahu anha- ilk olarak cennet ve cehennemden bahseden tergib ve terhib içerikli ayetlerin indiğini rivayet etmektedir. İman, insanların içine yerleşince helal ve haramla alakalı ayetler inmiştir. Tersi olsa idi insanlar ilahi emirlere karşı çıkarlardı.

 

İhsan ŞENOCAK: Günümüzde bazı tefsirciler Hz. Adem’in indiği Cennet’in, Kur’an-ı Kerim’de anlatılan cennet olmadığını, yeryüzündeki mamur bir bölgeden Hicaz’a gönderildiğini iddia etmektedirler…

M. Ali SÂBÛNİ: Hz. Adem’in dünyaya gelmeden önce içinde yaşadığı yer müminler için hazırlanan ve inanların içerisinde ebedi olarak kalacakları Cennet’tir. Hz. Adem’i yeryüzünde yaratan Canab-ı Hakk, O’na semada secde edilmesini emretti. İblis hariç herkes secde etti. Dolayısıyla yeryüzündeki bir bahçeden indirildiği iddiası yanlıştır.

İhsan ŞENOCAK: Hz. Adem’in indiği Cennet’ten bahseden ayette orada acıkma ve susama gibi hasletlerin olmadığından bahsedilmektedir. Dünyada acıkmadan ya da yemeden yaşayan hiçbir canlının olmadığı düşünüldüğünde Kur’an-ı Kerim açık bir şekilde Hz. Adem ile Havva’nın bilinen Cennet’ten çıkarıldıklarını bildirmiştir denebilir mi?

M. Ali SÂBÛNİ: Müfessirlerin tamamı bu Cennet’in müminlerin içerisinde ebedi yaşayacakları uhrevi cennet olduğunda hem fikirdirler. Çünkü; ayette anlatılan vasıflar başka hiçbir yere uymamaktadır. (Taha, 118/119) Kur’an-ı Kerim önce “Sen ve eşin Cennet’te kalın…” diyor ardından “orada acıkma ve susama” olmadığından bahsediyor. Dünyada acıkmanın olmadığı bir yer ya da susamayan hiçbir insan yoktur. Krallar ve devlet başkanları dahil yeryüzünde acıkmayan, susamayan, güneşin isabet etmediği tek bir şahıs gösteremezsiniz. Bu vasıflar ancak ebedi olan cennete uymaktadır.

İhsan ŞENOCAK: Cenneti tartışanların önemli bir bölümü, kafirler için cehennemin ebedi olmasına da itiraz ediyorlar…

M. Ali SÂBÛNİ: Bu, insanların akıllarına hükmeden şeytana ait bir sözdür. Cehennemin ebediliği gaybi bir konudur bu yüzden de gaybı bilen Allah Teala’ya bırakılmalıdır. Sadece biz O’nun -celle celaluhu- cennet ve cehennemin ebedi olduğunu bildiren sözünü naklederiz.
Cenab-ı Hakk’ın bu konudaki hükmüne itiraz edenler ölümün olmadığı ahiret gününde cennet ehlinin cennette, cehennem ehlinin cehennemde ebedi kalacaklarını göreceklerdir. Kur’an durumuna göre cehennem ehlinin orada ebedi kalacağını, cennette olan kişinin de oradan çıkarılmayacağını bildirmektedir: (Hicr; 48). Dilediğini yapan Allah Teala Kur’an’da neyi, nasıl bildirdiyse müminler O’na iman ederler.

İhsan ŞENOCAK: Eserlerinizi okuyan ya da İnkişaf vesilesi ile sizi tanıyan okurlarınıza neler söyleyeceksiniz?

M. Ali SÂBÛNİ: Allah Teala hepimizi itaat, ibadet ve faydalı ilmi tahsil etmede muvaffak kılsın. İlmi sadece “ilahi rıza” için okumalarını onlara tavsiye ediyorum.
Eğer Allah Teala katında ilimden daha değerli bir şey olsa idi, Resulü’ne -sallallahu aleyhi ve sellem- onu emrederdi. Fakat O’na malımı ya da makamımı artır diye değil “ilmimi artır” (Taha; 114) diye dua etmeyi emretmiştir.

