Bütün Nehirler Denize Akar

Bütün Nehirler Denize AkarBilim, yaygın inancın aksine, Avrupa’nın icadı değildir. Hemen hemen bütün medeniyetler ve kültürler -ki bunlar İslam, Çin ve Hint medeniyetleri gibi “büyük”; Afrika, Kolombiya Amerikası öncesi ve Pasifik Adasındakiler gibi “karmaşık” ya da “basit” de olabilirler- kendi bilimini üretmiştir. Modern Batı bilimi, Avrupalı olmayan medeniyetlerin oluşturduğu bu bilimlerinin mirasçısıdır. Fakat Batı diğer tüm Öteki bilimleri, seküler bir çatı altında çerçeveleyerek ve tanımlayarak kendine mal etmiştir. Farklı çatılar altında işleyen bilimlerin, bilim olmadığını ifade edip, onları tarihin dışına itmiştir. Evrim tarihi ve modern bilimin gelişimi gibi Avrupa’nın kökenleri de, hem modern bilimin hem de Avrupa’nın, öteki kültürlerden ayrı ve özerk bir yeri olduğunu göstermek için yeniden yazılmıştır.

Paul Davies, bilimsel ilerlemenin Avrupa merkezli resmini çizer. İlkel kültürlerde, dünyanın anlaşılması günlük meselelerle sınırlandırılmıştır. Bunlar mevsimlerin gelip geçmesi ya da, yaydan çıkan bir okun hareketi gibi şeylerdir. Tamamen pragmatik ve büyülü terimlerin dışında hiçbir teorik temeli olmayan şeylerdir. Bugün, bilim çağında, kavrayışımız bir hayli artmış olup, bilgiyi, astronomi, fizik, kimya, jeoloji, psikoloji vb. gibi konulara ayırmak zorunda kalmışızdır. Bu dramatik ilerleme tamamen “bilimsel yöntemin” sonucunda olmuştur: Deney, gözlem, tümden gelim, hipotez, yanlışlama…. Bilim akıldışı inanca karşı aklı öne çıkaran katı prosedür ve tartışma ölçütleri talep eder.

Biz biliyoruz ki, Avrupa tarafından “ilkel” olarak tanımlanan bu kültürlerin bile son derece karmaşık bilimler geliştirdiğine tarih tanıklık etmektedir. Kolombiya öncesi kültürler ince elenip sık dokunmuş bir bilimle, deneysel tarımı geliştirmişler ve en az 3.000’e yakın patates çeşidi yetiştirmişlerdir. Pasifik Adaları halkı bugün bile bilinmeyen son derece parlak gemi inşa tekniklerini geliştirmiş, bunun sonucunda da uzun deniz yolculuklarını başarmışlardır. Karbon çeliği ilk defa bundan 1500 sene önce bugün Tanzanya denilen yerde üretilmiştir. Avrupa onları on dokuzuncu asrın sonuna kadar başaramamıştır. Açıkçası bu tip anıtsal ustalıklar,“akıldışı İnançlar" ya da “ölçütsüz bir prosedürle" kazanılmış olamaz. Batı “akıl dişiliği" ve geleneksel hikmeti Batılı olamayan kültürlere atfeder ve onların kazanımlarını kafalardan çıkarır. Bununla birlikte sözde “ilkel” kültürlerin biçim ve teknoloji tarihleri araştırıldığında, böylesi küstahlıkların gerekçelendirilmesi gittikçe zorlaşır.

Son yirmi yılda, İslam, Çin ve Hint medeniyetlerinin bilimsel bilgileri hakkındaki bilgimiz uzun mesafeler kat etmiştir. Joseph Needham ve diğerlerinin anıtsal çalışmaları Çin biliminin empirik tabanını ve karmaşıklığını göstermektedir. Bunlar, “insanın doğal bilgisinin, insanın pratik ihtiyaçlarına uygulanmasında Batı’ya ait olanlardan çok daha verimlidir." Çin’in magnetik iğneyi, pusulayı ve barutu keşfi olmasaydı Avrupa kendi coğrafi sınırlan içinde kalacaktı. İslam bilimi üzerinde akademisyenler -Fuat Sezgin, A.I. Sabra, E.S. Kennedy ve Donald Hill- tarafından yapılan geniş araştırmalarda, İslam bilimin nitelik ve nicelik açısından ulaştığı seviyenin hiçbir şüpheye yer bırakmayacak düzeyde olduğu gösterilmiştir. Bu araştırmalar aynı zamanda Avrupalı bilim adamlarının, Müslüman bilim adamlarından ne kadar “borç" aldığını da göstermektedir. Tusi, îbn-i Şatir, el-Heysem ya da îbn- i Nefis gibiler olmadan Copernicus, Kepler, Newton ya da Harvey de olmayacaktır. Doğrusu, on dördüncü asrın Müslüman bilim adamı İbn Şatir’in matematik modellemeleri olmasaydı “bilimsel devrim” diye birşey de olmayacaktı.

