Dört büyük İmâmın ve diğerlerinin,İmâmı Azam'ı medihlerini bildirir

Dört büyük İmâmın ve diğerlerinin,İmâmı Azam'ı medihlerini bildirir



Hârun bin Satı, Imam-ı Şâfiiden anlatır: Ben Ebû Hanifeden fakıh bir kimse görmedim. Fıkıh öğrenmek, fakıh olmak istiyen, Ebû Hanifenin ve Eshâbının huzurunda bulunsun. Muhakkakki, bütün insanlar, fıkıhda,Ebû Hanifenin çoluk çocuğudurlar» buyurdu.

Imâm-ı Şâfinin, ben ondan fakih kimse görmedim demekten maksadı, görmek anlamında olmayıp, ondan daha fakıh kimse bilmem demektir. Çünkü Şâfiî, İmamın vefatı yılında, belki vefatı gününde dünyaya gelmiştir.



-Daymiri rivâyetinde: «Bütün insanlar, istihsan ve kıyâsta Ebû Hanlifenin ev halkı gibidirler diye gelmiştir.



-Vâkıdî der ki: imâm-ı Mâlik, çoğu zaman, İmâmın yolunda olup, onun sözünü söylerdi. Lâkin izhâr eylemezdi. Ishak bin Muhammedden bildiri­lir. Buyurdu ki: Imâm-ı Mâlik, mes’elelerin çoğunda, onun sözüne itibar eder, onun dediği gibi söylerdi. Ishak bin Ebi Fedâdan anlatılır. Buyurdu ki: Ben Mâliki gördüm. İmamın elini tutup beraberce yürürlerdi. Mescide geldiklerinde, kendisi içeri girmeden, İmâma tazim edip, onu öne geçirdi ve buyurun siz önce girin dedi. Mescide girince İmamın şu duayı okudu­ğunu duydum: «Bismilahi, hazâ mevdu’ul emân, fe âmini min azâbike ve neccini minennâr.»



-Imam-ı Şâfiî buyurur ki: Megazi ilminde (harb târihi) filim olmak ia- tiyen, Muhammed bin Ishakın iyalıdir. Fıkıhda ise, Ebû Hanifenin iyalidir. Nahivde Kisâinin, tefsirde Muhammed bin Mukatilin, Şiirde Zehirin lyalidir.



-Yine imâm-ı Şâfiî buyurur ki: İmâmın kitablarına, eserlerine bakmıyan, fıkıhda derin âlim olamaz. Yine buyurdu: İmamın sözü, öyle küçük, önemsiz ve açık bir şey ile def ve red olunamaz. Onun sözünü def ede­bilmek için, çok büyük şeylere sâhib olmak lâzımdır.



-Mâlik bin Enes buyurdu ki: Ebû Hanîfe, islâmda altmış bin mes'ele vaz etmiştir.



-imam Ebû Bekir ibni Atik der ki: İmam, beşyüz bin mes’ele vaz ey­lemiştir. Hatib-i Harezmî der ki: beyüzbin mes'ele vaz eylemiştir. Otuz sekiz bin mes’ele ibâdâtdadır. Diğerleri muamelât bilgilerindedir. İmamın irşad ve rehberliği olmasa idi, insanlar yolunu şaşırırdı.



-(Hayratül hisân)da der ki: Hatîb, Imâm-ı Şâfiîden anlatır: İmâm ı Mâ­like, Ebû Hanîfeyi gördünüz mü? diye sordular. Cevabında: Evet o öyle bir insandı ki, şu direğin altın olduğunu söylese, getirdiği, delillerle bunu isbat ederdi buyurdu.



-Abdullah ibni Mübarek anlatır: Ebû Hanîfe, Imâm-ı Mâlikin yanına gitti. Imam-ı Mâlik ayağa kalktı. Çıktıktan sonra, Imâm-ı Mâlik yanındaki­lere: «Bu zâtı tanıyor musunuz?» buyurdu. Hayır dediler. «Bu, Ebû Hanîfe Nu'man bin Sabittir. Eğer şu direk altındır derse, isbât eder’ buyurdu. Sonra Süfyân-ı Sevrî geldi. Imam-ı Mâlik onu, Ebû Hanîfeyi oturttuğu yer­den biraz daha aşağıya oturttu. Çıktıktan sonra, onun fıkıh âlimi ve vera‘ sahibi olduğunu anlattı.



Imam-ı Şâfiî der ki: ‘’Ben Imam-ı A’zamdan (rahmetullahi aleyh) fakîh bir kimse bilmiyorum. Çünkü, ondan fakih kimse idrâk olunamaz ‘’



-İbni Uyeyne: «Onun eşini, bir benzerini gözüm görmedi» buyurdu Ve yine buyurdu ki: Cihâd ve gaza hikâye ve bilgileri: Medine’de, Hac bilgileri Mekke'de, fıkıh bilgisi de Kûfe'de Ebû Hanifenin talebesindedir.



-İbni Mubârek der ki: İnsanların en fakıhı idi. Ondan fakıhını görme­dim. Yine dedi ki: O, bir âyet idi. Orada olanlar hayr için mi, şer için mi? dediler. Cevabında: «Susun!» buyurdu. Yine buyurdu: Reye ihtiyaç olsa, Mâlikin, Süfyânın ve Ebû Hanifenin reyleri esastı. En fakîhleri, en iyileri ve dikkatlisi ve fıkıh bilgisinin derinliklerine dalanlarının en önde olanı, Ebû Hanîfe idi. Yine buyurdu ki: İnsanlara karşı sü-i edebiniz ve câhilliğiniz olmasın! İlmi ve ilim sâhiblerini bir parça tamsanız, kendisine uyul­mağa, Imâm-ı A'zamdan daha lâyık kimse olmadığını anlardınız. Çünkü o, imam idi. Takvâ sahibi idi. Hâlis idi. Vera’ sâhibi idi. Âlim idi, fakih idi. İnsanların gözle göremedikleri ilimleri, şeyleri keşf ederdi. Zekâsı kuv­vetli, aklı olgun, Allahdan korkması çok idi.



-Süfyân-ı Sevrî Ebû Hanifenin yanından gelen bir kimseye: «Yeryü­zünün en büyük âliminin yanından geldin» dedi. Ve yine dedi ki: «Ebû Hanîfeye muhalefet edenler ve uymıyanların, değer ve ilim bakımından ondan yüksek olmaları icâbeder. Halbuki böyle olmak çok uzaktır.



-İbni Cerîh der ki, ilimde, vera'nın çokluğunda, dîni kayırmada, kuv­vetlendirmede kemâle geldiği zaman: «Yakında ilimde, herkesin hayret edeceği bir meziyyete sâhib olacaktır düşünüyordum. Bir gün İbni Cerîhin yanında İmâmdan bahsedildi. «Susun! o fakîhdir, elbette fakihdir, o elbette fakîhdir» buyurdu.

-Ahmed ibni Hanbel (rahmetullahi aleyh), İmam hakkında der ki: O vera’, Zühd ve îsâr sâhibi idi. Âhıret isteğinin çokluğunu, kimse anlıyacak derecede değildi.

.........
Onu sevenin, ona yüzünü dönenin Ehl-i sünnetten olduğunu, buğz edenin ise, bid'at ehli olduğunu anlarız.

-Hâfız Muhammed Ibni Meymûn der ki: Ebû Hanifenin zamanında, on­dan vera’ sâhibi, ondan zâhid, ondan ârif ve fakîh yok idi. Yemin ederim ki, onun mubârek ağzından bir kelime dinlemeğe yüzbin dinar (altın) ve­rirdim.

-Ibrâhim ibni Muaviye Darir der ki: Ebû Hanîfeyi sevmek, sünnetin tamamındandır. Ebû Hanîfe adaleti gözetir, insafla konuşur, ilmin yollarını insanlara beyan eder, herkesin müşküllerini gözerdi.

-Esed ibni Hakim der ki: Câhil ve bid’at sâhiblerinden başkası onu kötülemez.

-Ebû Süleyman der ki: Ebû Hanîfe anlaşılamıyan bir insandı. Hilkat garibesi idi. Sözünü dinlemiyenler, dediğini yapmıyanlar, onun sözünü dinleme kuvveti, hassası kendinde olmıyanlardı.

Ebû Âsim der ki: Allahü teâlâya yemin ederim ki, Ebû Hanîfe, bence, İbni Cerîhden daha büyük fıkıh âlimidir. Şu gözlerim, fıkıh ilminde, ondan daha kudretli, ondan daha salahiyetli bir kimse görmedi.

-Dâvud-i Tâînin (rahımehullah) yanında, Ebû Hanifeden konuşuldu. Bu­yurdu ki: O bir yıldızdır. Karanlıkta yolda olanlar, onunla yol bulur, hidâ­yete kavuşurlar.

-Kadı Şureyk der ki: Ebû Hanîfe az konuşur, çok düşünürdü. Fıkıhda keskin ve ince görüşü, ilimde, amelde lâtif ma'nalar çıkarışı vardır. Tale­besi fakir ise, onu doyurur, zengin ederdi. Talebesine ilim öğretirken, «En büyük zenginliğe, halâl ve haramı öğrenmekle kavuştum» derdi.

-Imâm-ı Gazâlî (ihyâ-ül ulûm) kitabının birinci cildinin yirmi yedinci sahîfesinden itibaren şöyle yazıyor: Ebû Hanîfe çok ibâdet ederdi. Kuv­vetli zühd sâhibi idi. Ma’rifeti tam bir ârif idi. Takvâ sâhibi olup Allahü teâlâdan çok korkardı. Dâima Allahü teâlânın rızasında bulunmağı isterdi.

-Hammâd bin Ebû Süleyman der ki: Ebû Hanîfe bütün geceyi ihyâ ederdi, önceleri gecenin yarısını ihyâ ederdi. Birgün yolda giderken, bir kimsenin yanındakine, Ebû Hanîfeyi göstererek: «Bu zât, bütün geceyi ihyâ eder» dediğini duydu ve ondan sonra bütün geceyi İhyâ eyledi, ibâ­detle geçirdi ve: «Allahü teâlâya ibâdet husûsunda, kendimde bulunmıyan bir sıfatla söylenmemi istemekte, Allahü teâlâdan utanırım» buyurdu.

-İmamlardan bazıları, Imâm-ı Mâlike, Imam-ı A’zamdan bahsederken, onu diğerlerinden çok medh ediyorsunuz dediler. Cevabında: «Evet, öy­ledir. Çünkü insanlara faydalı olmakta, ilim bakımından onun derecesi,diğerleri ile mukayese edilemez. Bunun için, ismi geçince, insanlar ona dua etsinler diye onu medh ederim» buyurdu.

-Imâm-ı Rabbani, müceddid-i elf-i sânî Ahmed Fârûkî Serhendi (kuddise sirruh) buyurur ki: İmam-» Azam abdestin edeblerinden bir edebi terk ettiği için, kırk senelik namazını kaza etmiştir. Ebû Hanife takva hareket; ve sünnete uyma devlet ve saadeti ile ictihad ve istınbatta öyle bir dereceye kavuşmuştur ki, diğerleri bunu anlamaktan âcizdirler. İmâm-ı A’zam, ha­dis-! şerifleri ve Eshâb-ı kiramın sözünü, kendi re’yirıe takdim ederdi. Di­ğerleri ise böyle değildir.

Ebû Hanife hakkında imamlarımızın söyledikleri, bundan çok daha fazladır. Doğruyu kabul eden, iz’anlı, insaflı ve anlayışlı kimselere bu ka­darı yetişir. Yoksa

MISRA

Münkirin kulağında esrâr, esrâr değildir.

Buyurulmuştur.

Taşköprüzade Ahmed Efendi - Mevzuat-ul Ulum







Devamını Oku »

Herkesin Sevabı ve Günahı Kendine mi ?

Herkesin Sevabı ve Günahı Kendine mi ?




1-İbn Mes’ûd anlatıyor: “Resûlullâh (s.a.v.) buyurdular ki: “Yeryüzünde haksız yere öldürülen bir insan yoktur ki kâtilin günahın­dan bir misli, Hz. Âdem’in ilk oğluna (Kabil’e) gitmemiş olsun. Çün­kü o, öldürmeyi sünnet kılan (haksız öldürme yolunu ilk açan)dır.’ (Buhârî, Diyât 2, Enbiyâ, 1, İ’tisam 15; Müslim, Kasâme, 27; Tirmizî, İlm, 14.)

2-“Her kim İslâm’da güzel bir çığır açarsa, o çığırın ecri ile ken­disinden sonra o çığırla amel edenlerin ecirlerinden hiçbir şey noksan edilmemek şartıyla sevapları kendine aittir. Ve her kim İslâm’da kötü bir çığır açarsa, o çığırın vebali ile kendisinden sonra onunla amel edenlerin vebali hiç bir noksanları olmamak üzere ona aittir.”

3-“Bir hayra öncülük yapana, onu yapan gibi ecir vardır.”

4-Buhârî’nin naklettiği rivâyete göre Hz. Peygamber, Bizans kralı Heraklius’a bir davet mektubu göndermiştir. Bu mektupta şun­lar ifade edilmiştir: “Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın adıyla. Allâh’ın Resûlu Muhammed’den Rumların büyüğü Herakl’e. Hi­dâyete uyanlara selâm olsun. Ben seni İslâm’a davet ediyorum.