Cahiliyye devrinde Araplar taşlara ibadet ediyor, Kabe’yi de analarından doğduğu gibi çırılçıplak tavaf ediyorlardı. Onları böyle yapmaya şeytan ikna etmişti. İnsanlara gelip: “Nasıl elbiselerin içerisinde tavaf edersiniz. Allah’a asi oldunuz. Hemen elbiselerinizi çıkarın, öyle tavaf edin.” dedi. Erkekler çırılçıplak, kadınlarda avret yerlerini elleriyle kapatarak tavaf ederlerdi. Tavaf eden kadınlar şu şiiri okurlardı:
Bu gün bir kısmı ya da tamamı ortaya çıktı,

Görünen kısmı kimseye helal kılmıyorum.

Kur’an-ı Kerim cehalet üzerine ibtina eden bu davranışa “fahişe/çirkin amel” diyor.(A’raf, 28) Üstelik İbn Abbas’ın naklettiğine göre bu çirkin ameli onlara Allah Teala’nın emrettiğini söylemekte idiler.
Cahilliye kültürünün esasında, h akikati çarpıtma ve kendi değer yargılarına göre şekillendirme vardır.
Hadiseye İslam zaviyesinden bakıldığında insan fıtratıyla birebir örtüşen bir güzellikle karşılaşıyorsunuz. Hac ya da umre yapılacağı zaman dünya elbiseleri çıkarılacak fakat yerine mahşeri çağrıştıran izar ve ridadan oluşan iki parça elbise giyilecek.

İnsanlar ilmi derinliğe ulaşırlarsa şeytan onlar üzerinde ki tasarrufunu büyük oranda kaybeder. Bunun içindir ki Allah Resulü şöyle buyurmuştur: “Şeytana bir fakih bin abitten daha şedid gelir.”

İhsan ŞENOCAK: İlim yolcuları modern dünyada müstakim duruşlarını koruyabilmeleri için nasıl bir yöntem benimsemelidirler?

M. Ali SÂBÛNİ: Talebeleri kalbinde eğrilik olan (Al-i İmran: 7) kişilerin eserlerinden korumalıyız. Onları bidatçıların kitaplarıyla baş başa bırakmamalıyız. Çünkü; onlar Müslümanları “din” ve “ilim” adına sömürüyorlar.
Hevasına ya da oryantalistlerin usulüne göre Kur’an-ı anlamada ısrar eden bu kişiler İblis’in öğrencileri konumundadırlar.

İhsan ŞENOCAK: Hocam sohbete başladığımız andan şimdiye kadar saatler geçti, gece yarsı oldu. Sohbet ve misafirperliğiniz için teşekkür ederim.

M. Ali SÂBÛNİ: Ben teşekkür eder Cenab-ı Hakk’tan hepimizi muvaffak kılmasını temenni ederim.


Bu yazı ihsansenocak.com sitesinden alıntılanmıştır
Devamını Oku »

''Nesh'' Meselesi

 

''Nesh'' Meselesi

Müslümanlara ve bazı hristiyan mezheblerine göre ittifâken nesh vâki'dir. Ancak yahudiler ve hristiyanlardan bir kısım, neshin vâki olmadığını ileriye sürerek neshi inkar etmişlerdir.

Bunun için nesh meselesinde müslüman âlimleri arasında ihtilaflar vuku bulmuştur. Onların ihtilaflarının başlangıcının sebebi de, yahudilerin püskürdükleri melanetleridir.

Hâfızuddîn En-Nesefî diyor ki: «Nesh lugatta, izâle ve tebdil mana­sında ise de, şer'î ıstılâhında nesh; Allah Teâla'nın nezdinde muvakkat veya müebbed olması malum olan mutlak hükmün müddetini beyan et­mektir. Allah Teâlâ kuluna hükmünün muvakkat veya müebbedliğini be­yan etmediği için, zâhiren kulun nazarında; vâki olan hükmün tebdili...