Onüçüncü asırda Azerbaycan’ın Maraghe’sında yapılmış meşhur rasathanede Nasireddin Tusi gibi astronomların çalışmalan olmasaydı “bilim devrimi” de olmazdı. Maragha astronomları Tusi çiftini ve eksentik modelleri, episiklik modellere dönüş
türecek bir teorem geliştirdiler. Müslüman bilim adamları Batlamyus’un gezegenlerin hareketleri hakkındaki tezlerinin, el-Heysem’in deyişiyle “yanlış” olduğunu biliyorlardı. Böylece Müslümanlar büyük bir kırılmanın eşiğine geldiler. Copernicus sadece Tusi çiftini ve ibn-i Şatir’in teoremlerini kullanmakla kalmayıp, onları modeldeki aynı noktalar üzeninde de kullanmıştır. Copernicus ve Maragha Okulunun aya ait modelleri tamamen benzeşmektedir. Copernicus’in yaptığı tek iş, dünyayı modelin merkezinden alıp, güneşle yer değiştirmektir. “Bilimsel devrim” bundan sonra patlamıştır. Eğer bilim evrensel bir binaysa, onun temelleri Avrupa’da değil, Batılı olmayan bilimsel geleneklerde yatmaktadır.

Fakat Batılı olmayan kültürler de derin kökleri bulunan sadece modern bilimin temelleri değildir. Batılı bilimin büyümesi bir istismar, sömürme işlevidir ve Batılı olmayan toplumların gelişmesini engeller. Sömürgecilik ve endüstri devriminin elele gitmesinde olduğu gibi Batılı bilimin gelişimi de doğrudan Avrupa imparatorluklarına bağlıdır.

Ziyauddin Serdar,Postmodernizm ve Öteki
Devamını Oku »

Geri Dönüşümlü Şampuan !

Geri Dönüşümlü Şampuan !...Artık Asyalı gerçeklerin sabırsız bir hale gelmesi ve sa­dece Batı pop müziğini ve kılık kıyafetlerini değil, tüm post­modern kimliğin arzulu alıcıları olmaları kimseyi şaşırtmamaktadır. Sokakta bol, sarkık kazaklar ve yırtık kotlar giyen repçiler, kirli ve uzun saçlarıyla, tüm dünyadaki gibi siyah kotlar ve t-shirtler içindeki heavy metalciler, sadece Ameri­kan şehir gençliği gibi görünmemekte, aynı zamanda onlann psikolojik profilini de öğrenmektedirler. Artık “gençliğin ge­niş ailelerden bağımsız düşünülmediği ve kişisel davranışların disipline edilmesinin ölçüt olarak kabul edildiği” toplumlarda, yavaş yavaş cinayet işleyen, okuldan kaytaran, uyuşturu­cu bağımlısı, ailesine karşı isyan eden, önüne gelenle yatıp kalkan bir gençlik yükselişe geçmektedir.

Bu kültürün en be­lirgin özelliğiyse, Asya’daki güç sahibi ayrıcalıklı elitin çocukları arasında baş gösteren sevgisizliktir. Asiaweek'e göre Ba­tılı pop müzik, MTV ve televizyon programları “paragöz bir gençlik” kültürü yaratmıştır. Bu gençlik anlık hazlara itibar etmekte ve görsel-işitsel bir bombardıman altında yetişmek­tedir... Okul öncesi Christian Dior'un bez spor ayakkabıla­rına ilgi duyan bu gençlik sonraları Beverly Hills 90210’da- ki sahnelere arzu duyarlar. Öyle ki kullandıkları kalem kutu­lar bile özel tasarlanmıştır.” Fakat bu mallar sadece sevgi­sizliği yaygınlaştırmaktadır. İthal edilen kültür sürekli bir sev­gisizlik aşılamaktadır. Sevgisizlik, sahip olunamayanlara du­yulan nefrette anlamını bulan bir gençlik kültürüdür. Böylece Asya’nın her yerindeki zengin gençliğin çıkarları “lepak"ın yansımasıdır. Malezyalıların son zamanlarda en çok şikayet ettiği toplumsal sorun, yollarda sallana sallana yürüyen ve bu yaşam tarzına uygun ürünlere sahip olan gençliğin, özünde sevgisizlik taşıyan bir modanın oluşturduğu anlamsızlığı yansıtmalarıdır. Ve tüm bunların arkasında kişiyi yıkan bir bağım­lılıkla birlikte, kur yapmak yatmaktadır.

