"eğer gerçek peygamber olsaydı yenilmezdi"



İslamoğlu, Yahudileşme Temayülü;

Mesihçi ve mehdici mantık, hep Bedir beklentisi içerisindedir. Muhtemel bir Uhud, ütopyacının tüm hayallerinin yıkılmasına, ümidinin kırılmasına sebep olur. Hatta, Uhud savaşında olduğu gibi, kimileri, kendilerini yenilmezliğe şartladıkları için, yenilgiyi görünce "eğer gerçek peygamber olsaydı yenilmezdi" diyerek irtidat eder, sahabe olarak geldiği Uhud'dan mürted olarak dönerler. (1)


Tenkit:

İslamoğlu, bu cüretkar sözleriyle sahabiye çok ağır bir hakaret savurmuştur..Güya sahabi bile Mehdici mantıkla hareket etmiş ve en ufak bir yenilgide hemen saf değiştirmiştir..İslam tarihi şahittir ki Sahabinin içinde bu gibi kaypak şahsiyetler yoktur..İslamoğlu, münafıklarla ilgili rivayetleri sahabiye tatbik etmektedir..Yazar, Sahabi'yi lügavi manada alıyor olacak ki Şia'nın bu terime yüklediği mananın bir benzerini yükleyerek münafıkları da sahabi kabul ediyor..Aksi taktirde Mümin olarak gelip te mürted olarak savaş meydanından ayrılan kişiyi göstermek zorundadır..Tarihen sabittir ki "Eğer gerçek peygamber olsaydı yenilmezdi" sözü mümin olan sahabilere değil Yahudilere ve münafıklara aittir..Böyle bir mantığın altında imanın henüz kalbe hiç girmediğinin izlerini bulmak mümkündür..

Münafıklarla Yahudilerin Nifak ve Fesada Koyulmaları

Uhud savaşı bir bela, bir imtihan, herkesin içindekini dışına vurma günü olmuş; mü'mini, münafıkı ayırt etmişti.[1]

Münafıklar; Müslümanların şehitlerine ağlayıp sızlamalarını Müslümanları Peygamberimiz Aleyhisselamdan ayırmak için bir fırsat saydılar.

Yahudilerin hıyanet ve yaramazlıkları da açığa çıktı.

Medine'de nifak ve fesat kazanı kaynamaya başladı.

Yahudiler, Peygamberimiz Aleyhisselam hakkında:

"Eğer gerçekten peygamber olsaydı, Kureyş müşriklerini yener, onlara yenilmezdi! Kendisinin hükümdarlıktan, saltanattan başka bir maksadı yoktur!" diyorlardı.

Münafıklarda aynı şeyi söylüyor, yaralı Müslümanlara:
"Bize itaat etmiş olsaydınız, uğradığınız musibete uğramazdınız!" diyorlardı.[2]

Abdullah b. Übeyy b. Selûl ve onunla birlikte olan münafıklar, Peygamberimiz Aleyhisselamla sahabilerinin yaralanmış olmalarına seviniyorlar, çirkin sözler söylüyorlar, yaygara koparmaktan geri dur­muyorlardı.

Abdullah b. Übeyy b. Selûl, Uhud'da yaralanmış olan oğluna:

"Sen benim görüşümü dinlemeyen, gençlerin görüşüne uyan Muhammed'le Uhud'a gitmeseydin, bu musibete uğramazdın! Vallahi, ben işin bu sonuca varacağını görür gibiydim!" diyor, oğlu Abdullah ise:

"Allah'ın Resulüne ve Müslümanlara yapmış olduğu şeyde, muhakkak, hayır ve hikmet vardır!" diy­erek cevap veriyordu.[3]

-----

[1] İbn İshak, İbn Hişam, Sîre,c.3, s. 112.
[2] Beyhaki, Delâilü'n-nübüvve, c. 3, s. 216-217, Ebu'l-Fidâ, el-Bidâye ve'n-nihâye, c. 4, s. 48.
[3] Vâkıdî, Megâzî, c. 1, s. 317.
[M. Asım Köksal, İslam Tarihi, Köksal Yayıncılık: 4/220-221.]

*
(1) Mustafa İslamoğlu , Yahudileşme Temayülü, s. 268.



http://ahmednazif.blogspot.com.tr/2014/08/islamoglu-yahudilesme-temayulu-mesihci.html
Devamını Oku »

Mustafa İslamoğlu'nun Muta nikahı sorusunda düştüğü çelişki

Mustafa İslamoğlu'nun Muta nikahı sorusunda düştüğü çelişki


İslamoğlu'na göre Nebinin teşri, haram koyma veya koyulmuş bir haramı helale çevirme yetkisi yoktur. Ona göre kimlerle ve nasıl evlenebileceği hususu Kuran ayetleriyle düzenlenmiş; evlilikle ilgili haramlar ve helaller sadece Kuran'dan çıkarılmış olması gerekmektedir. (1) İslamoğlu, sünneti bağımsız bir teşri kaynağı olarak görmediğinden hadislerde gelen şeri hükümleri; bu bağlamda haramları kabul etmemekte ve bunları Allah Resulünün (s.a.v.) idareci kimliğiyle koyduğu dönemsel yasaklar şeklinde değerlendirmektedir. (2) Aynen, yerine seçilen halifelerin/siyasi otoritenin koyduğu, dini bağlayıcılığı ve kalıcılığı olmayan yasaklarda olduğu gibi...Bu hatırlatmalar ışığında İslamoğlu'nun Muta hakkında verdiği cevabının içinde var olan çelişkiye bakalım:

Soru: Hocam; Geçenlerde bir arkadaş şöyle bir şey anlattı; "esnaf bir kimse İran'a gitmiş ve 1-2 hafta kalması gerekiyormuş. Ona demişler ki, seni burada geçici olarak evlendirmemiz lazım ( Mut'a Nikahı ile) ve iki haftalığına bir bayanla nikah yapmışlar."

Bunu duyunca çok şaşırdım. İranlı müslüman kardeşimiz böyle bir nikahı nasıl helal saydıklarını anlayamadım. İnternetten araştırdım ama doyurucu bir sonuç alamadım. Genel olarak şunu tespit ettim; ehli sünnet alimleri , Resulullahın geçici bir süre buna izin verdiğini ama sonradan haram olduğunu söylediğini ve bunun kesinlikle haram olduğu görüşündeler. Şia ise şöyle düşünüyor; bunun Resulullah döneminde de yapıldığını sadece Hz. Ömer döneminde yasakladığını ve Hz. Ömer'in yasaklamasının "haram" olma vasfını getiremeyeceğini söylüyorlar. Ve bu işin aslını öğrenmek için size danışma gereği hissettim.

İslamoğlu: Evet, buna geçici nikah da denir. Ehl-i Sünnet bunu kesinlikle haram kabul etmiştir. Bu yaklaşım doğrudur. Şia ise Hz. Ömer'in yasaklamasının bunu haram kılmayacağı sonucuna ulaşmıştır. Oysa ki yasaklayan bizzat Rasulullah'ın kendisidir. Fakat Şia kaynaklarına bu yasaklama hadisi kendi rivayet zincirleri yoluyla girmediği için bununla amel etmemişlerdir. (3)



Değerlendirme: Öncelikle cevap metninde geçen tüm 'yasak' kelimelerinin 'haram' anlamında kullanıldığına dikkat edelim. Çünkü bu zaten helal-haramın konusuna girmekte, hem de İslamoğlu'nun "Ehl-i Sünnet bunu kesinlikle haram kabul etmiştir" cümlesinde de haram olduğu tespit edilmektedir. Demek ki İslamoğlu burada "haram değil yasak" şeklinde bir kelime oyununun ardına saklanamayacaktır.

Buradaki çelişki ise İslamoğlu'nun -ehl-i sünnetin yaklaşımına uyumlu-cevabından Mutanın belli bir dönem serbest kılındığı anlaşılması, ilgili hadislerin kabulünün, ayetlere göre haram olması gereken Mutanın (Eğer Kuran'da var denilirse bu sefer de helal olan şeyi haram ettiği şeklinde bir sonuç oluşur ki bu sonuç ta İslamoğlu'nun metoduna terstir.) Resulullah (s.a.v.) tarafından serbest kılındığı; aslında haram olan bir akdin Onun (s.a.v.) izniyle helalleştiği ve süreli iznin iptaliyle tekrar haram haline döndüğünün ikrarıdır.

Burada İslamoğlu'nun "haram" yerine "yasak" kelimesine sığınması da mümkün değildir. Çünkü Kuran ayetleriyle kimlerle ve hangi şartlarla evlenileceği tespit edildiğine göre bu şartlardan veya rükünlerden birini kaldırmak, değiştirmek haramın-helalin konusu olmaktadır.

İslamoğlu'nun bu soruya kendi usulü açısından verebileceği tek cevap ilgili yasaklayıcı ve bir süreliğine izin verici hadislerin inkarı olmalıydı..Bayındır Hoca, bu noktada daha dikkatli (4) olduğundan en azından çelişkiye düşmekten kaçınmış oluyor.

***
(1) http://www.mustafaislamoglu.com/yazar_2129_24_sunnet-tasavvurumuz.html

(2) Aile Eğitim setinde Tahrim Suresinin işlerken, "Allah Resulünün dini hükümlerde haram koyma yetkisi var biz onun için eşeği kurdu yemiyoruz" şeklinde açıklamanız var. Geçen seneki Tahrim Suresi tefsirinde Allah Resulünün haram koyma yetkisinin olmadığını, sadece yasak koyabileceğini, yasakladığı ipek elbisesini bir sahabenin bitlenmesi sebebiyle giymesini müsaade ettiğini söylüyorsunuz. 3 Muhammed kitabından incelemeye çalıştım, ama yine kafamdaki sorulara cevap olmadı. Meselenin aslı nedir hocam? Gerçekten arkadaşların savunduğu gibi her helal ve haram Kur´anda belirtilmiş midir? Ayette yasaklanan Leş, domuz... Haricindeki hayvanlar helal midir? Yoksa Allah, elçisine bu gibi konularda haram koyma yetkisi vermiş midir?Aziz mümin,
bu konu burada çözülemez. esasen bu konuda sesler hiç tek sese indirgenemez.
Çünkü:


1. Daha sahabe zamanında bu tartışıldı. Abdullah b. ömer gibi ısrarla tersini savunan sahabiler varken Hz. Aişe ve İbn Mes'ud matumat ve mekulat konusunda Kuran'ın son sözü söylediğini söylüyorlardı. İlginç değil mi?

2. Aile Eğitimi Serisi'ne medar olan konuşma 1993 yılında yaptığım bir ribat dersi. Tahrim suresi ise ondan 15 yıl sonra verdiğim bir ders. İkisi arasında geldiğim nokta isimlendirmede "haram" yerine "yasak" noktası. Bu fakiri sevindirdi, vesile de siz oldunuz.

3. Bu meseleyi bu düzlemde tartışmak çözümsüzlüktür. Bir tarafın küsmesi sadece cehaletten değil, cehaletin yanında had bilmezlikten. Şafii'nin sözünü tekrarlıyorum: Cahiller susarsa ihtilaf biter. Bu doğru.

4. Sahabe bu mevzuda hassas olmuş. İhtilafa rağmen hiç biri diğerine küsmemiş. O hassasiyeti rivayet geleneğinde görüyoruz. "Nehe'n-nebi an ekli luhumi'l-humuri'l-ehliyye, ve kullu zi nabin mine'l-vuhuş ve kullu zi atnebin mine'l-vuhuş" (Nebi ehli eşek etini, yırtıcılardan pençelileri, kuşlardan gagalıları yasakladı).

http://ahmednazif.blogspot.com.tr/2014/07/nebinin-haram-koyma-yetkisi-1.html

(3) http://www.mustafaislamoglu.com/HD166_mut-a-nikahi.html

(4) https://www.youtube.com/watch?v=xWUpW7nzDZ0
Devamını Oku »

Hz.Ömer'in (r.a.) Fethedilen Araziler Hakkındaki ve Ehl-i KitapKadınlarla Evlenme Hususundaki Uygulaması ve İslamoğlu; Yine GeldiHamsi Sezonu.

Hz.Ömer'in (r.a.) Fethedilen Araziler Hakkındaki ve Ehl-i Kitap Kadınlarla Evlenme Hususundaki Uygulaması ve İslamoğlu; Yine Geldi Hamsi Sezonu.

Mustafa İslamoğlu: Suriye'nin harpte ele geçirilen arazilerini (Savafi) Kur'an'ın açık hükmüne ve Nebevi uygulamaya rağmen askere dağıtmayan; Kur'an'ın açık iznine rağmen Ehl-i Kitap hanımlarla evliliği yasaklayan Hz. Ömer, bütün bunları Allah'ın hükmüne karşı geldiğinden dolayı mı yapıyordu? (1)

Cevap:

1. İslamoğlu: "Suriye'nin harpte ele geçirilen arazilerini (Savafi) Kur'an'ın açık hükmüne ve Nebevi uygulamaya rağmen askere dağıtmayan..."

Cevap:

Prof. Saffet Köse:
Tartışmanın temelinde, anveten (savaş yoluyla/güç kullanılarak) fethedilen toprakların Enfal Sûresi’nin (8) 41. ayeti uyarınca beşte biri çıkarıldıktan sonra kalan kısmının gazilere dağıtılması gerektiği, Hz. Peygamber’in uygulamasının da (mesela Hayber’de) bu şekilde olduğu, Hz. Ömer’in ilgili ayet ve Peygamber uygulamasına rağmen maslahat düşüncesinden hareketle farklı davranarak bu toprakları sahiplerinde bırakmak suretiyle haraca bağladığını, bunun da nassla sabit olmuş hükümlerin maslahat gerektirmesi halinde değişebileceğine bir delil teşkil ettiği iddiası vardır...Hz. Peygamber silahla elde edilen Benî Kureyza, Hayber ve Vâdi’l-Kura ganimetlerini Enfal suresinin 41. ayeti doğrultusunda beşte dördünü savaşçılara, beşte birini de ayette zikredilen diğer sınıflara olmak üzere dağıtmış, ancak Hayber’in bir kısmı[13] ve Vâdi’l-Kuraarazisi Yahudilere yarıcılıkla işletme­ye verilmiştir. Hz. Ömer’in hilafeti döneminde Hayber Yahudileri bu topraklar­dan çıkarılırken araziler tekrar hisse sahiplerine dağıtılmıştır. Benî Nadir ve Fedek arazisi barış yoluyla ele geçirildiğinden Haşr suresinin 6-9. ayetlerinin hükmü uygulanarak Resul-i Ekrem’e ait kabul edilmiş, o da elde edilen gelirleri yolcuların, Haşimoğullarının fakirlerinin ihtiyaçları ve devletin savunma giderleri için harcamıştır. Öte yandan Mekke, -İslam alimlerinin çoğunluğuna göre- kuv­vet kullanılarak fethedilmiş fakat Hz. Peygamber Mekkeliler’in mallarına ne ga­nimet (8/41) ne de fey (59/6-9) hükümlerini uygulamıştır....

Kur’ân hükümleri ve Hz. Peygamber’in uygulamaları ile sahabe tatbikatı­nın doktrindeki yansımaları da şu şekilde olmuştur. Hanefiler fethedilen toprak­larda nihai kararın devlet başkanına ait olduğunu bir başka ifadeyleHz. Pey­gamber’in bu alandaki uygulamalarının bir devlet başkanlığı tasarrufu olduğunu savunurlar. Buna göre Devlet başkanı savaş yoluyla fethedilen topraklara dilerse Enfal suresinin 41. ayetini uygulayarak belirlenen yerlere harcanmak üzere beşte birini aldıktan sonra kalanını savaşa katılanlara dağıtır, dilerse eski sahiplerinde bırakarak haraca bağlar. Birinci durumda toprak, öşür; ikinci durumda harac arazisi olur...Bizzat Hz.Ömer’in kendi ifadeleri de Hanefîler’in konu ile ilgili yorumları­nın daha tutarlı olduğunu ortaya koymaktadır. Çünkü ganimet (8/1, 41) ve fey (59/6-10) ayetleri (li’r-resul ifadesindeki lam aidiyet ifade eder) bu konudaki tasarrufun Devlet başkanı sıfatıyla Hz. Peygamber’e ait olduğunadelalet eder. Hanefilerin bu yöndeki tercihinde Hz. Peygamber’in ilgili ayetler yönündeki uygulamaları etkili olmuştur. Resul-i Ekrem tasarruflarında sadece bir Peygam­ber olarak değil farklı konumlarda hareket etmiştir. Bunlardan birisi de devlet başkanlığı tasarrufudur. (2)

Yazının tamamı:
http://www.islamhukuku.com/Uploads/Sayilar/sayi7__%28p13-49%29564.PDF

Sonuç: Hz. Ömer (r.a.), ahkamı değiştirmemiş, zamana uydurmamıştır. Maslahat düşüncesiyle veya dönemsel şartlara bakarak Kurani bir hükmü iptal etmemiştir..Tam tersine; Kuranı ve ahkamı uygulamıştır..Hz. Ömer (r.a.) için bunun tersi durum yani Kur'an'ın hükmünün uygulanmaması söz konusu olamaz..Hanefi fıkhında yerini bulan bu hüküm, Sahabilerin istişarede vardıkları ortak neticedir ve bu yönüyle Sahabi icmasıdır..Dolayısıyla fetihlerle elde edilen arazinin harac arazisi olarak değerlendirilmesinin Kur'an'a uygun olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz..

