İyiliği Düşünmek,En'am Ayetine Aykırı Mı ?

İyiliği Düşünmek,En'am Ayetine Aykırı Mı ?


Hz.Peygamber şöyle buyurmuştur: “Şüphesiz, Allâh iyilikleri ve kötülükleri takdir edip yazmıştır. Sonra bunların ne olduğanu beyân etmiştir. Her kim iyi bir iş yapmak diler de yapamazsa, Allâh o kimseye bir iyilik sevabı yazdırır. Her kim iyi bir iş yapmayı diler ve yaparsa, Allâh o kimseye on iyilik sevabından yediyüz misline kadar yazdırır... ” (Buhârî, Rikâk, 31)

İbn Hacer’in belirttiğine göre, sırf iyilik istemekten dolayı sevap yazılmaktadır. Çünkü iyilik isteği hayrdır ve kalbin amelidir. İbn Hacer, bu durumda “Kim bir iyilikle gelirse onun için on misli vardır(En‘âm, 160) âyetinin umumuyla bir iyilik isteğine bir sevap veren hadîsin ara­sında problem olduğunu belirtir ve şu şekilde cevap verildiğini kayde­der: “Âyet düşünüleni yapmaya, hadîs ise, sırf iyiliği düşünmeye ham­ledilir.” Yani sırf iyiliği düşünmekle bir sevap; o iyiliği yapmakla on misli sevap alınır. Gerçekten bu güzel bir yorumdur.

Yavuz Köktaş-Kurana Aykırı Görülen Hadisler
Devamını Oku »

Mürtedin Öldürülmesi,Kuran'a Aykırı Mı ?

Mürtedin Öldürülmesi,Kuran'a Aykırı Mı ?


Hz.Peygamber şöyle buyurmuştur: “Dînini değiştireni öldürünüz”.(Muvatta,Akdiyye,15;Tirmizi,Diyar,10; ; İbn Hıbbân, Sahih, X, 327…)

Bu hadîs ilk bakışta ve mutlak olarak dînini değiştiren kimsenin öldürülmesi gerektiğini ifade etmektedir. Oysa İslâm, “Dînde zorla­ma yoktur” (Bakara, 256) ilkesiyle dîn ve vicdan özgürlüğünü temi­nat altına almıştır. Bir dîne girmek nasıl özgür bir tercihle gerçekleşi­yorsa, çıkmak da öyle özgür bir şekilde gerçekleşmelidir. Sırf bir dü­şünce nedeniyle dînini değiştiren kimse öldürülmek midir? Yoksa ha­dîste geçen “dîn değiştirme” başka anlamlara mı gelmektedir? Bu ha­dîs nasıl anlaşılmalıdır?

Bize göre, hadîste geçen “dîn değiştirme”, başka anlamlara gelmek­tedir. Ancak bu anlamı doğrudan hadîsin kendisinden veya bir başka tarîkinden tespit etmek mümkün gözükmemektedir. Bunun için konu­yu başka rivâyetler ışığında anlamak en isabetli yol olacaktır.

“Dînini değiştireni öldürünüz” hadîsi, “Müslüman bir kimsenin kanı, ancak üç şeyden dolayı akıtılır: Evli iken zinadan, adam öldür mekten ve dinini terk edip cemaatten ayrılmasından”(Buhari,Diyat,6) hadîsiyle birlikte düşünülmelidir. Burada sırf dîn değiştirmeye değil, cemaatten ay­rılmaya vurgu yapılması dikkat çekicidir. Cemaat olgusu ise burada sırf dînî, yani namaz ve mescidle ilgili bir olgu değildir. Bu konuyu ele alan Ahmed Ebû Süleyman’ın yaklaşımı, dîn değiştirme meselesinin za- man-mekân boyutunu açıklar mahiyettedir. Şöyle der;

“İrtidat konusunun zaman-mekân unsuru, bazı Yahudi grupların irtidat taktiğini (yani önce Müslüman olmuş görünüp sonra onu top­luca terk etme) kullanarak genç Müslüman cemaat arasında anarşi ve zihin karışıklığına sebep olmayı amaçladıkları bir komployla ilgilidir.

Bu komplo ile umulan sonuçların Kur’ân’da anlatıldığı âyetler kayda değerdir: ‘Kitap ehlinden bazıları şöyle dedi: inananlara indirilene gü­nün başında inanın. Sonunda inkâr edin ki, belki dönerler...’. (Al-i İm- ran, 72) İrtidat konusunda ilk İslâmî tavır, gördüğümüz gibi dîn ve vicdan özgürlüğünü değil, Müslümanlaştırma siyasetini bedevî kabilelere uygulamayı ve komployu boşa çıkarmayı hedef alıyordu... Geleneksel İslâm siyasî düşüncesindeki inanç özgürlüğüne ilişkin kavram karışıklı­ğı, Hz. Peygamber’in vahşi Arap kabilelerini Müslümanlaştırma siyase­tinin ardındaki esas sebepleri İslâm düşünürlerinin anlamamalarından ortaya çıkmıştır. Bu düşünürler, olayın cezaî yönünü ve Hz. Peygam­ber irtidatı kınadığında ilk Müslümanların karşı karşıya bulundukla­rı güvenlik ihtiyacım fark edememişlerdir... İlk halîfe Hz. Ebû Bekir’e karşı başlatılan irtidat savaşının bir dîn ve vicdan özgürlüğü uygulama­sı ile alakası yoktu. Olay, kısıtlamalar getiren siyasi ve sosyal otoriteye karşı her zamanki bedevi tepkisinden ibaretti. Bu, Hz, Ebû Bekir hü­kümetine zekât ödemeyerek Arabistan’ın yeni merkezî siyasî otoritesi­ne karşı bir ayaklanmaydı”.Bu ifâdeler,din değiştirmenin nasıl bir sosyo-politik atmosferde cereyan ettiğini göstermektedir. Hadîste geçen “cemaatten ayrılma” da Köyle bir atmosferi ima etmektedir.

Hanefîler de irtidat meselesini mevcut İslâmî idareye savaş olarak değerlendirmişlerdir. Bundan dolayı, onlara göre irtidat eden kadının cezası ölüm değildir. Çünkü öldürme, küfür sebebiyle değil, savaşma şerrini önlemek için caiz kılınmıştır. Kâfir olmanın cezası, Allâh katın­da, öldürmekten daha fazladır. O yüzden, öldürme cezası, savaşa fii­len katılana mahsustur ki, o da kadın değil, erkektir.(Vehbe Zuhayli,İ.Fıkıh.An./VII,465)

Sonuç olarak dîn değiştirme olgusu siyasî bir olgudur. Kişi veya ki­şiler, bir organize faaliyet olarak mevcut meşru otoriteye isyan eder­lerse onların bertaraf edilmesi hakkı doğar. Hz. Ebû Bekir dönemin­de mürtedlerle savaşılması sırf zekât verilmediği için değildir. O dö­nemde zekâtın meşru otoriteyi tanıyıp tanımakla da ilgisi vardır. Zira zekât, vergi mesabesindedir. Bu yüzden mürtedlerle savaşılmıştır. An­cak, İslâmî düzende herhangi bir siyasî amaç gütmeden ve organize bir faaliyet içinde olmaksızın (bunun içine genç dimağları îmân noktasın­da şüpheye sokmak da vardır) “Benim bu dîne aklım yatmadı düşün­cesiyle İslâm’dan ayrılan ve köşesine çekilen kimseye inanç özgürlü­ğü tanınmalıdır.

Yavuz Köktaş-Kurana Aykırı Görülen Hadisler
Devamını Oku »

Recm Cezası,Kuran'a Aykırı mı?

Recm Cezası,Kuran'a Aykırı mı?


Hz. Peygamber'in recm cezasına uygulama örnekleri:

1. İşvereninin eşiyle zina eden bekâr işçiye yüz değnek ve bir yıl sürgün cezası, kadına ise recm uygulanmıştır.