Peki bu moda markaları almaya gücü yetmeyenler ne yapmaktadır? Güneydoğu Asya, bu soruna kendi cevabını üretmiştir: Burada gerçeğe postmodern bir dayanak noktası oluşturulur ve gerçekle ayrıt edilemeyecek kadar sahte ve ya­lan üzerine temellendirilmiş kültür ve ekonomiyi gerçekmiş­çesine benimsetir. Eğer gerçek ve temsili ayırt edilemezse, gerçek bir Gucci marka saatler ile taklitleri arasındaki farkın ne önemi kalır? “Gerçek taklitler” piyasada rahatlıkla bulu­nabilir. Sahte CD’ler sadece gerçekleri gibi görünmeyıp ay­nı zamanda kesinlikle aynı ses ve kaliteye de sahiptirler. Bu durum endüstri uzmanlarının bile iki ürün arasındaki farkı anlatmasını imkansız hale getirmektedir. Bununla birlikte Tayland, Tayvan, Hong Kong, Güney Kore, Malezya, Endo­nezya ve Singapur’da satılanlar sadece taklit saatler ve ka­setler değildir. Sahte kültür, kılık kıyafetten, deri mallara, an­tika eşyalardan, bazı araba parçalarına ve endüstriyel işlem­lere kadar bir çok şeyi üretmektedir. Güneydoğu Asya’da gö­ze çarpan ortak manzara, insanların New York, Paris vé Ce­nevre’deki Batılı, zengin hem cinsleri gibi şık giyinmeleridir. Oysa bu insanların üzerindeki kıyafetler taklittir. Tayland ın ünlü bir pop şarkısında “Bin yıl önce Tayland’da yapıldı. İki yüz sene önce Amerika’da yapıldı”, denilerek bu durum hi­civ edilmektedir. Hayret verici bir şekilde, bölge ekonomisi­nin % 20’si taklit üretime bağlıdır. Yatırımların belirsiz gelişi­mi hem bir postmodern üründür hem de Batı kapitalizmini alt üst edecek potansiyel bir silahtır. Bununla birlikte, bu du­rum, toplumun tüm bireylerinin, postmodern bireysel kimlik arayışına, kendini gerçekleştirmeye ve anlamlandırmaya ka­tılma imkanı tanır.

Pop müzik, televizyon ve tarz ürünleri, postmodern de­virde Üçüncü Dünya gençliğini tuzağa düşürmek için bir ara­ya getirir. Onların kimlikleri metaya dönüştürülür. Televizyon şovlarından, Hollywood ve MTV’ye kadar birçok abartılı ıvır zıvırla gençlik bombardımana tutulmakta, “hepiniz eski kafa­lısınız” tarzı davranışlar moda eğilim haline getirilmekte, uyuşturucu, intihar, suç ve nihilizm kültürü “ideal” bir tip ola­bilmenin ön gereksinimleriymiş gibi yansıtılmaktadır. Bu pa­ketin özü, Batılı olmayan ülkelerde, Batı’ya ait olmayan her şeyin “iğrenç” olduğunu kanıksatmaktır. Söz konusu paket “özgürlüğün” cezb ediciliğiyle birlikte satılır. Fakat bu “özgür­lük” ya da daha yaklaşık haliyle bireyci özgürlük, her bireyin kendi potansiyelini tatmin etmesi, sonsuzca tüketmesi, ko­lektif, cemaatsel ve toplumsal sorumluluklardan elini çekme­si için bir ruhsattır. Batı’nın deyişiyle bu mesaj Rousseau’ya kadar uzanmaktadır. Beş çocuğunu da yetimhaneye veren Rousseau bir özgürlük havarisidir. Fakat Batılı olmayan toplumlarda, bu tarz bir “özgürlük” görüşü, onların gelenek ve tarihlerinin altını oymaktadır.

Bu görüş, Batılı olmayan gen­cin kendi kültürel ürünlerine yaklaşma özgürlüğünü içermez. Örneğin, Batılı olmayan geleneksel müzik, postmodernizmin kendine mal ettiklerindendir. Zaire’den, Solomon Adalanna, İran’dan Türkiye’ye dünyanın her yerinden alınan geleneksel müzik, hiçbir telif ödemeden, Batılıların kulak zevkine hitap edecek bir şekilde New Age elektronik enstrümanları ve rock vuruşlanyla bezenip, yeniden Üçüncü Dünyaya satılır. Afrika­lı Pigmeler, postmoderne “Deep Foresf’de girer. Gelenek tüm tarihinden ve içeriğinden soyutlanarak metalaştınlır ve yıkıcı bir mutlulukla kitle pazarı kültürü oluşturmak için kulla­nılır. Taahüt etmek, görev, yükümlülük, aile ve cemaat gibi kelimeler bir kenara itilir ve doyumsuzluk, kendini gerçekleş­tirme, tüketim öne çıkarılmaktadır. Gençlik, kendini yıkma hususunda kendi bireylerine ait bir yol oluşturma konusunda cesaretlendirilir.

Batılı olmayan gençlik üzerinde yaygınlaştırılan keskin bir kimlik krizinin yanı sıra, pop müzik ve ithal televizyon programlarıyla yerel kültür de harap edilir. Yerel kültürel ürünler en iyi halde marjinalleştirilir ve en kötü halde de ta­mamen ortadan kaldırılır. Yerel televizyonlarda lokal programlar yapmanın imkanı kalmadığında, yerli kültürü destek­leyen en önemli kurumsal çatı altında, yerli yazar ve sanatçı­lar kendilerine yer bulamazlar. Yine yerli müzik de ya tama­men marjinalleştirilir ya da onun mirasçıları olduğunu ileri sürenler tarafından kabul edilebilir bir biçime sokularak, içe­riğinden soyutlanır ve Batılılaştırılır. Mesela buna örnek ola­rak Hindistan, Pakistan ve Bangladeş’in dini müziği Quaw-vvalli’yi düşünün. Sufi kökenli bu müzik, geleneksel davullar ve el çırpmaları eşliğinde basit bir ritimle söylenir. Bu şarkıların konusu Tanrı, Peygamber Muhammed, dördüncü hali­fe Ali ve büyük Sufi önderlerinin övülmesidir. Bu müziğin ye­ni yorumuysa, alt kıtanın hippi gençliğinin benimseyebilece­ği bir biçime sokulmuştur. Bu yeni biçim rock kalıplarının, müzik sentezcileri tarafından kullanılan ritimleri, birdenbire değişen başka bir müzik haline getirilmiştir.

