Koca Evin Geçiminden-Karı Tertip-Düzeninden Sorumlu

Koca Evin Geçiminden-Karı Tertip-Düzeninden Sorumlu


Hz.Peygamber: ''Kadınlar konusunda Allah’ın emir ve yasaklarına saygılı davranın... Mali durumunuza göre ve örfe uygun olacak şekilde geçimleri onların sizin üzerinizdeki haklarıdır.”

Müslüman toplumlarda oluşan geleneksel aile modelinde erkeğin evin geçiminden sorumlu olduğu ve kadının da evin tertip-düzenine baktığı bir paylaşım modeli öngörülmüştür. Ev idaresiyle ilgili bu iş bölümünün örfe bağlı yerel ya da tarihsel bir uygulama olduğunu söylemek güçtür. Kadın-erkek rollerinin yaratılış gerçekliğine (fıtrat) bağlı olmadığını aksine bunların yeniden inşa edilebileceğini yani erkeğin rolünü kadının, kadının rolünü erkeğin üstlenebileceğini öngören toplumsal cinsiyet ideolojisinin aksine bu rollerin yaratılış gerçekliğinin sonucu olduğunu belirleyen ayet ve hadisler vardır.

Evin geçiminin kocaya ait olduğunu belirleyen ve yukarıda bahsedilen Nisâ’ suresinin 34. âyetinde yer alan hükmü: “An­neler, emzirmenin son sınırına kadar olmasını isteyen baba için çocuklarını iki tam yıl emzirirler. Onların normal ölçülerde yiyecek ve giyeceklerini sağlamak babaya ait bir yükümlülük­tür.” şeklindeki Bakara suresinin 233. âyeti de teyit eder.

Bu iki ayet dışında Hz. Peygamber de açık bir şekilde veda haccında binlerce insana yaptığı konuşmada mali durumuna ve örft göre (ma‘rûf) kadınların geçiminin kocanın görevi olduğu­nu belirtmiştir: “Kadınlar konusunda Allah’ın emir ve yasakla­rına saygılı davranın... Mali durumunuza göre ve örfe uygun olacak şekilde yiyecek ve giyecekleri onların sizin üzerinizdeki haklarıdır.”(Buhari,Nafakat,1,4...)

Evin geçiminin kocanın yükümlülüğünde bulunduğunu ifa­de eden daha açık bir örnek şudur: Ebû Süfyân’ın karısı Hind Hz. Peygambere gelerek: Yâ Rasûlallah! Ebû Süfyân cimri bir adamdır. Kendime ve aileme yetecek ölçüde onun malından almamda bir günah var mı? diye sorduğunda Hz. Peygamber: “Ailenin toplumdaki standardına uygun olan ölçüye (ma‘rûf) bağlı kalman kaydıyla almanda bir sakınca yok.” buyurdu. Ha­disin farklı rivayetlerinde Hind, kocası Ebû Süfyan’dan habersiz kendisine ve çocuklarına yetecek miktarla sınırlı olmak kaydıyla onun malından aldığını da belirtmektedir.(Buhari,Nafakat,14;Büyü,95..)

Tarihî süreçte Müslüman toplumlarda uygulama bu yönde gelişmiştir. Günümüzde kadının günlük hayatta genişleyen ak- tivitesi sebebiyle ailelere göre farklılık arz etse de bu paylaşımda belli ölçüde değişim gözükmektedir. Kocanın çalışmasında ve ai­lenin geçimini üstlenmesinde bir farklılık göze çarpmasa bile ka­dın üzerinden üretilen projeler sonucu kadın gerek sosyal hayatta gerekse iş yaşamında genişleyen aktivitesi sebebiyle erkeğin rolle­rinden bir kısmını almış, bir kısmını kocaya devretmiş, bir kısmı­nı da profesyonel meslek icra eden kurum ve kişilere bırakmıştır. Çocuk bakımı-terbiyesi, kreşlere ve anaokullarına bırakılırken ev işleri de hizmetçilere emanet edilmiştir. Hizmetçiler de yine ka­dınlardan seçilmektedir. Yani kadın dışarıda çalışırken tutulan bir başka kadın onun evinin işini ücretli olarak yapmaktadır.

Modern dünyanın, popüler kültürün etkili araçlarını çok iyi kullanarak gelenek karşıtlığı üzerinden kadının egemenlik alanını genişleten projelerini bir kısım ilahiyatçıların anakronik bir yaklaşımla basil benzerliklerden yola çıkıp arkadaki zihniyet dünyasın ıskalayarak kabul görmüş figürler üzerinden meşrulaştırma çabalarıda ayrı bir tartışma konusudur. Mesela 8 Mart Dünya Kadınlar Gününde Hz. Hatice’nin (r.a.) zengin bir iş kadını olarak öne çıkarıl­ması, İslam da da kadının çalışabileceğine dair örneklerin zihniyet dünyasına bakılmaksızın anlatılması, Anneler Günü dolayısıyla İs­lam’ın temel metinlerinden hareketle anneye ne kadar önem veril­diğinin gündemde tutulması, bugünlerde gündeme uygun hutbeler okunması tuhaf bir yaklaşımdır. Modern dünyanın unutturduğu anneyi bir gün hatırlatması üstelik bunu da tüketim kültürünün bir aracı olarak kullanması yadırganacak bir durumdur.

Burada tartışılması gereken husus kadının çalışıp çalışma­ması değil zihniyet dünyasındaki değişimin görülmemesidir. Günümüz iş dünyasında kadının çalışmasının arka planında ko­canın ekonomik gücüyle kadını ezdiği ve kadın üzerinde daha kolay hegemonya kurduğu, dolayısıyla kadının ekonomik olarak özgürlüğüne kavuşmasının, kendi ayakları üzerinde durabilme­sinin kocaya karşı daha güçlü olabilmesini sağlayacağı yönünde­ki feminist ideolojinin tezleri vardır. Dolayısıyla araçların amaçsallaştırılması, gün geçtikçe kadının zihinsel olarak evden uzak­laşması, evine göre işini öncelemesi, dindar kesimin de farkında olmadan bu değirmene su taşıması bir zihniyet sorunudur.

Hz. Peygamber ve İslam tarihinin birçok yönden örneklik arz eden Hulefa-i Râşidîn dönemlerinde kadının çalıştığına dair örnekler elbette mevcuttur. İslam âlimleri temel kaynaklardaki delillerden yola çıkarak tesettüre riayet, ihtilat ve halvete dikkat etmek, ibadetleri eda etmeye engel bir hâlle karşılaşmamak ve işin bünyeye uygunluğu kaydıyla kadının çalışabileceğine itiraz etmiş değillerdir. Tarihî süreçte kadınların erkekten daha az çalıştığını söylemek de ne kadar mümkündür, bu da tartışılabilir bir durumdur. Ama burada önemli olan işin amaç hâline dönüşme­mesi, işin, evin kadına olan ihtiyacına bağlı bir düzenleme şeklinde belirlenmesidir. Gelenek içinde “ezilmiş kadın” safsatasının etkisiyle muhafazakâr kesim de dâhil birçok baba kızını “işinin kölesi, kocasının efendisi” konumuna getirebileceğini hesaba kat­madan “Kızım okumalısın, elinde işin olmalı, kocana karşı güçlü olmalısın, gerektiğinde rest çekebilmeksin.” sözleriyle okuluna yönlendirebilmektedir. Bu şekilde biçimlenen zihinle çalışan ka­dının iş yerinde haksızlığa uğradığı hâllerde bile sırf kocasından bağımsız olabilmek için buna katlandığını ama kocasından bir olumsuzluk gördüğünde işine sığındığını görmek sürpriz olma­malıdır. İş hayatında aktif bir şekilde bulunan, hatta işine tapar­casına bağlı olan kadınların kocasının küçük bir talebine “Benim işim, maaşım var.” deyip ona rest çekebilen ama işvereninin ya da idarecisinin her türlü kapris ve eziyetine “İşin senin olsun, benim eşim var.” diyemeyip ona katlanan kadınların çalışması sağlıklı bir yol değildir. Kadının işine, evin geçimine katkı yerine, koca­sından bağımsızlık için sarılması, kendi kendisine yetebilen bir birey olma hayali, aile hayatını olumsuz etkileyen bir durumdur.

Bu ifadelerden hareketle kadının çalışmasına karşı olduğumuz anlaşılmamalıdır. Burada itiraz, işin araç olmaktan çıkarılıp ama­ca dönüşmesi ve kadının zihinsel anlamda evden kaçışına zemin hazırlamasıdır. Bunun da en önemli olumsuzluğu, doğumdan ve annelik rolünden uzaklaşmaktır. Zihinsel anlamda evini işine önceleyen, işini evden, doğumdan, annelikten kaçış için kullanma­yan, kocaya karşı güç gösterisine dönüştürmeyen, kısaca araçları amaçsallaştırmayan bir kadının, bünyesine uygun ve diğer genel şartları taşıyan her türlü işi yapmasında dinî bir sakınca yoktur.

Saffet Köse-Genetiğiyle Oynanmış Kavramlar ve Aile Medeniyetinin Sonu
Devamını Oku »

Evliliğe Dair Hükümler ve Edepler

Evliliğe Dair Hükümler ve Edepler




 EVLENİLECEK KADINLARDA ARANACAK ÖZELLİKLER



Evlenmeye kesin karar veren kimse, evlilik için dindar, saliha, akıllı ve kanaatkar kadınlardan başkalarını düşünmemelidir. Ancak bu hususlara uyduğu takdirde kişi niyetinde ihlas sahibi olmayı başarabilir. Bu konuda Hz.



Resûlullah (s.a.v) şöyle buyurmuştur:

‘Kadın malı, güzelliği, soyu ve dindarlığı için nikahlanır; sen dindar olanını seç.(Buhari,Nikah 15)

 Hadisin diğer bir lafzı şöyledir:

Kim bir kadını malı ve güzelliği için nikahlar ise, hem malından hem de güzelliğinden mahrum olur.Kim bir kadın ile dindarlığı sebebiyle evlenirse, Allahu Teala onu hem malından hem de güzelliğinden rızıklandırır.(Taberani,el-evsat,no:2527)

 Bu hususta rivayet edilen başka bir hadis-i şerif de şöyledir:



Güzelliği sebebiyle bir kadın ile evlenmeyin; güzelliği onu kötü duru­ma düşürebilir. Malı için de evlenmeyin; malı onu azdırabilir. Bir kadın ile dindarlığı için evlenin.(İbn-i Mace,Nikah 6)

Bir kadın ile dindar ve saliha olduğu için evlenmek, ahırete giden bir yola girmektir. Özürlü, çirkin ve yaşlı kadınlar ile evlenmek zühdün kapıla­rından biridir.

 Ebu Süleyman ed-Dârânî (rah) şöyle derdi:
“Zühd her şeyi kapsar! Hatta, bir kimsenin yaşlanmış olan ve güzel görünümlü olmayan bir kadın ile evlenmesi de dünyaya karşı zühd göster­menin bir işareti sayılır.”



Mâlik b. Dînâr da (rah) şöyle derdi:

“Bazıları yetim kızlarla evlenmeyi istemez. Halbuki bunlarla evlenseler sevap kazanırlar. Hem onların geçi­mi, doyurulması ve giydirilmesi gibi geçim yükleri hafif olur. Eğer dünya ehlinden birinin kızı ile evlenecek olsa; o kadın canının çektiği her şeyi is­ter: “Bana şöyle bir elbise al, şu evsafta etek satın al...” der durur. Bu gi­bileri kişinin dinine zarar verir!”



Ahmed b. Hanbel (rah), sağlam ve güzel kardeşi dururken onun yeri­ne tek gözü görmeyen kadın ile evlenmeyi tercih etmişti. Evlenmeden ön­ce: “Hangisi daha akıllıdır?” diye sormuş: “Bir gözü olmayan daha akıllı­dır!” diye cevap alınca: “Beni onunla evlendirin!” demişti.

Seviyesi düşük ve dengesiz bir kadın ile evlenmenin şöyle bir fayda­sı olabilir; bu tür kadınlara pek rağbet edilmediği için onu kalbi kendi tara­fına rahat çekilir ve insan rahat eder.

Evlenmeden önce evleneceği kişinin yüzüne ve evliliğe teşvik eden yerlerine bakması müstehaptır. Yüzün yanında ellerine de bakılmasında Hicaz alimlerine göre bir sakınca yoktur. Yüze bakılması konusunda sağ­lam hadisler bize kadar ulaşmıştır.



Bunlardan biri Muhammed b. Mesle- me'nin şu hadisidir:

“O, evlenmeyi düşündüğü bir genç kızı görebilmek için mahallesi için­de takip etmiş, nihayet bir hurmanın arkasına gizlenerek onu görmüştü. Kendisine: “Sen Resûlullah’ın (s.a.v) ashabından olduğun hâlde nasıl böyle bir şey yaparsın?” denilince şöyle dedi:

“Böyle yapmamızı bize Resûlullah (s.a.v) emir buyurdu! Efendimiz bize:

“Allahu Teala birinizin kalbine bir kadın ile evlenme düşüncesini düşü­rünce, kendisini bu evliliğe teşvik edecek şeyleri görmek için o kadına baksınr buyurdular!”(Tirmizî, Nikah, 74)



Bu konudaki başka bir hadis de şöyledir:

'Ensar'ın hanımlarının gözlerinde bir şey vardır. Ensar’dan bir hanım ile evlenmek istediğiniz zaman onların gözlerine bakın.(bk.Müslim nikâh 12)



Hadis-i şerifin diğer bir lafzı şöyledir:

"Birinizin içine bir kadın ile ev­lenme düşüncesi doğduğunda, ona baksınl Çünkü bakmak, kalplerinin birbirine kaynaşmasını sağlar.(Tirmizî, Nikah, 74 )

Buradaki kaynaşma, iki derinin birbirine değerek oluşturduğu sıcaklık­tan daha derin bir anlam ifade eder. Cildin dış tarafının birbirine değmesi ile oluşan sıcaklıktan daha güçlü olan içteki kaynaşmadan söz edilmekte­dir. Birbirine kaynamak tabiri, ifadedeki mübalağaya işaret eder.
Bu hususta A'meş (rah) şöyle der:

“Birbirini görmeden ve bakmadan yapılan her evliliğin sonu gam ve kederdir.”

.........



EVLENECEK ERKEKTE ARANACAK ÖZELLİKLER
Bidat çıkaran, fasık, zalim, içki içen ve faiz yiyenlere kız vermemek gerekir. Eğer bir kimse kızını bunlardan biri ile evlendirirse dinini yarala­mış, akrabalık bağını kesmiş ve kızına karşı bir velinin üzerine düşen so­rumluluğu yerine getirmemiş olur; çünkü yaptığı işi hakkını vererek yerine getirmemiştir. Yukarıdaki kötü özellikleri taşıyan kişiler; hür ve iffetli müslüman hanımların dengi olamazlar.



Seleften bir zat şöyle der:

“Evlilik bir nevi köleliktir; her biriniz kızını nereye köle olarak vereceğine iyi dikkat etsin!”



Alimlerden biri de şöyle der:

“Kızlarınızı takva sahibi kimselerden baş­kasıyla evlendirmeyin; çünkü, onlar eğer kızınızı severse ona değer verir, şayet sevmeyecek olursa kızınıza insaflı davranırlar.”



Hz. Resûlullah da (s.a.v) bu konuda şöyle buyurur:

Nutfeteriniz için (kadının) hayırlısını tercih edin. Kendinize denk olan­larla evlenin, denklerinizin kızını isteyin.(İbnu Mâce, Nikah 46)

Nikahın geçerli olabilmesi için iki adil şahit ve kızın velisinin hazır bu­lunması gerekir. Evlenecek kadın dul ve velisi de yok ise; sultan (devlet yöneticisi) veya onun tayın ettiği yetkili, velisi olmayanların velisidir. Sün­nete uygun olan budur.