Ebû Hureyre ile Zeyd b. Halid el-Cühenî (r.anhumâ)'dan nakledildiğine göre, zina eden kadının kocası ile, zina eden işçinin babası Resulullah (s.a.s)'e başvurarak bu konuda "Allah'ın kitabı" ile hüküm vermesini istemişlerdir. İşçinin babası şöyle dedi:

"Benim oğlum bu adamın yanında işçi idi. Onun hanımı ile zina etti. Bana, oğlum için recm gerektiği haber verildi. Ancak ben onun adına yüz koyunla bir cariye fidye verdim. Bu arada bilenlere danıştım, (oğlum bekâr olduğu için) ona yüz değnekle bir yıl sürgün cezası, bunun karısına ise recm cezası gerektiğini haber verdiler". Bunun üzerine, Hz. Peygamber şöyle buyurdu:

Nefsim kudret elinde olan Allah'a yemin ederim ki, aranızda Allah'ın kitabı ile hükmedeceğim. Cariye ve koyunlar geri verilecek. Oğluna yüz değnekle bir yıl sürgün gerek. Ey Üneys, sen de bu adamın karısına git. Eğer zinasını itiraf ederse, onu recmet". Üneys kadına gitmiş ve kadın suçunu itiraf etmiş, Hz. Peygamber'in emri üzerine de recmedilmiştir (Müslim, Hudûd, 25; Buhârî, Hudûd III, 38, 46, Vekâlet,13). Ebû Hanife'ye göre, yüz değnek yanında bir yıl sürgün, ayete ilâve niteliğinde olup, ayet inince bu ilâve kısım neshedilmiştir. Ancak İslâm devlet başkanı böyle bir cezayı ta'zir cezası olarak verebilir.

2. Zinasını dört defa ikrar eden Mâiz b. Mâlik (r.a)'in recmedilmesi.

Mâiz b. Mâlik, Hz. Peygamber'e gelerek "Beni temizle" dedi. Hz. peygamber "Yazık sana, çık git, Allah'a tövbe ve istiğfar et" buyurdu. Mâiz, pek uzaklaşmadan geri döndü ve "Ey Allah'ın Resulu! Beni temizle" dedi. Hz. Peygamber aynı sözlerle üç defa daha geri gönderdi. Dördüncü ikrarında "Seni hangi konuda temizleyeyim?" diye sordu. Mâiz; "Zinadan" dedi. Hz. Peygamber "Bunda akıl hastalığı var mıdır?" diye sordu. Böyle bir rahatsızlığı olmadığını söylediler. "Şarap içmiş olabilir mi?" diye sordu. Bir adam kalkıp içki kontrolü yaptı. Onda şarap kokusu tesbit edemedi. Hz. Peygamber tekrar "sen zina ettin mi?" diye sordu. Mâiz "Evet" cevabını verdi. Artık emir buyurdular ve Mâiz recmedildi. Recimden sonra onun hakkında sahabiler iki kısma ayrıldılar. Bir bölümü Mâiz'in helâk olduğunu, başka bir grup ise onun en faziletli tövbeyi yaptığını söylediler. Bu farklı yaklaşım üç gün sürdü. Daha sonra yanlarına gelen Resulullah (s.a.s) "Mâiz b. Mâlik için dua edin" buyurdu. "Allah Mâiz'e mağfiret eylesin" dediler. Hz. Peygamber şöyle buyurdu: "Mâiz öyle bir tövbe etti ki, bu tövbe bir ümmet arasında paylaştırılırsa onlara yeterdi" (Müslim, Hudûd, 22; eş-Şevkânî, Neylül-Evtâr, VII, 95,109; ez-Zeylaî, Nasbu'r-Râye, III, 314 vd.).

Bu hadîslerin şu âyete aykırı olduğu veya bu âyet tarından nesli edildiği ileri sürülmüştür:

“Bekâr erkekle bekâr kadının zina etmesi halinde, ceza her birine yüz değnek vurulmasıdır, Allâh Teâlâ şöyle buyurur: ((Zina eden ka­dın ve erkekten her birine yüz değnek vurun”. (Nûr, 2)

Zina cezası uygulanan kimsenin, toplum nezdindeki itibar kaybını önlemek, belki olayın unutulmasını sağlamak amacıyla bir yıl süreyle sürgüne gönderilmesi İslâm'ın ilk yıllarında ek bir ceza olarak veriliyordu. Ubâde b. Sâmit (r.a)'tan rivâyete göre şöyle demiştir: Resulullah (s.a.s) şöyle buyurmuştur: "Zinanın hükmünü benden öğrenin. Allah o kadınlara bir çıkar yol gösterdi. Bekârla bekâr zina ederse yüz değnek ve bir yıl sürgün; evli ile evliye yüz değnek ve recm vardır" (İbn Mâce, Hudûd, 7; Müslim, Hudûd, 12). Ancak bu uygulama Nûr Suresi'nin inmesinden önceye aittir. Bu sure inince bekârlar için yalnız değnek, evli olanlar için sünnetle recm cezası belirlenmiştir (es-Serahsî, el-Mebsût, Beyrut 1398/ 1978, IX, 36 vd.).

Hanefilere göre, bekârların zina cezası olan yüz değneğe ayrıca sürgün eklenmez. Çünkü ayette sürgünden söz edilmemiştir. Ancak sürgün bir had cezası değil; İslâm devlet başkanının takdirine bırakılmış bir ta'zir cezası niteliğindedir. Nitekim zina edenin tövbe edinceye kadar hapsedilebilmesi de, fuhşa düşenleri bir süre toplumdan tecrid etmek amacıyla alınan bir önlemdir.

Şâfiî ve Hanbelîlere göre ise bekârların zinasında yüz değnek ve bir yıl sürgün birlikte uygulanır. Delil, sürgün bildiren hadistir. Ancak kadın kocası veya bir mahremi ile birlikte sürgüne gönderilir. Ayrıca sürgün yerinin sefer mesafesinden yakın olmaması da gerekir. Hz. Peygamber "Kadın, yanında kocası veya bir mahremi bulunmadıkça yolculuğa çıkamaz" (Buhârî, Taksîr, IV, Sayd, 26, Savm, 67; Ebû Dâvud, Menâsik, III) buyurmuştur.

Günümüzde recm ile ilgili görüşlere baktığımızda onları üç başlık altında toplamak mümkündür.

1-Recmi sert hatta vahşice bir ceza görüp reddedenler. Bunlar esa­sen oryantalistlerdir. Ancak onlardan etkilenen Müslümanlar da olabilmektedir.

2-Recm bir müddet uygulanmıştır, ama sonradan 100 celde âye­tiyle nesh edilmiştir. Bu, recmi bir tür yürürlükten kaldırmaya matuftur. Oysa, neshin delîli yoktur.

3-Recm cezası vardır ve uygulanmıştır. Bu son görüş de kendi için­de ikiye ayrılır:

a-Kur’ân’daki 100 celde âyeti bekârlarla; recm ise evlilerle ilgili­dir. Burada şöyle bir itiraz olabilmektedir; Cariyeyle ilgili âyette ceza olarak muhsan olanlara verilen cezanın yarısı öngörülüyor. Şayet ev­li cariyelerin cezası recm olsaydı, ölümün yarısını uygulamak anlamı­na gelir ki bu, mümkün değildir. O halde recm yoktur. Oysa recm evli hür kadınlara uygulanan bir cezadır. Bekâr hür kadınlara 100 değnek! cezası uygulanır. Evli olsun bekâr olsun cariyelere ise bekâr hür kadınlara uygulanan cezanın yarısı, yani 50 değnek cezası vardır.

Recm cezası olmakla birlikte, uygulanmasının oldukça zor olduğu belirtilmelidir. Tespit şartları ağırdır. Çünkü yâ kişi bunu itiraf edeceki ya da olay dört şâhidle ispat edilecektir. Bu da oldukça zordur.