2. İslamoğlu: "Kur'an'ın açık iznine rağmen Ehl-i Kitap hanımlarla evliliği yasaklayan Hz. Ömer.."

Cevap:

a-Hz. Ömer'in İslam’da bir yasak olma­masına rağmen -Müslüman kadınların boşta kalmaması ge­rekçesiyle- ehl-i kitap gayrimüslim kadınlarla evliliği yasaklaması mevzuubahis değildir:

Prof. Dr. H. İbrahim Acar:
Rivayet edildiğine göre Hz. Ömer, Maide suresi 5. ayetin açık müsaadesine rağmen Medain valisi Huzeyfe b. El-Yeman ile ehli kitaptan olan karısını ayırmak isteyince[1] Huzeyfe evliliğimizin haram olduğunu mu söylüyorsun diye sordu. Bunun üzerine Hz. Ömer, “hayır, ancak onlardan fuhşa meyyal olanları almanızdan korkuyorum” şeklinde cevap vermiştir.[2] Bir başka rivayete göre ise Hz. Ömer “ Hayır, ancak yabancı kadınlarla evlenmenin yaygınlaşmasından ve müslüman kadınlara rağbet edilmeyeceğinden korkuyorum” demiştir.[3] Ehli kitap kadınlarla evlenmenin caiz olduğu kanaatinde olan Hz. Ömer’in bu müdahalesi mevcut hükmü kaldırma değil maslahata binaen geçici bir uygulama olabilir. [4] Onun bu tavrı muhtemel bir zararı önleme düşüncesinden kaynaklanmıştır. Bu zarar ise, ifade edildiği gibi ya kitabi kadınların ahlak dışı bir harekette bulunmalarından emin olmamak ya da müslüman erkeklerin kitabi olan kadınları tercih ederek müslüman kadınlarla evlenmekten kaçınmaları korkusudur.[5] Hz. Ömer’in Hüzeyfe’ye götürmüş olduğu tekliften müslüman erkeğin ehl-i kitap bir kadınla evlenebileceği ancak yapılacak bu tür evlilikler konusunda dikkatli davranılması gerektiği de anlaşılmaktadır. Tabi ki burada müslümanların maslahatı ön plana çıkmaktadır. İffet sahibi ehl-i kitap kadınlarla evlenmede bir maslahat bulunmuyor ve bu tür evlilikler müslüman ailelere dolayısıyla İslâm toplumuna zarar veriyorsa o takdirde mübah olan ehl-i kitap kadınlarıyla evlenme hükmü harama dönüşür. [6] Çünkü ailelerin içinde bulunduğu ortam toplumun şekillenmesinde etkili olmaktadır.

[1] Bazı rivayetlere göre ise Hz. Ömer, Huzeyfe’ye karısını boşamasını tavsiye etmiştir. (Sabuni, a.g.e., I, 288; bkz. İbn Kesir, a.g.e., I, 257
[2] Cessâs, a.g.e., II, 324; Kurtubi, a.g.e., III, 68; İbn Kesir, a.g.e., I, 257.
[3] İbn Kesir, a.g.e., I, 257.
[4] Kurtubi, a.g.e., III, 68; Döndüren, Hamdi, Delilleriyle Aile İlmihali, İstanbul, 1995, s. 173.
[5] İbn Kesir, a.g.e., I, 257; Zuhayli, a.g.e., VII, 155.
[6] Mübeşşir et-Tirâzi el-Hüseyni, el-Mer’etu ve Hukukuha fi’l-İslâm, Kahire, 1977, s. 175­176...(3)



b- Devlet başkanının tasarrufunda olan, muamelata giren (4) bu gibi uygulamalardan Kuran'ın açık hükmüne muhalefet çıkarmak aynen Kuran'ın deniz avını helal kılmasına rağmen (Maide 96: Deniz avı ve onu yemek size de, yolculara da, geçimlik olarak helal kılınmıştır...) devlet reisinin belirli gerekçelerle avlanmaya bir müddet izin vermemesini Kuran'a aykırılık olarak nitelemeye benzer. Aslında meseleye bir mübahı haram kılmak açısından değil bir zararı gidermek açısından bakıldığında sorun kendiliğinden hallolur..Şeri hukuk sistemi olsaydı ve halife de hamsi veya başka bir balığın avlanmasına belirli sezonlarda ruhsat verseydi bu durumu İslamoğlu Kuranın açık emrine aykırılık olarak niteleyebilecek miydi?. Veya ziraat esas itibariyle helal olmasına rağmen tarımda bazı kısıtlamaların getirilmesini de aynı şekilde şeri hukuka aykırı mı bulacaktı? (Örnek: Amik ovasında 2'nci ürün ekimi yasaklandı.
Türkiye'nin en verimli ovalarından Hatay'daki Amik ovası can çekişiyor. Ovayı besleyen su kaynakları her geçen yıl kuruyor. Devlet Su İşleri Şube Müdürlüğü su sıkıntısı yüzünden ova çiftçisine ikinci ürün ekimini yasakladı.(5))

İslamoğlu'nun mantığına göre her iki örnekte Kuran'ın ve şeriatın açık hükümlerine muhalefet olmalıydı..Ama değil..Burada öncelikle haram/yasaktan değil zararın definden söz etmeliyiz..Aynı şekilde Hz. Ömer'in (r.a.) devlet başkanı sıfatıyla mevcut hükmü kaldırma değil ama maslahata binaen geçici olarak böyle bir uygulamaya gitmesi, ne Kuran'a ne de sünnete aykırıdır. Başka bir deyişle, bu tarz uygulamalardan Kuran'a aykırılık çıkartmak mümkün değildir..Çıkartılırsa devlet düzeni kurulamaz..Örneğin askerde zorunlu olarak bir üniforma giyilmesi, Kuran'da ve hadiste böyle bir emrin olmamasıyla itiraz edilemeyeceği gibi şeri manada mübahın haram kılınması olarak ta değerlendirilemez..

Örnekler çoğaltılabilir..Amr bin As (r.a.) bir sefer sırasında ateş yakmayı yasakladı..Askerlerden bazıları itiraz etti..Oysa ateş yakmak veya seferde iken ateş yakmak, ısınmak, ihtiyaçtır ve mübahtır.."Nasıl olur da Amr bin As (r.a.) yasaklar" tepkisi koyulabilir mi? Rivayete bakalım:
Mücâhidlerin gittiği bölge çok soğuktu. Isınmak için ateş yakmak istediler. Amr bin As karşı çıkarak dedi ki:
- Kim ateş yakarsa, onu yaktığı ateşin içine atacağım.
Onun bu sözleri Ashabın çok ağrına gitti. Hazret-i Ömer, onun bu sözlerini işitince çok üzüldü ve yanına gitmek istedi. Hazret-i Ebu Bekir ona engel oldu:
- Onu kendi hâline bırak. Resul-i ekrem onu, savaştaki üstün bilgisi yüzünden bize kumandan tayin etti. (6)

Sonuç olarak şunu diyebiliriz: Eğer Hz. Ömer (r.a.) Kuran'a göre Ehl-i Kitap kadınlarla evliliğin hükmünü yasak/haram bulduğunu savunsa idi o zaman bir aykırılıktan bahsedilebilirdi..Öte yandan İslamoğlu'nun kendi tarzıyla bile baksak buradan Kuran'a aykırılık çıkarılamaz..Çünkü kendisi yasak ile haram arasına fark koyar..(7) Hz. Ömer'in (r.a.) uygulaması ise haramlık değil yasaklık temelli..
***
(1) Mustafa İslamoğlu, Fıkıh ve İbadet Yazıları, Düşün yayıncılık, s. 32.
http://www.yenisafak.com.tr/arsiv/1999/mart/24/yazarlar/islamoglu/
(2) http://ahmednazif.blogspot.com.tr/2014/02/hzomerin-fethedilen-arazileri-ganimet.html
(3) http://ahmednazif.blogspot.com.tr/2014/02/remel-3-talak-ehl-i-kitap-kadnla.html
(4) http://www.sevde.de/Fikhi/M/M1/muamelat.htm
(5)http://www.cnnturk.com/2008/turkiye/07/24/amik.ovasinda.2nci.urun.ekimi.yasaklandi/484718.0/index.html
(6) http://www.dinimizislam.com/detay.asp?Aid=3654
(7) http://www.mustafaislamoglu.com/HD252_nebi-nin-helal-ve-haram-koyma-yetkisi-var-mi-.html



http://ahmednazif.blogspot.com.tr/2015/01/hzomerin-ra-fethedilen-araziler.html
Devamını Oku »

M.İslamoğlu,Nebi'nin Haram Koyma Yetkisi-3

M.İslamoğlu,Nebi'nin Haram Koyma Yetkisi-3
 Bir Özür 5 İçtihad : Haram ,Yasak , Azimet, Ruhsat, Hediye..

....Bu konuyu toparlarken, İslam ümmetinin klasik çağlarındaki kadına bakış açısıyla, Yahudi bakış açısının çakıştığı çok bariz bir biçimde görülmekte. Yahudiler adet halini bahane ederek kadını aşağıladılar. Sonraki asırlarda yer eden erkeksi fıkıh da, konuyu aynı bakış açısıyla ele aldı. Asıl Yahudileşme temayülü dediğimiz olgu işte böyle tezahür ediyordu.
Halbuki kadının adet hali, Peygamberimizin de buyurduğu gibi Allah'ın yarattığı hilkat gereğiydi ve insan neslinin devamı için İlahi kudret tarafından kadın doğum organlarının sürekli doğuma hazır tutulması için Allah tarafından harika bir sistemle yaratılıştan takdir edilmişti.

Beşer neslinin devamı gibi ulvi bir gaye uğruna, kadına yüklenen bu ağır ve bir o kadar da şerefli yük, nasıl oldu da suçmuş gibi kadını kadın yaratıldığına bin pişman eden bir baş kakıncına dönüştürüldü? Oysa, kadın bu halinden dolayı tebrik edilmeli, insan neslinin devamı için her ay verdiği bu kandan dolayı ödüllendirilmeliydi. İşte, Allah'ın Resulü (s), kadını namazdan muaf tutarak ödüllendirmiş, diğer ibadetlerde de kadına geniş müsamaha ve hoşgörü gösterilmiştir. Adetli kadının, insan neslini devam ettirmek için verdiği kan, onu ancak şehitle kıyaslanır bir mertebeye çıkarır. Şehit doğurmak için her ay şehit olan bir kadının hakkı, bu özelliğinden dolayı cezalandırılmak değil ödüllendirilmektir. Hayız konusundaki Nebevi yaklaşımın böyle algılanmayıp da, dua, zikir, ilim gibi ibadetlerden uzaklaştırılarak, mescide sokulmayarak, cemaatten ayn tutularak, Kur'an okuması yasaklanarak cezalandırılmayı hakeden bir "suç", bir "günah", bir "ayıp" gibi algılanması, geleneksel anlayışa karışmış bir Yahudileşme eğilimidir. (1)

Hayızlı Kadının İbadeti

Soru: Namaz dinimizin direği olarak tanımlanacak kadar mühim bir ibadettir, Kur'an-ı Kerim'de sıklıkla namazı dosdoğru kılmayı buyuran ayetlerle karşılaşırız. Namaz her koşulda ikame edilir; su yoksa da, hasta olunsa da, savaş varsa da..Bu kadar mühim olan namaz neden kadınların hayızlı zamanlarında askıya alınır? bunun gerekçesi ve anlamı nedir? Bazı hanımlar her ay iki hafta kadar hayızlı oluyorlar, böyle bir durumda ömrünün yarısını namazsız geçirmiş olacaktır bu mümin. neden peki? Hayatımızın yarısından namazı çıkartmamız eğer bizim münkerden alıkonulmamıza engel değilse, neden namazı 5 vakit kılmak gerekiyor ve her gün? İnanın derin tereddütler ve vicdan azabı içerisindeyim. Rabbim bana neden namaz kılmadığımı sorduğunda, ne cevap vereceğim? Atalarımdan öyle gördüğümü mü? Ben bilmiyorum, araştırdım ve bir delil de bulamadım. Lütfen, eğer bilginiz varsa beni de aydınlatır mısınız?

1. hayızlı kadının namazdan muaf olmasının delili nedir? konuyla ilgili hadisler bir haram koyma anlamı mı içermektedir?
2. hayızlı kadının namaz kılması şayet Rabbimiz tarafından yasaklanmışsa, amenna. bunun ötesinde bir şey sormak haddimize düşmez ama bunu hayızlı kadının çektiği eza ile açıklamanız pek uygun değil kanımca. zira her kadın aynı sıkıntıyı çekmez, kimisi hiç sıkıntı çekmez. kaldı ki günümüzde tıbbın gelişimiyle hayızlı kadının çektiği eza asgariye indirilebilmekte ve dahi yok edilebilmekte.
3. namaza engel olan unsur eğer kansa, özür kanı namaza engel sayılmıyor. eğer sıkıntı ise, kadın ya da erkek çeşitli sebeplerden dolayı bundan çok daha fazla sıkıntı çekebiliyor. bu türden sıkıntılar namazı askıya alma gerekçesi sayılamazken hayız durumu neden sıkıntı oluşturuyor?

İslamoğlu:

CEVAP:

a. Namaz hayızlı kadından muaftır. Bunun yorumu hayızlı kadın insanlığın bekası için çektiği bu sıkıntı namaz yerine, ibadet yerine geçmektedir. Buna hangi kadın itiraz edebilir? Hayızlı iken hanımların nasıl sıkıntı çektiğini bir hanım olarak siz daha iyi takdir etmelisiniz.

b. Namazın beş vakit olması bir mucizedir. Çünkü günümüz insanı bir iki vakitle dünyayı ahirete gök  iğnesiyle dikemezdi. Bu kadar çok unutuyoruz ki bu kadar çok hatırlatılması gerekiyor.

1. Namazın abdestsiz kılınmamasıdır. Hayız abdeste münafidir.

2. Bunun cevabı yukarıda geçti. Arafat'ta vakfeye duran herkes de yolcu değildir, ama namazları Mekkeli de olsa cem eder.

3. Özür kanı namaza engel sayılmaz, kıyam, rüku, secde olmadan namaz da olmaz, ama özürlüyse olur...(2)

Yaşar Nuri: Hayızlı Ve Lohusa Kadına İbadetin, Mabede Girmenin Yasak Edilmesi

Adet görmüş kadına reva görülen zulmü Kur'an yıkmıştır. Ne yazık ki Kur'an'ın yıktığı bu zulmü, Hz. Peygamber'in vefatından sonra İslam'ın ta içine soktu­lar ve adına da "sünnete riayet" dediler.
Kur'an, kadınların hayız halini bir "hastalık ve sıkıntı hali" (eza) olarak nitelendirmektedir. Eza, kadına eziyeti din yapanların iddia ettikleri gibi "pislik" demek değildir. Yola düşmüş ve geçişi zorlaş­tıran her şey bir eza yani sıkıntı sayılmıştır. O düşen şey bazan dışkı türü bir şey de olabilir. Bunun böyle ol­ması eza kelimesinin "pislik" şeklinde tercümesine bahane yapılamaz!
Eza, Isfahanlı Râgıb'ın da belirttiği gibi, "Canlı­lara dokunup onlara bedensel veya ruhsal yön­den eziyet veren dünyevi ve uhrevi her türlü şeye denir." Râgıb, Kur'an dilindeki ustalığını, ko­numuz olan Bakara Suresi 222. ayeti özellikle ele alarak bir kez daha sergiliyor. Diyor ki: "Bu ayette âdet ha­line eza denmesi din ve tıp açısından eza olma­sı yüzündendir. Nitekim tıp sanatının ustaları bunun böyle olduğunu bildirmektedir." (Râgıb; el-Müfredât, eza mad.) Râgıb'ın bu beyanının bizi götürdü­ğü sonuç şudur: Âdet hali bir hastalık halidir.

Kadının hayız halini bir "pislik" hali gören anla­yış, esasında kadının kendisini de tam temiz görme­mektedir...

Tüm bunların doğal ve tevhidi sonucu olarak, Hz. Resul, hayız haliyle ilgili fıkıhsal düzenlemeleri hasta­lık hükümlerine göre yapmıştır. O halde sonuç şu ola­caktır:

Hayız halindeki kadın, namazlarını kılma­yabilir, oruçlarını tutmayabilir, camiye-cemaate gitmeyebilir. Durumu düzelince, tutamadığı oruçlarını kaza eder (çünkü orucun kazası Kur'an'da düzenlenmiştir), kılamadığı namaz­ları ise kılmaz (çünkü Kur'an namazın kaza­sından söz etmez), onlar kendisine bağışlan­mıştır. Ama isterse, durumunu uygun bulursa, tıpkı diğer hastalık hallerinde olduğu gibi, namazını kılar, orucunu tutar.

