Kur’an’da Nesh Meselesi




Bismillâhirrahmânirrahîm

Kur’an-ı Kerim’in anlaşılması ve hükümlerinin hayata aktarılması bağlamında çözülmesi gereken en önemli problemlerden birisinin nesh meselesi olduğu açıktır. Bu mesele çözülmeden, birbiriyle yakından ilişkili olan Kur’an ayetlerinin gereği gibi anlaşılması mümkün değildir.

Buradaki “birbiriyle yakından ilişkili Kur’an ayetleri” ifadesinden kastımız, özellikle ilk bakışta aralarında bir çelişki varmış gibi görünen ayetlerdir. Öyle ki, aynı konuda hüküm getiren ayetlerden birisiyle amel edildiği zaman öbürünün getirdiği hüküm askıda kalmakta, bir diğer ifadeyle, aynı konuda hüküm getirmiş olan bir kısım ayetlerin hepsiyle aynı anda amel etmek mümkün olmamaktadır.

Şimdi Kur’an’da nesh olayının cereyan ettiğini bildiren ayeti görelim:

“Biz bir ayeti nesh eder veya unutturursak, mutlaka ondan daha hayırlısını veya benzerini getiririz. Bilmez misin ki Allah her şeye kadirdir.”1)

Bu ayet bağlamında üzerinde durulması gereken önemli noktalar bulunmaktadır. Bu noktalar açıklığa kavuşturulmadan bu ayetin ne anlattığını ve nesh olayının hakikatini kavramak mümkün değildir. Şimdi bu noktaları teker teker ele alalım:

1- Buradaki “nesh” nedir:

Evvela şunu belirtmemiz gerekir ki, nesh, bir beyan (açıklama) türüdür. Mutlak bir emir ihtiva eden bir ayet indiği zaman bize nazaran o ayetin hükmü ebediyete kadar geçerlidir. Zamanı, mekânı, geçmişi, geleceği ve her şeyin hakikatini hakkıyla bilen Allah Teala, böyle bir ayetin hükmünü değiştiren başka bir ayet indirdiği zaman anlarız ki Allah Teala, evvelki ayetin hükmünün yürürlükte kalma müddetinin sona erdiğini beyan buyurmakta ve evvelki ayetin hükmünün, sonraki ayetin hükmü ile tebdil edildiğini (değiştirildiğini) bildirmektedir.2)

Nitekim Kur’an’da şöyle buyurulmaktadır:

“Biz bir ayetin yerine başka bir ayeti getirdiğimiz (beddelnâ) zaman –ki Allah ne indirdiğini (ve ne indireceğini) bilir–, “Sen ancak bir iftiracısın” dediler.” 3) Bu ayet ile yukarıdaki el-Bakara 106. ayetini bir arada ele aldığımız zaman, Kur’an’daki neshin, bir “beyan-ı tebdil” olduğu sonucuna varırız. Ki buna göre nesh, sonra gelen bir şer’î delilin, daha önce gelmiş bir şer’î hükmün hilafına delalet etmesidir ki, ilm-i ilahîye nazaran evvelki hükmün müddetinin sona erdiğini beyan, bizim ilmimize nazaran da, zahiren kıyamete kadar baki görünen o hükmün kaldırılması ve değiştirilmesidir.4)

Yukarıda zikrettiğimiz el-Bakara ayetinin ifadesi, Kur’an’ın, daha evvel gönderilmiş semavî kitapları neshini anlattığı gibi, Kur’an ayetleri arasında da nesh olayının cereyan ettiğini anlatır özelliktedir. Çünkü ayetteki ifadesi umum bildirir.5)

Kaldı ki, ikinci olarak zikrettiğimiz en-Nahl 101. ayeti, nesh olayının Kur’an ayetleri bağlamında da cereyan ettiğini açık bir şekilde göstermektedir. Çünkü ayetin açık ifadesi şunu anlatmaktadır: Allah Teala, Hz. Peygamber (s.a.v)’e indirdiği bir ayetin ardından, bir süre sonra onu nes heden bir başka ayet indirdiğinde kâfirler, Hz. Peygamber (s.a.v)’in Allah Teala’ya iftira ettiğini ileri sürmüşlerdir. Ayet, kâfirlerin bu iddiasını reddetmektedir.

Burada zikrettiğimiz en-Nahl 101 ayetinin neshe delalet etmediğini ispatlamak amacıyla birkaç nokta ileri sürülmüştür. Burada kısaca bunları zikrederek nesh inkârına delil olup olamayacaklarını görelim:

A- “Söz konusu ayet Mekkî (Mekke’de inmiş) olup, Mekke’de neshe medar olan ahkâmla ilgili ayetler henüz iniyor olmadığından, ayette geçen “değiştirme”den maksat nesh olamaz.”6)

B- “Ayette, “Bir ayetin “yerini” başka bir ayetle değiştirdiğimizde” buyurulmaktadır. O halde sözkonusu edilen şey, ayetlerin yer değiştirmesidir. Yer değiştirme ise, ya “mekân”la veya “zaman”la ilgili bir husustur. (…) Yer değişikliğinden maksat “mekân” olduğu varsayıldığında, (…)

“Resulullah (s.a.v) vahiyden aldığı emirle, inen ayetlerin hangi surenin neresine yerleştirileceğini vahiy kâtiplerine bildiriyordu. Sonra inen ayetler, önce inen ayetlerden sure içerisinde de öne alınabiliyordu. Böylece surede “takdim-tehir” gibi bir tertip değişikliği meydana geliyordu. Yani ayetlerin yerleri değişiyordu. Ehl-i Kitab’ın veya itiraz konusunda onlardan taktik öğrenen müşriklerin bu duruma itiraz etmiş olmaları muhtemeldir. Böylece ayetin bu durumu diye getiriyor olması ihtimal dahilindedir. (…)

“Ayette, bu anlattığımız yer değişikliği ihtimalinin kastedildiği gözönünde bulundurulmakla birlikte, bizce zaman değişikliğinin kastedilmiş olması ihtimali daha kuvvetli görünmektedir. Şöyle ki:

“Ayette sözkonusu edilen “ayet”ten maksat “risalet”tir. Yani Muhammed (s.a.v)’in peygamber olarak gönderilmesiyle Hz. Musa ve Hz. İsa’nın risalet dönemlerinin son bulduğu, yerlerine Muhammed’in (s.a.v) risaletinin kaim olduğu ifade edilmektedir…”7)

Önce ilk itirazdan başlayalım:

A- Bu ayetin Mekkî olması, Kur’an’da belirtilen bir husus olmadığına göre, bu hususu bize bildiren tek kaynak rivayetler olmaktadır. Usûl açısından, bu noktada rivayetlere güvenip de, Kur’an ayetleri arasında nesh cereyan ettiğini bildiren rivayetlere güvenmemenin (burada kasdettiğimiz “rivayetler”, Sahabe’den nakledilen haberlerdir) hiçbir mantığı yoktur.

Öte yandan Mekke’de neshe medar olan ahkâmla ilgili ayetlerin henüz iniyor olmadığını söylemek de doğru değildir. Nitekim rivayetler Hz. Peygamber (s.a.v)’in Mekke’de iken (Miraç’dan önce) iki rekât sabah, iki rekât da akşam vakti olmak üzere günde iki vakit namaz kıldığını anlatmaktadır. Bu, tamamen ahkâmla ilgili bir husustur. Buna dair daha başka örnekler de verilebilir. Ancak sözü çok fazla uzatmamış olmak için ayrıntıya girmiyoruz. Dolayısıyla Mekke döneminde de –az da olsa– nesh cereyan etmiştir.

eş-Şâtıbî şöyle der: “Şeriat ahkâmından Mekke’de inmiş olanların genellikle dinde küllî ahkâm ve kavaid-i usuliyye cümlesinden olduğu takarrur ettiğine göre, bu durum, Mekke’de inen ahkâmın çok değil, az olmasını gerektirir…” 8)

B- Ayette zikredilen hususun, “zaman” veya “mekân” ile ilgili bir değişikliği anlattığı iddiasına gelince, herşeyden önce ayetin tamamı ele alındığında böyle bir yorumun mümkün olmadığı görülür. Zira ayetin devamında, inkârcıların, Hz. Peygamber (s.a.v)’i iftiracılıkla suçladıkları ifade edilmektedir. Dolayısıyla eğer bu ayeti, Kur’an ayetlerinin, içinde yer aldıkları surelerdeki yerlerinin değiştirilmesini anlattığı şeklinde yorumlayacak olursak, burada inkârcıların bu tepkisine ve itirazına bir anlam vermemiz mümkün olmaz. Bu açıklama, sözkonusu ayetin mekân değişikliğini anlattığı şeklindeki yorumu geçersiz kılmaktadır.

Ayetin, “risalet” anlamına geldiği ve zamanla ilgili bir değişikliği, yani Hz. Musa ve Hz. İsa’nın (a.s) risaletleri döneminin son bulduğu ve artık Hz. Peygamber (s.a.v)’in risalet döneminin başladığını anlattığı iddiasına gelince, ayetin bağlamı böyle bir iddiayı geçersiz kılmaktadır. Zira 101 numaralı bu ayetten başlayarak ileriye doğru 105. ayete kadar gidildiğinde, hep inkârcıların Kur’an ayetleri hakkındaki itirazlarının cevaplandırıldığı ve meselenin tamamen Kur’an ayetleri etrafında işlendiği görülecektir.

Kaldı ki, buradaki “ayet”in “risalet” anlamına geldiğini söylemek de başlı başına zorlama bir yorumdur ve dahi “O halde sözkonusu edilen şey, ayetlerin yer değiştirmesidir” şeklindeki yorum da bunu iptal etmektedir. Zira buna göre ayetler aynen mevcuttur; sadece yerleri değiştirilmiştir. Ancak risalet olayında böyle birşey söz konusu değildir…

2- Yukarıda zikrettiğimiz el-Bakara 106. ayetin, her biri mütevatir olan muhtelif kıraat şekilleri vardır.