Müslüman ol, selâmete erersin, Allâh sana iki kat mükafaat ve­rir. Eğer dönersen halkının vebali senin boynunadır. ‘Ey Kitâb Ehli! Bizimle sizin aranızda eşit olan bir kelimeye gelin, Allâh’tan başkasına tapmayalım, O’na hiçbir şey ortak koşmayalım...”. ”(Buhari,Be’dül Vahy,6)

Bütün bu hadîslerin şu âyete aykırı olduğu ileri sürülmektedir: hiçbir günahkâr, başka bir günahkârın günah yükünü yüklenmez. ”(isra,15)

Oysa başka âyetlerde dalâlet önderlerinin kendi günahlarını ve baş­kalarının günahlarım yüklendikleri yer almaktadır. Şu âyetler buna ör­nektir:

“İnkâr edenler îmân edenlere‘Yolumuza uyun da sizin günahları­nızı yüklenelim.'' derler. Hâlbuki onların günahlarından hiçbir şey yük­lenecek değillerdir. Şüphesiz onlar kesinlikle yalancılardır. And olsun, onlar mutlaka kendi yüklerini ve kendi yükleriyle beraber nice ağır yük­leri yükleneceklerdir. Uydurmakta oldukları şeylerden de kıyâmet günü şüphesiz, sorguya çekileceklerdir.”(Ankebut,12-13)

İbn Kesîr’e göre, “Onlar mutlaka kendi yüklerini ve kendi yükleriy­le beraber nice ağtr yükleri yükleneceklerdir” ifadesi, küfür ve dalâlete çağıranların kıyâmet günü hem kendi günahlarını hem de saptırdıkları insanlar sebebiyle başkalarının günahlarını yükleneceklerini haber ver­mektedir. Nitekim, şu âyet de bu duruma işaret etmektedir: “Böylece kıyâmet gününde kendi günahlarını tam olarak, bilgisizce saptırdıkları kimselerin günahlarının da bir kısmını yüklenirler. Dikkat et, yüklen­dikleri ne kötüdür.” (Nahl, 25)

İbn Kesîr’in bu görüşünü te’yid eden âyetler de vardır. Mesela: “İnkâr edip de (insanları) Allâh yolundan alıkoyanlar var ya, işte on­lara, yapmakta oldukları bozgunculuklar sebebiyle, azaplarını kat kat artıracağız” (Nahl, 88).

Nahl Sûresindeki âyette azabın kat kat artırılmasının hikmeti, on­ların işledikleri iki ayrı isyanlarına karşılıktır. Bunların birinci suçları; Allah’ın indirdiği İlâhî vahyi inkâr edip küfre sapmalarıdır. İkincisi ise,başka insanları Allâh yolundan alıkoymalarıdır. Bu her iki suça karşı ayrı bir azap söz konusudur. Bu azaplardan birinin dünyada, diğerinin ise âhirette verilen cezalar olduğunu söyleyenler de vardır.

Dolayısıyla, yukarıda geçen “Hiçbir günahkâr, başka bir günahkâ­rın günah yükünü yüklenmez. ” âyetini başka türlü anlamamız gerekir. Buna göre, âyette, günah işleyenin başkasına sebebiyet vermediği, kötü örnek olmadığı sürece sadece kendi günahından sorumlu olduğu vurgu­lanmaktadır. Şöyle de denilebilir: Bir kişi bir suç işlemişse, suçun şah­siliği prensibi gereğince, sadece suçlu cezayı çeker. Baba, kardeş, akra­ba vs. bir başka kimse o suçtan dolayı ceza çekmez.

Bu noktada, ilginç bir âyetin üzerinde durmak istiyoruz. Bu âyet, Pey­gamberin hanımlarıyla ilgilidir. Allâh şöyle buyurur: “Ey Peygamberin hanımları! İçinizden kim apaçık bir çirkinlik yaparsa, onun cezası iki kat verilir. Bu, Allâh*a göre kolaydır.” (Ahzab, 30) Kötü örnek oluştan dola­yı azap iki kat artırılmaktadır. Aslında burada bir espri vardır. Aynı suçu bir başkası yapıp örnek olursa iki kat cezası vardır. Aynı suçu Peygam­ber eşi yaparsa, cezasının katmerleştiği söylenebilir. Diğer bir ifadeyle, üç katı ceza görür. Burada haşa, Allâh’ın iki kat dediğine, üç kat demek istemiyoruz. Ama aynı suçu işleyenden daha fazla ceza çekeceğini belirt­mek istiyoruz. Bu suçu -olmaz ya- Peygamber işlerse dört katı ceza gö­rür. Kişinin konumuna göre, ceza da artar. Bir günahı âlimin işlemesiyle câhilin işlemesi bir değildir. Kamuya açık, kötü örnek oluşturacak tarz­da, âlimin işlemesi durumunda cezanın katmerleşeceği açıktır. Tersi du­rumda, bunların yapacağı hayırda sevabın da katmerleşeceği bir vakıadır.

Burada son olarak bir âyet üzerinde daha durmak istiyoruz. Bu âyet, zahiriyle herkese aynı azabın verileceğini ima etmektedir: Allâh şöyle buyurur: “Allâh, şöyle der: ‘Sizden önce gelip geçmiş cin ve insan toplulukları ile birlikte ateşe girin’ Her topluluk (arkasından gidip sa­pıklığa düştüğü) yoldaşına lânet eder. Nihayet hepsi orada toplandığı zaman peşlerinden gidenler, kendilerine öncülük edenler için, ‘Ey Rabbimiz! Şunlar bizi sapttrdılar. Onlara bir kat daha ateş azabı ver’ derler. Allâh, der ki: fHer biriniz için bir kat daha fazla azap vardtr. Fakat bilmiyorsunuz.” (A’râf, 38)

Bu âyetten, zahiren saptıranlarla, sapanların aynı azabı hak ettikle­ri sonucu çıkar. Ancak, sapanların özelliklerine dikkat edilmelidir. Sapanlar  sadece saptıranlara kanıp inkârla yetinmemişler, saptıranları övmüşler, yüreklendirmişler, desteklemişler, onlar için mücadele vermiş­tir. Bu açıdan, tapanların da azapları iki kat olmaktadır: Bir, saptık­ları,.iki, saptıranları yüreklendirdikleri için. İnsanlık tarihi boyunca Allahın âyetlerini ve peygamberlerini yalanlayıp sapık inançlar ve ideo­lojiler türetenlerle, bunları benimseyip yaşatanlar âhirette bir araya ge­lince, artık inkarcıların kendi kendilerinin aleyhlerinde şâhidlik edecek­leri ölçüde hak ve bâtıl, iyi ve kötü apaçık ortaya çıktığı için sonraki­ler öncekilere veya inkârları ve kötülükleri yaşatanlar bunları türeten­lere, kendilerini ayartıp saptırdıkları gerekçesiyle lanet okuyup suçları­nın iki katıyla cezalandırılmalarını isterler; diğerleri de onların kendi­lerinden farklı yanlarının bulunmadığını yani onların da kendileri ka­dar suçlu olduklarım belirtirler.

Mutlak hâkim olan Allâh da buyurur ki: "Zaten hepiniz için bir kat daha azap vardır.” Çünkü iki kat suç iş­lemişlerdir; yani öncekiler ve önderler hem kötü oldukları hem de kö­tülük yollarını açtıkları için, diğerleri ise onlara uymaları yanında, fi­kirleri, malları, güçleri, mevkileri, tutum ve davranışlarıyla onları des­tekleyip yüreklendirdikleri, güçlerine güç kattıkları, bâtıl ideolojilerini yaşatıp yaydıkları ve sonrakilere kötü örnek oldukları için iki kat suç­ludurlar ve iki kat ceza göreceklerdir. Sadece saptıranlara kanıp sapan­lar, şayet inkârlarının propogandasını yapmaz, saptıranları yüreklen­dirmez ve inkârlarıyla baş başa kalıp bir hayat sürerlerse onların azabı AJlâhu a’lem diğerleri gibi iki kat olmayacaktır.

Kabil olayına gelince, şunları söylemek mümkündür: Geçmiş ulemânın ortak kanaati, Kabil’in öldürme günahından pay alacağı şek­lindedir. Onun pişman olması tevbe pişmanlığı değil, karşılığını gör­mediği ve katlanmak zorunda kaldığı vicdanî eziyettir.

Günümüzde ise bu hadîs, “Hiç kimse bir başkasının günahını yük­lenemez” ilkesince “Allâh’ın adaleti”ne aykırı görülerek tenkîd edilmiş­tir. Oysa hayra veya şerre vesile olan, bizzat o fiili yapmasa da ondan sevap veya günah alır. Burada adalete aykırı bir şey de yoktur. Ancak, yine de Kabil meselesinde izahı zor noktalar vardır. Bugün, “Kabil, öl­dürme güzel bir şey demedi, kıskançlığına mani olamadı, çığır açmak için böyle yapmadı, günah işlemiş oldu, katil olmakla insanlara katli öğretmiş değil, dolayısıyla bütün lcatl olaylarından günah alır diyeme­yiz” denilerek meseleye ihtiyatlı yaklaşanlar da vardır.

Bununla birlikte -iyi veya kötü olsun- ortada bir eylem yokken onu ilk ortaya koymanın, o eylemi deşifre etmenin bir sorumluluğu olsa gerektir. O eylemi görenler ondan esinlenir veya cesaret alır, onu yaparlar. Kabil’in öldürme olayı da böyle olmalıdır. Burada mesele, onu  öldürme olayını gören veya duyanların olup olmadığıdır. Yani Kabil Habil’i öldürmüş, onu hiç kimse görmemiş veya duymamış ise sonra- ki öldürme olaylarıyla hiçbir bağlantısı yok demektir. Bu durumda, öldürme olayı kendiyle sınırlı kalır, bir başkasından da sorumlu olmazdı. Ama tüm kutsal kitaplar, bu öldürme olayını anlatmaktadır. Dola­yısıyla, olay çok meşhurdur. Herkes bunu bilmektedir.

Burada akla şöyle bir soru gelmektedir: Kabil, tüm öldürme olay­larından mı yoksa sadece içinde kıskançlık olan öldürme olaylarından mı pay alır? Burada niyet devreye girmektedir. Öldürme olayı çeşitli niyetlerle gerçekleşebilir. Kişinin, o olaydan bir pay alması için baa­sının şekilsel olarak o olayı gerçekleştirmesi yeterli midir? Mesela ada­mın biri yaylada Allâh rızası için bir çeşşkme yaptırır. Onu gören biri “ne kadar güzel!” deyip “ben de yaptırayım, gelip geçene buradan satıp pa­ra kazanayım” dese ilk çeşme yaptırana buradan bir pay var mıdır? Ka­naatimce, çeşme ay m amaca hizmet etmedikten sonra bir pay yoktur.

Kabil’in öldürme olayına gelince; onu kıskançlığından dolayı yap­tığı açıktır. Mesela, toprak meselesinden veya ülke işgal ederek ya da haksız yere başka amaçlarla bir adam öldürüldüğünde bu öldürmeler­den Kabil pay alır mı? En doğrusunu Allâh bilir; bu öldürmelerden pay almaz. Onun pay alacağı öldürmeler, kıskançlık sebebiyle işlenen cina­yetlerdir. Bunun yanında, teorik olarak şunu da söyleyebiliriz: Kabil, öldürme olayında, ondan bir şekilde cesaret alanların, onun kötü ör­nekliğinden etkilenenlerin yaptıklarından pay alır. Zaman dilimi içe­risinde, “etkilenme”de bir kopukluk meydana gelip Kabil’in kötü ör­nekliği ortadan kalkmışsa, yine sonrakilerden pay almaz. Bu söyledik­lerimizi hadîste geçen | l*o y Jis- ” ifadesi de te’yid eder. İfadedeki ¡f teb’iz içindir, yani ba’ziyet anlamına gelir. Bu, Kabil’in tüm öldürme­lerden değil, bazılarından pay alalacağı anlamına gelir. Allâhu a’lem, yukarıda ifade ettiğimiz durumlar bu ba’ziyete dahildir.



Yavuz Köktaş-Kurana Aykırı Görülen Hadisler







Devamını Oku »

Allah'ı İnsana Benzeten Hadisler,Kuran'a Aykırı Mı ?

Allah'ı İnsana Benzeten Hadisler,Kuran'a Aykırı Mı ?

Aşağıdaki hadîslerde Allâh, insanı niteleyen lafızlarla zikredilmiştir. Bu halleriyle hadîsler, “Onun benzeri hiçbir şey yoktur” şeklindeki âyete ters düşmektedir. Gerçekten bu hadîsler Allah’ı cisimleş- tirmekte, insana mı benzetmektedir? Konuyla alakalı pek çok örne­ği Tüm Yönleriyle Akaid Hadîsleri adlı çalışmamızda zikrettik ve yo­rumladık. Burada birkaç örnekle hadîslerin nasıl anlaşılacağını görece­ğiz ancak şu ilke üzerinde ehemmiyetle durmak gerekir: Allâh, yarattı­ğı hiçbir şeye benzemez. Naslarda Allâh’ı mahlûkâtına benzeten ifade­ler varsa bunlar yorumlanmalıdır. Her ne kadar Allâh’ı noksan vasıf­lardan tenzîh etmek şartıyla bu nasları zahiri üzre kabul etmek müm­kün ise de yorumlamak daha güzeldir. Tabii bu durum, sıfat içeren her nas için geçerli olmayabilir. Dolayısıyla hem Allâh’ı noksan sıfatlardan tenzîh etmek hem de zahir ifadeleri Allâh’a yakışır bir şekilde te’vîl et­mek en isabetli yoldur.

a-Ebû Hureyre’den nakledildiğine göre Hz. Peygamber şöyle bu­yurmuştur: Rabbimiz her gece, gecenin son üçte birinde dünya semâsına iner ve şöyle buyurur: ‘Bana duâ edene icabet ederim, benden İs teyene veririm, benden bağışlanmayı dileyeni bağışlarım’ bu, fecir doğana kadar böyle devam eder.’’(Buhari,Tevhid,35)

Nüzûl hadîsi olarak bilinen bu mesele, ulemâ arasında meşhurdur.

Etrafında hayli tartışmalar olmuştur. Kısaca Nevevî, bunun sıfat hadîs­lerinden olduğunu belirtir. Ona göre bu konuda iki görüş vardır. Bi­rincisi selefin cumhûruna ve bazı mütekellimîne aittir. Bunlar bu tür hadîslerde ifade edilenlerin hak olduğunu, zahirlerinin murad edilme­diğini, Allâh’ı mahlûkâta benzeyen sıfatlardan tenzîh etmekle beraber bunların te’vîl edilemeyeceğini kabul eder. İkinci görüş mütekelliminin ekseri ile bazı selef âlimlerine aittir. Bunlar, Allâh için uygun olacak şe­kilde bu sıfatların te’vîl edilebileceğini benimser. Buna göre, nüzûl ha­dîsi iki şekilde te’vîl edilir:

1-Allâh’ın inmesi; rahmetinin, emrinin, meleklerinin inmesidir. Meleklerle ilgili olarak mesela sultanın emriyle bir işi vezirleri yaptığında “sultan yaptı” denilir.