ERKEĞİN AİLESİNE VE ÇOCUKLARINA KARŞI SORUMLULUKLARI



Evlenecek kişinin hayız (kadınların aybaşı) halleriyle ilgili hükümleri, aybaşında meydana gelen değişiklikleri, loğusa (doğum yapan kadın) hakkındaki hükümleri, bunların en uzun ve en kısa sürelerinin ne kadar ol­duğunu öğrenmesi gerekir. Aynı şekilde istihaze ile ilgili hükümleri, ne zaman temizlendiğini bilmesi ve hanımına da öğretmesi gerekir.Böyle yapmakla, hanımının dışarı çıkarak bu konuları başka erkekle­re sorma zahmetinden kurtarır.

Bunun yanında ailesine, bilinmesi gerekli farzları; namazla ilgili hü­kümleri, İslâm'ın diğer hükümlerini, Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaat'a göre bilin­mesi gerekli itikat esaslarını öğretmesi gerekir.

Eğer erkek bu söylenenleri yerine getirirse, kadının bu konuları öğ­renmek için çıkıp alimlere müracaat etmesine gerek kalmaz. Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaat mezhebine göre Allah'ın birliği, İslâm'ın ve imanın temel esasları konusunda bilinmesi zorunlu olan konularda eksiği bulunan ha­nımlar, bu konudaki eksiklerini tamamlamak için dışarı çıkabilirler. Ancak bilinmesinde zorunluluk değil de fazilet bulunan konuları öğrenmek için hanım kocasından izin almadan dışarı çıkamaz.

Kadın kocasını haram kazançlara zorlamamalı ve günah işlemeye se­bep olacak yollara sevk etmemelidir. Erkeğin de kötü yollara girmemesi,dünya için ahiretini satmaması gerekir. Eğer hanımı kendisi ile birlikte iyi­lik ve takva üzere sabrederse onunla evliliğini devam ettirir. Eğer hanımı kendisini günaha ve düşmanlığa sürükleyecek olursa, o kadından ayrıl­ması gerekir. Eğer ayrılacak olurlarsa, Allahu Teala herkesi kendi lütfü ile ihtiyaçtan kurtarır.



Denilir ki: Kıyamet gününde kişinin yakasına ilk olarak yapışacak olan hanımı ve çocuklarıdır. Yakasına yapışır, onu Allahu Teala'nın huzurunda durdurur ve şöyle derler: “Ey Rabbimiz! Bizim hakkımızı bu adamdan al! Bu adam bilmediklerimizi bize öğretmedi! Bilmediğimiz hâlde bize haram yedirdi!” Sonra, adamdan hanımının ve çocuklarının hakları alınır.



Konuyla ilgili olarak gelen bir rivayette şöyle denilir:

“Kul mizanın önünde durur. Dağlar gibi yığılı iyilikleri vardır. Ailesini gözetip gözetmedi­ği, onların haklarını yerine getirip getirmediğinden sorguya çekilir. Ardın­dan, malını nereden kazandığı ve nerelere harcadığı sorulur. Kendisine sorulan her soru ile, işlediği amellerin karşılığı olan dağ gibi yığılı sevabı biter. Sevabından eser kalmaz. Sonra bir melek: "Şu adam; dünyadaki bü­tün iyilikleri ailesi tarafından yenilen ve amelleri ile bu gün rehin kalan bi­ridir!" diye ilan eder.( Zebîdî, ithaf, 6/72; hadisin son kısmıyla ilgili bir rivayet için bkz: Tirmizî, Kıyamet, 1.)



Bu yüzden seleften bir zat şöyle der:

“Allahu Teala bir kulun kötülüğü­nü murat ettiğinde, ona dünyada parçalayıcı dişleri olan bir canavar mu­sallat eder.” Parçalayıcı dişlerden maksat ailesi ve çocuklarıdır.



Bu konuda gelen bir rivayet şöyledir:

“Bir kimse, çoluk çocuğunu ca­hil bırakmaktan daha büyük bir günah ile Allahu Teala'ya kavuşmazI.(Şevkânî, el-Fevâidu’l-Macmûa, Nikah, 67, Zebîdî, İthaf, 6/73.)



Konuyla ilgili meşhur bir rivayet de şöyledir:

“Sorumluluğu altında bu­lunan ailesini zayi etmesi kişiye günah olarak yeteri’(Müslim, Zekat, 40)

Ailesini bırakıp kaçan bir kişinin; efendisinden kaçan bir köle gibi oldu­ğu söylenir. Bilindiği gibi efendisinden kaçan kölenin, efendisinin yanına dönünceye kadar ne kıldığı namazı ve ne de tuttuğu orucu kabul edilir!



Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurur:

"Ey iman edenleri Kendinizi ve ailenizi ateşten koruyun.(Tahrim,6)

Görüldüğü gibi aile, burada kişinin nefsinden bir parça kabul edilmek­tedir. Emir ve yasakları öğrenip uygulamak suretiyle kendi nefislerimizi nasıl ateşten korumaya çalışıyorsak, aynı şekilde onlara da emir ve ya­sakları öğretmek suretiyle ailemizi ateşten kurtarmamız bizlere emredil- mektedir.



Bu ayetin tefsirinde şöyle denmiştir:

“Kadınlarınıza ilim öğretin ve onları terbiye edin!"



Konuyla ilgili olarak diğer bir hadis-i şerifte Resûlullah (s.a.v) şöyle buyurur:

“Hepiniz çobansınız ve hepiniz sürünüzden sorumlusunuz. İmam (devlet başkanı) çobandır ve halkından sorumludur. Erkek ailesinin çoba­nıdır ve ailesinden sorumludur. Kadın, kocasının evinde çobandır, o da evinden sorumludur. Hizmetçi, efendisinin malından sorumludur ve koru­ması istenen şeylerden sorumludur.(Buhari,Ahkam 1)


KADININ SORUMLULUKLARI VE GÖREVLERİ



Denilmiştir ki:

"Kadın, kocasının izni olmadan evinde kimseye bir şey yediremez. Ancak beklemekle bozulmasından korkulan yemekleri izinsiz verebilir. Kadın, kocasının izni ve rızası ile yedirirse kendisi de kocası gi­bi. sevap kazanır. Şayet kocasının rızası olmadan yedirirse, sevabı koca­sı kazanır ve kendisine de (izinsiz verdiği için) günahı kalır!(Ebû Dâvûd, 1688)

Erkek, hanımına tıpkı bir anne gibi nasihat ederek şu sözlerle en bü­yük hakkının ne olduğunu öğretmelidir: Kocana itaat et. Çünkü kocan se­nin hem cennetin ve hem de cehennemindir.



Bu konuda Resûlullah (s.a.v) şöyle buyurmuştur:

“Kocası kendisinden memnun olduğu hâlde vefat eden her kadın cen­nete girer.(Tirmizî, Rada 10)

''Resûlullah (s.a.v) zamanında adamın biri sefere çıkmıştı. Çıkarken de karısına, üst kattan alt kata inmemesini tembih etmişti. Kadının baba­sı alt katta oturuyordu ve hastalandı. Kadın, Resûlullah’a (s.a.v) birini gön­dererek alt kata inmek için izin istedi. Efendimiz (s.a.v) ona: “Kocanın sö­zünü tut diye haber görderdi. Daha sonra kadının babası vefat etti. Ka­dın tekrar Resûlullah’tan (s.a.v) izin istedi. Resûlullah (s.a.v) yine ona:

“Kocanın sözünü tut!” buyurdu. Kadının babasını toprağa verdiler. Daha sonra Resûlullah (s.a.v) kadına şöyle haber gönderdi:

“Kocanın sözünü tutman sebebiyle babanın günahları affedildi'(İbni Hacer, el-Metâlibu’l-Aliyye, No: 1616)



Resûlullah (s.a.v) şöyle buyurur:

“Kadın beş vakit namazını kılar, Ra­mazan orucunu tutar, namusunu muhafaza eder ve kocasına itaat ederse Rabb’inin cennetine girer.(Ahmed, Müsned, No: 1661;)

Bu hadis-i şerifte görüldüğü gibi, kadının kocasına itaat etmesi, İs­lam'ın temel şartları ile birlikte zikredilmiştir. Bunlar, bir kişinin cennete gi­rebilmesi için mutlaka yerine getirmesi gerekli şartlardır. Cennete girmek için de kocaya itaat şart olarak konulmuştur.



Hz. Resûlullah’ın (s.a.v) yanına bir kadın geldi, yanında iki de çocuğu vardı. Kadın bunlardan birini sırtına almış, diğerini de elinden tutuyordu. Rasûl-i Ekrem (s.a.v) onu böyle görünce takdirlerini şöyle ifade buyurdu­lar:

“Kadınlar çocuklarını karınlarında taşırlar, doğururlar ve onlara merha­met ederler. Bunlar bir de kocalarına eziyet vermeseler, namazlarını kı­lanlar cennete girerler.( İbnu Mâce, Nikah, 62)



Başka bir hadis-i şerif de şöyledir:

“Cehennem bana gösterildi; bak­tım, oradakilerin çoğunun kadınlar olduğunu gördüm. Cennet de bana gösterildi; kadınların orada çok az olduğunu gördüm. “Kadınlar nerede ?” diye sordum; bana: “İki kırmızı, yani altın ve zaferan onları cennete gir­mekten alıkoydu!” denildi.(Buhârî, Rikak, 16)

Resûlullah’ın (s.a.v), iki kırmızı ile kastettiği şeyler, kadınların ziynet­leri ile giydikleri süslü püslü parlak elbiselerdir. Arapların bunlara düşkün­lükleri herkes tarafından bilinen bir durumdur.



Bundan dolayı Resûlullah (s.a.v) kadınlara hitaben şöyle buyurmuştur:

“Takı ve ziynet eşyalarınızdan sadaka zekat verin, çünkü ben, cehen­nemliklerin çoğunun kadınlardan oluştuğunu gördüm.” Bunun üzerine ka­dınlar:

“Neden Ey Allah'ın Resûlü!” diye sordular; Efendimiz şöyle cevap ver­diler:
“Zira siz kadınlar çok şikâyette bulunuyor, kocalarınıza nankörlük edi­yorsunuz!(Buhârî, lydeyn 7)

Resûlullah (s.a.v) burada, kadınların kocalarına karşı geçimsizlikleri­ni dile getirmiş ve kocalarının sundukları nimetlere karşı nankörlük yap­maları sebebiyle bu tür kadınların cehennem ehlinden olduklarını ifade buyurmuşlardır. İşte bu sebeple hanım sahabiler içinden bir genç kız aya­ğa kalkarak: “Ey Allah'ın Resûlü! Ben hiç evlenmeyeceğim!” demişti. Bu konuyla ilgili rivayet şöyledir:



Ümmü Abdi'l-Muğniye Hz. Aişe validemizden şöyle rivayet eder:
Bir genç kız Resûlullah’a (s.a.v) gelerek dedi ki:
“Ey Allah'ın Resûlü! Bana dünür geldi, ben ise evlenmek istemiyorum. Kocanın hanımı üzerindeki hakkını bana bildirir misiniz? Efendimiz (s.a.v) şöyle buyurdu:
"Eğer kadın, tepeden tırnağa irin içinde olan kocasını dili ile yaiasa, yine de kocasına olan şükran borcunu yerine getirmiş olmaz!" Bunun üze­rine genç hanım dedi ki:
"Peki öyleyse evlenmeyeyim mi?” Efendimiz de buyurdu ki:
“Bilakis evlenmelisin, evlilik senin için daha hayırlıdır.(Bezzâr, el-Müsned, No: 1465)

Yukarıdaki bu hadis-i şerif, kocanın hanımı üzerindeki hakkına dair Has’am kabilesinden bir kadından rivayet edilen hadisin özeti mahiyetin­dedir.



İkrime (rah) Ibnu Abbas’tan (r.a) şöyle rivayet eder:

Has'am kabilesinden bir hanım Resûlullah’a (s.a.v gelerek şöyle dedi:
- Ey Allah'ın Resûlü! Benim kocam yok ve evlenmek istiyoruml Koca­nın hanımı üzerindeki hakları nelerdir? Resûlullah (s.a.v) buyurdular ki:
-Kocanın haklarından biri, deve sırtında iken dahi kocası kendisiyle birlikte olmak istese, kadının buna engel olmamasıdır.(Ebû Yalâ, el-Müsned, No: 2455)



Kocanın hanımı üzerindeki haklarını ifade eden kapsamlı bir hadis-i şerif de şöyledir:

Eğer birine Allahu Teala'dan başkasına secde etmesini emredecek olsaydım; kocanın hanımı üzerindeki hakkının büyüklüğünden dolayı ka­dının kocasına secde etmesini emrederdim.(Ebu Dâvud, Nikah, 41;)

Kocanın haklarından biri de, kadının, kocasından izinsiz evden bir şey vermemesidir. Eğer verirse, sevabı kocasının ve günahı da kendisinin olur.

Kocanın haklarından biri de, hanımın kocasından izin almadan nafile oruç tutmamasıdır. Eğer tutarsa sadece aç ve susuz kalmış olur, hiçbir se­vap kazanamaz.

Haklardan biri de, kocasından izinsiz evden çıkmamasıdır. Eğer çı­karsa; eve dönünceye kadar ya da tevbe edinceye kadar melekler o kadı­na lanet eder.

Kadın her gece kendisini kocasına sunmalıdır.”



Yine Resûlullah (s.a.v) şöyle buyurur:

“Kadının Rabb'ine en yakın olduğu yer, evinin en içi, en kapalı kısmı­dır. Kadının, evinin avlusunda kıldığı namaz mescitte kıldığı namazdan daha faziletli, evinde kıldığı namaz avluda kıldığı namazdan daha fazilet­li ve evin en iç kısmında kıldığı namaz evinin açık yerinde kıldığı namaz­dan daha faziletlidir.(Ebû Dâvûd, Salat, 53;)

Evin en iç kısmı, evin içinde kapı ile girilen ve dışarıdan görülmesi mümkün olmayan kısmıdır; çünkü kadın avrettir, yabancılar tarafından gö­rülmemesi gerekir. Yabancılar tarafından görülmemesinin en uygun ve en emniyetli yolu da evinde bulunmasıdır. Namazını evinde kılması kadın için daha faziletlidir.



Bu konuda Resûlullah (s.a.v) şöyle buyurmuştur:

“Kadın avrettir, dı­şarı çıktığı zaman onu şeytan karşılar/kendisini süslü gösterir.( Tirmizi, Rada 18,)



Başka bir hadis-i şerifte şöyle buyurulur:

“Kadında on avret vardır; ev­lendiği zaman bu avretlerden biri örtülür. Kadın öldüğü zaman, kabir bu on avretin hepsini de örter.’(Bkz:Taberani, el-Mucemu’l*Kebir, No: 12657;)

Koca, hanımına dinin emirlerini aykırı olmayan bir şey emreder de Kadın buna karşı çıkarsa, hanımına nasihat eder ve onu zorlayabilir. Ha­nımı kocaya muhalefete devam ederse, onu yatağında yalnız bırakır.



Alimlerden bazıları:

“Yatakta ona sırtını döner” der. Bazı alimler de: “Ha­nımını yatağında bir, üç ve yedi güne kadar yalnız bırakır; eğer bunlarla başarılı olmaz ve bunları umursamaz ise; hanımına hafifçe vurur” demiş­lerdir.

Alimler, buradaki vurmanın yaralamayacak ve iz bırakmayacak tarz­da hafif bir vurma olduğunu söylemişlerdir.