Bu ceza suç ile orantılıdır. Zira aile mefhumuna verilen öneme paralel olarak böyle sert bir ceza vardır. Batı için böyle bir cezanın anlamı olmayabilir.

b-Bu ceza vardır ve uygulanmıştır. Fakat Hz. Peygamber bunal devlet başkanı tasarrufuyla uygulamıştır. Yani ta’zirdir. Dolayısıyla heri dönemin devlet başkanı farklı uygulamaya başvurabilir. Bize göre, 3. maddenin birinci şıkkı isabetli olsa da, meseleye ikinci şıktaki gibi bak­makta da bir beis yoktur.

Yavuz Köktaş-Kurana Aykırı Görülen Hadisler



Devamını Oku »

Hz.Peygamber'e Sihir Yapılması,Kuran'a Aykırı Mı ?

Hz.Peygamber'e Sihir Yapılması,Kuran'a Aykırı Mı ?




Buhârî’nin, Yahudi Lebid b. A’samin Resûlullah’a sihir yaptığına dair uzun bir hadîsi rivâyet ettiği doğrudur. (Buhârî, Tıbb, 50)

Yapılan bu sihrin vahyi etkileyip etkilemediğini tartışan İbn Hacer, Ma’zerî’den nakilde bulunarak şunları ifade etmektedir:

“Bid‘at ehli kimseler, bu hadîsi reddetmiş ve peygamberlik ma­kamım çiğneyip şüphe uyandırdığını iddia etmişlerdir. Onlara göre, böyle bir şeye güvenmek, Peygamberin şerîat olarak getirdiği husus­lara güvenmemeyi doğurur. Çünkü Cebrail’i görmediği halde gördü­ğü, bir şey vahyedilmediği halde kendisine bir şey vahyedildiği haya­line kapılır. Tüm bu düşünceler merdûddur. Zira Hz. Peygamberin Allâh’tan aldıklarını aktarmada doğru ve bu tebliği yaparken masum olduğu hususunda deliller vardır. Delilin ortaya koyduğu bir husu­sun hilâfına cevaz vermek ise bâtıldır. Hz. Peygamberin risâletle ilgi­si olmayan, hastalık gibi bazı dünyevî hususlara gelince, Hz. Peygam­ber de diğer insanlar gibi bunlara maruz kalabilir. Bu sebeple dînî iş­lerde masum olmasına rağmen dünyevî işlerde hakikatte olmayan ba­zı şeyleri yapıyormuş gibi kendisine hayal olarak gelmesi uzak bir du­rum değildir.”

İbn Hacer aynı şekilde Kâdî Iyâz’ın da sihrin sadece bedenine te- sir ettiği görüşünde olduğunu belirtmiştir. Aynî de İbn Hacer’le aynı görüştedir.

Mevdûdî de, “Bazı kimseler Hz. Peygamber’e sihrin etki yapmasını peygamberlik makamına aykırı gördüklerinden reddetmektedirler, bizi aydınlatır mısınız?” şeklindeki bir soruya cevap sadedinde şunla­rı söylemiştir:

“Sihrin gerçekliği konusunda Kur’ân’a bakılmalı ve Hz. Mûsâ kıs­sası okunmalıdır. Sihirbazlar, sopaları ve ipleri yılan haline getirmişti; aslında onlar yılan olmamıştı, fakat orada bulunan kalabalık, o sopala­rı ve ipleri yılan şekline dönüşmüş olarak görür olmuşlardı. Hatta pey­gamber olmasına rağmen Hz. Mûsâ bile o kadar büyülenmişti ki, o da onları yılan şeklinde görmüştü. Allâh şöyle buyurur: ‘Sihirbazlar ellerin­dekini yere atınca, insanların gözlerini büyülediler de onları dehşete dü­şürdüler(A‘râf, 14) 'Bir de ne görsün! Onların ipleri ve sopalan, büyü­den dolayı kendisine doğru koşuyormuş gibi zannetti de Mûsâ, içinde bir korku hissetti.’ (Tâhâ, 3) Bu âyetlerden, sihrin eşyanın mahiyetini değiş­tirmediği, ancak bir tür ruhî tesir meydana getirerek insanın algılarını etkilediği ve sihrin peygamberlere bile etki yaptığı anlaşılmaktadır.

Bu  sihir yoluyla hiçbir sihirbaz hiçbir şekilde peygamberi mağlup edemese de, onu yakışıksız davranışlara sürükleyemese de sihrin peygambere ge­çici etkisinin olabileceği Kur’ân’dan öğrenilmektedir. Hadîslerde Pey­gamber’e yapıldığı belirtilen sihrin hiçbiri akla, müşahedeye, tecrübe­ye ve de Kur’ân’ın dediklerine aykırı değildir. Rivâyetlerden öğrenilen şeyler ancak Hz. Peygamber’e bir-iki gün için dalgınlık, unutkanlık gibi hallerin geldiğidir. Peygamber, eğer şehid oluyor veya yaralanabiliyor- sa, aynı peygamberin sihirden etkilenmesine şaşılacak bir şey yoktur.” Sihir hadîsinin "... Allâh seni insanlardan koruyacaktır” şeklinde­ki Mâide Sûresi’nin 67. âyetine aykırı olduğu da ileri sürülebilir. Hat­ta Hz. Peygamber’in başına gelen (Uhud’da dişininkırılması, başının yarılması gibi) olayların bile âyete aykırı olduğu iddia edilmiştir. Sihir meselesine bu çerçevede değinmeden önce Uhud’da Hz. Peygamber’in

başına gelen olaylarla âyetin nasıl anlaşıldığı üzerinde duralım. Bu l nuda üç görüş öne çıkmıştır:

1-Uhud’da olanlar, âyetten önceydi. Zira Mâide, son inen sûrelerdendir.

2-Korumaktan maksat, tebliğ nihayete ermeden ölümden koru, maktır. Bu çoğunluğun görüşüdür.

3-Korumaktan maksat, günahtan korumaktır. Âyetin siyakına uygun olmadığı için bu görüş tenkid edilmiştir. İsabetli olan ço­ğunluğun görüşüdür.

Sihir meselesine gelince bu konuda da üç görüş ortaya çıkmıştır. Şöyle ki;

1-Sihir, bir tür hastalıktır. Bu, risâletin kıymetini düşürmez, ona zarar vermez. Âyette kastedilen, hastalıklardan koruma değil, insanların onu öldürmesinden korumadır. Hattâbî, Mâzirı, İbnu’l-Kayyım, Aynî bu görüştedir.

2-Sihir, Hz. Peygamberin bedenine etki etmiştir. Onun kalbine, inancına, aklına tesir etmemiştir. Âyetten maksat, Hz. Peygam­berin bedeninin korunması değil, onun kalbinin ve inancının korunmasıdır. Kâdî Iyâz, İbn Hacer el-Heytemî ve Ebû Şehbe bu görüştedir.

3-Hz. Peygamberin sihirlendiğine dair rivâyet bâtıldır. Bu da Mutezile’nin görüşüdür.

Bu görüşler içinde tercihe şayan olan, Allâhin, elçisini bedene arız olan hastalıklardan değil, öldürülmekten korumasıdır. Âyet umumîdir; ancak rivâyetler çerçevesinde hususî olduğu anlaşılmaktadır. Herhangi birinden gelen sihir, zehir gibi eziyetler Hz. Peygamberin Allâhin ko­ruması altında olmasıyla çelişmez. Zira bu durumlar, hayatı boyunca ona etki etmemiştir; bilakis bunlar Allâhin, Nebisinin derecesini yük­seltmesine vesile olmuştur. Belânın en şiddetlisine enbiyânın, sonra de­recesine göre diğer insanların maruz kalacağı; ayrıca Allâhin bir ku­lu sevdiği zaman ona musibet verdiği sahîh haberlerde nakledilmiştir. Hz. Peygamber ise, Allâhin habîbi ve halîlidir.

Yavuz Köktaş,Kurana Aykırı Görülen Hadisler
Devamını Oku »

Kadınların Aklının Eksik Olması,Kuran'a Aykırı Mı ?