Şâriin nazarında ise; hükmünün beyanıdır.»

Bu iki cihetle nesh, kula nazaran tebdil, önceki hükmü kaldırmak yani ref; Hâlık'a nazaran ise, mücerred beyandır.

Mennâr'ın muhaşşîsi Radıyeddîn Muhammed bin İbrahim el-Halebî diyor ki: « Musannifin mezhebi, "neshin manası, şer'î hükmün nihayeti­nin beyanıdır" diyenlerin mezhebi gibidir. {Şer'î ıstılah} demek kaydıyla,"eşyada asıl, ibahadır" demek olan aklî hükümden sakınıldı. Çünkü icmâen, mübahlar neshi kabul etmez. {Şâriin nazarında ise, hükmünün beyanıdır} demek kaydıyla, âcizlik ve ölüm gibi sebebleıie zeval bulan hükümlerden sakınıldı. Zira bunlar da neshin dışındadır.»

İbnu Melek diyor ki: «Hâsılı neshin iki ciheti vardır:

Birinci ciheti,Allah Teâlâ'nın ilmine aid olandır. Bunda asla tebdil manası yoktur.

Çünkü Allah Teâlâ'nın ilminde, şu hükmün şu zamana kadar geçerli olması malumdur. Binaenaleyh Allah Teâlâ bu malumunun insanlara beyan ve i'lâmını, neshle ifade etmiştir. Yoksa ilmine nazaran nesh; tebdil ve ref', yani hükmün kaldırılması demek değildir. Çünkü ilminde bekâsı ve sübûtu tahakkuk eden bir şeyin, tebdil, tağyir ve izâlesi imkansızdır. Öyleyse şeriatte tebdil ve tağyir, kula nazarandır. Hakikatte ise nesh; beyan ve i'lâmdır.»

Neshin ikinci manası, yani kula nazaran nesh;. tebdil ve hükmün kaldırılmasıdır. Zira kul nazarında, önceki hüküm zeval bulmuş, yerine başka bir hüküm gelmiştir. Kulun nazarında böyle görünmesi, hakikatte hükmün tebdilini gerektirmez. Nitekim bir kimsenin öldürülmesinden ibaret olan kati yani öldürme hâdisesi, buna açık misaldir.

Ehli Sünnet velCemaate göre Allah Teâlâ nezdinde; öldürülen kimse, ecelinin son bulmasıyla ölmüştür. Zira kati, Allah Teâlâ'nın nezdinde, ecelin son bulmasından ibarettir. Çünkü O'nun nazarında iki ecel yoktur. Bu takdirde kati olayı, ecelin son bulmasının beyanıdır. Kula nazaran; kati olmasaydı, öldürülenin hayatı devam edecekti. Bu tak­dirde, kula nazaran kati, öldürülenin hayatını kesmektir; tebdil ve tağ­yirdir. Kısâsiyet de bunun üzerine tahakkuk etmiştir. Çünkü kul, zâhirine mebnî ahkâmı icra etmekle memurdur.

Muhaşşî er-Rihâvî diyor ki; « "Nesh meselesine katli misal göstermekte, şeriatte ve akılda, hak ve gerçek hükmün teaddüd etmesi şâibesi vardır“ diyenlere şu cevab verilmiştir: Allah Teâlâ nezdinde hak bir ise de, amel bakımından kulun nazarında müteaddiddir. Bundan dolayı müctehid, bütün gayretini sarfetmeye mecburdur. Bununla beraber içtihadı, bir tek olan hak noktasına isabet etmese de, afuv edilmiştir. Hanefî usul kitablarının hepsi bu izahta müttefiktirler.»