Bir kimse, dinin emirlerinden biri sebebiyle hanımına on günden bir aya kadar kızgın durabilir. Nitekim Resûlullah da (s.a.v) hanımlarından bazılarının söylediği sözler sebebiyle bir ay onlara kızgın kalmıştı. Bir de­fasında Zeyneb’in (r.a) evine bir hediye göndermiş, o da hediyeyi geri çe­virmişti. O anda Zeyneb’in evinde olan diğer bir hanımı, Efendimize (s.a.v): “Hediyeni iade etmekle seni kızdırmak istedi” dedi. Efendimiz de (s.a.v):

“Bu yaptığınızla Allah katında çok basit bir hâle düştünüz” buyurdu ve daha sonra hanımlarının hepsine bir ay süreyle kızgın kaldı.


KOCANIN AİLESİNE KARŞI VAZİFELERİ



Kocanın, ailesine yaptığı harcamada çok sıkı davranması uygun de­ğildir.



Bu konuda Resûlullah’ın (s.a.v) şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir:

“Sizin hayırlılarınız, ailesine karşı en hayırlı davrananızdır.(Tirmizî. Menâkıb 85)

Hz. Ali'nin (k.v) dört hanımı vardı. Hanımlarından her birine dört gün­de bir dirhemlik et satın alırdı.



Hasan-ı Basrî der ki: “Onlar bir yerden bir yere kafile ile giderken yi­yecekleri bol olurdu; ev eşyaları ve elbise yönünden ise birbirlerine yakın durumda idiler.”



ibnu Şîrîn (rah) şöyle der:



"Erkeğin her ay ailesiyle ilgilenmesi müstehaptır."

Koca, ailesinden zuhur eden ufak tefek hatalara, ağızdan kaçan söz­lere sabır göstermelidir. Ailesine karşı yumuşak ve şefkatli davranmalı, kaba ve sert olmamalıdır.



Bu konuda bir hadis-i şerifte şöyle buyurulur:

"Kadın, erkeğin eğri olan kaburga kemiğinden yaratılmıştır. Onu düm­düz etmeye kalkarsan kırarsın. Kendi hâline bırakırsan eğri olarak kalır ve ondan istifade edersin.(Buhari,Nikah 79)



Bu hadis-i şerifin Hasan'dan gelen rivayetinde: "Onu kırmak, boşamaktır'' lafzı da bulunmaktadır.



Hz. Resûlullah’ın (s.a.v) hanımları bazen Efendimizin sözlerine karşı­lık verir, Efendimiz de akşama kadar gün boyunca onlara dargın kalırdı. Bir defasında hanımlarından biri kendisini göğsünden itmiş, bundan dola­yı bu hanımı annesi azarlamıştı. Hazret-i Peygamber de kayın-validesine;

“Bırak onu, onlar bana bu gördüğünden daha fazlasını da yapıyorlar!" de­mişti.(Zebîdî, ithaf, 6/139)

Hazret-i Peygamber (s.a.v) ile Hz. Aişe (r.ah) validemiz arasında bir münakaşa cereyan etmişti. Bu esnada Hz. Ebu Bekir (r.a) içeri girdi. Ara­larında geçen hadiseye onu hakem tayin ettiler. Resûlullah (s.a.v) hanımı­na: “Sen mi konuşmaya başlayacaksın yoksa ben mi önce konuşayım?” diye sordu. Hz. Aişe validemiz de: “Hayır, önce sen konuş; fakat sadece hakkı söyle!” dedi. Bunun üzerine Hz. Ebu Bekir (r.a) onun ağzının üzeri­ne öyle bir tokat attı, ağzını kanattı; ona: “Ey nefsinin düşmanı! Resûlul­lah haktan başka bir şey söyler mi hiç?" diyerek kızına çıkıştı. O Hz. Resûlullah’a (s.a.v) destek olmak maksadıyla böyle yapmıştı. Aişe validemiz hemen Efendimiz'e sığınarak onun arkasına sindi. Efendimiz (s.a.v) Ebu Bekir’e: “Seni bunun için çağırmamıştık! Senden böyle yapmanı isteme­miştik!” buyurdular.

Yine Hz. Aişe validemiz, kızgın olduğu bir defasında Resûlullah’a (s.a.v): “Peygamber olduğunu iddia eden sen misin?" demiş, Efendimiz (s.a.v) de rahmeti ve şefkati ile ona tebessüm edip geçmişti.



Resûlullah (s.a.v) bir defasında Hz. Aişe validemize şöyle demişti:
“Ben senin bana kızdığın ve benden razı olduğun zamanları biliyorum!" Aişe validemiz: 'Bunu nereden anlıyorsunuz? diye sorunca; Efendimiz (s.a.v):
Benden râzı oldun mu bana: “Hayır, Muhammed'in Rabbine yemin olsun !'' diyorsun. Bana öfkeli olunca: “Hayır !é İbrahim’in Rabbine yemin ol­sun !" diyorsun buyurdu. Hz. Aişe validemiz de:
“Doğru söylüyorsun, Ey Allah'ın Resûlü! Ben (kızgın olduğum zaman) sadece senin adını terk ederim? dedi."(Buhari,Nikah,108)

Resûlullah (s.a.v), bazı zamanlar hanımları ile şakalaşır; davranış ve ahlak yönünden onların anlayabilecekleri seviyeye göre hareket ederdi. Bir haberde rivayet edildiğine göre; Resûlullah (s.a.v), insanlar arasında hanımları ile en çok şakalaşan biriydi.



Lokman Hekim şöyle derdi:

“Akıllı kişi evinde ve ailesinin yanında ço­cuk gibi; dışarı insanların arasına çıktığı zaman da erkek gibi davranan kimsedir!



Yukarıda nakledilen sözün tefsiri mahiyetinde şöyle denilmiştir:

“Allahu Teala, kendini beğenen kibirli ve kaba kimselere buğzeder.(Hadisin benzer lafızlarla rivayeti için bkz: Buhârî, Edep, 61, Eyman, 9; Müslim, Cennet, 46.)

Bundan maksat; aile halkına karşı sert davranan ve kibirli olan kimse­dir.

“Kaba, sonra da kötülükle damgalı olan var ya(kalem,13) ayet-i kerimesinin bir manası da; ailesine ve idaresi altında bulunanlara karşı kötü sözlü ve katı kalpli olan kişidir.



Bu konuda gelen bir rivayet şöyledir:

“Allahu Teala'nın nefret ettiği kıskançlık, herhangi bir şüphe ve leke olmadığı hâlde kişinin ev halkına karşı kıskanç olmasıdır. (Ebu Davud, Zekat, 66)

Bu davranış, sanki Allahu Teala'nın ve Resûlullah’ın (s.a.v) yasakla­mış olduğu kötü zan içine girmektedir.



Hz. Ali’nin (k.v) şöyle dediği rivayet edilir:

“Ailene karşı aşırı derecede kıskanç olma; sonra bundan dolayı onu kötü işler yapmakla suçlarsın!”

Yeminle söylüyorum! Erkeğin hanımını kıskanmasının da bir sınırı vardır. Kişi bu sınırı aştığı zaman görevinde kusurlu ve hakkı çiğnemiş olur!



Hasan-ı Basrî (rah) şöyle derdi:

“Kadınlarınızı güçlü erkeklerin arasın­da sıkışmaları için mi çarşılara gönderiyorsunuz! Allahu Teala, kadınları­nı kıskanmayanların yüzünü karartsın!”


KADINLARIN DIŞARI ÇIKMASI



Abdullah b. Ömer (r.a) Resûlullah’ın (s.a.v) şöyle buyurduğunu riva­yet eder:

*Allah'ın kadın kullarını mescitlere gitmekten alıkoymayın.(Buhâri, 2/80)



Abdullah b. Ömer (r.a) bu hadis-i şerifi nakledince, oğullarından biri­si: “Hayır, vallahi kadınları mescitlere gitmekten men edeceğiz!” dedi. Bu­nun üzerine Abdullah (r.a), oğluna vurdu ve kızarak şöyle dedi:
“Sen beni dinlesene; ben sana “Resûlullah (s.a.v) kadınlara mani ol­mayın!” dedi diyorum, sen ise: “Hayır vallahi onlara mani olacağız!” diyor­sun! Halbuki Allahu Teala: “Allahu Teala her şey için bir ölçü koymuş- tur!.(Talak,3) buyuruyor.



Ehl-i hikmetten biri şöyle der:

“Bir hususta aşırı gidip sınırı aşan kişi, tıpkı o işi ihmal edip eksik yapan gibi kınanır."

İffet sahibi hür kadınlar ihtiyaçları için çıkmak zorunda olduklarında bunları gidermek için dışarı çıkabilirler.



Bunun için Resûlullah (s.a.v) şöy­le buyurmuştur:

“Siz kadınların dışarı çıkmasına izin verildi. Ancak, sadece ihtiyaçla­rınızı yerine getirmek için.(Buhari,Nikah 115)

Aynı şekilde kadınlar bayramlar için de dışarı çıkabilirler. Resûlullah (s.a.v) zorunlu ihtiyaçları için hanımlarına genel olarak izin vermişti. Ancak onlar, Resûlullah’ın (s.a.v) izni olmadan ve rızasını almadan dışarı çık­mazlardı. Kadın, mecbur kaldığı durumlar dışında, yani dışarı çıkmadan ihtiyacını gideremeyeceği haller dışında çıkmamalıdır.



Resûlullah (s.a.v) bir gün kızı Fatıma’ya (r.ah):

“Kadın için en hayırlı olan nedir?’ diye sordu; Hz. Fatıma (r.ah): ‘Onun yabancı bir erkeği ve yabancı bir erkeğin de onu görmemesidir” de­bi; bu cevap üzerine Resûlullah (s.a.v) kızını kucakladı ve: “Fatıma ben­den bir parçadır!” buyurdular.(Bezzâr, Müsned, No:1405)

Sahabe-i Kiram, kadınların dışarıdan görülmemesi için evlerinin du­varlarındaki delik ve çatlakları iyice kapatırlardı. Rivayet edildiğine göre; Muaz b. Cebel (r.a) duvardaki delikten dışarıyı gözetleyen bir kadın gör­müş ve ona vurmuştur. Yine, hanımı bir hizmetçi çocuğa birazını yediği el­mayı verdiği için de ona vurmuştur.



Ömer b. el-Hattâb (r.a): “Kadınların örtülerini çıkarmamaları konusun­da onlara tembihte bulunun ve dikkat edin!” derdi.



Yine şöyle derdi: “Kadınlarınızı isteklerine karşı hayır demeye alıştı­rın!"



Hz. Ömer (r.a), bazen evinde bir konuda söz söyler, hanımı da ona bazı sözlerle karşılık verince, ona şöyle derdi: “Senin görevin bu konular­da söz söylemek değili Sen şöyle evinin bir kenarında otur. Sana bir ihti­yacımız olduğunda söylersin, değilse susman gerekir”


HANIMIN SIKINTILI HÂLLERİNE SABRETMEK



Erkek, ailesinin kötü sözlerine tahammül eder ve ondan gelen ezaya sabır gösterirse, hanımıyla iyi geçinmeye çalışmasından dolayı sevap ka­zanır. Muhammed b. el-Hanefiyye (rah) şöyle derdi: “Beraber yaşamak zorunda olduğu kişi ile, Allahu Teala kendisine bir kurtuluş ve çıkış yolu gösterinceye kadar güzel bir şekilde geçinmeyen kişi, hikmet ehlinden de­ğildir.”

Eğer kadın sivri dilli, her şeyi kabullenmeyen, cehaleti derin ve çok fazla eza veren birisi ise; ondan boşanmak iki tarafın da dinlerinin selame­ti, dünya ve ahirette kalplerinin rahat etmesi bakımından daha hayırlı olur.



Adamın biri Resûlullah’a (s.a.v) gelerek hanımının dilinin bozuk oldu­ğundan şikayette bulundu. Efendimiz (s.a.v) de: “Öyleyse onu boşa!” bu­yurdular. Adam: “Ama onu seviyorum!” deyince, Efendimiz (s.a.v): “O hâl­de yanında tut!” buyurdu.

Bu kişinin hanımına olan sevgisinden dolayı, boşadığı takdirde dü­şüncesinin dağılmasından endişe duydu; çünkü kişinin himmetinin ve dü­şüncelerinin dağılması bedenin çektiği ezadan çok daha büyük acı verir.

“Açık bir fuhuş yapmadıkça kadınları evlerinizden çıkarmayın, onlar da çıkmasın.(Talak 1)

ayet-i kerimesiyle ilgili olarak İbnu Mesud (r.a) şöyle der:

“Bir kadın ailesine ve kocasına çirkin söz söyler ise, fuhuş yani çirkin bir iş yapmış olur.” Ancak buradaki ayette bahsedilen durum, kadın bo­şandıktan sonra iddet beklediği zaman için söz konusudur; çünkü Allahu Teala şöyle buyurmaktadır:

*Varlık durumunuza göre siz nerede oturuyorsanız onu da orada otur­tun.(Talak,6)



Bu ayet-i kerime:

“İddeti sayın ve onları evlerinden çıkarmayın.(Talak 1)ayetinden başlayarak aynı konuyu, yani kadının iddet bekleme konusu anlatmaktadır.

Bu ayetlere bakarak bazıları boşanmanın yasaklandığı görüşüne ka­pılmışlardır. Bu görüş, ayetlerin öncesine ve sonrasına bakmadan, asıl maksadı dışında yanlış yorumlamanın sonucudur. Boşanma mubahtır; ancak boşanma makul bir sebebe dayanmıyor ise mekruhtur.



Bu konuda rivayet edilen bir hadis-i şerifte şöyle buyurulur:

"Allahu Teala’nın, helal kıldıkları arasında en hoşlanmadığı şey, bo­şamadır!(Ebu Davud, Talak 3)

Kadın, Allah'ın koyduğu sınırlara uyamamaktan ve kocasının hakları­nı yerine getirememekten korkarsa; kocasının kendisini boşaması için fid­ye vermesinde (ayrılmak için ona mal teklif etmesinde) bir sakınca yoktur. Ancak bu fidyenin erkeğin mehir olarak ödediğinden daha fazlasını alma­sı mekruhtur.



Konuyla ilgili ayet-i kerimede Allahu Teala şöyle buyurur:

"Eğer erkek ve kadının, Allah'ın sınırlarında duramayacaklarından korkarsanız; o zaman kadının (ayrılmak için) verdiği fidyede (hakkından vazgeçmesinde) ikisine de bir günah yoktur.(Bakara 2/229.)

İşte alimlerin çoğunluğuna göre caiz olan “Hul“ budur. Bir kadının, ko­casından kendisini boşamasını istemesi veya rızası olmadan mal karşılı­ğında boşanma talebinde bulunması, helal değildir.



Bu konuda Resûlullah (s.a.v) şöyle buyurur:

“Hangi kadın, makul bir sebep yokken kocasından kendisini boşama­sını ister ise, cennetin kokusunu alamaz!(Ebu Dâvud, Talak, 18;)Yine, bu tabiattaki kadınların münafık yapılı olduklarını haber vermiş­tir.( Ebû Dâvûd, Talak, 3.)

Geçimsizlik bazen her iki taraftan da olabilir. Ancak, kadında bir ge­çimsizlik ve serkeşlik görüldüğünde kocasının ona vurmasına izin veril­miştir. Koca tarafından bir geçimsizlik görüldüğünde ise; aralarının düzel­tilerek barıştırılması tavsiye edilmiştir.



Bu konuda Allahu Teala;

“Barış da­ima daha hayırlıdır!(Nisa 4/128.) buyurmaktadır.

