Nâs Suresi Tefsiri



Rahman ve rahim olan Allah’ın adıyla

1.De ki: Sığınırım insanların rabbine.

Bu İlâhî beyanın ilk bakıştaki konumu, Resûlullah’a sözün devamında bahis konusu edilen hususu yerine getirmesine yönelik bir emirdir ki o hu­sus da Allah’a sığınmadan ibarettir. Böyle bir durumda verilen emre uyma­nın gereği “De ki: [İnsanların rabbine] sığınırım” şeklinde değil, doğrudan “sığınırım...” diye söze başlamaktır. Ne var ki -nihaî gerçeği bilen Allah’tır ya- âyetin sahip olduğu ifade iki yoruma açıktır.

Birincisi âyetin bu üslûp içinde indirilmesinin hikmeti İlâhî beyanın ulaştığı herkese yönelik bir emir olması, Cenâb-ı Hakk’ın sûrede zikrettiği şeyin kötülüğünden O’na sığınıp yardım dilemesini öğretmesine bağlı bulunmasıdır, ta ki Allah böylesini himayesine alsın! Buradaki himaye de iki şekilde gerçekleşir. İlki kendisine gelebilecek nâhoş duygu ve düşünceleri bertaraf etmesi konusunda Allah Teâlâ’nın öğrettiği naklî ve aklî delilleri hatırlatmaktır. İkincisi de nezd-i İlâhîsinden gelecek bir lutufla olur. Öyle ki bu tür lutfa yaratıkların ne ilmi ulaşır ne de akılları onu idrak edebilir.

İşte bu İlâhî lutfun varlığı halinde haktan sapma tehlikesinden emin olunur; sözü edilen bu lutuf tamamen Allah vergisidir. Konumu bu anlatılanlardan ibaret olan bir hususu Cenâb-ı Hakk’ın kuluna iptidaen lütfetmesi mümkün olduğu gibi lutfun gerçekleş­mesi amacıyla ön şart olarak kendisine niyaz edip sığınmada bulunmakla yükümlü tutması da mümkündür. Artık Cenâb-ı Hakk’ın hatadan koruduğu ya da bir iyiliğe mazhar kıldığı kişinin O’na şükretmesi gerekli hale gelir, çünkü Allah ya iptidaen onu himayesine almış veya talep ve niyazı üzerine kendisini koruma lutfiında bulunmuştur.

Sûrenin başındaki hitaba ait ikinci yorum, hitabın başkasına ait olması­dır. Aslında buradaki emir ilk yöneltildiği kimseye ait ise de mâna ve muh­tevasına başkalarının da iştirak ettiği türden bir beyandır. Beyan sahibi emri­nin ulaşabileceği herkese hitap edici olmasını sağlayacak lafzı -ki o “kul" (de ki) kelimesidir- bulundurup sürdürmüştür, ta ki kıyamete kadar aynı hitap

1)-Kur'ân-ı Kerim’in 114. sûresi olup Mekke’de nâzil olmuştur, Medine’de nazil olduğunu söyle­yenler de vardır.

devam etmiş olsun. Mükellefiyet ve imtihanın, yani İlâhî emrin yer aldığı bütün vahiyler aynı üslûbu taşımaktadır. Başarıya ulaştıran sadece Allah’tır.

Şimdi Nâs sûresinin tamamında iki nevi hikmet mevcut olup bunların muhtevasında İ‘tizâl mezhebinin çelişkisi ortaya konmaktadır. Birincisi İlâhî imtihan şeytana uymayı reddetmek ve ona karşı çıkmakla kazanılır. Şimdi azîz ve celîl olan Allah kişiye şeytana uymamayı sağlayan imkânların tamamını -kendi nezdinde hiçbir şey kalmayacak şekilde- ya verir ya da tamamını ver­meyip yanında bazı imkânlar kalmış olur. Şayet tamamını verdiği halde, kişi bu imkânları Allah’a sığınıp tutunma yoluyla talep ediyorsa O’nun verdiğini gizleyen ve Allah nezdinde bulunmayanı isteyen biri konumuna düşer.

Bu durumda Allah Teâlâ’nın sığınmayı emretmesi yersiz bir imtihan, zaten mev­cut olan imkânları gizlemeye varan bir buyruk statüsüne bürünür. Sözü edilen şeytandan korunma imkânları ya kulun tamı tamına aldığı bir haktır ki bunun inkâr edilmesi ileri derecede çirkin bir davranıştır veya Cenâb-ı Hakk’ın lütfettiği bir nimettir, bunun da gizlenmesi küfrân-i ni‘metten başka bir şey değildir, zira “küfür” kavramının aslî mânası Allah Teâlâ’nın nimetlerini örtmektir. Halbuki Cenâb-ı Hak çirkin ve gayri meşrû şeyleri emretmekten zâtını tenzih etmiş ve bunun şeytan işi olduğunu bildirmiştir.(2) Bir de mükel­lefi söz konusu edildiği şekilde imtihana tâbi tutmak / Allah Teâlâ ile alay etme çerçevesine giren bir sınavdır, çünkü bu durumda Allah kişiden, elinde olmadığı ve yanında bulunmadığını bildiği şeyi talep etmektedir, bu ise akıl erbabınca alay çerçevesine giren işlerden biridir. Allah Teâlâ’nın kullarını bahis konusu ettiğimiz hususlardan biriyle imtihana tâbi tutup emir verdiğini zanneden kimse Cenâb-ı Hakk’ı ve O’nun hikmetini bilmeyen biridir.

İkincisi Allah Teâlâ’nın mükellefe şeytana karşı direnebileceği imkân­ların tamamını vermeyip bazılarının nezdinde kalmış olmasıdır. Hemen be­lirtmeliyiz ki İ‘tizâl mezhebinin prensiplerinden biri de Allah’ın insanları herhangi bir fiille yükümlü tutmasının, ancak o fiilin temel niteliğiyle birlikte mevcudiyetini sağlayan nezdindeki bütün imkânları vermesinden sonra imkân dahilinde olduğu yolundadır. Biraz önce sunduğumuz alternatifte ise, emrettiği hususu yerine getirmeyi sağlayan nezdindeki imkânların tamamını vermeden Cenâb-ı Hakk’ın imtihan ve mükellefiyetinin gerekli hale gelişinin kabulü söz konusudur. Bu ise onların kendi mezheplerini hiçe sayma anlamını taşır.

2)- Müellif İmam Mâtürîdî şu âyetlere işaret etmektedir: “Şüphe yok ki biz şeytanları inanmayan­ların dostları kıldık. Onlar bir kötülük yaptıkları zaman ‘Babalarımızı bu yolda bulduk’ derler. De ki: Allah kötü ve çirkin olan şeyi emretmez. Allah’a karşı bilmediğiniz şeyleri mi ileri sürü­yorsunuz?” (el-Arâf 7/27-28).

Şu da var ki Mu‘tezile’ye göre Allah’ın yanında bir imkân bulunup da irade sahibi mükelleften sâdır olacak fiilin gerçekleşmemesi bu imkânı kendisine vermemesine bağlıysa Cenâb-ı Hakk’ın sözü edilen kişiyi imtihana tâbi tut­ması mümkün değildir, O’nun bu durumda kişiyi sorumlu tutması zalim oluşu sonucunu doğurur. Buna ek olarak insanların Allah’tan, kendisinin emrettiği fakat gerçekleşmesinin imkânlarını vermediği bir fiilin vukuunu talep etmeleri -ki aslında İ‘tizâl ehli Cenâb-ı Hakk’ı böyle bir şeyle nitelemez- ya da emrinin hemen ardından yerine getirilmesi gerektiği halde gerçekleşme imkânlarını ancak emir vermesi sırasında (yani fiilden önce) verdiği bir fiilin tahakkuku­nu O’ndan istemeleri kişinin şöyle bir zanna kapılması sonucunu doğurur: Allah emrediyor fakat kendisinden talep edilmedikçe emrinin yerine getirilme imkânlarını vermiyor. Böyle bir telakki zulüm ifadesi niteliği taşır.

Şimdi Allah’ı bilenlerin kalp huzuruyla bağlandıkları temel ilke şudur ki [ kul ne zaman bir gerçeğe ulaştırılmasını talep eder, korunma altına alınma­sını ister, üstün bir mertebeye ve erdemliliğe yüceltilmesini ümit eder ya da korktuğu bir şeye karşı Allah’ın yardımına sığınırsa bütün bu dilekler mutlaka gerçekleşir, tereddüte mahal kalmadan yerine getirilir ve bu durumda insan aykırı davranış ve yanlış pozisyondan emin olur. İnsanlar bu inanç üzerine yaratılmıştır. Öyle ki Mu‘tezilî olmayan her müslümanın gönlü bu duyuş ve inanışla huzura kavuşmuş, gerçekleşen olumlu sonuçları daima Allah’tan bilmiş ve kuşaktan kuşağa aktarılan bu telakki fıtrî bir nitelik kazanmıştır. Bütün güç ve kudret Allah’a aittir.

2.İnsanların yegâne hâkimine.

3. İnsanların ilâhına.

Allah Teâlâ sûrenin başında “bi rabbi’n-nâs” yerine “bi rabbi’l-halk” (yaratıkların rabbi) buyurmamıştır, halbuki bu İkincisi birincisine göre daha geniş kapsamlıdır. Bu konudaki kural şudur ki nesnelerin genelinin O’na nisbet edilmesi veya zât-ı ilâhiyyenin rubûbiyyet çerçevesinde ilişkili kılın­ması Allah’a tâzim statüsü içinde mütalaa edilir. İfade ne kadar kapsamlı olursa yüceltmeye o kadar elverişli olur. Nâs sûresinde sözü edilen bu konum -nihaî gerçeği bilen Allah’tır ya- birkaç şekilde yorumlanmaya müsaittir. Birincisi Allah Teâlâ burada sadece bir tanıtımı murat etmiştir. Bu kadarlık bir tanıtım sayesinde O’na sığınacak kişi koruma kudretine sahip olan ve kendisine iltica edilen yüce varlığı yeterince tanımış olur. Şunu da belirtmek gerekir ki Cenâb-ı Hak bir âyet-i kerîmede “bi rabbi'l -felak” (sabahın rab- bine), birinde “bi’llah” (Allah’a), bir yerde de “bike” (sana) buyurmuştur; şu beyanlarında olduğu gibi: “De ki: Rabbim! Şeytanların kışkırtmasından sana sığınırım!”(Mü'minun,97) “Eğer şeytanın fitlemesi seni tahrik edecek olursa hemen Allah’a sığın. Çünkü O, işiten ve bilendir. ’(A'raf,200)

Bunun hikmeti, Allah’a sığın­manın ve O’na dönüş yapmanın kaçınılmaz bir ihtiyaç halini aldığı, evet kişinin başına kendi nefsinden endişe edeceği nitelikte bir iş geldiği ve iç âle­mini meşgul ettiği zaman mânevî dolaşım alanının ne kadar geniş olduğunu anlaması ve o anda Allah Teâlâ’nın isimlerinden hangisini hatırlıyorsa onu anmak suretiyle dileğini arzedebileceğini kavramasıdır. Çünkü her bir İlâhî isimde O’nun nimetlerine, / hükümranlığına, kudret ve azametine kılavuzluk etme niteliği mevcuttur; böylelikledir ki yetkin derecede egemenlik O’na yöneltilmiş, bunca nimetin kendisine aidiyetinin belirtilmesi suretiyle de hamd ve senânın zâtına has oluşu dile getirilmiş olur.

Sonuç olarak bu tutum Cenâb-ı Hakk’ın kudret ve ihsanının zikredilmesi suretiyle zât-ı ilâhiyyesin- den şefaat dileme şekillerinden birini teşkil eder ve bunun en üst derecesini de “bi rabbi’n-nâs” demek suretiyle insanlarla O’nun arasında ilişki kurma yön­temi oluşturur.

İkincisi Allah’tan başkasını rab, hâkim ve mâlik bilip tapman canlı türü­nün insanlardan ibaret olduğu bilinmektedir. Bu gerçek çerçevesinde Cenâb-ı Hak yüce Allah’ı bilmek, başkasına kullukta bulunmaktan muhafaza etmek, O’nun hâkimiyet ve rubûbiyyetini benimsemekle lutuf ve ihsanda bulun­duğu kullarına, sûrede, sözü edilen hususlardan koruması için kendisine sığınmalarını emretmiş, bu gerçeği daima hatırlayıp dile getirmelerini iste­miş, kendilerinin rabbi, mâliki olup ibadete başkaları değil zât-ı ilâhiyyesinin layık bulunuşunu ifadelendirmelerini dilemiştir.

Burada şöyle bir yorum da yapmak mümkündür. Biraz önce sözünü ettiğimiz sebepler yüzünden bazı insanlar hak yoldan saparak Allah’tan başka rabler edinmiş, bir şeyi meşrû veya gayri meşrû kabul etme ayrıca harcama yapma veya yapmayıp elini sıkı tutma konularında kendi hükümdarlarının tâlimatına bağımlı kalmış, ya da ibadet ve ilticâlarını Allahtan başkasına yöneltmişlerdir. İşte bu realiteye bağlı olarak Cenâb-ı Hak yukarıda bahis konusu edilen hususlarla lutuf ve ihsanda bulunduğu kimselere üstün vasıflarla gerçek mânada nitelendirilen yüce varlığa sığınmalarını emretmiştir; bir bakıma hak yoldan sapanların, edindikleri rableri ve hükümdarlarının yanında zaman zaman tek ilâha sığın­maları gibi, çünkü kâfirler de putlarından ümit kestiklerinde yardım ve ko­rumasına nail olmak için tek Allah’a iltica ederler. Nihaî gerçeği bilen Allah’tır.

Üçüncüsü kâinatın yaratılmasından amaç Nâs sûresinin haklarında nâzil olduğu insan türüdür, tabiatın diğer üniteleri insanların emrine verilmiş bir durumdadır. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: “O, yerde olanların hepsini si­zin için yaratmıştır.”(Bakara,29) “Allah, emri ve izniyle içinde gemiler akıp gitsin ve lutfundan nasiplerinizi arayıp şükredesiniz diye denizi hizmetinize vermiştir.”(Casiye,12) “O rab yeri sizin için bir döşek, göğü de koruyucu bir tavan yaptı. Gökten su indirerek onunla size besin olsun diye yerden çeşitli ürünler çıkardı. Artık siz gerçeği bile bile Allah’a şirk koşmayın.”(Bakara,22)

Artık “İnsanların rabbine, insanların yegâne hâkimine, insanların ilâhına” denildiğinde “her şeyin rabbine” denilmiş gibi olur, çünkü insanların dışında kalan tabiat üniteleri onlar için yaratılmıştır. Dolayısıyla Allah’a sığınıp yardım talep edilmesi sırasında insan türünün zikredilip hedef göste­rilmesi, O’ndan başka hiçbir varlığın koruyup yardımda bulunma imkânına sahip olmadığının kabul edilmesi anlamını taşır. Buna göre sığınma talebinde “bi rabbi’n-nâs” ile “bi rabbi’l-halk” ifadeleri arasında bir fark yoktur. Nihaî gerçeği bilen Allah’tır.

“Bi rabbi’n-nâs”ın yorumunda “muslihu’n-nâs” (insanların dirlik ve dü­zenini sağlayan) açıklaması yapılmıştır. Bu anlayış onların gerek dinî gerek şahsî dirlik ve düzenlerinin O’na bağlı oluşu ilkesine dayanır.

“Meliki’n-nâs” (insanların yegâne hâkimi) âyetinin yorumunda bütün insanları hâkimiyeti çerçevesine alma hakkının Allah’a ait oluş faktörü­nün bulunduğu söylenmiştir, buna mukabil “rabbü’l-halk” yorumunda İlâhî hâkimiyet faktöründen bahsedilmemektedir. Şu halde Cenâb-ı Hak “meliki’n-nâs” buyurmak suretiyle insanlar üzerindeki egemenliğin ta­mamının gerçek mânasıyla kendisine ve hâkimiyet vasfına ait olduğunu beyan etmiştir. Başkalarına izâfe edilen hâkimiyetse ihtiyaçları mikta- rınca Allah’ın lutfedişi statüsündedir. “Meliki’n-nâs” için “seyyidihim” (insanların seyyidi [efendisi]) yorumu da yapılmıştır. Ne var ki “seyyid” kelimesi insanların dışındaki varlıkların mâliki için kullanılmaz. İnsan da “rab”, “melik”, “mâlik” kelimeleriyle nitelendirilebilir, ancak bu mutlak değil nisbî çerçevede kalır ve meselâ “evin rabbi (sahibi)”, “câriyenin mâ­liki”, “Mısır meliki” vb. ifadeler normal karşılanır. Buna göre âyetteki melik kelimesine “yegâne sâhibi” yolunda mâna verilmesi gerçeğe daha yakın görünmektedir.

4. Pusuda bekleyen sinsi şeytanın şerrinden.

5. İnsanların kalbine vesvese veren.