A- Ayette geçen kelimesini şeklinde okuyanlar vardır. Mesela yedi mütevatir kıraat imamından İbn Âmir bunlardandır. Böyle okunduğu zaman kelime, “ne-se-ha”nın geçişli hali olan “enseha”dan gelir ki, bu takdirde ayet, Yüce Allah’ın, ayeti Hz. Peygamber (s.a.v)’e nesh ettirmesi, yani ayeti nesh ettiği zaman Hz. Peygamber (s.a.v)’in, o ayetin hükmüyle ameli terk etmesini mübah kılmasını, yahut Cebrail (a.s)’in, Hz. Peygamber (s.a.v)’e, o ayetin nesh edildiğini bildirerek mensuh kılmasını emretmesini ifade eder.9)

B- Yine aynı ayette geçen kelimesi, İbn Kesîr ve Ebû Amr tarafından şeklinde okunmuştur. Bu durumda ayet , nüzulü ertelenen ayetlerin yerine daha hayırlısının veya denginin indirildiğini ifade eder.10) Ebû Hayyân, bu kelimenin okunuşu ile ilgili olarak 11 ayrı vecih zikretmiştir. Bu yazının çerçevesini taşmış olmamak için burada ayrıntıya girmeyeceğiz.11)

Kur’an’da nesh vuku bulmadığı iddiası:

Kaynaklarda genellikle Mu’tezile’den Ebû Müslim el-İsfahânî’nin neshi kabul etmediği nakledilmektedir. Ancak onun, neshin cevazına mı, yoksa vukuuna mı ve neshin, muhtelif şeriatler arasında bulunduğuna mı yoksa bir tek şeriatin muhtelif hükümleri arasında bulunduğuna mı karşı olduğu konusunda bir karışıklık bulunmaktadır. er-Râzî şöyle der: “Ümmet, Kur’an’ın neshinin caiz olduğu konusunda ittifak etmiştir. Ebû Müslim b. Bahr ise bunun caiz olmadığını söylemiştir.”12) Bu ifade, el-İsfahânî’nin, neshin cevazını inkâr ettiğini göstermektedir.

eş-Şevkânî şöyle der: “Nesh aklen caiz ve naklen de vakidir. Bu hususta müslümanlar arasında görüş ayrılığı yoktur. Ancak Ebû Müslim el-İsfahânî’den şöyle dediği rivayet edilmiştir: “Nesh caizdir, (ancak) vaki değildir.”13)

es-Sübkî der ki: “Müslümanlar neshin cevazı konusunda icma etmiştir. Sadece kendilerini İslam’a nisbet eden bir grup –ki Ebû Müslim el-İsfehânî de bunlar arasındadır– bedâ görüşüne14) yol açacağından endişe ederek, bundan kaçınmak için neshi men etmişlerdir. Onların kanaatlerine göre neshi kabul etmek, bedâ görüşünü kabul etmeye götürür.”15)

Keza kendisi de bir Mu’tezilî olan Ebu’l-Hüseyin el-Basrî de şunları söyler: “Müslümanlar, şeriatlerin neshinin hasen (aklın güzel kabul ettiği bir mesele) olduğunda ittifak etmişlerdir. Sadece müslümanlardan birisinden, bunu hasen görmediği yolunda nakledilen şaz bir hikâye bundan istisnadır.”16)

Görüldüğü gibi bütün bu nakiller, Ebû Müslim el-İsfehânî’nin nesh hakkındaki görüşünün net olarak ortaya konmasına yetecek kadar açık ve ayrıntılı değildir. Kanaatimize göre ortada lafzî bir ihtilaf bulunmaktadır. Şöyle ki, ulemanın nesh dediği şeyde, önceki hükmün gönderiliş maksadı hasıl olduktan sonra yeni bir hüküm gönderilmesi söz konusudur ki, bu nesh değildir.

Bizim bu kanaatimizi destekler mahiyette es-Sübkî şöyle demektedir: “Müslümanlardan neshi inkâr eden kişi, önceki şeriatlerin bizim şeriatimize pek çok hükümde muhalif olduğunu itiraf etmektedir. Ancak o şöyle demektedir: “Önceki şeriatler, Hz. Peygamber (s.a.v.)’in zuhuruna kadar geçerlidir. Hz. Peygamber (s.a.v) zuhur ettiğinde artık daha önceki bir şeriatle taabbüd zail olur. Çünkü (önceki şeriattten) maksat hasıl olmuş ve bitmiştir. Bu ise herhangi bir noktada nesh değildir…”17)

Görüldüğü gibi Ebû Müslim el-İsfehânî, önceki şeriatlerin hükmünün kaldırılmasını, zamansal bir tahsis olarak görmekte ve buna nesh dememektedir.

Burada Ebû Müslim el-İsfehânî’nin görüşü ile ilgili olarak belirtilmesi gereken esas önemli nokta, onun, Kur’an ayetleri arasında neshin cereyan ettiğinin kabul edilebileceğine dair herhangi birşey söylememiş olmasıdır. Yani ona göre İslam şeriatinin, kendisinden önceki şeriatleri neshettiği sabittir. Ancak nesh olayının Kur’an ayetleri arasında vuku bulduğu söylenemez.18) Allah’ın indirdiği Kur’anî bir hükmün ortadan kaldırılmasından sakınmak için olsa olsa Kur’an’ın nâsih olduğu söylenen ayetlerinin, mensuh olduğu söylenen ayetlerini “tahsis” ettiğinden söz edilebilir.19)

Bütün bunlar, Ebû Müslim el-İsfehânî ile cumhurun ihtilafının lafzî olduğunu söylememizi mümkün kılan hususlardır.

Neshi İnkâr eden çağdaş yaklaşımlar ve gerekçeleri
Son yüzyıla gelene kadar Ümmet’in nesh konusundaki ihtilafı, sadece Ebû Müslim el-İsfehânî ile cumhur-u ulema arasında cereyan etmiştir. Ancak yüzyılımızda, başka pek çok konuda olduğu gibi nesh konusunda da bu Ümmet’in alimlerine muhalefet etmekle ünlenen kimselerin varlığını müşahede ediyoruz. Ülkemiz dışında bu kişilere örnek olarak Muhammed Tevfik Sıdkî, Ahmed Emin ve Mevdudî’yi20), ülkemizden de Süleyman Ateş, Y. Nuri Öztürk, Hüseyin Atay, M. Sait Şimşek gibi isimleri sayabiliriz.

Bu saydığımız isimlerin nesh hakkında söylediklerini teker teker zikretmek yazıyı uzatacağı için, burada sadece Süleyman Ateş’in görüşlerini kısaca ele alacağız.21)

Ateş, Kur’an ayetlerinin birbirini neshi konusunda şöyle demektedir:

“… Bizim kesin kanaatimiz odur ki Kur’an’da kastedilen nesh, Hz. Peygamber’e unutturulmuş olan ve dolayısıyla yazılamayan ayetlerdir. Ama Kur’an’da yazılmış olan her ayetin hükmü vardır. Hz. Peygamber hiçbir ayet hakkında “Bu ayet mensuhtur” dememiştir. Ondan başka hiç kimsenin de Kur’an’ı mensuh saymağa hakkı yoktur. Hatta Kur’an ayetlerini neshetme yarışına girmiş olan alimler(!) bile mensuh saydıkları ayet için bunun bir hükmü yoktur, artık bu asla uygulanmaz diyememişlerdir. Zaten bunu söyleyen de küstahlık etmiştir. Kur’an’da anlamsız, sırf kalıp olsun diye inmiş ayet yoktur. Yüce Allah: “Kur’an’ı düşünmüyorlar mı, eğer o Allah’tan başkası tarafından indirilmiş olsaydı, onda birbirini tutmaz çok şey bulurlardı.”22) buyurmuş ve Kur’an ayetleri arasında birbirine aykırı sözler olmadığını bildirmiştir. Nesh, anlamları ters sözler arasında olur. Kur’an’da böyle sözler olmadığına göre nesh de yoktur. Her ayetin uygulanacak zamanı vardır.”23)

“Tekrar ediyoruz: Kur’an’ın anlattığı nesh, aynı zamanda insâ demektir. Yani yazılmadığı için zamanla unutturulmuş olan ayetler vardır. Bunların yerine daha iyisi veya dengi ayetler gelmiştir. Yazılmış olan Kur’an’da nesh sözkonusu değildir. Bu düşünce Kur’an’ın veya Peygamber’in düşüncesi değil, gelişen şartlar içinde alim denilen kimselerin Kur’an’a uyguladıkları düşüncelerdir.

“Mensuh ayetlerin sayısını ikiyüze çıkaranlar olduğu gibi beşe indirenler de vardır. Çünkü dayandıkları kesin bir delil yoktur. Onun için herkes kendisine göre neshi azaltmış veya çoğaltmıştır. Ama büyük alim Ebû Müslim Isfahânî de Kur’an’da nesh olmadığını söylemiş, daha sonra zamanımız alimlerinden Ahmed Emin de bu görüşü ispatlamağa çalışmıştır. Onlara göre bu ayette kastedilen nesh, Kur’an’ın kendi kendisini neshi değil, daha önceki Kitabları neshedip hükümsüz bırakması demektir. Tabii bu görüşü de Kur’an’ın ruhuna terstir. Çünkü Kur’an, kendisinin “Kendinden öncekini tasdik edici olarak” geldiğini bildirmektedir. O kitabların hükümlerini kaldırmak için değil, yerleştirmek için gelmiş olan Kur’an, onları hükümsüz bırakmaz. Zaten Kur’an’ın kendisi, dikkatli olarak okunursa, onları gerçak olarak uygulayan, dinin ruhuna bağlı insanları nasıl övdüğü, onların Allah katında nasıl ödüllendirileceklerini söylediği açıkça görülür. İlahî Kitapların hepsi insanları aynı prensiplerde birleştirmek, dost yapmak için gelmiştir. Ama insanların egoizmi, onları yanlış yorumlayarak toplulukları birbirine düşman etmiştir…”24)

Ateş’in yukarıya alığımız görüşlerini kısaca şöyle maddeleştirebiliriz:

1- Yazıya geçirilmiş olan Kur’an ayetleri arasında nasih-mensuh ilişkisi yoktur. Şu anda elimizde bulunan Kur’an’ın bütün ayetlerinin hükmü vardır. Zamanı geldiğinde ve şartlar elverdiğinde, alimlerin mensuh olduğunu söylediği ayetler ile de amel edilir.