Aslında mistik coşkulan tatmin etmek için yapılan bu müzik yeni haliyle rock histerisi ile disko dansınıın yaygınlaşması işlevini gör­mektedir. “Efendinin” dilinin egemen olduğu postmodern ürünlerde, yerel dillerin kullanılması kalitesizlik olarak dam­galanmaktadır. Bir başka deyişle yerli kültürün üretimi dur­durularak, yetişen neslin bu kültürle ilişki kuracağı her şey ortadan kaldırılmıştır. Üçüncü Dünya’da politik kimliklere karşı ilgisizlik hiç bu safhaya ulaşmamıştır.

 

Ziyauddin Serdar,Postomodernizm ve Öteki
Devamını Oku »

Ben Poca, Sen John-Biz PC

Ben Poca, Sen John-Biz PC

Walt Disney, modern sinema ortamının fast food resto­ranıdır. Pocahontas’ın piyasaya çıkışının, Mc Donald’s tara­fından McChief Burger’le “kutlanması” hiç de şaşırtıcı değil­dir. McDonald’s ve Walt Disney arasında açık bir bağlantı vardır. Paketlenmiş, reklamı yapılmış ve her zaman rafta ha­zır durmaktadır. Daha da önemlisi, filmin değerlendirilmesine katılanlar, onların, Walt Disney fimlerinin yeni bir tarih olarak sonsuza kadar devam edeceği şeklindeki tarihi yorumlayışlarını bilirler. Pocahontas, bildiklerini televizyondan, si­nemadan, video oyunlarından ve CD-ROM’lardan öğrenen gelecek neslin çocukları için bir ikon olacaktır. Bilgi devri-miyle birlikte, yeni karakterler tarihte popüler olmaya başla­dı. Geçmişi ziyaret etmenin ve onu yeni açılardan görmenin yollan ortaya çıktı.

Fakat gerçek bunun tam aksidir. Postmodern bilgi dev­rimi, modern tarihi olaylara nazaran çok daha vahşi ideolo­jik amaçlar için, çok daha acımasızca seçicidir. Seçilenler ve dahil edilenler, karmaşık bir düzenleme oluşturmak için modernitenin eski ve bildik fikirlerinin nasıl zorlayıcı ve eğlendi­rici mitsel bir tarihle geçerli hale getirildiğini göstermektedir. Söz konusu düzenleme egemen düzene daha fazla iktidar vermekte ve Amerika’ya ilk yerleşen göçmenlerin tasarladı­ğından bile daha güçlü bir şekilde Ötekini yok etmektedir. İş­te bu seçmeciliğin ve sessizliğin mekanizması olup, incelen­diğinde postmodern mitsel tarihin ne olduğunun algılanma­sını sağlar.

 

Ziyauddin Serdar,Postmodernizm ve Öteki
Devamını Oku »

Unutmak için Büyük Bir Hafıza

Unutmak için Büyük Bir HafızaPostmodernizm, ta­rih anlayışını kayıtlı tarihsel olaylara hapseder. Bunu yapar­ken tarihi olayları, halk masallarını ya da efsanevi tarihi ay­nı kefeye koyar. Bütün bunlar bencil insan ifadesinin çalış­malarıdır. Algılarımız açısından tarafsızlık, tarihî duyarsızlaş­mamıza ezici bir etki yapar. Masal anlatıcılığı, mit yapıcılığı ya da doğru ve gerçek denemeciliği yapıldığında tarihin kay­naklarına bir sessizlik hakim olur. Sessizlik, tahtından edilmiş tarihi, hükmetmeye engel, gergin ve kendisine sahip olan ik­tidarlar lehine çarpıtılan bir hale sokar. Postmodern gelenek­te tarihin kullanımı düşlenenin güçlendirilmesi şeklindedir. Fakat postmodern düşün yapamadığı şey bir alternatifi göz önünde bulundurmaktır.


Hollywood çizgi filmleri üzerinden tarihi düşünmek tu­haf görünebilir. Fakat burası dikkat dağıtmanıın postmoderncesinin en sinsice yapıldığı ve en etkili olduğu yerdir. Bura­sı tarihin, postmodern modaya uygun bir şekilde, postmo­dern düzenin gerçekleriyle kesiştirilmesi için kullanıldığı ve istismar edildiği bir yerdir. Onun moda tarzı, her şeyi eşyalaştırması, seçmeci göreliliği ve hakiki unutturma yeteneği, hatırlanacak yeni sahte ikonların eş zamanlı olarak taklit edilmesini beraberinde getirir. İmgeler tüm sahip oldukları­mızı oluşturduğundan, postmodernizm imgeleri güçlendirir. Onun imgeleri nasıl yaptığı ve bu imgeleri nasıl kendi amacı için anlamlarından saptırdığı, postmodern projenin fark edil­mesi gereken kurnazlığıdır. Yeni bir gelenek bilim yapılma süreci incelendiğinde, tarihin pençelerinden kurtulduğumuz yeni bir döneme girmemiş olduğumuz ortaya çıkar. Bunun yerine egemen tarihin çok eski ve benzer fikirlerinin, post- modermizm tarafından, kendisine yeni bir dil oluşturmak ve etkisini arttırmak amacıyla yeniden ortaya sürüldüğü görülür. Ortaya çıkan, eski dilin egemenliğinin devam ettirildiği, yeni bir yüzey, üstünkörü bir ifadelendirmedir. Her ne kadar ala­ya alınsalar da, bunlar, modernizmin hükmeden fikirlerine örnek teşkil etmektedir.