6. Cinlerden ve insanlardan olabilen şeytan.

“Pusuda bekleyen sinsi şeytanın şerrinden” meâlindeki İlâhî beyanda ves­vese veren varlığa “vesvâs” ve “hannâs” denilmiştir. Bu beyanın te’vilinde iki görüş belirtilmiştir. Birincisi şeytan gaflet halinde vesvese verir, Allah’ın hatırlanıp anılması durumundaysa geri çekilip gider. “Hannâs”ın anlamı için “görülmez, duyu alanına girmez” de denilmiştir, şu âyette olduğu gibi: “Şey­tanın hem kendisi hem de yandaşlan, onları göremeyeceğiniz yerden sizi gö­rürler.”(A'raf,27) Bu içeriğe bağlı olarak Kur’an’da akıp giden yıldızlar için “el-hunnes”] denilmiştir,(3) yani onlar kendi ufuklarından doğarlar, / gündüzün ise gizlenir­ler (yahnesne).

Şöyle bir fikir de ileri sürülmüştür: “Ellezî yuvesvisü...” diye başlayan İlâhî beyan insanların kalbine vesvese veren varlığı cin ve insan tü­ründen kabul etmiştir demek mümkündür. Nâs sûresinin yorumunu yaparken âyetler arasında yer değişikliğine gitmek de mümkündür denilmiştir. Buna göre 5. âyet aradan çıkarılıp en son zikredilebilir.

Vesvese bilinen bir şey olup insanın kalbini meşgul eden ve dinî konu­larda şaşkınlık doğuran bazı fikirlerin telkin edilmesiyle oluşur, öyle ki kişi bu tür kuruntulardan kurtulmanın yolunu bilemez. Nefsanî arzularına uyan­larla inkârcı kesimlerin durumu da bunun gibidir; Cenâb-ı Hakk’ın şu beya­nında olduğu gibi: “Böylece biz her peygambere insan ve cin şeytanlarını düşman kıldık.”(En'am,112) “Gerçekten şeytanlar dostlarına, sizinle mücadele etmeleri için telkinde bulunurlar.”(En'am,121)

Cin şeytanlarına gelince, bu husus bütün din mensupları ve peygamber­lere inanan kimselerce benimsenen bir şeydir. Ancak materyalistlerle peygam­berleri inkâr edenler şöyle bir tez ileri sürerler: Cinlerden oluşan şeytanlar yoktur; bu konudaki söylentiler peygamberlik iddiasında bulunan kimselerin insanları korkutmak amacıyla kullandıkları bir kozdan ibarettir; onlar bununla toplulukların bilgisizliğinden yararlanarak kendilerini dinlemeye ve sahip olduklarını iddia ettikleri bilgi ve mârifetlerine ilgi göstermeye halkı mecbur etmek isterler.

Materyalistlerle nübüvvet inkârcılarının ileri sürdükleri bu tez onların akıl ve muhakemlerinin sınırlı oluşundan kaynaklanmaktadır. Sözü edilen bu kimseler iyice düşünseler, akıllarının mutlaka araştırılmasını zaruri kıldığı şeyi terkettiklerini ve aslında incelenmesine ihtiyaç duydukları bir hususa ilgi göstermediklerini anlamış olurlardı. O da zaman zaman zihinlere gelen düşünceler (havâtır) ve gönüllerde doğan duyuşlardan (hayâlât) ibarettir. Bu düşünce ve duyuşlar şekillendirilip değerlendirilmeye alındığında bir kısmı­nın çirkin bir kısmının da güzel olduğu hükmüne varılır. Bir olgunun veya bir nesnenin yokken kendi kendine vuku bulması mümkün değildir, çünkü bir şeyin bir yönetici ve etkileyici olmaksızın kendi başına çirkin veya güzel olması muhaldir. Bütün insanlar sözünü ettiğim hususu pekâlâ bilmektedir, çünkü onlar bu duygu ve düşüncelere sahip olmakta ve bu olgunun kendile­rinden kaynaklanan bir faktörün etkisiyle meydana gelmediğini bilmektedir. Sonuç olarak bahis konusu olgunun araştırılmasının gerekliliği kanıtlanmış bulunmaktadır.

Şunu da belirtmek gerekir ki burada tartışılan hususu bedenî yetenekle­rin doğurduğu veya onun aklî çıkarımla elde edildiği yolunda herhangi bir bilgi bulunmamaktadır. Şunu belirtmek gerekir ki bu mesele münasebetiyle iki önemli konu zaruri olarak gündeme gelmektedir; materyalistlerle nübüv­vet münkirlerinin bu iki konuya vâkıf olmasına bilgisizlikle yetinmeleri ve rahatlarına düşkün olmaları engel teşkil etmiştir. Konulardan biri bir yara­tıcının mevcudiyetine ve bütünüyle evrenin hakîm, alîm ve kadîr olan bu yaratıcının yönetimi altında bulunduğuna hükmetmek, diğeri de bilinmezlere vâkıf bulunan yüce yaratıcı nezdinden gelen nübüvvet müessesesini benim­semektir.

Şimdi mesele insan bilgisinin ulaşıp mahiyetini anlayacağı bir [ konumda bulunmadığından kişi iyiden iyiye araştırıp irdelediğinde iki önemli hususla karşı karşıya gelir. Birincisi mûcizeleriyle birlikte peygamberlerdir. Nebilerin muhatapları müşahede ettikleri onaylayıcı fevkalâdelikler sebebiyle hem peygamberleri hem de tevhid ilkesini benimserler, çünkü insanlar nebi­lerin sundukları mesajların içinde realite ile bağdaşan haberlerin yer aldığını müşahede etmektedir. Zaten durum böyle olmasaydı Allah elçileri iyilik diye bir şeyden söz edemezlerdi.

İkincisi yine insanlar söz ve davranışlarında isabet edemeyenlerin elinden çıkan işlerin uyumsuz ve dengesiz olduğunu müşahede etmelerinin yanında evrenin hikmet, düzen ve uyum içinde işle­diğini görünce bunun, bütün tabiat ünitelerinin ihtiyaç ve yararına vâkıf olan hakîm bir yönetici sayesinde vücut bulduğunun şuuruna ererler. Bu sebeple de kendileri için iki husus gerekli hale gelir: Allah’ın birliğini ve nübüvvet mües­sesesini benimsemek. Bütün güç ve kudret Allah Teâlâ*ya aittir.

Bize göre şeytanın sözü edilen işkillendirmeye yetenekli kılınmasında hareket noktası şudur ki şeytanla melek Allah Teâlâ’nın iki yaratığıdır.

Biz insanlar onların mevcudiyetini hem peygamberler vasıtasıyla hem de -daha önce değindiğimiz gibi- bizde doğrudan meydana gelen düşünce ve duyuş­ların (havâtır) çirkin veya güzel nitelik almalarını sağlayan varlığı bilmeye olan ihtiyacımız sebebiyle anlamış olduk. Bu iki yaratığın her biri Allah’ın muktedir kıldığı rolü yerine getirir. Meleklerin görevi hayır ve hikmettir, Allah Teâlâ’nın kolaylaştırması ve lütfetmesi sayesinde her melek kendi fonksiyonunu icra etmekte herhangi bir zorlukla karşılaşmaz. Şeytanın fonk­siyonu ise dalâlet ve kötülüktür, bu da kendisi için kolaylaştırılır.

Nihayet iyilik birinci varlığa fıtrî bir etkinlik gibi gelir, kötülük de ikinci varlık için aynı konumda bulunur. İki etkinlikten her birinin imkân çerçevesinde yer alışı gerçeğine bağlı olarak azîz ve celîl olan Allah şöyle buyurmuştur: “Ser­vetinden Allah yolunda harcayıp saygı hisleri içinde kötülüklerden sakınan ve en güzel ifade olan kelime-i tevhidi benimseyen kimseye muvaffaki­yet yolunu kolaylaştırırız. Cimri davranan, kendini kendine yeter gören ve kelime-i tevhidi yalan sayıp dışlayan kimseyi ise en güç yola sardırırız.”(Leyl,10) “Allah kimi doğru yola iletmek isterse kalbini İslâm’a açar. Kimi de saptırmak isterse göğe çıkıyormuş gibi kalbim iyice daraltır.”(En'am,125)

Şimdi, insan türü için vazedilen İlâhî kanun şudur ki bu şuurlu canlılar gerek kendileriyle Allah arasında gerekse hemcinsleri beyninde bazı hak ve vecîbelere tâbi olmakla yükümlü tutulmuş, ayrıca meleklerin desteğine mazhar kılındıklarının inancını taşımaları da onlardan istenmiştir. Nitekim azîz ve celîl olan Allah şöyle buyurmuştur: “Hani rabbin meleklere ‘Ben si- zinle beraberim; haydi siz de müminlere destek olun!’ diye vahyediyordu.” (Enfal,12)İnsanlara ayrıca şeytanın vereceği vesveseyi reddetmeleri emredilmiştir, “(Ey insanlar!) Şeytan sizin düşmanmızdır, siz de onu düşman bilin. O, kendi ta­raftarlarını olsa olsa cehennemlik olmaya davet eder.”(Fatır,6) meâlindeki âyet ve benzerlerinde olduğu gibi.

İnsan türüne paralel olarak melekler de insanların söz ve davranışlarını kaydetmek göreviyle yükümlü tutularak varlık alanına çıkarılmıştır, Cenâb-ı Hakk’ın “Değerli yazıcılar”(İnfitar,11) meâlindeki beyanı bu gerçeği kanıtlamaktadır. Buna göre meleklerin bu yetenekle donatılmasının hikmeti, daha önce de değinildiği üzere, Allah’ın kendilerini imtihana tâbi tutup hem öz varlıklarıyla itaat etmeleri hem de insanlara yönelik olarak sözünü ettiğim görevlerinde emr-i İlâhîye uygun olarak hareket etmeleridir.

Meleklere ait bu konu­mun insanlara yönelik hikmeti ise onları dikkatli olmaya davet etmek ve kişinin psikolojik muhtevasında oluşan düşünce ve duyuşların, faydasına olanlarını zararına olanlarından ayırması için titizlik göstermesini sağlamak­tan ibarettir. Yine meleklerin mükellefin söz ve davranışlarını kaydetmekle yükümlü tutulmasının hikmetinin diğer bir örneği kişinin bütün fiil ve halle­rinde bilinçli ve dikkatli olmasıdır, tıpkı dostları ve düşmanlarından oluşup davranışlarına vâkıf bulunan zabıt kâtipleri karşısındaki bilinçli hareketi gibi. Şüphe yok ki bu konumda bulunan bir insan dostunu incitecek şeylerden elinden geldikçe korunur ve fayda umduğu her davranışı sergiler, düşmanın­dan da -farkına varamayacağı bir yönden eziyet verip ağır ithamına maruz kalmamak için- var gücüyle sakınır.

Şu da bilinmektedir ki duyulur âlemde olup bitenleri tesbit eden ya­zıcılar vak‘ayı elden geldikçe iyi anlayıp kavramadan kayda geçirmezler, / duyular ötesinde de durum aynıdır. Çünkü -bizim tasavvurumuza göre- ya­zıcı melekler mükelleflerin lehine ve aleyhine olacak davranışların tesbitinde gözlerine görünen kimselerin apaçık fillerini müşahede edenler gibi bir ko­numa sahiptirler. Başarıya ulaştıran sadece Allah’tır.

Bu esastan hareketle dostlarla düşmanların bir arada yaşamaları, dost­luğun ve düşmanlığın gerekleri çerçevesinde tasvip ettikleri ve etmedikleri konularda davranış biçimi sergilemeleri yolundaki İlâhî imtihan ve düzen hikmete uygun düşmüştür. Çünkü insanların derûnunda saklanan niyetler dostluk ve düşmanlık içermeleri açısından kalplerin ve akılların gözleri ta­rafından algılanmaktadır. Bu sebeple de onlardan sakınmak ve uygun düşen davranışı sergilemek imkân dahiline girmektedir.

Yine bu esasa bağlı olarak Allah Teâlâ gözle görülemeyen düşmanla­rına mükelleflerin bedenlerine ve mallarına yönelik alıp götürme, kirletme veya bozma şeklinde fiilî bir tecavüz imkânı vermemiş, buna mukabil insan türünden olan düşmanlarına bu imkânı sağlamıştır. Çünkü insanlar birbirle­rine yönelik hilelere vâkıf olduklarından bunları bertaraf edip zararlarından sakınma konumundadır. Bu, duyuların organlardan sâdır olacak fiilleri ve bunların alt yapısını oluşturan faktörleri idrak etmesine benzemektedir. İşte meleklerin durumu da bunun gibidir. Ne var ki zihnî kapasitesi, aklın ve her şeyin şehadetine rağmen kâinatın yaratıcısını ve O’nun birliğini idrak etmekten âciz kalan kimsenin şeytanı (ve melekleri) kavrayamaması ihti­malden uzak tutulup yadırganacak bir şey değildir. Nihaî gerçeği bilen Allah’tır.

{İmam (r.a.) şöyle dedi:} Şeytanın insana vesvese vermeye nasıl imkân bulduğu konusunda farklı yorumlar ileri sürülmüştür. / Bazı rivayetlerde ka­nın bedendeki dolaşımı gibi şeytanın da kişinin mânevi yapısına nüfuz ettiği söylenmiş, bir kısmı ise bunu tasvip etmemiştir.(Buhari,Ahkam,21..) Aslında bu, yadırganacak şeylerden birini teşkil etmemektedir, zira kanın insan bedeninde dolaştığı ayrıca yeme içmeden oluşan enerjinin, bedenle duyuların hayatiyetini sağ­layan unsurların fizikî yapıda rol oynadığı pekâlâ bilinmektedir; sözü edilen bu unsurlar sinir sisteminin tamamına ve bedenin bütün ünitelerine sezilmez yollarla sirayet etmektedir. Şeytanın durumu da bu esasa göredir. Bir de ya­zıcı melek hakkında nakledilenleri hatırlatmak gerekir, şöyle ki meleğin ne oturduğu yer tarafımızdan bilinmekte, ne kaleminin cızırtısı duyulmakta ne de hakkımızda yazdıkları görülebilmektedir. İşte şeytanın vesvese vermesi de bu kabilden bir şeydir.

Allah Teâlâ’nın, Peygamber’ine şeytanın vesvesesi, tahriki ve tasallu­tundan kendisine sığınmasını emrettiğinin bir gerçek olduğu şu beyanlarıyla sabit olmuştur: “Eğer şeytanın fitlemesi seni etkilerse Allah’a sığın. Şüphe yok ki O işiten ve bilendir.”(A'Raf,200) “De ki: Rabbim! Şeytanların kışkırtmasından ve yanımda bulunmasından sana sığınırım.”(Mü'minun,97-98) “Takvâya erenlere şeytan tara­fından bir vesvese geldiğinde düşünüp kendilerini toparlar ve basiretlerine sahip olurlar.”(A'raf,201) “Faiz yiyenler şeytan çarpmış kimselerin cinnet nöbetinden kalktığı gibi yerlerinden kalkarlar.”(Bakara,275) Görüldüğü üzere şeytanın tahrikine mâ­ruz kalan kimse Allah’ın dileyip beyan ettiği bir durumda bulunur.

Şeytanın kişiye vesvese vermesi, çarpması ve onu fitlemesinin hangi zaman veya mekânlarda vuku bulduğunun belirlenmesi ihtiyaç duyduğumuz bir husus değildir, çünkü Allah Teâlâ şu âyet-i kerîmesiyle şeytanı göreme­yeceğimizi haber vermiştir: “Şeytan da yandaşlan da kendilerini göremeye­ceğiniz yerden sizi görürler.”(A'raf,27)

Şeytanın yükümlülük ve sorumluluğumuzu ilgilendiren yönü derunî hayatımızda etkiler bırakan fiileridir. / Biz insanlar Cenâb-ı Hakk’ın övgüye lâyık lutfuyla şeytandan gelen tahrikleri farketme imkânına sahip kılmmışızdır. Bize düşen görev ondan kaynaklanıp mânevî hayatımızı etkileyebilecek fiil ve vesveseler konusunda dikkatli olmaktır; böyle davrandığımız takdirde Allah Teâlâ’nın bahşettiği imkânlar, ayrıca yanlışı bertaraf edip hakka bağlanmayı sağlayacak mahiyette öğrettiği güçlü deliller sayesinde şeytanın etkilerini ortadan kaldırabiliriz; meselâ şu âyet-i kerîmede beyan edildiği gibi: “Takvâya erenlere şeytan tarafından bir ves­vese geldiğinde düşünüp kendilerini toparlar ve basiretlerine sahip olurlar.”(A'raf,201)

Böyle durumlarda bir alternatif de Allah’a dönüş yapıp saldırıları püskürt­meye tahsis ettiği lutfuna mazhar olmak için O’na sığınmamızdır, tıpkı Yû­suf aleyhisselâmın niyazında olduğu gibi: “Rabbim! Zindan bu kadınların benden istedikleri o işten daha hayırlıdır. Eğer onların fendini benden uzak­laştırmazsan kendilerine ram olup cahilce davrananlardan biri durumuna düşerim.”(Yusuf,33) Oysa Hz. Yûsuf kadınların hile ve tuzağını bozmaya yarayan çeşitli vasıtaların bilgisine sahip bulunuyordu. İslâmiyet’in temel ilkeleri­nin İlmî alanında ileri seviyeye ulaşanların şu niyazı da aynı mahiyettedir: “Rabbimiz! Bize hidayet verdikten sonra kalplerimizi saptırma! Tarafından rahmet ihsan et bize. Şüphesiz bağışı en bol olan sadece sensin!”(Al-i İmran,8)

Âlimlerin bir kısmı şeytanın, nefsin arzu ettiği şeyleri bildiğini ve onları nefse süslü gösterdiğini, aklın yönlendirdiği alandan da haberdar olduğunu ve onu bu alandan geri çevirmeye çalıştığını söylerken bir kısmı da şöyle der: Öyle değil; gerçek olan şudur ki sözü edilen olguda karanlık, aydınlık, temiz ve meşrû oluşla aksi oluş izleri bulunur, şeytan bu izleri tanır ve tahriklerini ona göre ayarlar, nihayet arzu ettiği eyleme ulaşır.