Fevâtih-ur-Rahamut adlı eserden de anlaşılıyor ki, ulemânın bu hu­sustaki değişik tariflerinden gelen ihtilaf, lafzî ihtilaftır. “Yap yapma’dan ibaret emr ve nehiylerde, nesh tahakkuk etmiştir. Ve her iki itibarla nesh vâki'dir. Allah Teâlâ'ya nisbet edilirse, beyan, i'lâm; kula nisbet edilirse, tebdil ve ref'dir. Bu itibarla bazı ulemâ, nesh beyandır, bazı ulemâ, tebdildir; bazıları, ref'dir; bazıları, izâledir dediler. Cem'u-l-Cevâmi'de olduğu gibi, Şâfiî ulemâsı, neshin refden ibaret olduğunu tarif ettiler. Yani nesh, geçmiş bir şer-î hükmün, gelen bir şerl hükmün deliliyle kal­dırılmasıdır. Cem'u-l-Cevâmiin müellifi, bu tarifin daha isabetli olduğunu tasrih etmiştir. Usûl-u Serahsî'de de aynı tarif, ref yerine tebdil kelime­siyle yapılmıştır.

Mezheb ulemâsının ihtilafları, neshin, izâle ve tebdil olan lügat; yahud beyan ile ref olan ıstılâhî manalarından Heri gelmektedir.

Vahyin gelmesi imkanı olduğu müddetçe, nesh mümkündür. Lâkin vahyin kapısı kapanmıştır; binnetice neshin kapısı da kapanmıştır. Bina­enaleyh Peygamberimiz sallallâhu aleyhi ve sellem'in risâleti vefatıyla fevt olmadığı gibi, kat'iyetle şeriati bâkîdir ve neshi kabul etmez. Her zamana uygundur; reforma ihtiyacı yoktur; kendisi kendini beyan etmektedir.

Vahyin varlığı zamanında nesh vuku bulmuştur. Mesela,

1 -Bir ayetin diğer ayeti neshetmesi.. El-Bakara sûresinin 240'ıncı ayetinin 234'üncü ayetiyle neshedilmesi gibi. Mensuh ayet, tilâvette muahhar, nuzülde mukaddemdir.

2-Sünnetin sünneti neshetmesidir. Müslim'in de taline ettiği gibi Bureyde'den gelen bir rivayette Rasülullah sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur ‘’Sizi kabirlerin ziyaretin­den sakındırmıştım. Kabirleri ziyaret ediniz.” Ziyaretin emredilişi, nehyini neshetmiştir.

Ümmet bu iki neshle ittifak ettiler.

3-Sünnetin Kur'an'la neshedilmesidir. Buna misal namazda pey­gamberin bilfiil Beyt-i Makdis'e yönelmesinin, El-Bakara süresinin 144'üncü ayetiyle neshedilmesidir.

4-Ayetin hadisle neshedilmesidir. Buna misal El-Bakara sûresinin 180'inci ayetindeki yakın akrabaya vasiyet etmenin vücubunun, Sünen'de tahric edilen Amr bin Hârice'den gelen rivayette Rasûlullah’ın:

“Gerçekte Allah Teâlâ her hakkı hak sahibine vermiştir. Artık yakın akraba olan mirasçıya vasiyet yoktur." buyruğuyla neshedilmesidir.

Hanefîler, "Nesh, şeri bir delil ile önceki şeri delilin hükmünün beyanıdır,” diye tarif ettikleri için, Kitab ve sünnetin, kuvvetli bir sünnetle neshinin vukuuna hükmettiler. Nitekim muhaşşî Rehâvi diyor ki: “Kitab ve mütevâtir sünnetin kitabla neshedilmesinin cevazı, nezdimizde cumhûr-u fukaha, Eş'arîlerden ehli keiam ve Mu'tezilenin de mezhebidir. Hatta Şâfinin ashabından ehli tahkik de buna hükmettiler. Lâkin imam Şâfiî kendisi ise, kitabın sünnetle neshinin asla caiz olmadığına hükmetmiştir. Ehli hadîsin mezhebi de budur. Sünnetin kitabla neshi caiz midir, değil midir hakkında imam Şâfinin ezhar kavline göre caiz değildir. Evlâ kavline göre caizdir. Bü kabule şayandır.