Kadınların Aklının Eksik Olması,Kuran'a Aykırı Mı ?




Ebû Sa‘îd el-Hudrî anlatıyor: “Bir ramazan veya kurban bayramıydı.Resûl-i Ekrem Efendimiz bayram namazlarını kıldığımız namazga­ha geldi. Bir tarafta kadınlar da bulunuyordu. Onların yanından geçti ve şu hitapta bulundu: ‘Ey kadınlar, sadaka veriniz istiğfarı çok yapı­nız. Çünkü bana cehennemlikler gösterildi, çoğu sizler idiniz.’ Bunun I üzerine o kadınlar: Ta Resûlullah, bizler ne yaptık da cehennemliklerin çoğu bizden olmuş’ diye sordular. Resûlullah (a.s.) şöyle cevap ver­di: ‘Çünkü sizler ötekine berikine çokça lanet eder, kocalarınıza kar­şı nankörlükte bulunursunuz. Ne gariptir ki, akıl ve dîni noksan olan­lardan hiç birinin akıllı bîr kimseye sizin kadar galebe çaldığını görme­dim.’ Kadınlar tekrar sordular: ‘Aklımızın ve dînimizin noksanlığı ne­dir, Ya Resûlallah?’ Resûlullâh (a.s.) ‘Kadının şâhidliği, erkeğin şâhidliğinin yarısı değil midir?’ diye sordu. Kadınlar, ‘Evet’ cevabım verdi­ler. Resûl-i Ekrem Efendimiz ‘işte bu, akim eksikliğindendir’ buyurdu ve tekrar sordu: ‘Kadın, hayız gördüğü zaman (günlerce bekler) namaz kılmaz, Ramazan’da bir müddet oruç tutmaz değil mi?’ Kadınlar, ‘Evet’ dediler. ‘Dînin noksanlığı da budur’ buyurdular.”(Buhari,Haya,6-İman,20-Küsuf,9-Nikah,88;Müslim,Küsuf,17)


Bu rivâyetin Kur’ân’a aykırı olduğu iddia edilmiştir. Zira Kur’ânda haklar, teklifler ve ceza konularında erkekle kadın arasında eşitliğin ol- duğu görülür. İşte birkaç âyet:

“Ey insanlar! Hakikat biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık ve bir­birlerinizle tanışasınız diye sizi milletlere ve kabilelere ayırdık. Şüphesiz ki, sizin Allâh yanında en şerefli ve itibarlınız, (O’ndan saygı ila en çok) korkup (fenalıklardan) sakınanızdır.” (Hucurât, 13)

“Ey İnananlar! Öldürülenler hakkında size kısas farz kılındı: Hür ile hür insan, köle ile köle ve kadın ile kadın. Öldüren, ölenin kardeşi tarafından bağışlanmışsa, kendisine örfe uymak ve bağışlayana güzel­likle diyet ödemek gerekir. Bu, Rabbiniz’den bir hafifletme ve rahmet­tir. Bundan sonra tecavüzde bulunana elem verici azab vardır.” (Ba­kara, 178)

“Hırsızlık eden erkeğin ve hırsızlık eden kadının (bu yoldan) elde ettiklerine (ve insan haklarına el uzatmalarına) karşılık Allâh tarafından ibret verici bir ceza olmak üzere ellerini kesin.” (Mâide, 38)

“Biz, kıyâmet günü için adalet terazileri kurarız. Artık, kimseye, hiçbir şekilde haksızlık edilmez. (Yapılan iş,) bir hardal tanesi kadar da­hi olsa, onu (adalet terazisine) getiririz. Hesap gören olarak biz (her­kese) yeteriz.” (Enbiya, 47)

Detaya girmeden önce genel bir değerlendirme yapalım. Kadının cehennemlik olduğuna, aklının ve dîninin eksik olduğuna dair hadis­ler, ahkam bildiren, temel ilkeler vaz’eden hadîsler değildir. Dolayı­sıyla, hadîsler, mantıkî ifade ve önermeler gibi, onların kuralları çer­çevesinde ele alınmamalıdır. Böyle ele alınmamasını gerektiren küllî ilkeler de bulunmaktadır. Bir kere sâliha kadınlar, erkeklerde oldu­ğu gibi cennetliktirler. Kur’ân’a göre, pek çok konuda eşittirler. Yi­ne, cennet anaların ayağı altındadır. En önemlisi, erkek olsun kadın olsun mü’min olan herkes eninde sonunda cennete girecektir. Bu ve benzeri ilkeler bize mezkûr hadîslerin hakiki anlamda ele alınama­yacağını göstermektedir. Kaldı ki, kadınların cehennemlik olduğu- na, akıllarının ve dînlerinin eksik olduğuna dair ifadelerin bağlamı rivayetlerde geçmektedir. Bu da bize mezkûr ifadelerin genellestiri- lemeyecegmı una etmektedir Bu ifadelerin bağlamını şu şekilde ortaya koyabiliriz;

a-Sadaka verilmesine teşvik

b-Kadınların çoğunun cehennemlik oluşu

c-Cehennemlik oluşun nedenleri

1-Çok lanet etmek

2-Kocalara karşı nankörlük etmek

3-Aklı başında bir erkeğin aklını çelmek

d-Kadınların akıl ve dîn yönünden eksik varlıklar olması

1-Kadının şâhidliğinin erkeğin şâhidliğinin yarısı olması

2-Hayızlı olunduğunda namaz ve orucun sakıt olması

Şimdi burada bazı tenkîdler çerçevesinde hadîsi değerlendirme­ye çalışalım:

a-“Kadınların erkeklere göre aklen eksik olduğundan bahseden, cehennem halkının çoğunluğunu kadınların teşkil ettiğini ifade eden bu rivâyetler, kökleri ta antik çağa uzanan, oradan Yahudi, Hıristiyan ve Islâm kültürlerine geçen bir zihniyet ve anlayışın ürünüdür”.

Bir kere burada “kadınların erkeklere göre...” diyerek mukayese  yapıldığı gibi Hz. Peygamber mukayese yapmamıştır. Burası önemlidir,  çünkü hadîsle ilgili önyargıyı besleyen cümlelerden biri budur.

Diğer bir husus da şudur: Kadının aklının ve dîninin eksik oluşu geçmiş kültürlerde ve câhiliye halkında var olmuş olabilir. Bu tenkîd- ten geçmiş kültürlerin kadının bir varlık olarak aklının eksik olduğunu kabul ettiği anlaşılmaktadır. Belki de Hz. Peygamber geçmiş kültürle­rin bir formu olan “akıl eksikliğini” kullanmış, ama içeriğini değiştir­miştir. İçeriğinden anlaşıldığı gibi Hz. Peygamber’in sözleri bir varlık olarak kadın aklının eksik oluşunu değil, sadece kadının şâhidliğinin erkeğin şâhidliğinin yarısı olduğunu göstermektedir. Hatta bu şâhidlik meselesinden, Hz. Peygamberim, aklın eksikliğini “unutkanlık” olarak yorumladığını anlamak mümkündür. Çünkü âyette iki kadının şâhidlik yapmasının sebebi olarak, birinin unutması halinde diğerinin hatırlat­ması gösterilmektedir.(Bakara,282)

Oysa, tenkîdde geçmiş kültürlerle ilgili aktarı­lan bilgilerin hiçbirinde akıl eksikliği bu şekilde ele alınmamıştır. Dolayısıyla, hadîslerde, akıl eksikliği, “aklı kıt, akılsız” anlamına gelmemek­tedir. Tam tersine yukarıda söylediklerimize paralel olarak, “tecrübesi eksik” gibi bir mana söz konusu olabilir. Çünkü akıl, tecrübe anlamın­da da kullanılır. Şâhidliğin söz konusu olduğu ortama baktığımızda da kadınların fazla bir tecrübelerinin olmadığı görülür. Dolayısıyla, Hz. peygamber, “akıl eksikliği” formunun içeriğini tamamen değiştirmiştir.