Bazan nefsin ve aklın bedendeki ve onun dışındaki fonksiyonu beraberce bulunur, özellikle amellere ait sonuçlar açısından.Bir kısım âlim de şeytan hiçbir hususta herhangi bir bilgiye sahip değildir demiştir, ne var ki aldatmak, kötü fiili güzel göstermek, hak ile bâtıl arasında yer değiştirtmek türünden olmak üzere sonuç alabileceğini umduğu her çareye başvurur, tıpkı şuna buna dokunmak suretiyle zararlıyı faydalıdan ayırmaya çalışan âmâ gibi.
Şunu belirtelim ki burada sözü edilen hususların tamamı şeytanın etkinlik gösterme yöntemleri, imkân ve taktiklerinin yollandır. Bütün bunlar bilmekle mükellef olmadığımız hususlardır. Bize düşen görev başarılı olmasını engel­leme yolunda gayret göstermektir. Bu da daima uyanık ve dikkatli olmak, âyetlerde zikredildiği üzere basiretli davranmak, ya da gelmesi halinde şey­tanı defedip tesirini engellemesi için yüce Allah’a sığınmak yoluyla gerçek­leşir, zira O’nun nezdinde öyle lutuflar vardır ki bunlar sayesinde yanlış yola düşmekten korunulur ve isabetli davranış elde edilir.

Birçok müfessir şeytanın insanlarda olduğu gibi cinlerin de duygu ve düşüncelerine vesvese karıştırdığını söylemiştir. Her tür mükellef içinde hak yoldan sapanlar ve azgınların yanında hayırlı ve itaakâr zümreler de bulun­duğuna göre bu görüşü onaylamak mümkündür. Ancak Nâs sûresinin kendi mecrasındaki te’vilinin gereği cinlerden ve insanlardan oluşan şeytanların insanların gönlüne vesvese düşürdükleri yolundadır. Nihaî gerçeği bilen Allah’tır.

* * *
Felak ve Nâs sûrelerinin (Muavvizeteyn) Kur’an’dan olup olmadığı me­selesine gelince, {Fakih (r.h.) şöyle dedi:} Bu iki sûre hakkmdaki kanaatimiz şundan ibarettir ki çağımızın âlimlerine nesilden nesile intikal eden bilgi ve görgü çerçevesinde “Kur’an muhtevası mushafın iki kapağı arasında yer alan metinden ibarettir” yolundaki hüküm dairesine bu iki sûre de dahil olmuştur. / Biz Muavvizeteyn’in İlâhî kelâma nitelik kazandıran erişilmez (mu‘ciz) oluş özelliği taşıyıp taşımadığını tesbit edecek deneme ve sınama bilgisine sahip bulunanlardan değiliz. Bu konunun gereği meseleyi ehlinden öğrendikten sonra metnin Kur’an’dan olduğu ve erişilmez niteliği taşıdığının sübut bul­duğuna tanıklık etmekten ibarettir. Sonuç olarak bizim gibilerin yapacağı şey ehline uymaktır.

Allah’tan geldiği ve hak niteliği taşıdığı yolunda kesin karar verdiğimiz bütün dinî hükümlerde ortak anlaşmayı sağlayan kriter artık vuzuh kazanmış­tır, Muavvizeteyn meselesi de aynı esasa bağlıdır. Ne var ki İbn Mes‘ûd’dan (r.a.) nakledildiğine göre kendisi Felak ve Nâs sûrelerini mushafına yaz­mamıştır. Kanaatimize göre bu husus iki şekilde yorumlanabilir. Birincisi bu iki sûrenin Kur’an’dan olup olmadığı hakkında Resûlullah sallâllahu aleyhi ve sellemden hiçbir şey duymamış olma ihtimalidir; yine o, bu konu­yu sormayı da kendisi için bir görev telakki etmemiş olmalıdır, zira Kur'an ile Resûlullah’ın getirip tebliğ ettiği diğer hususlar bilinmesi ve kendileriyle amel edilmesi açısından aynıdır, şu sebeple ki bunların hepsiyle amaçlanan şey mükellefiyet açısından yerine getirilmesi gerekeni ifa etmekten ibaret olup isim ve konum belirlemek değildir.

İslâm’ı benmimseme konusunda üstün mertebeye ulaşmış kimseler erişilmez (mu‘ciz) niteliği taşıyan metinle­ri diğerlerinden ayırıp Kur’an mıdır, değil midir diye tesbit edebilmek için deneme ve sınama eylemine girişmeyi kendileri için hiç de gerekli görmü­yorlardı. Nefsini bir nevi imtihana tâbi tutma niteliği taşıyan böyle bir dav­ranış Resûlullah’tan gelen tebliğlerde tereddüt ve şüpheye düşenlere özgü

hareketlerden biridir, onlar bu yolla Hazreti Muhammed’in Allah tarafından gönderilmiş bir peygamber olup olmadığını belirlemek isterler. Buna muka­bil Hz. Muhammed’in risâleti kendince takarrür etmiş, kalbi itminana kavuş­muş ve getirdiği tebliğler hakkında hiçbir tereddütü kalmamış kimseler ken­dilerini böyle bir sınamadan vâreste görmüşlerdir. Tekrar hatırlatmalıyım ki bu hususu irdelemeyi terketmenin sebebi pekâlâ biraz önce bahsettiğim husus olabilir, Muavvizeteyn’in Kur’an’dan sayılmaması değil.

Ukbe el-Cühenî’nin naklettiği hadise göre Hz. Peygamber (s.a.) asha­bına şöyle demiştir: “Bugün benzeri görülmemiş âyetler nâzil olmuştur.” “Hangileridir?” diye sorulduğunda Muavvizeteyn şeklinde cevap vermiştir.(3)

Bu hadis de Felak ve Nâs sûrelerinin Kur’an’dan olduğunu göstermektedir. İkincisi İbn Mes‘ûd’un Muavvizeteyn’i kendi mushafına yazmamasının bir sebebi de Übey b. Kâ‘b’den rivayet edilen husustur, onun nakline göre Hz. Peygamber Muavvizeteyn’den söz ederken “şöyle deyiniz...” buyurmuş­tur. Biz şöyle bir kanaat belirleriz: Muavvizeteyn’in Kur’an’dan olduğu ve­ya olmadığı yolunda kesin bir beyanda bulunmayız, çünkü Resûlullah (s.a.) bu iki sûre hakkında bir beyanda bulunmamıştır. Abdullah b. Mes‘ûd’un durumu da bunun gibidir.

Bu söylediklerimizi destekleyen bir husus da Kur’an okunacağı zaman eûzu çekmenin emredilmesidir,(4) istiâze ise okuma işine başlamadan önce­dir. Felak ve Nâs sûreleri Kur’an’dan olsaydı istiâze konumunda bulunmak üzere mushafın başında yer almaları gerekirdi. İşte bu husus da meselenin mahiyetini bilmeyi engelleyen noktalardan biridir. Zaten biz bu konunun kapalı kalmasının imkân dahilinde bulunduğunu (ve bunun pratikte önem taşımadığını) daha önce anlatmıştık. Şunu hatırlatalım ki vahyin gelişi insan­ların ihtiyacına bağlıydı. Resûlullah ve sahâbîlerin uygulaması da ihtiyaç çerçevesinde oluyordu. Dolayısıyla konu söylediğim açıdan bilgi eksikliğinin zarar vermeyeceği bir özellik taşır.

İbn Mes‘ûd’un (r.a.) şöyle dediği rivayet edilmiştir: “Devemin beni gö­türebileceği herhangi bir yerde Kur’an T benden daha iyi bilen birinin bulun- duğunu bilsem mutlaka ona giderdim.”(5)

İbn Mes‘ûd’dan nakleden râviden rivayet edildiğine göre Resûlullah (s.a.) [ Cebrâil aleyhisselâma her yıl Kur ’ an’ ı bir defa arzediyordu. Ancak vefat ettiği yıl arzayı iki defa yapmıştır. Abdullah son arzaların ikisinde de hazır bulunmuş­tur. Muhtemeldir ki Hz. Peygamber son arzalarında Allah’ın dilediği metin­leri okumamıştır. Durum böyle olunca Abdullah b. Mes‘ûd Muavvizeteyn’e mushafta yer verilip verilmediğine dair semâın sabit olması için başkasına soru soracak bir konumda bulunmuyordu. Şu halde İbn Mes‘ûd’un bu mese­ledeki asıl fikrini bilme imkânımız kalmamıştır.

Bir başka yorum da şöyledir: Muhtemeldir ki Abdullah b. Mes‘ûd Felak ve Nâs sûrelerini Kur’an’dan addetmiş fakat iki sebepten ötürü bunları mushafına kaydetmemiştir. Birincisi Muavvizeteyn’in yazıldığı ve girdiği yer -yukarıda değindiğimiz üzere- herkesin elinde bulunan mushafların baş tarafı değildi. Bu sebeple İbn Mes‘ûd şahsî tertip ve tercihiyle bu iki sûre için farklı bir kayıt yeri belirlemeyi hoş karşılamamış, bu yüzden de hiç yazmamıştır.

İkincisi o, ezberleyip unutmamak için yazıyordu, halbuki Muavvizeteyn’i unutma tehlikesinden kendini emin görüyordu, çünkü bu iki sûre gündüz ve gece başlangıçlarında okunması gereken metinlerdir; ayrıca sıkıntılı durum­ların ortaya çıkması halinde sözü edilen iki sûre vasıtasıyla her türlü kötülük ve tuzaktan Allah’a sığınma eylemi faydalı olmaktadır, tıpkı istiâzede bulun­ma ve nakledilen çeşitli duaları tekrar edişte olduğu gibi, ibn Mes‘ûd Felak ve Nâs metinlerinin kendisince unutulmasından emin olunca yazmamıştır. Onun Fâtiha sûresini mushafına yazmamasının sebebi de bu kabildendir. Nihaî gerçeği bilen Allah’tır.

Kaynak:Ebû Mansûr el-Mâtürîdî,Te'vilatül Kur'an'dan Tercümeler,

Tercüme:Prof.Dr.Bekir Topaloğlu

Dipnotlar:

3)- Müslim, “Salâtü’l-müsâfırîn”, 264-265; Dârimî, “Fezâilu’l-Kur’ân”, 26.

4)-Müellif Mâtürîdî şu âyet-i kerîmeye işaret etmektedir: “Kur’an okuyacağın zaman kovulmuş
şeytandan Allah’a sığın” (en-Nahl 16/98).

5)-bk. Taberî, Câmiu ’l-beyân, I, 42; îbn Kesîr, Tefsir, I, 6.

Devamını Oku »

4 Mezhebe Göre Namaz Kılmayan Kişinin Hükmü

4 Mezhebe Göre Namaz Kılmayan Kişinin Hükmü

Bütün alimler, namazın akıllı, bulûğ çağına girmiş hayız ve nifastan temizlenmiş, deli olmayan, baygın bulunmayan her Müslümana farz olduğu hususunda ittifak etmişlerdir. Namaz bedenî bir ibadet olup asla vekâlet ve niyabeti kabul etmez. Bir kimsenin başkası yerine namaz kılması sahih olmaz. Bunun gibi, bir kimsenin başka bir kimse adına oruç tutması da sahih değildir. Bütün alimler, namazın farz olduğunu inkâr eden kimsenin kâfir ve murted olduğu hususunda ittifak etmişlerdir. Çünkü namazın farz oluşu Kur'an, sünnet ve icmadan kesin deliller ile sabittir.

Tembellik ve umursamazlık sebebiyle namazı kılmayan kimse günahkârdır, fasıktır. Ancak böyle bir kimse eğer yeni Müslüman olan biri ise yahut kendisine namazın farz olduğunun tebliğ edileceği bir müddet boyunca, Müslümanlar arasında bulunmamışsa namaz kılmadığından ötürü fasık olmaz, çünkü sorumluluk yoktur. Namazı kılmamak hem dünya, hem de ahirette azaba uğramayı gerektiricidir.

Ahiretteki, azabla ilgili Allah tealâ şöyle buyuruyor:

"Mücrimlere soracaklar ki, sizi cehenneme koyan şey nedir? "Namaz kılanlardan değil idik" diyecekler." (Muddesir, 43),

"Namaz kılıp da namazlarından gafil olanlara azab vardır." (Mâûn, 4),

"Onlardan sonra öyle bir nesil geldi ki, namazı kılmadılar ve şehvetlerine uydular.", "Onlar yakında gayya kuyusuna gireceklerdir." (Meryem, 59)

Peygamber (s.a.v.) de şöyle buyuruyor:

"Bilerek namazı terk eden kişiden, Allah ve Resulunun zimmeti uzaktır."

(Ahmed b. Hanbel, IV, 238, VI, 461 isnadı ile Mekhul'den rivayet etmiştir)

Namaz kılmamanın dünyadaki cezasına gelince:

Tembelliğinden veya umursamazlığından dolayı kılmayanlar hakkında fakihlerin farklı görüşleri vardır.

Hanefî'lere göre: (ed-Durru'l-Muhtâr, I, 326, Merakil-Felah, 60)

Tembellik sebebiyle namazını kılmayan kişi fasık olup, böyle bir kişi haps edilir ve namazı kılıp tevbe edinceye kadar vücudundan kan akacak şekilde dövülür. Ya tevbe edip namazını kılar yahut hapishanede ölür.

Ramazan orucunu terk eden kimse de bunun gibidir. Namaz ile orucun farz olduğunu inkâr etmedikçe yahut bunlardan birini hafife almadıkça, mesela, Ramazan'da herhangi bir özür olmaksızın oruç tutmamak gibi bir suç işlemedikçe öldürülmez.

Bunun dayandığı delil Peygamber (s.a.v.)'in şu hadisidir:

"Müslüman bir kimsenin kanı ancak üç şey sebebiyle helal olur: Zina eden dul, cana karşı can, dinini terk edip cemaatten ayrılan kişi (murted)."

(Buhari ve Muslim)

Hanefiler buna şu hususu da ilave etmişlerdir:

Namaz kılan kimsenin Müslüman olduğuna ancak dört şart ile hüküm verilebilir:

Namazı vakti içinde kılmak, cemaatle kılmak, yahut vakit içinde ezan okumak, yahut bir secde ayeti okununca bunu duyduğu zaman tilavet secdesi etmek. Zâhiru'r- rivaye'ye göre, oruç tutup hacca giden yahut zekât veren bir kâfirin Müslüman olduğuna hüküm verilmez

Hanefiler dışındaki diğer imamlara göre: (el-Kavânînu'l-Fıkkıyye, 42; Bidâyetu'l-Muctehid, I, 87; eş-Şerhu's-Sağîr, I, 238; Muğni'l-Muhtâc I, 327 vd.; el-Muhezzeb, I, 51; Keşşâful-Kınâ', I, 263; el-Muğni, II, 442)

Bir vakit de olsa, özürsüz olarak namazı terk eden kimse murted de olduğu gibi, üç gün tevbeye çağrılır, (Şafiilerle Cumhura göre, tevbeye çağırmak burada menduplur. Fakat, murtedi tevbeye çağırmak vacibtir. Çünkü murtedliğin cezası cehennem ateşinde ebedî olarak kalmaktır. Dolayısıyla murtedi önce cehennem ateşinden kurtarmak vaciptir. Fakat tembellikten ötürü namazı kılmamak böyle değildir. Böyle bir kimse kâfir olmaz.) tevbe etmezse öldürülür.

Maliki ve Şafiilere göre, ceza olarak (hadden) öldürülür, kâfir olduğu için öldürülmez. Yani bu kişinin kâfir olduğu ile hüküm verilmez. Ancak zina, iftira, hırsızlık ve benzeri suçlardan dolayı cezalandırıldığı gibi ceza olarak öldürülür. Böyle bir kimse öldürüldükten sonra yıkanıp cenaze namazı kılınır. Müslümanların kabristanına defnedilir.

Tacuddîn es-Subkî (ö.771/1370)'nin ifadesine göre, namazı terk edenin kâfir olacağını savunan Ahmed İbn'u Hanbel (r.aleyh) ile, karşı görüştekilerden eş-Şafiî (r.aleyh) arasında şöyle bir diyalog geçmiştir:

-Ahmed, sen, "Namaz kılmayan kâfir olur", mu diyorsun?

-Evet.

-Eğer kâfir olursa ne ile tekrar müslüman olur?

-Lâ ilâhe illallah Muhammedu'r Resulullah, diyerek.