Walt Disney’in Pocahon tasında, postmodern tarihçiliğe örnek eylemlerde bulunan hayaleti düşünün. Bu sinema de­nemesinde, peri masalı anlatıcısı, geleceğin tarihini belirle­meye çalışan bir peri masalının anlatıcısı haline gelir.

Film, renkli bir tayfanın eski Londra’da denize açılmak için hazırlık yapması sırasında söylediği eğlenceli bir şarkıy­la başlar. Şarkıda “1607’de açık denizlere yelken açtık, za­fer için, Tanrı için ve Virginia Şirketi altınları için” denmek­tedir. Şirket, kıvrak ve sarışın kahramanımız olmadan bir hiç­tir: “Hintlilerle John Smith olmadan savaşamazsınız”. Ve böylece onlar şiddetli bir fırtınayla karşılaşmak için yelken açarlar. Kahramanımıza, kaynayan okyanusu bölerek genç bir delikanlıyı kurtarma fırsatı sağlarlar. Maceracı, güçlü er­keklik dürtüleri büyük bir zafer kazanmaya hazırdır.

Bu arada Amerika’nın bakir ormanlarında hiç bir şey­den haberleri olmayan yerliler hayatlarını devam ettirmekte­dirler. Onlar köylerinde Dünya Ana’nın meyvelerini toplaya­rak yaşamlarını sürdürmektedirler. Asil Reis Powhatan, ba­şarılı bir mücadelenin ardından savaşçılarıyla mutlu köyüne döner. Ve burada, Pocahontas olarak çağırdığı kızı Mato-aka’yı arar. Kızının beslediği hayvanın adı olan -Pocahontasla, kızına seslenmektedir. Fakat Pocahontas, ormanda uyku­larını bölen derdine, derman aramaktadır. O, uykusunda bir takım esrarengiz bulutlar -bunlar, John Smith’i getiren gemi­nin yelkenleridir- görmüş olup, bunların, önüne çıkacak ve izlemesi gereken yeni bir yolun habercisi olup olmadığını dü­şünmektedir. Babası ona, değerini yeni ispatlamış genç bir savaşçı olan Kocoum’la evlendirmeyi teklif etmiştir. Poca­hontas, stardart bir orman yerlisi olan bu adamı çok haşin ve ciddi bulur. Danışmak için, konuşan yaşlı bir ağaç olan bü­yük annesi Willow’a gider.

Ve böylece bu sahne, Yeni Dünya’da yeni bir ideolojik buluşmayı postmodernizmin el kitabına göre düzenlemiştir. Film, bir çok yerinde kullanılmış efektlerle donatılmıştır. Ta­rihî Pocahontas’ın, onda olmasına ihtiyaç duyulan, çağdaş duyarlılıkları ve zevkleri vardır. Dişi, kavgacı, son derece du­yarlı, önemli olayların tam ortasında bulunan bağımsız bir aktördür Pocahontas. Onun efsanesi olan aşk öyküsü ancak zamanın sonunda gerçekleşebilecek türden barışçı bir uzlaş­madır. Pocahontas’ın ihtiras ve sevgisinin hedefi, aranılan bu yeni tarihi ikonla daha da güçlendirilir. John Smith olmadan Pocahontas ne işe yarayacaktır? Her iki tarafın güç denge­si bu çizgi filmde masallaştırılmıştır. Walt Disney, geleceğin tarihini konu alan çizgi filmlerinde bilinçli olarak, geçmişin tarihinin anlaşılmasını zorlaştırmak için, tarihi tüketir. Tarihi, bilinçli olarak, polemiklerle dolu bir maskeli balo olarak ta­nıtmaya çalışır. Bugün filmler yapılırken, varolan kültür incelenerek, bunun bir reklam ve tanıtım aracı olarak kullanılma­sına dikkat edilmektedir.

Merkezine imge üretimini alan Hollyvvood, herkesin beğenisine ve anlayış kapasitesine hi­tap edecek filmler yapmaktadır. Pocahontas’ın bir televiz­yon filmi olarak çekimine katkıda bulunanlar -animatörler, müzisyenler, seslendirenler, prodüktör ve yönetmen- bir yan­dan tarihi doğru yansıtmanın yollarını ararken, öte yandan da tarihin tam kalbindeki bu aşkı, nasıl insanların, üzerinde yoğunlaşacağı ve sindirebileceği akıcı bir üslupla anlatabile­ceklerinin yollarını aradıklarını söylemektedirler. Walt Dis­ney kurgu ve peri masallarından farklı olarak ilk defa bu tip bir maceraya el atmıştır. Bunu vurgulamak için filmde bir çok hatırlatıcı öğe kullanılmıştır. Kadın kahramana benze­yen neşeli hayvanların sesleri ve şarkıları yoktur. Bunun saf bir düşten çok gerçek bir efsane olmasından dolayı, onlar da gerçek hayvanlardır. Kendinden emin bir şekilde genç tüke­ticinin boğazına oturan Walt Disney, bilinçli olarak onlara ta­rihî bir mesaj vermektedir. Bu mesaj onun halkla ilişkiler da­iresinin tanımladığı gerçek tarih üzerine bina edilmiştir.