Yani hayız hali, ibadetler konusunda kadına ruhsat vermektedir; kadın isterse bu ruhsatı kullanır, istemezse kullanmaz. Hayızlı kadın için yasak yok, ruhsat vardır.

Ama sonraki devirlerin kadın karşıtı zihniyetleri, ruhsatı yasağa çevirmiş ve hayızlı kadına, bir dizi yasak koymuştur. Bazılarım verelim: Namaz kılamaz, oruç tutamaz, Kur'an okuyamaz, tavaf edemez, camiye giremez, Kur'an'a el süremez... Daha kötüsü, bu yasak­ları aynen lohusa kadın için de geçerli kılmış­tır. Öyle ki bazı "gayretli fakihler", hayızlı ve lohusa kadının caminin avlusundan geçip geçmeyeceğini bile tartışma konusu yapmışlardır. Aynı fakihler, kanlı basur olduğu için makatından sürekli kirli kan akan birini "özür sahibi" saymakta ve onun, her farz namaz için bir abdest alması şartıyla dilediği gibi ibadet edebileceğini hükme bağlamaktadır.

Şimdi, fıtratı bozulmamış ve kadın düşmanlığı ille­tine tutulmamış bir vicdan sormaz mı: "Bu din, nasıl oluyor da, makatından kan akan bir insana ta­nıdığı ibadet kolaylığını, annelik gibi yüce bir niteliğin göstergesi olan doğal bir kan akışına maruz kalmış kadına tanımıyor, o kanı "Al­lah" demeye bile engel sayıyor?!"

Bir başka ibret verici nokta da şudur: Kur'an'ın hayız halini düzenleyen ayetinde bir tek yasak vardır, o da erkeğe yöneliktir: Hayızlı kadınla temas yasağı..Kur'an düzenlemeyi böyle yap­mışken hiçbir yasağa muhatap kılınmayan ka­dına bir dizi yasak getirilmiştir...

Özetleyelim: Hayızlı kadınlar, isterlerse her türlü ibadetlerini yapabilirler: Namaz kılarlar, oruç tutarlar, Kur'an okurlar, mabede-cemaate giderler. Ama din onlara, o hallerinde iken bu yükümlülükleri yerine getirmeme izni vermiştir. İsterler ve gerek görürlerse bu izni kulla­nabilirler. (3) (13)

Değerlendirme ve Tenkit:

Soru: Hayızlı kadın için hangi teşhis doğrudur?
a-Hastalık ve sıkıntı halinde olduğu,
b-Temiz olmadığı , abdestsiz sayıldığı,
c-Her ikisi,
d-Hiç biri.

Kuraniyyun (Mealciler) hayız ile ilgili hükümlerde ihtilaf ettiler..İhtilafın başı hayızlı kadının hasta kategorisinde mi yoksa temiz olmayanlar/hükmen-manen kirli kategorisinde mi olduğudur..Soruya cevap:
Yaşar Nuri :a
Abdülaziz Bayındır :b (4)
İslamoğlu: c.

Çünkü yukarıdaki alıntıda ve sohbetlerinde her iki sebebi de vurgulamıştır :

"Namaz hayızlı kadından muaftır. Bunun yorumu hayızlı kadın insanlığın bekası için çektiği bu sıkıntı namaz yerine, ibadet yerine geçmektedir. Buna hangi kadın itiraz edebilir? Hayızlı iken hanımların nasıl sıkıntı çektiğini bir hanım olarak siz daha iyi takdir etmelisiniz.Yine , bir vesileyle aynı soruyu c üzerinden cevaplandırmıştır." (5)

İslamoğlu'nun c sinde fıkhi dayanak b olarak verilmiştir..İslamoğlu'nun c si gerçekte hafif b sosuna batırılmış/evrimleşmiş a'dır..

Bayraktar Bayraklı: d ; Regl döneminde namaz da kılınır, oruç da tutulur:

Tefsiri yazarken, yorumlarken sizi çok şaşırtan, "Bu şimdiye kadar nasıl böyle yanlış yorumlandı" dediğiniz ayetler oldu mu?

(Hoca cevap verir:)Kadının regl dediğimiz dönemi ile ilgili tefsir yaparken çok şaşırdım. O durumda olan bir kadına Allah emir veriyor; cinsel ilişki olmayacak. Bu ayet bu kadar. Oysa din adamları ne yapmışlar; Camiye giremez, Kuran'ı eline alamaz, oruç tutamaz, namaz kılamaz. Bunlar yok Kuran'da. Çıldırmış bunlar. Kadın şimdi o haliyle voleybol oynarken, nasıl namaz kılamaz. (6)
Bayraklı Hoca'yı d ye almamın sebebi adetli kadın için "Bunlar yok Kuran'da. Çıldırmış bunlar. Kadın şimdi o haliyle voleybol oynarken, nasıl namaz kılamaz" sözünün zahirinden anlaşılan kadının abdest ve sıhhat halinin devamı.Bu dönemi sıkıntı veya abdestsizlik olarak almaması..

Değerlendirme : Görüldüğü gibi ihtilafın ana kaynağı kadının özel günlerinde abdestli-abdestsiz , sıhhatli-hasta sayılıp sayılmaması ve bu ikisinden hangisinin tercihi üzerine..

Bu ihtilafın sonucu:

Kadın özel günlerinde namaz kılar mı?

kılamaz: Abdülaziz Bayındır..Çünkü temiz değil..
kılmasın: İslamoğlu..Biraz ruhsat ,biraz hediye , biraz da "zaten temiz değil"in karışımı Bayındır Hoca'dan daha yumuşak cümlelerle kılmasın şeklinde..
Hediye geri çevrilmez, ruhsatı değerlendirsin..Ruhsatı kabul etmek istemeyene veya namaz kılmakta ısrarcı olana... ancak o zaman regl döneminde kadının abdestsiz olduğunu kibar bir şekilde hatırlatma..
kılar: Bayraktar Hoca.
ister kılar isterse kılmaz: Yaşar Nuri Hoca..Çünkü o da aynen İslamoğlu gibi ruhsatı öne sürer..İslamoğlu'ndan farkı kadını bu özel günlerinde abdestsiz saymaması..

Sonuç: Aynı Kur'an'ı okuyan , ömrünü Kur'an üzerine araştırmayla geçirmiş 3 Kur'an hafızı veya uzmanı..Biri, orada kadınların regl dönemine olağan periyottan farklı bir şey görmemiş , biri hastalık görmüş, biri hem hastalık hem abdestsizlik görmüş , diğeri ise sadece abdestsizlik..

İslamoğlu'nun Eleştirisi:

1. İslamoğlu'nun öne sürdüğü fikirlerin orijinal olduğunu sanmıyorum..Yaşar Nuri'den esinlenmiş fikirlere özgünlük adına biraz edebi süslemeler (şehit doğurmak, şerefli yük, ödül v.s.) ve nihayetinde fıkhen emniyet supabı olarak abdestsizlik teması..Ama bu tema kadınlara hakaret olarak algılanmasın, erkek egemen bir fıkhın kaba seslendirmesi olmasın diye geriden ağır ağır geliyor..İki arada kalmanın kamuflajı olarak edebi süslü cümleler işin şirinlik tarafı..


2. İslamoğlu: "İşte, Allah'ın Resulü (s), kadını namazdan muaf tutarak ödüllendirmiş, diğer ibadetlerde de kadına geniş müsamaha ve hoşgörü gösterilmiştir."

a-haşa ..Namaza reva görülen şey sanki onun sırtta bir yük olduğu..Namazdan muaf tutulmak bir ödül olarak sunuluyor..Oysa soru sahibi bayan bunun kendisi için ödül değil bir nevi ızdırab olduğunu dile getiriyordu sorusunda.."Namaz her koşulda ikame edilir; su yoksa da, hasta olunsa da, savaş varsa da..Bu kadar mühim olan namaz neden kadınların hayızlı zamanlarında askıya alınır? "

b-Namazdan muaf olmak Resulullah'ın (s.a.v.) ödülü ise aynı soruya verdiği cevapta neden abdestsizlik vurgusu yapmıştır? Malumdur ki abdestsizlik ile ilgili hükmün kaynağı Kur'an'dır..Bayındır hoca, Bakara 222'den kadının ay halinde abdestsiz olduğunu çıkarmış (7)"Sana, kadınların aybaşı hali hakkında da sorarlar, de ki: 'O bir ezadır (rahatsızlıktır)'. Aybaşı halinde iken kadınlardan el çekin, temizlenmelerine kadar onlara yaklaşmayın. " Ayetinin temizlenmelerine kadar onlara yaklaşmayın kısmından manevi kirlilik yani abdestsizlik sonucunu çıkarmıştır..

c-İslamoğlu, kendi içinde çelişkiler yumağı bir görüntü sergiliyor..Eğer Kur'an abdestsiz saymışsa üzerine bunu Resulullah'ın ödülü olarak vermenin anlamı ne? Böyle bir durumda verilen ödül ne? Ödülü veren Kur'an değil mi?..

Yok eğer meselenin Kur'an'la ilgisi yoksa abdestsizlik halini sünnetten çıkarmak İslamoğlu'nun norm-form izahatına pek uygun değil..(8)



3. İslamoğlu: Hayız konusundaki Nebevi yaklaşımın böyle algılanmayıp da, dua, zikir, ilim gibi ibadetlerden uzaklaştırılarak, mescide sokulmayarak, cemaatten ayn tutularak, Kur'an okuması yasaklanarak cezalandırılmayı hak eden bir "suç", bir "günah", bir "ayıp" gibi algılanması, geleneksel anlayışa karışmış bir Yahudileşme eğilimidir.

Tenkit: İslamoğlu, burada hayızlı kadının ibadetini kısıtlayan; örneğin oruçtan men eden fıkhi yaklaşıma Yahudileşme eğilimi teşhisi koymuştur..Biliyoruz ki Tevrat'a göre hayız durumundaki kadın kirlidir, hatta yattığı yatak bile pistir..Yemek pişiremez hiç bir ibadet yapamaz..Adeta çevresinin bu kirli kişiden izole edilmesi gerekir..

İşte fıkhi mezheplerde hayızlı kadına serbest olan ibadetler bağlamındaki bu daraltmayı Yahudileşme/İsrailiyat olarak algılatıyor..Ehl-i Sünnetin bu kadar ağır cümlelerle ithamı elbette ki çok cesuranedir..Ancak aynı cesareti yüz yüze soru-cevaplı sohbetlerinde sergileyemediğine şahit oluyoruz..Bu sohbetlerinde daha nazik dil kullanır:.."Bu konuda bizler farklı düşünüyoruz..Genel İmamlarımızdan"(9)

İmam:Sözlükte "kendine uyulan, önder, halife, ordu komutanı, delil" gibi anlamlara gelen imam, dinî bir kavram olarak, devlet başkanı, bir ekolün veya hareketin önderi, cemaate namaz kıldıran kimse demektir.(10)

İslamoğlu, bu polemikte iki dil kullanmıştır:

1. Dil: Bizi bu fıkhi zemine sürükleyen geleneğin mimarları esasında ümmetin başına Yahudileşme Temayülü çuvalını geçirenlerin ta kendileridir.

2. Dil: Bizler bu konuda imamlarımızdan farklı düşünüyoruz ama onlara saygımız sonsuzdur..Onların ayaklarının altını öperiz..


4. İslamoğlu: Videonun (9) 3.35. dakikasında "bu konuyu lütfen tartışma ve çatışma aracı haline getirmeyiniz"

Cevap: "Hayız konusundaki Nebevi yaklaşımın böyle algılanmayıp da, dua, zikir, ilim gibi ibadetlerden uzaklaştırılarak, mescide sokulmayarak, cemaatten ayn tutularak, Kur'an okuması yasaklanarak cezalandırılmayı hakeden bir "suç", bir "günah", bir "ayıp" gibi algılanması, geleneksel anlayışa karışmış bir Yahudileşme eğilimidir." diyen kişinin niyetinin, hayızlının orucuna müsaade etmeyen alimlere gül atmak olduğu düşünülemez...Bir müslümanı hele hele imam seviyesindekileri Yahudileşme trenine bindirip te ardından "tartışma ve çatışma olmasın" diyerek el sallamak yapmacık bir duygusal kargaşa değil de nedir?



5. İslamoğlu: "Eğer gönlünüz yatıyorsa bu vardığımız sonuçla amel ederseniz..Yatmıyorsa İmamlarımızın hepsi eli ayağı öpülecek büyük insanlardır..Onların vardığı ortak görüşte devam edersiniz ..Bu kadar.." (11)

Tenkit: Hoca , kitabında Yahudileşme olarak gördüğü hususlardan birini nasıl böyle bir tercih meselesi haline dönüştürür? Yoksa kendi fikirlerinden mi şüphe ediyor ? Veya sırf kitabın popülaritesini arttırsın diye miydi o koca koca laflar..Bir müslüman alimi bu kadar şiddetli bir ihmal ve tehlike görüyorsa böyle çoktan seçmeli bir tarife çıkaramaz..



6. İslamoğlu: "Efendimizin fem-i saadetinden kılın-kılmayın diye bir rivayet yok..Bir tane Hz. Aişe rivayeti var. Oda Efendimizin vefatından çok sonra..Çünkü sen Harici misin diyor Hz. Aişe. Ona diyor ki; biz oruç tutmaz kaza ederdik, namaz kılmaz kaza etmezdik..Kaza üzerine soruyor..Yani Peygamberimizden özel haldeki bir kadının namazıyla ve orucuyla ilgili bir rivayet yok..(12)

Tenkit: Burada İslamoğlu'nun bu hadisi de hiç anlayamadığını söylemek durumundayız..Zaten hadisleri sünnete ittiba niyetiyle değil de hasmını mağlup etme amacıyla kullananların hadislerdeki fıkhı algılayabilmeleri zordur..

a- "Sen Haruri misin? sorusundan anlaşılan Haruriler öyle yapar biz yapmayız..Peki buna göre kim nasıl yapar?

Ehl-i Sünnet Hayızlı haldekine namaz kılma ama oruç tut diyorsa Haricilerden farkı nedir? Hz. Aişe'nin yaptığı ayrım nedir?

Hadiste geçen Harurî lafzı o dönemde Hariciler için kullanılan bir isim. Kûfe’ye yakın bir kasabanın adıdır Harura. İlk Hariciler bu kasabadan çıktıkları için Hariciler o dönemde haruralı anlamında Harurî diye anılırlardı. Hariciler oruç gibi namazın da kaza edilmesi gerektiğini düşünürlerdi. Hayızlı kadın adetten çıktıktan sonra onlara göre orucunu da namazını da kaza etmek zorundadır. Hz. Aişe ilk etapta Muaze’nin de böyle düşündüğünü zannederek bu tepkiyi veriyor. (14)

Aynı perspektif açısından Bayındır Hoca'nın kaza kelimesini eda üzerinden izaha girişmesi de boşa düşmektedir..Çünkü hadisin anlam yönünden içini doldurmak için Harurilerden olan farkımızı doğru bir şekilde ortaya koymak lazım..



7. İslamoğlu: "Bir tane Hz. Aişe rivayeti var."

Cevap: Bayındır Hoca da aynı hatayı yapmaktadır..Oysa pek çok hadis vardır Bunlardan biri de yine Buhari hadisidir..

Buhari, Hayz 7:

7- Hayızlı Kadının Oruç Tutmayı Terk etmesi Babı

9-.......Bize Muhammed ibn Ca'fer haber verip şöyle dedi: Ba­na Zeyd -ki o, Eslem'in oğludur-, İyâd ibn Abdillah'tan; o da Ebu Saîd Hudrî'den haber verdi. O şöyle demiştir: Bir kurban yahut ra­mazân bayramında Resulullah (S) yanımıza, namaz kılınacak musal­laya çıktı. Kadınların yanına uğradı da:
— Ey kadınlar topluluğu! Sadaka veriniz. Çünkü sizler bana ce­hennem ahalisinin çoğu olarak gösterildiniz, buyurdu.
Kadınlar:
— Ya Resulullah, neden? diye sordular. Resulullah:
— Çünkü siz çokça la'net eder ve kocalarınıza karşı ni'mete nan­körlük yaparsınız. (Ne aciptir ki kendini zapt eden) tam akıllı ve ih­tiyatlı kimsenin aklını, sizin kadar eksik akıllı, eksik dinli hiçbir kimsenin çelebileceğini görmedim, buyurdu.
Kadınlar:
— Dinimizin ve aklımızın eksikliği nedir? Ya Resulullah? dediler.
— Kadının şahadeti, erkeğin şahadetinin yarısı değil midir?
Kadınlar:
— Evet, dediler.
— İşte bu aklının eksikliğindendir. Hayız olduğu zaman da na­maz kılmaz, oruç tutmaz değil mi? buyurdu.
Kadınlar:
— Evet, dediler.
— İşte bu da dininin eksikliğindendir, cevabını verdi.

