Gerçek Özgürlük

"Nedir öyleyse özgürlük?

Mücerret bir istiğna halinden başka ne olabilir?

Allah ve Resulünden başka her şeye müstağni kalmaktan başka ne ile açıklayabiliriz özgürlüğü? Bir gaza için,varını yoğunu getiren, kendisine çocukları için ne bıraktığı sorulduğunda: "Allah'ı ve Resulünü bıraktım" cevabı alınan Hz. Ebu Bekir'dir özgür (hür) olan.



Kelime-i şahadet: Kişinin Allah ve Resulünden (İslâm) başkasından istiğnası.

Namaz: Bütün putlardan istiğna.

Oruç : Nefsin kendinden istiğnası.

Zekât: Kişinin malından ve malın maldan istiğnası.

Hac : Kabe dışında, bütün mekândan istiğna.



İslâm'da özgürlük, bir istiğna disiplinidir dense yeridir.



Kaynak:

Rasim Özdenören-Kafa Karıştıran Kelimeler
Devamını Oku »

Teslimiyete Ulaşan Özgürlük

Teslimiyete Ulaşan Özgürlük

"Ey Âdem! Sen ve eşin cennette yerleşin, orada olan­dan istediğiniz şeyi bol bol yiyin, yalnız şu ağaca yak­laşmayın; yoksa zalimlerden olursunuz" dedik. (Kur'an, 2/35).

İnsanı başka canlılardan ayıran özelliklerden biri de, kendisinin ne olduğunu merak etmesidir. İnsan, kendi­sinin ne olduğunu, nerden gelip nereye gittiğini merak ediyor. Böylece kendisini çeşitli görüngülere göre çeşit­li biçimlerde sınıflıyor, kendini bir yerlere yerleştiriyor ve kendisine bir de o yerden bakmayı deniyor. Ama her seferinde, insan, kendini, son tahlilde eyleyen bir varlık olarak belirliyor. Kuşkusuz başka canlılar da hareket edi­yor, hayvan kısmı da, uçsuz bucaksız bozkırların ortasında bir o yana, bir bu yana koşup durur; otobur türünden olanlar otlanır, etobur olanlar avlanır ve böylece hayat­larını sürdürürler. Ama bir hayvan için yiyeceğini bilinçli biçimde seçmesi diye bir olay söz konusu değildir. Hayvan, fıtartının gerektirdiği şey her ne ise onu yemekten başka bir seçeneği kullanma yetisiyle donatılmış değildir. Kendisine zarar verecek bir yiyeceğe o kendiliğinden yaklaşmaz. Ama insan, yalnızca kendisine yaraya olanla değil, her şeyle ilgilenir, her şeyi merak eder.

Bir rivayete göre, Âdem aleyhisselam, Cennette bir uy­kudan sonra uyandığında Hz. Havva'yı görünce: "Sen kimsin? Niçin geldin?" diye sordu. Hz. Havva: "Ben sana zevce olarak yaratıldım." dedi. Âdem aleyhisselam, Hak Teala'ya: "Bu ne cinstir ki, onu sevdim ve ona bağ­landım?" diye sordu. Hak Teala şöyle buyurdu: "Sen be­nim kulumsun, seni topraktan yarattım. Adım Âdem koy­dum. O da benim kulumdur. Admı Havva koydum." Âdem aleyhisselam: "Ya Rabbim, kalbim ona meyletti, sanki ciğerimden bir parçadır." dedi. Hak Teala da: "Onu senin için yarattım. Benden onun için bir şey iste." dedi. Âdem aleyhisselam: "Ya Rabbi, ne isteyeyim?" dedi. Hak Teala: 'Takva ve salih amel iste." buyurdu. Hak Teala hazretleri, Adem aleyhisselam ile Hazreti Havva'nın nikâhlarını kıydı ve onlara: "Ey Âdem ve Havva! Cen­netimde oturun, meyvelerimden yiyin. Şu ağaca yak­laşmayın. İkinize de selam ve rahmetim olsun." dedi.

Allah'ın, insana yönelik "şu ağaca yaklaşmayın" tembihi, insanı tam da onun varlık yapısından kavrayan bir uyarıdır. İnsan, aslında, özgür olarak yaratılmıştır. Yak­laşılmaması istenen ağaç kendiliğinden kötü değildir. 0 ağacın buğday olduğu söyleniyor. Buğday, insanın bu dünyadaki başlıca gıdasıdır. O ağaca yaklaşılmamasıdaki hikmeti, insanın bazı şeylerden yasaklanabilmesi'nin sembolü olarak açıklamak gerekiyor. İnsanın özgür bir varlık yapısıyla donatılmış olması keyfiyeti de ancak bu suretle ortaya çıkıyor. O ağaca yaklaşılmaması hu­susundaki tembih, insanın, bilkuvve o ağaca yaklaşabi­lecek bir eğilim içinde bulunmasıyla anlam taşımaktadır. Yani insanın fıtratında zaten o ağaca yaklaşma hususunda bir eğilim bulunmasaydı, ona, o ağaca yaklaşmaması ge­rektiği yolundaki tembihin de anlamı kalmazdı.

Konu, aslında, insanın özgürlüğüyle, onun özgür ya­ratılmış fıtratıyla ilgilidir. İnsan, o ağaca yaklaşmaktan men edilmiş olmasaydı, kendisinin özgür olduğunu an­laması da mümkün bulunmayacaktı. Nitekim melekler ve hayvanlar, her ne yapacaklarsa onu ve yalnızca onu yapabilirler. İnsansa, başka şeyleri ve mesela o yasak ağa­ca yaklaşma imkânı ile de donatılmışken onu yapmak­tan men edilmektedir. Çünkü o özgür yaradılıştadır. Ger­çi hayvana da yemesi ve yememesi gereken şeyler vah- yedilmiştir: o da ancak yemesi gereken şeyleri yer. An­cak hayvan yememesi gereken yiyeceğe yönelme yeti­sinden mahrumdur. Hayvan yememesi gereken şeye za­ten meyletmez. İnsansa, yapması ve yapmaması gereken şeylerin tümüne meyillidir. Onu, bu meylinden alıkoyansa iradesidir. Yani bir şeyi isteme ve istememe hususundaki karar verme yetisi.

Bu durum, insanın maceracı tavrının da kökenini oluş­turuyor. Nitekim Kuran'dan insanın şu özelliğini de öğ­reniyoruz: "Bundan evvel biz, Âdem ile ahd etmiştik. O bunu unuttu. Biz onda bir azim bulamadık./Meleklere: 'Âdem'e secde edin' dediğimizde hepsi secde etti. Ancak İblis secdeden çekindi./Biz de: 'Ey Âdem! Bu, sana da, zevcene de düşmandır. Sakın sizi Cennetten çıkarmasın, sonra meşakkate düşersiniz' demiştik./Çünkü sana ora­da ne acıkma ne de çıplaklık vardır. /Ve sen orada susamazsın ve güneş sıcaklığı da çekmezsin./Şeytan ona vesvese verdi ve: 'Ey Âdem! Seni ebedîlik ağacına ve son bul­mayacak bir devlete delalet edeyim mi?' dedi./Bunun üzerine ikisi de ondan yediler..." (XX/115-121).

İnsanda bir azim bulunmaması, onun özgür varlık ya­pısıyla doğrudan ilişkilidir. Hayvan ve melek taifesi, ya­ratılmış oldukları günden bu yana, kendi varlık yapıla­rı üzerinde sabit biçimde duruyorlar. Çünkü onların bu yapılarının dışına çıkabilecek özellikleri yoktur. Onların yaptıkları amelin dışında başka bir ameli seçme imkân­ları da yoktur. Onlar her ne iseler öyle kalmaya ve her ne yapıyorlarsa onu yapmaya zorunludurlar. Böyle olduğu için onların sorgulanması da söz konusu değil. Sorgu­landıklarında ise (faraza) diyecekleri, onların, yaptıkla­rından başka bir şeyi yapmaya muktedir olmadıkları bi­çimindeki cevaplan olacaktır. Oysa insan için yaptığın­dan başka yapabileceği daha çok sayıda bir imkânlar spektrumu bulunmaktadır. İnsanın, şeytana karşı uya­rılmasının sebebi de, onun, bu husustaki eğiliminden baş­ka ne olabilir? Hayvan veya melek taifesinin varlık ya­pısında şeytana uymalarını sağlayacak bir yetileri ve ye­tenekleri mevcut değildir.

Hayvan ve melek için "her şey" mubahtır. Çünkü on­lar yalnızca kendilerine mubah olanları yapabilirler. Yapabileceklerinden başkasını yapmaya muktedir ol­madıkları için yaptıkları şeylerin tümü onlara mubahtır. Oysa insan, potansiyel olarak her şeyi yapabilir; her şeyi yapmaya muktedir olduğu için de, ona "yapmaması ge­rekenler" hususunda sınırlar belirlenmiştir. İnsanın insan olarak tecelli edebilmesi de, onun bu sınırlara uymasıyla ortaya çıkar, çıkıyor. Nitekim örtünmek de insana mah­sus bir eyleme türüdür ve şeytana uymakla çirkin yer' leri kendilerine açıldı ve onlar yeniden örtünmeleri ge­rektiği hissini duydular. Fakat bir imkân olarak düşü­nüldüğünde insan için örtünmemek de mümkün kılınmıştır. Fakat bütün bu kısıtlamalar, insanın özgür yara­tılmış olan varlık yapısının sonuçları olarak ortaya çık­maktadır. İnsanın, Cennette, Cennetin tanımı gereği, kaideten her şeyi yapabilme ve her zevki tadabilme imkâ­nı varken, onun şeytana ve yasak ağaca karşı uyarılmış olması (bunlarla sınırlanmış olması) anlam taşıyor. Dos- toyevski'nin Tanrı yoksa her şey mubahtır" sözü, bu bağ­lamda, aslında bir bakıma insanın varoluşsal (ontik) ya­pısıyla ilişkilidir. Tanrı demek, bu bağlamda, sınır koyucu demek olur. Sınır koyucu, insana, temel olarak iki belir­lemede bulunuyor: biri şeytan, öteki yasak ağaç.