Yeni Dünya’nın keşfi hakkında yapılan bu çizgi film ani­masyonu son derece önemli bir postmodern ideolojik köşe taşıdır. O, büyük endüstri tarafından yapılmış bir zırva ol­maktan çok antropoloji, sosyoloji ya da sizin için önemi olan tüm “loji”lerin kavramsal bir arıtmadan geçirilmesidir. Öteki hakkında ileri sürülen tezlerde, basmakalıp örnekler üzerin­den, Öteki’nin etnik ve kültürel ayrımlarının anlaşılması ve farklılıkların tanınması sağlanır. Her iki taraf da, biri diğeri kadar kötü, basmakalıp örnekler üzerinden işlenir.

Bunları daha önce duymuşuzdur: “Vahşiler, vahşiler, in­san olmalarına rağmen çıplak vahşiler” diye şarkı söyler göç­menler ve ardından da eklerler “benim senin gibi değiller,onlar şeytan olmalılar”. Kendi vatanlarım kurtarmaya hazır­lanan Amerikalı yerliler de aynı şekilde cevap verirler. “So­luk yüzlü, bir şeytandır. Süt gibi beyaz derisinin altıysa bom­boştur”. Ve şarkılarını özenle yazılmış bir nakaratla bitirirler : “Vahşiler, vahşiler bizden farklı vahşiler. Onlara asla güvenilemez”. İşte biz ancak bu şekilde postmodern tarih eğilimi­nin özünün ne olduğunu anlarız.

Hepimiz Öteki kefesine ko­nuruz ve Öteki’nin kavramları neredeyse birbirinin aynıdır. Bazı basmakalıp örneklere egemenlik tarihi tarafından veri­len ayırıcı güç, yıkıcı ve soyutlaştırıcı bir çizgidir. Bu güç yal­nızca, tektipleştirdiği insanların politik olarak doğru olma ge­reksinimine dair bir eşitlik bırakır ardında. Etikisi “vahşi” te­riminin kullanımındaki son canlanmayı haklı çıkarmaktır. Ar­tık, hükmeden, ayrımcı düzene karşı özgün bir tarihi suçla­maya muhalefet etmesinden dolayı bu terimin evrensel bir geçerliliği bulunmaktadır. Bir yandan ötekini egemen düzen sınıflamasının içine sokarken öte yandan da şimdide ve ta­rihte Batılı olmayan halkların farklı iktidar tanımlaması ve örneklendirmesinin üzerine görünmezlik perdesi çekmektedir. Egemenlik bir şans işiymiş gibi gösterilerek, insanlar, Batılı olmayanların tarihleri başka olmuş olsaydı da durumun de­ğişmeyeceğine inandırılmaya çalışılmaktadır.

 

Ziyauddin Serdar,Postmodernizm ve Öteki
Devamını Oku »

Bir Küresel Kültürün Ortaya Çıkışı

Bir Küresel Kültürün Ortaya Çıkışı“Küresel kültürün” ortaya çıkışı genellikle postmoder-nizm olgusunun başka bir göstergesi olarak sunulmaktadır. Hepimiz tişört, kot pantolon ve spor ayakkabısı giymekte, Kentucky Fried Chicken ve McDonalds’dan yemekteyiz. Zi­hinsel kalıplar dünya kültür yapısına o denli yerleşmiştir ki, artık herkes aynı tondan şarkı söylemekte, aynı fikirleri tar­tışmakta, aynı sloganları atmakta ve kendisini aynı biçimde ifade etmektedir. Ancak Anderson, ortaya çıkan kültürün tektipçi doğasından dolayı fazlaca endişe duymamamız ge­rektiğini ileri sürmektedir:

Bu, bazı insanların hiçbirşeyi dünyanın Batılılaşmasından daha fazla sevmediğini gösterir. Onlar tamamen haksız sayılmazlar. Batı’nın nufuzunun artmasına, dehşete düşürücü bir şey olduğu kadar bir parça umut veren bir şey olarak da bakılabilir. O sadece kalite­siz yiyecekler ve kalitesiz ilişkilerden ibaret değildir, aksine demok­rasi ve insan hakları kavramlannı da içinde barındırır…..(Ancak)o resmin bir parçasıdır.Bütün Batılılar çay ve Zen’i bilir, Baş­kan Mao’nun düşüncelerinden haberdardır, ve her Batılı işadamı Japon iş yönetimi hakkında bir şeyler duymuştur.