2- Kur’an’ın anlattığı nesh, Kur’an’ın, kendisinden önceki ilahî kitapların hükmünü kaldırması da değildir. Böyle bir iddiada bulunmak Kur’an’ın ruhuna terstir.

3- Kur’an’da mensuh ayetler bulunduğu düşüncesi, Kur’an’ın veya Peygamber’in düşüncesi değil, gelişen şartlar içinde alim denilen kimselerin Kur’an’a uyguladıkları düşüncelerdir.

Şimdi bu maddelerde özetlemeye çalıştığımız hususları birer birer ele alalım:

1- Eğer Hz. peygamber (s.a.v) döneminde yazıya geçirilmiş olan ve bize kadar hiçbir değişikliğe uğramadan gelmiş bulunan Kur’an ayetleri arasında nesh cereyan etmemiş ise ve dahi Kur’an’daki her ayetin uygulanacağı bir zaman ve zemin var ise aşağıdaki sorulara nasıl cevap verilebilir:

a- Kur’an’da şöyle buyurulmaktadır: “Sana şaraptan ve meysirden soruyorlar. De ki: “O ikisinde büyük günah ve insanlara bazı yararlar vardır. Fakat onların günahı yararından büyüktür….”25)

Bu ayette şarabın haram kılınmadığı, aksine onun birtakım faydaları olsa da, günahının yararından büyük olduğu ifade edilmektedir. Ateş de tefsirinde bu ayetin şarabı haram kıldığına dair herhangi birşey söylememektedir. Hatta bu ayeti tefsir ederken, “İslam bilginlerinden bir kısmı, tefsirini yapmağa çalıştığımız ayetin haram bildirmediğini, bir kısmı ise haram bildirdiğini söylemişlerdir. Zahir olan, birinci kısmın görüşüdür”26) demek suretiyle bu ayetin şarabı haram kılmadığını söylemektedir. Keza Ateş, bu ayetin tefsiri ile ilgili olarak, ayette geçen “hamr” ve “meysir”in haramlığından söz etmekte, ancak bunların bu ayet ile haram kılındığını söylememektedir.

Hatta “Ayette günah olduğu bildirilen hamr ve meysir’in ne olduğunu ve bunlar hakkında İslamın son hükmünü inceleyelim:…”27) demek suretiyle İslam’ın, hamr ve meysir hakkındaki “son hüküm” olan haramlık hükmünden önce daha değişik bir hükmü olduğunu zımnen kabul etmektedir.

O halde soralım: “Kur’an’daki her ayetin hükmü vardır” diyen birisi olarak Ateş, hamr ve meysirin haram olduğunu bildirmeyen yukarıdaki ayet ile amel edilebileceği görüşünde midir? Keza, Ateş’e göre “Ey iman edenler, ne dediğinizi bilmeniz için sarhoş iken namaza yaklaşmayınız”28) ayetinin de hükmü olmalıdır. Dolayısıyla müslümanların sarhoş olmalarının değil, sarhoş iken namaza yaklaşmalarının yasak olduğu bir zaman veya ortam bulunabilir yahut kişi sarhoş olmadıkça ve ne dediğinin farında oldukça içki içtiği halde namaz kılabilir iddiasında bulunabilir miyiz?

Yine Ateş, müfessirlerin, yukarıda mealini yazdığımız ayeti neshettiğini söyledikleri “Ey iman edenler, şarap, kumar, dikili taşlar, ezlâm (şans okları) şeytan işi birer pisliktir. Bunlarndan kaçının ki kurtuluşa eresiniz…”29) ayeti üzerinde dururken de şöyle demektedir: “Meysir’in mahiyetini ve insanların şarabın birden bire değil, kademeli olarak menedildiğini ve bu konudaki çeşitli görüşleri Bakara suresi: 219 ncu ayetin tefsirinde açıklamıştık.”30)

Demek ki Ateş’e göre hamr birden bire değil, kademeli olarak men edilmiştir. Peki hamrı nihai olarak mene den bu ayet dururken, Ateş’in sözünü ettiği o “kademe”leri teşkil eden ve hamrın haram olduğunu ifade etmeyen ayetlerle de amel edebilir miyiz?

Hatta yine Ateş şöyle demektedir: “Şarap içmek ve kumar oynamak , toplum ahlakını bozan kötü işlerdendir. İslam bunları kesinlikle yasaklamıştır.”31)

Eğer bu söz doğru ise, “Zaten bunu söyleyen de küstahlık etmiştir. Kur’an’da anlamsız, sırf kalıp olsun diye inmiş ayet yoktur. Yüce Allah: “Kur’an’ı düşünmüyorlar mı, eğer o Allah’tan başkası tarafından indirilmiş olsaydı, onda birbirini tutmaz çok şey bulurlardı.”32) buyurmuş ve Kur’an ayetleri arasında birbirine aykırı sözler olmadığını bildirmiştir. Nesh, anlamları ters sözler arasında olur. Kur’an’da böyle sözler olmadığına göre nesh de yoktur. Her ayetin uygulanacak zamanı vardır” şeklindeki sözleri nasıl anlayacağız? Birisi çıkıp da, hamr ve meysiri kesin olarak yasaklamayan ayetlerin de uygulanacağı zaman vardır” diyecek olursa buna kim ne diyebilir?

b- Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

“Ey iman edenler! Peygambere gizli maruzatta bulunmak istediğiniz zaman, maruzatınızdan önce bir sadaka verin. Bu, sizin için hayırlıdır ve ziyade temizliktir. Fakat tasadduk edecek birşey bulamazsanız, artık şüphe yok ki Allah ⁄afûr’dur, Rahîm’dir.”33)

Hz. Peygamber (s.a.v) ile gizli ve mahrem birşey konuşmak isteyen mü’minlere, bu konuşmayı yapmadan önce fakirlere tasaddukta bulunmayı emreden bu ayet, aşağıda mealini zikredeceğimiz bir sonraki ayet ile nesh edilmiştir:

“(Peygamber ile) gizli konuşmanızdan önce sadaka vermenizden korktunuz mu? Madem ki (bunu) yapmadınız; Allah da sizi affettiğine göre, artık namazı kılın, zikâtı verin ve Allah’a ve Resulü’ne itaat edin. Allah, yapmakta olduğunuz şeylerden hakkıyla haberdardır.”34)

Şimdi Ateş’in bu iki ayet ile ilgili olarak söylediklerine bakalım:

“(…) Her özel konuşma için bir miktar sadaka vermek, müslümanların çoğunun zoruna gitmişti. Onun için bu hüküm, daha sonra inen müteakip ayetle (13. ayetle) zorunlu olmaktan çıkarılmış, isteğe bağlı kılınmıştır. 13. ayette: “Necvânızdan önce sadaka vermekten çekindiniz mi?” tarzındaki bir soru ile müslümanların bu işi yüksünüp yapmadıklarına işaret ediliyor ve Allah’ın bunu affedeceği yani kaldıracağı bildiriliyor; artık namazı kılmaları, zekâtı vermeleri, Allah’a ve elçisine itaat etmeleri emrediliyor. Böylece 12. ayetin getirdiği hüküm, 13. ayetle hafifletilmiş oluyor.

“İşte bu iki ayet, Kur’an’da mensûh ve nâsihe örnek verilir. Mukâtil’den rivayet edildiğine göre birinci ayetin hükmü on gün sürmüş, Hz. Ali, Katâde ve Kelbî’den gelen rivayetlere göre de sadece gündüzün bir saat sürmüş, sonra neshedilmiştir. (…)

“Bazı âlimlere göre de bu iki âyet arasında nesih yok, hafifletme vardır. Birinci âyet mensûh değildir. Necvâsından önce sadaka vermek isteyen yine verebilir. Vermeyenin de zaten affedileceği, âyetin sonunda belirtilmiştir. İkinci âyette ise sadaka verebilecek durumda olup da vermek istemeyenden, mutlaka sadaka verme zorunluluğu kaldırılmıştır. Yani birinci âyetteki zorunluluk ikinci âyette ihtiyârîye (isteğe) çevrilmiştir. Bunda nesih yok, hafifletme vardır. Âyetler arasında nesih yok, ta’dil vardır….”35)

Görüldüğü gibi Ateş, bu iki ayetin ihtiva ettiği hükümler arasında bir farklılık bulunduğunu kabul etmekte ve 12. ayetin hükmünün, 13. ayet ile hafifletildiğini ve ta’dil edildiğini söylemektedir.

Bu demektir ki, Ateş’e göre 12. ayetin “ağır” olan hükmü, 13. ayet ile değiştirilmiştir. Zira “hafifletme” ve “ta’dil” de neticede bir değiştirmedir.

O halde soralım: 12. ayetin –bir sonraki ayet ile hafifletilmiş olan– hükmüne ne olmuştur? Bu ayetin hükmünün hafifletilmiş ve ta’dil edilmiş olduğunu söylemek ile, yürürlükten kaldırılmış olduğunu söylemek arasında nasıl bir fark vardır?