Yasak ağaç sınırı, insanın bizzat nefsanî eğilimleriy­le ilintilidir. Şeytansa ruhanî sferdeki eğilimleri hususunda bir işarettir, insanın yasak ağaca doğru eğilimi bulunmasaydı şeytanın iğvası da saçma kalırdı. Öte yandan, in­sanın, şeytanın iğvasına kapılması, onun aynı zamanda ebedî kalmak, çökmez bir mülk ve saltanat sahibi olmak kabilinden ruhi eğilimlerinin de bir sonucu olarak orta­ya çıkıyor. Bunu böyle de söylememiz mümkündür: in­sanın özgürlük alam içinde yapabileceklerinin sınırı hem şeytanın, hem de kendi nefsinin taleplerini içine alı­yor. Öyleyse, insanın, insan olarak tecelli etmesini bu iki sınırla kısıtlamak ve bu kısıtlama içinde onun insan ola­rak tecelli edebileceğini söylemek de mümkün hale ge­liyor. Özgürlük de, bu çerçeve içinde kendi tanımını bu­labilir. Şöyle ki, özgürlüğü, yalnızca bir şeyi ifa etmekle mukayyet kılmayıp, onu aynı zamanda bir şeyi yap­maktan vazgeçme olarak da tanımlayabilmeliyiz. Bu du­rumda, özgürlük, insanın, bir imkân olarak yapmaya muktedir olduğuyla değil, bunu da içine alarak bir şeyi yapabilecekken ondan içtinap etmeyi de tanımına dâhil eder. Bu da, sınırlara riayeti, yasa (veya sınır) koyucunun getirdiği sınırlara insanın özgür iradesiyle teslim olabi­leceği hususundaki bir özelliğini belirler. Bu özellik, in­sandan başka mahlûkta bulunmuyor: teslimiyete öz­gürlükle ulaşmak veya teslimiyeti özgürlüğünü kulla­narak elde etmek yalnızca insana mahsus bir haslet ola­rak görünüyor.

Rasim Özdenören-Eşikte Duran İnsan
Devamını Oku »

Ahlak, Mutluluk ve Özgürlük

Ahlak, Mutluluk ve Özgürlük

Said Halim Paşa İslamlaşmak risalesinde, klasik İslam düşün­cesinden süzülerek gelmiş olan ahlak tasavvurunu veciz bir şe­kilde ortaya koyar. Aynı anda hem metafizik bir ilke hem de top­lumsal bir umde olan ahlak, insanın yeryüzündeki varoluşunu anlamlandırır ve temellendirir. Ahlakın ontolojik temeli insanı aşan bir kaynaktadır. Böyle olması da kaçınılmazdır. Zira insa­nı “beşer” seviyesinden çıkartıp “Âdem” mertebesine taşıyacak olan ilkenin aşkın bir kaynaktan neşet etmesi şaşılacak birdim, değildir. Ahlak ilkeleri, insanı yükseltmek için semadan arza atılmış “sapasağlam bir ip" gibidir.

“Nasıl düşünmeliyim?” sorusunun cevabını akıl verirken, “Nasıl yaşamalıyım?” sorusunun cevabını da ahlak verir. Metafizik açıdan bakıldığında doğru ile yanlış arasında ayrım yapan akul ve iyi ile kötü arasında ayrım yapan ahlak birbirini bütünler. arka planı akılda tutarak, Said Halim Paşa’nın ahlak, mutluluk , hakikatin araştırılması ve bireyin özgürlüğü arasında kurduğa bağlantıya bakabiliriz:

‘’İslam ahlakının kaynağı, hak olan tek Allah’a imandır. Bu ah­lak bize beşeriyetin saadetinin hakikati sevmek, aramak ve tat­bik etmek olduğunu bildirmektedir. Fakat hakikatin aranması ve tatbiki, insanın ahlaki ve akli bütün kuvvetlerinin serbestçe hareketi ve gelişmesi ile mümkün olabileceğinden bu ahlak da tam ve geniş bir şahsi hürriyet esasma dayanır. Bu hürriyeti de insanlara, Allah’a imanın bir neticesi olarak kabul ettirir.

O halde İslam ahlakı, sahip olduğu tekâmül kabiliyetini gücü yettiği derecede genişletmesi için insana hür olmak vazifesi­ni yükler. Yani îslamiyete göre hürriyet, öyle insanın kullanıp kullanmamakta serbest olduğu veya kanun koyucunun istediği zaman verip, istediği zaman kısabileceği siyasi bir hak değildir. Hürriyet, Müslümana kabul ettiği din ve rehber tanıdığı ahlak tarafından verilmiş bir vazifedir. Çünkü bütün Müslümanlar doğruyu bilmeye ve tatbik etmeye mecburdurlar.’’

Said Halim Paşa’nın ahlak, hakikat ve özgürlük arasında kur­duğu bu ilişki klasik İslam düşüncesinin bir hülasası mahiyetin­dedir. özgürlük olmadan akli ilkelerin ve ahlaki değerlerin hayata geçirilmesi mümkün değildir. Tabiat kanunları insanın dışında maddi-fîziki bir zorunluluğa tekabül eder. Burada bir özgürlük alanından bahsetmek mümkün değildir. Tabiat kanunlarının katı ve kesin yapısı, insanın iradesi dışında hareket etmesini zo­runlu kılar. Fakat ahlaki ilkeler tabiat kanunlarından daha yüksek bir değere sahiptir; zira insanın kendi özünü gerçekleştirmesi ve toplumsal bir düzen kurması ancak bu ilkelere uymasıyla mümkün olabilir. Dahası, ahlaki ilkelerin hayata geçirilmesi insanın hür iradesini kullanmasına bağlıdır, özgürlüğün olmadığı yerde ahlaki sorumluluk da yoktur. Bu noktada Said Halim Paşa'nın ahlaklı olmakla özgür olmak arasında kurduğu yakın ilişki ahlak felsefesinin temel unsurlarından biridir.

Müslüman düşünürlere göre ahlak, insanı hakikat ve erdem­ler vasıtasıyla mutluluğa ulaştıran eylemler bütünüdür. İnsanın yeryüzündeki varlığını anlamlı kılan "praxis'' yani "ameller de bunlardan müteşekkildir. Farabi mutluluğu, hakikatin ifadesi olan "ma'kûlât âlemine" yakınlık olarak tanımlar. İnsan, hakikati idrak ettiği ve yaşadığı ölçüde gerçek mutluluğa erişebilir. Şehe­vi zevkler, mal, mülk, makam, güç ve benzeri haz araçları gerçek mutluluk değildir; zira bunlar hem insanın ontolojik mertebesi­nin altındadır hem de geçici oldukları için kaybedildiği zaman insanda elem, keder ve endişeye neden olurlar. İbn Sina aynı noktanın altını çizer: "Mutluluk, ancak bilgide kemâl sahibi ol­makla elde edilebilir." Gazzâlî de aynı çerçevede hareket eder ve insanın mutluluğunu ve kemâlini, hakikatlerin tam manasıyla keşf ve idrak edilmesinde arar:

‘’İnsan ruhuna özgü kemâl, onun alim ve âkil olması ve küllün suretinin, küllideki makul nizamın, ondan fezeyan eden hayrın onda resmolunmasıdır ... Ruh mutlak ve şerif ruhani cevher­lerle sülük etmeli... mutlak iyiyi, mutlak hayrı ve mutlak güzeli müşahede ederek dönmeli, mutlak güzel ile yekvücut olmalı, onun şekline ve heyetine girmeli, onun cevherinde olmalı ve onun yolunda seyretmelidir.’’

13.yüzyılın önde gelen kelamcılarından Seyfeddin el-Âmidî, insan hayatının nihai gayesini “manevi kemâl" olarak tanımlar. Manevi kemâle ulaşmanın yolu ise “ma'kûlât"ı yani eşyanın za- ti-akli hakikatini bilmekten geçer. Aynı şekilde Endülüslü mu­tasavvıf düşünür îbn Seb’in mutluluğun derecelerini "hikmetin tadılması" olarak tasvir eder. Hikmetin manası ise, " başlangıç ta eşyanın hakikatini idrak etmek ...sonuçta marifetullah ve ilk Hakıkat’e (yani Allah’a) yaklaşmaktır”. Ahlak, hakikat ve mutlulukar asındaki ilişkiyi en sarih şekilde ortaya koyan düşünürlerden Ebu Bekir er-Razî, “Felsefî Yaşam” (Es-Sîretu’l-felsefiyye) adlı eserinde meseleyi şöyle hülasa eder: “Yaradılışımızın en önemli meselesi ve yöneldiğimiz ilke, bedeni arzular değil bilginin elde edilmesi ve adaletin tatbikidir. Bu ikisi sayesinde bu dünyadan ne ölümün ne de acının olmadığı dünyaya intikal ederiz.” Bu  geleneği takip eden Molla Sadra, mutluluğu “varlık şuuru” olarak tanımlayarak ona ontolojik bir temel kazandırır. Zira gerçek  mutluluk, oluş âleminin fani istihalelerinden ve zevklerinden değil, hakikatin taşıyıcısı olan “ma‘kûlât”ın (akli cevherlerin) sabit gerçekliğinden neşet eder. Sadra’ya göre “ruhi meleklerin nur(-u maneviyi) idraki, merkebin cinsel haz ve arpa zevkinin fevkin-dedir”. Sadra varlık, hakikat ve mutluluk arasındaki ilişkiyi şöyle ifade eder:

‘’Varlıklar farklı derecelere sahip olduğu için, onların idrakine i dayalı olan mutluluk da farklı üstünlük dereceleri arz eder. Akli i melekelerin varlığı, arzu ve öfkeye ilişkin hayvani melekelerin  varlığına şüphesiz üstündür... Nefislerimiz güçlü hale geldiğin­de, bedenle olan ilişkisini kestiğinde ve kendi gerçek kimliğine  ve kaynağına döndüğünde, şehevi hazlarla mukayese bile edile­meyecek bir zevke ve mutluluğa ulaşır. Bu böyledir çünkü bu zevkin kaynağı [varlığın idrak edilmesi], bütün zevklerin en kuvvetlisi ve mükemmelidir.’’