Müslim :

34 - Taatlerin Noksanlığı Sebebiyle İmanın Azalmasını ve Küfür Lafzının Hukuk ve Ni'mete Küfran Gibi Allahı İnkardan Başka Manada Kullanılabileceğini Beyan Babı

132 - (79) Bize Muhammed b. Rumh b. el-Muhâdr-i Mısrî rivayet etti. (Dedi ki): Bize Leys, İbnü'l-Hâd'dan, o da Abdullah b. Di­nar'dan, o da Abdullah b. Ömer'den, o da Resulullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) 'den işitmiş olmak üzere haber verdi. Efendimiz (Sallallahü Aleyhi ve Sellem):
«Ey kadınlar cemaati! sadaka verin! istiğfarı da.,çok yapın! çünkü ben ekseriyetle cehennemliklerin sizlerden olduğunu gördüm.» buyurmuşlar.
Bunun üzerine o kadınlardan aklı başında biri:
— Ya Resulullah! Acep biz ne yapmışız ki cehennemliklerin ekserisi bizden olmuş? demiş. Resulullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem):
«Çünkü siz çok lâ'net eder; kocalarınıza karşı küfran-ı nimette bulunur­sunuz. Akıl ve dini noksan olanlardan hiç birinin akıllı bar kimseye sizin ka­dar galebe çaldığını görmedim.» demiş. Kadın:
— Ya Resulullah! Akıl ve dinin noksanlığı nedir? diye sormuş. Re­sulüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem):
— «Akıl noksanlığına gelince: iki kadının şahitliği bir erkeğin şahitliğine muadildir. İşte aklın noksanlığı budur. Kadın günlerce namaz kılmaz; ramazanda (bir müddet) oruç tutmaz. Dinin noksanlığı da budur.» buyurmuşlar.



8. İslamoğlu: İşte, Allah'ın Resulü (s), kadını namazdan muaf tutarak ödüllendirmiş, diğer ibadetlerde de kadına geniş müsamaha ve hoşgörü gösterilmiştir.

Tenkit: Sırf Efendimize ait bir haram koyma durumu yansıtmamak için kalıbı "ödüllendirme" üzerine kuruyor..Ödül değil de neden ruhsat değil? Ruhsat değil de ne den azimet değil ? Sorularının tatminkar bir cevabını isteyen okuyucusunu da ilmen doyuramıyor ve fikren aç bırakıyor..Soru sahibinin sorusundaki ilmilik verilen cevabın bir kaç misli üstünde..Ne acıdır ki haram-helal kavramlarından olabildiğince uzağa taşıyıp ödüldü, şehiddi süslemeleriyle Nebi'den uzak tutmaya özen gösterdiği haram koyma vasfını kendine çok görmüyor:
Soru: Sayın hocam.Sigara tüketimi hakkındaki görüşünüz benim ve ailem için çok önemli.Bu konunun islam yönüyle de durumunu merak etmekteyim.Fikirlerinizi paylaşırsanız çok memnun olurum.Saygılarımla.

İslamoğlu: Aziz kardeşim,

Sigara hem israf, hem sağlığa zararlı, hem de topluma zararlı.Bütün deliller bir araya geldiğinde hükmüm şudur: Yeni başlayanlar için haram, önceden başlamış tiryakiler için tahrimen mekruhtur. (15)

(1) Mustafa İslamoğlu, Yahudileşme Temayülü, s. 212.
(2) http://www.mustafaislamoglu.com/HD148_hayizli-kadinin-ibadeti.html
(3) Yaşar Nuri Öztürk, İslam Nasıl Yozlaştırıldı.
(4) http://www.youtube.com/watch?v=AA35CfX8X6g
Videonun 6.50. dakikasında: Adetliyse kadın , isterse sabahtan akşama kadar dalgıçlık yapsın adeti bitene kadar temiz olmuyor..
(5) http://www.youtube.com/watch?v=2uskTFqDB8E
Bakz :Videonun 0.50. dakikasından itibaren: "Ama oruç, oruç abdeste mukarin bir hal değildir..Namaz abdeste mukarin bir ibadettir..Özel hal, abdeste münafidir..Özel hal ezadır..Eza hastalığın küçüğüdür..Onun için muaftırlar diyoruz.."
(6) http://www.haberturk.com/yazarlar/prof-dr-bayraktar-bayrakli/563933-7-yil-araliksiz-calistim-hurafesiz-tefsir-yazdim
(7) http://www.kuranmeali.org/2/bakara_suresi/222.ayet/kurani_kerim_mealleri.aspx
(8) http://www.mustafaislamoglu.com/yazar_2129_24_sunnet-tasavvurumuz.html
(9) http://www.youtube.com/watch?v=2uskTFqDB8E
Videonun 3.25. dakikası
(10)https://kurul.diyanet.gov.tr/SoruSor/DiniKavramlarSozlugu.aspx#.U8SlE_l_sW0
(11) http://www.youtube.com/watch?v=2uskTFqDB8E
Videonun 3.40. dakikası.
(12) http://www.youtube.com/watch?v=2uskTFqDB8E
Videonun 2.40. dakikası
(13) http://www.youtube.com/watch?v=eWo08AxWJlg
(14) http://talhahakanalp.net/adetli-kadinin-orucu/
(15) http://www.mustafaislamoglu.com/HD658_fetva.html



http://ahmednazif.blogspot.com.tr/2014/07/nebinin-haram-koyma-yetkisi-3-bir-ozur.html
Devamını Oku »

M.İslamoğlu,Nebi'nin Haram Koyma Yetkisi-2

M.İslamoğlu,Nebi'nin Haram Koyma Yetkisi-2


Al-i İmran-93
Mustafa İslamoğlu'nun ayet mealinde yaptığı hata

Her yiyecek başlangıçta İsrailoğullarına helaldi. Ancak İsrail'in...Buradaki İsrail, Hz. Yakub'un lakabıdır..Yakub'un kendi nefsine yasakladığı şey hariç..Burada tarihsel olarak bir olaydan bahsediliyor aslında..Al-i İmran suresinin 93. ayetinde.Bu tarihsel olay Hz. Yakub'uın bize helal olan bir şeyi kendisine yasakladığını söylüyor. Allahu alem bazı etleri, daha doğrusu ineğin ve ona benzer bazı hayvanların içyağını ve bazı yerlerini yasaklamış kendine..Bilmiyorum neden sebebi. O'nun koyduğu , kendisi için benimsediği bu yasak, belki de perhiz diyebiliriz , daha sonra İsrailoğulları tarafından sanki bir haram gibi algılanmış. Sanki İlahi bir yasak gibi algılanmış..Öyle ki bu yasakla da kalınmamış..Zaten Allah dışında kimsenin bir helali haramlaştıramayacağının özünde yatan ve yanlış sonuçlarından birine de burada dikkat çekiliyor..Nedir o ; önce böyle bir yasakla başlıyor haram kılma, daha sonra haram kılınan o şey kutsallaştırılıyor..Tıpkı Hz. Yakub'un kendisi için perhiz addettiği o şeyin ilerleyen yüz yılarda hatta bin yıllarda artık haram kabul edilmesi..(1)

Tenkit:

1-Al-i İmran 93:

Taberi Tefsiri:

93- Tevrat inmezden evvel Yakub'un kendi nefsine haram kıldığın­dan başka bütün yiyecekler, İsrailoğullarına helal idi. Ey Muhammed de ki: Eğer iddianızda doğru iseniz Tevratı getirip okuyun,"
Yakub'un neslinden meydana gelen İsrailoğullarına, Musa'ya Tevrat gel­meden önce, Yakub'un bizzat kendisine haram kıldığı yiyecekler dışında bütün yiyecekler helal idi. De ki: "Ey Yahudi topluluğu, eğer iddianızda doğru iseniz Tevratı getirip okuyun ki yalancı olduğunuz ortaya çıksın.
Müfessirler, bu ayet-i kerimede "İsrail" diye isimlendirilen Hz. Yaku­b'un, Tevrat gelmeden önce kendisine haram kıldığı şeyin, Tevrat tarafından da haram kılınıp kılınmadığı hususunda farklı görüşler zikretmişlerdir.

Süddi'ye göre Hz. Yakub'un, Tevrat inmeden önce kendisine haram kıldığı şeyi, Tevrat inince de İsraioğullarına haram kılmıştır. Şöyle ki "Hz. Yakup ge­celeri "İrkunnisa" diye adlandırılan sinir (siyatik) hastalığından rahatsızlanıyor, gündüzleri ise iyileşiyordu. Bunun üzerine hastalığında iyileştiği takdirde etle­rin içindeki damarları yemeyeceğine dair Allaha yemin etti. Allah da Tevratta, damarları İsrailoğullarına haram kıldı.

Dehhak'a göre ise Hz. Yakub'un, Tevrat inmeden önce kendisine haram kıldığı şeyi Tevrat gelince İsrailoğullarına haram kılmıştır. Fakat, İsrailoğulları, ataları Hz. Yakub'a tabi olarak onun haram kıldığını kendilerine haram kılmışlar sonra da bunun, Allah tarafından kendilerine haram kılındığını iddia etmişlerdir. Ayet-i kerime, onların bu iddialarını yalanlamaktadır.

Abdullah b. Abbas'a göre ise, Hz. Yakub'un kendisine haram kıldığı şey, Tevrat gelince Allah teala tarafından İsrailoğullarına haram kılınmamış ancak Hz. Yakup, kendisine haram kıldığı şeyi, kendi soyundan gelenler için de haram kılmıştır. Bu sebeple Yahudiler, ataları Yakub'un emrine uyarak onun haram kıl­dığı şeyleri yemez olmuşlardır.

Taberi, bu son görüşü tercih etmiş, bu görüşün, Abdullah b. Abbas'ın ya­nında, Katade tarafından da nakledildiğini söylemiştir. Buna göre, Tevrat inince Hz. Yakup, kendisine haram kıldığı herhangi bir şeyi İsrailoğullarına helal veya haram kılmamış. Ancak Hz. Yakup bazı şeyleri kendisine haram kaldığı gibi evlatlarına da haram kılmıştır. Soyundan gelen evlatları, babalarının bu yasağı­na uymuşlardır.

Müfessirler Hz. Yakub'un Tevrat gelmeden önce kendisine haram kıldığı şeyin ne olduğu hususunda farklı görüşler zikretmişlerdir.

a- Abdullah b. Abbas, Ebu Miclez, Katade ve Mücahid'den nakledilen bir görüşe göre Hz. Yakub'un kendisine haram kıldığı şey, etlerin içinde bulunan damarlardır. Şöyle ki, Hz. Yakup siyatik hastalığına yakalandığında, eğer Allah kendisini bu hastalıktan iyileştirecek olursa hiçbir damar yemeyeceğine dair Allah'a yemin ederek adakta bulunmuş ve böylece damar yemeyi kendisine haram kılmıştır.

b- Abdullah b. Kesir, Ata b. Ebi Rebah, Hasan-ı Basri ve Mücahid'den nakledilen diğer bir görüşe göre Hz. Yakub'un, Tevrat inmeden önce kendisine haram kıldığı şeyler, deve etleri ve sütleridir. O, yaklandığı siyatik hastalığın­dan şifa bulduğu takdirde kendisi için en sevimli olan deve eti ve sütünü kendi­sine haram kılacağına dair adakta bulunmuş ve bunları kendisine haram kılmış­tır.

c- Abdullah b. Abbas'tan nakledilen diğer bir görüşe göre Hz. Yakup, hem damar yemeyi hem de deve etlerini yemeyi kendisine haram kılmıştır.

Taberi de bu görüşü tercih etmiş ve buna dair şu hadis-i şerifleri zikret­miştir. Abdullah b. Abbas diyor ki:

Yahudilerden bir topluluk Resulullah'a geldiler ve ona: "Ey Ebu'l Kasım, sana soracağımız bir kısım özel sorularımızı cevaplandır. Bunların cevabını Peygamber olmayan bilemez." dediler. Sorularından biri de şu idi. "Tevrat in­meden önce Yakub'un, kendisine haram kıldığı yiyecek nedir?" Resulullah şu cevabı verdi: "Musa'ya Tevrat'ı indiren Allah hakkı için söyleyin, Yakup (a.s.) ağır bir şekilde hastalanıp ve hastalığı uzun süre devam edince, Allah'ın  kendisini bu hastalıktan kurtarması halinde, kendisi için en sevimli içeceği ve en se­vimli yiyeceği haram kılacağına dair Allah'a adakta bulunmamış mıydı? Onun en sevdiği yemek deve eti en sevdiği içecek te deve sütü değil miydi? "Bunun üzerine Yahudiler, "Allah için doğru söyledin "dediler [ Ahmed b. Hanbel, Müsned, C.l S. 273,278]...Bu ayet-i kerimenin nüzul sebebi hakkında şunlar zikredilmektedir:

a- Yahudiler "Dinler, birbirlerinin getirdiği hükümleri neshetmez" iddiası ile Hz. Muhammed (s.a.v.)'in getirdiği İslam dinini kabul etmiyorlardı. Çünkü İslam dini, Yahudiliğe ve Hristiyanlığa ait bir takım hükümleri neshediyordu.Bu ayet-i Celile onlara cevap vererek, kendilerinde de nesih hadisesinin bulun­duğunu beyan etmektedir. Çünkü daha önce bütün İsrailoğullarına helal olan yemeklerin bir kısmını, Hz. Yakub'un, kendisine haram kıldığını ve ondan sonra gelenlerin de ona uyduklarını beyan etmektedir.

b- Yahudiler: "İlahi dinlerin hükümlerinin birbirine uygun olması gerek­tiği iddiasıyla da İslamı kabul etmiyorlardı. Bunlar, Hz. Muhammed (s.a.v.)'e "Sen, İbrahim'in dininde olduğunu iddia ediyorsun. Nasıl oluyor da İbrahim'in yemediği deve etini yiyor ve içmediği deve sütünü içiyorsun?" diyorlardı. Bu ayet-i kerime nazil oldu ve onlara deve eti ve sütünün, İbrahim'e, İsmail'e, İshak'a ve Yakub'a helal olduğunu, fakat Yakub'un belli bir sebepten dolayı bu eti kendi­sine haram kıldığını, böylece bu âdetin, torunlarında da devam ettiğini beyan et­ti ve Yahudilere "Aksini iddia ediyorsanız Tevratı getirip okuyun." dedi.

c- "Yahudilerin, zulmetmeleri ve bir çok kimseleri Allah yolundan alı­koymaları, yasakladıkları halde faiz almaları ve insanların mallarını haksız yere yemeleri sebebiyle, daha önce kendilerine helal kılınan temiz şeyleri onlara haram kıldık ayeti ve benzerleri nazil olunca Yahudiler bunlara kızmışlar ve kendilerine haram kılınan şeylerin, eskiden beri haram olan şeyler olduğunu ve ilk defa kendilerine haram kılınmadığını iddia etmişlerdir. İşte bunun üzerine bu ayet-i kerime nazil olmuş ve iddialarında yalancı olduklarını ortaya koymuş ve kendi kitapları olan Tevrat'a başvurularak gerçeğin ortaya çıkarılacağını be­yan etmiştir. [Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 2/319.]

Al-i İmran 93:

كُلُّ الطَّعَامِ كَانَ حِلاًّ لِّبَنِي إِسْرَائِيلَ إِلاَّ مَا حَرَّمَ إِسْرَائِيلُ عَلَى نَفْسِهِ مِن قَبْلِ أَن تُنَزَّلَ التَّوْرَاةُ قُلْ فَأْتُواْ بِالتَّوْرَاةِ فَاتْلُوهَا إِن كُنتُمْ صَادِقِينَ

Kullut taâmi kâne hillen li benî isrâile illâ mâ harrame isrâîlu alâ nefsihî min kabli en tunezzelet tevrât , kul fe’tû bit tevrâti fetlûhâ in kuntum sâdıkîn.

Meali : Tevrat'ın indirilmesinden önce İsrail'in kendisine haram ettiğinden başka bütün yiyecekler İsrailoğullarına helal idi. De ki: 'Doğru sözlü iseniz Tevrat'ı getirip okuyun'.