Bu iddiada ırkmerkezciliğin bir kaç katmanı bulunmak­tadır. O, dünyanın Batılılaştırılmasının iyi bir şey olabileceği­ni, Batılı olmayan kültürlerin yönetim ve insana saygı hak­kında herhangi bir fikirlerinin bulunmadığını; “çay”, “Zen” ve “Mao’nun düşüncelerinin” tarihdışı (ahistoric) olduğunu, Batı’da üretilen bu bilgilerin Batı’nın sömürgecilik ve post- emperyalist tarihiyle ilişkilendirilemeyeceğini, dahası Batılı olan ve olmayanlar arasındaki fikir akışının eşit düzeyde ol­duğunu ileri sürmektedir.

Dünyanın Batılılaşması Batılı olmayan kültürleri boğ­maktadır. Bu durum o derece aşikardır ki, burada bu konuyu ele almanın gereği kalmamaktadır. Tek bir hakim kültürün egemen hale geldiği dünyanın sadece küçülmekle kalmayıp aynı zamanda da tehlikeli bir yer haline geldiğini söylemek yeterlidir. Doğada olduğu gibi sosyal hayatta da mono-kültürlerin ortadan kaldırılmasına hüküm verilmiştir.

Postmodern yazılarda ve düşüncelerde yaygınlaştırılan, Batı ve Batılı olmayan arasındaki fikir akışının eşit düzeyde olduğu ve bunun en kötü ihtimalle kültür zenginliğine ve en iyi ihtimalle kültür ve geleneklerin “sentezine” götüreceği id­diası, zandan ibarettir. Bununla birlikte kültürel fikir ve ürün­lerin akışı, tıpkı mal ve eşya akışı gibi, Batı’dan Üçüncü Dün-ya’ya doğru tek yönde gerçekleşmektedir. Hiç kimse evren­sel sahnede, Hintli Michael Jackson, Çinli Madonna, Ma­lezyalı Arnold Schwarzennegger, Faslı Julia Roberts, Filipinli New Kids on the Block, Brezilyalı Shakspeare, Mısır­lı Barbara Cartland, Tanzanyalı Cheers, Nijeryallı Dallas ve Şilili Wheels of Fortune ya da Çin operası, Urdu şiiri, Mısır tiyatrosu vs. göremez. Dünya tiyatrosu kesinlikle Batılı tiyat­rodur; Batının iktidarının, prestijinin ve denetiminin sahne­ye konulmasıdır. Arada sırada Batılı olmayan kişiler de bu sahnede görünseler de, bu onların egzotikliğinden, ya da Ba­tılı fikir ve ülküleri benimsemelerinden ya da Batılı bir amaca hizmet etmelerindendir. Batılı olmayan kültürel eserler Batı’da göründüğü zaman, onlara karşı ya boş sembollermişcesine ya da etnik bir modaymışçasına davranılır.

Postmodernizmdeki kültürlerin sentezine yapılan çağrı1ar, dünyanın Batılılaştırılması ve Batı medeniyetinin evren­selleştirilmesi yolunda atılmış kurnazca adımlar olarak görül­melidir. Yahudi-Hristiyan dini mirası dahil, kendi farklılığını moderniteye ve güya seküler modernizmin süper prensiple­rine taşıyan Batı, günah çıkarttıktan sonra gerçek evrensel bir medeniyetin mümkün olduğuna inanmaktadır. Sentez, ancak evrensel sahnede eşit olarak temsil edilen eşit güce sa­hip eşit iki kültür arasında gerçekleşebilir. Güçlü ve egemen kültür, zayıf ve bağımlı başka bir kültürle birleşemez, güçlü olan zayıfı yutar. Zayıf olan egemen düzenin belirlediği gün­dem ve ilkeler doğrultusunda yeniden şekillenir ve kendisi ol­maktan çıkar. Buna da sentez denemez. Postmodern sentez, Öteki kültürlerin Batı medeniyeti içine çekilmesinin başka bir ifadesidir.

Hem inanç sistemlerinin yıkılması hem de evrensel kül­türün doğumu hakkında ileri sürülenler postmodern cepha­nelikteki üçüncü, belki de en önemli, geçiş silahının üzerine temellendirilmiştir: gerçekliğin toplumsal inşası. Bizim in­sanlık olarak yaptığımız, kendi zihnimizdeki dünya resmine uygun olarak gerçeklikleri inşa etmek gibi görünmektedir. “Orada” duran her şey bizim düş gücümüzün bir uydurması­dır. Ve bizler muhtemel postmodern dünyaların en iyisinde yaşayan eşit insanlar olduğumuzdan, tüm gerçeklikler diğerleriyle eşit düzeyde gerçek, tüm doğrular göreli ve tüm nes­nellik de sadece saçmalıktır. Anderson, postmodern durumu ne güzel açıklamaktadır:

Gerçekliğin inşası bir süreçtir. Her ne kadar bazı yapılar, sade­ce dinamik düşünce akımlarının geçici manifestoları olsa da, hiç bir felsefenin ve bilimin onları tanımlayamamış ve varlıklarının harita­sını çıkaramamış olması nedeniyle direngenlik gösterebilirler. Kav­ramak gerçek değil, bir gerçeği hesaplama sürecidir. Ve en sonun­da bizim yalnızca bir geçekliği değil, birbirinin üstüne binmiş, birbi­rine iliştirilmiş ve bazen birbiriyle çatışan bir çok gerçekliği inşa et­tiğimiz ortaya çıkar.