Akıl, ahlak, özgürlük ve mutluluk arasında kurulan bu ilişki» varlıkla, evrenle ve diğer insanlarla olan ilişkimizin temelini oluş­turur. Aklım kullanan bireylerin, hür iradeleriyle ahlaki değerlere bağlı olarak kurdukları erdemli hayatın neticesinde elde edilen mutluluk, salt psikolojik bir tatmin hali değildir. Tersine, onun artık ontolojik bir temeli, kognitif bir muhtevası ve toplumsal bir karşılığı vardır.Bu ilkeler aynı zamanda bir arada yaşama ahlakının da çerçevesini çizer. Buraya kadar yaptığımız değerlen­dirmelerden de anlaşılacağı üzere böyle bir zemine oturan bir arada yaşama ahlakı, formel hukuki kurallardan, toplum sözleş­melerinden ve siyasi modellemelerden daha köklü ve kuşatıcı bir hüviyete sahiptir.

Fakat bu ilkenin toplumsal hayatın pratiklerine doğru bir şekilde aksetmesi ve adalet ve özgürlüğü teminat altına alma­sı, ahlak-hukuk ilişkisinin de doğru bir şekilde tanımlanmasına bağlıdır. Cumhuriyet tarihinin temel sorunlarından biri olan ah­lak-hukuk ilişkisi, hukuki formalizm ile maşerî vicdan arasında büyük yarılmalara neden olmuştur. Millet ile devleti, ahlak ile hukuku, hak ve hukuk ile kuralcılığı ve formalizmi karşı karşı­ya getiren bu sorun bütün boyutlarıyla henüz ele alınmamıştır. Türkiye’de teorisi ve pratiğiyle ahlak çalışmalarının son derece yetersiz olmasının sebebini de burada aramak gerekir. Yeni bir millet kuran, yeni siyasi düzen inşa eden, bir sentez olduğunu id­dia eden bir toplumun bir ahlak sistemi kuramamış olması ve bu yüzden —birkaç deneme dışında— ahlak üzerine ciddi bir literatür üretememiş olması bu sorunun boyutlarını ortaya koymaktadır. Bu muhasebeyi burada yapmamız mümkün değil.

 

İbrahim Kalın-Akıl ve Erdem
Devamını Oku »

Kadın, Cami ve Özgürlük





Kadın, Cami ve Özgürlük

İslam, insanı dünyaya geldiği ilk anda günahsız kabul eder ve ona günah işlemeden nasıl yaşayabileceğinin yolunu gösterir. Fıtratındaki kodlara uygun olarak kadını, kadın, erkeği de erkek olarak kalmaya davet eder.

Kendi olabilen kadın ve erkek, sahip oldukları farklılıklar içerisinde daimi ve izafi görev alanlarında varoluşlarının gereğini ifa ile sorumludur. Onlar, kendileri için aktivitede bulunur ya da önlem alırlar. İmanlarıyla ve amelleriyle önce kendilerinin yol emniyetini alır, sonra da tebliğ ile muhataplarının kurtuluşu için çalışırlar.

Erkek baba, kadın ise annedir. Bu yüzden ne kadın erkektir; ne de erkek kadındır. Fiziki durumları ve algılayışları itibarıyla farklıdırlar. Birbirleri üzerinde bu farklılıkları da hissederler. Bir erkek bir kadına, kadına baktığı gibi bakar. Bir kadın da erkeğe, erkeğe baktığı gibi bakar. Yani hiçbiri kadınlıklarından ve erkekliklerinden mahrum değillerdir.[1] Mahrum olmamalarının hukuki bir kimlik kazanabilmesi ya da memnunlar içerisinde mağdurlar sınıfı oluşmaması için her şeyi en doğru bilen yaratıcıları[2] onlar için mahremiyeti emretmiştir. Bir araya gelişleri belli ölçülerle kayıt altına alınmıştır. Buna göre her ikisi de gözlerini harama bakmaktan korurlar.[3] Kadınlar ziynetlerini açığa çıkarmaz[4], yabancı erkelerle çekici eda ile konuşmaz[5], yürüyüşlerine hayayı egemen kılar[6], açılıp saçılmaz,[7] üçüncü bir şahsın olmadığı yerde yabancı erkekle baş başa kalmazlar. İslam iki farklı cinsten oluşan insan gerçeğini bu çerçevede ele almış ve emirlerini bu gerçeklik üzerine bina etmiştir.

Tahrîru’l-mer’e

İslam, ailede son sözü söyleyen olması cihetiyle[8] bir adım öne çıkardığı erkeğe kadın üzerinde mutlak otorite vermemiş, onları birbirini tamamlayan iki unsur olarak görmüştür. İslam’ın, kadını sahip olduğu özelliklerle değerlendiren bu bakış açısı mustağriblerin “Tahrîru’l-mer’e(kadını özgürleştirme)” hareketinden ya da bizdeki “hocaya, kocaya, paşaya hayır!” ironisinden çok daha öncedir. “Kadın kadındır.” diyen İslam, bugün kadın haklarından bahseden modernizmden çok daha kıdemlidir.
MODERNİTENİN ÖNCÜLÜK ETTİĞİ “KADINI ÖZGÜRLEŞTİRME HAREKETİ”NİN TEMELİNDE KADINI KENDİSİ GİBİ GÖRMEYEN DİN VE İDEOLOJİLERE BAŞKALDIRI VARDIR.

Çünkü modernite, yegane kadınca yaşam tarzının kendisi tarafından önerildiğine inanır. Bu yüzden kendi anlayışına uymayan yaşam tarzlarını reddeder.

Kadını erkek hegemonyasından kurtarmayı vadeden modernite ataerkil yapıya karşı tepkisini ortaya koyarken ölçüyü kaçırdığından kadını yeni argümanların boyunduruğuna mahkum etmiştir. Koca hakimiyetinden kurtardığına inandığı kadını, sanayi devriminin ağır çalışma şartları ile gelen modern müstemlekeciliğe kurban eder.

İslam geleneği içerisinde kadın probleminin önemli bir yer işgal ettiğini düşünen modernistler, “kadını özgürleştirme” hareketinin gölgesinde kadın lehine(!) orta rezervli bir yenilenmeyi kaçınılmaz çözüm olarak görmüş ve kadınla alakalı içtihatların Kur’an-ı Kerim’in kadın tasavvurunu yansıtmadığını savunmuşlardır. Modernistler, Kur’an-ı Kerim merkezli bir arınma hareketiyle İslam geleneğinde egemen olduğunu iddia ettikleri erkekçe bakış açısının izlerinin silinebileceğini düşünmüşlerdir.

Özgürlükçü Dernekler
Osmanlı Devleti’nin son dönemlerinde eş zamanlı olarak –özellikle- İstanbul ve Kahire’de kurulan dernekler vasıtasıyla “kadını özgürleştirme” hareketi kısmen kurumsallaşmıştır. Dernekler tarafından neşredilen mecmualarda İslam toplumunda kadının eve hapsedildiği, gerçekte ise şeriatın –adeta- kadının her yaptığına evet diyen “izinler manzumesi”nden ibaret olduğu vurgulanmıştır. Osmanlı Müdâfâ’a-yı Hukûk-i Nisvân Cemiye’tinin yayın organı olan “Kadın Dünyası” dergisi feminist söylemlerin egemen olduğu önemli yayın organlarından biriydi. Batı yanlısı bir yayın politikası izleyen bu derginin yazarları erkekten yana tavır aldığını düşündükleri İslam ulemasına karşı ortak dayanışma platformu oluşturmuşlardı.

İlerleyen yıllarda “Kur’an’da, ‘hadiste’ Kadın” gibi başlıklar altında geleneği tenkit üzerine ibtina eden ve yeni kadın imajının nasıl olması gerektiğini konu edinen eserler kaleme alınmıştır. Bu tür eserlerde –sıklıkla- ayetlerin siyak ve sibakından kopartılarak işlenmesi, rivayetlerin dar anlamda değerlendirilmesi, ulemanın bazı rivayetleri kadınlar aleyhine yorumladıkları gibi uç iddiaların[9] yer alması güvenilirliklerini tartışılır hale getirmiştir.