-Adam bu sözü söylemeye zaten devam ediyor, onu bırakmış değil ki..

-Namaz kılarak müslüman olur..

-Kâfirin namazı geçerli olmaz. Böyle bir namaz ile de o kimsenin müslüman olduğuna hükmedilemez. Ahmed b. Hanbel bu noktada söyleyecek söz bulamaz.

(Tacuddin es-Subkî, Tabakâtu'ş-Şâfiiyyeti'l-Kubrâ, I, 220)

es-Subkî şöyle demektedir:

"Bu diyaloğu mezhebimiz (şafii mezhebi) âlimlerinden el-Hasan b. Ammâr anlatmıştır. Bu zat, Fahr'ul İslam eş-Şâşî'nin öğrencilerinden olan Musul'lu bir adamdır."

(Tacuddin es-Subkî, Tabakâtu'ş-Şâfiiyyeti'l-Kubrâ, I, 220)

el-Cassas (ö.370/980) da, namazı terk etmenin küfür sebebi olduğu konusunda delil olarak gösterilen, "Haram aylar çıkınca müşrikleri bulduğunuz yerde öldürün. Onları yakalayın, hapsedin. Onları her gözetleme yerinde oturup bekleyin. Eğer tevbe eder, namazı kılar ve zekatı verirlerse, siz de onların yollarını boşaltın", (Tevbe 5) ayetini yukarıdaki bakış açısı ile değerlendirmekte ve şöyle demektedir:

"Malumdur ki, ayette geçen `Müşrikleri öldürün' emrinin ortadan kalkması için kaçınılmaz şart, şirkten tevbe etmektir. Allah'ın namaz kılmak ve zekat vermek konusundaki emrini kabul etseler de o sırada namaz vaktinde bulunmasalar, müslüman olacakları ve kanlarının haram olacağı konusunda ihtilaf yoktur. Buradan anlıyoruz ki öldürülmekten kurtulmalarının şartı Allah'ın emirlerini kabul edip, onların bağlayıcılığını itiraf etmektir, fiilen namaz kılmak değildir. Bu konuda ayette sözü geçen zekât da namaz gibidir. Çünkü, malın üzerinden bir yıl geçmedikçe, yalnızca müslüman olmakla zekât vermek gerekmez. Şu halde, öldürülmeleri emrinin ortadan kalkması için zekât vermelerinin şart olması da makbul değildir"

(el-Cassas, Ebubekir Ahmed b. Ali, Ahkâmu'l - Kur'an, IV, 270)

Görülüyor ki, Tevbe, 5 ayeti, namazı terk edenin kâfir olacağı konusunda delil olmaktan uzaktır.

Namazı terk edenin kâfir olacağını ifade eden hadislere gelince, İslam ulemasının çoğunluğu bunlarda söz konusu edilen küfrü, "kufrân-ı nimet" (nimetin görmezlikten gelinmesi) (İbnu Ruşd, el-Mukaddemât, I, 65) ; "Namazı, farz olduğunu inkâr ederek terk etmek" (el-Cassas, Ebubekir Ahmed b. Ali, Ahkâmu'l - Kur'an, IV, 270) şeklinde yorumlamakta ya da; tehdit ve sakındırma amacına yönelik olduklarını, "namazı ihmal etmek, kişiyi küfre götürecek davranışlara sürükleyebilir" anlamını taşıdıklarını söylemektedirler.

(es-Suyûtî, Celâluddîn, Şerhu Suneni'n-Nesâî, (en-Nesâî'nin es-Sunen'i ile bir arada) I, 232; Ahmed Abdurrahman el-Bennâ, Bulûğu'l-Emânî Şerhu'l Fethu'r Rabbânî, II, 80)

Belirtmek gerekir ki "Onlarla bizim aramızdaki ahit namazdır. Kim onu terk ederse kafir olmuştur,"hadisinin zahirî anlamını esas kabul etmek mümkün değildir. Zira hadisin başındaki "onlar" kelimesi ile münafıklar kast edilmektedir. Buna göre hadisin anlamı `İslami hükümlerin onlara uygulanması konusunda temel kriter, namaza gelmeleri ve zahiri hükümlere boyun eğmeleri konusunda müslümanlara benzetilmeleridir. Namazı terk ettikleri zaman bu nitelikleri yok olacağı için diğer kafirler gibi olurlar' demek olur.

(Ahmed Abdurrahman el-Bennâ, Bulûğu'l-Emânî Şerhu'l Fethu'r Rabbânî, II, 80; et-Tîbî, Huseyin b. Muhammed b. Abdullah, Mişkâtu'l-Mesâbîh- el-Kâşif an Hakâiki's-Sunen, II, 155)

Kısaca hadisin konusu müminler değil, münafıklardır. Zaten kafir olan münafıklar için küfre girmek değil, olsa olsa küfürlerinin açığa çıkması söz konusudur. Şu halde bu hadis, namazı terk edenin kâfir olacağı ve öldürüleceği konusunda delil olmaz:

Diğer hadislerin ise yukarıda belirttiğimiz biçimlerde yorumlanmasını zorunlu kılan gerekçelere sahip bulunmaktayız.

Malikilerin namaz kılmayanın tekfir edilmemesinde dayandıkları delil, Allah tealânın:

"Allah kendisine eş koşulmasını bağışlamaz, kendisine eş koşma dışındaki suçları diledikleri hakkında bağışlar." (Nisa, 116)

Bu konuda bir çok hadis de vardır. Bu hadislerden biri Ubade b. Sâmit hadisidir.

"Beş vakit namazı Allah tealâ kullar üzerine farz kılmıştır. Bunları yerine getirip hiç birini kaçırmayan, bu namazların hakkını hafife almayan kimseyi Allah tealâ cennete koymaya söz vermiştir. Fakat bu namazları yerine getirmeyenler hakkında böyle bir sözü yoktur. Dilerse âzab eder, dilerse bağışlar."

(Ahmed; Ebu Dâvud, Vitir, 2, Salât, 9; Neseî, Salat, 6; Darimi, Salat , 208, Muvatta, Salatu'l Leyl, 14 ve İbn Mace,İkâmetu's-Salât, 194) rivayet etmişlerdir. Neylu'l-Eviâr, I, 294)

Bu hadislerden biri de Ebu Hurayra (r.anh) hadisidir:

"Kulların kıyamet günü ilk hesaba çekilecekleri amel namazdır. Rabbimiz, meleklere şöyle buyuracaktır: `Kulumun namazlarına bakın, onları tam mı kılmış, eksik mi bırakmış?'

Eğer namazları tam ise, tam olarak yazılır. Eğer eksiği varsa Allah tealâ şöyle buyuracak: `Bakın kulumun nafile namazı var mı?'

Eğer nafile namazı varsa Allah: `Kulumun farz namazlarını, nafile namazlarıyla tamamlayın'

buyuracak, sonra diğer farz ibadetleri de aynı işleme tabi tutulacaktır."

(Tirmizî, Salât, 188; Ebu Dâvûd, Salât, 145 - 149; Nesaî, Salât, 9, Tahrîm, 2; İbn Mâce, İkame, 202)

Bu hadisi beş imam rivayet etmiştir. Bu iki hadis konusunda başka hadisler de vardır. Neylu'l-Evtâr, I, 295 vd) Bir kimse namaz kılmamakla kâfir olmaz. Çünkü kâfir olmak inanmamakla olur. Bu kişinin inancı ise sağlamdır. Eğer namazın farz olduğunu inkâr ederek kılmazsa kâfir olur. Bu alimler, Hanbelilerin delil olarak ileri sürdükleri hadisleri namazı terk etmeyi, helal kabul eden yahut kâfirlerin müstahak oldukları cezaya (ki, bu da öldürülmektir) çarptırılmayı hak eden manasına tevil etmişlerdir.

İmam Ahmed b. Hanbel şöyle demiştir: (el-Muğnî, 442-447)

Namaz kılmayan kâfir olduğu için öldürülür. Çünkü Allah tealâ şöyle buyuruyor:

"Haram aylar çıktığı zaman müşrikleri nerede bulursanız öldürün, onları yakalayıp esir edin, bütün gözetleme yerlerinde onların yollarını kesin. Eğer tevbe edib namazı kılar, zekâtı verirlerse onları serbest bırakın. Şüphesiz Allah Gafurdur, Rahimdir." (Tevbe, 5)

Bu ayete göre, namazı kılmayan serbest bırakılma şartını yerine getirmemiş olur. Dolayısıyla öldürülmesi mübah olarak kalır, namazını kılmayan kimse bu sebeple serbest bırakılmaz.

Peygamber (a.s.) de şöyle buyuruyor:

"Kişi ile küfür arasındaki fark namazı terk etmektir."

(Buharî, Neseî, Kutub-i sitte sahipleri ve İmam Ahmed rivayet etmiştir. Neylul'l-Evtâr, I, 291.) Bu hadis, namazı kılmamanın küfrü gerektiren hususlardan olduğuna delil teşkil etmektedir.

Yukarıdaki hadisin bir benzeri de Burayde hadisidir:

"Bizim ile sizin aranızdaki ahit namazdır. Namazı kılmayan kâfir olur."

(Bu hadisi beş imam ile İbni Hibban, Hakim rivayet etmiş olup Neseî ile Irakî sahih demişlerdir. Bu konuda başka hadisler de vardır. Neylu'l-Evtâr, I, 293vd)

Bu hadis de namaz kılmayanın kâfir olduğuna delalet eder.

İmam Şevkânî, bu görüşü tercih ederek şöyle demiştir:

Gerçek olan, namaz kılmayanın kâfir olduğudur. Namaz kılmayan kâfir olduğu için öldürülür. Fakat, bazı küfür çeşitleri bağışlanmaya ve şefaate hak kazanmaya mani değildir.

Ben (Prof. Vehbe Zuhayli ) ise birinci görüşe meylediyorum. O da namaz kılmayanın kâfir olmadığına hükmetmektir. Çünkü, kelime-i şehadet getirdikten sonra bir Müslümanın cehennemde ebedî olarak kalmayacağına dair kesin deliller vardır.

Peygamber (a.s.) şöyle buyuruyor:

“…Kim ‘lâ ilâhe illâllah’ der ve Allah’tan başka tapınılan şeyleri reddederse, onun malına ve canına haksız yere dokunmak haram olur. Hesabı Allah’a kalmıştır.” [Müslim, İman 35, hadis no 21]

Başka bir hadis-i şerifte de şöyle buyurulmuştur;

"Lâ ilahe illallah" deyip kalbinde bir arpa ağırlığı kadar hayır bulunan kimse cehennem ateşinden çıkacaktır. Yine kalbinde buğday tanesi kadar hayır bulunduğu hâlde "Lâ ilahe illallah" diyen kimse cehennem ateşinden çıkacaktır. "Lâ ilahe illallah" diyen ve kalbinde zerre kadar hayır bulunan kimse de cehennem ateşinden çıkacaktır"

(Buhari ; Enes (r.anh)ten rivayet edilmiştir)

Hanefilerin dışındaki üç mezhebe göre namaz kılmamanın cezası ölümdür

Hanefiler dışındaki cumhura göre öldürülme şekli eğer tevbe etmezse kılıçla boynunu vurmaktır.

(Prof. Vehbe Zuhayli; İslam Fıkhı Ansiklopedisi, C.1 , S.387-390)

Ahmed b. Hanbel ile eş-Şâfiî ve Malik b. Enes, namazı kasten terk edenin itikadi durumu hakkında farklı görüşlere sahip iseler de, böyle bir kimseye ölüm cezası uygulanacağı görüşünde birleşmektedirler. Ancak Ahmed b. Hanbel'e göre cezanın gerekçesi irtidat/dinden dönme iken, eş-Şâfiî ve Malik b. Enes'e göre gerekçe namazı kasten terk etme suçudur. Şu halde eş-Şâfiî'ye göre namazı terk etmekle irtidat hariç ölümü gerektiren bir suç arasında fark yoktur. Dolayısıyla namazı terk ettiği için öldürülen bir insan, İslami hükümler gereğince yıkanır, kefenlenir, cenaze namazı kılınır, müslüman mezarlığına gömülür ve varisleri ile arasında miras hükümleri uygulanır. eş-Şâfiî, namazı kasten terk eden kimseye uygulanacak prosedürü şöyle ifade etmektedir:

"Müslüman olanlardan farz namazı terk eden kimseye "niçin namaz kılmıyorsun?" diye sorulur. Eğer sebep olarak unutmaktan söz ederse, `Hatırladığın zaman kıl' deriz. Eğer hastalıktan söz ederse, `İster ayakta, ister oturarak, ister yan yatarak, ister ima ile; gücün nasıl yeterse öyle kıl' deriz. Eğer, `Namaz kılmaya gücüm yetiyor, gerektiği gibi de kılabiliyorum(ama yine de kılmayacağım)' derse ona; `Namaz, senin yerine başkasının yapamayacağı bir görevdir. Ancak senin eyleminle yerine gelir. Bu sebeple, kılarsan ne âlâ, kılmazsan tevbe etmeni isteriz. Tevbe etmezsen seni öldürürüz' deriz."

(eş-Şâfiî, el-Umm, II, 225) Malik b. Enes de, "Kim Allah'a inanır, peygamberleri tasdik eder ve namaz kılmazsa öldürülür,"

(el-Kurtubî, Muhammed b. Ahmed, el-Câmi'li Ahkâm'il-Kur'ân, VIII, 48) ifadesiyle, eş-Şâfiî ile aynı görüşe sahip olduğunu ortaya koymaktadır.

Ahmed b. Hanbel, namaz kılmamakta direnen kimseyi öldürmeden önce üç gün hapsetmeyi vâcib görürken, eş-Şâfiî bunun iyi bir şey olduğunu, ama şart olmadığını söylemektedir. (eş-Şâfiî, el-Umm, II, 226)

İslâm Hukukunda had cezaları, bir takım suçlar karşılığında bizzat Allah ve Allah Resulu (s.a.v.) tarafından tespit edilmiş cezalardır. Ta'zîr cezaları ise, vahiy tarafından netlikle belirtilmeyen; hâkimin takdirine ve âlimlerin içtihadına bırakılmış olan cezalardır.

Namaz kılmayanlarla ilgili, Allah ve Allah Resulunun (s.a.v.) telaffuz buyurduğu her hangi bir had cezası söz konusu değildir. Şüphesiz, ayet ve hadislerde namaza çok büyük emir ve teşvik vardır. Dünya saadetinin de, ahiret saadetinin de zembereğinin namaz olduğu söylenmiştir. Namaz kılmamanın sonucunun da tehlikeli olacağı konusunda ciddi uyarılar mevcuttur.

Nitekim, Burayde'nin (r.anh) rivayet ettiği bir hadis-i şerifte Allah Resulu (s.a.v.) namaz kılmamakla ilgili şöyle buyurmuştur:

"Kâfirlerle aramızı ayıran fark, kılmayı taahhüt ettiğimiz namazdır. Kim namazı terk ederse, kâfir olur" (Nesâî, Salât, 8)

Bu hadis-i şerifte yer alan hükmü ile; doğrudan namaz kılmayanın mı kast edildiği, namazı önemsemeyenin mi kastedildiği, namazı inkâr ederek terk edenin mi anlatılmak istendiği konusu âlimler arasında tartışılmıştır. Namazı önemsememek küfür sebebi olur. Nihayet namazı "inkâr" ederek terk edenin kâfir olacağı hükmü yer almıştır.

Bu hadisin zahirine bakan İmam , Ahmed bin Hanbel namaz kılmayanın küfre girdiği görüşündedir.

Mâlikîler, Şâfiîler ve Hanefiler ise, "Tazîr cezası ise, yukarıda beyan ettiğimiz gibi, hâkimin ve ulu'l-emrin takdirine göre verilebilen bir ceza türüdür. İnkâr olmadıkça, namaz kılmayanın küfrüne hükmetmemişler, ancak namaz kılmayanın hemen tevbe etmesini teklif etmişlerdir. Tevbe etmediği takdirde, her üç mezhepte de tevbe edene kadar ta'zir cezası gündeme getirilmiştir. (1)

Hanefilere Göre Namaz Kılmayan Tecrid Edilir

Hanefilere göre, tembellik yüzünden namazını terk eden kimse, namazı inkâr etmediği sürece dinden çıkmaz, ancak günahkâr, fasık olur. Kendisi bu konuda uyarılarak tevbeye , kötü örnek olmaması için toplumdan tecrid edilir ve te'dib amacıyla dövülür. Ramazan orucunu terkeden kimse de bunun gibidir (Ibn Abidîn, Reddül-Muhtâr, Mısır, t.y., I, 326; eş-Şürünbülâlî, Merâkıl-Felâh, Mısır 1315, s. 60; ez-Zühaylî, el-Fıkhul-Islâmî ve Edilletuh, Dimaşk 1985, I, 503).