Kadınların dîn yönünden eksik oluşlarının mahiyeti de hadîste açık­lanmıştır. Buna göre kadınlar, hayızlı günlerinde namaz kılmayıp oruç tutamadıkları için dînî yönden eksiktirler. Kadınların hayızlı günlerin­de namaz kılmamaları ve oruç tutmamaları, dînin emri olduğu için bu­rada hakiki anlamda eksikliğin kastedilmesi veya kadınların bu şekilde hafife alınması mümkün değildir. Bu, olsa olsa Hz. Peygamberin ka­dınlara yönelik bir latifesidir.

Kadınların çoğunun cehennemde oluşuna dair ifadelere gelince, Bunun matematiksel olarak ifade edilmediği açıktır. Zira Hz. Peygam­berin hem böyle bir tebliğ amacı olamaz hem de kadınları ümitsizliğe sevk edecek böyle bir söz sarfetmesi düşünülemez. Zaten hadîsin bağ­lamından kadınların sadaka vermeye teşvik edildiği anlaşılmaktadır. Ayrıca, sadakaya teşvikin dışında, kadınların çok lanet etmeleri, ko­calarına nankörlük etmeleri ve erkeklerin akıllarını baştan almaları da cehennemlik ameller arasında sayılmıştır. Şüphesiz bu unsurların hep­si, aile kurumunun sağlıklı bir şekilde ayakta durmasının temel taşla­rıdır. Hz. Peygamberin “cehennem” ifadesini kullanarak bunlara vur­gu yapması mümkündür. Bazen Allâh Resûlu, kötü birtakım davranış­ları “şeytan” sembolizmini kullanarak anlatmaya çalışır. Bu hususlar­da yadırganacak bir şey yoktur. Tenkîdlerde, geçmiş kültürlerden ak­tarılan bilgiler, kadının bir varlık olarak kötü olduğu, cehennemlik ol­duğu izlenimini vermektedir.

b-İlgili rivayetler Kurana aykırıdır.Çünkü Maide Suresi 3.ayetine göre göre dîn tamamlanmıştır. Kadınlarla alakalı olan nakillerde onların  akıl ve dînlerinin noksan olduğundan bahsedilmektedir. O zaman, ya dîn tamamlanmamıştır ya da erkeklerin dîni tamamlanarak kadınların­ki noksan bırakılmıştır. Bu ise doğru değildir”.

c-“Kur’ân’da 268 âyette cehennem ve cehenneme gireceklerden bahsedilmektedir. Âyetlerin bu kadar çok olması, ilgili rivâyetlerde bah­sedilen ‘kadınların cehennem halkının çoğunluğunu oluşturduğu’ hu­susunun da cehenneme ait diğer hususlar gibi Kur’ân’da yer alması ge­rektiğini düşündürtmektedir. Halbuki ilgili âyetlerde böyle bir husus yer almamakta, cehennemde yer alacak günahkârların çoğunluğunu kadınların mı yoksa erkeklerin mi oluşturacağı konusunda herhangi  bir oran verilmemektedir. Böyle bir hususun mütevâtir bir haber olan 1 Kur’ân’da değil de, âhad yoluyla gelmiş haberlerde ifade edilmesi in sana mantıklı gelmemektedir”.

Kadınların aklının eksik oluşu ile dînin tamamlanışı arasında böy­le bir mukayeseye niçin gerek duyulduğu anlaşılamamaktadır. Erkek­lerin aklı tam olduğu için mi dîn tamamlanmış sayılır? Bunun yerine “kadınların aklının noksan olması onların mükellef olmayacağı anla­mına gelir” denseydi daha isabetli olurdu. Ancak, elbette, bu da doğru değildir. Zira kadınların aklının eksik oluşuyla, onların deli olduğu kastedilmemektedir.

Öncelikle, hadîste Hz. Peygamber’in amacının matematiksel bir oran vermek olmadığını tekrar belirtelim. Bunun yanında âyetlerde ce­henneme girecek her kişinin veya zümrenin zikredilmediği de açıktır. Dolayısıyla, hadîste belirtilenler Kur’ân’da zikredilmiyor diye onların reddedilmesi, İlmî bir tavır olamaz. Ayrıca bu mantığa göre mütevâtir olan “Benim adıma yalan söyleyen kimse cehennemdeki yerine hazır­lansın”(Müslim,Mukaddime,1-4) şeklindeki hadîste belirtilen cehennemliklerin de Kur’ân’da zikredilmesi gerekirdi. Şimdi, Peygamber adına yalan söyleyen cehen­nemlikler Kur’ân’da zikredilmiyor diye bu mütevâtir haberin reddedil­mesine gerek var mıdır?



Yavuz Köktaş-Kurana Aykırı Görülen Hadisler
Devamını Oku »

''Havva Olmasaydı...'' Hadisi,Kuran'a Aykırı Mı ?

''Havva Olmasaydı...'' Hadisi,Kuran'a Aykırı Mı ?


Havvâ olmasaydı, kadın kocasına ihanet etmezdi”.(Müslim,Ra’da,63)

Hadîsin ne maksatla nakledildiğine dair bilgi yoktur. İlk bakış­ta anlaşılması zor hadîslerden biridir. Bu hadîs şu şekilde tenkide ko­nu olmuştur: Bu âhad rivâyet, mütevâtir bir haber olan kendisinde en ufak bir şüphe bulunmayan Kur’ân’la bağdaşması mümkün değildir. “Derken şeytan onun aklını karıştırıp ‘Ey Âdem! Sana ebedîlik ağacım ve sonu gelmez bir saltanatı göstereyim mi' dedi” (Tahâ, 120) Bu ri­vayetler ise Adem-Havvâ olayında asıl suçlu olarak Hz. Havva’yı gös­termekte ve onun Hz. Adem’i kandırıp ihanet ederek yasak meyveden yediğine ve ona da yedirdiğine işaret etmektedir. Şu haliyle bu rivâyet, Kur’ân kaynaklı değil, Tevrat kaynaklıdır.

Şüphesiz, Kur’ân ile hadîs arasında kesin bir aykırılık olsa bunu ka­bul etmek mümkün olurdu; ancak kesin bir aykırılıktan nasıl bahsede­biliriz? Çünkü Kur’ân’da şeytanın Hz. Âdem ile Havvâ’ya birlikte ves­vese verdiği zikredilmektedir.(Bakara,35,A’Raf,19-21) Bununla birlikte Tâhâ Sûresi’nin 120. Âyetinde, şeytanın “Ey Âdem!” diyerek sadece ona vesvese verdiği ifade edilmektedir. Her iki âyet grubunda vesvese verilen konular da ay­nıdır. Yani şeytanın “Ey Âdem!” dediği yerde de “Ey Âdem ve Havvâ!” dediği yerde de vesvese konuları aynıdır. Hangi âyetleri esas alacağız? “Ey Âdem” denilen âyeti esas alırsak ikisine birlikte vesvese verildiğine dair olan âyeti nasıl anlayacağız? Daha doğrusu bu makul olur mu? An­cak ikisine birlikte vesvese verildiğini ifade eden âyeti esas alırsak “Ey Âdem” şeklindeki âyeti anlamak mümkün olur. Zira Allâh, önce her iki­sine birlikte vesvese verildiğini ifade etmiş, başka bir yerde oranın du­rumu gereği şeytanın sadece Âdem’e vesvese verdiğini beyan buyurmuş­tur. Dolayısıyla şeytanın sadece Hz. Âdem’e vesvese vermesi, onun da Havvâ’ya bunu söylemesi, en azından âyetlerin zahirinden anlaşılmaz.