Bu, dünyanın her şeyin yapay olarak inşa edildiği bir ti­yatroya dönüştürülmesi demektir. Politika toplu tüketim için sahne yönetimidir. Televizyon belgeselleri eğlenceye dönüş­türülmüş ve eğlence olarak sunulmaktadır. Gazetecilik ger­çek ve kurgu arasındaki ayrımı bulandırır. Yaşayan bireyler melodram dizilerin karakterleri haline gelir ve yapay karak­terler “gerçekmiş” gibi varsayılır. Herşey bir anda gerçekle­şir ve herkes evrensel tiyatroda geçen olaylardan haberdar edilir. “Bu, yapmacık çağımızın doğal, aynı zamanda da ka­çınılmaz bir özelliğidir; bir çok insan toplumsal inşanın ger­çekliğini anlamaya başladığı zaman olan şeydir” diye yaz­maktadır Anderson. Başka bir deyişle bizler değişmez bir şe­kilde belli bir amaç için yönlendiriliyoruz.

Baudrillard, tüm gerçekliğin toplumsal inşası fikrini ele alıp, onu mantıki sonucuna kadar götürmeye cesaret eder. Ona göre, bütün evrensel tiyatro gerçekte “belirsizlik içinde dalgalanmakta” ve böylece gerçeklik, kurgulanmış “hiper gerçeklik” tarafından yutulmaktadır. Bütün toplumsal yaşam, gerçeklikler tarafından değil fakat yanılsamalar, modeller, saf imgeler ve canlandırmalar tarafından düzenlenmektedir. Postmodern çağ, gerçekliğin sistematik bir şekilde bir oyun olarak üretildiği bir süreci başı boş bırakmıştır. Fakat süreç burada durmaz’. Oyunların bizzat kendisi özgün gerçeklikten ayrılmış yeni yanılsamalar üretmekte ve söz konusu yanılsa­maların da bizzat kendisi saf imgeler ve diğer imgelerin yav­rucuklarını üretmektedir. Baudrillard süreci şöyle tanımlar;

Oyun, gösterge ve gerçeğin denk olduğu ilkesinden baş­lar (bu denklik bir ütopya bile olsa, o yine temel bir aksiyom olur). Aksine yanılsama bu eşitlik ilkesinin ütopyasından, de­ğer olarak göstergenin radikal olumsuzlanmasından, eskiye dönük göstergeden ve her başvurunun ölüm fermanından başlar. Oysa oyun yanılsamayı, onun hatalı oyun olduğu şek­linde yorumlayarak yutmaya çalışırken, yanılsama ise, kendi­si zaten bir taklit olan oyunun tüm yapısını kuşatmaktadır. Göstergenin sonraki evreleri şunlardır:

  1. O temel gerçekliğin bir yansımasıdır.

  2. O temel gerçekliği maskelemekte ve bozmaktadır.

  3. O temel gerçekliğin yokluğunu maskelemektedir.

  4. O, her ne kadar kendi saf taklidi olsa da, herhangi bir geçeklikle ilişkili değildir.


Birinci evrede imge iyi bir görüntüdür: oyun dinsel bir törenin çeşididir. İkicisinde şeytani bir görüntüdür: kötünün bir çeşididir. Üçüncüsünde bir görüntü gibi davranır: bir sihir çeşididir. Dördüncü evrede artık her hangi bir görüntü çeşi­di değil, bir yanılsamadır.

Saf yanılsama dünyasında “gerçekliği aramak” boşuna bir uğraştır. Hiçbir zaman farklılıkları keşfedemeyeceğimiz için “gerçek”le yapay olanı ayırma ihtiyacı hissetmeyiz. Bu­nun gibi, doğrularının zerre kadar güvenilirliği olmayan mo­dası geçmiş inançların ve kullanım dışı paradigmaların peşi­ne düşeceğimize, neliğini ve nasıl kendisinden zevk alacağımızı öğrendiğimiz postmodern durumu kabul etmemiz daha iyi olacaktır.

Bu durumda, bütün bu acı, ıstırap, adeletsizlik ve baskı hakkında, bir miktar vicdanı olan postmodern tüketici ne dü­şünecektir? Bunların hepsi bir yanılsama mıdır ya da bu zor­luk ve baskılara maruz kalan gerçek insanlar var mıdır? Ba­udrillard’ın cevabı, Körfez Savaşı’na getirdiği analizin içinde­dir. Savaşın patlak vermesinden bir kaç gün önce The Guar­dian’a yaptığı bir açıklamada, ‘savaşın asla olmayacağını ileri sürdü. Tüm tatbikatlar yapay bir inşadır: gerçek şey pasaj­lardaki bilgisayar oyunlarının dünya televizyonlarında oynatıl­masından daha gerçek olmayacaktı. Savaştan sonra Baudril­lard bir açıklama yaptı: “Körfez Savaşı Olmamıştır.” Ölüm­ler ve yıkıntılar gerçek olmasına rağmen, onun yanında ya da karşısında olmak “aptallıktı”.

 

Ziyauddin Serdar,Postmodernizm ve Öteki
Devamını Oku »