Tenkit:

a- İslamoğlu, ayette geçen "haram" kelimesini ısrarla yasak kelimesiyle karşılayarak, göstere göstere tahrif yapıyor..Evet o yasak ile haramın arasını keskin bir sınırla ayırmış ; yasağın haramlık mertebesinden daha aşağıda olduğunu ,yasağın getirilmesine etken olan sebeplerin ortadan kalkmasıyla yasağın da kalkabileceğine düşündüren bir fikri savunmuştu..İslamoğlu'nun kullanımında yasak kelimesi beşeri, arzi, idari, şahsi, geçici bir çağrışım yapmakta 'haram' ise ilahi kalıcı ve dini, vahye müstenit bir kelime olarak anlaşılmaktadır..Bu duruma göre ayette geçen "haram" kelimesini yasak ile değiştirerek kendi fikirlerini doğrulatabileceği bir manevra alanı oluşturmuştur..

b-Ayet Peygamberlerin de haram koyabileceğine ve bu haramın kalıcı olabileceğini delildir..İslamoğlu her ne kadar bu ayette Hz. Yakub'un kendisi için koyduğu yasağı hikmetsiz gibi yansıtsa da bu yasağın İsrailoğulları tarafından değil bizzat Allah tarafından teyit edildiği görmezden gelinemez..Taberi'nin esbab-ı nüzul içinde verdiği şu haber kayda değer:

Yahudiler: "İlahi dinlerin hükümlerinin birbirine uygun olması gerek­tiği iddiasıyla da İslamı kabul etmiyorlardı. Bunlar, Hz. Muhammed (s.a.v.)'e "Sen, İbrahim'in dininde olduğunu iddia ediyorsun. Nasıl oluyor da İbrahim'in yemediği deve etini yiyor ve içmediği deve sütünü içiyorsun?" diyorlardı. Bu ayet-i kerime nazil oldu ve onlara deve eti ve sütünün, İbrahim'e, İsmail'e, İshak'a ve Yakub'a helal olduğunu, fakat Yakub'un belli bir sebepten dolayı bu eti kendi­sine haram kıldığını, böylece bu âdetin, torunlarında da devam ettiğini beyan et­ti ve Yahudilere "Aksini iddia ediyorsanız Tevratı getirip okuyun." dedi.

Görüldüğü gibi Hz. Yakub'un nefsine bu haramı koyması ve Allah'ın teyit edip genele teşmil edilmesi en olası senaryo gibi durmaktadır..Bu yasağın/haramın tümden hikmetsiz ve lüzumsuz olduğunu söylemek hem Hz. Yakub'a (a.s.), hem bozulmamış Yahudilik dinine , hem Tevrat'a hem de yüce yaratıcıya dolaylı olarak ithamdır ve saygısızlıktır..Sezgi sınırlarımızda olmayan bazı hikmetler ve imtihan faktörünü göz ardı etmemeli.

c- "Tıpkı Hz. Yakub'un kendisi için perhiz addettiği o şeyin ilerleyen yüz yılarda hatta bin yıllarda artık haram kabul edilmesi"Hz. Yakub ile Hz. Musa (a.s.) arasındaki bir kaç yüzyıl vardır...Bin yıl ifadesi yanlıştır..İslamoğlu'nun, vakayı dar çerçevede ve perhiz kapsamında değerlendirmesi bu perhizin Tevrat'ta neden ilahi emre dönüştüğü sorusuna yanıt üretmekte yetersiz kalır.

Bu ayet kapsamında Razi şunları aktarmaktadır:

Hz. Allah'dan Başkasının Haram Kılma Yetkisi Olur mu?

Ayetin zahiri, İsrail'in bunu kendisine haram kıldığına delalet eder. Burada hatıra şöyle bir soru gelmektedir: Helal-haram kılma, ancak Allah'ın emriyle sabit olur. Binaenaleyh, daha nasıl Hz. Yakub'un haram kılması, böyle bir haramlığın meydana gelmesine sebep olabilir? Müfessirler buna şu şekilde cevap vermişlerdir:

1- İnsanın bir şeyi kendisine haram kılmasından dolayı, Allah'ın da o şeyi o kimseye haram kılmış olması uzak bir ihtimal değildir. Bakmaz mısın; insan hanımını talak vermek suretiyle; cariyesini de, azâd etmek suretiyle kendisine haram kılıyor. Tıpkı bunun gibi Cenâb-ı Hakk'ın, "Sen bir şeyi kendine haram kılarsan, ben de onu sana haram kılarım!" demiş olması caizdir.

2- Yakub (a.s)'un, içtihâdda bulunup, içtihadının onu o şeyin haram olduğu neticesine götürmüş olması, böylece de o şeyin haram olduğuna hükmetmiş olması caizdir. Biz, şu sebeplerden dolayı peygamberlerin içtihat etmelerinin caiz olacağını söylüyoruz:

Peygamberler de İçtihat Ederler

a) Hak Teâlâ'nın, "Ey akıl sahipleri, siz ibret alın" (Haşr, 2) ayetidir. Peygamberlerin, "akıl sahipleri'nin en başında bulundukları hususunda herhangi bir şüphe yoktur.

b) Cenâb-ı Hak, 'Hüküm çıkaranlar bunu bilirdi" (Nisa, 83) buyurmuş, böylece de hüküm istinbât edenleri methetmiştir. Peygamberler bu medhe ve övgüye daha layıktırlar..

c) Cenâb-ı Hak, Hz. Muhammed'e "Allah seni bağışlasın, niçin onlara izin verdin?..." (Tevbe. 43) demiştir. Eğer peygamberin bu izni bir nassa, ayete dayanmış olsaydı, Cenâb-ı Hak, "Niçin onlara izin verdin?" demezdi. Böylece bu durum, bu şeyin içtihatla meydana gelmiş olduğuna delalet etmiş olur.

d) Taat olan şeylerdeki en büyük pay ve hisse, peygamberlere aittir. Allahu Teâlâ'nın hükümlerini içtihat yoluyla istinbât edip ortaya koymak, hiç şüphe yok son derece büyük ve meşakkatli olan bir taattir. Binaenaleyh, içtihat hususunda peygamberlerin bir payının bulunması gerekir. Özellikle onların bilgileri daha fazla, akılları daha aydınlık, zihinleri daha berrak ve keskin, Allah'ın onlara tevfik ve inayeti daha çoktur.. Sonra onlar içtihatlarına dayanarak bir hüküm verdiklerinde, bu hüküm hususunda ümmetlerinin onlara muhalefet etmesi haram olur. Nitekim icma, içtihada dayandığında ona muhalefet etmek de haramdır.

En açık ve belli olan husus şudur ki, İsrail (a.s), bu şeyi kendisine, içtihadıyla haram kılmıştır. Çünkü, eğer bu haramlık nass ile olmuş olsaydı, o zaman, "Allah'ın İsrail'e haram kıldığı şeylerin dışında..." demesi gerekirdi... Cenâb-ı Hak bu haram kılmayı, İsrail'in bizzat kendisine nispet edince bu, mezkur haramlığın onun içtihadıyla meydana gelmiş olduğuna delalet eder. Bu durum tıpkı "İçtihadı onu, bu neticeye götürdü" manasında olmak üzere, "Şafii at etini helal addediyor; Ebu Hanife ise onu, haram addediyor" denilmesi gibidir. İşte burada da böyledir.

3- Hz. Yakub'un şeriatına göre haram kılmanın, bizim şeriatımızdaki nezr, adakta bulunmak gibi olması da muhtemeldir. Nezri yerine getirmemiz vâcib olduğu gibi, Yakub (a.s)'un şeriatında da tahrîmi (yani kendi kendisine haram kılmayı) yerine getirmek vâcib olmuştur. Bil ki, eğer bu olmuşsa, bu sadece onun şeriatına tahsis edilmiştir. Ama bizim şeriatımızda böyle bir şey sabit değildir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Ey peygamber, Allah'ın sana helal kıldığı şeyi niçin haram kılıyorsun..." (Tahrim-1) buyurmuştur.

4- Esam şöyle demiştir: "Belki de Yakûb (a.s)'un nefsi, o tür şeyleri yemeye meyyal idi. İşte bunun üzerine pek çok zahidin yaptığı gibi, nefsini ezmek ve Allah rızasını elde etmek amacıyla bu şeyleri yemekten imtina etmiştir. Böylece bu imtina hali, "tahrim" (haram kılma) ifadesiyle belirtilmiştir.

5- Kelamcılardan bir grup, Allah'ın, kuluna "Hükmet, çünkü sen ancak doğru hüküm verirsin" demiş olabileceği kanaatindedir. Belki de bu hadise, böyle bir şeydir. Kelamcılar bu meselede çok münakaşa etmişlerdir. Biz, bu münakaşaları Usul-ü Fıkıh kitabımızda zikrettik. [Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/474-475.]
*
(1) http://www.youtube.com/watch?v=-Xa6OVZ6Hqs
Videonun 26.45-28.45. dakikaları arası

http://ahmednazif.blogspot.com.tr/2014/07/nebinin-haram-koyma-yetkisi-2-al-i.html
Devamını Oku »

M.İslamoğlu,Nebi'nin Haram Koyma Yetkisi-1

M.İslamoğlu,Nebi'nin Haram Koyma Yetkisi-1

Nebi'nin Helal ve Haram Koyma Yetkisi Var mı?

Değerli Hocam, Adabına göre sual sormak gerçekten zor bir şey. Bende inşallah bu edep çerçevesinde sorumu sormak istiyorum. Mesele şudur: Tahrim Suresinin ilk ayetleri Allah Rasulünun kendisine bir şeyi haram koymasını konu edinen ayetlerdir. Kendi çevremizdeki arkadaşlarla bu konuyu işlerken, maalesef çok tatsız tartışmalar yaşandı. Maalesef Vasat Ümmet vurgusunu bir türlü gerçekleştiremiyor ifrat ve tefrit arası gidiyoruz. Bir kısım arkadaşlar peygamberin hiç bir konuda hüküm veremeyeceğini helal ve haramların Kur´an´ da açıkça belirtildiğini bunun üzerine peygamberin ilave yapamayacağını, sonuç olarak her haram Kur´anda belirlenmiştir, dolayısı ile Leş, Domuz, kan dışındaki tüm hayvanların helal olduğunu iddia edenler olduğu gibi, Allah Resulünün elçilik görevi dâhilindeki dini hükümlerde helal ve haram koyma yetkisinin olduğunu, daha doğrusu ayetleri yorumlarken böyle bir şey yapabileceğini, örnek olarak ta Araf 157. ayetinde gecen temiz şeyleri helal, pis şeyleri haram kılar ayetiyle izah ettiler. İlk görüşü savunanlar "hüküm Allah'ındır ayetini delil getirerek peygamberin böyle bir şey yapamayacağını savundular.
Karşı tarafta Allah Resulünün tebyin görevini izah etmeye çalışsa da bir ittifak çıkmadı maalesef. Ve çıkmadığı gibi arkadaşlar küskün ayrıldılar. Kur´an yolunda ilerlemeye çalışan Müslümanlar, bir taraftan mezhep ve tasavvuf ağırlıklı peygamber tasavvurunu eleştirirken, Allah Resulünün görevini basite indirme gibi bir hataya düşüyorlar sanki! Tahrim suresini sizin tefsirinizden incelemeye çalıştım. Aile Eğitim setinde Tahrim Suresinin işlerken, "Allah Resulünün dini hükümlerde haram koyma yetkisi var biz onun için eşeği kurdu yemiyoruz" şeklinde açıklamanız var.

Geçen seneki Tahrim Suresi tefsirinde Allah Resulünün haram koyma yetkisinin olmadığını, sadece yasak koyabileceğini, yasakladığı ipek elbisesini bir sahabenin bitlenmesi sebebiyle giymesini müsaade ettiğini söylüyorsunuz. 3 Muhammed kitabından incelemeye çalıştım, ama yine kafamdaki sorulara cevap olmadı. Meselenin aslı nedir hocam? Gerçekten arkadaşların savunduğu gibi her helal ve haram Kur´anda belirtilmiş midir? Ayette yasaklanan Leş, domuz... Haricindeki hayvanlar helal midir? Yoksa Allah, elçisine bu gibi konularda haram koyma yetkisi vermiş midir?

Aziz mümin,bu konu burada çözülemez. esasen bu konuda sesler hiç tek sese indirgenemez.
Çünkü:

1. Daha sahabe zamanında bu tartışıldı. Abdullah b. ömer gibi ısrarla tersini savunan sahabiler varken Hz. Aişe ve İbn Mes'ud matumat ve mekulat konusunda Kur'an'ın son sözü söylediğini söylüyorlardı. İlginç değil mi?

2. Aile Eğitimi Serisi'ne medar olan konuşma 1993 yılında yaptığım bir ribat dersi. Tahrim suresi ise ondan 15 yıl sonra verdiğim bir ders. İkisi arasında geldiğim nokta isimlendirmede "haram" yerine "yasak" noktası. Bu fakiri sevindirdi, vesile de siz oldunuz.

3. Bu meseleyi bu düzlemde tartışmak çözümsüzlüktür. Bir tarafın küsmesi sadece cehaletten değil, cehaletin yanında had bilmezlikten. Şafii'nin sözünü tekrarlıyorum: Cahiller susarsa ihtilaf biter. Bu doğru.

4. Sahabe bu mevzuda hassas olmuş. İhtilafa rağmen hiç biri diğerine küsmemiş. O hassasiyeti rivayet geleneğinde görüyoruz. "Nehe'n-nebi an ekli luhumi'l-humuri'l-ehliyye, ve kullu zi nabin mine'l-vuhuş ve kullu zi atnebin mine'l-vuhuş" (Nebi ehli eşek etini, yırtıcılardan pençelileri, kuşlardan gagalıları yasakladı). Yine "Nehe'nr-Nebi an beyateyni fi beyatin vahidetin" (Nebi bir satış içinde iki satışı yasakladı) gibi hadislere baktığımızda -rivayetin lafız değil mana ile nakledildiğini unutmaksızın- sahabe HARRAME'N-NEBİ (NEBİ HARAM KILDI) değil NEBİ YASAKLADI diyor.

5. Zaten öyle olmasa Dabu'un (sırtlan) yenilmesinin cevazını anlayamazdık. Genel ilkeye aykırı. Sırtlan etçil, hatta leşçil. Ama yeniyor. İmam Şafii El-Umm'de gerekçesini "Arap geleneğinde bu hayvanın eti yendiği için" gibi bir gerekçe açıklıyor ki, gerçekten ilginçtir.

6. Nebi'nin ehli eşek etini yasaklaması, yabani eşeği yasaklamadığı anlamına geliyor. O da zebradır. Eğer Nebi'nin yasağı Kur'an gibi mutlak bir haram olsaydı bunu izah edemezdik. Bazı şarihlerin de isabetle belirttiği gibi Nebi ehli eşeği "insanların hacetini gördüğü için"yasaklıyor. Sonuç şu: Nebi'nin yaptığı "haram koyma" değil, "yasak koyma", illetsiz ve taabbüdi değil, hepsi de illetine mebni yasaklar. Bu durumda şu usul kuralı geçerli olur: İn zale'l-'illet fekad zalel humk, in 'ade'l-Ille fekad 'ade'l-hukm: illet ortadan kalkarsa hüküm de kalkar, illet ortaya çıkarsa hüküm de çıkar.

7. Nebi'nin koyduğu erkeklere altın ve ipek yasağı da asla Kur'an'ın koyduğu cinsten bir HARAM KILMA değildir. Öyle olsaydı Suheyb-i Rumi altın yüzük takar, kendisine itiraz edenlere parmağında altın yüzük ördüğü dört sahabiyi sayar mıydı (Ebu Davud). Yine ipek yasağı da öyle değil. Zira Abdurrahman b. Avf haşerata karşı alerjik olan vücudunu bahane kılarak Rasulullah'tan ipek giyme izni istiyor, o da veriyor. Hatta Halid gerekçesiz giyiyor. Kur'ani haramlarda Rasullullah'ın buna benzer durumlarda asla taviz vermediğini iyi biliyoruz.

8. Konulmuş haram ve yasaklara uyması ve sakınması gereken mübtedi ve mukallitlerin kalkıp Rasulullah'ın haram koyma yetkisi gibi çok çok üst perdeden bir mevzuu tartışmaları yanlış oğlu yanlış oğlu yanlıştır. Sahi bu tartışmanın kendilerine hangi hayrı getirmesini bekliyorlar? Takvalarını artırmış mıdır acaba?

9. Rasulullah'ın beyan etkisinin ne anlama geldiğini Üç Muhammed'de işlediğimiz için geçiyoruz.
Sonuç: Muhkematı bilmeden müteşabihatı tartışanlar, sadece müteşabihatta yanılmazlar, muhkematta da vartaya düşerler.

Vesselam. (1)



Tenkit:

Bu yazının tenkit edilecek çok yönü var..Bu yazıda sadece Nehe'n-Nebi , Harrame'n-Nebi aldatmacası üzerinde duracağım:
İslamoğlu'nun verdiği ölçü içinde Nebi haram kıldı veya Nebi'nin dilinden "şu haramdır" kelimleri sadır olmamalıydı..Bakalım öyle mi?