Eğer Ateş’in ifadesiyle “Kur’an’daki her ayetin hükmü var” ise, “Onun için bu hüküm, daha sonra inen müteakip ayetle (13. ayetle) zorunlu olmaktan çıkarılmış, isteğe bağlı kılınmıştır. 13. ayette: “Necvânızdan önce sadaka vermekten çekindiniz mi?” tarzındaki bir soru ile müslümanların bu işi yüksünüp yapmadıklarına işaret ediliyor ve Allah’ın bunu affedeceği yani kaldıracağı bildiriliyor” tarzındaki ifadelerde “Allah’ın kaldıracağı” söylenen 12. ayetin hükmü 13. ayet indikten sonra kalkmamış mıdır? Eğer kalkmamış ise, Ateş’in hemen yukarıdaki cümleleri yanlıştır; eğer kalkmış ise “Kur’an’daki her ayetin hükmü vardır” sözü düşünmeden söylenmiş ve bilahare sahibi tarafından nakzedilmiş bir söz değil midir?

c- Benzeri bir durum, aşağıdaki ayetler için de söz konusudur. Allah Teala şöyle buyurmaktadır:

“Ey Peygamber! Mü’minleri cihada teşvik et. Eğer sizden sabredici yirmi kişi olsa, ikiyüze galip gelirler. Ve eğer sizden yüz kişi olsa, kâfirlerden bine galip gelirler. Çünkü şüphe yok ki onlar, hakkı anlamaz bir kavimdirler.”36)

Bu ayette mü’minlerden 20 sabırlı kişinin, ikiyüz kâfire galip geleceği, yine mü’minlerden sabırlı 100 kişinin de 1000 kâfire galip geleceği bildirilmektedir. Ancak hemen bir sonraki ayette37) Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

“Şimdi Allah yükünüzü hafifletti ve bildi ki sizde bir zaaf var. Şimdi sizden sabredecek yüz kişi olursa iki yüz (kâfir)e galebe ederle; sizden bin (kişi) olursa, Allah’ın izniyle iki bin (kâfir)e galip olurlar ve Allah sabredenlerledir.”38)

Süleyman Ateş, bu ayetler hakkında şunları söylemektedir:

“Müfessirlerin çoğunluğuna göre 66 ıncı âyet, 65 nci âyeti neshetmiştir. Neshi kabul etmeyen müfessir Ebu Müslim el-Isfahânî ise, birkaç delil ile bu âyetler arasında neshin bulunmadığını söylemiştir. Ona göre birinci âyette emir yoktur, bir durum bildirmektedir. Yüce Allah, sabreden yirmi mü’min olursa, bunların ikiyüz kâfiri yeneceğini söylüyor. İkinci âyette ise çoğunlukla bir cemâatin, kendilerinden on kat fazla bir cemâate dayanamayacağını bildirerek, mü’minler topluluğunun, en azından kendilerinden iki kat fazla bir topluluğu yeneceğini haber veriyor. Birinci âyet, sabreden mü’minlerin durumunu, ikinci âyet ise onlar kadar sabırlı olmayan mü’minlerin durumunu bildirmektedir. Bunlar arasında nesih, söz konusu değildir. Çünkü birinci âyetteki sabır va azim vasfını taşıyan küçük mü’minler topluluğu, her zaman büyük işler başarırlar. Ama bunlar azdır. Herkesi bunlarla bir tutmak doğru olmaz. İkinci âyet genel olarak bütün mü’minlerin durumunu belirtmektedir. Birinci âyet özel bir şartı, ikinci âyet ise genel şartı değerlendirmektedir.

“Râzî: “Eğer Ebu Müslim’den önce bu âyetler arasında nesih bulunduğu hakkında icma olmuşsa bir diyeceğimiz yok ama, böyle bir icma olmamışsa Ebu Müslim’in sözü doğrudur” diyor.”39)

Burada evvela şu noktayı tespit edelim: Eğer gerçekten bu iki ayet arasında –biri özel bir şartı, diğeri genel şartı belirlemek gibi– bir farklılık söz konusu ise, 66. ayette geçen “Şimdi Allah yükünüzü hafifletti ” ifadesinin ne anlamı vardır? Şayet bu iki ayette farklı özelliklere sahip iki kesim mü’min anlatılıyor ve ilkinde sabırlı, ikincisinde ise sabr-u sebatında bir zaaf olan mü’minler kastediliyor ise, burada “hafifletme”nin zikredilmesinin hiç bir anlamı yoktur. Zira her iki ayette de “sabırlı” mü’minlerin, sayıca kendilerinden ne kadar üstün bir küffar topluluğuna galip geleceği haber verilmektedir.

Şu halde Ebû Müslim el-İsfahânî’nin, Ateş tarafından nakledilen, “Birinci âyet, sabreden mü’minlerin durumunu, ikinci âyet ise onlar kadar sabırlı olmayan mü’minlerin durumunu bildirmektedir. Bunlar arasında nesih, söz konusu değildir. Çünkü birinci âyetteki sabır va azim vasfını taşıyan küçük mü’minler topluluğu, her zaman büyük işler başarırlar. Ama bunlar azdır. Herkesi bunlarla bir tutmak doğru olmaz. İkinci âyet genel olarak bütün mü’minlerin durumunu belirtmektedir. Birinci âyet özel bir şartı, ikinci âyet ise genel şartı değerlendirmektedir” şeklindeki ifadeleri, bizzat ayetlerin lafzına aykırıdır. Çünkü –tekraren söyleyelim– sadece 65. ayette değil, 66. ayette de “sabreden mü’minler” vurgulanmaktadır. Öyleyse buradaki “özel şart-genel şart” ayrımı nereden çıkarılmaktadır? Yoksa 66. ayetteki sizden sabredecek yüz kişi olursa…” ifadesini “hükmü mensuh, metni baki” olarak mı göreceğiz?!

İkinci olarak, 66. ayette geçen “Şimdi Allah yükünüzü hafifletti ” ifadesi, 65. ayette zikredilen durumun bizzat Yüce Allah tarafından değiştirildiğini, hükümden kaldırıldığını bildirmektedir. Zira açıktır ki, eğer bir hüküm hafifletilmiş ise, onda, hitap ettiği kitleye yönelik olarak açık bir değişiklik yapılmış demektir. Yani daha önce “ağır” olan bir hüküm kaldırılarak, yerine ondan daha hafif olan bir hüküm konulmuş ise, burada ağır olan hükmün yürürlükten kaldırılması söz konusudur.

Prensip olarak bunun tersi de böyledir. Yani eğer daha önce hafif bir hüküm mevcut iken, bilahare o hüküm, başka bir ayet ile ağırlaştırılmış ise, orada da bir nesh hadisesi vuku bulmuş demektir.

Bu yazının başında de ifade ettiğimiz gibi nesh, bir beyan türüdür; bir “beyan-ı tebdil”dir. Şu halde buradaki ve bir önceki örnekteki “hafifletmeler” de birer beyan ve beyan-ı tebdil olmaları hasebiyle Kur’an’da nesh bulunduğunun açık örnekleridir. Zira 65. ayette Allah Teala, sabreden mü’minlerin, sayıca kendilerinden 10 kat fazla olan bir kâfirler topluluğuna galip geleceklerini beyan buyurmaktadır. Bu, her hal-u kârda şer’î bir hükümdür. Keza ikinci ayette de, sabreden mü’minlerin, sayıca kendilerinden iki kat fazla olan kâfirler topluluğuna galip geleceklerini bildirmektedir. Bu da bir şer’î hükümdür. Burada iki şer’î hükümden ağır olan kaldırılmış ve yerine daha hafif olan diğer bir hüküm konulmuştur.

Dolayısıyla burada, “bu bir hafifletmedir,. nesh değildir” gibi kelime oyunlarına başvurmanın hiçbir anlamı ve faydası yoktur. Adına ister nesh densin, ister hafifletme densin, burada –ve tabii “b” maddesinde zikrettiğimiz örnekte– bir hükmün, kendisinden daha hafif başka bir hüküm ile değiştirilmesi söz konusudur. Yani evvelki hüküm kaldırılmış, yerine bir başka hüküm getirilmiştir. Bunu bu şekilde kabul ettikten sonra adına ister nesh, isterse tahfif veya başka birşey diyelim, sonuç değişmeyecektir.

Şu halde Ateş’in yukarıda Fahruddin er-Râzî’den naklettiği, “Eğer Ebu Müslim’den önce bu âyetler arasında nesih bulunduğu hakkında icma olmuşsa bir diyeceğimiz yok ama, böyle bir icma olmamışsa Ebu Müslim’in sözü doğrudur” şeklindeki ifadenin de geçerliliğinin ve Ateş’in yaklaşımına bir faydasının bulunmadığı ortaya çıkmış olmaktadır.

d- Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

“Zina eden kadın ile zina eden erkeğin her birine yüzer değnek vurun…”40)

Ateş bu ayetin tefsiri esnasında şunları söylemektedir:

“Nisâ Sûresinin 15-16 ncı âyetlerinde zinâ suçuna, muvakkat olduğuna işâret edilen bir cezâ belirlenmişti. Orada zinâ eden evli kadınların müebbeden hapsedilmesi, zinâ eden erkeklerin ise tazir edilmesi (Biraz dövülüp terbiye edilmesi) buyurulmuş ve Allah’ın, bu konuda başka bir yol gösterinceye kadar bu cezanın uygulanması emredilmiş, böylece Allah’ın, bu hususta ayrı bir hüküm indireceğine işaret buyurulmuş idi. İşte daha sonra indirilmiş olan bu sûrede bu yol, yani bu yeni hüküm gösterilmiştir.”41)

Burada Ateş’in bir çelişkisine işaret ederek esas konumuza döneceğiz.

Ateş, 4/en-Nisâ suresinin 15 ve 16. ayetlerinin tefsirini yaparken şöyle demektedir:

“Burada zina cezası henüz belirtilmemiştir. Onun cezâsı Nûr Sûresinde belirtilecektir. Bu sûretle âyetler arasında nesh diye bir şey kalmaz. Âyetlerin hepsinin hükmü yerine oturur, uygulama alanı bulur:

“1) Eşcinsellik yapan kadınlar, evde gözetim altında bulundurulurlar, evleninceye dek evden dışarı çıkarılmazlar. Eşcinselliğin cezâsı, kadınlar için sürekli gözetim altında tutmak, evden dışarı çıkarılmamaktır. Ancak evlendikleri veya uslanıp bu işten vaz geçtikleri takdirde, evde sürekli hapis cezâsından kurtulurlar.

“2) Eşcinsellik yapan erkekler, dil ve el ile eziyet ve hakaret edilirler; bir iki tokat vurulmak suretiyle dövülürler….”42)

Görüldüğü gibi burada Ateş, 4/en-Nisâ suresinin 15 ve 16. ayetlerinin, eşcinsellik yapan erkeklere ve aynı durumdaki kadınlara verilecek cezayı anlattığı kanaatindedir.