2-Burada istiare vardır. Mana şöyle olur: Allâh duâ edenlere duâ- larını karşılamak, onlara icabet etmek üzere yönelir ve lutfuyle muamele eder.

b-“Dehre sövmeyiniz, zira Allâh dehrdir.”(Müslim,Edeb,5) Sahîh-i Buhârî’de ge­çen bir hadîs de aym noktaya işaret eder: “Vay şu dehrin mahrumi­yet ve hüsranına’ demeyiniz. Çünkü Allâh dehirdir.”(Buhari,el-faz minel Edeb,101) Aynı konuda Buhârı’nin rivâyet ettiği bir başka hadîs de şu mealdedir: “Allâh Teâlâ buyuruyor ki: “Ademoğlu dehre söverek bana eziyet verir. Halbuki ben Şehrim. Her şey Benim elimdedir. Geceyi, gündüzü ben idare ederim.”(Buhari,Tefsir 45) Yine bir kutsî hadîste: “Allâh buyuruyor ki: “Ademoğlu dehre söver.Halbuki ben dehrim. Geceyi gündüzü ben idare ederim.”(Buhari,Edeb,101)

Konuyla ilgili bütün hadîslerde “dehr” kavramı geçiyor. “Dehr” zaman manasına geldiği gibi, gece ile gündüzün art arda gelmesine de denir. Nevevî’nin belirttiğine göre, ulemâ bu hadîslerin mecaz ifade ettiği kanaatindedir. Şöyle ki; Araplar ölüm, malın telef olması vb. başa igelen musibetlerden dolay “vay şu dehrin hüsranına!” derlerdi. Bunun  üzerine Hz. Peygamber, “Dehre sövmeyiniz...” buyurmuştur. Yani başa gelen olayların failine sövmeyiniz. Siz faile söverseniz Allâh’a sövmüş olursunuz. Çünkü fail odur.

İslâm öncesi Cahiliye döneminde Arapların dehre sövmesini ve bu  hadîsin de bu kötü alışkanlık üzerine söylendiğini açıklayan Bedrüddin Aynî şöyle der:

“Islâm öncesi Cahiliye dönemi Araplarının bir kısmı, gece ve gün­düzün dönmesinden ibaret olan dehre söverlerdi. Çünkü bu insanlar, Allâh’a inanmaz ve bütün olayları zamana verirlerdi. Yani olayların [meydana geldiği gece ve gündüze yüklerlerdi; her şeyin de zamanın emriyle olduğuna inanırlardı. Bunlara Dehrîler denirdi. İşte Hz. Pey­gamberim (s.a.v.) bu hadîsteki maksadı, sizden biriniz zamana sövmesin, çünkü zaman gerçek fail değildir, yapan Allâh’tır. Bu musibetle­ri başınıza getirdiğine inandığınız zamana sövdüğünüzde, Allâh’a söv­müş olursunuz. Çünkü musibetleri başınıza getiren zaman değil, Allâh’tır. Cenab-ı Hakkın ‘Ben zamanım’ demesi ise, ‘Ben zamanın sahi­biyim’ anlamındadır.”

c-“Allâh Âdem’i kendi sürerinde yarattı” (Buhari,İstizan,1) Alimlerin bir kısmına göre, “sûretihi”deki zamir Allâh’a racidir. Bir |kısım âlimlere göre ise, oradaki zamir, Âdem’e racidir. Zamirin Âdem’e [raci olması halinde hadîsin manası “Allâh Âdem’i, Adem in kendi (insan) sürerinde yarattı” şeklinde olur. Yani Âdem nasılsa öyle, onun sü­perinde yarattı.

Nevevî’nin bildirdiğine göre, âlimlerin bir kısmı, bu rivâyetleri müteşâbih kabul etmiş, manasını te’vîl etmeden Allâh’a havale etmeyi daha kıygun görmüştür. Hadîste yer alan ‘sûretihi” deki zamirin Allâh’a ait olduğunu kabul eden bazı âlimlere göre “sûretihi=kendi sûreti/onun sureti” tamlaması, bir teşrif ve tahsîs içindir. Yani, “Allâh’ın sahip olduğu iman sûreti” anlamına gelir. “Naketullah=Allâh’m devesi, “Beytullah =Allâh’in evi” tamlamaları da böyledir.

Zamiri Allâh’a raci kılarsak, “Allâh’ın sürerinde” ifadesini, iman­ların Allâh’ın bazı sıfatlarım yansıtacak şekilde var edildiğini anlamak da mümkündür. Nitekim -insan olarak- biz de görüyoruz, Allâh da gö­rüyor, biz de işitiyoruz, Allâh da işitiyor. Fakat bu iki görme ve işitme asla aynı değildir. Nitekim Kur’ân’da: “Allâh’ın benzeri hiçbir şey yok­tur, O, her şeyi hakkıyla işitir, hakkıyla görür” buyurulmuş ve insan­ların bazı vasıflarının Allâh’ın bazı sıfatlarına muvafık olmasının, ger­çek bir benzeşme olmadığına işaret edilmiştir.



Yavuz Köktaş,Kurana Aykırı Görülen Hadisler

Devamını Oku »

İmamların Kureyş'ten Olması,Kuran'a Aykırı mı ?

İmamların Kureyş'ten Olması,Kuran'a Aykırı mı ?


İmamlar Kureyş’tendir” (İbn Hanbel,Müsned,3)şeklindeki hadîsin şu âyetlere aykırı olduğu ileri sürülmektedir:

“Ey insanlar! Doğrusu Biz sizleri bir erkekle bir dişiden yarattık. Sizi milletler ve kabileler haline koyduk ki birbirinizi kolayca tanıyasınız. Şüphesiz, Allâh katında en değerliniz, O’na karşı gelmekten en çok sakınanızdır. ” (Hucurât, 13)

“Ey îmân edenler! Eğer küfrü îmâna tercih ediyorlarsa, babalarınızı ve kardeşlerinizi (bile) velî edinmeyin. Sizden kim, onları dost edinirse işte onlar zâlimlerin kendileridir ” (Tevbe, 23)

“Ey îmân edenler! Adaleti titizlikle ayakta tutan, kendiniz, ana-babanız ve akrabanız aleyhinde de olsa Allâh için şâhidlik eden kimseler olun. (Haklarında şâhidlik ettikleriniz) zengin olsunlar, fakir olsunlar Allâh onlara (sizden) daha yakındır. Hislerinize uyup adaletten sapmayın.” (Nisa, 135)

“Size eşit şekilde bildirdim, de!"(Enbiyâ, 109)

“De ki: Ben Allâk’tn indirdiği Kitâb’a inandım ve aranızda adaleti gerçekleştirmekle emrolundum. Allâh bizim de Rabbimiz, sizin de Rabbinizdir.’’ (Şûra, 15)

Bununla birlikte, meseleyi siyasi gelişmelerin ürünü görenler de  vardır. S. Ateş, imâmların Kureyş’ten olmasıyla ilgili hadîsi şu şekilde eleştirir:

“imamların Kureyşli olacağı hakkındaki rivâyetlerde, gelişen olay­ların parmağı inkâr edilemez.”

Ateş in, daha sonra oluşan siyasî şartlar çerçevesinde hadîsin uydurulduğu görüşünde olduğu anlaşılmaktadır. Ayrıca, bu hadîsi Kur’ân’a  aykırılık çerçevesinde değerlendirenlerin bulunduğu da belirtilmeli­dir. Ancak, bize göre, hadîsleri anlamaya çalışmak asıl, tenkid et­mek arızî bir tavır olmalıdır.

Şüphesiz, imamların Kureyş’ten olacağını bağlayıcı ve dînî bir ka­ide olarak anlamak, Kur’ân’a aykırı gözükmektedir. Fakat mezkûr hadîsin sosyal ve beşerî bir gerçeklik ifade ettiğini ve tarihî şartlarda söy­lendiğini kabul etmek onun anlaşılmasına katkı sağlayacaktır. İbn Haldun, Kureyşîliği, Kure’ten olacağını bağlayıcı ve dînî bir ka­ide olarak anlamak, Kur’ân’a aykırı gözükmektedir. Fakat mezkûr hadîsin sosyayş’in bizzat kendisi olarak değil, Kureyş’te bu­lunan yeterlilik/asabiyet unsuruyla açıklar. Mevdudî de aynı görüş­tedir. Şöyle der:

“Hz. Peygamber, o dönem Arapların durumunu görerek bir ka­rara varmıştı ve bu şüphesiz en doğru bir karardı. Kureyş kabilesi, yetenekli kişilere sahip olması ve asırlardan beri diğerleri üzerinde etkili olması yönleri ile güçlü bir kabile olarak dururken Kureyş’in dışında bir kabile devlet idaresine getirilirse, o bu işte muvaffak olamaz”.

Sonuç olarak hadîsi Kur’ân’a aykırıdır, diyerek eleştirmek gerek­sizdir. Mezkûr hadîs, tarihin bir anıyla, tamamen dünyevî bir meseley­le ilgili olup, bir tavsiye niteliği taşımaktadır. Evrensel ve hilafete da­ir dînî bir İlkeyi ima etmemektedir. Şayet, böyle bir hadîs, dînî bakım­dan evrensel olarak dile getirilseydi, o zaman Kur’ân’a aykırılığından bahsetmek mümkün olurdu.

Yavuz Köktaş,Kurana Aykırı Görülen Hadisler
Devamını Oku »

İmam Malik (r.a) Hakkındadır


İmam Malik (r.a) Hakkındadır

İmâm-ı Mâlik bin Enes bin Mâlik bin Amir-i Esbahidir. Künyesi Ebû Abdullahdır. Doksanbeş (m. 713) yılında tevellüd etti. Doksan dört, doksanüç, hattâ doksan yılında dünyaya geldi diyenler de vardır. Yüz yetmiş dokuz (m. 795) veya yetmiş sekiz yılında Medine-i münevverede vefat et­ti. Seksendört yıl yaşadı. Vâkidî der ki, vefâtında doksan yaşında idi. Me­dine-i münevverenin imâm ve âlimi idi. Hazret-i Ebû Hüreyrenin (radıyal- lahü anh) bildirdiği hadîs-i şerifte: -İnsanlara öyle bir zaman gelir ki, bü­tün âlemi dolaşırlar, Medînedeki âlimden daha üstününü bulamazlar» bu­yuruldu. Süfyân ve Zehri derler ki: Medinedeki âlimden maksad, Imâm-ı Mâliktir. Imâm-ı Mâlikin Yemende bir kabile olan Benî Esbahdan olduğu söylenir. Annesinin karnında üç yıl kalmıştır dediler. Herm bin Hayyân da iki yıl kılmıştır. Dahhak dört yıl kalmıştr. Hattâ, doğduğu zaman, dişle­ri bitmiş idi, bunun için (gülen) anlamında Dahhâk demişlerdir. Imâm-ı Mâlik, Hârun Reşid zamanında Medînede vefât etmiştir. Bakî kabristanın- dadır.

Yüzü gayet beyaz olup, kırmızıya yakın idi. Başı büyükçe olup, saç­ları dökülmüştü. Aden kumaşı güzel elbise giyerdi. Bıyık kesmeği kerih görürdü.

Bazıları dediler ki, vucûd yapısı bakımından gösterişli olmadığından annesi kendisine: «Seni hiçbir meslek kabûl etmez, ancak ilim kabûl eder, hiç durma, ilimle meşgul ol» dedi. Gerçekten ilmin bereketi ile, kavuşacağı mertebelere kavuştu (Sahabeden Sehl bin Sa’d (radıyallahü anh)a yeti­şip, tabiînden olduğu söylenir).

Şâfiînin, Imâm-ı Mâlikin talebesinden olması, Imâm-ı Mâlikin şeref ve üstünlüğüne kâfidir. Imâm-ı Mâlik ilmini, Zehrîden, Yahy bin Sa’d'den, Nâfî’den, Muhammed Ibni Münkedirden, Hişâm bin Amr'dan, Zeyd ibni Eşlemden, Rebia bin Ebî Abdurrahman ve daha birçok büyük âlimlerden almıştır. Kendisinden de birçok kimseler ilim öğrenip, herbiri memleket­lerinin imamı ve insanların rehberi olmuşlardır. Bunlardan birkaçı şunlar­dır: Imâm-ı Şâfiî, Muhammed bin Ibrâhim bin Dinâr, Ebû Hâşim ve Ab- dulazîz bin Ebî Hâzım. Bunlar, eshabı içerisinde, nazar sâhibi, ictihad eh­li idiler. Bunlardan başka Muin bin îsâ, Yahyâ bin Yahyâ, Abdullah bin Mesleme-i Ka’benî, Abdullah bin Veheb... gibi daha nice talebesi vardır.

 Bütün bunlar, Buhari  ve Müslimin, Ebû Davud ile Tirmizinin, Ahmed Ibni Hanbelin, Yahyâ ibnl Mu inin ve diğer hadis âlimlerinin üstâdlarıdır.

Bekir bin Abdullah San'âni der ki: Mâlik bin Enese geldik. Bize, Rebia bin Abdurrahmandan anlatmağa başladı. Halbuki biz çok hadîs bildir­mesini istiyorduk. Birgün bize: «Rebi'a ile sizin ne işiniz vardır. İşte şu odada uyuyor» dedi. Bunun üzerine biz, Rebi'aya gelip uykudan uyandır­dık ve: «Sen Rebî’a mısın?» dedik. Evet dedi. Biz: «Mâlik bin Enesin ken­disinden hadîs rivâyet ettiği zat sen misin?» dedik. Yine evet dedi. Mâlik senin sebebinle makbûl olup, faydalı olurken, sen kendine böyle faydalı olmuyorsun dedik. Cevâbında : -Bir miskal devlet (devam eden faydalı ilim, az da olsa) bir yük ilimden hayırlı ve faydalıdır» buyurdu.

Abdurrahman bin Mehdi der ki: Süfyân-ı sevrî hadîsde imamdır, ama sünnette imâm değildir. Evzai, sünnette imamdır, hadîste imam değildir. Ama Mâlik bin Enes ikisinde de imamdır.

Imâm-ı Mâlik, ilimde ve dinde çok edebli idi. Din bilgisine hürmet ve ta’zimi şaşılacak derecede idi. Bir hadîs-i şerifi rivâyete, anlatmağa başla­yacağı zaman, abdest alır, sarığını ve elbisesini giyer, sakalını düzeltir, ya'nî tarar, temizler, güzel kokular sürünür, her hâliyle bedenini süsler, sonra meclisin baş tarafına otururdu. Oturuşunda bile bir heybet ve vekar ile temekkün ve istikrâr bulunurdu. Başını önüne eğer, sakalıyla elbise­siyle oynamazdı. İnsanlar arasında iken sümkürmezdi.