“Nüşûz” (geçimsizlik); aslında eşlerden birinin böbürlenip diğerinin üs­tüne çıkması ve ona cefa etmesi, birbirleriyle uyuşamadıkları için farklı yol tutup birbirlerinden uzaklaşmalarıdır. Bu durumda birisi çirkin sözler söy­lerken, diğeri de ona eza verir. Ya da onu yalnızlığa terk eder. Bu durum­da, erkeğin ailesinden bir hakem ve kadının ailesinden de bir hakem tayin edilerek; iki tarafın karşılıklı olarak dinlenmesi suretiyle adil bir şekilde ba­rıştırmalarına çalışılır. Hakemler tarafların ayrılmalarının daha hayırlı ol­duğuna hükmederlerse; Allahu Teala her ikisini de yoksulluktan kurtara­cağını vaad ederek şöyle buyurmuştur:

*Eğer eşler ayrılırlarsa, Allah bol nimetiyle her ikisini de zengin eder (diğerine muhtaç eylemez).(Nisa 4/130.)



Tıpkı evlendiklerinde yoksulluktan kurtarmayı vaad ettiği şu ayet-i ke­rimede olduğu gibi:

İçinizden bekarları, köle ve cariyelerinizden iyileri evlendirin. Eğer yoksul iseler, Allah lütfü ile onları zengin eder.(Nur 24/32.)

Yoksulluktan ve ihtiyaçtan kurtulma ise mal ile olduğu gibi; Allahu Te- ala'nın kendilerine bahşettiği gizli lütuflar ile, eşlerden her birinin diğerine muhtaç olmaktan kurtulması yoluyla da olabilir!



Resûlullah (s.a.v) şöyle buyurur:

“Şu üç kimsenin duası kabul edilmez: Kötü huylu bir hanımı olup, Al- lahu Teala boşama yetkisini kendi eline verdiği ve dilediği takdirde boşa­yabilecek iken, “Allahu Teala beni senden kurtarsın!” diyen erkek, kötü huylu hizmetçi ve kötü komşu!(Bkz: Buhari, Tefsir-Kalem suresi, 1;)

Kişi, ailesiyle güzel geçinmeli, onların haklarını yerine getirmeye dik­kat etmelidir.



Bu konuda Allahu Teala şöyle buyurur:

Eğer size itaat eder­lerse artık onların zararına (boşamak için) başka bir yol aramayın.(Nisa 4/34.) bu­yurmuştur.

Yani, eğer size itaat ediyorlarsa, onlardan ayrılmak, onlarla davalaş­mak ve kötülüklerini istemek için başka yollara girmeyin! İşte bu davranış; iman davetine kulak vermiş mutmain nefislere yakışan bir davranıştır. Mü­minlerin ahlakına yakışanı da, bu durumdaki hanımlarına karşı candan ve merhametle yaklaşmalarıdır.



Nitekim Allahu Teala Kur’an-ı Kerîm'de, kişinin ailesiyle güzel bir şe­kilde geçinmesini, tıpkı kişinin ana-babasıyla güzel geçinmesine benzet­mektedir. Ana-baba hakkında şöyle buyurur:

Onlarla (ana-babanla) dünyada iyi geçin.(Lokman 31/15.)



Kadınlarla geçinme hakkında ise şöyle buyurur:

Onlarla (kadınlarla) iyi geçinin.(Nisa, 4/19.)

İslam dini, erkeklerin hanımları üzerinde hakları olduğu gibi kadınla­rın da kocaları üzerinde hakları bulunduğunu şu özlü ayet-i kerime ile bil­dirmektedir:

Erkeklerin kadınlar üzerinde bulunan hakları gibi, kadınların da er­kekler üzerinde hakları vardır.(Bakara 2/228.)



Kadınların en büyük hakları hakkında şöyle buyurulur:

“Onlar (kadınlar) sizden sağlam bir söz almışlardı.(Nisa 4/21.)
“... ve yanınızdaki arkadaşa iyilikte bulunun... (Nisa 4/36.)

Burada kastedilen, kişinin yanındaki hanımıdır.

Ayrıca Resûlullah’ın (s.a.v) vefatından önce ashabına tavsiyede bu­lunduğu ve sesi kısılıncaya kadar tekrar ettiği üç tavsiye arasında kadın­lara iyi davranma konusu da vardı.



Efendimiz şöyle buyurmuşlardı:

-“Namaza dikkat edin, namaza dikkat edin. Elinizin altında bulunan hizmetçilere de dikkat edin; güç yetiremeyecekleri şeyleri onlara yükleme­yin. Kadınlar hakkında Allah'tan korkun. Kadınlar hakkında Allah'tan kor­kun.Onlar sizin yanınızda esir gibidir. Siz onları Allah'a söz vererek aldı­nız ve Allah'a söz vererek namuslarını kendinize helal kıldınız!(Ebu Dâvud, Edeb, 134)



-Adamın biri Resûlullah (s.a.v)’e gelerek: “Kadının kocası üzerindeki hakkı nedir?” diye sordu; Efendimiz (s.a.v) şöyle buyurdular:“Kendisi yediğinde ona da yedirmesi, kendisi elbise aldığında hanımı­na da elbise alması, suratını asmaması ve evinin dışında onu yalnız bı­rakmamasıdır.(Ebu Dâvud, Nikâh, 42;)



EVLİLİKLE İLGİLİ İLİMLERİ ÖĞRENMEK 



Evlenmek isteyen kişinin, kadının muhtaç olduğu iyi geçinme, hakla­rını yerine getirme, güzel şekilde idare etme ve karşılıklı olarak anlaşabil­me gibi konuları öğrenmesi gerekir. Allahu Teala'nın kadınlara neleri em­rettiğini ve kocanın hanımı üzerindeki haklarının ne olduğunu öğrenip hakkıyla yerine getirebilmesi için, öğrendiklerini hanımına da öğretmesi gerekir.

Kadın, erkeğin yetkisinde olan işlerden hiçbirini kendi uhdesine alıp sahip olamaz; çünkü Allahu Teala, bu işleri erkeğin yetkisine vermiştir. Eğer kişi hevasına uyarak Allahu Teala'nın hikmeti gereği yaptığı bu dü­zenlemeye müdahale edecek olursa, iş sonra kendi aleyhine döner. Böy­le yapan kişi, sanki düşmanı olan şeytana itaat etmiş ve şu ayet-i kerime­de anlatılan duruma göre davranmış olur:

“(Şeytan) şüphesiz onlara emredeceğim de onlar Allah'ın yarattığını değiştirecekler (dedi). (Nisa 4/119.)



Yine Cenab-ı Hak şöyle buyurur:

“Allah'ın geçiminize vasıta kıldığı mallarınızı aldı ermezlere (sefihlere) vermeyin.(Nisa 4/5.)

Burada aklı ermezler ile kastedilenler reşit olmayan çocuklar ile ka­dınlardır.



Nitekim bu manada Resûlullah (s.a.v) şöyle buyurur:

Hanımına kul olanlar yûz üstü sürünsün.(Hadisin meşhur olan rivayeti: (“Taparcasına altına, gümüşe, kumaşa gönül verenler helak ol­dular." şeklindedir. Bkz: Buhari, Rikak, 10)

Çünkü hanımının arzusuna göre hareket edenler asla perişanlıktan kurtulamazlar. Böyle yapan kişi, Allahu Teala’nın kendisine lütfettiği nime­te karşı nankörlük etmiş olur.

Allahu Teala, erkeği kadının efendisi kılmıştır.



Şu ayet-i kerimeden bu husus açıkça anlaşılmaktadır:

“Kapının yanında kadının efendisine rastladılar.(Yusuf,25)

Bu ayet-i kerimede, kadının kocası için “kadının efendisi” ifadesi kul­lanılmıştır. Bu da, erkeğin hanımının efendisi olduğuna işaret etmektedir.


KONTROL VE GÜZEL GEÇİM



Hasan-ı Basrî (rah) şöyle der: “Bugün, hanımının her dediğine itaat eder bir duruma gelmiş olan kişi, mutlaka yüz üstü cehenneme atılır!”

Erkek hanımını belli şeylere alıştırmamalıdır. Bu yolla kadın kendisine karşı daha cüretli olur ve kendisinden alışmış olduğu şeyleri istemeye kal­kar. Kadının durumu, nefsin ahlaki yapısı ile benzer yapıdadır. Dizginlerini gevşettiğin zaman azgınlaşır, itaatten çıkar. Sen dizginlerini bir karış salı- versen, o seni bir adım öteye çeker. Eğer dizginlere sarılır ve sıkı tutarsan, ona sahip olursun ve belki de gönüllü olarak sana itaat eder hâle gelir.



imam Şâfiî (rah) şöyle derdi: “Şu üç kesime değer verip yüceltirseniz onlar size gereken hürmeti göstermezler; fakat onlara fazla yüz vermez­seniz size değer verirler. Bunlar, kadın, hizmetçi ve Nabatlılardır.”



Arap kadınları kızlarını evlendirecekleri zaman şu şekilde kocalarını denemelerini kızlarına öğretirlerdi:

Yavrucuğum! Zifafa girmeden önce ko­canı dene! Mızrağının dipçiğin çıkar. Eğer buna ses çıkarmaz ise, kalka­nında et döversin. Şayet bunu dabir şey demezse, kılıcıyla kemik kırarsın. Buna da sabır gösterirse, sırtına semeri vurup üzerine binersin; çünkü o tam bir eşektir!”



Arapların hikmet ehli zatlarından Esma b. Hârice el-Fizârî,642 evlenip zifafa girecek olan kızına şu öğütlerde bulunur:

“Yavrucuğum! Eğer, annen hayatta olsaydı o seni benden daha iyi terbiye edebilirdi. Annen olmadığı için, şu anda seni benden daha iyi ter­biye edecek kimseyi bulamazsın!

-Söyleyeceklerimi iyi dinle:

Artık doğup büyüdüğün yuvandan çıktın, hiç tanımadığın birinin hayat arkadaşı oldun!

Sen ona yer yüzü gibi ol; o da sana gökyüzü gibi olsun!
Sen ona istirahat yeri ol; o da sana direk olsun!
Sen ona cariye ol; o da sana köle olsun!
Bir şey isterken çok ısrarcı olma ki, sana kızmasın.
Ondan fazla uzak kalma ki, seni unutmasın!
Sana yaklaştığında sen de ona sokul!
Senden uzak durduğunda sen de belli bir mesafede dur!
Onun burnunu, kulağını ve gözünü kötü şeylerden koru.
Kocanın burnu senden sadece güzel kokular koklasın, kulağı sadece
güzel sözler işitsin ve gözü sana baktığında sadece güzellikler görsün!”



-Şairin biri hanımıma şöyle der:

Kusurlarımı görme ki devam etsin muhabbetim.

Öfkelendiğim zaman konuşup sınırı aşma sakın.
Bir işin aslını öğrenmeden beni tefe koyma,
İç yüzünü bilmediğin şeyi anlayamazsın.
Fazlaca şikayetçi olarak nefsinin hevasına uyma,
Sebep olursun kalbimin dönmesine; kalp hep değişir!
Kanaatim odur ki, muhabbet ve eza bir araya gelse eğer,
O kalpte muhabbet barınamaz, çıkar gider.



Araplardan biri de oğluna şu tavsiyelerde bulunur: “Şu altı sınıf kadın ile evlenme: Fazla inleyen, fazla minnet eden, fazla şefkatli, keskin bakış­lı olan, çok berrak olan ve çok konuşan kadın!”



Bu sözün açıklaması şöyledir:Fazla inleyen kadın; çoğunlukla kişinin başına bela olur. İnlemesi, sız­lanması ve şikayetleri hiç bitmez.

Fazla minnet eden kadın; kocasını hep minnet altında bırakır. “Sana şunu yaptım, bunu yaptım, şöyle yapacağım, böyle yapacağım...” der durur.

Fazla şefkatli kadın; iki yüzlü olur. Başka birinden olan çocuğuna da­ha şefkatli olur. Daha önce evlendiği kocasına karşı sevgi ve şefkat gös­terir.

Keskin bakışlı kadın; keskin bakışları ile gördüğü her şeye yönelir ve her şeyi almak ister. Canının istediği her şeyi alması için kocasına baskı yapar. Çoğu zaman erkekler keskin bakışlı kadının dikkatini çeker, tıpkı aynı durumdaki bazı erkeklerin gözlerinin kadınlara takıldığı gibi!

Çok berrak kadın, iki manaya gelebilir.



Birincisi; yemek konusunda huysuz olan, sayılarının azlığı sebebiyle veya ahlakının kötülüğü sebebiy­le herkesin gözüne batan kimse demektir. Yemek konusunda huysuz olan kadın, şerrinden dolayı neredeyse tek başına yemek yer. Ayrıca diğer bü­tün konularda bunun payı müstakil olarak ayrılıp verilir. Bu kelimenin bu anlamda kullanılışını Yemenlilerden öğrenmekteyiz. Onlar bir kadına ve­ya çocuğa kızdıklarında, tek başına yemek yemesi anlamında (barikal- mer’etü, barikas-sabiyyu) derler.

İkinci anlamı; kadının yüzündeki parlaklığın fazla olması demektir. Yüzündeki bu güzellik ve parlaklıkla sürekli gösteriş yapar.

Çok konuşan kadın ise; fazla sözlerle kafa şişirir, sivri dilli ve ağzı bo­zuk olur.



Bu konuda nakledilen bir rivayette şöyle denilir:

“Allahu Teala, sözü uzatarak konuşan geveze kimselere gazap eder.(Bkz: Tirmizi, Birr, 71;)



Yine bu konuyla ilgili şöyle bir kıssa anlatılır: Ezd kabilesinden gezgin biri, seyahatlerinden birinde İlyas (a.s) ile karşılaşır; o kendisine evlenme­yi tavsiye eder, bunun daha hayırlı olduğunu söyler, bekarlıktan uzak dur­masını öğütleyerek şöyle der:

“Şu dört kısım kadın ile evlenme, bunların dışındakilerle evlenebilir­sin. Bunlar; fidye vererek boşanan kadın, övünen kadın, zina eden kadın ve üstünlük taslayan kadın!"'

Fidye vererek kocasından boşanan kadın; boşanma için meşru bir se­bep olmadığı ve kocası kendisini sevdiği hâlde kocasına para veya mal teklif ederek kendisini boşamasını isteyen kadındır.

Övünen kadın; kocasından dünyalık şeyler isteyen, dengi olan kadın­ların övündükleri gibi, onlara karşı övünmek için kocasından daha başka şeyler isteyen kadındır.

Zina eden kadın; günahkar kadındır. Bilinen bir erkek ile veya gizli dost ile ilişkileri olur. Şu ayet-i kerimede belirtildiği gibi:"... gizil dost da tutmamaları şartı İle...
Üstünlük taslayan kadın; söz ve davranışları ile kocasına karşı haddi aşan ve üstünlük taslayan kadındır.



Hazret-i. Ali (k.v) şöyle derdi: “Erkeklerin en kötü kabul ettiği şu has­letler, kadınlar için en hayırlı hasletlerdir; cimrilik, kendini beğenme ve kor­kaklık!“

Çünkü, kadın kendisini beğendiği zaman kendisiyle konuşmak iste­yen erkeklere yüz vermez. Korkak olduğu zaman da her şeyden uzak du­rur; evinden dışarı çıkmak istemez.



Ebu Talib el Mekki - Kalplerin Azığı,cild:4(Semerkand Yayınları)

Devamını Oku »

Abdulfettah Ebu Gudde - İslam Alimlerine Göre Zamanın Kıymeti AdlıEserinden 'Alıntılar'

Abdulfettah Ebu Gudde - İslam Alimlerine Göre Zamanın Kıymeti Adlı Eserinden 'Alıntılar'




İmam Ebu Yûsuf un ölüm Döşeğinde Bile Îlmî Müzakerede Bulunması



 İşte İmam Kâdı Ebû Yûsuf, Ya'kûb ibn İbrahim el-Ensârî el-Kûfi summe’l-Bağdâdî. 113/731 yılında dünyaya gel­miş, 182/798 yılında vefat etmiştir. Allah Teala kendisine rahmet etsin. İmam Ebû Hanîfe’nin arkadaşı ve talebesi, onun ilminin ve mezhebinin yayıcısı idi. Üç Abbasi halife­sinin de kadılığını yapmıştı. Bu halifeler şunlardır: Mehdi, Hâdi, Haran Reşid. İlk kez Kâdîl-Kudât (Kadılar Kadı­sı) diye isimlendirilen kimse odur. Kendisine ayrıca Kâdı Kudâti’d-Dunyâ (Tüm Dünya Kadılarının Kadısı) denirdi.