Ancak 24/en-Nûr, 2. ayetinin tefsiri esnasında Ateş, burada söyledikleriyle tenakuza düşerek, –yukarıda da zikrettiğimiz gibi– 4/en-Nisâ suresinin 15 ve 16. ayetlerinin, zina suçunun muvakkat cezasını ihtiva ettiğini söylemektedir.

Esas konumuza dönecek olursak; Ateş, 24/en-Nûr, 2. ayetinin tefsiri sırasında, 4/en-Nisâ suresinin 15 ve 16. ayetlerinin, zina suçuna verilecek muvakkat bir ceza zikrettiğini ve Allah bu konuda başka bir yol gösterinceye kadar, zina eden kadın ve erkeklere hapis ve ta’zir cezası verileceğini söylemektedir.

Şu halde 4/en-Nisâ suresinin 15 ve 16. ayetlerinde zikredilen ceza muvakkat (geçici) bir ceza ise, daha sonra yürürlükten kaldırılacak ve yerine başka bir ceza ikame edilecek demektir. Nitekim öyle de olmuştur. 24/en-Nûr, 2 ayeti, söz konusu muvakkat cezanın yerine, zina eden kadın ve erkeklere verilecek esas cezayı belirtmiş ve bunun, onlara yüzer değnek vurulması şeklinde olacağını beyan buyurmuştur.43)

O halde soralım: 4/en-Nisâ suresinin 15 ve 16. ayetlerinde zikredilen muvakkat hükme ne olmuştur? “Kur’an’daki her ayetin hükmü vardır” mantığından hareket ederek, zina eden kadın ve erkekleri sopa cezasına çarptırmaksızın, onları sadece ev hapsine ve ta’zir cezasına tabi tutmakla yetinebilir miyiz?

Eğer Ateş bu soruya “evet” diyecek ise, bu cezanın muvakkat olduğunu söylemesi hakkında ne demeliyiz?

Eğer bu soruya “hayır” diyecek ise, söz konusu muvakkat hüküm yürürlükten kaldırılmış olmuyor mu? Bu da 4/en-Nisâ suresinin 15 ve 16. ayetlerinin nesh edilmiş olduğunu kabul etmek değil midir?

Her ne kadar, Kur’an ayetleri arasında neshin vuku bulduğunu gösteren örnekler bunlara münhasır değil ise de, biz burada zikrettiğimiz örneklerin konuyu yeterince açıkladığını düşünüyoruz.

Gelelim Ateş’in, bu yazının başında ileri sürdüğü 2. hususa. Ateş’in sözlerini tekrar okuyalım:

“… Ama büyük alim Ebû Müslim Isfahânî de Kur’an’da nesh olmadığını söylemiş, daha sonra zamanımız alimlerinden Ahmed Emin de bu görüşü ispatlamağa çalışmıştır. Onlara göre bu ayette kastedilen nesh, Kur’an’ın kendi kendisini neshi değil, daha önceki Kitabları neshedip hükümsüz bırakması demektir. Tabii bu görüşü de Kur’an’ın ruhuna terstir. Çünkü Kur’an, kendisinin “Kendinden öncekini tasdik edici olarak” geldiğini bildirmektedir. O kitablarının hükümlerini kaldırmak için değil, yerleştirmek için gelmiş olan Kur’an, onları hükümsüz bırakmaz. Zaten Kur’an’ın kendisi, dikkatli olarak okunursa, onları gerçak olarak uygulayan, dinin ruhuna bağlı insanları nasıl övdüğü, onların Allah katında nasıl ödüllendirileceklerini söylediği açıkça görülür. İlahî Kitapların hepsi insanları aynı prensiplerde birleştirmek, dost yapmak için gelmiştir. Ama insanların egoizmi, onları yanlış yorumlayarak toplulukları birbirine düşman etmiştir…”44)

Ateş’in bu söylediklerinin Kur’an’a uygun mu, yoksa aykırı mı olduğunu öğrenmenin en sağlam yolu, elbette bizzat Kur’an’ın bu mesele hakkında ne dediğine bakmaktan geçer. Biz de öyle yapalım ve Kur’an’ın, kendisinden önce gelmiş olan ilahî kitapların hükümlerini nehsederek yürürlükten mi kaldırdığını, yoksa aynen bırakıp o hükümleri tasdik mi ettiğini bizzat Kur’an’a baş vurarak görelim:

a- Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

“Yahudilere bütün tırnaklı hayvanları haram kıldık. Sırtlarında yahut barsaklarında taşıdıkları, ya da kemiğe karışan yağlar hariç olmak üzere sığır ve koyunun iç yağlarını da onlara haram kıldık. Bu, zulümleri yüzünden onlara verdiğimiz cezadır. Biz, elbette doğru söyleyeniz.”45)

Bu ayet, Yahudiler’e haram kılınan birtakım yiyecekleri beyan etmektedir ve Kur’an’ın bu hükmü yürürlükten kaldırdığı açıktır. Şu halde söylemek zorundayız ki Kur’an, burada zikredilen haramlık hükmünün yer aldığı önceki vahyi neshetmiştir.

b- Yine şöyle buyurmaktadır:

“Yahudiler’in zulmü sebebiyle, bir de çok kimseyi Allah yolundan çevirmeleri, menedildikleri halde faizi almaları ve insanların mallarını haksız yollardan yemeleri yüzünden, kendilerine (daha önce) helal kılınmış bulunan temiz ve iyi şeyleri onlara haram kıldık; ve içlerinden inkâra sapanlara acı bir azap hazırladık.”46)

Bu ayetler de, azgınlıkları sebebiyle Yahudiler’e, daha önce helal olan temiz ve iyi birtakım şeylerin bilahare haram kılındığını açık bir şekilde göstermektedir. Hemen aşağıda zikredeceğimiz ayet ile burada zikrettiğimiz ayet bir arada düşünüldüğünde, burada zikredilen “temiz ve iyi şeyler”in (ki “a” maddesinde zikrettiğimiz ayet bunların bir kısmının neler olduğunu anlatmaktadır), Hz. Peygamber (s.a.v.) tarafından –kendisine vahyin verdiği yetkiyle– gerek Ehl-i Kitab’a ve gerekse inanan diğer tüm insanlara tekrar helal kılındığı görülecektir. Şu halde Yahudiler’e ceza olarak indirilen bu hüküm, Yüce Allah tarafından Kur’an vahyi ile neshedilmiş demektir.

c- Yine şöyle buyurmaktadır:

“Yanlarındaki Tevrat ve İncil’de yazılı buldukları o Elçi’ye, o ümmî Peygamber’e uyanlar (var ya), işte o Peygamber onlara iyiliği emreder, onları kötülükten meneder, onlara temiz şeyleri helal, pis şeyleri haram kılar. Ağırlıkları ve üzerlerindeki zincirleri indirir.”47)

Yukarıda da belirttiğimiz gibi bu ayet, Yahudiler’e daha önce haram kılınmış olan birtakım şeylerin –ki ayet bunlardan “ağırlıklar ve zincirler” diye bahsetmektedir– helal kılındığını anlatmaktadır. Bu da Kur’an’ın, kendisinden önceki bir ilahî hükmü neshettiğinin açık delilidir.

Burada zikrettiğimiz örnekler, Ateş’in, “O kitablarının hükümlerini kaldırmak için değil, yerleştirmek için gelmiş olan Kur’an, onları hükümsüz bırakmaz….” şeklindeki sözlerde ifadesini bulan kanaatinin de doğru olmadığını açık bir şekilde gözler önüne sermektedir.

Ne gariptir ki Ateş, yukarıda kendisinden naktlettiğimiz ifadelerin sahibi olarak tefsirinde Kur’an’ın, diğer kitapları neshettiği gerçeğini inkâra çalışırken, bir başka kitabında aynen şunları söylemektedir:

“… Yahut da bu âyette (2/el-Bakara, 106) ve Nahl: 101. âyette kasdedilen nesih, daha önceki kitaplarda bulunan bâzı bağlayıcı, zorlaştırıcı hükümlerin kaldırılması demektir. Nitekim Kur’an’ın, Tevrat’ta bulunan birçok yasağı kaldırmış olduğunu A’râf: 57 ve En’âm: 145-146. âyetlerden anlıyoruz.”48)

Eğer okuyucu, bu yazının başlarında Ateş’in tefsirinden naklettiğimiz sözler ile burada zikrettiğimiz sözleri yanyana koyup düşünecek olursa, Ateş’in, kendi söylediklerini nasıl tekzip ve nakzettiğini görecek ve haklı olarak “bu işte bir yanlışlık var, ama nerede?” sorusunu soracaktır…

3- Ateş’in, “Bu düşünce Kur’an’ın veya Peygamber’in düşüncesi değil, gelişen şartlar içinde alim denilen kimselerin Kur’an’a uyguladıkları düşüncelerdir.” şeklindeki ifadesine gelince, Kur’an’da nâsih-mensuh ayetler bulunduğu vakıası, sadece “alim denilen kimselerin düşüncesi” değil, bizzat Sahabe neslinden itibaren –Ebû Müslim el-İsfehânî gibi birtakım Mu’tezilîlerin veya diğer bazı bid’at mezheplerin mensubu zevatın çürük görüşleri bir kenara bırakılırsa– bütün İslam alimlerinin üzerinde söz birliği ettiği bir husustur. Tefsirlerde, nâsih-mensuh konusuyla ilgili kitaplarda ve ahkâm hadislerini ihtiva eden eserlerde bu söylediğimizi doğrulayan sayısız örnek mevcut olduğu için bu noktayı ayrıntılı bir şekilde işleyerek yazıyı uzatmayı gereksiz buluyoruz.