Bazı insanlar, “Benden bir hadis rivayet edildiği zaman, onu Allah'ın ki­tabıyla karşılaştırın. Ona muvafık ise kabul edin; Ona muhalifse reddedin.” Yahud "Size bir sözüm söylendiği vakit...” Yahud "Size birisi sözümü naklettiği...” ve daha başka ibarelerle şöhret bulan sözie istidlal ederek, hadîsin ayeti neshetmeyeceğini söylemişlerdir. Daha birtakımları "Şu hadis ayete muhaliftir... bu hadis ayete muha­liftir..." demekle, büsbütün sünneti devreden çıkarmak istiyorlar.. Bir kere bu ibareler, senedleriyle birlikte mevdû'dur; hadis değildir. Nitekim ihyâ'nın şârihi Zebîdî de buna dikkat çekmiştir. Hanefîlerin ve birçok ulemânın da hüküm ettiklerine göre, ayetin kuvvetli hadisle neshedilmesi vâki'dir. Şu mevdû' söze gelince...

Şevkânî, Hattâbî'den naklen diyor ki:

«“Benden bir hadis rivayet edildiği...”

"Size bir sözüm söylendiği vakit...”

"Size birisi sözümü naklettiği...” sözünü, bazı zındıklar vaz' etmiştir. Ve "Gerçekte Ben Kitabla ve be­raberimde misliyle getirildim.” mealindeki sahih hadisle defedilmekte-dir. Sağânî de böyle demiştir. Ben derim ki: Onlardan önce, Yahya bin Maîn, bu sözü zındıklara nisbet ederek mevdû olduğunu isbatlamıştır.»

Zehebî: «Bu sözün kendisi dahi, kendini reddetmektedir; mevdû' olduğuna delildir. Çünkü biz "Benden bir hadis rivayet edildiği...”

sözünü "...Rasûlümün size getirdiği şeyleri tutun; sizi sakındırdığı şeylere son verin...” [Haşr,7] mealindeki ayetle karşılaştırdığımız vakit, sözün ayete muhalif olduğunu buluruz.»

"Temyîz-ut-Tayyibi min-el-Hadîs fîmâ Yedûru alâ el-Sinet-in-Nâsi min-el-Hadîs"in müellifi, Allâme Abdurrahman Eş-Şeybânî de, Akîliden naklen: «Bu hadîsin sahih bir isnâdına rastlanmamıştır.»

Hafız Zehebî, Ibnu Huzeyme'den naklen «Bu hadîsin Ebû Hureyre' den geldiğini isbatlayân bir ehli hadîsi, yerin şarkında veya garbında bulamazsın.»

imam Buhârî de Tarihi'nde: «Bu hadîsi Ebû Hureyre'ye isnad etmek vehimdir.» demektedirler.

Keşf-ul-Hafâ'nın müellifi Şeyh İsmail Aclûnî de, bu hadîsin mevdû' olduğunu söylemiştir.

Ibnu Adî el-Cercânî = Cürcânî'nin, el-Kâmil fî Duafâi-r-Rical adlı eserinde, bu hadîsi Ebû Hureyre'ye dayandırıp tahric ederek üzerinde sükutu, mevdû' olmamasını gerektirmez. Çünkü mezkur kitabın ismi, bu hususta kâfidir.

İmam Şâfiî bu mevdû' hadîsi, kendisine delil göstermemiştir. Onun yerine bunu delil göstermek, serseriliktir. Çünkü İmam Şâfiî radıyallâhu anh bunu tahric etmiyor.