İşte bu büyük âlim hayatının son deminde, nefesini ve­rip dünyasını değiştirirken bile, kendisini ziyarete gelen ziyaretçisiyle fıkhi bir meseleyi, bir kimsenin istifade et­mesi veya bir talibin öğrenmesi gayesiyle müzakere etmiş­ti. Hayatının son zaman dilimini dahi ilmi müzakere yapmadan, bildiğini aktarmadan ve de karşıdakinden istifade
etmeden geçirmemişti:

Öğrencisi Kâdî îbrâhim ibn Cerrâh el-Kûfî Sümme’l- Mısrî anlatıyor:

Ebû Yûsuf hastalandığında ziyaretine gittim. Yanına girdi­ğimde baygın hâlde buldum. Ayılıp kendisine gelince, “Ey İbrahim! Şu mesele hakkında ne dersin?” dedi. Ben ise, “Bu durumda bunu mu müzakere edeceğiz?” deyince, şöyle de­di: “Bir beis yok. Bu meseleyi tetkik edelim ki belki bilme­yen bir kimse öğrenip kurtulur.”

Daha sonra da şunu söyledi: “Ey İbrahim! (Hac menasi- kinde) hangi taş atma daha faziletlidir? Yürüyerek mi yok­sa binekli olarak mı?” Ben, “Binekli olanı.” dedim. “Hata ettin.” dedi. “Yürüyerek.” dedim. Yine “Hata ettin.” dedi. “Allah sizden razı olsun, o hâlde siz söyleyin.” dedim. O da şöyle açıkladı:

“Dua için durulan cemrelerde efdal olan yürüyerek taş­ları atmaktır. Dua için durulmayan cemrelerde ise efdal olan binekli olarak atmaktır.” Sonra yanından kalktım. Evinin kapısına varmıştım ki ağlaşmaları duydum. Anla­dım ki vefat etmişti. Allah’ın rahmeti üzerine olsun.”



Müfessir Taberi’nin Vaktini Düzenlemesi

işte size müfessirlerin, muhaddislerin ve tarihçilerin pi­ri, büyük müçtehid, İmam İbn Cerir Taberi. Allah kendi­lerine rahmet etsin. O, akitten istifade etmek, öğretmek, öğrenmek, yazmak veya telif etmek suretiyle zamanı de­ğerlendirmek açısından örnek alınacak kimselerden biri­si idi. Öyle ki ciddiyetle ve araştırmak suretiyle yazmasına rağmen eserlerinin sayısı ilginç bir rakama ulaşmıştır.

Allame Yâkût el-Hamevî Mu'cemu’l-Udebâ' adlı eserinde İmam İbn Cerir Taberi için bir terceme-i hâl yazar ki bu terceme-i hâl 56 sayfadır. Keza Hatib-i Bağdâdî de Târihul Bağdâd'da onun terceme-i hâlini vermiştir. Şimdi sizlere büyük imamın terceme-i hâlinden bazı bölümler aktara­cağım. Dolayısıyla burada her iki müellifin sözü birbirine katılmış olmaktadır. Evet bu iki zat şöyle demişlerdir:

Alî ibn Ubeydullâh el-Lugavî es-Simsimî, Kâdî Ebû Ömer Ubeydullâh ibn Ahmed es-Simsâr ve Ebûl-Kâsım ibn Akıl el-Verrâk’tan rivayet eder: Ebû Ca’fer Taberî arka­daşlarına der ki: “(Size) Kur’an tefsiri (yazdırmamı) ister misiniz?” Onlar da Hacmi ne kadar olur?” diye sorarlar. “Altı bin sayfa olur.” deyince, “Bunu tamamlamadan insanın ömrü biter derler Bunun üzerine o da tefsir çalış­masını altı bin kadar sayfada özetler ve yedi yılda yazdırır. Bu yazdırma 283/896’dan 290/903 yılına kadar sürer.

Daha sonra onlara sorar: “Âdem'den günümüze kadarki cihan tarihini ister misiniz?" “Hacmi ne kadar olur?” diye sorarlar O da tefsir için zikrettiği kadar bir miktar söyle­yince aynı cevabı verirler O da: “innâ liliâh! Artık insan­larda ilme iştiyak kalmamış.” der. Daha sonra tefsiri gibi bunu da yaklaşık aynı miktar sayfada ihtisar eder Yeniden tasnifi ile kendisine kıraat edilmesi 303/915 yılı Rebiulahir ayının bitmesine üç gün kala, Çarşamba günü sona erer. Kitabı nihayete erdirip söylenecek sözleri noktalama­yı ise 302/914 yılının sonunda bitirmiştir.

Hatib diyor ki: “Simsimt’den dinledim: İbn Cerir 40 yıl boyunca her gün 80 sayfa yazdı, öğrencisi Ebû Muhammed Abdullâh ibn Ahmed ibn Ca’fer el-Fergâni, Târihu ibn Cerir'e eklediği ve Sile diye maruf olan eserinde şöyle der: İbn Cerir’in talebelerinden bir grup buluğdan vefatına ka­dar yaşadığı günleri hesap ettiler. Ömrünün tamamı 86 yıl idi. Daha sonra eserlerinin sayfalarını bu ömre taksim et­tiler. Her güne 28 sayfa düşmekteydi. Bu, Hâlık’ın yardı­mı olmaksızın bir insanın yapabileceği bir şey değildir.” Allah ne yücedir, insanların gayretleri kendilerini nerelere vardırıyor! İşte görüyorsunuz!

İbn Cerir 224/839 yılında dünyaya gelip 310/922 yılın­da vefat etmiştir. 86 yıl hayat sürmüşlerdir.

Buluğdan önceki dönemi çıkardığımızda, -bunu 14 yıl olarak hesap edelim- geriye 72 yıl kalmaktadır. Bu dö­nem zarfında her gününe 28 sayfa düşmektedir. Bu du­rumda, 72 yılın günlerini hesap edip her gün için 28 say­fa takdir ettiğimizde, İbn Cerir’in tüm eserlerinin yekûnu 718000 sayfa etmektedir.

Bunu hesaplarken hem Târihini hem de Tefsirini yaklaşık 6000’er sayfa olarak saymışlardır. Bu durumda her iki kitabın toplamı yaklaşık 14000 sayfa veya yaklaşık 16000 sayfa etmektedir. Târihi matbu olarak, 11 büyük cüz hâlinde elimizdedir Tefsîri de 30 büyük cüzdür. Bun­ların her bir cüzü bir cilt kitap tutacak çaptadır.

İmamın eserlerinin kaç tane olduğunu artık var sen he­sap et. Çünkü yukarıdaki rakam çıktığında, geriye 702000 sayfa kalmaktadır.

Gerçekten de o, sahip olduğu bilgilerle, pek çok ilmi içinde barındıran bir akademi, pek çok eseri sebebiyle de âdeta bir yayınevi gibidir. O her şeyiyle benzeri olmayan eşsiz bir insandır. Kendi eliyle kâğıda bizzat yazarak telif etmiş ve böylece imbikten süzülmüş düşüncelerini ve fi­kirlerini insanlara sunmuştur. Eğer vakti değerlendirmeyi ve ondan nasıl istifade edip telif ile dolduracağını bilmeseydi, tüm bunları yapması mümkün olmazdı.

İbn Cerîrin talebesi ve arkadaşı Kâdî Ebû Bekr ibn Kâ­mil, İbn Cerîr in (Allah ona rahmet etsin) vaktinin ve işi­nin ne kadar düzenli olduğunu şu şekilde izah ediyor: “Yemeğini yedikten sonra sandal ağacı yaprağı ve gül suyuyla boyanmış, kolları kısa, hayş gömleğiyle uyurdu.

Daha sonra kalkardı. Öğle namazını kılar, ikindiye ka­dar eser yazardı.

Peşinden dışarı çıkar, ikindiyi kılardı. Namazdan sonra insanlara faydalı olmak için oturur, akşama kadar okut­turur veya kendisine okunurdu. Akşam ile yatsı arasında da fıkıh ve kendi çalışmaları için otururdu. Daha sonra da evine giderdi. Aziz ve Celil olan Allah’ın muvaffak kıldığı gibi, gece ve gündüzlerini kendisine, dinine ve insanlara faydalı olmak için taksim etmişti.”

Üstat Muhammed Kurdeali Kunüzül-Ecdûd adlı eserinde İmanı İbn Cerir Taberi’nin terceme-i hâlinde şöyle der: “İlim aktarmak veya ilim almak dışında hayatının bir da­kikasını bile başka şekilde sarf ettiği rivayet edilmemiştir.

Muâfâ ibn Zekeriyyâ sika bir zattan rivayet eder: “Ken­disi vefatından önce Ebû Ca’fer Taberinin (Allah kendisi­ne rahmet etsin) yanında idi. Bu ziyaretinden yaklaşık bir saat veya daha az bir müddet sonra vefat etti. Bu ziyaret esnasında Ca’fer ibn Muhammed’den gelen bir dua ken­disine zikredilince, bir divitle kâğıt istedi ve duayı hemen yazdı. ‘Bu hâlde de bununla mı iştigal edeceksin?’ denin­ce şöyle cevap verdi: İnsanın ölene kadar ilim elde etmeyi bırakmaması gerekir.” (Kunuz-ul Ecdad,syf;123)Allah Teala kendisine rahmet et­sin. İlme, dine, İslam’a ve Müslümanlara olan faydaları se­bebiyle ecrini kat kat versin. Âmin.

Ebû Hilâl Askeri, el-Hass alâ Talebil-İlm ve’l-İctihâd fi Cem'ih adlı eserinde şöyle der: "Ebû Bekr ibn en-Hayyât en-Nahvt (Allah kendisine rahmet etsin), tüm vakitlerin­de hatta yolda bile mütalaa ederdi. Bu sebeple bazen bir çukura düşer, bazen de bir hayvan kendisine çarpardı.”(agd-s.77)



Bîrûninin Senenin İki Günü Hariç Sürekli İlimle Meşgul Olması

  'Yâkût el-Hamevî’nin Mu’cemu’l-Udebâ' adlı eserinde, 362/ 973 yılında dünyaya gelip, 440/1048 yılında vefat eden astronomi âlimi, matematikçi, eşsiz bilge, tarihçi, filo­log, edip, üstün insan, pek çok ilmi kendisinde topla­yan Ebû’r-Reyhân Bîrûnî’nin (Muhammed ibn Ahmed el- Havârizmî’nin) (Allah kendisine rahmet etsin) terceme-i hâlinde şöyle denir:

“Ebû’r-Reyhân inşaat tekniğinde geniş bilgiye vâkıftı. Her konuda üstün malumata sahipti. Kendisini ilim tahsi­line vermişti. Kitap telifiyle iştigal ederdi. Yaşamında ihti­yaç duyduğu iaşeyi temin için senede iki gün, yani Nevrûz (21 Mart) ve Mihricân (bayram) günleri hariç ilimlerin ka­pılarını açar, benzeri ve yakın meseleleri ihata eder (kapa­lı ve gizli yönleri yakalar), neredeyse eli kalemden, gözü tetkikten, kalbi tefekkürden ayrı kalmazdı. Bu iki günde yetecek kadar yiyecek ve maişeti temin ederdi. Senenin diğer geri kalan günlerinde ise müşkilat perdesini yüzün­den kaldıran ve kapalı meseleleri kendisine açan ilim, onu bu tip işlerle meşgul olmaktan uzaklaştırıyordu.

Fakih Ebû’l-Hasan Alî ibn Isa el-Velvâlicî anlatıyor:

Nefsi gidip gelip can çekişirken, göğsü iyice daralmış­ken (78 yaşına ulaşmıştı) Ebû’r Reyhân’ın yanına vardım. Bu hâlde bile bana şunu sordu:

“Geçen gün, (anne tarafından) ninelerin fasid miras he­sabı hususunda bana ne söylemiştiniz?”

Ben de kendisine merhamet ederek, “Bu durumda bunu mu konuşacağız? dedim. O ise: “Efendi! Dünyadan bu meseleyi bildiğim hâlde ayrılmak istiyorum. Bu, meşelenin cahili olarak ayrılmamdan daha hayırlı değil midir?

Bunun üzerine açıklamalarımı tekrarladım, o da söylediklerimi ezberledi ve bana daha önceden vaat etmiş olduğu şeyi öğretti. Ardından yanından ayrıldım. Yolda giderken (vefatı sebebiyle) yapılan ağlaşmaları duyuyordum.”

Bu dâhi imam Arapça, Süryanice, Sanskritçe, Farsça ve Hintçeyi çok iyi biliyordu. Ardında uzay,tıp, matematik, edebiyat, filoloji, tarih ve diğer ilim dallarında olmak üzere 120’den fazla eser bırakmıştır. Büyük müsteşrik Karl Edward Sachau onunla ilgili olarak şöyle demiştir: “O, tarihin tanıdığı en büyük akıldır.”

Meşhur müsteşrik George Sarton da onunla ilgili olarak şöyle demiştir: “Bîrûnî İslam âleminin en önde gelenlerin­den ve dünya âlimlerinin en büyüklerinden birisiydi.”



Yatıp Uzanırken Bile Tefekkür Ederlerdi

 İmam Ebûl-Vefâ ibn Akıl el-Hanbelî (Ali ibn Akıl el-Bağdâdî) hakkında Hafız İbn Receb el-Hanbelî Zeylu Tabakâti’l-Hanâbile adlı eserinde bu zatın yüklü ve zengin terceme-i hâlini anlatırken özetle şöyle der:

“431/1039 yılında dünyaya geldi ve 513/1118 yılında vefat etti. Âlemdeki faziletli zevattan, Âdemoğullarının ze­kilerinden biri, üstün kapasiteli ve ilim dallarında geniş bilgi sahibi bir insandı.

O şöyle diyordu: ‘Ömrümden bir saati bile boşa zayi et­mem helal olmaz Dilim müzakere ve münazara, gözüm mütalaa yapmadığı durumlarda yani uzanıp yatıp rahat ederken bile tefekkür ederim. Kalkarken yazacağım şey­leri düşünmüş olarak kalkarım. Şu 80 yaşımda, ilme kar­şı olan hırsımı 20 yaşımdaki hırsımdan daha çok bulu­yorum.

Yemek için elimden geldiğince az vakit ayırıyorum. Bu sebeple ekmek yerine suyla yumuşatarak kek dilimi yiyo-rum. Çünku ikisi arasında çiğnem farkı vardır. Bunu da elde edemediğim bir bilgiyi mütalaa etmeye veya yazmaya daha çok vakit ayırmak için yapıyorum.Çünkü âlimlerin hepsinin ortak kanaati şudur: Akıllı insanların elde etmek için uğraşması gereken en değerli şey vakittir. Vakit bir ganimettir ve içindeki inşatlar servet bilinmeli, kapılma­ya çalışılmalıdır. Hayatta sıkıntılar çoktur ama vakitler de Hızlı geçip gitmektedir,’

Üstat İbnu’l-Cevzi der ki: İmam İbn Akıl daima ilimle meşgul olurdu. Üstün düşünme kabiliyeti, kapalı ve ince meseleleri araştırma hasleti vardı. Funûn adlı eserini dü­şüncelerine ve başından geçen olaylara tahsis etmiştir.’ Çeşitli ilim dallarına ait pek çok eseri vardır. Bunlar yir­mi kadardır. En büyük eseri Funûn adlı eseri olup ger­çekten büyük bir kitaptır. Bunda çok kıymetli ve faydalı vaaz, tefsir, fıkıh, usûlül-fıkh, kelam, nahiv, dil, şiir, tarih, hikâye tarzında bilgiler vardır. Bu eserde aynı zamanda, başından geçen münazara ve toplantılar ile düşünceleri ve düşüncelerinin vardığı neticeler vardır. Bunları da eserine katmıştır.