Hanefiler dışındaki mezhep imamlarına göre ise, namazını özürsüz olarak terkeden kimse, mürted'de olduğu gibi İslâm toplumuna karşı gelmiş sayılır ve tövbe etmezse en ağır şekilde cezalandırılır. (Ibn Rüşd, Bidâyetül-Müctehid, Mısır t.y., I, 87; eş-Şirâzî, el-Muhezzeb, el-Nalebî tab'ı, I, 51; Ibn Kudâme, el-Muğnî, 3. baskı, Kahire t.y., II, 442-447; ez-Zühaylî, a.g.e., I.503, 504; Krş. et-Tevbe, 9/5; Buhârî, Diyât, 6; Müslim, Kasâme, 25, 26).(2)

ayrıca bkz: http://ahmednazif.blogspot.com.tr/2015/02/namaz-terk-edenin-hukmu-ve-hz-edip-rann.html

(1) http://www.islam-tr.com/forum/konu/namaz%C4%B1-terk-etmenin-_k%C4%B1lmayan%C4%B1n_-h%C3%BCkm%C3%BC.11226/

(2) http://www.sevde.de/Fikhi/N/namazi_terketmenin.htm
Devamını Oku »

Diyanet,Cia'nın Hadis Savaşına Nasıl Dur Dedi ?

Diyanet,Cia'nın Hadis Savaşına Nasıl Dur Dedi ?

ABD’nin, Müslüman’ın dinini değiştirme savaşı!

Geçen hafta 12 Şubat 2016 tarihli Diyanet’in camilerde okutturduğu Cuma Hutbesi gerçekten de tebrike şayandı. Aslında, bütün hutbeler böyle İslam düşmanı tuzaklara karşı Müslümanları uyarıcı bir nitelikte ve özellikte olmalıdır!

Bu Cuma hutbesinin tebrik edilecek niteliği ve özelliği nedir?

Bilindiği gibi, 2001 yılında İslam’a ve İslam dünyasına karşı bir Haçlı savaşı başlatan ve adına da “Son Haçlı Seferi” Diyen ABD diğer Batılı devletleri de arkasına alarak başlattığı bu savaşta öncelikle Müslümanların (özellikle ve öncelikle Türkiye Müslümanlarının) İslam anlayışını değiştirmeyi amaçlıyor.

Bu operasyonda en çok üzerinde durulan ve öncelikle yaygınlaştırılmağa çalışılan konu da, “Kur’an-ı Kerim’den başka İslam’da kaynak yoktur” anlayışını yaymaktır ve böylece Hz. Peygamberi ve sünnetini dışlayarak, Müslümanların İslam anlayışını yaşanır ve uygulanır olmaktan çıkarmaktır.

Dini kuralları sadece düşünce ve inanç düzeyinde tutarak en küçük darbeler ve müdahalelerle değişim ve başkalaşıma uğratacak hale getirmekti.

İşte önceki hafta Cuma günü Türkiye’de bütün camilerden ve mescitlerden okutulan Hutbe, İslam düşmanlarının İslam’a karşı başlattıkları Haçlı savaşının bu tarafına dikkat çekiyor ve Müslümanları uyarıyordu.

CIA’NİN İSLAM’DA SÜNNETİ DIŞLAYAN AKIM MERKEZİ

CIA’nin desteğinde faaliyet gösteren, asıl adı Birleşik Kilise Hareketi (Unification Church) olan Moon Tarikatı’nın toplantılarına katılan ilahiyatçıların sünneti dışlayan ve “Kur’an’dan başka kaynak yoktur” iddiasında bulunan görüşler ileri sürmeleri dikkatleri çekmiştir. Bu ilahiyatçılar, reformist formatta meal çalışmaları yapmışlardır. Edip Yüksel bunlara bir örnektir. Türkiye’den ABD’ye giden Edip Yüksel, Peygamberimiz’in sünnetini reddeden ve Kur’an-ı Kerim’den bazı ayetleri inkar eden ve peygamber olduğunu iddia eden, Reşad Halife'nin öğrencisi olmuştur.[1] Edip Yüksel Reformist görüşler yansıttığı internet sitelerinde [2] İslam’da sünnetin dışlanması konusunda çalışmalar yapan Amerikan kuruluşları için kitaplar yazdığını şöyle itiraf etmiştir: “Kuran'dan başka dini kaynakları reddederek İslam'da reform hareketini destekleyen Renaissance Institute, International Community of Submitters ve The Monotheist Productions için İngilizce kitaplar ve makaleler yazdım.” [3]

Edip Yüksel, çalışmalarında şöyle iddialarda bulunmuştur: “Dini Tek kaynak Kur’an'dır. Hadis ve Sünnet dinde esas alınmamalıdır. Namaz günde 5 Vakit değil, 3 Vakittir. Kuran namaz için belli bir rekat sayısı bildirmiyor. Namazın kaç rekat kılınacağı kişinin durumuna ve koşullara bağlıdır. Muhammed Son Resul değildir. Son nebidir. Kadınlar başlarını örtmek zorunda değillerdir. Kadının adeti abdesti bozmaz. Domuzun sadece eti haramdır, yağı yenilebilir. Hacc’ı birkaç günde yapmak şart değildir, 4 ay içinde yapılabilir. Kürtaj konusunda 3 aylığa kadar hamilelerin kürtaj yaptırması normaldir.” [4]

Edip Yüksel Türkiye’de kendisiyle yapılan bir röportajda da “Hadisle sünnetin reddedilmesi gerekiyor” demiş ve İslam tarihinde en güvenilir ve en sağlam hadis kitabı olan Buhari’nin “mikrop dolu felaketli bir kitap olduğunu” söylemiştir.[5]

ABD’DE KUR’AN’CILAR HAREKETİ!

ABD’de Edip Yüksel’in düşüncesinde, kendilerini “Kur’ancılar” olarak tanımlayan ve hadise itibar etmeyen bir hareket bulunmaktadır.[6] Sözkonusu hareketi yürütenler, kökenlerinin Muhammet Abduh’a dayandığını söylemişlerdir. Buna gerekçe olarak “Muhammet Abduh’un tasavvufa karşı mesafeli olduğunu, şefaati kabul etmediğini ve Kur’an dışındaki kaynakları benimsemediğini” göstermişlerdir. “Kur’ancılar” Hareketinin üyeleri arasında, Amine Vedud’un da bulunması ilginçtir. Hatırlanacağı üzere Amina Vedut, “İslam’ın en iyi örneğinin Amerikan İslamı olduğunu“ ileri sürmüş ve İslam reformu projesi kapsamında, erkek-kadın karışık bir cemaate kilisede Cuma namazı kıldırmıştır.[7]

Peygamberimiz’in sünnetini dışlamak ve yok saymak için ileri sürülen, “Kur’an-ı Kerim’den başka kaynak yoktur” görüşü derinlemesine sorgulandığında, aslında Kur’an-ı Kerim’in de kaynak olmadığı sonucuna götüren derin ve sinsi bir fitne oyunu olduğu ortaya çıkacaktır.

CIA RAPORLARINDA “HADİS SAVAŞLARI”

Müslümanları Peygamber’in sünnetinden vazgeçirmek, bugün ABD’nin İslam dünyasına yönelik sürdürdüğü sinsi ve sessiz savaşın öncelikli konularındandır.

Nitekim ABD’nin Irak Eski Büyükelçisi Zalmay Khalilzad’ın yahudi asıllı eşi Cheryl Barnard’in, ABD Hava Kuvvetleri’ne (Pentagon’a) ve CIA’ye çalışan araştırma kuruluşu Rand Corporatıon adına 2003’te hazırladığı “Ilımlı İslam” (Civil Democratic Islam) adlı 83 sayfalık raporda "The Hadith Wars" -Hadis Savaşları-başlığı altında hadislerin ayıklanması gerekliliği yazılmış-sayfa 49- ve Kur'an’ın yeniden yorumlanması gerektiği ve bunun nasıl yapılacağı raporda tek tek yazılmıştır. Raporda, Kur’an-ı Kerim ayetleri ve Hadisler üzerinde şüpheler meydana getirecek çalışmaların yapılması, modernist yeni Müslüman liderlerin meşhur edilmesi ve geleneksel Müslümanlara karşı kullanılması, sünnet ve hadislere itibar etmeyen tarikatların ve fikir akımlarının desteklenmesi tavsiye edilmiştir. [8]

ABD NEDEN “MUHAMMED”SİZ İSLAM İSTİYOR?

Bilindiği gibi, Kur’an-ı Kerim, Yüce Allah tarafından Hz. Peygamber’e topyekün bir kitap halinde indirilmemiştir. Yaklaşık 23 sene içerisinde bazen sure sure, bazen ayet ayet vahiyle indirilmiştir. Kur’an-ı Kerim vahiylerinin ashaba tebliğ edilmesi görevi Peygamberimizin sünnetiyle iç içe bir olaydır. Zira her vahiy geldiğinde, ayet ve surelerin, Allah’ın kitabının neresine konulacağı, hangi bölüme yerleştirileceği, Allah’ın bildirmesiyle Peygamberimiz tarafından tayin edilmiştir. Yine Kur’an ayetlerinin ne anlama geldiği ve nasıl yorumlanacağı ve nasıl uygulanacağı da Peygamberimiz tarafından beyan ve izah edilmiştir.

Her vahiy geldiğinde ayet ve sureler, Vahiy katipleri tarafından taşlara, kemiklere ve ceylan derilerine yazılmıştır. O zamanki imkanlarda ve şartlarda Allah’ın kitabı bu şekilde kayıt altına alınmıştır. Kur’an-ı Kerim’in, parçalar halinde olan ayetleri ve sureleri Peygamberimizden sonra Hz. Ebu Bekir’in halifeliği zamanında, uzman bir heyetin ciddi çalışmalarıyla, biraraya toplanmış ve bir kitap haline getirilmiştir. Bu çalışmada ayetler ve sureler, Hz. Peygamber’in hayattayken emrettiği şekilde sıraya konularak kaydedilmiştir. Kılı kırk yararcasına titizlik gösterilen bu faaliyette, öncelikle her ayet veya surenin Peygamber zamanında yazılmış olması şart koşulmuştur. Üstelik getirilen yazılı Kur’an parçalarının, Peygamber’in huzurunda yazıldığına dair iki şahit gösterilmesi de esas alınmıştır.

Bu hummalı çalışma göz önüne alındığında, her ayet veya surenin heyete arzedilmesinde (getiren kişi ve iki şahit olmak üzere) en az üç kişi görev yaptığına göre, 6666 ayet ve 114 sureden oluşan Kur’an’ın bir kitap haline getirilmesinde yüzlerce ashabın büyük emeğinin ve katkısının olduğu ortaya çıkacaktır.

İşte Kur’an-ı Kerim’in dışında kaynak kabul etmeyen anlayış, Allah’ın kitabının sadece Hz. Peygamber tarafından tebliğ edilişini dışlamakla kalmıyor, yüzlerce sahabenin bu hizmetini ve emeğini de yok sayıyor. Nasıl zincirin bir halkası koparıldığında diğer halkalarının hiçbir fonksiyonu kalmazsa, Kur’an-ı Kerim’i bize kadar intikal ettiren zincirin ilk halkaları olan Hz. Peygamber ve ashabının kaynak olmadığı kabul ettirildiği takdirde bugün Müslümanların okuduğu Allah’ın kitabının sağlam bir kaynak olmadığına hükmedilmiş olacaktır. Bu yüzden “Kur’an’dan başka kaynağın olmadığını” ileri sürmek, aslında dolaylı olarak Allah’ın kitabının sağlam kaynak olmadığını iddia etmek demektir.

Kısacası İslam düşmanlarının sünneti dışlayan fitne olayı; Müslümanların zihinlerinde sadece Hz. Peygamber’e ve sünnetine olan güveni ve inancı değil, Kur’an-ı Kerim’e, dolayısıyla tüm İslam dinine olan inancı ve güveni zaafa uğratmayı hedef alan büyük bir oyundur.

NİHAİ HEDEF: “KELİME-İ TEVHİD’İN İKİNCİ KISMINI KALDIRMAK!”

Sümürgeci Batı’nın İslam ülkelerine dayattığı programlara kendini kaptıran bazı İslami kesimlerde, Müslümanları sünnetten vazgeçirme oyununa paralel, Peygamberimiz’i açıkça ihmal ve gözardı eden bazı söylemler ve eylemler de dikkat çekiyor. Allah’ın Resulüne karşı bu tavırlar, Müslümanların, Peygamber’e inanmanın şart olmadığı anlayışına sürüklenmek istendiğini gösteriyor.

Nitekim İslam’ın temel esası olan Kelime-i Tevhid’in (Kelime-i Şehadet) ikinci kısmını, yani “Muhammedün Resulullah” (Muhammet Allah’ın Peygamberidir) bölümünü yok sayan değerlendirmeler ve etkinlikler de bunu ortaya koyuyor.

Sözünü ettiğimiz çarpık söylemler ve eylemler, Müslümanların İslam anlayışını değiştirmek ve dönüştürmek üzere ortaya atılmış programlardan olan Dinlerarası Diyalog programı faaliyetlerinde ve etkinliklerinde çokça rastlanıyor.

BUGÜN PEYGAMBER’İN DIŞLANDIĞI SÖYLEMLER VE EYLEMLER

Sözünü ettiğimiz çarpık söylemler ve eylemler, Müslümanların İslam anlayışını değiştirmek ve dönüştürmek üzere ortaya atılmış programlardan olan Dinlerarası Diyalog programı faaliyetlerinde ve etkinliklerinde çokça rastlanıyor. Bu eylem ve söylemleri maddeler halinde şöyle özetleyebiliriz:

· “Hıristiyanlarla Müslümanların İsa’da birleşmesi gerektiği” söylenmiş,[9] Peygamberimiz dikkate alınmamıştır.

· Peygamberimiz (SAS) gönderildikten ve onun getirdiği son din İslam’dan sonra, Hıristiyanlık ve Yahudilik artık hükümsüz kılınmasına rağmen, bu iki dini, “hak dinler” olarak nitelendirenler [10] hatta “İslam’dan” sayanlar [11] olmuştur. Böylece Peygamberimiz (SAS) Efendimiz hiçe sayılmıştır.

· Kelime-i Tevhid’in (Şehadet’in) ikinci esasını ifade eden “Muhammedün Resulullah” (Muhammed Allah’ın Peygamberidir) kısmını kaldırmayı ve yok saymayı hedefleyen Dinlerarası Diyalog programcıları (örneğin, Vatikan İstanbul Temsilcisi Georges Maroviç) tarafından Fethullah Gülen’in şu sözleri ön plana çıkarılmış ve çok kullanılmıştır: “Kelime-i Tevhid’in ikinci bölümü, “Muhammet Allah’ın resûlüdür” kısmını söylemeden sadece ilk kısmını ikrar edenlere rahmet ve merhamet nazarıyla bakmalıdır.” [12]

Kur’an-ı Kerim’de “Seni âlemlere ancak rahmet olarak gönderdik” [13] buyurulan Peygamber Efendimizi (SAS) tanımayan ve kabul etmeyenleri nasıl rahmet nazarıyla bakacağız?

SONUÇ

Kısacası İslam düşmanları, İslam’la ve İslam alemiyle savaşlarında, Müslümanların din anlayışlarını yıkmak için Peygamber’imizi ve sünnetini yok sayan ve dışlayan bir İslam anlayışı oluşturmağa çalışıyorlar. İslam’ın nasıl anlaşılması ve yaşanması lazım geldiğini en doğru bir şekilde açıklayan ve öğreten Peygamberimiz’i ve sünnetini yok saydığınızda İslam yaşanmaz, toplumsal sorunlara ve ihtiyaçlara cevap veremez kısır bir din haline gelir. İslam anlayışı bu hale geldiğinde, Hak din Müslümanlara güç ve hayat veren bir dinamik olmaktan çıkar.

Müslümanların Kur’an-ı Kerim’e olan bakışını ve inanışını da tehlikeye atan bu görüşler ve akımlar Türkiye’de de özellikle bazı yazarlarımız arasında da vardır. Bilmemek ve İslam düşmanlarının aldatıcı davranışlarına kapılmak, ne kadar büyük talihsizlik ve veballerle dolu bir yoldur.

Bu durumda inançlarımızda ve manevi anlayışlarımızda herhangi bir yanlışımız var mıdır diye kendimizi devamlı sorgulamamız ve hayatımızı gözden geçirmemiz gerekmiyor mu?

Sevgiler, saygılar…

Hasan Erden | Anahaber Yorum .com

--------------------------------------------------------------------------------

[1] http://tr.wikipedia.org/wiki/Edip_Y%C3%BCksel

[2] http://www.19.org, http://www.islamicreform.org vb.

[3] http://www.yuksel.org/t/yuksel/

[4] http://www.yuksel.org/t/din/kurtaj.htm

[5] 21.08.2011, http://www.8sutun.com/Mürted-Edip-Yüksel-hadislere-mikrop-d…

[6] 12 Mart 2008, http://www.timeturk.com/news_detail.php?id=1704

[7] http://www.yenisafak.com/arsiv/2005/mart/21/d02.html

[8] Tercüme /Derleyen: Ahmet Eryılmaz / Turkish American Journal (USA)30 Mart 2007

[9] Prof. Dr. Suat Yıldırım, Aksiyon Dergisi’nin, 08.12.2003 tarihli, 470. sayısı.

[10] Diyanet’in “Kur’an Yolu” Tefsirinin2006 tarihli baskısının 1. Cildinde 72. ve 73. sayfalarında (tefsirin daha başka yerlerinde de olabilir) “Bütün hak dinler” kavramı kullanılıyor. Bu kavramla İslam’dan başka hangi dinler kasdediliyor olabilir.