Hatta Ebû Müslim el-İsfehânî bile, Kur’an’da nesh bulunmadığını iddia ederken aslında mensuh olduğu söylenen ayetlerin, nâsih olduğu söylenen ayetler tarafından tahsis edildiğini (hükmünün daraltıldığını) söylemiştir. Oysa nesh ile tahsis arasında –tafsilatı Usûl kitaplarında zikredilmiş olan– önemli farklılıklar mevcuttur.49)

Netice olarak şunu söylememiz gerekir ki, birtakım müfessirlerin (özellikle mütekaddimun müfessirlerin) ve nâsih-mensuh konusu ile ilgili olarak eser veren müelliflerin, Kur’an’daki mensuh ayetlerin sayısı hakkında abartılı rakamlar zikrettikleri doğrudur. Müteahhar alimler ise mensuh ayetlerin sayısı konusunda daha küçük rakamlar zikretmişlerdir. Nitekim es-Suyûtî’nin 20 civarında olduğunu söylediği mensuh ayet sayısını50), Şah Veliyyullâh ed-Dihlevî 5’e indirmiş ve geriye kalanlarda nesh durumunun açık olmadığını söylemiştir.51)

Bu farklılık, önceki alimlerin “nesh” kelimesine yükledikleri anlamdan kaynaklanmaktadır. Onlara göre nesh şu şekillerde olur: Bir hüküm ile amelin süresini sona erdirmek, sözü ilk anda anlaşılan manasından başka bir manaya çevirmek, âmm (genel hüküm bildiren) ayeti tahsis etmek, mücmeli beyan ve mutlakı takyid etmek, cahiliye adetini yahut geçmiş bir şeriati kaldırmak vs. Bu sebeple Sahabe ve Tabiun nazarında mensuh ayetlerin sayısı daha fazla olarak görülür.52)

Bütün bu manalar, Usûl alimlerinin “nesh” kelimesine yükledikleri manadan daha şumullüdür. Usûl alimlerinin mensuh saydığı ayetlerin sayısının, önceki alimlerin mensuh saydıklarına göre daha az olmasının başlıca sebebi budur.

Bu yazıda kısaca ortaya koymaya çalıştığımız gibi, Kur’an’da –neshi kabul etmeyenler tarafından mensuh olduğu açıkça söylenememiş olsa bile– hükmü kaldırıldığı, değiştirildiği, daraltıldığı veya hafifletildiği için mensuh kategorisine girdiği inkâr olunamayacak ayetler vardır. Alimlerin, mensuh ayet sayısındaki ihtilafı, Kur’an’da hiç mensuh ayet bulunmadığının delili olarak kullanılamaz.

Beyan Dergisi – Mart-Nisan 1999

Ebubekir Sifil
Devamını Oku »

Hükümlerin Kaldırılması (Nesih)

 


Molla Hüsrev




Asıl adı Muhammed b. Feramuz olan Molla Hüsrev (ö. 885/1480) Fatih döneminde yirmi yıl Şeyhülislamlık yapmış, Osmanlı devletinin meşhur ve önemli âlimlerinden biridir. Fıkıh alanında yazdığı Gurerü’l-ahkâm adlı metni ve onun Dürerü’l-hükkâm adlı şerhi, fıkıh usûlü alanında yazdığı Mirkâtü’l-vusûl adlı metni ve onun Mir’âtü’lusûl adlı şerhi özellikle Osmanlı coğrafyasında kabul görmüş ve medreselerde okutulmuştur. Aşağıda bu metin ve şerhten yapılan tercümede metin normal, şerh ise italik yazıyla verilmiştir.

-------------------

Nesih, sonradan gelen bir şer’î delilin önceki bir şer’î hükme aykırı bir anlama delalet etmesidir.

Buradaki “şer’î delil” Kur’ân ve sünnette yer alan söz, fiil ve onama türünden olan bütün delilleri içerir. Şer’î delilin, aslî ibaha (serbestlik) yönündeki akli hükme aykırı bir hususa delalet etmesi tanımın dışında kalmıştır... “Sonradan gelen” kaydıyla tahsis (genel anlamın daraltılması) ve istisna tanımın dışında bırakılmıştır...

Nesih aklen mümkündür.

Kulların menfaatleri göz önünde bulundurulmazsa, Yüce Allah âlemlerden müstağni olduğuna göre bu husus açıktır; çünkü Allah dilediğini yapar, istediği şekilde hükmeder ve yaptığından sual olunmaz. Kulların menfaatleri –çoğunluğun görüşüne göre bir (ilahî) lütuf olarak– göz önünde bulundurulursa, bunun sebebi zamanın değişmesiyle kulların menfaatlerinin değişmesinin mümkün olması, biz bilmesek de her şeyden haberdar ve her şeye gücü yeten Allah’ın bunu bilmesidir. (Hasta tedavisinde) mizaç ve zamana göre farklı ilaçların kullanılmasında olduğu gibi bunda da büyük hikmet vardır. Burada (Allah açısından) bir “bedâ” (görüş değiştirme) yoktur. Bu, Allah’ın (insanı) yaşatma ve öldürmesindeki (zamanlama) hikmetine benzer (yani bir insanın yaşamasında fayda varsa Allah onu yaşatır, ölmesinde fayda varsa onu öldürür, ancak bunun hikmeti bizden gizlenmiştir).

Nesih naklen de mümkündür.

Çünkü Hz. Âdem zamanında kızkardeşle evlenmek helaldi... sonra gelen bütün şeriatlarda bu hüküm neshedildi. Bunun gibi, sünnet olmak Hz. İbrahim’in şeriatında caizdi, sonra Hz. Musa’nın şeriatında vacip hükmünü aldı. Yine, iki kızkardeşle aynı anda evli kalmak Hz. Yakub’un şeriatında caizdi, sonra gelen bütün şeriatlarda bu hüküm neshedildi. Eğer ’Bu yeni hükümlerin her biri asli ibahanın (serbestliğin) kaldırılmasıdır’ denilirse, biz şöyle deriz: Buradaki serbestlik şeriata dayanmaktadır. İnsanlar hiç bir zaman başıboş bırakılmamıştır. Peygamberlerin bu fiilleri görüp susmaları onları onama anlamına gelir. Bu sebeple bunlar şer’î hüküm sayılır.

Yahudilerden İseviyye fırkası dışında kalanlar buna karşı çıkmıştır.

Yahudiler neshin mümkün olmadığını söylemiştir. Bir kısmı bunun aklen, bir kısmıysa naklen imkânsız olduğunu iddia etmiştir. Akli imkânsızlığı savunan görüş şu gerekçeye dayanır: Nesih ya ortaya çıkan bir hikmete bağlıdır ya da değildir; eğer bir hikmete bağlıysa bu “bedâ” (görüş değiştirme) anlamına gelir; bir hikmete bağlı değilse bu abestir (anlamsızdır) ve bu durumlardan hiç birinin Allah hakkında düşünülmesi mümkün değildir. Biz deriz ki: Eğer hikmetin ortaya çıkmasıyla onun zamanın yenilenmesine bağlı olarak yenilenmesi kastediliyorsa birinci şıkkı (yani neshin hikmete bağlı olduğunu) seçeriz ve bu durumda “bedâ” söz konusu olmaz; ama kastedilen şey hikmetin bilinmesinin yenilenmesiyse ikinci şıkkı (yani neshin yeni bilinen hikmete bağlı olmadığını) seçeriz ve bu durum abes sayılmaz; çünkü hikmet zaten önceden vardır ve devam etmektedir.

Neshin nakli delil sebebiyle imkânsızlığını savunan Yahudiler, şeriatının neshedilmeyeceğini söylediğini Hz. Musa’dan naklederler. Ayrıca onlar Tevrat’ta “Gökler ve yer var oldukça Şabat’ı uygulayın” denildiğini söylerler. Biz deriz ki: Biz bu sözün Hz. Musa’dan sadır olduğunu ve mütevatir olduğunu kabul etmeyiz. Ayrıca Hz. Musa’ya inen Tevrat’ta böyle bir ifadenin bulunduğunu kabul etmeyiz. Onların ellerinde bulunan Tevrat’ta bu ifadenin bulunması hüccet değildir; çünkü bu Tevrat tahrif edilmiştir ve bu yüzden onun nüshaları arasında çelişkiler vardır. Öte yandan, eğer bu doğru olsaydı onlar bu ifadeyi Hz. Peygamber’e karşı hüccet olarak kullanırlardı ve bunu yapmış olsalardı bunun normal şartlarda meşhur olup duyulması gerekirdi; ama onlar böyle bir şey yapmamışlardır...

Nesih gerçekleşmiştir. Ebû Müslim el-Isfahânî bu görüşte değildir. Ancak Ebû Müslim bununla ilk bakışta anlaşılanın dışında bir şey kastetmiştir. Zira neshi inkâr etme görüşü bir Müslümana ait olamaz...

Çünkü ilk bakışta bundan iki şey anlaşılır: Birincisi, “nesih” kelimesinin kullanılmasının reddedilmesidir. Bu, nassa aykırıdır. Yüce Allah: “Biz neshettiğimiz her ayetin...” (el-Bakara 2/106) buyurmaktadır. İkincisi ise önceki şeriatların Hz. Peygamber’in şeriatıyla kaldırıldığını inkâr etmektir. Bu da batıldır. Ebû Müslim’in kastı şudur: Önceki şeriatın geçerlilik süresi sonraki şeriatin gelişine kadardır; çünkü Kur’ân’da Hz. Musa ve Hz. İsa’nın Hz. Muhammed’in şeriatının geleceğini müjdeledikleri ve ortaya çıktığında ona uyulmasını emrettikleri bildirilmiştir; önceki şeriat geçiciyse sonraki şeriatın onu neshetmesine gerek yoktur.

Biz deriz ki: Biz (Hz. Musa ve Hz. İsa’nın verdiği) bu müjde ve emrin onların şeriatlarının geçici olmasını gerektirdiğini kabul etmeyiz; çünkü onların Hz. Muhammed’e uyma yönündeki emirleri Hz. Peygamber’in önceki şeriatları açıklaması, onaması veya kısmi bir değişikliğe uğratması anlamına gelebilir ve bu durumda önceki şeriatların geçici olması gerekmez. Önceki şeriatların mutlak anlamda geçerli ve ebedi oldukları sanılıyordu; bu sebeple, onların değiştirilmesi nesih sayılır. (Önceki şeriatlarla ilgili) bu yorum kabul edilse bile, (Hz. Peygamber’in şeriatında namazda) Kudüs’e yönelme ve (mirasta) anne-babaya vasiyette bulunma hükümleri mutlak olarak konulmuşlardı, sonra bu hükümler kaldırıldı...