1. Örnek:

1058 - İrbâz İbnu Sâriye es-Sülemî (radıyallahu anh) anlatıyor:"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'la Hayber Kalesi'ne indik. Beraberinde başka birçok Müslüman da vardı. Hayber'in sâhibi (lideri) cebbâr, mütekebbir birisi idi. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a gelerek:
"- Ey Muhammed! Sizin eşeklerimizi kesmeye, meyvelerimizi yemeye, kadınlarımızı dövmeye hakkınız mı
var?" dedi. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bu sözlere öfkelenerek emretti:
"Ey İbnu Avf merkebine bin ve şöyle nida et: "Haberiniz olsun, cennet sâdece mü'minlere helâldir, namaz kılmak üzere toplanın!"
Râvi, devamla, der ki: "Cemaat toplandı. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) onlara namaz kıldırdı. Sonra da kalkıp şunları söyledi:
" Sizden biri, (rahat) koltuğuna kurulup, Allah'ın sâdece şu Kur' ân'da yazdıklarını mı haram ettiğini sanıyor? Haberiniz olsun, vallahi ben (Allah'ın yasaklarını) duyurdum, (Kur'ân'da olmayan hayırlar) emrettim, birçok şeylerden sizleri yasakladım; bunlar, Kur'ân in bir misli kadar ve belki de daha çoktur. Allah Teâla hazretleri, Ehl-i Kitab'ın evlerine izinsiz girmenizi helal kılmamıştır. Kadınları dövmenizi, borçlarını (olan cizyeyi) verdikten sonra meyvelerini yemenizi de helal kılmamıştır."

Ebu Dâvud, Harâc 33, (3050).
Reference : Sunan Abi Dawud 3050
In-book reference : Book 20, Hadith 123
English translation : Book 19, Hadith 3044

حَدَّثَنَا مُحَمَّدُ بْنُ عِيسَى، حَدَّثَنَا أَشْعَثُ بْنُ شُعْبَةَ، حَدَّثَنَا أَرْطَاةُ بْنُ الْمُنْذِرِ، قَالَ سَمِعْتُ حَكِيمَ بْنَ عُمَيْرٍ أَبَا الأَحْوَصِ، يُحَدِّثُ عَنِ الْعِرْبَاضِ بْنِ سَارِيَةَ السُّلَمِيِّ، قَالَ نَزَلْنَا مَعَ النَّبِيِّ صلى الله عليه وسلم خَيْبَرَ وَمَعَهُ مَنْ مَعَهُ مِنْ أَصْحَابِهِ وَكَانَ صَاحِبُ خَيْبَرَ رَجُلاً مَارِدًا مُنْكَرًا فَأَقْبَلَ إِلَى النَّبِيِّ صلى الله عليه وسلم فَقَالَ يَا مُحَمَّدُ أَلَكُمْ أَنْ تَذْبَحُوا حُمُرَنَا وَتَأْكُلُوا ثَمَرَنَا وَتَضْرِبُوا نِسَاءَنَا فَغَضِبَ يَعْنِي النَّبِيَّ صلى الله عليه وسلم وَقَالَ ‏"‏ يَا ابْنَ عَوْفٍ ارْكَبْ فَرَسَكَ ثُمَّ نَادِ أَلاَ إِنَّ الْجَنَّةَ لاَ تَحِلُّ إِلاَّ لِمُؤْمِنٍ وَأَنِ اجْتَمِعُوا لِلصَّلاَةِ ‏"‏ ‏.‏ قَالَ فَاجْتَمَعُوا ثُمَّ صَلَّى بِهِمُ النَّبِيُّ صلى الله عليه وسلم ثُمَّ قَامَ فَقَالَ ‏"‏ أَيَحْسَبُ أَحَدُكُمْ مُتَّكِئًا عَلَى أَرِيكَتِهِ قَدْ يَظُنُّ أَنَّ اللَّهَ لَمْ يُحَرِّمْ شَيْئًا إِلاَّ مَا فِي هَذَا الْقُرْآنِ أَلاَ وَإِنِّي وَاللَّهِ قَدْ وَعَظْتُ وَأَمَرْتُ وَنَهَيْتُ عَنْ أَشْيَاءَ إِنَّهَا لَمِثْلُ الْقُرْآنِ أَوْ أَكْثَرُ وَأَنَّ اللَّهَ عَزَّ وَجَلَّ لَمْ يُحِلَّ لَكُمْ أَنْ تَدْخُلُوا بُيُوتَ أَهْلِ الْكِتَابِ إِلاَّ بِإِذْنٍ وَلاَ ضَرْبَ نِسَائِهِمْ وَلاَ أَكْلَ ثِمَارِهِمْ إِذَا أَعْطَوْكُمُ الَّذِي عَلَيْهِمْ ‏"
(2)

2. Örnek:

111 - Hz. Aişe (radıyallahu anhâ) der ki: "Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) hanımlarına yaklaşmamaya yemin etti (îlâ kararı verdi) ve (bal yemeyi de kendi kendine) haram etti. Böylece helal olan bir şeyi kendisine haram kılmıştı. Sonra kefâret karşılığında yeminini bozdu"
Tirmizî, Talak 21, (1201).

English reference : Vol. 2, Book 8, Hadith 1201
Arabic reference : Book 13, Hadith 1241

حَدَّثَنَا الْحَسَنُ بْنُ قَزَعَةَ الْبَصْرِيُّ، أَنْبَأَنَا مَسْلَمَةُ بْنُ عَلْقَمَةَ، أَنْبَأَنَا دَاوُدُ بْنُ عَلِيٍّ، عَنْ عَامِرٍ، عَنْ مَسْرُوقٍ، عَنْ عَائِشَةَ، قَالَتْ آلَى رَسُولُ اللَّهِ صلى الله عليه وسلم مِنْ نِسَائِهِ وَحَرَّمَ فَجَعَلَ الْحَرَامَ حَلاَلاً وَجَعَلَ فِي الْيَمِينِ كَفَّارَةً ‏.‏ قَالَ وَفِي الْبَابِ عَنْ أَنَسٍ وَأَبِي مُوسَى ‏.‏ قَالَ أَبُو عِيسَى حَدِيثُ مَسْلَمَةَ بْنِ عَلْقَمَةَ عَنْ دَاوُدَ رَوَاهُ عَلِيُّ بْنُ مُسْهِرٍ وَغَيْرُهُ عَنْ دَاوُدَ عَنِ الشَّعْبِيِّ أَنَّ النَّبِيَّ صلى الله عليه وسلم ‏.‏ مُرْسَلاً ‏.‏ وَلَيْسَ فِيهِ عَنْ مَسْرُوقٍ عَنْ عَائِشَةَ وَهَذَا أَصَحُّ مِنْ حَدِيثِ مَسْلَمَةَ بْنِ عَلْقَمَةَ ‏.‏ وَالإِيلاَءُ هُوَ أَنْ يَحْلِفَ الرَّجُلُ أَنْ لاَ يَقْرُبَ امْرَأَتَهُ أَرْبَعَةَ أَشْهُرٍ فَأَكْثَرَ ‏.‏ وَاخْتَلَفَ أَهْلُ الْعِلْمِ فِيهِ إِذَا مَضَتْ أَرْبَعَةُ أَشْهُرٍ فَقَالَ بَعْضُ أَهْلِ الْعِلْمِ مِنْ أَصْحَابِ النَّبِيِّ صلى الله عليه وسلم وَغَيْرِهِمْ إِذَا مَضَتْ أَرْبَعَةُ أَشْهُرٍ يُوقَفُ فَإِمَّا أَنْ يَفِيءَ وَإِمَّا أَنْ يُطَلِّقَ ‏.‏ وَهُوَ قَوْلُ مَالِكِ بْنِ أَنَسٍ وَالشَّافِعِيِّ وَأَحْمَدَ وَإِسْحَاقَ ‏.‏ وَقَالَ بَعْضُ أَهْلِ الْعِلْمِ مِنْ أَصْحَابِ النَّبِيِّ صلى الله عليه وسلم وَغَيْرِهِمْ إِذَا مَضَتْ أَرْبَعَةُ أَشْهُرٍ فَهِيَ تَطْلِيقَةٌ بَائِنَةٌ ‏.‏ وَهُوَ قَوْلُ سُفْيَانَ الثَّوْرِيِّ وَأَهْلِ الْكُوفَةِ
(3)

3. Örnek:

1667 - İbnu Abbâs (radıyallâhu anhümâ) anlatıyor: "Yahudiler, gök gürültüsünün ne olduğunu Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'den sordular:
"Bulutlara müvekkel olan melektir. Berâberinde ateşten kamçılar var. Bununla bulutları Allah'ın dilediği yere sevkeder"diye cevap verdi.
Onlar tekrar sordular:
"Ya şu işitilen ses, o nedir?"
"Bu, bulutların istenen yere gitmeleri için onlara yapılan bir sevkdir" dedi. Yahudiler:
"Doğru söyledin. Şimdi de İsrail'in Yakub (aleyhisselam)kendisine haram kıldığı şey nedir onu söyle?" dediler. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) :
"Hz. Yakub (ırku'n-nesâ denen) uyluk mafsalından başlayıp dize, topuğa kadar inen. bir ağrıdan muzdarib idi. Deve eti ve sütü dışında kendine uygun gelen (ne yiyecek, ne içecek) münâsip bir şey yoktu. Bu sebeple o da bunları haram etti" dedi. Yahudiler: "Doğru söyledin" dediler." Tirmizî, Tefsir Ra,d, (3116). (Bu hadisin irtibatlı olduğu Ayette de Haram kelimesi kullanıldığı için sadece metni vermekle yetindim)

4.Örnek:

4563 - Yine Sahiheyn'in bir rivayetinde anlatıldığına göre, Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm (Medine'nin dışına doğru) yürüdü. Önünde Uhud görünmüştü:
"Bu dağ var ya, o bizi çok seviyor, biz de onu seviyoruz" buyurdular. Medine'ye yönelince de:
"Ey Allahım! Hz. İbrahim Mekke'yi haram kıldığı gibi, ben de (Medine'yi) iki dağı arasıyla haram kılıyorum. Allahım, (Medine halkını) müdd ve sa'larınla mübarek kıl" buyurdular."
Buhari, Fezailu'l-Medine 6; Müslim, Hacc 462, (1365).
(Mekke , Medine Haremi denmesi ispat için yeterlidir)

5.Örnek:

ـ5286 ـ2ـ وعن علِيٍّ رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]أخَذَ رَسُولَ اللّهِ # حَريراً فَجَعَلَهُ في يَمِينِهِ؛ وَذََهَباً فَجَعَلَهُ في شِمَالِهِ. فقَالَ: إنَّ هذَيْنِ حَرَامٌ عَلى ذُكُورِ أُمَّتِي[. أخرجه أبو داود والنسائي.وفي أخرى للترمذي والنسائي، عن أبي موسى: ]حُرِّمَ لِبَاسُ الْحَرِيرِ وَالذَّهَبِ عَلى ذُكُورِ أُمَّتِي، وَأُحِلَّ “نَاثِهِمْ[ .

2. (5286)- Hz. Ali (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) bir miktar ipek alıp sağ avucuna koydu, bir miktar da altın alıp sol eline koydu sonra da:
"Şu iki şey ümmetimin erkek kısmına haramdır!" buyurdu." [Ebu Davud, Libas 14, (4057); Nesâî, Zinet 40, (8, 160).]
Tirmizî, ve Nesâî'de Ebu Musa'dan gelen diğer bir rivayette: "Ümmetimin erkeklerine, ipek elbise ve altın haram kılındı, kadınlarına helal kılındı" buyrulmuştur.

6.Örnek:

4600 - Hz. Zübeyr radıyallahu anh anlatıyor: "Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki: "Vecc (vadisin)in avı ve ağaçları haramdır. Allah için haram kılınmıştır." Ebu Davud, Menasik 97, (2032).

Reference : Sunan Abi Dawud 2032
In-book reference : Book 11, Hadith 312
English translation : Book 10, Hadith 2027

حَدَّثَنَا حَامِدُ بْنُ يَحْيَى، حَدَّثَنَا عَبْدُ اللَّهِ بْنُ الْحَارِثِ، عَنْ مُحَمَّدِ بْنِ عَبْدِ اللَّهِ بْنِ إِنْسَانٍ الطَّائِفِيِّ، عَنْ أَبِيهِ، عَنْ عُرْوَةَ بْنِ الزُّبَيْرِ، عَنِ الزُّبَيْرِ، قَالَ لَمَّا أَقْبَلْنَا مَعَ رَسُولِ اللَّهِ صلى الله عليه وسلم مِنْ لِيَّةَ حَتَّى إِذَا كُنَّا عِنْدَ السِّدْرَةِ وَقَفَ رَسُولُ اللَّهِ صلى الله عليه وسلم فِي طَرَفِ الْقَرْنِ الأَسْوَدِ حَذْوَهَا فَاسْتَقْبَلَ نَخِبًا بِبَصَرِهِ وَقَالَ مَرَّةً وَادِيَهُ وَوَقَفَ حَتَّى اتَّقَفَ النَّاسُ كُلُّهُمْ ثُمَّ قَالَ ‏ "‏ إِنَّ صَيْدَ وَجٍّ وَعِضَاهَهُ حَرَامٌ مُحَرَّمٌ لِلَّهِ ‏"‏ ‏.‏ وَذَلِكَ قَبْلَ نُزُولِهِ الطَّائِفَ وَحِصَارِهِ لِثَقِيفٍ

(4)

7. Örnek:

55 - Mikdâm İbnu Ma'dîkerib (radıyallahu anh) anlatıyor: Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Haberiniz olsun, rahat koltuğunda otururken kendisine benim bir hadisim ulaştığı zaman kişinin: "Bizimle sizin aranızda Allah'ın kitabı vardır. Onda nelere helâl denmişse onları helâl biliriz. Nelere de haram denmişse onları haram addederiz" diyeceği zaman yakındır. Bilin ki, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın haram kıldıkları da tıpkı Allah'ın haram ettikleri gibidir"
Ebu Dâvud, Sünne, 6, (4604); Tirmizî, İlm 60, (2666); İbnu Mace, Mukaddime 2, (12).

Reference : Jami` at-Tirmidhi 2664
In-book reference : Book 41, Hadith 20
English translation : Vol. 1, Book 39, Hadith 2664

حَدَّثَنَا مُحَمَّدُ بْنُ بَشَّارٍ، حَدَّثَنَا عَبْدُ الرَّحْمَنِ بْنُ مَهْدِيٍّ، حَدَّثَنَا مُعَاوِيَةُ بْنُ صَالِحٍ، عَنِ الْحَسَنِ بْنِ جَابِرٍ اللَّخْمِيِّ، عَنِ الْمِقْدَامِ بْنِ مَعْدِيكَرِبَ، قَالَ قَالَ رَسُولُ اللَّهِ صلى الله عليه وسلم ‏ "‏ أَلاَ هَلْ عَسَى رَجُلٌ يَبْلُغُهُ الْحَدِيثُ عَنِّي وَهُوَ مُتَّكِئٌ عَلَى أَرِيكَتِهِ فَيَقُولُ بَيْنَنَا وَبَيْنَكُمْ كِتَابُ اللَّهِ فَمَا وَجَدْنَا فِيهِ حَلاَلاً اسْتَحْلَلْنَاهُ وَمَا وَجَدْنَا فِيهِ حَرَامًا حَرَّمْنَاهُ وَإِنَّ مَا حَرَّمَ رَسُولُ اللَّهِ صلى الله عليه وسلم كَمَا حَرَّمَ اللَّهُ ‏"‏ ‏.‏ قَالَ أَبُو عِيسَى هَذَا حَدِيثٌ حَسَنٌ غَرِيبٌ مِنْ هَذَا الْوَجْهِ



Tenkit:

İslamoğlu: 6. Nebi'nin ehli eşek etini yasaklaması, yabani eşeği yasaklamadığı anlamına geliyor. O da zebradır. Eğer Nebi'nin yasağı Kur'an gibi mutlak bir haram olsaydı bunu izah edemezdik. Bazı şarihlerin de isabetle belirttiği gibi Nebi ehli eşeği "insanların hacetini gördüğü için"yasaklıyor. Sonuç şu: Nebi'nin yaptığı "haram koyma" değil, "yasak koyma", illetsiz ve taabbüdi değil, hepsi de illetine mebni yasaklar. Bu durumda şu usul kuralı geçerli olur: İn zale'l-'illet fekad zalel humk, in 'ade'l-Ille fekad 'ade'l-hukm: illet ortadan kalkarsa hüküm de kalkar, illet ortaya çıkarsa hüküm de çıkar.

5612 - Muhammed İbnu'l-Hanefiyye anlatıyor: "Hz. Ali, İbnu Abbas radıyallahu anhüm'e dedi ki:
"Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm Hayber gazvesi günü, kadınlarla mut'ayı, ehlî eşek etlerinin yenmesini haram kıldı."
Buhari, Megazi 38, Nikâh 31, Zebâih 28, Hiyel 3; Müslim, Nikâh 29, (1407); Muvatta, Nikâh 41, (2, 542); Tirmizi, Nikah 28, (1121); Nesai, Nikah 71, (6, 125, 126).