Kadın ve Ev

Kadının özgür olmasını savunan ve bu savunma ile zımnen de olsa İslam geleneğinde kadının tutsak olduğunu iddia eden modernistler, evini sadece ibâte için kullanan bir kadın modeli önermişlerdir. Bu yüzden fitne olacak durumlarda kadının camide ibadet etmesinin kerahetine işaret eden içtihatları dini ve akli temelden yoksun ve yanlı değerlendirmeler[10] olarak nitelemişlerdir.[11]

Kadın ve Cami

Kadının cami merkezli bir ibadet hayatının olması gerektiğini savunanlar, Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem) ve Raşit Halifeler döneminde cami ile iç içe olan kadının, Emeviler döneminden itibaren cami ile münasebetinin giderek zayıfladığını, cinsiyet eşitliği prensibinden uzaklaşılarak sosyal, siyasal, ekonomik ve dini hayattaki konumlarının tekrar sorun haline getirildiğini iddia etmektedirler.[12]

Bu iddia şu cihetle tarihi gerçeklerle çelişmektedir: Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem) Medine’de mescidini inşa edince ona yakın olmak isteyen sahabe evlerini mescidin çevresine kurmuştu. Evlerin kapıları da mescide açılmakta idi.[13] Bu yüzden erkekler gibi kadınlar da her ne amaçla olursa olsun evlerinden çıktıklarında öncelikle mescide uğramak zorunda idiler. Bu durum kadınların mescit ortamında daha fazla bulunmalarını temin etti. Kadınların ibadetlerini camilerde yapması gerektiğini savunanların delil olarak ileri sürdüğü “bir kadın sahabinin namazda Allah Resulü’nün (sallallahu aleyhi ve sellem) ağzından ‘Kâf Suresi’ni ezberleyecek kadar camide yer alması” meselesi de Medine’deki bu ilk yerleşim şartları çerçevesinde gerçekleşmişti.

Medine döneminin ilerleyen yıllarında mescitle sosyal hayatın münasebeti değişince evlerin mescide bakan kapıları bizzat Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem)’nün emriyle kapatılmıştır. Böylece kadınların cami ortamında yer almaları, yeni düzenleme ile sınırlandırılmıştır. Fakat Hz. Ömer (radiyallahu anh) devrinde teravih namazları cemaatle kılınmaya başlayınca halife erkeler için ayrı, kadınlar için de ayrı mekanda farklı imam görevlendirerek onların daha geniş katılımla cemaatle namaz kılmalarına imkan hazırlamıştır. Hz. Ömer’in bu uygulamasında Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)’in kadınlar için camiyi ibadetten daha çok eğitim için kullanması başlıca etken olmuştur. Nitekim Ebû Said el-Hudrî’den gelen şu hadis bu hususu açıklamaktadır: “(Bir gün) Kadınlar ‘Ey Allah’ın Resûlü, erkeklerden bize meydan kalmıyor /galebenâ aleyke’r-ricâl, bize özel bir gün ayırır mısın?’ dediler. Rasûlüllah onlara bir gün belirledi. Kadınlar o günde Rasûlüllah’ın huzuruna gelir, O da onlara sohbet ederdi.”[14] Kadınların Allah Resulü’ne (sallallahu aleyhi ve sellem) gelip “erkeklerden bize meydan kalmıyor/galebenâ aleyke’r-ricâl, bize özel bir gün ayırır mısın?” demelerinden, ‘erkekler her gün camiye devam ediyor, ilim öğreniyor ve dini meseleleri dinliyorlar. Biz kadınlar zayıfız, onlarla boy ölçüşemeyiz.’[15] gibi bir anlam çıkmaktadır. Allah Resulü’nün bu uygulaması kadınların mescidi genelde ilim tahsil etmek için kullandıklarını bildirdiği gibi beş vakit dahil diğer namazlar için sıklıkla camiye çıktıkları iddiası ile de çelişmektedir.

Kadın sahabilerin cemaate çıkmaları ile alakalı Tahavî şunları söylemektedir: “Kadınların namazgaha gitmeleri İslam’ın ilk yıllarındadır. Bundan gaye ise, düşman nazarında Müslümanları çok göstermektir.”[16] Allah Resulü’nün (sallallahu aleyhi ve sellem) camiye girmelerinin helal olmadığını söylediği hayızlı kadınların bayram sabahı namazgaha çıkıp arkada durmalarını teşvik etmesi de, bu “çok görünme” fikrini desteklemektedir. İlerleyen yıllarda Müslümanların kemiyet itibarıyla büyük kalabalıklara tekabül etmeleri kadınların cemaate iştiraklerinin gerekçesini ortadan kaldırmıştır. Ayrıca kadınların mescidi amacı dışında kullanmaları da cemaatten geri kalmalarında etkili olmuştur. Konu ile ilgili Hz. Aişe şöyle demektedir: “Eğer Resülüllah (sallallahu aleyhi ve sellem) kadınların (kendisinden sonra) mescitlerde neler ihdas edeceklerini bilseydi, İsrailoğulları’nın kadınları gibi, o da onların mescitlere girmelerini yasaklardı.”[17]

Kadınlar Kapısı

Mescid-i Nebevi’nin başlangıçta kapılarından hiçbiri kadınlara tahsis edilmemişti. Camiye giden kadınların sayısında artış olunca Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem); “Şu kapıyı kadınlara tahsis etseydik.”[18] buyurmuştur. Allah Resulü’nün bu ifadesi delalet cihetiyle tahsis içermektedir. Nitekim ifadeden kapının kadınlara tahsis edilmesi gerektiğini anlayan Abdullah b. Ömer (radiyallahu anhuma) Efendimiz’in -kıblenin Kabe’ye çevrilmesinden sonra- Beyt-i Makdis yönüne açtırdığı bu kapıdan ölünceye kadar içeri girmemiştir. Eğer diğer sahabiler girdilerse bu ya namaz vakitleri dışındadır ya da onlar Allah Resulü’nden bu konudaki yasaklayıcı hükmü işitmemişlerdir.[19] Daha sonra Hz. Ömer (radiyallahu anh) Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem) tarafından kadınlara tahsis edilen bu kapıdan erkeklerin girmesini bütünüyle yasaklamıştır.[20]

Hayır Nerede?
Müslüman kadının cami merkezli bir ibadet hayatı olması gerektiğini savunanlar, kadınların ibadet etmeleri için evlerinin camilerden daha hayırlı olduğu görüşünün bir temenni ya da konu ile ilgili hadislerin yorum farklılığından kaynaklandığını, bazı rivayetlerin kadınlar aleyhine yorumlandığını[21] dolayısıyla da kadınların camiye mesafeli durmalarını temin eden anlayışın dinî ve aklî temelden mahrum[22] olduğunu ileri sürmektedirler. Evin camiden daha hayırlı olduğunu tasrih eden Ümmü Humeyd hadisinin ise o sahabinin ailevi sorunlarına matuf olduğunu bu yüzden genelleme ifade etmeyeceğini iddia etmektedirler.

Gerçek şu ki kadınlar için evlerin mescitlerden daha hayırlı olduğunu bildiren hadisler yoruma ihtiyaç duyulmayacak derecede açıktır. Bu durum, Allah Resulü’nün (sallallahu aleyhi ve sellem) eşleri başta olmak üzere diğer bütün kadın sahabiler tarafından da böyle anlaşılmıştır. Nitekim Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)’in eşleri, cemaatle kılınan namazın ferdi olana nisbetle 27 derece daha faziletli olduğunu bilmelerine rağmen namazlarını mescit yerine, mescide bitişik olan evlerinde eda etmişlerdir.[23]

Ümmü Humeyd hadisi de iddia edilenin aksine genelleme ifade etmektedir. Kadınların ibadetlerini nerede yapmalarının daha faziletli olduğunu bildiren ilgili hadis şu şekildedir: “Odalarınızda kıldığınız namaz, salonlarınızdakinden, salonlarınızda kıldığınız binalarınızdakinden, binalarınızda kıldığınız da cemaatle kıldığınız namazdan daha faziletlidir.”[24] Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem), Ümmü Humeyd’e “Selâtuki/senin namazın” şeklinde değil de “salatükünne/siz kadınların namazı” diye hitap etmiştir. Konu ile alakalı bir başka rivayet ise şu şekildedir: Ümmü Humeyd, Allah Resulü’ne gelip, Onunla birlikte namaz kılmayı arzuladığını söyler. Bunun üzerine Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) kendisini anlayışla karşıladığını fakat –ona- odasında kılacağı namazın salondakinden, salondakinin binadakinden, binadakinin aile mescidinden, aile mescidindekinin de Peygamber mescidindekinden daha hayırlı olacağını söylemiştir.[25] Ümmü Humeyd’le alakalı bu rivayette de ailevi bir nedene işaret eden herhangi bir unsur mevcut değildir. Konu ile alakalı el-İsabe’deki rivayette ise Ümmü Humeyd bütün kadınlar olarak serzenişte bulunmuş ve “Ey Allah’ın Resulü eşlerimiz seninle birlikte namaz kılmamıza engel oluyorlar.” deyince Hz. Peygamber bütün Müslüman kadınlara hitaben, iç odalarda kılınan namazın diğer bütün mekanlardan daha faziletli olduğunu bildirmiştir.[26]

Kadın, Cami ve İrşat

Asr-ı saadet ve sonrası dönemlerde kadın, -iddiaların aksine- ihtiyaç hissetmesi durumunda cami ortamında yer almış, gerek çocukluk gerekse de yetişkinlik döneminde irşat hizmetlerinden faydalanmıştır. “Eşleriniz camiye çıkmak için sizden izin istediklerinde onlara engel olmayınız.” hadisi de bunda etkili olmuştur. Fakat tarihin hiçbir döneminde kadın, erkek gibi cami merkezli bir irşat ya da ibadet içerisinde yer almamıştır.