[11] Kur’an Yolu Tefsiri, Ankara, 2006, C: 1, s: 523.

[12] Küresel Barışa Doğru, Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı Yayınları, s. 131

[13] Kur’an-ı Kerim, Enbiya Suresi: 107. Ayet.
Devamını Oku »

Namaz

Namaz

Ey Aziz! Kul ile küfür arasında namazın terki vardır.” sözünden ne anladın? “Allahu ekber” niyetini işittin, şimdi de “Fâtihat-ül-kitab’ı dinle ki Muhammed Mustafa şöyle demiştir: “Fâtihasız namaz olmaz.” Ey Aziz! Hiç “Rabbime gidiyorum”a(Saffat,99)doğru yol aldın mı? Hiç “Allahu ekber” dediğinde mülk ve melekûtun varlığının yok olduğunu gördün mü? Hiç tekbirde “mahv”dan sonra “isbât”ı gördün mü? Hiç “Allah’a defalarca hamd olsun.” diye şükrettiğinde mahvdan sonra isbat nimeti hâsıl oldu mu? Hiç “Sübhânallah”ta onun tenzihini gördün mü? Hiç, “sabah”da insanların bidayetini, “akşam”da insanların nihayetini gördün mü? “Sabah ve akşam vakitlerinde Allah’ı teşbih ederim.”(Rum,17) ifadesi sana “Geceyi gündüze katar, gündüzü de geceye katarsın.”(Al-i İmran,27) âyetinin ne anlama geldiğini söyleyecektir.

Hiç “Veccehtü vechiye lillezî (Ben yüzümü çevirdim O na ki)”(En’am,79) âyetinin hakikati ile ihrâma girdin mi? Hiç âyette geçen “vechiye (yüzümü)”nin “yâ”sını “lillezî (O’na ki) nin ya’sında gark olmuş gördün mü? Hiç âyette geçen fetara (yarattı) fiilinde kendini kaybolmuş gördün mü? Hiç âyette geçen “es-semâvâti ve’l-arza (gökleri ve yeri)” ifadesindeki iki makama şâhit oldun mu? “Hayır, gördüklerinize ve görmediklerinize yemin ederim ki... ”(Hakk’a,38-39) âyetinin hakikati budur. Hiç “millete ibrâhîme hanîfa (İbrâhim’in milletinden hanîf olarak)” ifadesinin hakikatini gördün mü ki İbrâhim şöyle dedi: “Ben müşriklerden değilim.”(En’am,79)

Burada Hz. Muhammed’e neden İbrahim'in milletine tâbi ol” dediğini bilirsin.Hiç, müslimen (Müslüman olarak)" kelimesi için istiğfar ettin mi?Hiç“Ben müşriklerden değilim" âyetini kendi fânî varlık tahtına vurup onun seni tanı kıldığını gördün mü? İşte bu durumda müşriklerden sonra sadık olursun. Kişi “Ben müşriklerden değilim’de yok olursa, müşriklik ona ne yapabilir ki? “Yeryüzünde bulunan her şey fanidir.”(Rahman,26) ayetine göre müşrik nerededir?

“Şüphesiz benim namazım da ibâdetlerim de hayatım da ölümüm de hiçbir ortağı olmayan, âlemlerin Rabbi Allah mdır”(En’am,162) hakikatini gördükten sonra vaktin nâtıkı olursun, kalbin onun dili olur. Dil sohbet etmeye ve konuşmaya başlar. “Alemlerin Rabbi" demeyi ancak taklit yoluyla görmüştün. “Lâ şerike leh”in kendisi bu sözün anlamını sana söyler. Eğer tam olarak kulak verirsen “ve bizâlike ümirtu/bu şekilde emredildim”i bilirsin ve anlarsın. “Ben müslümanların ilkiyim.” sözünün sana müslümanlığı öğret­tiğini gördün mü? Evet, “Allah’a sığınırım.” hakikati bu makam­da meydâna gelir. “Allah’ın adıyla başlarım”dan önce söylemek gereklidir. “O Rahman ve Rahimdir.” onun zâta vurulmuş sıfat mührüdür. Bu, senin kapının üstüne koyduğun işârete benzer. “Elhamdülillah” bu tertibe göre şükürdür, “er-Rahmâni’r-rahîm” Allah’tan sonradır, yâni sıfatlar ve “âlemlerin Rabbi”nin zâtı diğer bir mühür olan “Allah” ile birhkte güzel olur. “er-Rahmâni’r- rahîm” Allah ile güzel olduğu gibi, “Allah” ile “billâh” bir oldu­ğunda “er-Rahmâni’r-rahîm”in tekrârı burada zarûret olur.

Yazık ki hiç anlamayacaksın. “Din gününün mâlikidir.” dünyayı âhiret aynasında görmektir ki âhiretin dünyada bir yeri yoktur. Ey Aziz! Eğer Fâtiha Sûresi’nden birazcık şarab-ı tahûr içmiş olsaydın “Rableri onlara tertemiz bir içki sunmaktadır.”(İnsan,21) sözüyle ne demek istediğimi anlardın. Bununla sarhoş olup sonra yeniden uyansan, “Ancak sana kulluk ederiz.” hakikatini kemer gibi beline bağlaşan ve önceki hâlini hatırlasan “Yalnız senden yardım dileriz, sözünün hakikati ortaya çıkar. Sonra sende fazilet zuhur eder ve cemâli görme arzusu meydâna gelir, böylelikle “Bizi doğru yola ilet.”(Fatiha,6)dersin.

Sonra seninle bu şaraptan içen arkadaşlarını hatırlar. “Ken­dilerine lütuf ve ikramda bulunduğun kimselerin yoluna.” dersin. Sonra mahrumları ve kovulmuşları kapıda kalmış görürsün. İnsan­lar dışanda, sen ise evde oturduğun hâlde “Gazaba uğramışların ve sapmışların yoluna değil!”(Fatiha,7) dersin. Sonra “Fâtihasız namaz olmaz.” hadîsinin ne mânâya geldiğini öğrenirsin. Fâtiha olmaksızın namaz olmaz. Fâtiha’nın ne demek olduğunu öğrendiğin hâlde daha ne diye “Ben de namaz kılıyorum.” diye söyleniyorsun. Heyhât ki heyhât! Sakın ömrünü yabancılık rüzgârına verme, âşinalık kurmaya dikkat et!

Aynülkudat Hemedani – Temhidat (Dergah yay.)
Devamını Oku »

İnsanların Üç Çeşit Fıtrat Üzere Yaratılması


İnsanların Üç Çeşit Fıtrat Üzere Yaratılması






Ey Aziz! Bil ki halk-ı cihan üç kısımdır. Allah onları üç çeşit fıtrat ve hilkat üzere yaratmıştır. Halk-ı cihanın birinci kısmı şekil ve sûret bakımından insana benzerler fakat insanın mânâ ve hakikatinden uzaktırlar. Kurân bu kimseler hakkında şöyle haber vermektedir: “Hayır, onlar hayvanlar gibidir, hatta yolca daha da sapkındırlar.”(Furkan,44) Neden böyledirler? Zira onlar hakkında “İşte bunlar gâfillerin ta kendileridir.”(Araf,179) âyeti gelmiştir. Hayvandan daha aşağı olan bu güruh için açıklama yapmak gereksizdir. Bu kimselerin Kur’ân’da zikredilmelerinin sebebi, Hz. Peygamber’in dostlarının ne kadar değerli olduğuna işâret etmek içindir. Hz. Muhammed’e şöyle buyurdular: Seni, Selmân, Süheyb, Bilâl, Hilâl, Sâlim, Ebû Hureyre, Enes b. Mâlik, Abdullah b. Mes’ûd ve Übeyy b. Kâ’b için gönderdik, yoksa Ebû Leheb, Ebû Cehil, Utbe, Şeybe ve Abdullah b. Selûl için değil. Ey Muhammedi Senin bunlarla ne işin olur? “Bırak onları yesinler, zevk alsınlar; ümit onları avundursun; ileride öğrenecekler.”(Hicr,3) Başka bir yerde ise “Onları bırak; kendilerine söz verilen güne kavuşmalarına kadar dalıp oynasınlar.”(Mearic,42) buyurmuştur.

Ey Muhammedi Bu âsîlere “De ki: Ey kâfirler!”(Kafirun,1) Siz insa­nın sûretine, biz ise hakikatine sâhibiz. Siz hayvanlık âleminde zorluklar içinde yalnızsınız, biz ise ilâhı âlemde kolaylıklar için­deyiz. Siz bunlar gibi olmayı istemeyin, zîra bu elbise onlar için dikilmemiştir. Bunların nasîbi isyan, cehâlet ve geride kalmak olmuştur. “Eğer yüz çevirecek olurlarsa bir yıldırımla sizi uyarırım, de.”(Fussilet,13) “Seni yalanlarlarsa, ‘Benim yaptığım bana, sizin yaptığınız sizedir; siz benim yaptığımdan sorumlu değilsiniz, ben de sizin yaptığınızdan sorumlu değilim’ de.”(Yunus,41) Herkes bizim gibi olsaydı fitratın bir olması gerekirdi, “Eğer Allah dileseydi, elbette onları hidâyet üzere toplardı. O hâlde, sakın câhillerden olma.”(En’am,35) âyeti bunun böyle olmadığını gösterir.

Bu anlamda başka bir yerde ise “Eğer Rabbin dileseydi, yeryüzünde bulunanların hepsi elbette topyekûn îman ederlerdi. Böyle iken sen mi mü’min olsunlar diye, insanları zorlayacaksın?”(Yunus,99) buyurmuştur. Ey Muhammedi Senin risâletin onları temizleyemez, irâde iksîri onları senin nübüvve­tinden mahrum bırakmıştır. Ey Muhammedi “O konuda senin yapacağın bir şey yoktur.”(Al-i İmran,128)

“Onlar ihtilâfa düşmeye devam edecekler.”(Hud,118) Zîra yaratılış bakımından farklı var edilmişlerdir ve doğrusu yapılacak bir şey yoktur. “Onları halketti ve Rabbinin kelimesi tamam oldu.”(Hud,119) bu mânâdadır. Sen yine de onlara her sûrette öğüt ver, “Önce en yakın hısımlarım uyar.”(Şuara,214) Ancak öğüt versen de vermesen de bunlar ehliyet kazanmayacak, îman ve hakikat ehli olmayacaklardır. “Onları uyarsan da, uyarmasan da, onlar için birdir, inanmazlar.”(Bakara,6) Zîra gaflet ve cehâletten bir perde onların kalp gözlerini kapatmıştır, neyi görecekler? “ Anlamalarına engel olmak için kalplerinin üstüne perdeler koyduk.”(En’am,25) Başka bir yerde “Kur’ân okuduğun zaman senin ile âhirete inanmayan kimseler araşma görünmeyen bir perde çekeriz.”(İsra,45) buyurulmuştur. Bu perde nedir bilir misin? Yakınlığa rağmen uzaklık perdesidir. “Sanki bunlara uzak bir mesâfeden sesleniliyor da anlamıyorlar.”(Fussilet,44) âyeti buna delâlet etmektedir.

Halk-ı cihânın ikinci kısmını, hem şekil ve sûret hem de hakîkat îtibâriyle Âdem’den ve Âdem’in hakikatinden olan insanlar oluşturur. “And olsun ki, biz insanoğullarını şerefli kıldık, onla­rın karada ve denizde gezmesini sağladık, temiz şeylerle onları rızıklandırdık, yarattıklarımızın pek çoğundan üstün kıldık.”(İsra,70) Buradaki üstünlük altın ve gümüşe sâhip olma bakımından değildir, aksine hakîkat cihetiyledir ve onlardaki bu kıymet kendilerinden kaynaklanmaz. Âdem, “Ona ruhumdan üfledim.”(Hicr,29) hakîkatince kudsî ruh ile müzeyyen olduğundan dolayı meleklerin secdesine mazhar olmuş, her bir insanın cam kudsî ruhla dolmuştur. “Ve onu, rûhu’l-kuds ile destekledik.”(Bakara,87) âyetinin mânâsı budur.

Birinci kısımda zikredilen insanlar, dünyada iken bile cehen­nemdedirler. “Hayır, hayır! Doğrusu onların kazanmakta olduk­ları kalplerini paslandırmıştır. Hayır, şüphesiz onlar, kıyâmet günü Rablerini görmekten mahrum bırakılacaklardır.”(Mutaffifîn,14-15) Bugün mârifetten perdelidirler, yarın ise Allah’ın rü’yeti ve müşâhedesinin hasretiyle mahrum kalacaklardır.

İkinci kısım ise bugün hakikat ve mârifete sâhiptirler, kıyâmette ise rü’yet ve vuslata ereceklerdir. Bu sebeple her iki dünyada da cennettedirler.

Nitekim “Şüphesiz, iyiler Naîm cennetindedirler. Kötüler de cehennemdedirler.”(İnfitar,13-14) buyurulmuştur. Bunların makamları ve tahtları a’lâ-i illiyyîndedir. “Hayır! Andol- sun iyilerin kitabı İlliyyûn’dadır. İlliyyûn nedir, bilir misin? içinde ameller kaydedilmiş bir kitaptır. O kitabı, Allah’a yakın olan­lar görür.”(Mutaffifin,18-21) Onlar kurbet ve mârifet, yücelik ve şeref bulurlar. “Allah’ın, yeryüzünde insanların ihtiyacını görmek için yarattığı kullan vardır.” ifadesinde bildirilenler bu topluluktur. Allah’ın has kulları olan bu kimseler şefaat makamına sâhiptirler. “Onlar ancak Allah’ın râzı olacağı kimse için şefaat ederler.”(Enbiya,28) İnsanlar onların varlığı sebebiyle pek çok dünyevî ve uhrevî menfaate sâhip olurlar.

Halk-ı cihânın üçüncü kısmı ise dînin özüne erişmiş, yakînin hakikatini tatmış ve ilâhî gayretin himâyesine girmişlerdir. “Velîlerim kubbelerim altındadır benden başkası onları bilemez.” Bu kimselerden bütün yönleriyle söz etmek mümkün değildir. Çünkü ifâde onları anlatma konusunda yetersiz kalır, halkın idrâki onları kavrayamaz. Bu konuda ancak örtülü bir şekilde ve remzen söz edilebilir.

Halkın bu kimseler hakkında bilgileri temsil ve teşbihten öteye geçmez. “Onların çoğu ancak zannın ardından gider. Oysa zan, hak namına hiçbir şeyin yerini tutmaz.”(Yunus,36) Yazık, gerçekte biz de böyle bir teşbih ile kayıtlıyız ancak “Müşebbihe” zümresinden olana da lanet edip durmak­tayız. “Size söylediklerimi hatırlayacaksınız. Ben işimi Allah’a havale ediyorum. Şüphesiz Allah, kullarını hakkıyla görendir.”(Mümin,44) Kur’ân’da bu topluluğa kısaca şu şekilde işaret edilmiştir: “Allah’a verdikleri ahdi yerine getiren nice erler vardır.”(Ahzab,23) Bu ahit nasıl anlatılabilir? Ona nasıl işaret edilebilir? Anlatılsa kim anlayabilir? Başka bir yerde Hak şöyle buyurdu: “Gece ile gündüzün birbiri ardınca gelip gidişinde selim akıl sahipleri için elbette ibretler vardır.”(Al-i İmran,190) Tüm bu incelikleri açıklayabilmek için “lübb ’e ulaşmak gerekir, ancak “lübb”e de ulaşınca ne anlatılabilir ki? Lübb den bir husûsiyet hâricinde söz edilemez. Hz. Peygamber’e remiz ile ancak şöyle demiştir:

“Selâm olsun İlyâsîn’e!”(Saffat,130)

Üçüncü kısma mensup bu kimseler, Seyyidü’l-mürselîn Hz. Muhammed’in kardeşleridir ve “Sen olmasaydın âlemleri yaratmaz­dım.” sıfatına sâhiptirler. Eğer Hz. Peygamber’in varlığı bu tâife ile berâber olmasaydı, mevcûdat ve mahlûkat kendiliğinden belirip ortaya çıkamazdı. “De ki: “Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki, Allah da sizi sevsin.”(Al-i İmran,131) Hz. Peygamber’in “Keşke kardeşlerimi görebilseydim!” dediği topluluk budur. “Bize eşyânın hakikatini göster!” sırrından bu topluluğun nasibi vardır. Hz. Peygamber bu insanlardan şöyle haber vermiştir: “Allah’ın öyle kullan vardır ki onların kalpleri güneşten daha parlaktır, fiilleri peygamberlerin fiilleri gibidir, Allah katındaki mertebeleri şehitlerin mertebesidir.”

Yani onların kalbi güneşten daha parlaktır, güneş onun yerini nasıl tutsun? Buradaki ifadeler teşbîhî ve temsilidir, zîra o âlemde kal­bin nûru güneş şeklinde görünür. Ancak kalbin nûrunun dünya güneşine nispeti, güneşin dünyadaki kandile nispeti gibidir. Onların fiilleri peygamberlerin fiilleri gibidir, ancak peygamber değildirler, mûcizelere benzer kerametlere sahiptirler. Şehit olmadıkları hâlde şehitlerin mertebesine ulaşmışlardır. Şehitlerin mertebesi ise âyette “Bilakis onlar Rableri yanında diridirler.”(Al-i İmran,169) şeklinde açıklanmıştır.