حَدَّثَنِي يَحْيَى، عَنْ مَالِكٍ، عَنِ ابْنِ شِهَابٍ، عَنْ عَبْدِ اللَّهِ، وَالْحَسَنِ، ابْنَىْ مُحَمَّدِ بْنِ عَلِيِّ بْنِ أَبِي طَالِبٍ عَنْ أَبِيهِمَا، عَنْ عَلِيِّ بْنِ أَبِي طَالِبٍ، رضى الله عنه أَنَّ رَسُولَ اللَّهِ صلى الله عليه وسلم نَهَى عَنْ مُتْعَةِ النِّسَاءِ يَوْمَ خَيْبَرَ وَعَنْ أَكْلِ لُحُومِ
الْحُمُرِ الإِنْسِيَّةِ ‏.‏

Hadiste Muta ve Ehli eşek etinin her ikisi de yasaklanma fiilinde ortaktır..
Nehe'n-nebi bu hadiste eğer illete bağlı bir yasaklamayı ifade ediyorsa ve Nehe'n-nebi Harrame'n-Nebi'den daha hafif bir zecri/yasaklamayı ifade ediyorsa bu Muta nikahının haramlığı üzerinde şüphe uyandırmaktan ve bu zina şeklini hafife almaktan başka bir kapıya çıkmayacaktır..Bilindiği gibi Muta ehl-i sünnete göre kesin olarak haramdır..
*
(1) http://www.mustafaislamoglu.com/HD252_nebi-nin-helal-ve-haram-koyma-yetkisi-var-mi-.html
(2) http://sunnah.com/abudawud/20
(3) http://sunnah.com/tirmidhi/13
(4) http://sunnah.com/abudawud/11



http://ahmednazif.blogspot.com.tr/2014/07/nebinin-haram-koyma-yetkisi-1.html
Devamını Oku »

Dindarın Şüphesi

Dindarın Şüphesi

...Meşrulaştırma veya rasyonalizasyon, hadi daha bildik bir deyimle ifade edelim, minareyi çalarken kılıfını hazırlama, insanın sıklıkla kullandığı bir savunma mekanizması, in­san kendisini mutlak hakikatin bir tecellisi olarak görme­ye başladığında, hangi meşrepte olursa olsun, arzularına kılıf bulur. Madem hakikat onda tecelli etmiştir, yaptığı her şey, söylediği her söz hakikatin pırıltısından ibarettir. Hz. Pey­gamber, insanı ‘havf ve reca’ yani korku ve ümit arasında bir varlık olarak tanımlamışken, ‘kesin inançlı’, kendisini kor­kudan münezzeh, tamamlanmış bir varlık olarak görmekte­dir. İşte tam da burada inançtan kötülüğe bir pencere açıl­maktadır. Eğer Tanrı kelâmının sizin içinizdeki yolculuğu­nu bitirdiği ve sizi takdis ettiği tarzında bir yanılsamaya du­çar olursanız, sözümona kutsal amacınız için bütün araçlar mübah olabilir.

Bir şair bunu şu sözlerle ifâde etmişti: “Dava için para kazanmaya giden arkadaşların hiçbiri eve dönme­di.” Oysa dindarlığı var kılan şey, bizatihi insanın kendi nef­sini ve edimlerini sürekli bir sorgulamaya tâbi tutabilmesi, korku ve ümit arasında yaşadığı sürgit gerilimdir. Dünya­nın gelip geçici olduğunu, maddî olan her şeyin zevale doğ-ru yol aldığını, hâsılı kelam, fâniliği ruhunun en ücra hücre­lerinde hissetmeyen bir insan, kendisini nasıl dindar olarak tanımlayabilir? Güzelliği baş tacı etmeyen, insan ilişkilerin­de ve kâinatta her dem güzelliğin peşi sıra koşmayan, hayatı bir huşu ve haşyet duygusuyla taçlandırmayan kişi, bize din­darlığının alameti olarak neyi gösterebilir?

Dindar olduğunu söyleyen ve fakat ahlâkın yolundan sa­pan kimse, bana öyle geliyor ki, bir şüphe tarafından kemi­rilmektedir. Şüphelerin en yakıcısı, en azap vericisi ve bir kez insanı teslim aldığında onun bütün kişiliğini değiştiren, ‘ruhu şeytana satan şüphe: Ya öte dünya yoksa? Ya benim dindarlığım boş bir vehimden ibaretse? Elimin altından ka­yıp giden bu dünya, bütün lezzetleriyle şimdi benim olamadiğı gibi, hiçbir zaman da olamayacaksa?

Bu manada modernleşme, dünyevîleşmenin ta kendisi­dir. Dünyadan, sadece kendisi için, kendi arzularının tatmi­ni için daha çoğunu istemek. Arzuyla savaşmakla itminan bulan bir iç dünyanın çölünden; ayartan, baştan çıkaran, ar­zuyu doyuran bir dış dünya serabına çıkış. Tanrının olmadı­ğı bir yerde sorumluluklardan kurtuluş. Aliya İzzetbegoviçin Dostoyevski şerhiyle söylersek: “Tanrı yoksa insan da yok­tur. İnsan yoksa sorumluluk yoktur. Sorumluluk yoksa suç da yoktur, öyleyse Tanrı yoksa suç yoktur. Tanrı yoksa her şey mübahtır.”

Din, insanın kendi kusur ve kısıtlamalarıyla yüzleşebil­mesi için bir imkân olarak da okunabilir. Kitap, ‘kendini sorgulayan nefs’i över. Kim ki inanmak yolunda kusursuz ol­duğunu düşünüyor, o uluhiyet iddiasındadır. Kötülük, yer­yüzü tanrıları’ eliyle yayılır. Kötülük, tanrılık taslayan kişi­de yuvalanır. O yüzden sufiler, “Nefsi dininin elinde kar gibierimeyen kişinin dini, neftinin elinde kar gibi erir” demişlerdir.

Prof.Dr.Kemal Sayar
Devamını Oku »

Günümüz Tesettürlü Kadınları Zor Durumda

Günümüz Tesettürlü Kadınları Zor Durumda
İBRAHİM HALİL ER

Özellikle  evli erkeklere söylüyorum. Günümüzde tesettürlü bayanlar gerçekten zor durumda.
Hayat, modernizm ile idealleri arasında sıkışmış durumdadırlar.

Çoğunun sohbet edecek dertleşecek bir sosyal çevresi bile yok. (Akraba çevreleri kıskançlık, çekememezlik ve dedikodu ile dolu. Bu durum kadınları daha da yıpratıyor.)

Bu nedenle tesettürlü ve hatta çarşaflı bayanlar facebook’ta sohbet etmeyi tercih ediyor.

Tabi ki onların sohbet ettikleri de hemcinsleri değil, erkekler oluyor. Önce dini muhabbet ve sonra özele kayıyor.

Erkeklerle sohbet etmeyi sevmelerinin nedeni, o sanal erkeklerin onların hoşuna giden tüm sözleri söylemeleri. Birçoğu hayatta eşlerinden duymadıkları iltifatları burada duymalarıyla kendilerini bir prenses gibi hissetmeye başlıyorlar.

Bu durum, nefislerine hoş geldiği gibi, sohbetler sonraları mahrem alanlara ve en azından düşüncede aldatmaya kadar gidiyor.

Yoğun bir boşanma furyası gelebilir.

Peki, erkekler ne yapıyor?

Mütedeyyin erkekler, eşlerinin başörtüsü ve namazlarına aldanıp eşlerine toz kondurmadıklarından hiçbir şeyden haberleri olmadığı gibi işi öğrendiklerinde ise çoğunlukla geç oluyor. Genellikle öğrenmeleri de yine eşlerinin kavga ve boşanma talepleriyle oluyor.

Peki, ne yapmalı?

Mütedeyyin erkeklerin eşlerini ihmal etmemeleri ve haftanın belli günlerini onlara tahsis etmeli, ayrıca her gün bir kaç saatini eşleriyle muhabbet etmeye, gezmeye ve ortak faaliyetlerde bulunmaya ayırmalıdırlar. Hatta eşlerinin sevdiği ortamlara takılarak onları anlamaya çalışmalıdırlar.

Çoğu erkek eşlerini tanıdığını sanır ama aslında eşlerinin onlara gösterdiği sahte yüzü tanırlar. Eşlerinin zamanla değiştiğini görmezler. Halbuki her şey değiştiği gibi eşleri de değişmiştir. Bu nedenle eşlerini ihmal etmemelidirler. Eşlerinin sanal ortamlarda aradığı huzuru, mutluluğu ve iltifatları mutlaka kendileri yerine getirmelidirler.

Bazı erkeklerin “biz kadınların her dediğini yapmak zorunda mıyız” eleştirisini duyar gibi oluyorum. Ama olay o kadar basit değil. Kadın, toplumun hassas terazisidir. Toplumdaki en ufak bir değişimi kendisinde yansıtır. Bu nedenle bir toplumun değişimi veya yozlaşmasını kadın üzerinden takip edebilirsiniz.

Kadınlarımız, modernizm karşısında bocalamışlardır. Özellikle yalnız kalmışlardır. Bu yalnızlığı bilgisayarla değil eşleriyle gidermelidirler. Kadın iltifat duymazsa, güneşe hasret kalan çiçek gibi solar. Bu nedenle onlara iltifatı esirgememelidir. Çoğu erkek, evlendikten sonra eşine kur yapmayı unutur ve bu durum evlilikleri bitirdiği gibi kadının bu ihtiyacını başka yönlerden gidermesine yol açar.

Eşlerinize sahip çıkın. Yalnız bırakmayın. Gezin, ortak faaliyetlerde bulunun. İyi sosyal çevrelere götürün. Ama mutlaka yalnızlığını giderin.

Sonuçta o sizin namusunuz. Namusunuzu emanet ettiğiniz kişiye hem hürmet edin. Hem saygı gösterin. Hem sabredin ve hem de anlamaya çalışın. Psikolojik ve sosyal ihtiyaçlarını giderin. Evlerinizi ve eşlerinizi ihmal etmeyin.

İSLAMİ FEMİNİST KADINLARIN ÖZLEDİĞİ ERKEK MODELİ VE İSLAMIN ERKEKLERE VERDİĞİ HAKLAR

Birçok İslami kadın kuruluşlarının veya Müslüman/mütedeyyin aydın kadınları okuduğumda İslam’ın kadın/erkek hakları konusunda kafalarının karışık olduğunu gördüğüm gibi maalesef konuyu hem anlamadıklarını ve hem de suladıklarını görüyorum.

Genelde çoğu sözüne şöyle başlar:

Efendim! Peygamber (sav)’de eşine yardım etmiş, ev işini yapmıştır.

Çoğu bunu söyler. Peki, bu söylemle neyi amaçlarlar?

Bu sözle birincisi Mütedeyyin erkeklerin Resulullah’ı kendilerine örnek almadığını savunmuş olurlar. İşte kadın erkek ilişkisine böyle çarpık baktıkları için maalesef sorun çözme değil, sorun üretme merkezi olmuşlar, hatta evlerinde çoğu eşleriyle kavgalıdır veya boşanma eşiğine gelmiştir.
Peki, nasıl okunmalı?

Burada Resulallah’ın bu davranışıyla eşlerimizle birlikte ev işleri yapabileceğimiz anlaşıldığı gibi, eşlerimize yardım etmemiz de (tabi ki vakti varsa) güzel olduğunu göstermektedir. Bu bir emir değil, aile içi muhabbetin gelişmesi yönünde bir harekettir. Eşler birlikte ev işlerini yaparak ortak bir duygu geliştirir, muhabbetleri artmış olur.

Fakat günümüz kadınları, işten yorgun argın gelen erkeğin mutfağa gidip yemek yapmasını, camları silmesini ve evin her türlü işini yapmasını beklemektedirler. Bu yanlıştır ve erkeğin konumlanmasına aykırıdır. Çünkü erkeğin görev alanı ev değil dışarısıdır. (Tabi ki karı koca çalışıyor ve eve birlikte geliyorlarsa ev işlerini paylaşmaları doğaldır, konumuz çalışan kadınlar değil)

Ayrıca, Resulullah’ın muhterem eşleri, evin temizliği ve işlerini Resulullah’tan beklemedikleri gibi, onun yaptığı yardımdan dolayı şeref duymakta ve müteşekkir olmaktadır. Fakat günümüz feminist İslamcı kadınları bunu erkeğin bir görevi gibi sunmaktadırlar.

Ayrıca bu kadınlar muhterem annelerimiz gibi tek göz bir evde yaşamayı, bazı günler aç kalmayı ve üzerlerine kuma gelmesini kabul etsinler biz de ev islerine yardım ederiz.

Peki diyelim ki günümüz feminist kadınları İslam’ın kendilerine verdiği bu hakları elde etmek için mücadele ediyorlar. Saygı duyarız. O halde Allah’ın erkeğe dörde kadar evlenme izni vermesi olayını da kabul etsinler ki onların samimiyetine inanalım. Yani hak ise hak…

Günümüz feminist İslamcıları çocuk bakma yükümlüğüne de sahip olmadıklarını ve çocuğa erkeğin bakması gerektiğini söylerken, boşanmada çocuğu almak için neden mücadele ederler?

Ya da boşandıklarında nafaka neden isterler? Çünkü İslam’da kadına nafaka yoktur. Sadece çocuk emziriyorsa bunun ücretini verir.

Ya da mirasta neden erkekle eşit miktarda ister de ayetle sabit olan yarısını almak istemez?
Ayrıca, ayette sabit olan kadınlar için en güzelinin evlerinde oturmak olduğunu neden görmezlikten gelip de dışarda dolaşırlar?

Kocasının izni olmadan kadının dışarı çıkamayacağı, onun izin vermediği kişilerle konuşmayacağını neden göz ardı ederler?

Kadının kocasının sözünü dinlemesi gerektiği sözünü dinlemediği zaman (nuşuz) kocası tarafından dövülebileceği ayetini ne yapacaklar?

Erkeğe verilen haklar daha fazladır. Erkek, aile mutluluğu için bu hakların birçoğundan fedakârlık yaparken kadın neden bir hak ve hukuk diye tutturmuştur?

Lütfen tutarlı olsunlar…

Çünkü ailede ve evlilikte asıl olan birliktelik, paylaşım ve muhabbettir. Yasal haklar çift yönlüdür.
Not: Tabi ki bizim sözümüz İslamcı Feminist Kadınlara yöneliktir. Yoksa biz kadınların sömürülmesini/ezilmesini/şiddet görmesini/dövülmesini asla tavsiye etmiyoruz.

Ama bu sıralar güçlenen bu feminist kadınlar, solcu ve kart feministlerle işbirliğine girip Müslüman/mütedeyyin erkeklere karşı mücadele etmekte ve İslami argümanları kullanmaktadırlar. Biz de bu nedenle onları uyarmaya çalışıyoruz.

Kadınlarımız Resulullah’ın eşleri gibi olduklarında erkekler de Resulullah gibi davranırlar.

Devamını Oku »

Mustafa da Bir İnsandır! (Açık Mektup)


Mustafa da Bir İnsandır! (Açık Mektup)



– H. Avni Kansızoğlu Hocaefendi


Selam hidayete uyanlara olsun….

İslamoğlu Mustafa!.. Son zamanlarda duydum ki, Âdem Aleyhisselam’ın meniden yaratıldığını, babasının olduğunu ve topraktan yaratılmadığını söylemişsin. Üstelik bunun ayette yer aldığını ve topraktan yaratıldığı inancının İsrailiyyât’a dayandığını da iddia ile Allâh’a iftira ediyormuşsun.

İşin ucunun buralara kadar varacağı, yani gelip açık bir Kur’an inkârına ve imansızlığa dayanacağı senin hallerinden, tavırlarından ve yalpalayarak gidişinden belliydi. Bu yolun ucunun buraya çıkacağını gözü olanlar apaçık bir şekilde çok çok öncelerden bile görüyorlardı.

Mustafa!.. Nasıl da Allah’dan korkmadan o aslı astarı olmayan saçma düşüncelerini ayetlere dayandırabildin; Allâh’a iftira edebildin?! Demek ki hakiki ilim erbabı olan geçmiş hidayet imamlarını ve Sünnet’i süpürüp çöpe atman bu hezeyanlarına zemin hazırlamak içinmiş. Zırcahil olduğunu ne kadar da açık etmişsin!.

Nasıl öyle olmasın ki:

İnsan sûresinin ikinci ayeti إِنَّا خَلَقْنَا الْإِنْسَانَ مِنْ نُطْفَةٍ أَمْشَاجٍ”Şüpheniz olmasın ki biz insanı karışık meniden yarattık” ilahi kelamında yer alanالْإِنْسَانَ “el-insan” kelimesinin başındaki lâm-ı tarif olan الـ’in /el’in cins manasında olduğunu ve bütün insanları içine alacağını o yüzden Âdem’in de bu insanlardan olduğu için topraktan değil, nutfeden/meniden yaratılmış olduğunu iddia etmişsin..

Biz de diyoruz ki:

Burada farkında olmadan hem mantık ilmini hem Arap dilini hem de İslam dinini ve bu dinin kitabını bilmediğini en üst perdeden ilan etmişsin. Doğrusu senin cahillik miktarının ne kadar olduğunu anlatmak son derece güçtür; zira ucu bucağı görünmemektedir. Ancak biz birkaç madde yazalım ki, harmandan alınan bir avuç, kalanının kıymet ve derecesini bildirsin ve göstersin.