Bu durumda aklıma iki ihtimal geliyor:

a-Nasıl ki Allâh Teâlâ bir yerde ikisini birlikte zikretmiş, konum gereği başka bir yerde sadece Hz. Âdem’i zikretmişse aynen bu şekilde Hz. Peygamber de konum gereği (muhatapların durumu veya Havvâ üzerinden bir mesaja vurgu olabilir) Havvâ’yı zik­retmiştir. Bu anma, asla Havvâ’nın bu işin başı olduğu anlamı­na gelmez. Çünkü Peygamberimizin hafızasında elbette her iki­sine birlikte vesvese verildiğine dair âyet vardır. Hatta Allâh m, konumu gereği sadece Âdem’i zikrettiğine dair örnek de... Bel­ki de Resûlullâh (s.a.v.) bu örnekten yola çıkarak bizzat kendisi Havvâ olayına temas etmiş, mesajını onun üzerinden vermiştir. Esas itibariyle ise şeytan, her ikisine birlikte vesvese vermiştir. Şunu bir parentez olarak belirtelim ki, hadîste geçen “ihanet”, cinsellik vb. hususlarla ilgili değildir. Yasak meyve ile ilgilidir.

b-Şeytan, her ikisine vesvese verir. Ancak, bu ara belki de Hz. Hav- vâ’nın bir ısrarı olur. Tabii bu durumda Hz. Âdem “ne yapalım, yasak meyveden yiyelim mi” şeklinde kısa duraksama yaşamış ol­malıdır. Bu duraksamayı Havvâ “Ne var bunda, ebedîlik bizim ola­cak işte, istemez misin?” şeklinde bir telkin ve ısrar ile harekete ge­çirmiştir belki... Peygamberimiz muhtemelen Havvâ’mn bu özel­liğine dikkat çekmiştir. Buradan hanımların yanlış işlerde kocala­rını sıkıştırmamalarına, ısrarcı olmamalarına işaret etmiştir. Hav- vâ’nın bu telkin ve ısrarı Kur’ân’da geçmemektedir. Hadîsi dikka­te aldığımızda, böyle bir artı ısrarın olabileceği akla gelmektedir.

Yavuz Köktaş-Kurana Aykırı Görülen Hadisler
Devamını Oku »

Gayr-ı Müslimlere Selam Vermek,Kuran'a Aykırı Mı?





Gayr-ı Müslimlere Selam Vermek,Kuran'a Aykırı Mı?




Hz.Peygamber şöyle buyurur: “Yahudi ve Hıristiyanlara önce siz selâm vermeyin!”(Ebu Davud,Edeb,137)

“Onlar selâm verdiklerinde ‘es-sâmu aleykum/ölüm üzerinize ol­sun’ derler, siz de Ve aleykum’ diyerek mukabelede bulunun”. (Ebu Davud,Edeb,137)Sahîh bir hadîstir.

Ashâb, “Ehl-i Kitâb bize selâm veriyor. Nasıl karşılık verelim?” di­ye sorduklarında, Allâh Resulü, “Ve aleykum deyiniz”, buyurmuştur. (Ebu Davud,Edeb,137)

Müsned’dt “Müşriklerle yolda karşılaştığınızda önce siz selâm ver­meyin! Onları yolun en dar kısmından (geçmeye) zorlayın” ifadesi ge­çer. İsnadı hasendir.

Bütün bu hadîslerin şu âyetlere aykırı olduğu akla gelebilir: “Babası: 'Ey İbrâhîm! Sen benim tanrılarımdan yüz çevirmek mi istiyorsun? Bundan vazgeçmezsen mutlaka seni taşlarım; uzun bir su-

re benden uzaklaş git. dedi. İbrâhîm şöyle cevap verdi: ‘Sana selâm olsun. Senin için Rabbim’den mağfiret dileyeceğim, çünkü O, bana karşı çok lütufkârdır.(Meryem, 46-47)

“Rahmân’ın (has) kulları onlardır ki, yeryüzünde tevazu ile yürürlerve kendini bilmez kimseler onlara laf attığında (incitmeksizin) ‘Selâm!’ derler (geçerler).(Furkân, 63)

“Onlar, boş söz işittikleri zaman ondan yüz çevirirler ve: Bizim işlerimiz bize, sizin işleriniz size. Size selâm olsun. Biz kendini bilmezleri (arkadaş edinmek) istemeyiz, derler.” (Kasas, 55)

“Allâhı bırakıp da taptıkları putlar, şefâat edemezler. Ancak bile­rek hakka şâhidlik edenler bunun dışındadır. And olsun onlara kendile­rini kimin yarattığını sorsan elbette ‘Allâh’ derler. Ohalde nasıl (Allâh a kulluktan) çeviriliyorlari (Resûlullâh’m:) “Yâ Rabbi! Bunlar, îmân et­meyen bir kavimdir” demesini de (Allâh biliyor). Şimdilik sen onlardan yüz çevir ve size selâm olsun de. Yakında bilecekleri buyurdu.” (Zuhruf, 76-79)

Hadîsler kâfirlere önce selâm vermeyi yasaklarken âyetler kâfire selâm verilebileceğini göstermektedir.

Konuyla alakalı görüşler şöyledir:

Cumhûr, Ehl-i Kitâb’a önce selâm vermeyi hoş karşılamaz. Cumhûrun kanaatine göre, Hz. ibrâhîm’in babasma söylediği “selâm sana” ifadesinden kasıt rahmeti belirten selâmlaşmak değil, terk edip, bırakmak anlamında barış ve esenlik dilemektir. Yani, “esenlik içinde kal!” demektir.

Bazıları da Hz. İbrâhîm’in selâmını “Benden yana emin ol!” şeklin­de te’vîl etmişlerdir. Kimisi de babasına; “Selâm olsun sana” demesini, ayrılma maksadıyla bir selâmlaşma olarak değerlendirmiştir.

Bu yorumlar kâfire önce selâm vermeyi doğru bulmayanların gö­rüşleridir. Bunun yanında kâfire selâm vermenşn câiz olduğunu söyle­yenler de vardır. Bunlardan bazıları yukarıdaki âyetleri ve “selâmı yay­makla” ilgili hadîsin[1] umumunu dikkate alarak Ehl-i Kitâb’a selâm vermenin câiz olduğunu kabul etmiştir. Bununla birlikte Resûlullâh’ın

Ehli Kitâb’a selâm verdiği, ayrıca İbn Mes’ûd’un da böyle yaptığı, “Bu nasıl olur?” şeklindeki bir soruya “Onlar bizimle arkadaşlık ettiler, arkadaş­lılığın bir hakkı vardır” dediği nakledilir. Bir grup âlim de bir zaruret, ihtiyaç veya bir sebepten dolayı selâm verilebileceğini kabul etmiştir. Aslında İbn Mes’ûd’un davranışını bu çerçevede değerlendir­mek mümkündür.

Aynı şekilde İbn Uyeyne’ye “Kâfire selâm vermek caiz midir?” diye sorulmuş, o da “Evet” demiştir. Çünkü Yüce Allâh, “Sizinle dîn husu­sunda savaşmamış, sizi yurtlarınızdan çıkarmamış olanlara iyilik yap­manızı ve onlara adaletli davranmanızı Allâh size yasaklamaz. Çünkü Allâh, adaletli davrananları sever” (Mümtehine, 8) diye buyurduğu gi­bi; “lbrâhtm’de ve onunla beraber olanlarda sizin için gerçekten uyula­cak güzel bir örnek vardır.” (Mümtehine, 4) diye buyurmuştu. İbrâhım de babasına, “Selâm olsun sana” demişti.

Kurtubî de âyet-i kerîmeden anlaşılan kuvvetli görüşün, Süfyân b. Uyeyne’nin görüşü olduğunu vurgular. Ama ona göre, bunlara aykırı olabilecek farklı hadîsler vardır. Bu hadîsler yukarıda zikrettiğimiz ha­dîslerdir. Kurtubî burada kâfirlere selâm vermenin câiz olduğuna dair bazı nakillerde bulunur. Şöyle ki:

Nehaî’ye göre bir Yahudi yahut bir Hıristiyan’ın yanında görece­ğin bir ihtiyacın varsa ona ilk olarak selâm verebilirsin. Bununla Ebû Hureyre’nin “İlk olarak siz onlara selâm vermeyiniz” diye rivâyet etti­ği hadîsin üzerimizdeki bir hakkı yerine getirmek yahut onlar nezdinde görmemiz gereken bir ihtiyacımızın bulunması, arkadaşlık, komşu­luk ya da yolculuk hakkı gibi onlara öncelikle selâm vermemizi gerek­tirecek bir sebebin bulunmaması hali için söz konusu olduğu açıkça or­taya çıkmaktadır.