Neshi kabul eden hükümler, bir nasla geçici veya ebedi olduğu bildirilmeyen şer’î ve fer’î hükümlerdir...

“Âlem sonradan var olmuştur” gibi akli hükümler ve “Ateş sıcaktır” gibi hissi/duyusal hükümler neshe konu olmaz. İnançla ilgili asli hükümler de neshedilmez... Bir hüküm hakkında “Bu kıyamete kadar geçerlidir” denilirse onun ebedi olduğu bildirilmiş olur... Neshin şartı önceki hükme inanacak kadar bir vaktin geçmesidir, hükmün uygulanmış olması şart değildir.

Nesih Kur’ân ve sünnet hükümleri arasında her şekilde geçerlidir. Şâfiî’ye göre Kur’ân sadece Kur’ân ’daki, sünnet de sadece sünnetteki bir hükmü neshedebilir. İcma ise ne nesheder ne de neshedilir. Kıyas da böyledir.

Nâsih (nesheden) hüküm önceki hükümden daha kolay veya daha zor olabilir.

Nâsih hükmün mensuh hükümden daha kolay olabileceğinde görüş birliği vardır, daha zor olabileceği ise bizim görüşümüzdür; kelamcıların bir kısmı ve Şâfiî bu görüşte değildir. Onlara göre nâsih hüküm mensuh hükümle eşit zorlukta veya ondan daha kolay olmalıdır; çünkü Yüce Allah: “...Biz ondan daha iyisini ya da benzerini getiririz” (Kur’ân 2: 106) buyurmaktadır. Biz deriz ki: Daha zor olan daha iyi olabilir; çünkü onun sevabı daha fazladır. Akli delil olarak şunu söyleriz: Daha zordan daha kolaya geçişte fayda olabileceği gibi, daha kolaydan daha zora geçişte de fayda olabilir. Naklî delilimiz ise şudur: İslam’ın ilk zamanlarında oruç tutabilenler oruç tutmak ve fidye vermek arasında seçim yapabiliyordu, sonra oruç farz kılındı. Bunun gibi, içki ilk başta helaldi sonra bu hüküm neshedildi (ve haram kılındı); haram kılmanın serbest bırakmaktan daha zor olduğunda ise şüphe yoktur.

Mütevâtir bir hüküm haber-i vâhid yoluyla gelen bir nakil sebebiyle neshedilemez, ama meşhur bir nakil sebebiyle neshedilebilir...

Nâsih; tarih, Hz. Peygamber’in açık veya dolaylı şekilde bildirmesi veya sahabenin bildirmesi yoluyla bilinir.

(İki çelişik hükümden hangisinin) nâsih (olduğu) bilinemezse tevakkuf etmek (durmak) gerekir; iki hükümden birini seçmenin caiz olduğunu söylemek doğru değildir.

Neshedilen şey ya tilâvet ve hüküm veya ikisinden biri ya da hükmün vasfıdır...

Molla Hüsrev 1966. Mirâtü’l-usûl fî şerhi Mirkâti’l-vusûl, İstanbul, Ergin Kitabevi-Salah Bilici Kitabevi, s. 368–379.
Çeviren: Mehmet Boynukalın

Bize Yön Veren Metinler,Cilt.2

Derleyen:Alev Alatlı

Devamını Oku »

''Nesh'' Meselesi

 

''Nesh'' Meselesi

Müslümanlara ve bazı hristiyan mezheblerine göre ittifâken nesh vâki'dir. Ancak yahudiler ve hristiyanlardan bir kısım, neshin vâki olmadığını ileriye sürerek neshi inkar etmişlerdir.

Bunun için nesh meselesinde müslüman âlimleri arasında ihtilaflar vuku bulmuştur. Onların ihtilaflarının başlangıcının sebebi de, yahudilerin püskürdükleri melanetleridir.

Hâfızuddîn En-Nesefî diyor ki: «Nesh lugatta, izâle ve tebdil mana­sında ise de, şer'î ıstılâhında nesh; Allah Teâla'nın nezdinde muvakkat veya müebbed olması malum olan mutlak hükmün müddetini beyan et­mektir. Allah Teâlâ kuluna hükmünün muvakkat veya müebbedliğini be­yan etmediği için, zâhiren kulun nazarında; vâki olan hükmün tebdili...

Şâriin nazarında ise; hükmünün beyanıdır.»

Bu iki cihetle nesh, kula nazaran tebdil, önceki hükmü kaldırmak yani ref; Hâlık'a nazaran ise, mücerred beyandır.

Mennâr'ın muhaşşîsi Radıyeddîn Muhammed bin İbrahim el-Halebî diyor ki: « Musannifin mezhebi, "neshin manası, şer'î hükmün nihayeti­nin beyanıdır" diyenlerin mezhebi gibidir. {Şer'î ıstılah} demek kaydıyla,"eşyada asıl, ibahadır" demek olan aklî hükümden sakınıldı. Çünkü icmâen, mübahlar neshi kabul etmez. {Şâriin nazarında ise, hükmünün beyanıdır} demek kaydıyla, âcizlik ve ölüm gibi sebebleıie zeval bulan hükümlerden sakınıldı. Zira bunlar da neshin dışındadır.»

İbnu Melek diyor ki: «Hâsılı neshin iki ciheti vardır:

Birinci ciheti,Allah Teâlâ'nın ilmine aid olandır. Bunda asla tebdil manası yoktur.

Çünkü Allah Teâlâ'nın ilminde, şu hükmün şu zamana kadar geçerli olması malumdur. Binaenaleyh Allah Teâlâ bu malumunun insanlara beyan ve i'lâmını, neshle ifade etmiştir. Yoksa ilmine nazaran nesh; tebdil ve ref', yani hükmün kaldırılması demek değildir. Çünkü ilminde bekâsı ve sübûtu tahakkuk eden bir şeyin, tebdil, tağyir ve izâlesi imkansızdır. Öyleyse şeriatte tebdil ve tağyir, kula nazarandır. Hakikatte ise nesh; beyan ve i'lâmdır.»

Neshin ikinci manası, yani kula nazaran nesh;. tebdil ve hükmün kaldırılmasıdır. Zira kul nazarında, önceki hüküm zeval bulmuş, yerine başka bir hüküm gelmiştir. Kulun nazarında böyle görünmesi, hakikatte hükmün tebdilini gerektirmez. Nitekim bir kimsenin öldürülmesinden ibaret olan kati yani öldürme hâdisesi, buna açık misaldir.

Ehli Sünnet velCemaate göre Allah Teâlâ nezdinde; öldürülen kimse, ecelinin son bulmasıyla ölmüştür. Zira kati, Allah Teâlâ'nın nezdinde, ecelin son bulmasından ibarettir. Çünkü O'nun nazarında iki ecel yoktur. Bu takdirde kati olayı, ecelin son bulmasının beyanıdır. Kula nazaran; kati olmasaydı, öldürülenin hayatı devam edecekti. Bu tak­dirde, kula nazaran kati, öldürülenin hayatını kesmektir; tebdil ve tağ­yirdir. Kısâsiyet de bunun üzerine tahakkuk etmiştir. Çünkü kul, zâhirine mebnî ahkâmı icra etmekle memurdur.

Muhaşşî er-Rihâvî diyor ki; « "Nesh meselesine katli misal göstermekte, şeriatte ve akılda, hak ve gerçek hükmün teaddüd etmesi şâibesi vardır“ diyenlere şu cevab verilmiştir: Allah Teâlâ nezdinde hak bir ise de, amel bakımından kulun nazarında müteaddiddir. Bundan dolayı müctehid, bütün gayretini sarfetmeye mecburdur. Bununla beraber içtihadı, bir tek olan hak noktasına isabet etmese de, afuv edilmiştir. Hanefî usul kitablarının hepsi bu izahta müttefiktirler.»

Fevâtih-ur-Rahamut adlı eserden de anlaşılıyor ki, ulemânın bu hu­sustaki değişik tariflerinden gelen ihtilaf, lafzî ihtilaftır. “Yap yapma’dan ibaret emr ve nehiylerde, nesh tahakkuk etmiştir. Ve her iki itibarla nesh vâki'dir. Allah Teâlâ'ya nisbet edilirse, beyan, i'lâm; kula nisbet edilirse, tebdil ve ref'dir. Bu itibarla bazı ulemâ, nesh beyandır, bazı ulemâ, tebdildir; bazıları, ref'dir; bazıları, izâledir dediler. Cem'u-l-Cevâmi'de olduğu gibi, Şâfiî ulemâsı, neshin refden ibaret olduğunu tarif ettiler. Yani nesh, geçmiş bir şer-î hükmün, gelen bir şerl hükmün deliliyle kal­dırılmasıdır. Cem'u-l-Cevâmiin müellifi, bu tarifin daha isabetli olduğunu tasrih etmiştir. Usûl-u Serahsî'de de aynı tarif, ref yerine tebdil kelime­siyle yapılmıştır.

Mezheb ulemâsının ihtilafları, neshin, izâle ve tebdil olan lügat; yahud beyan ile ref olan ıstılâhî manalarından Heri gelmektedir.

Vahyin gelmesi imkanı olduğu müddetçe, nesh mümkündür. Lâkin vahyin kapısı kapanmıştır; binnetice neshin kapısı da kapanmıştır. Bina­enaleyh Peygamberimiz sallallâhu aleyhi ve sellem'in risâleti vefatıyla fevt olmadığı gibi, kat'iyetle şeriati bâkîdir ve neshi kabul etmez. Her zamana uygundur; reforma ihtiyacı yoktur; kendisi kendini beyan etmektedir.