Bu topluluk bir an bile huzur ve müşâhededen uzak kalmaz­lar. Yoksa şu hadîsi işitmedin mi? Hz. Peygamber şöyle buyur­muştur: “Ben ümmetim içinde öyle bir topluluk biliyorum ki bunların Allah katındaki derecesi benim Allah katındaki derecem gibidir. Peygamber ve şehit değildirler ancak peygamberler ve şehitler onlara ve onların derecelerine gıpta ile bakarlar. Her biri birbirlerini Allah rızâsı için severler.”

Eğer Hz. Peygamberin derecesi bilinebilse o zaman bu top­luluğun derecesini bilmek mümkün olurdu. Bunu nasıl yapacaksın ki! Sakın burada velâyetin nübüvvetten daha yüce ve daha iyi olduğu hatırına gelmesin. Ey Aziz! Bu mertebede risâlet derecesi ayrı, imtiyaz, kurbet ve velâyet derecesi ayrıdır.

Aynülkudat Hemedani – Temhidat (Dergah yay.)




Devamını Oku »

Müktesep (Kazanılmış) İlim ile Ledünni İlim Arasındaki Fark

Müktesep (Kazanılmış) İlim ile Ledünni İlim Arasındaki Fark

Bil ki Hz. Muhammed’in (s.a.v) dış özelliklerine bakıp onu zahirî bir gözle değerlendirenler hakkında “Onların sana baktıklarını sanırsın, oysa onlar görmezler.” (Araf,198) âyeti gelmiştir.

Ey Aziz! Diyo­rum ki yoksa sen Kur’ân’da “Size Allah’tan bir nur ve apaçık bir kitap gelmiştir.” (Maide,15) âyetini hiç okumadın mı yâhut bu âyeti hiç duymadın mı? Hz. Muhammed’e nur denilir, Allah’ın kelâmı olan Kur’ân’a da nur adı verilir.

Nitekim âyet-i kerîmede “O’nunla beraber indirilen nûra [yâni Kur’ân-ı Kerîm’e] tâbi olanlar” (Araf,157) şek­linde buyurulmuştur. Sen Kur’ân’ı, beyaz kâğıt üzerine yazılmış siyah harfler olarak görüyorsun! Bil ki kâğıt, kalem ve satırlar nur değildir. O hâlde “Kur’ân Allah’ın kelâmı olup gayr-ı mahlûktur.” sözü nerede kaldı?

İnsanlar Hz. Muhammed’i suret, beden ve şahıs olarak gör­düler. İnsanlara onun beşer olması ve beşerlik yönü gösterildi. “De ki: Ben sizin gibi sâdece bir beşerim. Bana vahyolunuyor. (Kehf,110) âyeti bu mânâdadır. Böylece onlar bu makamda ‘‘Ve dediler ki: Bu nasıl resûl ki, yemek yiyor ve çarşılarda dolaşıyor.” (Furkan,7) şeklinde sözler sarf ettiler. Oysa onu basiret ve hakikat ehli kimselerin rûhuna ve kal­bine gösterdiklerinde, onun hakikatini gördüler. Bunlardan bazısı “Allah’ım bizi Muhammed ümmetinden eyle!” derken, bâzısı “Hz. Muhammed’in dostluğundan bizi mahrum bırakma!” dedi. Diğer bir grup ise “Allah’ım bizi Hz. Muhammed’in şefaatiyle rızıklandır!” diye dua etti. Eğer bu hâlde ve bu velayet makamında, ona beşer derlerse veya onu beşer olarak bilirlerse, kâfir olurlar. Şunu oku: “Dediler ki: Bir beşer mi bizi hidâyete erdirecek?” (Teğabun,6) Bunun üzerine Hz. Peygamber şöyle beyan buyurdu: “Ben sizlerden biri gibi değilim.”


Kur’ân’ın hakikati sıfat-ı mukaddestir, peygamberler ve velîlerin gönüllerini kendine bağlamıştır, zâten bu fırka ancak Kur’ân’la hayat bulur. Bu dediğim, kitapta yoktur, ancak yine de kitapta aranır. “Mushaf'ın iki kapağı arasında olanın tamâmı Allah kelâmıdır.” sözü her iki ciheti tutmuştur. Fakat kitaptaki, “Muhakkak Kur’ân’ın zahiri ve batını vardır, batnın da yediye kadar batın vardır.” gerçeğini sâdece Kur’ân tâliplerine gösterdi­ler. Kur’ân âyetlerinin zâhiri ve yedi batına kadar batını vardır. Bir kimsenin zahir tefsîri idrak edebileceğini kabul ediyorum, fakat bâtın tefsirleri kim bildi, kim gördü? Başka bir yerde buyurdu ki: “Kur’ân yedi harf üzere indirilmiştir, hepsi de şâfî ve kâfidir,” Kur’ân gelini, güzelliğini Kur’ân ehline gösterdiğinde, onu yedi sûrette görürler ve sûretlerin hepsi de tamâmıyla şeffaftır. Bu sebeple “Kur’ân ehli, Allah ehlidir ve Allah’ın has kullarıdır.” şeklinde söylenmiştir. Kur’ân’ı okuyan “Bütün kitapların aslı onun yanındadır.”(Rad,39) hakikatine ulaştığında, Kur’ân’ın mânâsına ulaşır. Bu gerçekleştiğinde, Kur’ân’ın cemal güneşi, onu kendinde öyle mahveder ki artık ne Kur’ân, ne kâri ne de kitap kalır, aksine hepsi okunan ve yazılan olur.


Ancak bilirsin ki beşeriyetten başka bir hakikat, sûretten başka bir mânâ, bu bedenden başka bir can ve öz, bu âlemden özge bir âlem vardır.


Bizim için bu âlemden başka bir âlem vardır,
Cehennem ve cennetten başka bir mekân vardır,
Hür fıtratlılar başka bir canla diridir,
Onların, o tertemiz cevheri için başka bir mâden vardır.
Aşkın sermâyesi sarhoşluk ve rintliktir,
Hâfizlık ve zâhidlik için başka bir âlem vardır.
Bize derler ki, bu başka bir alâmettir,
Zira bu dilden özge başka bir lisan vardır.


“Bizden herkesin belli bir makamı vardır.”(Saffat,164) âyeti tamâmen bunu şerh edip açıklar. Bu âyet “Allah, rızıkta kiminizi kiminizden üstün kıldı.”(Nahl,71) hakikatini ortaya koymuş, “İşte o elçilerden kimini kiminden üstün kıldık.”(Bakara,253) gerçeğini âşikâr etmiş, “Her bilgi sâhibinin üstünde daha bir bilen vardır.”(Yusuf,76) sırrını zâhir kılmıştır. Bütün bunlar nedir? “Onun te’vilini ise bir Allah bilir, bir de ilimde derinleşmiş (râşih) olanlar.”(Al-i İmran,7) âyeti ne anlama gelir? İlimde râsih olan kimdir? “Hayır, o (sana vahyedilenler) kendilerine ilim verilmiş olanların göğüslerinde bulunan açık açık âyetlerdir,”(Ankebut,49) Bu “göğüs” nereden istenir? “Allah kimin gönlünü İslâm’a açmışsa o, Rabbinden bir nur üzerinde değil midir? Allah’ı anmak husûsunda kalpleri katılaşmış olanlara yazıklar olsun!”(Zümer,22) âyetindeki bu nur nerede aranır? “Şüphesiz ki bunda kalbi olan kimse için elbette bir öğüt vardır.”(Kaf,137)Bu âyetler, yolunu kaybedenlere tamamen yol kaybettirici, doğru yolda olanlara da yol göstericidir. Bu sebeple Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: “öyle ilimler vardır ki, gizlenmiş mücevherat gibidir. Onu ancak ulemâ billâh olanlar bilirler. Bu ilimden konuştukları vakit, Allah’tan gafil olan kimselerden başkaları onu inkâr etmez.”


İlimler üç kısımdır: Birincisi insanoğlunun ilmi, İkincisi meleklerin ilmi, üçüncüsü mahlukat ve mevcûdâtın ilmidir. Bunların dışında dördüncü olarak bir de gizli ve saklı olan Allah ilmi vardır ki, bu gizli ilmi Allah âliminden başkası bilmez. Bilmem ki Allah âliminin kim olduğunu hiç bilebildin mi? “İlim Çin’de bile olsa arayınız.” sırrını bilmek için Çin ve Maçin’e gitmen gerekir. İşte o zaman “Ümmetimin âlimleri İsrâiloğullarının peygamberleri gibidir.” hadîsinin anlamını bulabilirsin. Oraya hangi yolla gidilmeli? Amel yoluyla… Ancak sâdece beden amelini kastetmiyorum, gönül amelinin de yolunu söylüyorum. Zîra “Kim bildiği ile amel ederse, Allah onu bilmediği ilimlere de vâris kılar.” buyurulduğu malumdur.


İnsanlara akılları nispetinde söz söyleyiniz.” iyi bir öğüttür. Ancak bu sayfalarda söylenen bâzı sözlerin muhatabı bu Aziz değildir. Aksine yazma vaktinde hazır olmayan muhibler hakkındadır. Onların da bu öğütlerden nasipleri vardır, maksat tamâmıyla sensin zannetme! Zîra bir kimse kendi makamında olmayan ya da fehminden yüksek bir söz işitse, onu anlama ve idrak etme ihtimali yoktur. Sen, ey Aziz! Kur’ân’ın bir grup veya yüz taife ya da yüz bin millete hitap ettiğini zannedersin. Aksine onun her âyeti veya her bir harfi, bir şahsa hitap eder. Belki bir şahsı başka, bir âlimi başka şekilde muhâtap alır. Bu sayfalarda yazılı olan ne varsa, her satırının makamı ve hâli, her kelimesinin maksadı ve muradı başkadır. Her bir tâlibe başka bir hitap vardır ki meselâ Zeyd’e söylenen, Amr’a söylenmiş olmaz. Hâlid’in gördüğü şeyi Bekir göremez.


Ey Aziz! Sen Ebû Cehil’in “Hamd âlemlerin Rabbi Allah’a mahsustur.”(Fatiha,2) âyetini işittiğini veya anladığını zannediyorsun. O, Kur’ân’dan “De ki: Ey kâfirler!”(Kafirun,1) hitâbını işitti ve onun nasibi sâdece bu oldu. Oysa “Hamd âlemlerin Rabbi Allah’adır.” âyeti Hz. Muhammed’in nasibidir ve bu âyeti Hz. Muhammed işitti.

Eğer inanmıyorsan Hz. Ömer’den dinle ki o şöyle demiştir: “Hz. Peygamber ile Hz. Ebûbekir’in aralarında konuştuklarının bir kısmım duydum ve anladım. Bâzen oldu ki duydum ama anla­madım. Öyle vakit de oldu ki ne duydum ne de anladım.” Ne dersin? Hz. Ömer’den esirgedi mi? Hayır, hâşâ ve kellâ! Ondan esirgemedi, fakat süt emen çocuğu büryan kebabı ve şekerli tatlılardan sakındırırlar ki midesine zarar vermesin. Ancak büyüdüğü vakit yemekler ve içecekler ona zarar vermez.Abdullah b. Abbâs ‘“Şüphesiz ki Rabbiniz, gökleri ve yeri altı günde yaratan, sonra Arş’a istivâ eden Allah’tır.’(Araf,54) âyetinin tefsirini yapacak olsam, sahâbe beni taşa tutarlardı.” demiştir. Ebû Hureyre ise “Allah, yedi kat göğü ve yerden bir o kadarını yaratandır. Ferman bunlar arasından inip durmaktadır.(Talak,12)” âyetini şerh edecek olsam, insanlar bana kâfir derlerdi.” demiştir.


Abdullah b. Abbâs diyor ki: Bir gece sabaha kadar Hz. Ali ile birlikteydim. Besmelenin bâ’sını şerh ediyordu. Kendimi onun yanında büyük bir denize nispetle bir bardak mesabesinde gördüm. Deryanın sakini değilsen, deryadan ne alabilirsin? Elde ettiğin her şeyin bir haddi ve miktarı vardır. Denizci, denizi nasıl tarif ve tavsif eder? Ondan ne kadar alabilir? Zâten aldığı şeyi de yeniden kendi makamına, yâni denize döker. Karanın denizden ne haberi olur? “Karada ve denizde fesat çıktı.”(Rum,41) Halktan öğrenilen her şey kara ve karaya, Allah’tan öğrenilen her şey “Rahman Kur an ı öğretti.”(Rahman,1-2) sırrıyla deniz ve denize âittir.

Denizin sınırı yoktur, Onun dilediğinden başka O’nun ilminden bir şeyi ihâta edemezler.”(Bakara,255)
Ey Aziz ne düşünüyorsun? “Mü’min mü’minin aynasıdır.” hadîsinden bir parça bahsetmenin yeri geldi. Bir şey bilmeyip de bilmek isteyen kimse için iki yol vardır: Birincisi kişinin kendi kalbine yönelerek, orada bu iş üzerinde tefekkür ve tedebbür edip kalp yoluyla bilgiye kendi kendine ulaşmasıdır. Bu sebeple Hz. Peygamber “Müftüler fetvâ verse de sen yine kalbine danış.” buyurmuştur. Yâni demiştir ki bir şey önüne geldiğinde, onu doğru kalp müftüsüne arz etmek gerekir. Eğer kalp fetvâ verirse Allah’ın emridir, yapabilirsin. Yok, eğer fetvâ vermezse onu terk et ve ondan sakın ki “Âdemoğlunda bir şeytanın lemmesi (telkini) vardır, bir de meleğin lemmesi vardır.” buyurulmuştur. Kalbin fetvâ verdiği şey Allah’tan, reddettiği her şey de şeytandandır. Bu iki telkinden, kâfir Müslüman herkesin bedeninin nasibi vardır. Bizim işlerimizin zorluğu, müftümüzün nefs-i emmâre olma­sındandır ki “Çünkü nefis, dâima kötülüğü emredicidir.”(Yusuf,53) âyeti gelmiştir. Kimin müftüsü kalbi ise o müttakî ve saîddir. Kimin
de müftüsü nefis ise o hüsrandadır ve şakidir. Kendi kalbinden öğrenmeye istidadı olmayan bir kimse, bu ehliyette başka bir kalp sahibini arayıp sorar, “Eğer bilmiyorsanız zikir ehline sorun.”(Nahl,43) Bu şekilde bir başkasının kalbi, kendisi için ayna olur.


Ey dost! Kalpler iki kısma ayrılmıştır. Birinci kısmı Allah’ın kaleminin karşısındadır, üzerine “Allah kalplerine îmanı yazdı.”(Mücadele,22) âyeti yazılmıştır ve yazan Allah’ın elidir. Bunlar, bir şeyi bileme­diklerinde kendi kalplerine yönelerek öğrenirler. İkinci kısımda ise henüz tam olgunluğa ulaşmamış olanlar vardır. Ham kimse Allah’ in kalemle mukabelesine mazhar olamaz. O, kalbi Allah’ın levhi olan bir kimseden sorarak öğrenir. Böylece Allah’ı pîrin can aynasında görmenin nasıl bir şey olduğunu anlar. Pîr de müridinin can aynasında kendini görür, ancak mürit pirinin can aynasında Allah’ı görür.


Bu kimselerin durumu, hasta olan insanların tedavi olmak için kalkıp doktora gitmeleri ve deva aramalarına benzer. Doktor, onların hastalıklarına göre muhtehli reçeteler yazar. Eğer birisi “bu reçetelerdeki farklılıklar, doktorun bilgisizliğindendir” derse, yanlış söylemiş, cehaletini göstermiş olur. Zira reçetelerdeki farklılıklar, hastalıkların çeşitli olmasından kaynaklanır. Hastalıklar çeşitlidir, bütün hastalıkları bir illete bağlayıp bir reçete yazmak büyük bir cehalet ve hatâ olur, ne söylenmesi gerektiğini onlar bilirler.


Din ve İslâm’a ait hastalık, onu tek bir kalıpta görmekten kaynaklanır. Hz. Peygamber “İslâm beş temel üzerine binâ edil­di.” buyurup muayyen reçeteler vermiştir. Bu beş reçetede bütün mü’minlerin ilaç ve tedâvisi vardır. Ancak bâtın işinin ve kalbin gidişinin yazılmış bir ölçüsü yoktur. Bu sebeple müride farklı hastalıklar için farklı tedâviler uygulayacak tabîb-i bâzık olan bir pîr gereklidir.