Burada göz ardı edilen bir husus var ki, o da Allah Resulü’nün “kadının camiye çıkmak için eş ya da velisinden izin alması” gerektiğini belirtmesidir. Kadının, camiye çıkmasının izne tabi olmasının zımnında daimi ibadet yerinin evi olduğu gerçeği de vardır. Bunun içindir ki eş ya da veli cami ortamının kadın için müsait olmadığı kanaatine sahipse ona izin vermeyebilir.[27]

Kadın ve Fitne

Müslüman kadını evinden çıkartıp, tahsil ve iş hayatında erkeğin “paydaşı” yapmayı hedefleyen anlayış, onun rahatsız olacağı ortamlarda bulunmasını “fitne” olarak niteleyen ulemaya “eğer fitne iki cinsin bir arada bulunması şeklinde oluyorsa, bunun bedelini sadece kadınlara ödetmek adalete aykırıdır.” diyerek itiraz etmektedir. Onlara göre, kadının “arz-ı endam”ının din adına engellenmesi anlamına gelen bu durum, modern dönemin müslüman kadını tarafından “tecrit” olarak algılanmaktadır. Konu ile alakalı N. Göle’nin, sözlerini naklettiği bir kadın şunları söylemektedir: “(Müslüman erkekler) Sadece haramları öne sürerek kadınları toplumdan soyutlamaya çalışıyorlar. Mesela Müslüman bir erkek, hanımını okula göndermiyor, (hanımı) otobüse binsin istemiyor. Hanımlar açısından haramları öne sürüyorlar… Şayet ben bu durumda Allah’ın emirlerini uygulamama noktasında kalıyorsam, bu erkek için de söz konusudur. Onun da otobüse binmesi sakıncalıdır.”[28]

İslam’ın kadını kadın, erkeği de erkek olarak değerlendiren bakış açısından mahrum olanlar eşitlik adı altında her alanda erkekle boy ölçüşen bir kadın kimliği oluşturmuşlardır. Ne var ki yapay olan bu kimlik, fıtrat realitesine aykırıdır. Nasıl erkek, sahip olduğu özellikler itibarıyla kadınla eşit olamıyorsa; kadın da erkekle eşit olamaz. Çünkü kadın daha duygusal ve kolay incinen, erkekse daha realist ve güçlü yaratılmıştır. “Ay kardeş” diye konuşan erkekle, muhatabına “gel buraya azizim” şeklinde hitap eden kadın tiplerinin garabeti eşitlik iddialarının ne derece havada kaldığını açıkça göstermektedir.

 

Cuma namazının erkeklere farz olması, bayramın da cuma kimlere farz ise onlara vacip olması, ayrıca vakit namazlarına sadece erkelerin devam etmesi geleneği, mazeretsiz olarak gelemeyenlerin Allah Resulü tarafından sert bir dille ikaz edilmeleri göstermektedir ki, camiye devam etmesi mutlaka gerekli olanlar erkeklerdir. Bu durumda “fitne” ifadesinden hareketle kadınlar gibi erkeklerinde camiye çıkmalarını tartışmaya açmak, camiyi erkek için daimi ibadet yeri olarak belirleyen Kur’an-ı Kerim ve sünnetle çelişmektedir.

İslam kadına ev, erkeğe ise cemiyet merkezli bir hayat öngördüğünden kadının ev dışı ortamlarda bulunmasını arızî kabul etmiştir. Nitekim Kur’an-ı Kerim kadınlara “Evlerinizde vakarınızla oturun.”[29] derken erkeklere “yerin sırtlarında dolaşın ve Allah’ın rızkından yiyin.”[30] diye emretmektedir. Buna göre kadın, merkezi yaşam yeri olan evinden cemiyete beli ihtiyaçlar için çıkar ve çıkarken şu hususlara riayet eder: “Eğer sakınıyorsanız, artık sözü çekicilikle söylemeyin ki kalbinde maraz bulunanlar kötü ümide kapılmasınlar. Sözü ciddi ve güzel söyleyin. Vakar ve haşmetinizle evlerinizde oturun. Cahiliye dönemi kadınlarının kırıla döküle ziynetlerini göstererek yürüdükleri gibi süslenip yürümeyin.”[31] Bu uyarıları dikkate alan fakihler ayetten hareketle şöyle bir hükme varmışlardır: “Allah Teala’nın kadınlara, dışarıya çıkmaya ihtiyaçları olmadığı durumlarda evlerinde oturmalarını emretmesi, boş boş dolaşmalarını da yasakladığı anlamına gelmektedir.” Çünkü kadının ahlakî kriterlere riayet etmeden sokağa çıkması fitneye sebep olur.[32]

Bu ifadelere dayanarak fakihlerin kadınları “fitne” olarak nitelediklerini söylemek maksadını aşan bir yorum olur. Çünkü fakihler bizzat kadınlara “fitne” demiyor, sadece cami vb. mekanlara çıkmalarının fitneye sebep teşkil edeceğini söylüyorlar. Metin ve şerh kitapları bütüncül bir bakış açısıyla okunduğunda bu incelik gözden kaçmayacaktır. Ayrıca İslami literatürde “fitne” sıklıkla “imtihan” anlamında kullanılmaktadır. Nitekim Yüce Allah “Şüphesiz mallarınız ve çocuklarınız sizin için birer fitnedir/imtihandır.”[33] buyurmaktadır. Buna göre fakihlerin “fitne” ifadelerinden kadınların aşağılandığı hükmünü çıkarmak ayete aykırıdır. Ayrıca “fitne” kelimesi ile kadınların aşağılanması hedeflenmiş olsaydı, kadınların ümmetin çoşkusuna ortak olma ve kalabalık görünme gibi gayelerin söz konusu olduğu bayram namazlarında namazgahlarda yer almalarına sınırlama getirilirdi.

Hadislerin Kadınlar Aleyhinde Yorumlandığı İddiası

Modernistler, Müslüman kadının evinde ibadeti camiye tercih etmesinin, ulemanın onu akıl ve din açısından eksik bir varlık olarak tanımlayan bazı rivayetleri Allah Resulü’ne isnat etmesi ve ilgili rivayetleri kadınlar aleyhinde yorumlaması[34] neticesinde oluştuğunu iddia etmektedirler.

Modernitenin buyurgan aklının erkekle esaslı fiziksel farklılığa sahip olan kadını, erkeğin olduğu her yerde var olmaya çağırması, bazı Müslümanları mesnetsiz bir şekilde sahih hadisleri inkar gibi uç açılımlara “evet” diyebilen bir anlayışa esir etmiştir.

Kadını misyon ve vizyon itibarıyla doğru anlayabilmek ancak onu Allah Teala’nın yarattığı koordinatlar çerçevesinde tanımakla mümkündür. Buna göre derin bir haya mevzuu olan kadın annelik vazifesini asıl kabul etmesi şartıyla –her nevi imamlık hariç- cemiyetin bütün noktalarında görev alabilir.[35] Fakat bu, onun erkelerle aynı özelliklere sahip olduğu anlamına gelmez. Hadisenin bu boyutuna vakıf olanlar kadının din açısından eksik olduğunu bildiren hadis-i şerifin İslam’ın özüyle çatışmadığını da göreceklerdir. Nitekim Allah Resulü ilgili hadiste geçen kadının dininin eksikliğinin nedenini; “hayızlı halinde namaz kılmayıp, oruç tutmaması”[36] olarak açıklamıştır.

Kadının hayız hâlinde namaz kılmayıp oruç tutmaması erkeğe nispetle bir eksikliktir. Fakat bu eksiklik zannedildiği gibi kadın adına bir nakısa değildir. Bilakis bu durumda kadın namaz ve orucun haram olmasını dikkate alıp haramı terk ettiğinden sevap kazanmaktadır.[37] Yani bu durum, kadının bir zafiyeti değil bilakis sevap kazanmasına vesile olan nevi şahsına münhasır bir özelliğidir.

Sonuç

Camiler, asr-ı saadetten günümüze kadar tüm Müslümanlar için ibadet yeri olmanın yanında daha bir çok amaç için de kullanılmıştır. Hicretin ilk yıllarında Mescid-i Nebevi etrafında kurulan evlerin kapıları mescide açıldığından, -birçok amaca ilaveten- mescit, bir de geçiş yolu işlevi görmüştür. Bu ve benzeri nedenlerden dolayı ilk yıllarda kadınların mescitle münasebeti sonraki yıllara nispetle daha yoğun olmuştur.

 

Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem) Medine döneminin ilerleyen yıllarında erkekler için cami, kadınlar için de ev merkezli bir ibadet hayatını teşvik etmiş; özürsüz olarak cemaate gelmeyen erkekleri ikaz ederken, kadın sahabilere evlerinin iç odalarında ibadet etmelerinin kendileri için daha hayırlı olacağını buyurmuştur. Bunun içindir ki, Peygamber Mescidi’nin kadın cemaati gün geçtikçe azalmış, evleri mescide bitişik olan peygamber eşleri de namaz için mescide çıkmamışlardır.

Müslüman kadınlar efdal olan evde ibadeti, mübah olan camide ibadete tercih etmişler, mescit olarak evlerini kullanmışlardır. Fakat dışarıda bulundukları zamanlarda da vakit namazlarını camilerin kadınlara mahsus bölümlerinde eda etmişlerdir.

Hadiseye naklî ve aklî esaslar yerine “erkeğe bedel ödetme” gibi tepkisel olarak yaklaşanlar, konunun eleştirel değerini artırabilmek için mevcut kadın-cami münasebetini var olandan farklı gösterme gayreti içerisine girmişlerdir.

İddiaların aksine, kadın asr-ı saadetin son yıllarına oranla günümüzde camide daha fazla bulunmaktadır. Nitekim teravih namazlarını camilerde kılmakta ve uygun şartlar oluştuğunda da cuma ve bayram namazlarına katılıp ümmetin ortak sevincine tanıklık etmektedir.