1- Ne gariptir ki, Felsefeci Caner Taslaman bu apaçık mantıkî saçmalamaya şu ana kadar herhangi bir ses çıkarmadı ve çıkarmamaya devam etmektedir!.. Nasıl böyle yapabilir?!.. Oysa bu iddia, Mantık ifadesiyle sonu gelmeyen şeyleri birbirine dayandırmak demek olan ve akli hükmünün muhal ve dolayısıyla batıl olduğu malum bir teselsülü bulundurmaktadır. Şöyle ki: Eğer Âdem aleyhisselâm, bir insan olmakla topraktan yaratılmayıp mutlaka meniden meydana geldiyse ve dolayısıyla bir babası varsa, babasının babası da olmalıdır. Ve bu nihayete kadar böyle gider. Böyle bir iddia akli bir muhal olmanın yanında insanın kadim olduğu yani sonradan yaratılma olmadığı neticesini de doğurur. Bu ise -değil bir müminin- aklı başında sıradan bir insanın bile ortaya atabileceği bir iddia olamaz.

2- Bay Mustafa!.. Âyetteki el-İnsân lafzının başında yer alan el’in cins manası bildirdiğini, dolayısıyla bütün insanları içine alacağını, netice olarak da Âdem aleyhisselam’ın bu bütün içinde olduğunu söylerken nice sebeple ne kadar da kahredici ve güldürücü bir tavır sergilemişsin!..

Bu sebepler hakikaten çok fazla ise de işte size bazıları:

Birincisi: Bu sözünle önce Arab dilinden habersiz olduğunu bilmeden ortaya koydun.. Çünkü ism-i mevsul olmayan ve lam-i tarif olan el’in çeşitlerinden birisi de evet cins için olmasıdır. Ancak, kimi âlimlere göre cinste sadece mahiyet yahut hakikat mülahazası bulunur, istiğrak yani fertlerin tamamı düşünülmez. Buna göre el’in başına geldiği isimle murat edilen, o ismin fertlerinin tamamı değil, mefhumudur. Kimilerine göre de cins bazen istiğrak ifade edebileceği gibi kimi zaman etmediği de olur.

Sen ise cins deyip diğer manalarından biri olan ve bütün fertleri içinde bulundurmak demek olan istiğrak manası veriyorsun. Hâlbuki bu -dilin yeni talebeleri dahi bilirler ki- fertlerin tamamını cins yahut her cins değil, istiğrak veya istiğrak manasındaki cins için olan el’in başına geldiği isimler içine aldırır.

İkincisi: Farz-ı muhal bu el, cins değil de istiğrak yahut istiğrak manası bulunduran cins manasında olsaydı bile dilde ve usulde istisna denilen bir ilmi bahis vardır. Yani senin anlayacağın, bir şey umumi ifade edilmesine rağmen hemen ardınca yahut daha sonra gelen bazı harici karine/ipucu ve delillerden hareketle istisnalarının bulunduğu çok olur. Bunu sadece dilden anlayanlar değil, ümmi kocakarılar bile bilir. Nitekim bu çok açık bir husus ise de misal olarak aşağıdaki ayetlerde şöyle buyrulmaktadır:

{ إِنَّ الْإِنْسَانَ خُلِقَ هَلُوعًا * إِذَا مَسَّهُ الشَّرُّ جَزُوعًا * وَإِذَا مَسَّهُ الْخَيْرُ مَنُوعًا * إِلَّا الْمُصَلِّينَ * الَّذِينَ هُمْ عَلَى صَلَاتِهِمْ دَائِمُونَ * وَالَّذِينَ فِي أَمْوَالِهِمْ حَقٌّ مَعْلُومٌ * لِلسَّائِلِ وَالْمَحْرُومِ * وَالَّذِينَ يُصَدِّقُونَ بِيَوْمِ الدِّينِ * وَالَّذِينَ هُمْ مِنْ عَذَابِ رَبِّهِمْ مُشْفِقُونَ * إِنَّ عَذَابَ رَبِّهِمْ غَيْرُ مَأْمُونٍ *وَالَّذِينَ هُمْ لِفُرُوجِهِمْ حَافِظُونَ }

“İnsan, hırsı çok ve sabrı az olarak yaratılmıştır. Ona bir şer/zarar dokunursa çok feryad u figan eden bir varlıktır. Ona bir hayır/mal dokunursa çok pintidir, menedicidir; kimseye bir şey koklatmayandır. Ancak namaz kılanlar bundan müstesnadır, ayrıdır ……”(Mearic:19-29 )

Mustafa!.. Senin bu ayetlerden ya haberin yok yahut da bile bile batıl iddian için getirdiğin ayet ile oynamaktasın. Bu iki kötü ihtimalden ikincisi tabii ki birincisinden çok daha kötü.

Üçüncüsü: Böyle bir tamimle yani sizin uydurma ifadelerinizle genelleme ile Allâh azze ve celleyi yalanlamanın yanında, İsa aleyhisselam’a da -hâşâ- bir baba bulmak zorunda kalacaksın.

Umarım, Yehudilerin iftira ettikleri gibi -hâşâ- “O’nun babası marangoz Yusuf’tur” da demezsin!..

Âyette şöyle buyrulmaktadır:

{ إِنَّ مَثَلَ عِيسَى عِنْدَ اللَّهِ كَمَثَلِ آدَمَ خَلَقَهُ مِنْ تُرَابٍ}

“İsa’nın Allâh katındaki misali, Âdem’in misali gibidir. O’nu (Âdem’i), topraktan yarattı.”(Âli İmrân:59)

Bizim Nebîmize de O’na da salat ve selam olsun.

Dördüncüsü: Allâh azze ve celle yukarıdaki ayetinde Âdem aleyhisselam’ı -zırdeli olmayan her kesin kolayca anlayacağı bir açıklıkla- topraktan yarattığını haber verdiği halde bu inancı İsrailiyyat’a bağlaman ne demek oluyor? Hakikatlerin karşısında mevzi kazma düşüncesinde olan hemen hemen her bir uyanığın tevessül ettiği ucuz bir itham olan İsrailiyyat karalamasına sarılmışsın. Ne yapmak istiyorsun? Nebî sallallahu aleyhi ve sellem efendimizi mi, yoksa Allâh’ı mı yahut her ikisini mi itham ediyorsun? Kimi yalanlamak peşindesin? Bunu bir açıklasan da merakları ortadan kaldırsan inan çok iyi olur.

Beşincisi: Senin bu iddian, insanlık tarihi boyunca değil bir Müslüman âlimden veya cahilden, semavi din mensubu olan hiçbir kimseden işitilmemiştir. Hatta dinleri inkâr edenlerin bir kısmından başka kimseden duyulmamıştır.

3- Mustafa!.. Sen buna göre İsa aleyhissem’ın da babasız olduğunu Kur’ân’ın bu ayetine dayanma iddiasıyla inkâr etmek zorundasın.

Öyle ya…

Allâh İnsan sûresindeki ayette el-İnsân demekle bütün insanları kasdetti.

İsa aleyhiselam da bir insandır.

Öyleyse, -hâşâ ve kellâ- İsa aleyhiselam da bir babadan gelmiştir.

Hâlbuki Rabbimiz şöyle haber veriyor:

{ قَالَتْ رَبِّ أَنَّى يَكُونُ لِي وَلَدٌ وَلَمْ يَمْسَسْنِي بَشَرٌ قَالَ كَذَلِكِ اللَّهُ يَخْلُقُ مَا يَشَاءُ إِذَا قَضَى أَمْرًا فَإِنَّمَا يَقُولُ لَهُ كُنْ فَيَكُونُ }

“(Meryem), Ey Rabbim!.. Bana hiçbir beşer dokunmadığı halde çocuğum nasıl olur? dedi. (Cibril de) Rabbin, dileyeceğini işte böyle yaratır. Bir işe hükmederse ona sadece ol der, o da olur, dedi.”(Âli İmrân:47)

Rabbimiz yine şöyle buyuruyor:

{ فَأَرْسَلْنَا إِلَيْهَا رُوحَنَا فَتَمَثَّلَ لَهَا بَشَرًا سَوِيًّا * قَالَتْ إِنِّي أَعُوذُ بِالرَّحْمَنِ مِنْكَ إِنْ كُنْتَ تَقِيًّا * قَالَ إِنَّمَا أَنَا رَسُولُ رَبِّكِ لِأَهَبَ لَكِ غُلَامًا زَكِيًّا * قَالَتْ أَنَّى يَكُونُ لِي غُلَامٌ وَلَمْ يَمْسَسْنِي بَشَرٌ وَلَمْ أَكُ بَغِيًّا}

“Hemen akabinde biz O’na (Meryem’e) ruhumuzu (Cebrail’i) gönderdik ve (Cebrail) O’na tastamam bir beşer şekline girdi (ve göründü). (Meryem), senden Rahman’a sığınırım. (Allah’dan) çokça sakınan biriysen (bana dokunma. Melek), ben sadece ve sadece Rabbinin elçisiyim. Sana pak bir oğlan çocuğu hibe etmek için (geldim) dedi. Bana hiçbir beşer dokunmadığı ve zina eden bir kadın da olmadığım halde çocuğum nasıl olur?! dedi. (Meryem: 17-20 )

Demek ki İsa aleyhisselam baba menisinden yaratılmamış ve babası yok..

Mustafa!.. Umarım, sen de Hıristiyanlar gibi -hâşâ ve kellâ- “İsa aleyhisselam Allah’ın oğludur, babası Allah’dır” demiyorsundur. Yahut -hâşâ- O’nun meleğin menisi olduğuna inanmıyorsundur.

Bu halinle sen, sadece pek iyi bildiğin Yahudi temayülü sergilemekle kalmayacak, daha da ileri giderek apaçık Yehudi taraftarlığı yapmış olacak, Hazreti Meryem anamızı -hâşâ- zina ile suçlayan Yehudiler mevkııne düşeceksin.

4- Mustafa!.. Eğer başında “el” ilavesi bulunan her el-İnsân lafzı bütün insanları istisnasız içine alıyorsa, birçok ayetten bir kısmı olan şu ayetlere ne diyeceksin?!..

{ يَاأَيُّهَا الْإِنْسَانُ مَا غَرَّكَ بِرَبِّكَ الْكَرِيمِ }

“Ey İnsan!. Seni kerim olan Rabbinle kim aldattı?. (İnfitar:6)

Şimdi burada bir kıyas yapıp şöyle mi diyelim?:

Allâh bu ayette el-İnsan demekle bütün insanları kasdetti.

Mustafa da bir insandır.

Öyleyse Mustafa da birilerince Kerîm olan Rabbiyle aldatılanlardandır.

Rabbimiz yine şöyle buyuruyor:

{ قُتِلَ الْإِنْسَانُ مَا أَكْفَرَهُ }

“Geberesi insan. Şaşırtıcı bir kâfirdir (yahut ‘nankördür.’)”(Abese:17)

Şimdi burada bir kıyas yapıp şöyle mi diyelim?:

Allâh bu ayette el-İnsan demekle bütün insanları kasdetti.

Mustafa da bir insandır.

Öyleyse, geberesi Mustafa şaşırtıcı bir kâfirdir (yahut ‘nankördür’)!

Rabbimiz yine şöyle buyurdu:

{ إِنَّ الْإِنْسَانَ لَظَلُومٌ كَفَّارٌ }

“Şüphesiz ki insan elbette çok büyük bir zalimdir ve çok büyük bir kâfirdir (yahut ‘nankördür.’)” (İbrahim:34)

Şimdi burada bir kıyas yapıp şöyle mi diyelim?:

Allâh bu ayette el-İnsan demekle bütün insanları kasdetti.

Mustafa da bir insandır.

Öyleyse Mustafa da çok büyük bir zalimdir ve çok büyük bir kâfirdir; yahut nankördür.

Rabbimiz yine şöyle buyuruyor:

{ وَكَانَ الْإِنْسَانُ كَفُورًا }

“İnsan çok büyük bir kâfir yahut nankör olmuştur.” (İsra:67)

Şimdi burada bir kıyas yapıp şöyle mi diyelim?:

Allâh bu ayette el-İnsan demekle bütün insanları kasdetti.

Mustafa da bir insandır.

Öyleyse Mustafa da çok büyük bir kâfir (yahut nankör) olmuştur.

Rabbimiz yine şöyle buyuruyor:

{إِنَّ الْإِنْسَانَ لَكَفُورٌ }

“Şüphe yok ki insan, elbette çok büyük bir kâfirdir (yahut nankördür.)” (Hac:66)

Şimdi burada bir kıyas yapıp şöyle mi diyelim?:

Allâh bu ayette “el-İnsan” demekle bütün insanları kasdetti

Mustafa da bir insandır.

Öyleyse Mustafa da şüphe yok ki elbette çok büyük bir kâfirdir (yahut ‘nankördür.’)

Rabbimiz yine şöyle buyuruyor:

{ إِذَا أَذَقْنَا الْإِنْسَانَ مِنَّا رَحْمَةً فَرِحَ بِهَا وَإِنْ تُصِبْهُمْ سَيِّئَةٌ بِمَا قَدَّمَتْ أَيْدِيهِمْ فَإِنَّ الْإِنْسَانَ كَفُورٌ }

“İnsana tarfımızdan bir rahmet tattırırsak onunla sevinir. Onlaraellerinin yapıp takdim ettikleri yüzünden onlara bir kötülük de dokunursa Şüphe yok ki insan elbette çok büyük bir kâfirdir (yahut ‘nankördür.’)” (Şura: 48)

Şimdi burada bir kıyas yapıp şöyle mi diyelim?:

Allâh bu ayette el-İnsan” demekle bütün insanları kasdetti.

Mustafa da bir insandır.

Öyleyse Mustafa’ya Allâh tarfından bir rahmet tattırılırsa onunla sevinir; ellerinin yapıp takdim ettiği (işlediği günahlar) yüzünden de ona bir kötülük dokunursa şüphe yok ki o, elbette çok büyük bir kâfirdir (yahut nankördür.)

Rabbimiz yine şöyle buyuruyor:

{ إِنَّ الْإِنْسَانَ خُلِقَ هَلُوعًا إِذَا مَسَّهُ الشَّرُّ جَزُوعًا وَإِذَا مَسَّهُ الْخَيْرُ مَنُوعًا }

“Şüphe yok ki insan hırsı çok ve sabrı az olarak yaratılmıştır; ona şer/zarar dokunursa çok feryat eden, bağırıp çağıran ve cıyaklayan biridir. Hayır (menfaat) dokunduğunda da çok pintidir; kimseye bir şey vermez.” (Mearic:19-20-21)

Şimdi burada bir kıyas yapıp şöyle mi diyelim?:

Allâh bu ayette el-İnsan demekle bütün insanları kasdetti.

Mustafa da bir insandır.

Öyleyse şüphe yok ki Mustafa da hırsı çok ve sabrı az olarak yaratılmıştır; ona şer/zarar dokunursa çok feryad eden, bağırıp çağıran ve cıyaklayan biridir. Hayır/ menfaat dokunduğunda da çok pintidir; kimseye bir şey vermez.

Rabbimiz yine şöyle buyuruyor:

{ كَلَّا إِنَّ الْإِنْسَانَ لَيَطْغَى أَنْ رَآهُ اسْتَغْنَى }

“Hayır, hayır. Hiç şüphesiz ki insan kendini müstağni (kendi kendine yeterli ve başkasına ihtiyaçsız) halde gördüğü için elbette azmaktadır.” (Alak:6-7)

Şimdi burada bir kıyas yapıp şöyle mi diyelim?:

Allâh bu ayette el-İnsan demekle bütün insanları kasdetti.

Mustafa da bir insandır.

Öyleyse hiç şüphesiz ki Mustafa, kendini müstağni (kendi kendine yeterli ve başkasına ihtiyaçsız) halde gördüğü için elbette azmaktadır.

Rabbimiz yine şöyle buyuruyor:

{ إِنَّ الْإِنْسَانَ لِرَبِّهِ لَكَنُودٌ }

“Hiç şüphe yok ki insan bilhassa Rabbine karşı elbette çok büyük bir nankördür. (Âdiyat:6)

Şimdi burada bir kıyas yapıp şöyle mi diyelim?:

Allâh bu ayette el-İnsan demekle bütün insanları kasdetti.

Mustafa da bir insandır.

Öyleyse hiç şüphe yok ki Mustafa, hususan Rabbine karşı elbette çok büyük bir nankördür.

Değilse, neden?

Yahut şimdi burada bir kıyas yapıp -hâşâ- şöyle mi diyelim?:

Allâh bu ayette el-İnsan demekle bütün insanları kastetti..

Nebi sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz de bir insandır.

Öyleyse -hâşâ ve kellâ- Nebi sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz de yukarıdaki ayetlerde insan için sayılan vasıfları bulundurmaktadır.

Hâşâ ve kellâ.. Binlerce hâşâ ve kellâ..

Değilse, ne için?..

Ne diyelim?!.. Allâh iman ve akıl versin. Sonumuzu kâmil bir imanla noktalasın.

Selâm hidayete tabi olanlara olsun.

Son sözümüz salat ve selam, son duamız da elhamdü lillahi Rabbi’l-alemindir…


Devamını Oku »