Neticei meram Peygamber sallallâhu aleyhi ve sellem, vahyi metlûyu, vahyi gayrı metlû ile, doğrusu vahyi metlûyu kendi sözüyle beyan etmek hakkına sahibdir. Kendisi bir ayetin hükmünün müebbed veya muvakkat oluşunun beyanında kâfi ilme sahibdir. Risâletin ne manada olduğunu bilen bir müslüman, mutlak neshi reddedemez. Bunun için Hanefîlerden Sadr-u Şeria: “Ayetin meşhur haberle dahi neshi müm­kündür.” demiştir. Pezdevî ise, kat'iyy-ud-delâle olan haber-i vâhidle dahi ayetin neshinin imkanına işaret etmektedir. Çünkü haberin, tevâtür veya şöhret vasfı, Peygamber'in hayatından sonradır. Kendisi hayatta iken, ayetleri sözüyle beyan edebilir; Onun bu beyanı da neshtir; yahud da ayete ziyade etmektir.

Nesh; "önceki şer'î bir hükmün, sonraki şer'î bir delille kaldırılma­sıdır" diye tarif olunduğu ve peygamber kendisi dahi şâri' olduğu zaman müşkül kalmaz.

Peygamber'in hayatından sonra, nesh ne manada olursa olsun ortadan kalkmıştır. Yani risâletin hitâmıyla neshe hitam verilmiştir. Kıyas­la hükmün tesbitine gelince; kıyas, ayete yahud hadîse yahud icmâa dayalı olması şartıyla kabuldür. Şu halde makbul kıyas, aklî kıyas değil, şer'î kıyastır. Binaenaleyh mücerred aklî kıyas, merduddur; hüccet olamaz. Öyleyse dinde tecdîd yoktur. Tecdîd vaz'îdir, beşerîdir. Hatta bir kimse aklını yahud kanununu, Kur'an veyahud hadîse karşı getirmeye yani kıyaslamaya kalkışırsa, ümmetin ittifakıyla kafirdir.

Peygamber son rasul olduğundan ve şeriati neshedici olduğundan, artık şeriati mensuh olamaz.

“...Bugün kafirler, sizin dîniniz(in zeval bulmasın)den ümidsiz olmuş­lardır. Artık onlardan korkmayın; Ben'den korkun. Bugün size dîni­nizi kemâle erdirdim; üzerinize nimetimi tamamladım. Ve sizin için İslâmî din olarak kabul ettim...” mealindeki El-Mâide sûresinin 3'üncü ayetinde bu hüküm beyan edilmiştir. Yani Peygamber'in vefatından son­ra, dinde değişiklik yapmak, tecdîd yapmak, ilave etmek ortadan kalk­mıştır.

Ulemâ bu ayet-i kerîmeye şöyle bir tefsir vermişlerdir: Yani “Bugün hududlarımı, farzlarımı, helalimi, haramımı kemâliyle beyan ederek, gerek Kur'an ve gerek Rasûlullah'ın sünnetiyle hükmümü indirdim. Binaenaleyh bundan eksik veya ziyadeliği asla kabul etmem. Ve bugünden itibaren nesh yoktur. Bunu sizden kabul ederim; başkasını değil.”

Mademki Allah Teâlâ bu dîn-i mübîn-i Islâmiyeyi insanlara seçip beğenmiştir; o halde müslümanların bu dinden başkasıyla hükmetme hakları yoktur. Allah Teâlâ intibahlar versin. Aynı zamanda Kur'an ve ha­dîsi müctehidlerin anlayışıyla anlamayı, beşerî sistemlerin içinde düşün­mek fikri de sapkınlıktır. Allah Teâlâ doğru yolu müslümanlara göstersin.

‘’Bizim Peygamberimizin getirmiş olduğu şeriatin hükümleri bâkîdir.

Nitekim mahşerde de Allah Teâlâ bu şeriatle mahluku arasında hükmedecektir.’’
Neshin Şâri tarafından olması gerekir. Bizzat Şâri, Allah Teâlâ'dır. Bilvasıta risâlet sahibidir. Allah Teâlâ'dan risâlet sahibine vahiy gelir; gelen vahye binaen kendisi de hükümleri tebdil edebilir.

 

İsmail Çetin-Ehli Sünnetin Nazar İtikadın Ölçüsüdür
Devamını Oku »