Muîn ibni îsâ rivâyetiyle bildirirler ki: Hadîs-i şerif rivâyet edeceği  zaman, gusl abdesti alır, güzel kokular sürünürdü.

Bir kimse, İmamın meclisinde yüksek sesle konuşsa, mâni olur ve Allahü teâlâ: «Peygamberin (aleyhisselâm) sesinden daha yüksek sesle konuşmayınız» buyurmuştur. Burada da, her kim Resulullahın (sallallahü aleyhi ve sellem) hadîs-i söylenirken, yüksek sesle konuşursa, sanki Re- sûlullahın yanında yüksek sesle konuşmuş olur derdi.

Imâm-ı Mâlikin yüzünde, «Hasbünallahü ve ni’mel vekil» âyet-i ke­rîmesi yazılı idi. Bunun sebebi kendisine sorulduğunda, cevab olarak ay­nı âyet-i kerimenin devamını okudu.

Yahyâ bin Saîd der ki: İnsanlar arasında, Mâlikten daha sahîh hadîs söyliyen yoktur.

Imâm-ı Şâfii buyurur ki: Âlimler anıldığı zaman, Imâm-ı Mâlik onlar arasında, parlak bir yıldız gibidir. Benim üzerine minnet ve ihsânı. Mâlik­ten çok olan yoktur. Mâlik’den bir hadîs-i şerif duyarsanız, ona iki el ile sarılınız. Sakın gevşek davranmayınız. Nefislerinin arzuları peşinde ko­şanlar, yahut bozuk yol tutmuşlardan biri, İmamın huzûruna gelse ona: «Ben kendimi dinimde olgun, delilleri sağlam ve kuvvetli bulup, doğru

Itikad üzere görüyorum. Sen ise dininde şübhe ediyorsun. Hadi, kendin gibi, dininde şübheli bir kimse bul ve onunla münâkaşa eyle» derdi.

Imâm-ı Mâlik buyurdu: İnsan kendisi İçin hayır işlemez, kendisine iyilik yapmazsa, İnsanlar da ona hayır ve iyilik yapmaz.

Yine buyurdu: İlim, çok rivâyet etmek değildir. İlim bir nurdur. Allahü teâlâ bu nûru, mümin kullarının kalbine koyar.

Ebu Abdullah buyurdu ki: Rüyada Peygamber efendimizi (sallallahü aleyhi ve sellem) gördüm. Mescidinde oturuyordu. Etrafında birçok in­sanlar vardı. Imâm-ı Mâlik, karşılarında ayakta duruyordu. Peygamber efendimizin (aleyhisselâm) önünde misk vardı. Mâlik’e misk verir, o da insanlara saçardı. Mutraf der ki, ben bu rüyâyı, ilim ile sünnete uymak ile ta'bîr eyledim.

Imâm-ı Şâfiî der ki: Mekke-i mükerremede idik. Halam bana, bu ge­ce acaîb bir rüyâ gördüm dedi. Ne gördünüz? dedim. Dedi ki, bir kimse yüksek sesle bağırır ve bu gece yeryüzünün en büyük âlimi vefat etti der­di. Imâm-ı Şâfiî der ki, hesâb ettik; o gün Mâlik bin Enesin vefatı günü idi.

Hârun Reşid, Mâlike haber gönderip gelmesini ve oğulları Emin ve Memunun kendisinden hadîs-i şerif öğrenmesini istedi. Mâlik (rahmetul- lahi aleyh), Hârun Reşidin yanına gelince, Hârun Reşid ona: «Lâyık olan şudur ki, bize gelip gidesiniz. Bu vesile ile çocuklarım sizden (Muvattâ) yı öğrensinler» dedi. Immâ-ı Mâlik cevabında: «Allahü teâlâ, Emîrül mü­minini daha aziz eylesin! Bu ilim önce sizden çıkmıştır. Eğer onu, siz aziz ederseniz, aziz olur, zelil ederseniz, zelil olur. Bunun gibi, ilim bir kimsenin yanına gitmez; ilmin yanına gelinir» buyurdu. Bunun üzerine Hâ­run Reşid, doğru söylüyorsun dedi. Sonra oğullarına, mescide gidin, ora­da olanlarla beraber, hadîs-i şerif dinleyiniz dedi. Imâm-ı Mâlik: «Şu şart­la ki, insanların üzerinden geçmeyip, onlara rahatsızlık vermeyip, bulun­dukları yerde oturacaklar.» Böylece Emin ve Memun, meclisinde bulun­dular.

Hârun Reşid hacca giderken Medîneye geldiğinde Mâlike : «Kitabını bize getir ve götür» diye haber gönderdi. İmam buyurdu ki: «ilim gitmez, insanlar ilme giderler.» bunun üzerine Harun Reşid, vallahi bundan son- râ, şeninin evinde hadîs-i şerif dinleriz dedi.

Imâm-ı Mâlik der ki: Ben Nâfî'den, o da ibni ömerden, o da peygam­ber efendimizden (sallallahü aleyhi ve sellem) işittik. Buyurdu ki: «Âlim, ilmini umûmdan gayrisine tahsis eylese, o ilimden avâm ve havâs istifâ­de edemez». Bunun üzerine Hârun Reşid, insanlar arasında bu sözü bağı­rarak söyledi ve bütün hadîs-i şerif okumak ve öğrenmek istiyenler mes­cide koştular. Mescid tamamen doldu.

lmâm-ı Mâlik anlatır: Nâfî Ibni Ömer Resûlullahdan (sallallahü aley­hi ve sellem) anlatır. Buyurdu ki: «Allah için tevâzu edeni (ya'ni alçalanı) Allahü teâlâ yükseltir.» Bunun üzerine Hârun Reşid, oturduğu yüksek yerden indi. Hadîs-i şerifi dinliyen talebe ile beraber oturdu. Sonra ki­tabı okudu. Bunun için o kitaba (Muvattâ) denir. Zira Hârun onun için tevattu eyledi, ya'ni aşağı indi. Sonra Hârun imama, bir katır, bir deve, bir merkeb ve beşyüz altın gönderdi. İmam altınları alıp, hayvanları geri gön­derdi ve: «Benim hayvana binme ihtimâlim bile yoktur.» insanların terbi­ye edicisini (sallallahü aleyhi ve sellem) toprak altında yattığı bir şehirde, hayvan üstünde nasıl gezebilirimi buyurdu. Hakîkaten Medîne-i münev-verede, İmâmın hayvana bindiği görülmemiştir.

Imâm-ı Şâfiî der ki: lmâm-ı Mâlikin kapısında, çok güzel Horasan atı ile Mısır katın gördüm. Bunlardan İyisini görmemiştim. İmama, ne kadar da hoş hayvanlardır deyince İmam bana: «Bunlar sana hediyyem olsun» buyurdu. Birisini kendinize ayırın dedim. «Resûlullahın (sallallahü aleyhi ve sellem) bulunduğu bir toprağa, hayvanların ayakları ile basıp geçmek­ten hayâ ederim. Rabbimden utanırım» dedi.

Hârun Reşid, Mâlike (radıyalahü anh), bir meskenin, evin var mıdır? dedi. İmâm : «Hayır, yoktur» dedi. Hârun Reşid İmama, üç bin altın verip, bir ev satın alırsın dedi. İmam parayı aldı. Yemedi ve bir yere de harca­madı. Reşid Iraka gitmek istediği zaman, Mâlike, bizimle beraber gelsen iyi olur dedi. Çünkü ben insanları (Muvattâ) okumağa teşvik için tam gay­ret ve azimet eylemişimdir. Nitekim hazreti Osman (radıyallahü anh), Kur’ân-ı kerîmin okunması, ezberlenmesi ve onunla amel edilmesi üze­rinde çok durmuştu. İmam buyurdu ki: Sen insanları, Muvattâ okumağa zorlıyamazsın. Sen bunu yapamazsın. Çünkü Resûlullahın (sallallahü aley­hi ve sellem) Eshâbı, ondan sonra beldelere ve şehirlere yayılmışlardır. Her biri bir tarafta kalmışlardır. Her biri Kur’ân-ı kerîm okudular, hadîs-i şerif rivâyet eylediler. Buna göre, her şehirde bulunanın bir ilmi vadır. Peygamber efendimiz de (sallalahü aleyhi ve sellem), ümmetinin âlimleri (Müctehidleri) arasındaki ayrılığa, «Allahü teâlânın rahmetidir» buyurdu­lar. Seninle gelmeme ise, hiçbir şekilde imkân ve ihtimâl yoktur. Zira Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurmuştur: «Dünya ni’metlerine kavuşmak için, benden sonra Medineden çıkarlar; ama eğer bilirlerse, Medine onlar için hayırlıdır.» Ve yine buyurmuştur ki: «Medine şehri, ha­bisi, (çirkini, kötüyü) uzaklaştırır, kendinden çıkarır.» Buna göre Medİne- deh çıkmak bana yakışır mı? İşte verdiğiniz altınlar. İster alın, ister al­mayın dedi. Ya'ni, senin bana, Medîneyi bırakman daha uygun olur de­menin sebebi, verdiğin altınlardır. Ben Resûlullahın (sallalahü aleyhi ve sellem) bulunduğu Medtne-i münevvereyi, dünyaya değişmem demek is­tedi.

Reşid, Mekke-i mükerremeye gitti. Süfyân bin Uyeyne'ye haber gönderip ilmini bize getir ve götür dedi. Ya'nî her zaman gel, kalbinde olan İlmi, bana öğret ve kalbime akıt dedi. O da Reşidin yanına geldi. Iraka gi­dince, Reşid der idi ki: Hak teâlâ Mâlike rahmet eylesin. Biz ona tenez­zül eyledik, (Ya’nî gidip sohbetinde bulunduk.) ilminden İstifâde eyledik. Allahü teâlâ Süfyâna rahmet eylesin, o bize tenezzül eyledi, yanımıza gel­di; onun İlminden istifade etmedik.

MAllk, hangi mecliste otursa, «Sübhâneke lâ ilme lenfi illâ mâ allem- tenâ...» ayeti kerimesini okumadan söze başlamazdı. Ve yine derler ki, İmâm bir şeyi unutsa, bu âyet-i kerîmeyi okuyup hatırlardı.*

İmâmın fazilet, üstünlük, vilâyet ve sünnete ittilaı anlatmakla bitmez. Birkaç alime ile azdan çoğa delâlet ve işâret vardır deyip, burada biti­relim. Allahü teâlâ İmama ve yolunda olanlara ve bütün ehl-l sünnet âlim­lerine rahmet eylesin. Âmin.

(Fıkıhda, hadiste ve tefsirde çok derin bilgisi vardı. Hocaları da ken­disinden İstifâdeye gelirdi. Bir hadis-i şerifi okuyacağı zaman, yeniden abdest alır, diz çökerdi. Çok saygılı idi. Kırk yedi senesinde istenilen haksız bir fetvâyı vermediği için yetmiş kırbaç vuruldu. Yine vermedi. (Muvatta) adındaki hadîs kitabı, ilk hadîs kitabıdır. Çok âlimler bunu şerh etmiştir. Afrikanın kuzeyindeki müslümanların çoğu Mâliki mezhebindedir. Mâliki mezhebinde en meşhûr fıkıh kitabı (Ettefri’) ve (El-ihkâm) kitabları- dır.


Taşköprülüzade Ahmed Efendi,Mevuzat-ul Ulum


Devamını Oku »

İmâm Azam'ın Güzel Ahlâkı, Takvâsı, Ver’a’ı, Keremi, Zühdü ve HilmiHakkında

İmâm Azam'ın Güzel Ahlâkı, Takvâsı, Ver’a’ı, Keremi, Zühdü ve Hilmi Hakkında
Yezîd bin Hâruna; «Kişinin ne zaman fetvâ vermesi halâl olur? diye sorduklarında: «Ebû Hanîfe gibi olunca» buyurdu. Bu sözü sen mi söylü­yorsun? dediler. «Ben ondan âlim ve vera' sâhibi görmedim» dedi ve son­ra, yukarıda geçen, alacaklısının duvarının gölgesinde serinlenmeme hi­kâyesini anlattı.

İmâm, fıkıhda bir mes’elede takılsaydı, derhal istiğfâr ederdi ve: El­bette bir kusûr işledim, bu hal kötü amellerimin sonucudur» derdi. Bazan kalkıp namaz kılar ve o mes’ele çözülürdü. Her halde tevbem kabûl edil­di derdi. Bu haber, zâhidlerin büyüklerinden olan Fudeyl Ibni lyad’a gidin­ce, inliyerek çok göz yaşı döktü ve: Bu da onun, günâhlarının azlığı sebe­biyledir. Ondan başkası, bu tür şeylerden ma’na çıkarmaz» dedi.

ibrâhim bin Amr bin Hammad bin Ebû Hanîfe anlatır: İmâmın fîrâseti kuvvetli idi. Bu sebebden talebesinin herbirine söylediği sözler, doğru çıkmıştır. Nitekim Dâvud-i Tâiye, sen ibâdet ehli olur, ibâdet süsü ile süs­lenir, taat gerdanlığını takınırsın buyurdu. Gerçekten buyurdukları gibi oldu. Ebû Yûsufa, sen mal sâhibi olursun buyurdu. Hakîkaten çok zengin oldu.

İmam buyurdu ki, benden sonra benim künyemi alanda cünün ve de­lilik görülür. Bazı büyükler derler ki, İmamdan sonra, çok kimse gördük ki, Ebû Hanîfe künyesini almışlardı. Hepsinin de kalbinde za’f ve cünün vardı.

Nasr ibni Muhammed anlatır: İmâm bir müddet fetvâ vermeken men olundu. O zamanlar, oğlu Hammâd gelip, bazı mes’elelerden süâl sorardı. İmam cevab vermezdi. Birgün Hammad: «Babacığım, şu anda sizi gören yoktur. Cevab verseniz ne lâzım gelir?» diye sordu. İmam bu­yurdu ki, korkarım ki, sultan, hiç fetvâ verdin mi diye sorar, ben de ver­medim deyip, yalan söylemiş olurum.

Derler ki, bir gün imâmda bilemediği birşeyden süâl sordular. O yüz­den on yıl fetvâ vermedi. Ancak kendisinin her mes’elede âlim ve insan­ların müşkillerini ve ihtiyaçlarını çözecek ve halledecek duruma geldiğini zann-ı galib ile anlayınca, fetvâya başladı.