Hafız Zehebî der ki: ‘Dünyada bundan daha büyük bir kitap yazılmadı. Bunu kitabın 400’üncü cildinden sonra­ki bir cildini gören kimse bana haber verdi.’ İbn Receb diyor ki: Âlimlerden bazıları bunun 800 cilt olduğunu söylemişlerdir. ” (Zeylu Tabakâtil Hanabile, I, 142-62; ibnu’l-Cevzi, Muntazam, IX/92. 212- 15.)Allah rahmet etsin, işte o, Funûn adlı eserinin matbu olan kısmının giriş bölümünde şöyle diyen insandır: “İmdi, vaktin kendisiyle harcandığı, nefsin meşgul edil­diği ve kudreti yüce olan rabbe yaklaştırarak en güzel şey ilim talep etmektir. Bu, insanı cehalet zulmetinden dinin nuruna çıkarır. Benim nefsimin meşgul olduğu ve vaktimi kendisiyle geçirdiğim şey işte budur, ilimdir.

Âlimlerin sözlerinden, kitapların içlerinden ve ulemanın meclislerinden, faziletlilerin toplantılarından ortaya saçı­lan anlık güzel düşünceleri kapmak suretiyle elde edip istifade ettiğim bilgileri yazmaya devam ediyorum. Bunu yaparken, arzum, ilmin bir parçasının bana bulaşmasıdır. Çünkü böyle yapa yapa cehaletten uzaklaşıyorum. Belki de böyle devam ede ede benden öncekilerin ulaştığı bazı seviyelere ben de ulaşabileceğim.

İlim, kendisiyle iştigal eden insana hemen faydalar sağ­lamasa bile; vaktin kendisiyle ölüp gittiği boş şeylerden alakayı kesip atması bile yeterlidir. Allah Teala’dan bizleri sırat-ı müstakimden ayırmamasını dilerim. O bana yeter.

O ne güzel vekildir.”

İbnu’l-Cevzi diyor ki: İmam Ebû’l-Vefâ ibn Akîl’e ölüm yaklaşıp vefat alametleri baş gösterince, kadınlar ağlaşma­ya başladılar. Bunun üzerine onlara şöyle dedi: 'Elli yıl Al­lah adına fetva verip imzaladım. Bırakın beni de O’na kavuşacağım için sevineyim.”’

Bu büyük imam dünyadan ayrılırken, kitapları ve giydi­ği elbiselerinin dışında bir şey bırakmadı. Bıraktığı elbise­ler sadece kefenine yetip borcunu ödeyecek kadardı. İlme olan hayırlı hizmetlerinden dolayı Allah ona rahmet etsin ve en güzel şekilde mükâfatlandırsın.

Muhterem okuyucu!

Görüldüğü gibi aklı çalıştırmak, vakti değerlendirmek, nefsi hayır ve ilme alıştırmak nasıl neticeler verdiriyor? Bu vesileyle elde edilen neticeler akılla kabul edilemeyecek kadar büyük rakamlara ulaşıyor. Oysa akü kabul etmese bık hakikat böyledir. Evet bu azim, 800 cilt kitabı ortaya çıkartıyor. Hem de dünyadaki en büyük kitap! insanlar­dan sadece bir fert, evet sadece Ebû’l-Vefâ ibn Akîl kendi başına bu kadarlık bir kitabı telif etmiş. Hem de bunla­rın yamada sayısı yirmiye ulaşan başka çalışmaları da var. Bunların bir kısmı ise onar ciltten meydana gelmektedir.

698/1299 yılında vefat eden İmam Bahâuddin ıbnun- Nehhâs el-Halebi en-Nahvî (Muhammed ibn İbrahim) ne kadar güzel, ne kadar doğru söylemiştir. (Allah ona rah­met etsin). Aşağıda zikredeceğimiz şiiriyle, sürekli olarak az şeyi başka az bir şey üzerine eklemek suretiyle son de­rece büyük bir yekûnun meydana geleceğini beyan et­mektedir. Ebû’l-Vefâ ibn Akil de görüldüğü gibi, durum aynıyla budur. Çünkü onun eserleri 800 cilttir.

Evet, Suyûtînin Buğyetu’l-Vuât adlı eserinde Bahâuddin ibnu’n-Nehhâs el-Halebi’nin terceme-i hâli verilirken şu şiiri de zikredilir:

İlim, oradan buradan toplanan,

Bir şey üstüne bir şey koymaktır.

Böyle devam eden bir insan,

Bir gün hikmete ulaşacaktır.

Çünkü sel kocamandır, lâkin Damlalardan oluşmaktadır.



Bin Fasikül Kitap Yazdı

Tezkire tu’l-Huffâz da, 541/1146 yılında dünyaya teşrif edip 600/1203 yılında vefat eden Hafız Abdulğanî Makdisînin (Allah kendisine rahmet etsin), terceme-i hâlinde şöyle geçer;

“İmam, Muhaddisu-l İslam, Takiyyuddin  Ebu Muhammed Abdulğani ibn Abdulvâhid el-Makdisi el Cemmâilî sümme’d Dımaşki es-Sâlihi el-Hanbelî. Pek çok eserin sahibi Ebü Tâhir Silefi’den 1000 cüz yazmıştır. Sa­yılamayacak kadar eser telif etmiştir. Vefat edene kadar sürekli istinsah etmekle, eser yazmakla, hadis rivayet et­mekle ve Allaha ibadet etmekle meşgul oldu.

(Öğrencisi) Ziyâ Makdisî şöyle demiştir: Zamanının hiç­bir dilimini zayi etmiyordu. Sabah namazını kıldıktan sonra, bazen Kur an-ı Kerim’in kıraat vecihlerini öğretiyor, bazen de hadis yazdırıyordu. Daha sonra kalkıp abdest alıyor ve öğlen öncesine kadar Fatiha ve Muavvizeteyn’i (Felak,Nâs surelerini) okumak suretiyle 300 rekât kılı­yordu Ardından biraz uyuyor ve öğleni kılıyordu. Peşin­den de akşama kadar hadis rivayeti ve eser yazmakla meş­gul oluyordu. Akşamleyin de oruçlu ise iftar ediyordu. Yatsıyı kıldıktan sonra gece yansına kadar veya biraz da­ha fazla uyuyordu.

Sonra abdest alıyor ve namaz kılıyordu. Ardından bir da­ha abdest alıyor ve sabah namazına yakın vakte kadar na­maz kılıyordu. Bazen yedi ve daha fazla abdest aldığı olur­du. (Böyle çok abdest alması hususunda) şöyle diyordu: 'Azalarını ıslak olunca namaz benim için daha lezzetli olu­yor.Bu ibadetten sonra, sabah namazından önce biraz kes­tiriyordu. Onun âdeti bu şekilde idi.” Geriye kırktan fazla kitap bırakmıştır. Bu eserlerde çok kıymetli bilgiler vardır.



Tefsirini Geceleri Yazdı

1217/1802 yılında doğup 1270/1854 yılında vefat eden, Bağdat müftüsü, mûfessirlerin sonuncusu, imam, müfes-sir Alûsî (Ebû’s-Senâ Şihâbuddîn Mahmûd ibn Abdullâh el-Alûsî) el-Bağddı de şöyle der;Her an ilminin artmasına çok hırslı idi.Faydalı bilgiler elde etmekten,şiirleri toplayıp ezberlemekten geri durmazdı.

Gündüzleri fetva vermek ve ders talim etmekle geçerdi. Ge­cenin başlangıç diliminde kendisinden istifade etmek isteyen bir kimse veya bir dostu ile olurdu. Gecenin sonlarına doğru tefsirinden birkaç sayfa yazardı. Gecenin sabahında yazmış olduğu bu sayfaları evinde görevlendirdiği kâtiplere verirdi. Onlar ise bunların yazım işini ancak 10 saatte bitirirlerdi. Günde 24 ders verirdi. Tefsir ve fetva ile meşgul olduğu günlerde de büyük kitaplardan günde 13 ders yapardı. Devamlı telif ile meşgul olurdu. Hatta vefat ettiği hastalı­ğında da böyleydi.

Tefsiri, âlimlere göre diğer tefsirler arasında son derece güzel ve eşsizdir. Sadece bu tefsir onun imametini, fazile­tini ve ilmini ifade etmek için yeterlidir. O, tefsirini gece telif etmiştir.



Eskilerin Koca Koca KitaplarıZamanı Hiç İsraf Etmediklerini Gösterir

Burada hocamız allame Muhammed Zâhid Kevserinin (Al­lah Teala kendisine rahmet etsin) bir açıklamasını sizlere nakledeyim. Bu yazısında o, diğer ilimler dışında özellikle tefsir alanında yazılmış büyük tefsir kitaplarına değinmiş­tir Bu eserlerin büyüklüğü yazarlarının ilme ve zamanı değerlendirmeye önem verdiklerini göstermektedir. On­lar bu hacimli eserleriyle büyük insanlar olduklarını is­pat etmişlerdir. İnsan, bu kitapların kendilerini görmek bir tarafa, onlarla ilgili malumatı duymakla bile dehşete düşmektedir. Gerçekten Allah Teala’nın kullan içinde ni­ce enteresan kimseler vardır.

Hocamız Kevser'i Makâlâtul-Kevseri adlı eserinde Kur’ an-ı Kerim’e yapılan bazı hizmetlerden bahsederken şöyle der:

İlim ehlinin Kuranın yüce manalarım parlatmak için telif etmiş oldukları eserler neredeyse sayılamayacak ka­dardır Bunların hepsi de tefsirlerinde rivayet ve dirayet tarzında farklı metotlar takip etmişlerdir. Ayrıca çeşit­li Kur an ilimlerini ön planda tutmalarına, kendi zevk ve meşreplerine göre Kur'an-ı Mecıdin bir yönüne özellikle ağırlık vermek suretiyle de Kur’anı tefsir etmişlerdir.

Bu sadette ümmetin âlimlerinin bazı eserlerini zikretme­me sanırım okuyucu kardeşlerim müsamaha gösterecek­tir Bu eserler sahiplerinin onları yazarken ne kadar gayret gösterdiklerini sunması açısından güzel örneklerdir. Me­sela İmam Ebûl-Hasan el-Eş’arinin Muhtezan adlı tefsiri. Makrizı’nin Hıtafta zikrettiğine göre 70 cilt imiş. Keza Kâdî Abducebbâr Hemedâni’nin Muhit tefsiri 100 fasikül imiş.

Ebû Yûsuf Abdusselâm Kazvînînin Hadâiku Zâtu Beh-ce adlı tefsiri için söylenen en küçük rakam 300 cilt oldu­ğudur. Müellifi bunu vakfetmiş ve Bağdat’taki İmam Ebû Hanîfe Mescidine koymuştu. Daha sonra malum Moğol istilasıyla beraber, diğer pek çok eser gibi bu kıymetli eser de kaybolup gitti. Yalnız ben Hind ediplerinden birisin­den, bir kütüphanenin katalogunda bunun bir parçasının mevcut olduğunu gördüğünü duydum.

Hafız İbn Şâhinin de hadisler ışığında yazdığı 1000 cüz lük tefsiri varmış. Kadı Ebû Bekr İbnu’l-Arabî’nin tefsiri Envâru'l-Fecr de 160000 sayfa civarındaymış. Bu eserin bi­zim memleketimizde (İstanbul ve Türkiye kütüphanelerin­de) mevcut olduğu bilinmektedir. Ancak ben uzun arama­larıma rağmen bu esere muttali olamadım. Ebû Hayyân’ın hocalarından Ibnu’n-Nakib el-Makdisinin tefsiri de 100 cilde yakınmış. Bu eserin bazı ciltleri İstanbul kütüphane­lerinde bulunmaktadır. Bu tefsirlerden bazılarının bir kısım ciltleri bildiğim kadarıyla bazı kütüphanelerde mevcuttur.

Bugün elimizde bulunan tam ve en büyük tefsir (bildiği­miz kadarıyla) Tefsir-i Alât de denilen Fethul-Mennân tefsiridir.Eser, allame Kutbuddin eş*Şirâzi’ye aittir. 40 Cilttir. Birinci cildi Dâru’l-Kütübi’l-Mısriyye’de mevcuttur.Bu cilde bakıldığında eserinde takip ettiği metot ortaya çıkmaktadır. Eserin diğer ciltleri de İstanbul’da iki kütüphanede, Muhammed Es’ad ve (Hekimoglu) Ali Paşa’da bulunmaktadır.

el -Menhdu’s-Safi de zikredildiği gibi allame Muhammed Zâhid el-Buhâri’nin tefsiri 100 kadar ciltlik bir tefsirmiş. İslam ümmeti âlimlerinin bu geçenlerin dışında daha sa­yılamayacak kadar tefsirleri vardır. Hepsinin metotları farklıdır. Onların şükre değer bu hizmeti yanında; kitabı açıklayan, Kur’anda icmali geçen yerleri izah eden hadis­leri toplayarak yaptıkları çalışmaları da vardır.”

Allame, fakih, usul âlimi, araştırmacı Muhammed Haşan el-Hacvi el-Fâsî el-Mağribî (Allah Teala kendisine rahmet etsin) ilginç eseri el-Fikru’s-Sâmî fi Târihi’l-Fıkhil-îslâmî adlı eserinde, çok eser yazan müelliflere temas etmiştir. Bunlar arasında İbn Cerîr’i, Îbnul-Cevzî’yi ve başkalarının zikretmiştir, İçlerinde benim zikrettiklerimin bir kısmı tekrar ediliyor olsa da -ki bunun zararı yok- onun yazı­sından bir parçayı aşağıya alıyorum. O şöyle demiştir:

el-Dibâcul-Muhezzeb'de geçtiğine göre, Kâdî Ebû Bekr Muhammed ibn Tayyib el-Bâkıllânî her gece 20 rekât namaz kılardı. Hafızasından 70 sayfa yazmadan da uyumazdı.

İbn Ebid-Dunyâ geriye 1000 kitap bıraktı. İbn Asâkir de Tarih’ini 80 ciltte telif etti. Suyûtî şöyle demiştir: ‘En çok eser yazan İbn Şâhîndir. 330 eser yazmıştır. Bunlar­dan birisi olan Tefsir 1000 cüzdür, Musned 1500 cüzdür. Keza Suyûtî şunu da söyler: ‘Bu tıpkı tayy-ı mekân gibi tayy-ı zamân işidir, İsra ve Kadir gecesinden miras kalan bir berekettir.’ Bunu (Muhammed ibn Abdurrahmân ibn Zekeriyyâ el-Fâsî) el-Minâhu’l-Bâdiye’de nakletmiştik.

İmam Ebû Muhammed Alt ibn Hazm geriye 400 cilt eser bırakmıştır. Bunlar takriben 160000 sayfa tutmaktadır. İmam Ebû Muhammed Abdurrahmân ibn Ebî Hâtim er- Râzî de geriye pek çok eser bırakmıştır. Bunlar fıkıh, ha­dis, tarih dallarındadır. Eserlerinden birisi olan Musned 1000 cüzdür. Bunu da (Subkî) Tabakâtu ’ş-Şâfi ’iyye’sinde zikretmiştir.

Mustedrek alâs-Sahîhaynın sahibi, Ibnu’l-Beyyı diye ta­nınan Ebû Abdullah el-Hâkim de 1500 cüze varan eser bı­rakmıştır. Tahricu’s-Sahîhayn,ilel,EmâlîFevâidu’ş-ŞuyûhTârihu Neysâbûr ve diğerleri eserlerinden bazılarıdır.