Vahyin varlığı zamanında nesh vuku bulmuştur. Mesela,

1 -Bir ayetin diğer ayeti neshetmesi.. El-Bakara sûresinin 240'ıncı ayetinin 234'üncü ayetiyle neshedilmesi gibi. Mensuh ayet, tilâvette muahhar, nuzülde mukaddemdir.

2-Sünnetin sünneti neshetmesidir. Müslim'in de taline ettiği gibi Bureyde'den gelen bir rivayette Rasülullah sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur ‘’Sizi kabirlerin ziyaretin­den sakındırmıştım. Kabirleri ziyaret ediniz.” Ziyaretin emredilişi, nehyini neshetmiştir.

Ümmet bu iki neshle ittifak ettiler.

3-Sünnetin Kur'an'la neshedilmesidir. Buna misal namazda pey­gamberin bilfiil Beyt-i Makdis'e yönelmesinin, El-Bakara süresinin 144'üncü ayetiyle neshedilmesidir.

4-Ayetin hadisle neshedilmesidir. Buna misal El-Bakara sûresinin 180'inci ayetindeki yakın akrabaya vasiyet etmenin vücubunun, Sünen'de tahric edilen Amr bin Hârice'den gelen rivayette Rasûlullah’ın:

“Gerçekte Allah Teâlâ her hakkı hak sahibine vermiştir. Artık yakın akraba olan mirasçıya vasiyet yoktur." buyruğuyla neshedilmesidir.

Hanefîler, "Nesh, şeri bir delil ile önceki şeri delilin hükmünün beyanıdır,” diye tarif ettikleri için, Kitab ve sünnetin, kuvvetli bir sünnetle neshinin vukuuna hükmettiler. Nitekim muhaşşî Rehâvi diyor ki: “Kitab ve mütevâtir sünnetin kitabla neshedilmesinin cevazı, nezdimizde cumhûr-u fukaha, Eş'arîlerden ehli keiam ve Mu'tezilenin de mezhebidir. Hatta Şâfinin ashabından ehli tahkik de buna hükmettiler. Lâkin imam Şâfiî kendisi ise, kitabın sünnetle neshinin asla caiz olmadığına hükmetmiştir. Ehli hadîsin mezhebi de budur. Sünnetin kitabla neshi caiz midir, değil midir hakkında imam Şâfinin ezhar kavline göre caiz değildir. Evlâ kavline göre caizdir. Bü kabule şayandır.

Bazı insanlar, “Benden bir hadis rivayet edildiği zaman, onu Allah'ın ki­tabıyla karşılaştırın. Ona muvafık ise kabul edin; Ona muhalifse reddedin.” Yahud "Size bir sözüm söylendiği vakit...” Yahud "Size birisi sözümü naklettiği...” ve daha başka ibarelerle şöhret bulan sözie istidlal ederek, hadîsin ayeti neshetmeyeceğini söylemişlerdir. Daha birtakımları "Şu hadis ayete muhaliftir... bu hadis ayete muha­liftir..." demekle, büsbütün sünneti devreden çıkarmak istiyorlar.. Bir kere bu ibareler, senedleriyle birlikte mevdû'dur; hadis değildir. Nitekim ihyâ'nın şârihi Zebîdî de buna dikkat çekmiştir. Hanefîlerin ve birçok ulemânın da hüküm ettiklerine göre, ayetin kuvvetli hadisle neshedilmesi vâki'dir. Şu mevdû' söze gelince...

Şevkânî, Hattâbî'den naklen diyor ki:

«“Benden bir hadis rivayet edildiği...”

"Size bir sözüm söylendiği vakit...”

"Size birisi sözümü naklettiği...” sözünü, bazı zındıklar vaz' etmiştir. Ve "Gerçekte Ben Kitabla ve be­raberimde misliyle getirildim.” mealindeki sahih hadisle defedilmekte-dir. Sağânî de böyle demiştir. Ben derim ki: Onlardan önce, Yahya bin Maîn, bu sözü zındıklara nisbet ederek mevdû olduğunu isbatlamıştır.»

Zehebî: «Bu sözün kendisi dahi, kendini reddetmektedir; mevdû' olduğuna delildir. Çünkü biz "Benden bir hadis rivayet edildiği...”

sözünü "...Rasûlümün size getirdiği şeyleri tutun; sizi sakındırdığı şeylere son verin...” [Haşr,7] mealindeki ayetle karşılaştırdığımız vakit, sözün ayete muhalif olduğunu buluruz.»

"Temyîz-ut-Tayyibi min-el-Hadîs fîmâ Yedûru alâ el-Sinet-in-Nâsi min-el-Hadîs"in müellifi, Allâme Abdurrahman Eş-Şeybânî de, Akîliden naklen: «Bu hadîsin sahih bir isnâdına rastlanmamıştır.»

Hafız Zehebî, Ibnu Huzeyme'den naklen «Bu hadîsin Ebû Hureyre' den geldiğini isbatlayân bir ehli hadîsi, yerin şarkında veya garbında bulamazsın.»

imam Buhârî de Tarihi'nde: «Bu hadîsi Ebû Hureyre'ye isnad etmek vehimdir.» demektedirler.

Keşf-ul-Hafâ'nın müellifi Şeyh İsmail Aclûnî de, bu hadîsin mevdû' olduğunu söylemiştir.

Ibnu Adî el-Cercânî = Cürcânî'nin, el-Kâmil fî Duafâi-r-Rical adlı eserinde, bu hadîsi Ebû Hureyre'ye dayandırıp tahric ederek üzerinde sükutu, mevdû' olmamasını gerektirmez. Çünkü mezkur kitabın ismi, bu hususta kâfidir.

İmam Şâfiî bu mevdû' hadîsi, kendisine delil göstermemiştir. Onun yerine bunu delil göstermek, serseriliktir. Çünkü İmam Şâfiî radıyallâhu anh bunu tahric etmiyor.

Neticei meram Peygamber sallallâhu aleyhi ve sellem, vahyi metlûyu, vahyi gayrı metlû ile, doğrusu vahyi metlûyu kendi sözüyle beyan etmek hakkına sahibdir. Kendisi bir ayetin hükmünün müebbed veya muvakkat oluşunun beyanında kâfi ilme sahibdir. Risâletin ne manada olduğunu bilen bir müslüman, mutlak neshi reddedemez. Bunun için Hanefîlerden Sadr-u Şeria: “Ayetin meşhur haberle dahi neshi müm­kündür.” demiştir. Pezdevî ise, kat'iyy-ud-delâle olan haber-i vâhidle dahi ayetin neshinin imkanına işaret etmektedir. Çünkü haberin, tevâtür veya şöhret vasfı, Peygamber'in hayatından sonradır. Kendisi hayatta iken, ayetleri sözüyle beyan edebilir; Onun bu beyanı da neshtir; yahud da ayete ziyade etmektir.

Nesh; "önceki şer'î bir hükmün, sonraki şer'î bir delille kaldırılma­sıdır" diye tarif olunduğu ve peygamber kendisi dahi şâri' olduğu zaman müşkül kalmaz.

Peygamber'in hayatından sonra, nesh ne manada olursa olsun ortadan kalkmıştır. Yani risâletin hitâmıyla neshe hitam verilmiştir. Kıyas­la hükmün tesbitine gelince; kıyas, ayete yahud hadîse yahud icmâa dayalı olması şartıyla kabuldür. Şu halde makbul kıyas, aklî kıyas değil, şer'î kıyastır. Binaenaleyh mücerred aklî kıyas, merduddur; hüccet olamaz. Öyleyse dinde tecdîd yoktur. Tecdîd vaz'îdir, beşerîdir. Hatta bir kimse aklını yahud kanununu, Kur'an veyahud hadîse karşı getirmeye yani kıyaslamaya kalkışırsa, ümmetin ittifakıyla kafirdir.

Peygamber son rasul olduğundan ve şeriati neshedici olduğundan, artık şeriati mensuh olamaz.

“...Bugün kafirler, sizin dîniniz(in zeval bulmasın)den ümidsiz olmuş­lardır. Artık onlardan korkmayın; Ben'den korkun. Bugün size dîni­nizi kemâle erdirdim; üzerinize nimetimi tamamladım. Ve sizin için İslâmî din olarak kabul ettim...” mealindeki El-Mâide sûresinin 3'üncü ayetinde bu hüküm beyan edilmiştir. Yani Peygamber'in vefatından son­ra, dinde değişiklik yapmak, tecdîd yapmak, ilave etmek ortadan kalk­mıştır.

Ulemâ bu ayet-i kerîmeye şöyle bir tefsir vermişlerdir: Yani “Bugün hududlarımı, farzlarımı, helalimi, haramımı kemâliyle beyan ederek, gerek Kur'an ve gerek Rasûlullah'ın sünnetiyle hükmümü indirdim. Binaenaleyh bundan eksik veya ziyadeliği asla kabul etmem. Ve bugünden itibaren nesh yoktur. Bunu sizden kabul ederim; başkasını değil.”

Mademki Allah Teâlâ bu dîn-i mübîn-i Islâmiyeyi insanlara seçip beğenmiştir; o halde müslümanların bu dinden başkasıyla hükmetme hakları yoktur. Allah Teâlâ intibahlar versin. Aynı zamanda Kur'an ve ha­dîsi müctehidlerin anlayışıyla anlamayı, beşerî sistemlerin içinde düşün­mek fikri de sapkınlıktır. Allah Teâlâ doğru yolu müslümanlara göstersin.

‘’Bizim Peygamberimizin getirmiş olduğu şeriatin hükümleri bâkîdir.

Nitekim mahşerde de Allah Teâlâ bu şeriatle mahluku arasında hükmedecektir.’’
Neshin Şâri tarafından olması gerekir. Bizzat Şâri, Allah Teâlâ'dır. Bilvasıta risâlet sahibidir. Allah Teâlâ'dan risâlet sahibine vahiy gelir; gelen vahye binaen kendisi de hükümleri tebdil edebilir.

 

İsmail Çetin-Ehli Sünnetin Nazar İtikadın Ölçüsüdür
Devamını Oku »