Taberî de seleften kitâb ehli olan kimselere selâm verdiklerine da­ir rivâyetlerin nakledildiğini belirtmiştir. İbn Mes’ûd da yolda beraber yolculuk yaptığı bir eski İranlı toprak ağasına bu şekilde davranmıştır.

Alkame’ye “Ey Abdurrahman’ın babası, onlara bizim tarafımızdan Öncelikle selâm verilmesi mekrûh değil mi?” diye sordum. O, “Evet öy­ledir, ama arkadaşlık hakkı vardır” dedi.

Ebû Usâme evine gitti mi yolda Müslüman olsun, Hristiyan ols^ küçük olsun, büyük olsun kime rastlarsa hepsine selâm verirdi. Bu Zi susta ona soru sorulunca şöyle cevap verdi: “Bize selâmı yaymamız rolunmuştur.”

Evzaî’ye bir kâfirin yanından geçip ona selâm veren Müslümanın durumu hakkında soruldu. O şöyle dedi: “Eğer selâm verecek olur. san senden önceki sâlih kimseler de selâm vermiştir. Şayet vermeyecek olursan yine senden önceki sâlihler de selâm vermeyi terk etmişlerdir.” Kurtubî, önce selâm vermeyi doğru bulmayanların, görüşlerine selâmın bir tahiyye (selâmlaşma) ve bu ümmete has olduğunu delîl gös­terdiklerini belirtir. Çünkü Enes b. Mâlik yoluyla gelen hadîste Resûlullâh (s.a.v.)’ın şöyle buyurduğu kaydedilmektedir: “Şüphesiz Yüce Allâh benim ümmetime onlardan önce hiç kimseye vermediği üç husu­siyet vermiştir: Biri selâmdır ki bu cennetliklerin selâmlaşmalarıdır.”

Bu görüşlerden şu sonuçlar ortaya çıkmaktadır:

1-Şu veya bu şekilde hukukumuz olan kâfirlere selâm vermek câizdir.

2-Bu selâm; cennetliklerin, yani mü’minlerin birbirine söyledikle­ri rahmet ve bereket selâmı değil, merhaba, günaydın anlamın­da bir dünya selâmıdır. Bununla, “Benden size bir zarar gelmez, esenlik içinde kalın!” kastedilmektedir.

Ömer Nasuhi Bilmen’in yorumuyla, Hz. İbrâhîm, babasının o şiddetli mukabelesine karşı yine nezaketten, hayır dilemekten ayrılmadı; bilakis (dedi ki: Sana selâm olsun) yani endişe et­me, ben selâmetine duâ etmekteyim. Yahut seninle barış halin­de mütarekede bulunmuş durumdayım, sana bir fenalık yapa­cak değilim.

3-Mü’minlerle dîn konusunda savaşmış, onlara zorluklar çıkarmış, zulmetmiş, hainlik düşünmüş, horlamış olanlara önce selâm ver­mek câiz değildir.

4-Dolayısıyla, âyetler, hukukumuz olan kimselere, ayrıca câhil olan kâfirlere selâm verilebileceğini gösterirken; hadîsler, mü’minlere zorluk çıkaran, onlara ihanet eden, zulmeden kâfirlere önce selâm verilemeyeceğini ortaya koyar. Bu açıdan aralarında bir tenakuz yoktur.

Son olarak söylemek gerekirse, bir mü’min ile bir kâfirin bulun­duğu topluluğa selâm vermek ise câiz kabul edilmiştir. Mücâhid’e gö­re Ehl-i Kitâb’a bir şey yazarken, selâm yazmak zorunda kalınırsa en gözeli “Selâm hidâyete tâbi olanların üzerine olsun” diyerek iletişim kurmaktır.

Yavuz Köktaş-Kurana Aykırı Görülen Hadisler



Devamını Oku »

Dünya Mü'minin Zindanı mı ?

Dünya Mü'minin Zindanı mı ?


Hz.Peygamber şöyle buyurmuştur: “Dünya, mü’minin zindanı, kâfirin cennetidir”.(Müslim,Zühd,1)

Bu hadîs, şu âyetlere aykırı görülmüştür: “Allâh’ın sana verdiği şey­lerde âhiret yurdunu ara. Dünyadan da nasibini unutma”(Kasas,57)

“De ki: ‘Allâh’m, kullan için yarattığı zîneti ve temiz rızkı kim harâm kılmış?’De ki: ‘Bunlar, dünya hayatında mü’minler içindir. Kıyâmet gününde ise yalnız onlara özgüdür.’ İşte bilen bir topluluk için âyet­leri, ayn ayn açıklıyoruz.”(Araf,32)

Nevevî, mezkûr hadîsi şöyle anlar: “Her mü’min şehvetler, haram­lar, mekruhlar gibi dünyada yasaklar zindanındadır. Zor taat fiilleriyle mükelleftir. Öldüğünde bu zorluklar bitecek, Allâh’ın hazırladığı daim ve naim cennetlerinde olacaktır. Kâfir ise dünyada zorluğu azdır. Öl­düğünde daim azaba düçar olacaktır”.

Mü’min şehvetlerden kendini korumakta ve güçlükleri yerine getirmektedir. Sanki zindanda gibidir. Kâfir ise şehvetlere istediği gibi da­labilmektedir. Sanki cennette gibidir.

Bir başka açıdan bir mü’min dünyada ne kadar iyi olsa da cennetteki makamına göre hapishanede gibidir. Bir kâfir de dünyada ne ka­dar sıkıntılı bir hayat sürse cehennemdeki derekesine göre dünya ken­disi için cennet mesabesindedir.

Mâturîdî, “Dünya mü’minin zindanı; kâfirin cennetidir” hadîsini iki şekilde yorumlamıştır:

a-Çünkü mü’minin dîni, onu şehevî arzularından alıkoyar, onu helake gitmekten sakındırır. Kâfiri, dünyada şehvetinden alıko­yacak hiçbir şey yoktur. Onun için dünya cennet gibidir.

b-Kâfir ölüm anında yerini, yani ona va’dedilen cehennemi görür. Bu durumda dünya onun için cennet gibi olur. Mü’min de cen­netteki konumunu görür. Dünya onun için zindan gibi olur.



Yavuz Köktaş-Kurana Aykırı Görülen Hadisler
Devamını Oku »

Meddahların Tavrı,Kuran'a Aykırı mı ?

Meddahların Tavrı,Kuran'a Aykırı mı ?


Peygamber şöyle buyurmuştur: “Meddahları gördüğünüzde yüzlerine toprak saçın.’’(Müslim,Zühd,68)

Aşağıda göreceğimiz gibi, bu hadîs, Hz. Yûsuf’un “Beni yeryüzü­nün hâzinelerine muhafız kıl! Ben iyi bir muhafızım, bunu iyi bilirim (Yûsuf, 55) dediği âyete aykırı görülmüştür.

Ibn Kuteybe’ye göre hadîste bâtılı övenler kastedilmektdeir. Şair­lerin yaptığı gibi, maksat, arzularına erişmeye övgüyü vesile kûmlardır. Nitekim şairler, “Sen rüzgârdan daha hızlısın, sen geceden daha kor­kutucusun” derler. Hz. Peygamber, bu gibi şeyleri hoş karşılamamıştır. Çünkü bunlar yalan olup kendini beğenmişliğe ve kibre götürür. Bundan dolayı Hz. Ömer, “medh,öldürmektir” demiştir. Bu sözle, bir adamı onda bulunan vasıflarla övmek kastedilmemiştir.