İmam ticâret ortaklarının birinin yaptığı işi beğenmedi. Bu yüzden malının kârından otuz bin, bir rivâyette doksan bin akçayı sadaka olarak dağıttı dediler.

Bir zamanda Küfede hayvanları yağma ettiler, özellikle koyunları al­dılar. İmam bir koyun en çok ne kadar yaşar diye sordu. Yedi yıl yaşar dediler. Yağma edilmiş, çalınmış koyunların etinden olabilir diye düşü­nüp, yedi yıf koyun eti yemedi.

Yûsuf bin Hâlid der ki: İmamın bir komşusu vardı. Her gece içer, eve sarhoş gelirdi. İmamın evinin yanından geçerken de, gençlik üzerinde şarkılar söylerdi. Bir gün polisler onu sarhoş halde yakalayıp habse at­tılar. Sonra bir gün İmâm: «Komşumuzun sesi kulağımıza gelmez oldu» dedi. Talebesi, onu habse attılar dedi. Bunun üzerine İmâm vâliye gitti. Vâlî İmâmı görünce, yerinden kalkıp, onu hürmetle karşıladı ve: «Burayı teşrifinizin sebebi nedir?» diye sordu. Çok ince davrandı ve İmama iltifat eyledi. İmam da, hâdiseyi anlattı. Vâli bunu duyunca: «Böyle, ehemmiyet­siz bir iş için, zât-i âliniz buraya kadar niye zahmet ettiniz. Bir adam gön­derseniz kâfi idi» deyip, zindanda bulunanların hepsini serbest bıraktı. Hepsni sevindirdi ve: «Hepinizi şeyhimin, imamamın hürmetine serbest bıraktım. Her biriniz her zaman ona teşekkür edin» dedi. İmam, komşusu olan gencin elini tutup: «Ey genç, bak biz seni unutur muyuz!» deyince, genç, hayır unutmadınız dedi. Sonra İmam ona bir kese akçe verip, habis­te kaldığın günlerdeki eksiğini bununla telâfi et buyurdu. Bunun üzerine o genç, yaptığı kötü işlerden tevbe edip, İmamın meclisine devam etti. Hizmet ve dersinde bulunup, fıkıh âlimlerinden, dinde söz sâhibi olanlar­dan oldu.

Bildirildi ki, imam kırk yıl, sabah namazını yatsının abdesti ile kıldı. Vefat ettiği zaman, komşusunun kızı veya oğlu: Yanımızda olan şutun ne oldu dedi. Babası, o sutun-i dîn olan Ebû Hanîfe idi (radıyalahü anh) dedi.

İmam her ay, Kur’ân-ı kerimi altmış defa hatm ederdi. Gece bir, gün­düz bir hatm okurdu. Ramazanda Fıtır bayramı günü ile beraber altmış iki hatim okurdu. Vefât ettiği yerde yedi bin hatm okumuştu.

Her gece ağlama ve inlemesini komşu ve yakınları işitip, ona acır­lardı. Hatta Mıs'ar önceleri İmamı anlıyamamış idi. Onun bazı hallerini beğenmezdi. İbâdetini ve geceleri İbâdetle ihyâ etmesini görünce tevbe etti, imama, hakkını halâl etmesi için yalvardı. İmam: Gıybet eden câhil­lerden olursa, ona halâl etim. Ama âlimlerin ki çok kötü ve devamlıdır. Ancak tevbe ile afv edilir. Mıs'ar tevbe eyledi ve ondan sonra aralan iyi olup kardeş gibi yaşadılar.

İmâm, Benî ümeyyeden kaçıp gitti. Hâşimiler, ya’nî Abbâsîler devle­ti kuruluncaya kadar Mekke ve Medinede kaldı. Ellibeş hac eyledi. Um­relerinin sayısını ise Allahü teâla bilir.

Bazı şehir ve memleketlere ticâret malı gönderir, bundan hasıl olan kazanç ve kâr ile, muhaddislerin İhtiyaçlarını görürdü. Artan parayı da, yine onlara verir ve: -Allahü teâlaya hamd edin. Çünkü bu para, Allahü teâlânın sizin için benim elimde bulundurduğu sermayenizin kârıdır» der­di.

Evine masraf ettiği kadar, fakirlere de sadaka verirdi. Aynı şekilde kendisii çin giyecek ve yiyecek masrafı kaadr da, yine fakirlere sadaka verirdi.

Buyurdu ki: Kırk seneden daha çok oluyor ki, dört bin akçeye sâhib oldum. Bundan fazla param olunca dağıtırım. Bu kadar akçeyi yanım­da bulundurmama sebeb, hazreti Alînin (kerremallahü vecheh) sözüdür ki buyurdu: «Dört bin ve ondan aşağı akçe nafakadır.» Eğer halîfe ve vâlilere baş vurmak ve onlardan birşey İstemek korkusu olmasaydı, ya­nımda bir akçe bile bulundurmazdım.

Her cum'a anne ve babası için yirmi altın sadaka verirdi. Bütün se­ne verdikleri bu cum’aya mahsûs olanın dışında idi.

Ramazanda, terâvih namazı için, annesini arkasına alıp, üç mil uzak­ta olan Amr biri Zerin meclisine götürürdü.

Ebû Hanîfe buyurdu ki: üstâdım Hammâd (rahmetullahi aleyh) vefât edeliden beri her namazımda onun için, annem, ve babam için, kendile­rinden ilmi öğrendiklerim ve kendilerine ilim öğrettiklerim için istiğfar ede­rim. Hiçbir namazda unutmuş değilim.

Yine buyurdu: Aramızda yedi sokak olmasına rağmen, üstadım Ham- mâdın evine doğru bir kere ayaklarımı uzatmış değilim. Ona hürmetim buna mânı olurdu.

Abdullah-i Debbahî İmam hakkında gıybet edip, onun için asılsız söz­ler söyledi. Birgün evinde yangın çıktı. Kendisi de şaşrıdı. Kapıyı bulup dışarı çıkamadı ve yandı.

Hâfizuddîn-i Bezzâzî der ki: Sözüne güvenilir büyük bir âlimden duy­dum. (Mesâbîh) kitabını şerheden (Latif) tefsirini yazan Kırımlı Alaeddin-i Sûhî, ders esnasında, oruçlu bir kimsenin dişleri arasında kalan şeyi yut­mak mes’elesini anlatıyordu. Imam-ı A’zama göre, bir nohud miktarı olur­sa, orucu bozar sözüne temasla, hâşâ! İmamın dişleri şöyle idi... deyip çirkin ve uygunsuz sözler söyledi. Bir kaç gün geçmeden dişleri sağlam olduğu halde, hepsi ağzına döküldü.

(Vekî‘ der ki, Allahü teâlâya onun kalbine, azamet ve celâli ile tecel­lî eylemişti. Allahü teâlânın rızasını her şeye tercih ederdi.

Yahya bin Kettân der ki: onu görünceAllahı) Tealâdan korktuğunu anlardım.

Yezid ibni Leye der ki: Namazda iken câmiin İmamı (Izâ zülzilet...) suresini okudu. Ebû Hanife cemaat arasında idi Namazdan sonra. Ebû Hanîfeye baktım oturuyordu. Derin derin düşünüyor ve nefes alıyordu Kalbini meşgul etmemek için kalktım. İçinde, gayet az zeytin yağı olan kandili orada bıraktım. Tekrar geldiğim zaman, tan yeri ağarıyordu. İmam ayakta idi. Eliyle sakalını tutmuş, kendi kendine şöyle konuşuyordu: -Ey Allahım! Zerre kadar iyiliğe iyilik verirsin! Ey Allahım, Zerre kadar şerre, şer verirsin. Nu’manın senin katındaki yeri Cehennemdir. Onu Cehenne­me yaklaştırma ve onu, şu anda merhamet ve rahmetine kavuştur.» Böyle derken yanına gittim. Kandil hâlâ yanıyor ve alevi sallanıyordu. Ayakta duruyordu. Ben içeri girince, kandili almağa mı geldiniz? dedi. Sabah eza­nı okundu dedim. «Gördüğünü kimseye söyleme» buyurdu. Sabah nama­zının sünnetini kıldı. Sonra da imamla beraber farzı kıldılar. Yatsı namazı­nın abdesti ile idi.

Ebû Ahvas der ki: Eğer kendisine, üç güne kadar öleceksin deseler, yapmakta olduğu amelden, ibadetten fazlasını yapamazdı Çünkü her za­man, elinden geldiği kadar çok ibâdet ederdi.

İmam, kölesinin Cenneti istediğini duyunca, çok ağladı. Dükkânı ka­pamasını emr etti.

Bir gün sabah namazında: «Zâlimler, yaptıklarından Allahü teâlânın gafil olduğunu sanmasınlar» âyet-i kerimesini okudu. Acaba, zâlimlerden miyim diye korktu ve titredi.

Ebû Hanife ve İbni Mu’temer, mescidin içinde dolaşırlar ve ağlarlar­dı. Mescidden çıkınca, Ebû Hanîfeye: «Sizi bu kadar çok ağlatan nedir?» diye sordular. Buyurdu ki: Bozuk, sapıtmış insanların, iyi ve hayırlı insan­lardan çok olduğu zamanı hatırladık. Bunun için ağladık.

Geceleyin, namazda iken, gözyaşlarının hasırın üzerine yağmur gibi düştüğü duyulurdu. Ağlamanın izleri, alâmetleri gözlerinde ve yanakların­da görülürdü. Allah ona rahmet eylesin ve ondan râzı olsun!

Kendisiyle münazara edenlerden bazısı, Ebû Hanîfeye bid’at sahibi ve zındık dedi. O ise: Allahü teâlâ sana doğru yolu göstersin! Allahü teâlâ, sözümde, İhtilâf olup olmadığını, onu tanıdığımdan beri, Ona ortak koşmadığımı, herkesten iyi bilir. Yalnız Onun afvını ümid eder, yalnız Onun azabından korkarım» buyurdu. Azabı hâtırlayınca, hemen orada ağ­layıverdi. Gözyaşları birbiri ardınca akmağa başladı. O kimse, hakkını bana halâl et dedi. Buyurdu ki, câhillerin söylediği söz halâl edilir, ama ilim sâhiblerininki ağırdır ve halâl edilmesi zordur. Çünkü âlimlerin gıy­beti, kendilerinden sonra devam eder.

Ebû Hanîfeye sordular. «Alkame mi üstündür, Esved mi?» Cevâbın­da: «Onları dua ve istiğfar ile anmaktan başka hiçbir şeye kudretim yok­tur. Hangisi daha büyüktür nasıl söyliyeyim» buyurdu.

Abdullah Ibni Mubârek, Süfyân-ı Sevriye: «Ebû Hanifeyi gıybet edil- mekten uzaklaştıran nedir? Düşmanının bile, onu gıybet ettiğini duyma­dım» deyince, Süfyân: «Vemîn ederim ki o, bir kimsenin hasenâtını gider­mekten daha akıllıdır» dedi.

Kendisine, insanlar senin hakkında konuşup, böyledir, şöyledir der­ler. Siz kimse hakkında bu tür konuşmazsınız dediklerinde: «Bu, Allahü teâlânın bir lutfudur, dilediğine ihsân eder» buyurdu.

Bekir bin Ma’ruf der ki: Muhammed aleyhisselâmın ümmeti içinde, Sîreti Ebû Hanîfeden güzel olan bir kimse görmedim.

Meclisine devam edenlerden birinin elbisesini çok eski gördü. İnsan­lar dağılmaya kadar oturmasını söyledi. Sonra: «Seccadenin altındaki­leri al, kendine güzel bir elbise yap» buyurdu. Orada bin akçe vardı.

Ebû Yûsuf der ki: Ebû Hanîfeden bir şey istenip de, yerine getirme­diği vâki’ değildir.

Oğlu Hammâd, Fâtiha sûresini ezberleyince, Ebû Hanîfe hocasına beşyüz akça, bir rivâyette bin gümüş hediyye etti. Hocası, ne yaptım ki, bana bu kadar para gönderiyor dedi. Ebû Hanîfe, onun yanına gidip: «Sa­na az hediyye ettim, özür dilerim. Oğlumun öğrendiğini az görme! Allahü teâlâya yemin ederim ki, yanımda bundan başka param olsaydı, Kur’ân-ı kerîme ta’zîm için hepsini sana verirdim» buyurdu.

Şakîk der ki: Ebû Hanîfe ile bir yolda gidiyorduk. Ebû Hanîfeyi gö­ren bir adam, yüzünü ondan sakladı ve istikametini değiştirdi. Ebû Ha­nîfe, niye o tarafa döndün buyurdu. Cevabında: «Size onbin akçe bor­cum var. Uzun zaman oldu, ödeyemedim. Beni görüp sıkıldığın ve utandı­ğın için hakkını halâl et» buyurdu. Şakîk bunu görünce: «Anladım ki, Ebû Hanîfe hakîkî zâhidlerdendir» dedi.

Yezîd bin Hârun der ki, bin âlimin meclisinde bulunup, hepsinden ilim öğrendim. Bunlar içerisinde, vera'ı ve dilini çok koruyan Ebû Hanî­feden başkasını görmedim.

Hafas der ki: Otuz sene Ebû Hanîfenin sohbetinde bulundum. Alenî yapmadığı bir şeyi, gizli de yaptığını görmedim. Şübhelendiği bir şeyi, ma­lının hepsi bile olsa yanında saklamaz, elinden çıkarırdı.

Câriyesine, İmamın ahlâkını sordular. Dedi ki, onun gibisini ne gör­düm, ne de duydum. Gece olsun, gündüz olsun, cünüblükten temizlenmek için gusl abdesti aldığını görmedim. Gündüzün yemek yediğini de görme­dim. Gecenin sonuna doğru yemek yer, biraz yaslanır ve sabah namazına kalkardı.

Hilmi, vera’ı, vakarı çok idi. Allahü teâlâ en güzel huylan onda topla­mış idi. Ders esnâsında, adamın biri, kendisine kötü sözler söyledi ve sövdü. Yüzünü çevirip, ona bakmadı vs sözüne devam etti. Talebesine de, ona cevab vermemelerini, birşey söylememelerini ve bir şey yapmamala­rını tenbîh etti. Ders bittikten sonra, kalkıp, o söven adamın arkasından kendi evine kadar gitti ve kapının üstünde durarak ona: «Bu benim evim­dir. Bir isteğin olursa, buradan telâfi edebilirsin» buyurdu. Adam utandı ve yürüdü. Hattâ bir rivâyette, Ebû Hanife ile beraber eve girip, alçakça söz­ler söyleyip, yine sövüp saydı. Fakat kimse cevab vermedi. O adam, be­ni köpek yerine koydular ve bağırmama aldırmadılar dedi.