Kadınların vakit namazlarını camide kılmaları noktasında ısrarcı davranan, Cuma namazının onlara da farz olduğunu savunanlar[38] nassa aykırı görüş bildirdikleri gibi toplumun sosyolojik durumunu da göz ardı etmektedirler. Günümüzde birçok köyde vakit namazları ya hiç ya da bir iki cemaatle kılınmaktadır. Buna göre erkek cemaat olmayan kırsal kesimdeki bir camiye gelen kadın imamla baş başa namaz kılacaktır. Bu durum, İslam’ın öngördüğü kadın erkek münasebetine aykırı olduğu gibi, kötü niyetli insanların istismarına da zemin hazırlayacaktır.

Batı medeniyetinin kadın sorununu genelleştirip, İslam’la aynileştirmek ne kadar yanlışsa, ondaki sorunlardan kaynaklanan özgürlük arayışlarını, İslam bünyesinde var farz edip, eğitimden ibadete kadar kapsamlı bir tahrîru’l-mer’e projesi yürütmek de o kadar yanlıştır. Bu durum sağlam vücudu ilaçla tahrip etmeye benzemektedir.[39]

Dipnotlar:

[1] İsmet Özel, Sorulunca Söylenen, Şule Yay., İstanbul, 1999, s. 115.

[2] Bkz. Mülk(67): 14.

[3] Nûr(24): 30-31.

[4] Nûr(24): 31.

[5] Ahzâb(33): 32.

[6] Kasas(28): 25.

[7] Ahzâb(33): 33.

[8] Nisâ(4): 34.

[9] Karen Armstrong, Tanrı’nın Tarihi, Çev: O. Özel, H. Koyukan ve K. Emiroğlu, Ayraç Yayınları, Ankara 1998, s. 211–212.

[10] Bkz: Ebû Muhammed Ali b. Ahmed b. Hazm, el-Muhallâ, Kahire 1969, V, 55; Şemseddin es-Serahsî, el-Mebsud, Beyrut, 1982, II, 20-25; Abdulkerim Zeydan, el-Mufassal fî Ahkâmi’l-Mer’e, Beyrut, 2000, I, 268-269.

[11] Bu makalede İslam, kadına ibadet mekanı olarak nereyi uygun görmektedir. Kadın için daha hayırlı olan cemaatle mi yoksa evinde mi ibadet etmesidir. Bu noktada ulema iddia edildiği gibi ayet ve hadislere rağmen bir sınırlandırmaya gitmiş midir? gibi sorulara cevap arayacağız.

[12] Fıkhın kolaylaştırılmasını talep edenlerin açılımları hep bu şekilde başlar. Allah Resulü’nün kolaylaştırdığı dinin sahabe tarafından bir parça zorlaştırıldığı, tabiunun da dini sahabeden daha zor hale getirdiği ve bu durumun günümüze kadar artarak devem ettiği iddia edilir. İddianın vakıaya aykırı olduğunun en önemli göstergesi hadislerin fıkıh kitaplarında yer alan hükümlere kaynaklık etmesidir.

[13] Bkz. Eb’u Davûd, Tahare 93.

[14] Buharî, İlim 36.

[15] Aynî, Umdetu’l-Kârî, Beyrut, 2001, II, 202.

[16] Aynî, a.g.e., III, 404.

[17] Buharî, Ezan 163.

[18] Ebû Davûd, Salât 16.

[19] Mahmud Muhammed Hattab es-Sübki, el-Menhelü’l-Azbü’lMevrûd, Beyrut, ty., IV, 72. Yani böyle bir tahsisten haberdar değillerdir

[20] Bkz. Ebû Davûd, Salât 17.

[21] Bkz: Karen Armstrong, a.g.e., s. 211–212.

[22] Bkz: Ignaz Goldziher, “İslâm’da Eğitim”, İslâmî Araştırmalar Dergisi, Cilt: 2, Sayı: 7, Ankara, 1988, s. 90.

[23] Bkz. Zeydan, a.g.e., I, 212.

[24] Ebu’l-Hasan Ali b. Muhammed b. Esîr, Üsdu’l-Gâbe fî Ma’rifeti’s-Sahabe, Beyrut, 1994, VII, 311.

[25] İbn Abdilberr, el-İstîâb fî Esmai’l-Ashab, Beyrut, 2002, II, 580.

[26]Hadis metni için bkz. İbn Hacer, el-İsabe fî Temyizi’s-Sahabe, Beyrut, 1995, VIII, 383; Konu ile ilgili hadisler için bkz. Ebû Davud, Salat 53; Tirmizî, Reza’ 18; Ahmed, Müsned, II, 297-301, VI, 371.

[27] Zeydan, a.g.e., I, 214.

[28] Nilüfer Göle, Modern Mahrem, İstanbul 1994, s. 123.

[29] Ahzâb(33): 33.

[30] Mülk(67): 15.

[31] Ahzab(33): 32-34; Allah Resulü’nün eşleri ile ilgili nazil olan bu ayetler bütün Müslüman kadınlara hitap etmektedir.

[32]Bkz. Alauddin Ebubekr el-Kâsânî, Bedâiu’s-Senâi’, Beyrut, 1997, II, 338.

[33] Teğâbun(64): 15.

[34] Bkz: Savaş, Hz. Peygamber (s.a.v.) Devrinde Kadın, s. 46.

[35] Allah Resulü’nün (sallallahu aleyhi ve selem) uygulamasına baktığımızda kadına toplumsal anlamda ciddi roller yüklendiği görülmektedir. Kadın sahabiler, “ev merkezli” hayatları içerisinde cemiyetin bir çok ünitesinde görev almışlardır. Ümmü Atiye Efendimizle 7 gazveye katıldığını bildirmektedir. Hz. Aişe ve Ümmü Süleym Uhut’ta görev almıştır. Hayber kuşatmasında ordunun içerisinde altı tane kadın sahabi vardır. Nesîbe binti Ka’b Uhut’ta Allah Resulü’ne muhafızlık yapmıştır. Ümmü Haram Kıbrıs’ta şehit düşmüştür.

[36] Buharî, Hayz 6.

[37] Aynî, a.g.e., III, s. 403.

[38] Süleyman Ateş.

[39] Urfa’lı bir taksi şoförünün ilahiyatçı olduğunu öğrendiği bir arkadaşa söylediği şu sözlerin doğruluk payı ne kadar da yüksektir: “Kardeşim! Allah aşkına dinimizle uğraşmayı bırakın!”

 

İhsan Şenocak Hoca'nın ''Kadın,Cami ve Özgürlük'' İsimli Makalesinden...

Devamını Oku »

Tarih Bilinci Yıkmak

Tarih Bilinci YıkmakBir ülkeye sahip olmak için onu yıkmak gerekir; yıkmak demek o ülke halkının yok-edilmesi demektir. Yok etmek ise ya bedenî olarak insanları katletmek ya da o halkı o halk kılan örfe ve adetleri, kısaca halkın bağımsızlık ve özgürlük taleplerini yasladığı tarihi öldürmektir. Bağımsızlık maddî vatanın kurtulması ise özgürlük, özün gürleşebileceği manevî vatanın yani tarihin kurtulmasıdır. Bir ülke maddî olarak elde tutulmak isteniyorsa manevîyatı yani özgürlüğü, yani tarihi zayıflatılmalıdır. Bunun için itaat etmeyenler marjinalleştirilmeli, itaat edenler, işbirlikçiler zevke düşkün kılınarak ülkenin başına getirtilmelidir. Ülke halkı kendisinden olduğu için işbirlikçilere karşı çıkmada ürkek davranacak, işbirlikçiler ise halklarına güvenmediği için onları efendilerine bağımlı kılacak her türlü işbirliğine yanaşacaklardır."

İşte bu nedenlerle geçmişte ve günümüzde sömürgeci kapitalist güçlerin en çok düşman oldukları ve en çok dikkat ettikleri tarih bilincidir. Yine bu gerekçelerle sömürgecilerin işgal ettikleri topraklarda yaptıkları ilk iş, o topraklarda yaşayan halkların tarih tasavvurunu ve bilincini değiştirmektir. Çünkü tarih, insanın yaşadığı toprakla kurduğu ilişkinin, girdiği dostluğun, yaptığı kavganın adıdır. İnsan, toprağının şuurunda olduğu müddetçe o topraklar üzerinde yabancı birisinin olmasını, o toprakları yabancı birisinin çiğnemesini kabul etmez. Bu nedenlerle sömürgeciler teorisyenlerini dinleyerek işgal ettikleri yerlerin sakinlerini kimliksizleştirmişlerdir. Onları, kendilerini hatırlatacak anılardan, maddî ve manevî işaret ve sembollerden arındırmışlar, sömürgecilere itiraz hakkı tanıyacak bir tarihi bilinçle muhatab olmaktan alıkoyacak her türlü tedbiri almışlar; kısaca insanların kendilerini hatırlamalarına neden olacak tüm aynaları kırmışlardır. Bu eylemi, güçlü tarihe sahip ülkelerde bizzat kendileri değil işbirlikçileri eliyle gerçekleştirmişlerdir.

İhsan Fazlıoğlu,Kendini Aramak
Devamını Oku »

Geri Dönüşümlü Şampuan !