Hz. Peygamber, şiir ve hitabeleri konusunda övülmüştür. Övenle­rin yüzlerine de toprak saçmamıştır. Peygamberler de kendilerini öv­müştür. Nebî (s.a.v.), “Ben Âdemoğlunun efendisiyim, övünmem” buyurmuştur» Kişinin kendinde olan şeyle kendini övmesi câiz olduğun­da başkasını övmesi de câız olur. Mesela, Nebî (s.a.v.) ensârı övmüş­tür. Nevevî’nin el-Ezkârda dediği gibi, bu biraz da karşıdakinin du­rumuyla ilgilidir. Eğer övülen kimse; kalbi, îmânı, yakîni sağlam, nef­sine hakim ise fitneye kapılıp bununla aldanmazsa, böyle bir övmek, haram da mekrûh da değildir. Nitekim Peygamberimiz, Hz. Ebû Be­kir, Ömer ve Ali'yi övmüştür. Eğer bunlardan korkulursa methetme tahrîmen mekrûh olur.

“Toprak saçma” ifadesine gelince bunu şöyle anlamak mümkün­dür;

Hz. Peygamber bununla, yaptıkları şeyi reddetme sadedinde onla­ra sert bir tavır takınmayı (tağlîz) kastetmiştir. Maksadı bizzat bu fiilin gerçekleşmesini istemek değildi. Nitekim, şarap içen hakkında “Dör­düncü kez içerse onu öldürün” demesi böyledir. Onun bilfiil öldürül­mesini kastetmemiştir. İnsanları ondan alıkoymak için sert ifadelerle bu sözleri sarfetmiştir.

Yavuz Köktaş-Kurana Aykırı Görülen Hadisler

Devamını Oku »

Fidye Hadisi Kuran'a Aykırı mı?

Fidye Hadisi Kuran'a Aykırı mı?


Rıvâyete göre, Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: “Ümmetim rahmete mazhar olmuş bir ümmettir. Onlara âhirette azap yoktur. Kıyâmet günü her bir Müslümana Yahudi ve Hıristiyanlardan bir ki­şi verilecek ve ona ‘ey Müslüman, bu senin ateşten kurtuluşunun fid­yesidir’denilecektir”. (Ebû Dâvûd, Fiten, 7; İbn Mâce, Zühd, 34; İbn Hanbel, Müsned, IV, 418; Hâkim en-Neysaburî, el-Müstedrek)



Bu hadîs, on sahâbî tarafından nakledilmiştir. Bazı tarîklerinde “Kıyamet günü her bir Müslümana...” ifadesi yoktur. Bu ifade, müs­takil hadîs olarak nakledilmiştir. Genel bir değerlendirme yapmak ge­rekirse, hadîsin iki bölümüyle alakalı şunlar söylenebilir:

Buhârî, mezkûr rivâyetin yaklaşık olarak tüm tarîklerini nakletmiş ve ardından -özellikle hadîsin ilk cümlelerini dikkate alarak- şu değer­lendirmeyi yapmıştır:

“Hz. Peygamber’den şefâatle ilgili nakledilen haberler ve bir top­luluğun azap gördükten sonra cehennemden çıkacağına dair hadîsler daha çoktur ve daha açıktır”.

Bu ifadeye göre Buharı, hadîsteki "onlara âhirette azap yoktur” bölümünün şefaatle ilgili hadîslerle çeliştiğini kabul etmektedir. Dolayı sıyla hem sayı itibariyle daha çok, hem daha açık hem de daha meşhur olması itibariyle şefâat hadîslerinin tercih edilmesi gerekmektedir, bu durum, Buharınin mezkûr hadîsi sahîh kabul edilmesine rağmen illet, li bulduğunu göstermektedir. Böylece Buhârî’nin mezkûr hadîsi iki açıdan illetli bulduğu ortaya çıkmaktadır:

a-Metin açısından: Şefâat hadîslerine vurgu yapması ve onları ter­cih etmesi bunu göstermektedir.

b-Sened açısından: Şefâat hadîslerinin daha çok ve açık olmaları, sened açısından da tercih edildiklerini göstermektedir. Buna gö­re Ebû Burde kanalıyla nakledilen hadisin senedi, muztarib ol­maktadır.



Diğer nokta, fidye meselesidir. Hadîsler, Müslüman ve Ehl-i Kitâbı -herhangi bir tahsîs yapmaksızın- mutlak anlamda kullanmaktadır. Şüp­hesiz, Yahudi ve Hıristiyanlar, itikâdları sebebiyle cehenneme girecek­lerdir. Ancak zâlim bir Müslüman için cehennemden kurtuluşun bede­li olarak masum bir Yahudi ve Hıristiyan fidye olararak verilecek mi­dir? Diğer bir ifadeyle her bir Müslümanın günahı Yahudi veya Hıris­tiyan’a yüklenecek midir? Bu fidye meselesine Hz. Peygamber’den ön­ceki Yahudi ve Hıristiyanlar da dahil midir?

Vezir el-Yemânî (ö. 840/1473)’ye göre hadîste belirtilen durum, Yahudi ve Hıristiyanlara zulmetmek anlamına gelmemektedir. Çün­kü Yahudi ve Hıristiyanlar, dünyada Müslümanlara zulmetmişlerdir. Bunlar Müslümanlara düşmanlık göstermiş, onları korkutmuş, öldür­müş ve onlarla savaşmıştır. Müslümanlar arasında hatta boynuzlu ko­yun ile boynuzsuz koyun arasında kısas uygulanarak adaletin sağlana­cağı bilinmektedir. Aynı şekilde, mü’minlerle kâfirler veya diğer dîn müntesipieri arasında da kısas uygulanacaktır. “Şüphesiz peygamber terimize ve îmân edenlere hem dünya hayatında hem de şâhtdlerin şâhidlik edecekleri günde yardım ederiz”(Mü-min,51) âyeti buna işaret etmekte­dir, Bununla birlikte, kısasın iyilikler ve günahlar arasında söz konu­su olacağı da sabittir. Zâlimin iyilikleri varsa, ondan zulmü miktarınca alınıp mazluma verilecektir. İyilikleri yoksa mazlumun günahın­dan alınıp zulmü miktarmca zâlime yüklenecektir. Bu adaletin gereği olup “Hiç kinse kimsenin günahım yüklenmez” âyetine aykırı de­ğildir. Zira “Elbette kendi yüklerini (günahlarım), kendi yükleriyle bir­likte nice yükleri taşıyacaklar ve uydurup durdukları şeylerden kıyâ- met günü mutlaka sorguya çekileceklerdir”, “Ben istiyorum ki sen, hem benim günahımı hem de kendi günahını yüklenip ateşe atılacak­lardan olasın” âyetleri bu durumu açıkça ortaya koymaktadır.

Bu ifadelerden, açıkça hadîste belirtilen durumun mutlak olmadığı an­laşılmaktadır. Müslüman ve Ehl-i Kitâb arasındaki bu olay tamamen tarihseldir. Dolayısıyla, şayet Müslüman olmaktan maksat, Hz. Pey­gamberce inanmak ise, hadîsin ondan önceki Ehl-i Kitâb’ı kastetme­si düşünülemez. O halde, eğer bir yahudi veya Hıristiyan, bir Müslümana zülüm yapmışsa, kıyâmet günü bu haksızlık bir şekilde gideri­lecektir. Yoksa genel anlamda bir Yahudi veya Hıristiyan’ın herhangi bir Müslümanın yerine cehenneme girdirilmesi söz konusu değildir. Bu haliyle hadîste herhangi bir problem yoktur. Ancak, bunun “Üm­metim rahmete mazhar olmuştur; onlara âhirette azap yoktur” ifade­si çerçevesinde zikredilmesi problemli gözükmektedir. Zira bu ifade­ler, umumî bir manayı çağrıştırmakta, her bir Müslüman için azaptan kurtuluşun fidyesi olarak diğer dîn müntesiblerinin cehenneme soku­lacağını ima etmektedir.

Yavuz Köktaş-Kurana Aykırı Görülen Hadisler

Devamını Oku »