Hârun Reşîd, Ebû Yûsufa, Ebû Hanîfenin ahlâkını anlat, dinliyelim dedi. Ebû Yûsuf şöyle anlattı: «Haramdan nefret eder, çok sakınırdı. Kuv­vetli vera’ sâhibi idi. Dinde, bilmediği şeyi söylemezdi. Allahü teâlâya ita­at ve ibadet etmeği ve Ona isyân etmemeği çok severdi. Dünyayı se­venlerden, dünyaya düşkün olanlardan uzak idi. Az konuşur, çok düşü­nürdü. Eğer bir süâl sorulsa ve cevabını bilse, söyler ve dâima doğruyu söylerdi. Eğer bundan başka bir mes'ele olsa, hak üzere kıyâs edip, ona tâbi olurdu. Bunda dînini ve kendisini çok kayırırdı. İlim ve malını Allah yolunda dağıtırdı. İnsanlardan hiç kimseye ihtiyacı yoktu. O yalnız, Allahü teâlânın rahmetine kavuşmağı ve rızasını kazanmağı düşünürdü. Hiç kim­seyi hayırdan, iyilikten başka şeyi ile anmazdı.» Bunun üzerine Hârun Reşid, bu saydıkların sâlihlerin, evliyânın ahlâkıdır dedi.

Ömrünün sonuna doğru iki sene içtihadı terk edip uzlete çekilmiştir.

Taşköprüzade Ahmed Efendi,Mevzuat-ul Ulum
Devamını Oku »

İmam Azam'ın Güzel Cevaplarını Bildirir

İmam Azam'ın Güzel Cevaplarını Bildirir

-Muhammed bin Mukatilden anlatılır: Bir kimse İmama:«Cenneti ümid etmiyen, Cehennemden korkmıyan, Alahü teâlâdan korkmıyan, ölü eti yiyen, rukû'suz ve secdesiz namaz kılan kimse hakkında ne dersiniz? diye sordu. Ve devâm edip, görmediği şeye şâhidlik eden, hak olan emre, ya’ni işe buğz eden, fitneyi seven kişi hakkında ne buyurursunuz? diye erz etti. Eshâbı bu suâli duyunca, böyle olan kimsenin hâli çok zordur dediler. Hazreti İmâm buyurdu ki: «O öyle bir kimsedir ki, Cenneti rica ve ümid eylemez. Allahü teâlâyı rica eder. Cehennemden korkmaz, Me­lik-i Cebbârdan korkar. Zulumde Allahü teâlâdan korkmaz, adâletine iti-mad eder, ölü eti yer, ya’nî balık yer. Rükû’ ve secdesiz namaz kılar ya'-nî cenâze namazı kılar. Allahü teâlânın vahdaniyyetine birliğine görmeden şehadet eder, ölümün hak olduğunu bildiği halde, onu istemez, ona kı­zar. Mal ve evlâd fitne iken, onları sever.» Süâli soran kalkıp, binlerce ta'zim ve hürmetle İmâmın başını öptü ve: «Şâhidim ki, sen ilim küpü, bil­gi hazinesisin» dedi.

----------

-Allâme Hüsâmeddin Sağnaki der ki: Bir kimse İmama gelip, bir vav (v harfi) ile midir, iki vav ile midir? dedi. İmâm, İki vav iledir buyurdu. Soran kimse, Allahü teâlâ sana (lâ ve lâ) da olan rahmet ve bereket gibi, rahmet ve bereket versin dedi. Orada bulunanlar, bu rumuz ve işâretii konuşmadan birşey anlamayıp, ne hakkında konuşulduğunu hazreti İmam­dan sordular. Cevâbında: Namazda teşehhüdde otururken okunan tehiyyatı sordu. Bir (ve) ile mi, iki (ve ile mi?) Ya’nî (Ves-salâvâtü vet-tayyıba-tü) deki (ve) nin kaç olduğunu sordu. Ben de, iki (v) iledir dedim. 0 da, bana dûa edip: Allahü teâlâ sana (Lâ şarkıyyete velâ garbıyyete) olduğu gibi rahmet ve bereket versin dedi. Bazıları, soruyu soranın Hızır aleyhis- selâm olduğunu söylemişlerdir.

----------

-Imâm-ı Mergınânî anlatır: Birgün imâm-ı A’zam hamamda yıkanır­ken, Râfızilerin reisi Şeytân-ı iltak geldi. O günlerde İmamın hocası vefât etmiş idi. Şeytan, İmama: Hocan öldü de, rahatlanmak için hamama geldin, değil mi? dedi. Hazreti İmâm cevabında: «Bizim üstadımız fevt eder, ölür, ama sizin üstadınıza kıyâmete kadar mühlet verilir» buyurdu Râfızi şaşkınlık içinde, avret yerini açtı. Hazreti İmâm görmemek için göz­lerini kapadı. Râfızi imama: «Allahü teâlâ, ne zamandan beri gözlerini kör eyledi? ey Nu’mân» deyince, cevabında: «Senin avret yerini açtığın­dan beri» buyurup, acele ile hamamdan çıkmağa hazırlandı ve o anda şu şiiri inşâd eyledi: Kıt'a:

Konuşurum, sözümde tebliğ ve hikmet vardır

Biz söz söylemedik ki, siz inkâr edesiniz.

Ey Allahın kulları harama bakmayınız.

Ve böyle peştemalsız hamama girmeyiniz.

----------

-Harezm imamlarının büyüğü Abdülvâhid Hatib-i Askeri der ki: Imâm-ı A'zam: «Biz Hammâdın meclisinden, muhakkak bir fâide ile dönerdik» dedi. Bir gün bize dedi ki, ne zaman müşkül, anlaşılması zor bir mes'ele İle karşılaşırsanız, onu bir yol ile sahibine sorunuz dedi. Ben de üstadın bu büyük sözünü aklımda tuttum. Bir gün Mansûrun sarayında, beni sevmiyen Rebi’ Hâcib bana: «Emîr-ül müminin bize bir kimsenin katlini, öl­dürülmesini emr eder. Sebebini bilmeyip, öldürürüz. Bize halâl olur mu» diye sordu. Ben de: «Ey Ebûl Abbâs, Emirül müminin hak üzere mi emr eder, yahut bâtıl ile mi?» dedim. Muztar olup, hak ile emr eder dedi. Ben de: Her nerede olursa olsun, sen hakkı infaz eyle, yap dedim. Rebı beni tutmak ve kendine vesika olarak bulundurmak isterken, ben onu yaka­ladım ve sıkıştırdım buyurdu.

----------

-Ebû Yûsuf bin Hâlid anlatır: Bir gün İmâm, Ibni Ebi Leylî ile arka­daş olup, bir yolda giderlerdi. Bir ara şarkı söyliyen kadınlara rastladılar. Kadınlar susunca, İmâm: «Ne güzel» deyip beğendiklerini izhâr eyledi. Ibni Ebî Leyli.- «Bundan sonra, senin şahidliğini kabul etmem» dedi. imâm, niçin böyle söyledin buyurdu. Ibni Ebû Leyli, şarkı söyliyen kadınları, ne güzel deyip beğendiğin için dedi. İmâm: «Ben ne zaman ne güzel dedim» buyurdu. Sustukları zaman dedi. Bunun üzerine imâm: «Ben, sustukları için ne güzel ettiler dedim, yoksa şarkı söylemelerini beğenmedim» bu­yurdu.

Ne zaman Ibni Ebi Leylî zor bir mes'ele ile karşılaşsa ve gözemese, gizlice bir kimse gönderip, İmâmdan sorardı. İmâm da durumu anlayıp, şu beyti okurdu:

BEYT

Şiddet zorluk gününde beni davet ederler;

Ama ikrâm gününde Cendeb’e sen gel derler(1).

----------

-Şöyle anlatırlar: Basranın eşrafından bir kimse, bir arkadaşımın iki kızını, kendisinin İki oğluna nikahladı. Büyük kızı büyük oğluna, küçüğünü küçüğüne aldı. Zifaf gecesinde, yanlışlık olup, kardeşlerin her birine diğerinin nikâhlısı düştü. Basranın Harabından, ya'ni iş işten geçtikten sonra, durum anlaşıldı. Babaları çok üzüldü. Çâre düşündü. Sonunda bir ziyâfet verdi. Bütün âlimleri çağırıp bir araya topladı. Hazreti İmam ve Kisâîde çağrılanlar arasında idiler. Çağrılanlar mecliste toplanınca, iki erkek kardeş, başına gelen bu korkunç hâli arz eylediler. Kisâi bir rivâyette Süfyân dedi ki: Hazreti Alî (kerremallahü vecheh) buna benzer bir mes’elede, hâmile olmadıkları anlaşılmaya kadar sabredilir, beklenir bu­yurdu. Fakat bu cevabdan iki yeni evli genç, huzursuz oldular. Çünkü onun dediği gibi yaparlarsa, herbirinin beklemesi gerekecek ve herbiri kardeşinin yattığı hanımı alıp, onunla yatacak, hayâ ve nâmus perdeleri yırtılacak, ya’nî halk tarafından ayıblanacaklardı. İşte bu esnâda büyük İmâm, ümmetin Işığı Ebû Hanîfe Nu’man bin Sâbit (radıyallahü anh) ko­nuşmağa başladı. Hikmetle açılan mubârek ağzından şu sözler duyuldu:

Bu iki damada daha uygun ve kolay yol vardır. Her biri ilk hanımını boşa­sın ve şimdi yanında olanı kendine nikâh eylesin. Böylece hem intizar elemi lâzım gelmez. Hem de, bir kardeş, diğer kardeşin yattığı hanımla yatmak mahzuru ortadan kalkar.» Hazreti İmam bu sözleri söyleyince, iki­si de çok beğenip mesrûr oldular. Sevindiler. Mecliste bulunanlar. Ebû Hanifeye, ilminde bereket ile dua edip, sonra yemek yemeğe başladılar. Yemek yerken hazreti imâm buyurdu ki  «Şimdi hazırlanan bu yemek, bi­rinci düğün yemeğidir? Peki İkincisinin velâmesi, ya’nî düğün ziyâfeti ne­rededir?» Bu latîf ve hoş sözden, oradakilerin hepsi güldüler. Sözünü, konuşmasını ve ilmini beğendiler.

----------

-A’meş ile hanımı bir gece kavga ettiler. A’meş hanımına, bu gece sabah olmadan benimle konuşmazsan (boş ol!) dedi ve yemin etti. Hanı­mı da, onu üzmek için sustu. Boşanmağa râzı oldu. A’meş biraz sonra, kurmuş olduğu bir yuvayı dağıtmak endişesine kapıldı ve yaptığına piş­man oldu. Hemen Imâm-ı A’zama gitti. Sıkıntı ve derdini anlattı. İmâm: «üzülme, Allahü teâlânın yardımı ile sevinmen yakındır» buyurdu. A’me­şin mahallesinin müezzinine, fecirden önce ezan okumasını söyledi. Mü­ezzin, belirtilen saatte ezan okuyup, gecenin bittiğini ilân edince, A’me- şin hanımı, ister istemez A'meşe hitâb edip son kızgınlığını bildirmek için «Allahü teâlâya hamd olsun ki, beni senden kurtardı» dedi. Fakat, aslında bu konuşması, fecrin tuluundan, ağarmasından önce olduğundan, konuş­ması gece içinde oldu, boşama durumu vaki olmadı. Bunun üzerine A'meş, Ebû Hanifeye duâ edip: «Allah Ebû Hanifeden razı olsun, ona bol bol merhamet eylesin ki, bizi korktuğumuzdan kurtardı, namusumuzu korudu» dedi.

----------

-Hazreti İmâmın bulunduğu şehre, Rum tarafından bir dehri (1) geldi. İslâm Alimleri ile münâzara edip hepsini yendi. Münâzara etmediği, sâde­ce Imam-ı A’zamın hocası Hammad kalmıştı. Hiç kimse onu yenemiyordu. 0 zaman Imâm-ı A’zam daha küçük idi. Hammad da, eğer yenilirsem, İs­lâm dinine büyük bir zarar hâsıl olup, fesadı bütün dünyaya yayılacak di­ye, endişe ediyordu. O gece rüyâda, bir hınzırın (domuzun) gelip, bir ağa­cın bütün dallarını yediğini ve yalnız gövdesinin kaldığını, o anda o ağa­cın İçinden bir arslan yavrusunun peyda olup, o domuzu parça parça et­tiğini gördü. Sabahleyin Ebû Hanife, Hammâdın huzuruna vardıkta, o dehriden ve gördüğü rüyâdan çok üzüntülü olduğunu, hocasının kalbinde korku İle elemin bir arada bulunduğunu gördü. Ebû Hanife hocasına üzün­tüsünün sebebini sordu. Hocası herşeyi anlattı. Hazreti İmam hocasının sözleri üzerine:

«Elhamdülillahi teâlâl Rüyâda gördüğünüz domuz, o pis ruhlu dehridir. Ağaç ise, ilim ağacıdır. Yediği dalları, yendiği âlimlerdir. Ağacın gövdesi sîzsiniz. O arslan yavrusu da benim. Allahü teâlânın yardımı İle onu ben kahrederim» dedi. Sonra üstadı ile, münâzara edilecek yere gitti­ler. Alçak dehrî, her zamanki gibi, yüksek minbere çıkıp, karşısına birisi­nin çıkmasını istedi. Daha çocuk denecek durumda olan Ebû Hanîfe, onun karşısına çıktı. Dehrî, hazreti İmâmı görünce, hakaret etmeğe, küçültücü sözler söylemeğe başladı. İmâm: «Hakareti bırak, söyliyeceğini söyle de, görüşelim» dedi. Dehrî imâmın cür’et, cesâret ve aceleciliğini görünce hayret etti ve sonra şöyle sordu:

— Var olan bir şeyin, başlangıcı ve sonu olmamak mümkün müdür?

Cevap: — Sayıları bilir misin?

Dehrî: «Evet bilirim» dedi.

İmâm: «Birden önce hangi sayı vardır?» dedi.

Dehrî: «Birden önce bir şey yoktur.» dedi.

Bunun üzerine İmâm: «Mecâzî bir sözünden önce, birşey olmayınca, hakikî bir olandan önce, nasıl birşey olabilir?» dedi.