Geri Dönüşümlü Şampuan !...Artık Asyalı gerçeklerin sabırsız bir hale gelmesi ve sa­dece Batı pop müziğini ve kılık kıyafetlerini değil, tüm post­modern kimliğin arzulu alıcıları olmaları kimseyi şaşırtmamaktadır. Sokakta bol, sarkık kazaklar ve yırtık kotlar giyen repçiler, kirli ve uzun saçlarıyla, tüm dünyadaki gibi siyah kotlar ve t-shirtler içindeki heavy metalciler, sadece Ameri­kan şehir gençliği gibi görünmemekte, aynı zamanda onlann psikolojik profilini de öğrenmektedirler. Artık “gençliğin ge­niş ailelerden bağımsız düşünülmediği ve kişisel davranışların disipline edilmesinin ölçüt olarak kabul edildiği” toplumlarda, yavaş yavaş cinayet işleyen, okuldan kaytaran, uyuşturu­cu bağımlısı, ailesine karşı isyan eden, önüne gelenle yatıp kalkan bir gençlik yükselişe geçmektedir.

Bu kültürün en be­lirgin özelliğiyse, Asya’daki güç sahibi ayrıcalıklı elitin çocukları arasında baş gösteren sevgisizliktir. Asiaweek'e göre Ba­tılı pop müzik, MTV ve televizyon programları “paragöz bir gençlik” kültürü yaratmıştır. Bu gençlik anlık hazlara itibar etmekte ve görsel-işitsel bir bombardıman altında yetişmek­tedir... Okul öncesi Christian Dior'un bez spor ayakkabıla­rına ilgi duyan bu gençlik sonraları Beverly Hills 90210’da- ki sahnelere arzu duyarlar. Öyle ki kullandıkları kalem kutu­lar bile özel tasarlanmıştır.” Fakat bu mallar sadece sevgi­sizliği yaygınlaştırmaktadır. İthal edilen kültür sürekli bir sev­gisizlik aşılamaktadır. Sevgisizlik, sahip olunamayanlara du­yulan nefrette anlamını bulan bir gençlik kültürüdür. Böylece Asya’nın her yerindeki zengin gençliğin çıkarları “lepak"ın yansımasıdır. Malezyalıların son zamanlarda en çok şikayet ettiği toplumsal sorun, yollarda sallana sallana yürüyen ve bu yaşam tarzına uygun ürünlere sahip olan gençliğin, özünde sevgisizlik taşıyan bir modanın oluşturduğu anlamsızlığı yansıtmalarıdır. Ve tüm bunların arkasında kişiyi yıkan bir bağım­lılıkla birlikte, kur yapmak yatmaktadır.

Peki bu moda markaları almaya gücü yetmeyenler ne yapmaktadır? Güneydoğu Asya, bu soruna kendi cevabını üretmiştir: Burada gerçeğe postmodern bir dayanak noktası oluşturulur ve gerçekle ayrıt edilemeyecek kadar sahte ve ya­lan üzerine temellendirilmiş kültür ve ekonomiyi gerçekmiş­çesine benimsetir. Eğer gerçek ve temsili ayırt edilemezse, gerçek bir Gucci marka saatler ile taklitleri arasındaki farkın ne önemi kalır? “Gerçek taklitler” piyasada rahatlıkla bulu­nabilir. Sahte CD’ler sadece gerçekleri gibi görünmeyıp ay­nı zamanda kesinlikle aynı ses ve kaliteye de sahiptirler. Bu durum endüstri uzmanlarının bile iki ürün arasındaki farkı anlatmasını imkansız hale getirmektedir. Bununla birlikte Tayland, Tayvan, Hong Kong, Güney Kore, Malezya, Endo­nezya ve Singapur’da satılanlar sadece taklit saatler ve ka­setler değildir. Sahte kültür, kılık kıyafetten, deri mallara, an­tika eşyalardan, bazı araba parçalarına ve endüstriyel işlem­lere kadar bir çok şeyi üretmektedir. Güneydoğu Asya’da gö­ze çarpan ortak manzara, insanların New York, Paris vé Ce­nevre’deki Batılı, zengin hem cinsleri gibi şık giyinmeleridir. Oysa bu insanların üzerindeki kıyafetler taklittir. Tayland ın ünlü bir pop şarkısında “Bin yıl önce Tayland’da yapıldı. İki yüz sene önce Amerika’da yapıldı”, denilerek bu durum hi­civ edilmektedir. Hayret verici bir şekilde, bölge ekonomisi­nin % 20’si taklit üretime bağlıdır. Yatırımların belirsiz gelişi­mi hem bir postmodern üründür hem de Batı kapitalizmini alt üst edecek potansiyel bir silahtır. Bununla birlikte, bu du­rum, toplumun tüm bireylerinin, postmodern bireysel kimlik arayışına, kendini gerçekleştirmeye ve anlamlandırmaya ka­tılma imkanı tanır.

Pop müzik, televizyon ve tarz ürünleri, postmodern de­virde Üçüncü Dünya gençliğini tuzağa düşürmek için bir ara­ya getirir. Onların kimlikleri metaya dönüştürülür. Televizyon şovlarından, Hollywood ve MTV’ye kadar birçok abartılı ıvır zıvırla gençlik bombardımana tutulmakta, “hepiniz eski kafa­lısınız” tarzı davranışlar moda eğilim haline getirilmekte, uyuşturucu, intihar, suç ve nihilizm kültürü “ideal” bir tip ola­bilmenin ön gereksinimleriymiş gibi yansıtılmaktadır. Bu pa­ketin özü, Batılı olmayan ülkelerde, Batı’ya ait olmayan her şeyin “iğrenç” olduğunu kanıksatmaktır. Söz konusu paket “özgürlüğün” cezb ediciliğiyle birlikte satılır. Fakat bu “özgür­lük” ya da daha yaklaşık haliyle bireyci özgürlük, her bireyin kendi potansiyelini tatmin etmesi, sonsuzca tüketmesi, ko­lektif, cemaatsel ve toplumsal sorumluluklardan elini çekme­si için bir ruhsattır. Batı’nın deyişiyle bu mesaj Rousseau’ya kadar uzanmaktadır. Beş çocuğunu da yetimhaneye veren Rousseau bir özgürlük havarisidir. Fakat Batılı olmayan toplumlarda, bu tarz bir “özgürlük” görüşü, onların gelenek ve tarihlerinin altını oymaktadır.

Bu görüş, Batılı olmayan gen­cin kendi kültürel ürünlerine yaklaşma özgürlüğünü içermez. Örneğin, Batılı olmayan geleneksel müzik, postmodernizmin kendine mal ettiklerindendir. Zaire’den, Solomon Adalanna, İran’dan Türkiye’ye dünyanın her yerinden alınan geleneksel müzik, hiçbir telif ödemeden, Batılıların kulak zevkine hitap edecek bir şekilde New Age elektronik enstrümanları ve rock vuruşlanyla bezenip, yeniden Üçüncü Dünyaya satılır. Afrika­lı Pigmeler, postmoderne “Deep Foresf’de girer. Gelenek tüm tarihinden ve içeriğinden soyutlanarak metalaştınlır ve yıkıcı bir mutlulukla kitle pazarı kültürü oluşturmak için kulla­nılır. Taahüt etmek, görev, yükümlülük, aile ve cemaat gibi kelimeler bir kenara itilir ve doyumsuzluk, kendini gerçekleş­tirme, tüketim öne çıkarılmaktadır. Gençlik, kendini yıkma hususunda kendi bireylerine ait bir yol oluşturma konusunda cesaretlendirilir.

Batılı olmayan gençlik üzerinde yaygınlaştırılan keskin bir kimlik krizinin yanı sıra, pop müzik ve ithal televizyon programlarıyla yerel kültür de harap edilir. Yerel kültürel ürünler en iyi halde marjinalleştirilir ve en kötü halde de ta­mamen ortadan kaldırılır. Yerel televizyonlarda lokal programlar yapmanın imkanı kalmadığında, yerli kültürü destek­leyen en önemli kurumsal çatı altında, yerli yazar ve sanatçı­lar kendilerine yer bulamazlar. Yine yerli müzik de ya tama­men marjinalleştirilir ya da onun mirasçıları olduğunu ileri sürenler tarafından kabul edilebilir bir biçime sokularak, içe­riğinden soyutlanır ve Batılılaştırılır. Mesela buna örnek ola­rak Hindistan, Pakistan ve Bangladeş’in dini müziği Quaw-vvalli’yi düşünün. Sufi kökenli bu müzik, geleneksel davullar ve el çırpmaları eşliğinde basit bir ritimle söylenir. Bu şarkıların konusu Tanrı, Peygamber Muhammed, dördüncü hali­fe Ali ve büyük Sufi önderlerinin övülmesidir. Bu müziğin ye­ni yorumuysa, alt kıtanın hippi gençliğinin benimseyebilece­ği bir biçime sokulmuştur. Bu yeni biçim rock kalıplarının, müzik sentezcileri tarafından kullanılan ritimleri, birdenbire değişen başka bir müzik haline getirilmiştir.

Aslında mistik coşkulan tatmin etmek için yapılan bu müzik yeni haliyle rock histerisi ile disko dansınıın yaygınlaşması işlevini gör­mektedir. “Efendinin” dilinin egemen olduğu postmodern ürünlerde, yerel dillerin kullanılması kalitesizlik olarak dam­galanmaktadır. Bir başka deyişle yerli kültürün üretimi dur­durularak, yetişen neslin bu kültürle ilişki kuracağı her şey ortadan kaldırılmıştır. Üçüncü Dünya’da politik kimliklere karşı ilgisizlik hiç bu safhaya ulaşmamıştır.