İmam Ebû’l-Hasan el-Eş’arinin kitapları da büyük kü­çük cinsinden 50'ye ulaşmıştır. Bunların çoğu batıl fır­kalara reddiye konularındadır. Bu ise en zor eser yazılan mevzulardandır. Bu tip eserleri yazmak çok zaman ister.

Takiyyuddin ibn Teymiyye de 300 eser yazmıştır. Bu eserler çeşitli ilim dallarına aittir. Bunlar 50 kadar cilt içinde toplanmıştır. Öğrencisi İbn Kayyım el-Cevziyye büyük-küçük eser cinsinden 50 cilt eser telif etmiştir. İmam Beyhaki de 1000 cüz eser telif etmiştir. Bunlar ben­zeri nadir bulunan cinsten kıymetli eserlerdir. Faydaları çoktur, Beyhaki 30 yıl oruç tutmuş bir insandır.

Meşhur Muhammed ibn Sahnûn el-İfrikî de fıkıh, siver tarih ve diğer ilim dallarını havi büyük eserini 100 cûz olarak bizlere miras olarak bırakmıştır. Âhkâmul-Kur’ân ve diğer kitapları da böyledir.

Fas'ta metfun, İmam Ebû Bekr ıbnu’l-Arabî el-Meâferî de büyük tefsirini 80 cüz olarak yazmıştır. Onun başka eserleri de vardır. Tirmizi, Muvatta’ şerhleri ile büyük ve küçük Ahkâmul Kur’ân kitapları gibi. Keza el-Kavâsım vel-Avâsım, el-Mahsûlfî’l-Usûl gibi. Bunlar en üst seviyede eserlerdir. Bu, az rastlanan bir durumdur.

İmam Ebû Ca fer Tahâvî de pek çok eser yazmıştır. Bir tek mesele için bile eser yazmıştır. O da şudur: Hazre-ti Peygamberin haccı, kıran mı, ifrad mı yoksa temet­tü muydu? Bu eserini iki sayfa olarak yazmıştır. İslam âleminde buna benzer nice çalışmalar vardır.

Ebû Ubeyde’nin (Ma'mer ibn Musennâ) çeşitli ilim dal­larındaki eserleri 200’e ulaşmıştır. İbn Sureyc’in eserleri de 400’e ulaşmıştır. Kadı Fâdıl’ınkiler de 100’e ulaşmış­tır. Endülüslü âlim Abdulmelik ibn Habıb’in eserleri de 1000’e varmıştır. Bunu da Nefhu’t-Tîb'de Lisânuddin Hatîb zikretmiştir.

Eserleri ciltler dolusu tutmaktaydı. Mesela Sibi ibnu’l- Cevzî’nin tarihle ilgili Mirâtuz-Zemân 40 cilt idi. Hatib’in Târihu Bağdâdi de 15 cilttir. Eğânî de 20 cilttir. İbnu’l- Esîr’in Kâmili 12 cilttir. Ebû Hanife ed-Dîneverinin Şerhu’n-Nebât'ı 60 cilde ulaşmaktadır. Arap âleminin filozofu Ya’kûb ibn İshâk el-Kindî’nin felsefe, tıp, matematik ve di­ğer pek çok ilimlere dair eserleri de 231’e varmaktadır.

Zikri geçen zevatın eserlerinin ciltleri 20 sayfadan 200 sayfaya kadar değişmektedir. Bunların yazı malzemesinin zor bulunduğu zamanlarda yazıldığı düşünülürse durum daha iyi değerlendirilip anlaşılır.

Sonrakilere gelince; yazma malzemesi ve imkânlar art­masına rağmen, önceki âlimler kadar eserleri yoktur.Mesela Fe'thul-Bari ve İsabe ve diğer eserlerin sahibi İbn Hacer, Zehebî, eserleri 400’den fazla olan Suyûtî gibi.Bunların eserlerinin çoğu iki veya dört sayfaya varıncaya kadar küçüktür.Suyûtî den daha da çok eser veren, Ebû’l-Feyd Muhib-buddin Muhammed Murtazâ el-Hûseynî el-Vâsıtî ez-Zebî-di el-Hanefi Nezîlu Mısr da böyledir.Ancak Şerhul Kâmûs, Şerhul-ihyâ adlı eserleri çalışmalarının azametine delildir.Bu iki eserin faydası çok geniş olmuş ve İslam âlemi bunlara ziyadesiyle rağbet göstermiş, üzerlerinde çalışarak yararlanmışlardır.’’

Ben de yazımı vakitlere dikkat eden, anları bile değer­lendiren, zamandan en güzel meyveleri elde etmesini bi­len âlimlerden birisi olan Ebû’l-Kâsım ibn Asâkir ed- Dımaşki’nin terceme-i hâlini kısaca vererek bitirmek istiyorum. Onun hayat hikâyesinde insandaki arzu ve is­tekleri harekete geçiren, uyuyanı uyandıran taraflar var­dır. Simdi sizlere onu anlatacağım.

O Kadar Çok Eser Yazmıştır ki Hepsi Basılamıyor

Hafız Ebul-Kâsım ibn Asâkir ed-Dımaşkî (Ali ibn Ha­şan) 499/1105 yılında Şam'da doğdu ve 571/1175 yılında Hakkın rahmetine kavuştu. Allah Teala kendisine rahmet Yaşamında anları bile değerlendiren bir insandı. İslam kütüphanelerine o kadar çok eser ikram etti ki bugün ilmi kurumlar (akademiler) bile bunları basmaktan âciz kalmaktadır. Oysa o, bunları tek başına yazmıştı. Evet,bunları bizzat kendi eli ve kalemi ile telif etti, inceleyerek yazdı.İlk önce bunların asıl malzemelerini topladı, daha sonra bunları özetledi, düzenleyip tertip etti. Bunun ardından, çok sağlam hafızası, geniş bilgisi, eser yazmaya ve fazlaca eser telif etmeye karşı son derece gayret ve yeteneği olduğunu gösteren, yaşayan ve konuşan birer delil olan kitaplarını insanlara sundu.

Burada sizlere onun bayat hikâyesinin bir yönünü sunacağım. Anlatırken ilim için ne kadar çok yolculuk ettiğine, eserlerinin oldukça fazla olduğuna, vakitleri ve zamanını değerlendirme hususunda son derece gayretli olduğuna temas etmekle yetineceğim.

Tarihçi Kâdî ibn Hallikân Vefeyâtu’l-A'yân adlı eserinde bu zatın terceme-i hâlini verirken şöyle der:

“Zamanın Şam bölgesi muhaddisi, Şafii fıkhının önde gelen âlimlerinden idi. Daha ziyade hadis ilmiyle meşgul oldu ve bu yönüyle meşhur oldu. Hadis toplamak için son derece gayret gösterdi. Bu sebeple onun topladığı hadis kadar hadis toplamak başkasına nasip olmadı. Hadis toplamak için çok seyahatler edip, beldeler dolaştı, yollar katetti. Pek çok hadis hocası ile görüştü. Hafız Ebû Sa’d Âbdulkerîm ibnu’s Sem’ânî ile bu yolculuklarda arkadaşlık etti.

Hadis hafızı idi. Dinine son derece bağlıydı. Hadislerin metinlerini senedleriyle toplardı. Bağdat’ta (hadis hocalarından) hadis dinledi. Sonra Şam’a yöneldi. Ardından-Horasan’a gitti. Neysabur, Herat, Esbehan ve Cibal’e de gitti. Çok faydalı eserler hazırladı. Senedleriyle beraber  hadis kitapları yazdı. Hadisler hususunda çok güzel değerlendirme yapan birisiydi. Hadisleri toplamaktan ve eser yazmaktan son derece haz alıyordu. Târihu Dımaşki  yazdı. Bu 80 ciltlik bir eser olup çok kıymetli bilgilere ha­vidir. (Hatîb-i Bağdadinin) Târîhu Bağdâd’ının usulünce hazırlanmıştır.

Mısır’ın hafızı, hocamız hafız allame Zekiyyuddin Ebû Muhammed Abdulazîm el-Munziri, bu tarih kitabının bahsi geçince, bir cildini bizlere çıkarıp getirdi. Eser ve ne kadar büyük bir çalışma olduğu hususundaki konuşma uzadı da uzadı. Sonra da şöyle dedi: ‘Kanaatimce bu zat tarih kitabını buluğa erdiği günden itibaren yazmaya az­metti ve kitapla ilgili malzemeleri bu tarihten itibaren top­lamaya başladı. Ancak yine de bir insanın, ders veya hadis rivayetiyle meşgul olurken, bir taraftan da şöhrete ulaş­mışken (bu şöhret sebebiyle insanlar kendisine sürekli gi­dip gelirlerken, meselelerini arz ederlerken) böyle bir ese­ri telif etmesi bir ömre kısa gelir.’Gerçekten de doğruyu söylemiştir. Hayatını inceleyen kimse bu sözünün ne kadar doğru olduğunu anlar. Bir insanın fırsat bulup da bu hacimdeki bir eseri bu süre­de yazması mümkün müdür? Ortaya çıkan bu eser (tarih kitabı) seçtiği bilgilerdir. Esas topladığı malzemeler nere­deyse özetlenemeyecek kadar çok ve müsveddeler şeklin-de idi. Bunlardan sahih olarak seçtiklerini bir araya getirdi (ve elimizdeki eser oluştu). Bunun dışında başka güzel eserleri, faydalı cüzleri de vardır.”

Hafız Kasım ibn Asakirin eserleri 50’den fazladır. Bunlardan bir tanesi olan Târihu (Medîneti) Dımaşk, daha önce bahsedildiği gibi 80 cilttir.

Hafız Zehebî Tezkiretu ’l-Huffâz'da İbn Asâkir’in terceme-i hâlini verirken şöyle der:

"'İmam, büyük (hadis) hafız(ı), Şam bölgesinin muhaddısi, ümmetin övünç kaynağı Ebû’l-Kâsım ibn Asâkir. Pek çok eserin ve Tarihu Kebîrin sahibi. 499/1105 yılı­nın başlarında doğdu. 505/1111 yılında babasının ve kar­deşi Ziyâuddîn Hibetullâh’ın ilgilenmesi ile hadis dinle­meye başladı. Şam’da şu hocalardan hadis dinledi... 20 yaşında iken yolculuğa başladı. Bağdat’ta hocalardan ha­dis dinledi. Mekke'de, Kûfe’de, Neysabur’da, Esbehanda, Merv’de ve Beratta da pek çok hocadan hadis dinledi. 40 beldeden, kırk hocadan birer taneden kırk hadislik) el-Erbeûnu’l-Buldânıyyeyi hazırladı. Hocalarının sayısı 1300’dür. 80 küsur tanesi de kadındır.

Kendisinden pek çok insan hadis rivayet etmiştir. Bun­lardan birisi de yolculuklarda arkadaş olan Ebû Sa’d es- Sem’âni’dır. (Zehebi daha sonra eserlerini sayar. Bunlar 50 ve yakındır). Çeşitli ilim dallarına dair bilgilerini yaz­dırmak için 480 meclis (oturum) tertip etti. (Her yazdır­ma meclisi bir eser telif etme mesabesindedir).

Oğlu muhaddis Bahâuddîn Kâsım şöyle demiştir: ‘Allah rahmet etsin, babam cemaate ve Kur’an okumaya devam eden bir insandı.. Her cuma bir hatim bitirirdi. Ramazan­da ise her günde hatim bitirirdi. (Şam Camii’nin) doğu minaresinde itıkâfa girerdi. Çok nafile ibadet eden, zikir ehli insandı. (Şaban ayının) ortasındaki geceyi ve bayram gecelerini ihya eder, ibadet ve zikir ile geçirirdi. Giden her vakit hususunda kendi nefsini muhasebeye çe­kerdi.40 yıl, yani hocaları kendisine rivayet ve hadis nakli için icazet verdiği andan itibaren sadece hadisleri bir araya getirmekle ya da rivayet etmekle meşgul oldu. Gezer­ken ve yalnızken bile bu hâl üzere idi.

Hafız Ebûl-Alâ Hemedânî de şöyle der: ‘Ebû’l-Kâsım îbn Asâkır’e, ateş gibi yanan ve son derece iyi kavrayan zekâsından dolayı “Ateş Meşalesi” denmekteydi.’ Ebû’l- Mevâhib ıbn Sasrâ da der ki: ‘Ona, ‘Efendimiz kendileri gibi bir kimse gördüler mi?’ diye sordum. Bana şöyle ce­vap verdiler:

- Böyle söyleme. Çünkü Allah Teala Kur’an’ında şöyle ferman ediyor: ‘Kendi nefislerinizi temize çıkarmayın.’ Böyle deyince ben de dedim ki: ‘Fakat Allah Teala şöy­le de buyurmuştur: ‘Amma rabbinin nimetini söyleyip anlat.' Bu sefer şöyle cevap verdi: ‘Bir kişi benim gibi bir kimseyi gözlerinin görmediğini söylerse doğru söylemiş olur.’

Ebû’l-Mevâhib daha sonra şöyle der: ‘Ben de derim ki: Onun gibisini görmedim. Onda toplanan şu güzelliklerin bir başkasında toplandığını da görmedim: 40 yıl boyun­ca hep aynı yol üzere devam ederdi. Bir özür olmadık­ça sürekli birinci safta yerini alırdı. Ramazan ayında ve Zilhicce’nin 10 gününde itikâfa girerdi. Kendisinde mal ve binalar edinme yönünde bir arzu ve istek yoktu. Bu dü­şünceyi nefsinden atmıştı. İmamet ve hitabet gibi makam­lardan yüz çevirmişti. Teklif edilince de kabul etmemişti. Kendini emr-i bil-ma’rûf ve nehy-i ani’l-munkere vermişti. Kınayanın kınaması onu Allah yolundan alıkoymazdı

3- imam Tacuddin Subkî de Tabakatuş Şafiyyetul Kubra adlı eserinde Ibni Asâkir’in terceme-i hâlini verirken şöyle der;

Büyük imam, ümmetin hafızı Ebû'l-Kâsım ibn Asâkir.Dedelerinden ismi Asâkir olan birini bilmiyoruz fakat bununla meşhur olmuştur Kendileri Allah Resulünün sünnetinin yardımcısı ve hızmetçisiydi. Muasırı olan hadisçilerin  imamı, seçkin hadis hafızlarının sonuncusu, hadis talep eden öğrencilerin konaklayıp uğradığı kişi idi.

Kendisini çeşitli ilim dallarına verdi. İlim ve amel dışında bir şeyi arkadaş edinmiyordu. Nihai gayesi hep bu iki-siydi. Öyle kuvvetli bir hafızası ve zabtı vardı ki en küçük bir şeyi bile kaçırmıyordu. Elde ettiği bilgileri öyle sağlamlaştırırdı ki bu özellikleri onu kendisinden öncekilerin üzerine çıkarmasa bile aynı seviyeye taşımıştı. O kadar geniş ilmi vardı ki bununla zenginleşmiş ve tüm insanları kendisine muhtaç bırakmıştı.

Pek çok insandan hadis dinledi. Hocalarının sayısı 1300’dür. 80 küsur kadından da hadis dinlemiştir. Irak’a, Mekke’ye, Medine’ye hadis talebi için yolculuklarda bulundu. Acem beldelerine de gitti ve Esbehan, Neysabur,Merv, Tebriz, Miyhene, Beyhak, Husrevcird, Bistam, Damegan, Rey, Zencan, Hemedan, Esedabad, Cey, Herat, Bven, Beğ, Buşenc, Serahs, Nukan, Simnan, Ebher, Merend, Huvçy, Cerbazekân, Muşkân, Ruvzaver, Hulvan, Erciş gibi şehirlerde hadis dinledi.