— Dehrî bu sefer dedi ki:

O hakikî bir olanın yüzü hangi taraftadır? Zira her şey cihetler­den, yönlerden (ya’nî sağ, sol, ön, arka, üst ve alt) bir cihette bulunur. Ebû Hanife buyurdu ki:

«Mumu yakınca, ışığı hangi tarafta görünür?»

Dehrî: «Mumun ışığı her tarafta aynıdır.» dedi. Bunun üzerine İmâm:

Dünyaya kadim diyene, ya’ni bu dünyanın bir yaratıcısı yoktur; böyle gelmiş, böyle gider diyene dehrî denir ki, İslam İtikadına göre kâfirdir.

«Mecazi olan bir nurun (ışığın) hâil böyle olursa, dâimi ve ebed’ olup, eni boyu söylenmiyen. göklerin ve yerin nûru olanın hâli nasıl olur?» dedi.

— Dehri yine şöyle sordu:

«Her var olanın, muhakkak bir yeri vardır. Onun yeri neresidir?» Ebû Hanife, biraz süt getirip:

«Bu sütte yağ var mıdır?» diye sordu.

Dehri: ”Evet, vardır” dedi.

Ebû Hanife-. «Yağ. bu sütün neresindedir?» dedi.

Dehri: «Hiç bir yerine mahsûs değildir» deyince.

Ebû Hanife: «Yok olucu bir varlığın hâli böyle olunca, göklerin ve yerlerin yaratıcısı, dâimi ve ebedî olanın hâli niçin böyle olmasın?» dedi.

— Dehri yine şöyle sordu:

«Şimdi O, ne iş yapmakla meşguldür?»

Ebû Hanife: «Sen bana, bütün süalleri minberden sordun. Ben hepsi­ne cevab verdim. Şimdi sen, bir kerrecik oradan inip, benim yerime gel; ben minbere çıkayım ve oradan sana cevab vereyim.» dedi.

Dehri minberden indi ve Ebû Hanife minbere çıktı ve:   «Minberde senin gibi bir müşebbih (ya’nî Allahü teâlâyı diğer varlıklara benzeten) olunca, onu indirir, benim gibi bir muvahhid (ya’nî tam mümin) olunca, onu minbere çıkarır. Şimdi Onun işi bu idi?» dedi. Sonra Rahman sûre­sinin yirmi sekizinci âyet-i kerîmesinin sonunu okudu. Bunun üzerine mel’un Dehri kahroldu, yenildi. Söyliyecek söz bulamadı. Mesciddeki kalabalık dehrînin üzerine yürüyüp, onu öldürdüler.

Ey insanlar! Imâm-ı A’zamın (radıyallahü anh) daha çocuk denecek yaşta iken hâli böyle olursa, ilim kürsüsüne oturduğu ve olgun ve yaşlı­lık zamanındaki hâli nasıl olur?

----------
-Hasan bin Ziyâd (Imâm-ı A'zamın talebesi olup büyük müctehidler- dendir.) anlatır: Bir kimse, parasını bir yere gömmüştü. Sonra gömdüğü yeri unuttu, üzülerek şaşkın bir halde İmâma geldi. Durumunu anlattı. İmâm: «Bu geceyi namaz kılmakla geçir yerini hatırlarsın» buyurdu. Gece­nin, daha dörtte birini namaz kılmıştı ki, gömdüğü yeri hatırladı. Sonra gidip İmâma: «Siz bunu nasıl anladınız?» diye sordu. Cevâbında: «Şeytan, elbette senin geceyi ibâdetle geçirmeni istemez ve hatırına getirir düşün­düm» buyurdu ve sonra: «Niçin gecenin geri kalan kısmını da ibâdetle geçirip, Allahü teâlâya şükrü yerine getirmedin» dedi.

----------

-Yine Hasan bin Ziyâd anlatır: Bir kimse parasını, kırda bir yere göm­müş idi. Parasını oradan çalmışlar. Halbuki paranın sâhibi, parayı çok seven, bahtlı bir kimse idi. Parasını bulamazsa, belki de üzüntüsünden ölebilirdi. İmama gelip, hâlini anlattı. İmam paranın yerim sordu ve oraya geldi. İnsanların mantar topladıklarını gördü. İmâm, onlara, içinizden sizde ayrılıp geri kalan bir kimse var mıdır? dedi. Zerzer isminde bir genç geri kaldı dediler. İmam o genci bulup ona: «Sen o parayı aldığın zaman seni gören, şimdi yine seni görüyor. Elinde ne kadar para kaldıysa, hepsini getir sahibine ver, harcadığını sana helâl ediyor. dedi. (Seni gören, seni görüyor) sözünden maksadı, Allahü teâlânın herkesin yaptığı şeyi görmesi ve bilmesi demek idi. Bunun üzerine genç, parayı aldığını itiraf eyledi.

----------

-İmam bir gün otururken, önünden bir kimse geçti. İmâm buyurdu: Şu adam bu memleketin yabancısıdır, muallimdir ve koynunda tatlı vardır. İmâmın yânında bulunanlar, gidip o adamdan bunları sordular, imamın buyurduğu gibi çıktı. İmâma: «Bunları nasıl bildiniz?» diye sordular- buyurdu ki: Onu, sağına, soluna bakar, merakla her şeye göz atar gördüm- Anladım ki, bu şehrin yabancısıdır. Yine gördüm ki, yanına çocuklar gelse, onlara dikkat ve merhametli olarak bakar. Bundan muallim olduğunu» anladım. Ve yine gördüm ki, koynuna sinekler girer. Buradan da koynun­da tatlı olduğunu anladım.»

----------

-Birgün Imâm-ı Ebû Yûsuf hastalanmıştı. İmâma, Ebû Yûsuf öldü dedi­ler. İmâm ölmedi buyurdu, ölmediğini nereden bildiniz? diye sordular. «İlme çok hizmet eylemiştir, meyvelerini toplamayınca, ona ölüm gelmez» buyurdu. Gerçekten ölüm haberinin yanlış olduğu anlaşıldı. İlmin meyve­lerinden o kadar pay aldı ki, çok fazla zengin oldu.

Ebû Yûsuf hastalanınca, Ebû Hanîfe: Bu genç ölürse, yeryüzünde buna muhalefet eden bulunmaz» dedi. Hastalıktan iyileşince, kendinde il­mi bakımdan yeterlilik görüp, bir meclis kurdu. İnsanlara fıkıh öğretmeğe başladı. Bu haber Ebû Hanîfeye gidince, yanındakilerden birine: «Yakubun (Ebû Yûsufun adıdır) meclisine git ve ona de ki, (Bir kimse elbisesini te­mizleyiciye verse ve ücret olarak temizleyiciye iki gömüş vereceğim dese, sonra elbisesini almağa gidince, temizleyici inkâr etse, sonra tekrar gelse, ve elbisesini istese, temizleyici de elbisesini temizlenmiş olarak ona ver­se, ücret alabilir mi? Eğer alır derse, hatâ ettin dersin. Alamaz derse, yi­ne hatâ ettin dersin) buyurdu. Bu talebe Ebû Yûsufun meclisine gidip, so­ruyu sordu. Cevabında : «Evet, ücret alır» dedi. Soran, hatâ ettin, öyle değil' dedi. Ebû Yûsuf bir müddet düşündü. Sonra: «Hayır alamaz» dedi. Soran. yine yanıldın, öyle değildir dedi. Bunun üzerine Ebû Yûsuf, hemen yerinden kalkıp Ebû Hanîfeye gitti. Ebû Hanîfe, onun geldiğini görünce: « buraya, elbiseyi temizleyiciye verme mes’elesi mi» gönderdi?» deyince Ebû Yûsuf, evet dedi. Ebû Hanîfe buyurdu ki: «Sübhânellah! İnsanlara fetvâ vermeğe koyulan ve Allahü teâlânın dininde söz söylemek için, ken­disine meclis tayin eden, ücret bahsinden bu kadarını nasıl bilmez!» Ebu Yûsuf, bana bunun cevâbını lütf ediniz dedi. Ebû Hanîfe cevabında: Eğer, o elbiseyi gasb ettikten sonra temizlemiş ise, ücret verilmez. Çünkü ken­disi için temizlemiş demektir. Gasb etmeden önce temizlediyse verilir. Çünkü onu, sâhibi için temizlemiş idi.

----------

-Imâm-ı A’zamın üstadlarından biri de Şa’bidir. Zamanın halîfesi bir toplantı yaptı. Şa’bîye ve Bağdad âlimlerini da’vet etti. Hepsi geldiler. Bi­raz sonra halîfenin hizmetçilerinden biri, üzerinde birşeyler yazılmış bir kâğıdı, zamanın kadısı olan Şa'bîye getirdi ve: «Halîfe, bu yazıların altına, şâhid olduğuna dâir imza atsın diyor» dedi. Oradaki âlimlerin hepsi imza ettiler. Sonra o kâğıdı Ebû Hanîfenin önüne getirdi ve: «Emîrül müminîn, sizin de şâhidliğinizi bildiren imzanızı atmanızı söylüyor» dedi. Ebû Hanîfe- «Halîfe nerededir?» buyurdu. Hizmetçi, odasındadır dedi. Ebû Hanîfe: «Şahidliğimizin doğru olması için, ya o buraya gelmeli, yahut ben onun yanı­na gitmeliyim» dedi. Hizmetçi kızdı ve ona:«Kadı ve âlimler ve yaşlılar hepsi imza ettiler de, sen bu çocukluğunla, bunu nereden çıkarıyorsun» diye bağırdı. Bunun üzerine Ebû Hanîfe: «Herkes kendi amelinden sorum­ludur.» cevâbını verdi. Bu söz halîfenin kulağına gitti. Şa’bîyi çağırdı ve: «Şâhidlikte görmek şart mıdır, yoksa değil midir?» dedi. Şa'bî, görmek şarttır dedi. Halîfe: «Sen beni ne zaman gördün ki, şâhidliğini bildiren im­zanı attın?» dedi. Şa’bî, senin haberin olduğunu bildiğim için, görmek is­temedim dedi. Halîfe: «Bu söz haktan, ya’nî doğru olmaktan uzaktır» dedi. Ebû Hanîfeyi göstererek : «Kadılığa, bu herkesten daha çok lâyıktır» dedi.

Bundan sonra halîfe Mansûr kadılığı bir kimseye vermeği düşündü. Âlimlerin en büyüklerinden olan, dört kimse tavsiye edildi. Birincisi Ebû Hanîfe, İkincisi Süfyân, üçüncüsü Şerik, dördüncüsü Mis’ar ibni Kedâm idi. Bu dördünü yanına çağırdı. Yolda giderken Ebû Hanîfe şöyle buyurdu: «Sizin herbiriniz hakkındaki firâsetimi söyliyeyim mi?» iyi olur dediler. Ben bir yolunu bulup kadılığı üzerime almıyacağım. Süfyân kaçacak, Mis’ar kedini yalandan deliliğe verecek, Şerik de kadı olacak.

Yolda giderken Süfyân kaçtı. Bir gemide gizlendi ve beni saklayınız, boynumu kesecekler dedi. Böyle demesi şu hadîs-i şerife uygun idi. Pey­gamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: «Bir kimsenin kadı yapılması, bıçaksız kesilmesidir.» Gemiciler onu sakladılar.

Üçü, halîfe Mansûrun huzuruna gittiler. Ebû Hanîfeye: «Sen kadı ol­malısın» dedi. Ebû Hanîfe: «Ey müminlerin emîril Ben arab değilim. Onla­ra hizmet edenlerdenim. Arabın ileri gelenleri, benim hükmüme râzı olmaz­lar» dedi. Halîfe: «Bu neseb, ya’nî soyla ilgili değil, ilme dayanan bir iştir» dedi. Ebû Hanîfe: «Ben bu işe lâyık değilim. Lâyık değilim diyorum. Doğ­ru söylüyorsam, lâyık değilim. Yalan söylüyorsam, yalan söyliyen müslümanlara kadı olamaz. Ve sen Allahın halîfesi, yalan söyliyeni kendine halife yapmazsın ve müslümanların kanını onun eline bırakmazsın' dedi ve kurtuldu.

Mis'ar, halifenin yanına gitti. Halifenin elini tuttu ve «Nasılsın? Ço­cuklar nasıl?» dedi. Mansûr, şu deliyi dışarı çıkarın dedi.

Şerike, seni kadı yapacağız dedi. Şerik, ben hastalıklı bir İnsanım. Bende dimağ zafiyyeti var dedi. Mansûr tedavi ile bunlar İyileşir dedi. Böylece kadılık Şerikin üzerinde kaldı.

----------

-Ebû Hanîfenin bir kimseden alacağı vardı. O şahsın mahallesinde, İmamın talebesinden biri vefât etti. Hazreti İmâm bunun cenaze namazı­na gitti. Güneş yakıyordu. Orada, İmama borcu olan o şahsın duvarından başka, gölge verecek hiçbir şey yoktu. Halk, İmama, bu duvarın gölgesin­de bir mikdar oturun dedi. Cevâbında: «Benim bu duvar sâhibinden alacağım vardır. Onun duvarından istifâde etmem câiz değildir. Zira hadis-i şerifte: «Bir kimse, borç verir ve bundan bir fayda beklerse, fâiz olur» bu­yuruldu. Bunda da fâizden korkarım» buyurdu.

----------

-Imâm-ı A’zam-ı bir defa habse attılar. Zâlimlerden biri kendisine: «Şu kalemimi aç» dedi. Hayır, kalemini açmam diye cevab verdi. Zâlim, ne ka­dar söylediyse, fayda vermedi. Sonunda, niçin kalemimi açmıyorsun? de­di Ebû Hanîfe cevâbında: «Korkarım şu insanlardan olurum ki, Allahü teâlâ Sâffât sûresinde onların hakkında: «Ey meleklerim! Zâlimleri ve yardımcı­larını beraber haşredin!» buyuruyor» dedi.

----------

-Her gece üçyüz rek’at namaz kılardı. Birgün yolda giderken, bir kadı­nın diğer bir kadına, bu zât, her gece beşyüz rek’at namaz kılar dediğini duydu ve bundan sonra beşyüz rek'at namaz kılmağa niyyet etti ve: «Her gece, beşyüz rek'at namaz kılacağım tâ ki, bunların zannı doğru olsun» de­di. Bir başka zaman, çocukların birbirine, şu giden zât, her gece bin rek'at namaz kılar dediğini duydu ve her gece, bin rek’at namaz kılmağa niyyet eyledi.