 

Ziyauddin Serdar,Postomodernizm ve Öteki
Devamını Oku »

İnsanın Özgürleşmesi

Özgürlük, kapitalizm ya da maddecilik tarafından anlaşıldığı hâliyle doyum, tüketim ve hedonist serbestleşme olarak anlaşılmamalıdır. Hatta tam aksine özgürlük, her şeyden önce bir vazgeçme, müs­tağnilik, feragat, özveri, dayanışma ve paylaşma becerileridir. İnsan ise, kendisine sunulmuş olan refahtan yararlanma kapasitesince, yani batılı normlar tarafından ölçüt alındığı gibi birtakım maddî tüke­tim kıstasları ölçüşünce değil, tam aksine, bu tür konformist bir asi­milasyona direnebildiği, yapabileceği halde yapmama iradesini gösterebildiği ölçüşünce nitel anlamda özgürleşebilir. Aksi bir tutum ise sadece serbestleşmek ya da nicel özgürlüktür; ki bu, insanı sadece doygun bir hayvan kılar, bir insan değil.

İnsanların kişiliği, sadece yaptıklarıyla değil, yapamadıkları, yapmadıkları, vazgeçtikleri ve feragat ettikleri şeylerle de oluşur. Kal­dı ki insanlar önlerine sahici sorunları koyabildikleri gibi, sahte so­runlar ya da içi boş uğraşlarla da zamanlarını israf edebilirler. Bu on­ların kişiliklerine olumlu bir katkıda bulunmadığı gibi, bu kişilik­lere 'mış' gibi yapmak” gibi bir karakter görüntüsü vererek, kendi­lerini aldatmalarına ve yoldan çıkarmalarına da neden olabilir.

Ümit Aktaş, İnsan ve İslam
Devamını Oku »

Çağdaş İnsan,Kendi Varlıklarını Üretimsel-Tüketimsel Sisteme Dönüştürmüştür

Çağdaş İnsan,Kendi Varlıklarını Üretimsel-Tüketimsel Sisteme DönüştürmüştürÇağdaş toplumlar kendi varlıklarını neredeyse büsbütün bir iktisadi işletmelere,üretimsel-tüketimsel bir sisteme dönüştürmüşlerdir.Daha fazla tüketmeye koşullanan toplumlar dolayısıyla daha fazla üretmeye icbar edilmekte;bu döngü ise doğal ve insani kaynaklara israfına ve kitletilmesine neden olmaktadır. Tabiata karşı kazanıları her zafer insanın daha bir aşağılandığı çağdaş sınıflı toplumların varlığını yoksullarla zenginler arasındaki uçurumu derinleştirerek pekiştirmektedir. Kâinatın muhkem bir barınak olarak inşa edilmesi psıkolojisine dayalı teknolojik girişimlerin sonuçta küçük bir azınlığın mutluluğu için çoğunluğun sömürü ve yıldırılmasıına dayandığı ortadadır.

Oysa İslam, insanın olumlu oluşu ve kâinatın geçici bir uğ­rak oluşunun bilincini sağlar. Bu ise ne büsbütün bir dünyayı terki, ne de en yüksek bir hazzın sağlanması adına doğanın ve insanların ıstismarının mantığını değil, vasat bir yol izlenmesini gerektirmektedir. Kaynakların insafsızca somurüldüğü ve israf edildiği bir anlayış olarak kapitalizm, yalnızca tabiatın dengelerini bozmak ve kay­naklarını heba etmekle kalmamakta, sınıfsal ve kültürel bir ayrışma oluşturarak imanları kendi amaçları doğrultusunda araçsallaştırarak, kışkırtarak, baskı altına alarak, toplumları da ifsada sürüklemektedir. Kapitalizm üretime dayanan bir hız döngüsüdür ve bu döngüye tâ-biiyet ınsanları belli bir maddi refaha ulaştırsa da, bizzat bu döngüye kutsallaştırmaktadır. Özgürlüğün salt bir tatmin olarak anlaşıldığı kapitalizmin sınırsız tüketıcilık rüyası, gerçekte belirgin bir özgürlük kaybıyla sonuçlanmakta, insanlar bu kez üretimsel dizge tarafından araçsallaştırılarak kendisine yabancılaştırılmaktadır.

Müslümanlar tarihin anlamını kavramaya çalışırken,toplumsal sorunlar ve pratikler üzerinde de kafa yormalıdır.’’Aslolan iyiliği yaygınlaştıran,kötülüğü  ise önlemeye çalışan” bir ümmetin (bir devlet ya da bir uygarlığın değil), bu bilinci özümsemiş bir insanlığın oluş­turulmasıdır. Açlık, eşitsizlik, haksızlıklar, ırk ve cinsiyet ayrımcılı­ğı, işkence ve yıldırılar gibi sorunlar, elbette önlenmesi gereken so­runlardır. Ancak aslolan kötülüklerin yok edilmesi değil, bunun için savaşacak bir inanç toplumunun teşkil edilmesidir. Toplumsal bir da­yanak olmadığı sürece kötülüklerin üzerine yürünemez çünkü. Ta­rih, kozmosun kendi tarihi değil, insanoğlunun tarihidir ve insanın bilinçli katkılarıyla oluşur. Kurumlar ya da anıtlar onları yücelten bi­linçlerin desteği ve yaşamsal katkıları olmadığı sürece çöp yığınından farksızdırlar: Tarihsel dalgaların kıyıya attığı anlamsız cüruflar ve tor­tular. Pratik sorunlar ve devasa kurumlar bir savaşçının çoğu kez uf­kunu karartır. Muhammed (s.a.v.) ve arkadaşları tarihin üstüne yü­rürken ne binekleri, ne barınakları, ne de görkemli savaş makineleri vardı. Onlar, müşriklerin baskısı altında bunaldıktan o en umutsuz anlarında bile, Allah’a olan imanlarına dayanarak, gözlerini tarihe ve kendilerini kuşatan uygarlıkların ötesine dikmişlerdi. Dayanakları güç değil, hakikatti. Tiim tarihsel dönüşüm ve devrimler sadece inanç ve ahlâk sahibi, tarihe ve dünyaya yüksek bir zirveden bakabilen geniş ufuklu şahsiyetlerin kalpleri ve zihinleri üzerinde oluşmuştur. Hiç­bir teknolojik ve bilimsel uygarlık düzeyinin bu temel gerçekliği de­ğiştirmesi mümkün değildir. Nitekim çağımızda da, bir Gandhi veya Aliya Izzetbegoviç in mücadeleleri buna örneklik teşkil etmektedir.

Ümit Aktaş-İnsan ve İslam
Devamını Oku »

Adalet

Adaletİnsan etik, politik, estetik, psikolojik ve sosyolojik yanlarıyla bir­likte, her şeyden öte kâinata ve Allaha açık bir varlık olarak, kendisini ifade etmek ve gerçekleştirmekle yükümlü bir varlıktır, işte adalet, insanın tüm bu veçhelerinin birlikte ve bir bütün olarak değerlen­dirilmesi anlamına gelmektedir. Yoksa amaç, salt biçimsel anlamda bir matematiksel eşitliğin sağlanması değildir. İslam, elbette liyakate önem verir ve onu gözetir. Ama adaletsizlik, insanların temel an­lamdaki eşitliklerini dikkate almayan bir toplumsal perspektifin be­nimsenmesidir. Hatta bu, sadece Müslümanlan kapsayan bir ilke de değildir. Nitekim Ali (r.a.), konuyla ilgili olarak insanların “ya din­de kardeşimiz, ya da yaratılışta eşimiz,” olduğunu söyleyerek; “Müs­lümanların tüm Müslümanların kendilerinden emin olduğu, mü­minlerin ise tüm insanların kendilerinden emin olan kişiler olduğunu” belirtir. Ancak Müslümanlar zamanla bu hassasiyetlerini yitirerek, kavmiyetçi veya sınıfsal bir tereddinin akabinde, kendi içlerine ve belli bir tarihselliğe, tabir caizse bir “İslam ırkçılığı” anlayışına ka­panmak, tevhid ve adalet ilkesinden sapmışlar ve bu anlamda insanlığın örnekliği ve öncülüğü vasıflarından uzağa düşmüşlerdir.

İnsanların sınıf, ırk, kast, soyluluk, varsıllık gibi doğal yada reel eşitsizlikleriyle; onları baskıcı ve biçimci bir eşitçiliğin düzleştirici zorbalığı altında hizalayan bir mantık arasında adalet, insanları ken­di özgüllükleri içerisinde değerlendirmeyi; ve hatta daha da geniş bakış açısı ile, tüm canlıların yer aldığı bir yaşama dünyasının, bu dün­yaya ait türlerin ve bireylerin birbirini ezmeden, sömürmeden, istismar etmeden yaşama tarzlarını birbirinin rağmına kurmadan, herkesin asgarî ölçekte de olsa bu hayata dair imkanlardan yararlanabilece­ği; ama kendisini geliştirmesi açısından da açık uçlu olan bir top­lumsallığın/dünyanın koşullarının güvence altına alınmasıdır. Eme­ğin karşılıksız kalmadığı, yeteneklerin değerlendirildiği, ama sonuçta dünya üzerinde yaşayan herkesin temel ortak haklara sahip olduğu bir toplumsal-iktisadî-siyasî denkleştirme olarak adalet; herkesin diz­gesel bir tutarlılıkta eşitlenmesini öngörmediği gibi; bu anlamda top­lumsal farklılaşmlara da açıklığı öngörür.

Dolayısıyla adalet, ırk, üretim, tüketim, ideoloji ve hatta din gibi eksenler etrafında homojenleştirilmiş ve farklılıkları bastırılmış olan bir toplumsallığın inşasını değil; tam aksine farklılıkların be­lirginleştirilerek, toplumsallığın özgüllükleri içerisinde heterojenleştirildiği bir özgülleşme-özgürleşme perspektifidir.

İnsan ve İslam,Ümit Aktaş

 
Devamını Oku »