Ayrıca Enbar, Rafika (Silvan), Rahabe, Mardin, Maksin ve diğer pek çok beldede ve farklı yörelerde hadis dinledi.Bineğini hep uzak sahralarda yürütür, evinden sürekli ayrı kalırdı. Devamlı yalnız yaşardı. Kendisine dost olarak takvayı edinmişti. Öyle bir azme sahip idi ki hedeflediği bilgilere ulaşmayı büyük bir derece olarak kabul ediyordu.

' Hocası Hatîb Ebul-Fadi et-Tûsî onunla ilgili olarak şöyle demiştir: Bugün onun dışında bu lakabı hak eden birbaşka kimse bilmiyoruz,’ Bu sözüyle, (yüz bin hadisi her yönüyle bilen, hadis ilminde iyice derinleşmiş manasına gelen) hafız’ lakabını kastetmekteydi. İbnu’n-Neccâr da şöyle demektedir: ‘Zamanındaki muhaddislerinin ima­mıydı. Hıfz ve ezberlediğini sağlamlaştırmada, hadis ilim­lerini kamilen bilmede, güvenilirlikte, seçkinlikte, güzel­ce tertipli eser hazırlamada üstatlık ona aitti. Bu iş onunla son buldu.’

İbnu'n-Neccâr şunu da der: Hocamız Abdulvahhâb ibn Emin’in şöyle dediğini işittim: ‘Bir gün Hafız Ebû’l-Kasım ibn Asâkir ve Ebû Sa’d ibn es-Sem’ânî ile beraberdim. Ha­dis almak ve hadis ravilerine uğrayıp onlardan hadis işit­mek için gidiyorduk. Yolda böyle birisiyle karşılaştık. Ibnus-Sem’ânî, bir hadis cüzünü okuması için o zattan durmasını rica etti. O da çantasında işitmiş olduğu hadis­lerin bulunduğu cüzü aramaya başladı fakat bir türlü bu­lamadı. Bulamayınca da cam sıkıldı. Bunun üzerine İbn Asâkir, es-Semaniye sordu: ‘İşitmiş olduğu o cüz hangi cüzdür?’ O da İbn Ebî Dâvûd’un el-Ba’s ve’n-Nuşûr cüzü­dür. Bu zat o cüzü Ebû Nasr Zeynebî’den dinlemiş.’ dedi. Bunun üzerine İbn Asâkir, ‘Üzülme!’ dedi. Daha sonra o cüzün tamamım veya bir kısmım hıfzından es-Sem’ânî’ye okudu.

İbnu’n-Neccâr der ki: ‘Tamamını veya bir kısmım’ şek­lindeki şüphe hocamız Abdulvahhâb’dan kaynaklanmak­tadır..

Onunla ilgili olarak, Üstat Muhyiddîn en-Nevevî bizzat kendisinin yazdığı yazısında şöyle demiştir: ‘Şam bölgesi­nin hafızıdır. Hatta tüm dünyanın hafızıdır. Mutlak olarak imam, sika (güvenilir) ve sebt (sağlam) bir zattır.’

Oğlu Hafız Ebû Muhammed Kasım naklediyor: ‘Babam pek çok kitabı(n okunuşunu, kıraatini) dinlemişti. Ancak bunlardan bir kısmını yol arkadaşı Hafiz Ebû Ali ibn el-Vezir istinsah ettiğinden dolayı kendisi istinsah etmemişti. Çünkü Ibnu-l-Vezirin istinsah ettiklerini baham istinsah etmiyor, ba­bamın istinsah ettiklerini de İbnu’l-Vezir istinsah etmıyordu, Bir gece ay ışığında camide bir arkadaşıyla konuşurlarken şöyle dediğini duydum: ‘Hadis peşinde o kadar gezdim ama sanki hiç gezmemiş gibiyim, bir sürü eserlere ulaştım ama şimdi hiç ulaşmamış gibiyim. Çünkü yol arkadaşım İbnu'l- Vezir’ın benim de kıraatlerini dinlediğim Sahibul-Buhâri, Müslim, Bey bakînin kitapları ve diğer âli (birinci elden, az ravili) senedli cüzlerle buraya geleceğini hesap ediyor­dum ancak Merv e yerleşip orada ikamete başladı. Yûsuf ibn Fârevâ el-Ceyyâni ve Ebû’l-Hasan el-Murâdînin de bu­raya gelmesini ümit ediyordum. Fakat Ebû’l-Hasan bana diyor ki: ‘Belki Şam’a gelirim, oradan da ülkem Endülüs’e dönerim.’ Velhasıl bunlardan hiçbirinin Şam’a geleceğine ümidim yok. Bu durumda büyük kitapları, mühim ve âlî (birinci elden, az ravili) cüzleri tekrardan elde etmek için üçüncü kez yolculuklara çıkmam gerekecek.’

Birkaç gün geçmeden arkadaşlarından birisi çıkageldi ve kapısını çaldı. ‘Ben Ebû’l-Hasan el-Murâdîyim. Geldim.’ dedi. Babam karşılamak için dışarı çıktı, sonra buyur edip evinde misafir etti. Ebû’l-Hasan rivayetleri dinlenilmiş ki­taplarla dolu dön sepetle gelmişti. Babam buna çok sevin­di. Kıraatlerini dinlemiş olduğu eserlere, yorulmaksızın kolayca ulaştığı için Allah Teala’ya şükretti. Çıktığı yolculukların semeresi olarak bunlar ona yetti. Hemen kitaplara yöneldi. Bir kısmını kendisi istinsah etti, bir kısmını da et­tirdi, Ve nihayet maksadına ulaştı. Eline aldığı bir cüz sanki dünyanın malını elde etmiş gibi sevindiriyordu onu. Allah Teala rahmet etsin. O’ndan razı olsun.



Abdulfettah Ebu Gudde - Zamanın Kıymeti (Otto Yayınları)

Çeviri:Enbiya Yıldırım



Devamını Oku »

Uydurulmuş Dinden İndirilmiş Dine Kurân Müslümanlığı...

Uydurulmuş Dinden İndirilmiş Dine Kurân Müslümanlığı...


İslâmı yeni tanıyan biri İslamoğlu, Bayındır, Okuyan, Dorman, Taslaman veya Yaşar Nuri gibi birine rastlarsa ne olur...?

- Merhaba, ben İslâm ile yeni tanışacağım!

- Ehlen Vesehlen, merhaba kardeşim, ne iyi etmişsin, tam yerine geldin (!).

- Hristiyan ve Musevilerde olduğu gibi İslamda da aynı Tanrı var sanırım bir de Muhammed var, bir de Kur’ân mı? Ne yapmam gerekiyor İslâma girmek için?

- Hah evet, çok güzel araştırmışsın, ben de eksik kalanları düzeltip tamamlarım sana, mesela Tanrı değil Allah ve İslâma girmek için şehadet getirmelisin!

- Peki şehadet nedir, ne demektir?

- Eşhedu Enla İlâhe illallah Ve Eşhedu enne Muhammeden Rasulullah, diyoruz, yani Allah'tan başka ilah olmadığına ve Muhammed’in Onun Rasulu olduğuna şahitlik ederim demek.

- Peki, ama önce aklımdaki soruların cevabını bulup tatmin olmak istiyorum, olur mu?

- Elbette kardeşim, tabi ki bak çok önemli bir hususu dile getirdin (!) AKIL, aklına hakaret etmeden, uydurulmuş şeylerden uzak, indirilmiş dini anlatayım sana...

- Uydurulmuş mu, Baba Oğul gibi mi?

- Öyle sayılır, bazı insanlar şeyh evliya keramet mucize gibi şeylerin peşine düşmüşler ve TEK SAĞLAM KAYNAK olan KUR’AN'dan kopmuşlar. Biz de "Kurân müslümanlığı" diye ümmeti kurtarıyoruz...

- Kurân, İslâmın kitabı değil mi?

- Evet.

- Mucize her dinde vardı, yaratıcı kendi varlığını bizi aciz bırakan hallerle göstermiyor mu?

- Yok kardeşim, bunlar hep işte o Güya(!) keramet sahibi evliya veya şeyh'ler vasıtasıyla uydurulmuş şeyler(!) Tek Mucize Kurândır.

- Ben Kur’ânı okudum ancak, kendisi bizzat mucize haklısınız, diğer yandan içinde türlü mucizelerden bahsediyor, sadece Muhammedin değil diğer peygamberlerin de mucizelerinden bahsediyor, Süleyman ve sarayı, İbrahim ve ateşi, ve daha niceleri. Hem evliya ifadesi uydurulmuş dediniz, Kuranda geçiyor.

- A ah okudun mu? Ben sana izah ederim hepsini (!) o evliya anlatıldığı gibi değil, hem keramet ya da mucize diye birşey yok, tercüme edenler el etek öptürmek için, aklımızı kullanmayalım diye böyle yazmışlar...! Herkes okusa anlar, makamlar uydurmuşlar, AKLA HAKARET EDİYORLAR...

- Kafamdakiler çok netti, şimdi siz böyle deyince kafam çok karıştı, TEK SAĞLAM KAYNAK dediğiniz bu kitapta herşey açık.

- Evet işte ben de bunu diyorum, TEK REFERANS bu.

- Peki size bir kaç soru sorayım madem, bu Kurân'ı diğer Kitaplar gibi bozulmamasının delili nedir? 1400 yıldan beri kimler getirip taşımış?

- Kendi içinde yazıyor zaten, bu kitabın bir harfi bile bozulmaz, hem Allah’ın korumasındaki bu ayetlerin taşınmaya ihtiyacı yok ki, bizzat O'nun korumasında...

- Şimdi ben size bir kitap versem içine de yazsam; bu kitap bozulmamıştır, korunmaktadır diye (!) Akıldan bahsettiniz ya ondan soruyorum! Kitabın dışından bir delil yok mudur? Hem bu kitap havadan kendi kendine mi indi, 1400 yıl geriden buraya ışınlandı mı? Yoksa siz mi zamanda yolculuk yapıp oradan gidip aldınız? AKLA HAKARET olmasın diye tekrar sorayım dedim. Bir de bu peygamberin (S. A. V) hadisleri yani sünnet varmış, hani Kuranda diyor, "Rasûlüme uyun ki Ben de sizi seveyim" ya, "Alemlere Rahmet" olana nasıl uyacağız?

- Yahu hiç şüphe edilmez Kurandan, elbette insanlar taşımış getirmişler, ancak bu kitap Allah’ın korumasında olduğu için dokunamamışlar, ancak hadisler uydurup kendilerine makam vermişler. Peygamberimiz Kuran'ın dışında hareket etmemiş ve konuşmamış, "o hevâsından konuşmaz" ayetle sabit, o yaşayan Kurân’dır. Kurandan başkasına ihtiyaç yoktur. Kafanı karıştırma hiç, aradığın her şeyi Kuranda bulursun...

- Bu Allah, kitap olan Kuranı koruyabiliyor da yaşayan Kurân olan ve uyun dediği âlemlere rahmet olanı koruyamamış yani! Bu insanlar hem Kuranı saf ve duru ve bozmadan sadakatle taşımış, hem hadis uydurarak fitne mi çıkarmışlar yani? AKILDAN BAHSETMESENİZ HİÇ SORMAZDIM bunları...

- Kafan çok karışmış senin, Allah ile aramıza perde koymamalıyız, din ile ilgili, hayat ile ilgili her şey bu kitapta...

- Sizinle konuşana kadar çok netti aslında! Şehadet dediniz, ikinci cümlesini katlettiniz... Peki, namaz kılıyorsunuz mesela, Kurânda baktım nasıl kılınacağını tarif etmiyor, siz neye göre kılıyorsunuz?

- Kurânda olmaz olur mu, sabaha doğru, akşam, gecenin bir vakti, Güneş tepedeyken vs. ayetlerle 5 vakit yazılı, usulca tesbih edin diye de yazıyor tarif ediyor üstelik.

- Hayır, kraat, rüku, secde, kaç rekat olduğu, nasıl duracağını, hangi duaları ya da âyetleri okuyacağını yazmamış. Oysa camilerinizde 14 asırdır uygulanan bir şekli var, bunun delilini soruyorum!? Madem sadece Kurân diyorsunuz, Kurân müslümanlığı diyorsunuz, aklınıza hakaret ettirmeyin diyorsunuz, ben de delili nerede diye soruyorum? Banyoda ya da amuda kalkarak mı kılmalıyım namazı, sırt üstü ya da yüzüstü yatarak mı?

- Edeplice yaklaşın diyor Kurân, nasıl kılındığı Hz. Adem'den İbrahim'den beri hep bilinir. Biz de onlara uyuyoruz. Kaç rekat ve şekli sana kalmış, uydurulmuş şeylerden uzak durun yeter, kabul edecek olan ise Allah'tır.

- Bakın ben bir denizciyim, Kurânda binler mucize var, ancak hiç deniz görmemiş biri yani Muhammede (S. A. V) inen bu kitapta denizcilerin bile yeni öğrendiği şeyler yazılı, geleceğe yönelik haberleri vermesi bir yana, bizzat görülen mucizeler (miraç vs.) anlatılmış. Bugün nasa ayın ikiye ayrılıp birleştiği izleri bulmuş gizliyor. Dünyadaki tüm denizciler sizin bu Üsküdar'da bulunan Hüdai yolunu bilirler, korumalı bir alandır ve fırtınalar kopsa, orada rüzgar esmez, bir damla yağmur düşmez. Fizik kanunlarına aykırı şeyler keramet ise, kimsenin inkâr edemeyeceği yüzyıllardır süre gelen bir keramet değil mi bu? Aziz Mahmut Hüdai bir evliyadır o halde. Yaşayan Kurân'ı yaşamayıp, Kurândan sadece meali ile ne anlarsak onu mu yaşayacağız? Anlayamadığımız yerde uydurmak serbest mi? Mucizeye karşı çıkmanız acizliği kabul edemeyişiniz ve kibrinizden mi?

Benden önce siz şehadet getirin de, ikinci cümleyi sözde bırakmayıp hayata geçirin lütfen. Kendinizden başka herkesi makam iftirası ile yaftalarken, hepsinin üstünde bir âlim, bir hoca, bir müslüman olarak ilan ediyorsunuz. Akla hakaret diyor, ancak akla bizzat siz hakaret ediyorsunuz. Neden okuduğunuz okulda üniversitede hocanızı oturtup siz ders vermediniz? Böylesine sadık, ve sünnet ile yaşayan asil bir silsileye tavrınız, yücelere ulaşmaya çalışan cücelerinki gibi, havaya tükürüyorsunuz.

Dönüp geldiği adres belli. Hakk etmediğinizi de kimse söyleyemez herhâlde! Amman siz kimseye tebliğde bulunmayın! Ben sizi ve siz gibileri dünyaya ilan edeyim ki, başkalarının aklına da hakaret etmeyin, çarpık ve yamuk güdümlü ifadelerinizden korunsun "ümmeti davet"...

- Hep cahiller(!) beni buluyor, sen git zaten! Akıllı olan, aklını bana verip dikkatle dinleyecek olan, nasibi olan gelsin. Peh...!

- Allah ile aranıza kimseyi almayın derken, kendinizi araya sokup, 1400 yılı tarihten silip, yüzlerce hadis âlimi ve hafızlara türlü hakaretler ediyor uydurulmuş din diyorsunuz! Fizik kanunlarına karşı çıkıyor, Kurana havadan zembille inmiş muamelesi yaparak indirilmiş din diyorsunuz! Demek Sui ulema diye duyduğum hadis buymuş. Sizden önce Kuranı okuyup biraz soruşturmasam, ne uyduruk bir din bu(!) deyip dönerdim muhakkak. Allah sizden sadece ümmeti daveti değil, ümmeti icabet olan Müslümanları da korusun...

Psk Dr Hikmet Hocaoğlu
Devamını Oku »