----------

-Fıkıhda bir mes'elenin çözümünde takılınca, çözmek ve halletmek İçin Kur'ân-ı kerimi kırk defaya kadar hatm ettiği bildirilmektedir.

----------

-Dâvud-ı Tâî der ki: «Yirmi sene Ebû Hanîfenin huzurunda bulundum. Bu zaman zarfında, ona dikkat ettim. Kalabalıkta ve yalnız iken başının açık olduğunu görmedim. İstirahat etmek için ayaklarını uzatmazdı. Kendi­sine: Ey İslâm dîninin imamı, yalnızken ayaklarınızı uzatsanız ne olur? di­ye sordum. Cevâbında: «Allahü teâlânın huzûrunda edeble durmağa dik­kat etmek, yalnızken daha çok icâbediyor» buyurdu.

----------

-Birgün bir yolda gidiyordu. Bir çocuğun çamurda yürüdüğünü gördü ve: «Dikkat et, düşersinl» dedi. Çocuk cevâbında: «Benim düşmem önemli değil. Düşsem, zararı yalnız bana olur. Ama siz dikkat ediniz ki, ayağınız kayarsa, arkanızdan gelen bütün masum insanların da ayağı kayar. Sonra hepsinin Kalkması çok zor olur dedi. İmâm, bu çocuğun, görüşüne şaştı, hemen ağlamıya başladı ve sana Esbabına: «Eğer bir mes'elede birşey zahir olur ve daha açık bir delil bulursanız, o mes'elede bana uymayın» bu­yurdu. Bu sözü, İmâm-ı Azamın insaf ve tavazuunu bildiren açık bir işârettir.

----------

-Zengin bir adam vardı; Emir-i müminin hazreti Osmana (radıyallahü anh) düşman idi. Hattâ Ona, yahudi derdi. Bu söz Ebû Hanîfenin kulağına gitti. Onu çağırdı ve: «Senin kızını filân yahudiye vereceğim» dedi. O şa­hıs: Sen müslümanların imamı olasın ve bir müslümanın kızını bir yahudi­ye vermeğe cevaz veresin, bu nasıl olur? Ben kızımı yahudiye vermem dedi. Ebû Hanife : «Sübhânellah, kendi kızını bir yahudiye vermeğe râzı olmuyorsun da, Peygamber efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) iki kı­zını bir yahudiye verdiğini nasıl soyliyebiliyorsun?» buyurdu. O şahıs, o zaman, sözün nereden geldiğini ve ne ne için söylendiğini anladı. O bozuk ıtikadından vazgeçti ve imamın  o o bereketli sözleriyle tevbe eyledi.

----------

-Zamanın halifesi, Azrail aleyrisselâmı rüyada görüp, kaç sene daha yaşayacağını sordu Azrâil aleyhiselâm beş parmağını kaldırıp ve ona işâret etti. Halife, bu rüyânın tabirin' bir çok kimselerden sordu. Tatmin edi­ci bir ta’bîr bulunamadı. Ebû Hanifeye sordu. Ta’bîrinde: «Beş parmak, beş şeyi bilmeğe işârettir ki, bunları Alllahu teâlâdan başka kimse bilmez. Bun­lar da âyet-i kerimede bildirilen şu beş şeydir: «Kıyâmetin ne zaman ko­pacağı, yağmurun yağması, anne kamında olan çocuğun erkek veya kız olacağı, insanın yarınki gün ne kazanacağı ve insanın ne zaman öleceğini ancak Allahü teâlâ bilir.» Ya’nî Azrâil aleyhisselâm, beş şeyden birini so­ruyorsunuz, onu ancak Allahü teâlâ bilir demek istedi» buyurdu.

----------

-(Enis-ül Celis) kitabının 113. sahifesinde şöyle yazılıdır. Ebû Hanife (radıyallahü anh) talebesi arasında oturuyordu. Vücûdunu bir akreb soktu ve yere düştü. Talebesi bu akrebi öldürmek istediler. Ebû Hanife: «Beni severseniz, onu öldürmeyiniz« buyurdu. Talebe, hikmeti nedir efendim? dediler. Ebû Hanife buyurdu ki Onu öldürmeyiniz, kendimi onunla tecrü­be etmek istiyorum. Bakayım hadis-i şerîfde haklarında: «Âlimlerin kanı zehirlidir» buyurulan âlimlere dâhil miyim, yoksa değil miyim?» Talebesi akrebe baktılar. An be an zaıflıyor, küçülüyor, süzülüyor, büzülüyordu. Nihâyet yürümeğe mecâli kalmadı. Düştü ve orada ölüverdi. Ey müminleri Âlimleri gıybet etmekten, şanlarına yakışnuyan söz söylemekten, onların ederini yiyip, din zehiri ile zehirlenmiş olarak ölmekten kaçınınız.

----------

-Yine aynı kitabda diyor ki:Dünyanın kadim diyen, ya’nî bu dünyanın bir yaratıcısı yoktur böyle gelmiş böyle gider diyen bir dehrî imamın zamanında, halîfıye geldi ve: «Asrının uleması olan Ebû Hanife. Ebû Yûsuf ve diğerleri, dünyanın bir yaratıcısı vardır diyorlar. İçlerinde en üstünü hangisi ise, emret, huzuruna gelsin. Huzûrunda onunla münâzara edelim. Bu dünyanın bir yaratıcısı olmadığını isbat edeyim* dedi. Halife Ebû Hanî-feye haber gönderdi. Zira âlimlerin en üstünü o idi. Haberci: «Ey İmâm, bir dehrî geldi, halîfenin huzûrunda seninle münâzara etmek ister. Halîfe hemen gelmenizi buyurdu» dedi. Ebû Hanîfe, öğleden sonra gelirim dedi. Haberci, Ebû Hanîfenin söylediğini gelip Halifeye söyledi. Halîfe, haber­ciyi ikinci defa Ebû Hanîfeye gönderdi. Ebû Hanîfe kalktı, halîfenin yanı­na geldi. Halîfe kendisini karşıladı, kendi yanında meclisin baş köşesinde oturttu. Büyükler ve şehrin ileri gelenleri toplandılar. Dehrî söze başladı ve:

«— Ey Ebû Hanîfe, niçin böyle geç geldin?» dedi.

Ebû Hanîfe cevâbında:

«Tuhaf bir hâdiseyle karşılaştım. Benim evim, Dicle nehrinin karşı tarafındadır. Evden çıktım. Dicle kenarına geldim. Nehri karşıya geçmek istedim. Dicle kenârında köhne ve parça parça olmuş bir sandal gördüm. Bir marangoza, ustaya lüzum kalmadan, kırık - dökük parçalarını âletsiz birleştirdim. Sağlam bir sandal oldu. Sandala bindim. Nehri geçtim ve bu­raya geldim. O yüzden biraz geç kaldım» buyurdu.

Bunu duyan Dehrî:

«Ey müslümanlar! Duydunuz mu? Sizin İmamınız ve zamanının en üstünü, neler söylüyor? Bundan daha yalan ve saçma bir söz İşittiniz mi? Marangozsuz ve ustasız sandal nasıl ta'mîr edilirmiş. O, tam bir yalancıdır. Nasıl ona en büyük âlim diyorsunuz?» dedi.

Bunun üzerine Ebû Hanîfe:

«Ey kâfir-i mutlak! Bir sandal bile marangozsuz ve ustasız yapıla­mazsa, bu âlem, bu nizam ve ahenk içindeki kâinât, bir yaratıcı, bir yapıcı­sı olmadan nasıl meydana gelir. Yoksa bunun yapıcısını, yaratıcısını inkâr mı edeceksin?» buyurdu. Hazır olanlar bu cevâbı yeterli görüp, dehrînin boynunu vurdular.

----------

-Abdullah ibni Mübarek, Ebû Hanîfeye sordu: «Bir kimsenin iki gümü­şü, başka kimsenin bir gümüşü ile karışsa, sonra bunlardan ikisini kaybet­se, hangileri olduğunu bilmese, ne yapmalıdır?» Ebû Hanîfe cevâbında: Kalan bir gümüş üçe taksim olunarak ikisinindir» buyurdu. (Ya'nî üçte biri, bir gümüşü olanın, ikisi de, iki gümüşü olanındır.)

----------

-İmamın yanına, bir Râfızî gelip, İnsanların en kuvvetlisi kimdir? diye sordu. Cevâbında: «Bize göre hazreti Alidir (kerremallahü vecheh). Zirâ, hilâfetin Ebû Bekr-i Sıddtkın (radıyallahü anh) hakkı olduğunu bildi. Kabûl ve teslim eyledi. Size göre ise, Ebû Bekr-i Sıddiktır. Zira hilâfeti zorla hazreti Aliden aldı ve hazreti Ali ondan alamadı» buyurdu. Râfızi bu sözü duyunca şaşırdı. Ne söyliyeceğini bilemedi.

----------

-Ebû Hanîfe, Medine-i Münevverede hazreti Alinin oğlu hazreti Ha­sanın oğlu Muhammed ile (radıyallahü anhüm) buluştu. Ebû Hanîfeye:

-Ceddimin hadîs-i şeriflerine kıyâs ile muhalefet eden zât sen mi­sin?» dedi.

Ebû Hanîfe:

-Bundan Allahü teâlâya sığınırım. Ceddinize (sallallahü aleyhi ve sellem) olan hürmetimiz gibi, size de hürmetimiz vardır.» deyip, huzûrunda dizleri üzerine oturdu. Konuşmağa başladılar. Ebû Hanîfe:

«Erkek mi zayıftır, kadın mı?» dedi.

Muhammed bin Haşan:

«Kadın daha zayıf yaradılışlıdır» dedi.

Ebû Hanîfe:

—«Kadının, terekeden hissesi ne kadardır?» dedi.

Muhammed bin Hasan:

«Erkeğin yarısı kadardır» dedi.

Ebû Hanîfe:

«Eğer kıyâs ile söyleseydim, bu hükmün tersini söylerdim» dedi. Sonra:

«Namaz mı efdaldır, oruç mu?» diye sordu.

Muhammed bin Hasan:

«Namaz efdaldır» dedi.

Ebû Hanîfe:

«Eğer kıyâs ederek söyleseydim, hayız olan kadına (adet gören kadına), Ramazan orucunu kaza etmesini değil, namazını kaza etmesini emr ederdim» dedi

Sonra:

«Bevil (sidik) mi daha pistir, meni mi?» diye sordu.

Muhammed bin Hasan:

«Bevil daha necistir (pistir)» dedi.

Ebû Hanîfe:

— «Eğer kıyâs ederek söyleseydim, meni çıktığı zaman değil, bevil çıktığı zaman gusl abdesti almağı vâcib kılardım. Ama hadîs-i şerîfde olan­dan başkasını söylemekten Allahü teâlâya sığınırım. Ben Resûlullahın (sal­lallahü aleyhi ve sellem) sözlerine kıymet veriyorum, onları açıklıyorum,başka bir şey yapmıyorum» dedi. Muhammed bin Hasan, bunun üzerine kalkıp, Ebu Hanîfenin alnından öptü.

----------

-Küfe şehrinin yabancısı bir adam, çok güzel olan hanımı ile gidiyor­du. Küfeli birisi, kadına göz koyup, bu benim karımdır deyip, hanımını elinden almak istedi. Kadın da kocasından ayrılıp, o adamla gitti. Kocası,kendi nikâhlısı olduğunu isbât edemedi. Zira oranın yabancısı idi. Mes'eleyi Ebu Hanîfeye arz ettiler. Ebu Hanife, Ebi Leyli ve bir grup insanlar, o kadının kocasının yanına gittiler. Ebu Hanife, bir kadına şu adamın yanına git buyurdu. Kadın adama yaklaşınca, adamın köpekleri havlayıp, kadına saldırdılar. Ebu Hanife, sonra o adamın karsına, sen onun yanına git  dedi. Kadın gidince, köpekler tanıdığı için, etrafında dolaşmağa eteklerine sürünmeğe başladılar. Bunun üzerine İmâm: «iş anlaşıldı» buyurdu. Kadın da, itiraf edip, bir hatâ ettiğini kabul etti.

----------

-Dünyaya kadim diyen dehrilerden bir grup Ebu Hanifeyi öldürmek istediler. Bu dehri topluluğu, önce onunla bir mes’elede münâzara edelim, onu yenip öyle öldürelim dediler. Bir araya geldiler. Ebu Hanife sordu,  «içerisine ağır ve çok kıymetli yük yükletilmiş, dalgalı, engin bir denizde, kaptansız bir geminin bulunmasına ne dersiniz? Böyle bir şey olur mu?» Dehrîler, böyle şey olmaz dediler. Ebu Hanife: Her mevsim, hattâ her gün hâli, şekilleri, işleri değişen, hergün bir başka şekilde görünen, intizamı akıllara hayret veren bu dünyanın hâkim bir yaratıcısı ve çok tedbirli bir sâhibi olmadığına nasıl hükm edersiniz? dedi. Hepsi tevbe ettiler. Allahu Teâlâya ve dünyayı yarattığına, dünyanın da sonradan yaratılma olduğuna inandılar ve kılıçlarını kınlarına soktular.

----------

-ibni Âsim, İmâmın faziletlerini anlatırken der ki: lmâm-ı A’zamın ilmi, zamanındakilerin ilmi ile tartılsa, İmamın ilmi ağır gelirdi.

----------

-Kadı-yı Semerkand der ki: Hacca gidiyorduk. Yanımıza, kalbi çok bo­zuk birisi geldi. Her gün kaderden bahs eder, mu’tezile misâllleri verirdi. Kimi görse bu konuyu açardı. Kimse onu yenemiyordu. Onun bu hâli, ken­dine gurur veriyor, biz ise gayrete geliyorduk. Nihâyet Iraka geldik. Küfe­den geçiyorduk, lmâm-ı A’zamın meclisine uğrayıp, bunun insanlara ver­diği sıkıntıyı anlatmayı düşündük, önünde kâğıt vardı. Yazı yazıyordu, kader hakkında konuşmasını istedik. Kalemi, kâğıdı bırakmadan, yüzünü kaderiyye mezhebinde olan o kimseye döndü ve: «Hak yolu açık ve aydın- ne için karanlık kader yolunu tuttun?» buyurdu ve ona bir teveccüh etti.

Taşköprüzade Ahmed Efendi,Mevzuat-ul Ulum
Devamını Oku »