Tedavi ve ilaç kullanımını terk edenlerin bu hastalığı iyileştirmede tabipten daha iyi olmaları gerekir, zira “Allah onlarda bir iyilik olduğunu bilseydi, elbette onlara işittirirdi.”(Enfal,23) buyurulmuştur Sülük yolunda yürüyenler için hazık bir tabip gereklidir. Meşâyih şeyhe sahip olmayı icmâ ile farz kabul etmişler, bu sebeple de “Şeyhi olmayanın dini de yoktur.” demişlerdir. Mürşidin de halîfe kabul etmesi ve müritlerini terbiye etmesi bu yolun farzlarındandır. Eğer tamamım bilmek istersen Allah’tan dinle ki O şöyle buyur­muştur: “Sizi yeryüzünün halîfeleri kılan, size verdiği (nimetler) hususunda sizi denemek için kiminizi kiminizden derecelerle üstün kılan O’dur.”(En’am,165) Bâtınî hilâfetin anlamım başka bir yerde “Onlardan öncekileri nasıl hükümran kıldıysa.. .”(Nur,55) şeklinde açıklamıştır. Beyit:

Kimseye kalbin gizli sırrından haber veremez,
Kendi kalbinin hâllerinden sakınamaz,
Kimse şeriat âlemini yerle bir edemez,
Bir insana kendinden gidilmez,
Perdelilere bu sebeple bakılamaz,
Kendisinde kaldıkça onun mahalline varılamaz.


Beşeriyet kilidi gönüllerde, gaflet bağı fikirlerdedir. “Onlar Kur’ân’ı düşünmüyorlar mı? Yoksa kalpleri kilitli mi?”(Muhammed,24) âyetinin mânâsı budur. Allah’ın nusret ve fetihleri, âyette bildirildiği üzere “Allah’ın nusret ve fethi.. .”(Nasr,1) geldiğinde bu kilit gönülden kalkar. Böylece, “insanlara âfak ve enfüste âyetlerimizi göstereceğiz.”(Fussilet,53) âyetinin mânâsı ortaya çıkar, “Allah sizi yerden bir bitki bitirir gibi bitirdi.”(Nuh,17) bitkisi büyür, kendinden yeniden doğar. Mülk ve melekûtu görür, mülk ve mâlikü’l-mülk olur. “Böylece biz,kesin îman edenlerden olması için İbrahim’e göklerin ve yerin melekutunu gösteriyorduk.”(En’am,75) sırrı ondan doğar.

Bu durumu Hz. ısa şöyle haber vermektedir: “İki kere doğ­mayan göklerin melekûtuna erişemez.” Yâni, anne karnından doğan kimse bu âlemi görür, kim de kendinden doğarsa o âlemi görür. “Onların bedenleri dünyada kalpleri âhirettedir.” sözünün mânâsı budur. Böyle bir kimse için “Onu göklerde ve yerde­ki gizlilikleri bilen Allah indirdi.”(Furkan,6)âyeti zamanının kitabı olur. “Nefsini bilen” kendisine yüz gösterir. “Rabbini bilir” vaktinin nakdi olur. “Yer başka bir yer hâline getirilir.”(İbrahim,48) makamından geçip “başka bir yer”e ulaşır. “Kalbim Rabbimi gördü.” hakikatini görür. “Rabbimin yanında gecelerim beni yedirir, içirir.” sırrını tadar. “Kuluna vahyedeceğini vahyetti.”(Necm,10) sözünü işitir.


Ey Aziz! Bu sırların cemâlinin sana aşikâr olmasını ister­sen âdetperestlikten el çek.Zira âdetperestlik, putperestliktir. “Babalarımızı bir din üzerinde bulduk.”(Zuhruf,23) diyen topluluğun nasıl azarlandığını görmez misin? Mahlûkattan işittiğin her şeyi unut! Zîra “Zeamû (iddia ettiler) kelimesi kişinin ne kötü bir bineğidir!” denilmiştir. Her ne duyarsan duymazlıktan gel ki “Söz taşıyan cen­nete giremez.” Bir şeyi gördüğünde görmezlikten gel! “Birbirinizin kusurunu araştırmayın.”(Hucurat,12) buyurulmuştur. Sana müşkil gelen bir şeyi kalbinden başkasına sorma! Sabırlı ol ki böylece “Eğer onlar, sen yanlarına çıkıncaya kadar sabretselerdi, elbette kendileri için daha iyi olurdu.”(Hucurat,5) sırrına eresin. “(O kul) Eğer bana tâbi olursan, sana o konuda bilgi verinceye kadar hiçbir şey hakkında bana soru sorma! dedi”(Kehf,70) sırrınca Hızır’ın nasihatini kabul et.

Zaman gelir “Size âyetlerimi göstereceğim; benden acele istemeyin.”(Enbiya,37) sırrını kendi gösterir. Talep et ki, “Bilemezsin, olur ki Allah, bundan sonra bir durum ortaya çıkarıverir.”(Talak,1) hakikatini çabuk bulasın. Şayet gidersen bulur ve görürsün, gitmedikçe erişe­mezsin. “Onlar yeryüzünde gezip dolaşmadılar mı ki, kendilerin­den öncekilerin sonu nasıl olmuştur, görsünler!”(Mümin,82) “Allah’ın yeri geniş değil miydi? Hicret etseydiniz ya!”(Nisa,97) âyetleri seyr ü sefer için bir emirdir. Eğer gezersen her menzilde acâyip âlemler görürsün. “Allah yolunda hicret eden kişi, yeryüzünde çok bereketli yer ve genişlik bulur.”(Nisa,100) Bu şekilde her menzilde sana öğüt verirler, sen de öğüt alırsın. “Sen öğüt verip hatırlat. Çünkü hatırlatmak mü’minlere fayda verir.”(Zariyat,55)
Bütün bu âyetleri, “Takvâ sâhiplerine va’dolunan cennetin misâli…”(Ra’d,35) âyetinde bildirildiği üzere misal kabul edersen, seni büyük sedlerin ve dağların atılmış renkli yün gibi olduğu bir yere eriştirirler. “Dağlar da didilmiş renkli yünler gibi atılacaktır.”(Karia,5) “Bu memlekette Ye’cûc ve Me’cûc bozgunculuk yapmaktadırlar.”(Kehf,94) sırrını sana gösterirler.

Bunların insan bedeninde hangi sıfatlar olduğunu bilir, Deccâl’in nefs-i emmârenin bir hâli olduğunu anlarsın ki “Senin en büyük düşmanın iki yandan seni kuşatan nefsindir.” buyurulmuştur. Sonra “Hakk’m cezbelerinden bir cezbe insanların ve cinlerin cümle ameline denktir.” sırrı yüzünü gösterir, seni öldürüp fani kılar. Böylece “Kim yeryüzünde yürü­yen bir ölü görmek isterse İbn Ebî Kuhâfe’ye (yani Hz. Ebûbekir’e) baksın.” hakikati belirir. Sonra “Ölü iken dirilttiğimiz.. .”(En’am,122) sırrıyla hayat bulursun. Beka bulduğunda, ne yapman gerektiğini sana söylerler. “Ama bizim uğrumuzda cihat edenleri elbette kendi yollarımıza eriştireceğiz.”(Ankebut,69) hakikati ile seni aşk potasına koyarlar, ateş seni tamamen yaksın diye her an sana şöyle derler: “Allah uğrunda, hakkım vererek cihat edin.”(Hac,78) Tamamen yandığında artık nur olursun ki “Nur üstüne nurdur. Allah dilediği kimseyi nûruna eriştirir.”(Nur,35) buyurulmuştur. Senin kendi nûrun bâtıldır, O’nun nûru ise hak ve hakikattir. O’nun nûru hücum ederek senin nûrunu yok eder ve bâtıl hâle getirir. Böylece bütünü ile onun nûru olursun. “İşte Allah hak ile bâtıla böyle misal verir.”(Rad,17) ve “Bilakis biz, hakkı bâtılın tepesine bindiririz de o, bâtılın işini bitirir.”(Enbiya,18) bunu beyan eder.


Eğer hiçbir işâret ve nişan elde edemezsen “Artık o, Rabbin- den bir nur üzerinedir.”(Zümer,22) âyeti sana işin ne şekilde olduğunu söyler. Eğer varsa işini yap, yoksa kendinle meşgul ol! Yoksa sen, Zünnûn el-Mısrî’nin ne söylediğini işitmedin mi? “Can verebileceksen gel, değilsen sûfî sözleriyle beyhûde meşgul olma!” Eğer ilk adımda camndan vazgeçebileceksen bunu yap. Buna güç yetiremeyecek- sen mecâzî, sûfîyâne tekellüfler ve zorlamalarla beyhûde sözlerin sana ne faydası var? Hace Ebû Ali Serahsî’nin şu beyitleri, Zünnûn el-Mısrî’nin sözlerini anlama bakımından son derece önemlidir:


Ey can, eğer bu işi yapabileceksen benimle gel,
Aksi halde selâmetle var işine git.
Sen bana yoldaş olamazsın kendi yolunu bul ve git,
Yolun açık olsun, ben başaşağı giderim.
Beni meyhanenin önüne götür ve kapıda bırak,
Zamanın kederini daha fazla yükleme bana.
Sarhoş olmam için birkaç kadeh içki ver,
Zîra bu zekâ ve akıllılıktan bıktım usandım.


Her ne kadar sana hitap etsem de maksadımın başkası oldu­ğunu, faydamın diğerine dokunacağını sana söyledim. O yüce zattan işitmedin mi? “Otuz senedir Allah ile konuşuyorum, insan­lar kendilerine söylediğimi zannediyorlar.” dedi. Ey Aziz mâzur gör, Kadı Fuzulî Hemedânî nerede, bu sözlerdeki sırlar nerede? Söyleyen ne söylediğini bilmiyor, dinleyen işittiğini ne bilsin?


Vaktinde Kâdı İmâm Sa’deddîn Bağdâdî, Hâce İmâm İzzeddîn, İmâm Ziyaüddîn ve Hâce Kâmilü’d-devle ve’d-dîn için o kadar çok mektup yazdım ki ciltleri bulmuştur. Ancak uzun zamandan beri yazmak istemiyorum, isteğim giderek azalıp kayboluyor. Geçmişteki yazma isteğim şu an bende bulunmuyor. Uzun zaman önce bu âşık gönül, lisandan dinlerdi; lisan konu­şan, gönül dinleyendi. Yazma isteğimin çok azaldığı şu vakitler ise lisânını kalbimden işitiyor. Gönül konuşan, lisan ise dinleyen durumunda. Epey müddettir şu tuhaf hâller ve vakitler bu hakire yüz gösteriyor.


Fakat Allah’ın Elçisi, her lahza ve her an bu iki hâlde bulu­nurdu. “O, arzusuna göre konuşmaz. O (bildirdikleri) vahyedilenden başkası değildir.”(Necm,3-4) bu mânâdan haber verir. Sözü gönülden işitmek istediğinde; “Erihnâ ya Bilâl! Beni benden alıp hakikate ilet.” derdi. Gönlü dilden işitmek istediğinde ise “Kellimînî yâ Humeyrâ! Ey Âişe beni hakikatten kendime getir, beni kendime getir ki insanlar faydalansınlar.” derdi. Kendisi bunu şöyle ifade ediyor: “Ben güzel ahlâkı tamamlamak üzere gönderildim.”

O muhterem Aziz, birkaç nükteyi sual yoluyla benden öğrenmek isteğince, kendi fıtrat ve hakikatimden izin alarak bun« ların cevâbını verdim. Hakikat ve fıtratım kalbimden, kalbim Mustafa’nın canından/rûhundan, Mustafa’nın ruhu ise Hak’tan izin aldı. Kalbim Mustafa’nın ruhundan, hakikatim kalbimden, dilim ise hakikat ve fıtratımdan izin aldı.


Şimdi, bu bîçârenin mektup ve kitaplarından okuyup işitti­ğin şeyi sâdece benim dilimden işitmiş olmazsın. Onu, kalbimden ve Rûh-i Mustafa’dan da işitmiş olursun. Rûh-i Mustafa’dan işitmiş olduğun bir şeyi de Allah’tan işitmiş olursun ki “O, arzusuna göre konuşmaz. O’nun (bildirdikleri) vahyedilenden başkası değildir.”(Necm,3-4) âyetleri bu mânâdadır. Yine “Kim Resûl’e itâat ederse Allah’a itaat etmiş olur.”(Nisa,80), “Muhakkak ki sana biat edenler ancak Allah’a biat etmektedirler. Allah’ın eli onların ellerinin üzerindedir.”(Fetih,10) âyetleri de bu anlamı taşırlar. “Sana ruh hakkında soru sorarlar. De ki: Ruh, Rabbimin emrindendir.”(İsra,85) bütün bunların kaynağıdır. Ey Aziz! “Andolsun onların (geçmiş peygamberler ve ümmetlerinin) kıssa­larında akıl sâhipleri için pek çok ibretler vardır”(Yusuf,111) âyeti, pirlerin müritlerine söz söylemeleri ve yol göstermeleri konusunda izin ve cesâret vermiştir. Yine bu mânâda “Peygamberlerin haberle­rinden senin kalbini (tatmin ve) teskin edeceğimiz her haberi sana anlatıyoruz.”(Hud,120) buyurulmuştur.


Hâl böyle olunca, daha evvel söylediğim ve şimdi dedi­ğim gibi, bana verilen şeylerin özünü, ben de okuman için sana yazıyorum. Sâlik eğer televvün sahibi olur, televvünde duraksar ve burada kalırsa tertibe dikkat edemez. Bu hâlde söz söylemek yolunun perdesi olur, burada konuşsa da konuşmasa da tehlike altındadır. Bu durumda tertip, nazım ve ibare güzel bir sûrette ifade edilemez. Bu henüz “havâss”ın nasibidir. “Kim Allah’ı bilirse, onun dili konuşmaz olur.” bu anlamdadır. Bu sözde de henüz hikmet ve tahkik yoktur. Fakat “havâssü’l-havâs” mertebesine ulaşanları kendiyle yalnız bırakmazlar. Bıraksalar bile bir zaman sonra artık kendinden geriye vasfedebileceği bir şey kalmaz. Nihayetsiz bir makama ulaşır, eğer Allah kendisine izin verirse müritlerinin iktidâ ve ihtidası için birkaç söz söyler. Sözünün tertibine de dikkat etmez.

Asıl kuvvetli ve yerini bulan söz burada söylenir, fakat herkes bunu anlayamaz. Zîra söz öyle bir kisveye bürünür ki, herkeste bunu anlayacak kavrayış olmaz. Bu makamda “Kim Allah’ı bilirse dili uzun olur.” sırrı meydâna gelir, kendimi kaybetmiş gördüğüm­de söylediğim şeyde ihtiyarım olmaz. İhtiyarı geri verdiklerinde şöyle yazar: “Allah işinde galiptir.”(Yusuf,21), yâni kulunun işinde “Şüp­hesiz Allah dilediğini yapar.”(Hac,18) “Ve O dilediği hükmü verir.”(Maide,1) Doğru yola eriştiren Allah’tır.



Aynülkudat Hemedani – Temhidat (Dergah Yay.)




Devamını Oku »

Hükümlerin Kaldırılması (Nesih)

 


Molla Hüsrev




Asıl adı Muhammed b. Feramuz olan Molla Hüsrev (ö. 885/1480) Fatih döneminde yirmi yıl Şeyhülislamlık yapmış, Osmanlı devletinin meşhur ve önemli âlimlerinden biridir. Fıkıh alanında yazdığı Gurerü’l-ahkâm adlı metni ve onun Dürerü’l-hükkâm adlı şerhi, fıkıh usûlü alanında yazdığı Mirkâtü’l-vusûl adlı metni ve onun Mir’âtü’lusûl adlı şerhi özellikle Osmanlı coğrafyasında kabul görmüş ve medreselerde okutulmuştur. Aşağıda bu metin ve şerhten yapılan tercümede metin normal, şerh ise italik yazıyla verilmiştir.

-------------------

Nesih, sonradan gelen bir şer’î delilin önceki bir şer’î hükme aykırı bir anlama delalet etmesidir.

Buradaki “şer’î delil” Kur’ân ve sünnette yer alan söz, fiil ve onama türünden olan bütün delilleri içerir. Şer’î delilin, aslî ibaha (serbestlik) yönündeki akli hükme aykırı bir hususa delalet etmesi tanımın dışında kalmıştır... “Sonradan gelen” kaydıyla tahsis (genel anlamın daraltılması) ve istisna tanımın dışında bırakılmıştır...

Nesih aklen mümkündür.

Kulların menfaatleri göz önünde bulundurulmazsa, Yüce Allah âlemlerden müstağni olduğuna göre bu husus açıktır; çünkü Allah dilediğini yapar, istediği şekilde hükmeder ve yaptığından sual olunmaz. Kulların menfaatleri –çoğunluğun görüşüne göre bir (ilahî) lütuf olarak– göz önünde bulundurulursa, bunun sebebi zamanın değişmesiyle kulların menfaatlerinin değişmesinin mümkün olması, biz bilmesek de her şeyden haberdar ve her şeye gücü yeten Allah’ın bunu bilmesidir. (Hasta tedavisinde) mizaç ve zamana göre farklı ilaçların kullanılmasında olduğu gibi bunda da büyük hikmet vardır. Burada (Allah açısından) bir “bedâ” (görüş değiştirme) yoktur. Bu, Allah’ın (insanı) yaşatma ve öldürmesindeki (zamanlama) hikmetine benzer (yani bir insanın yaşamasında fayda varsa Allah onu yaşatır, ölmesinde fayda varsa onu öldürür, ancak bunun hikmeti bizden gizlenmiştir).

Nesih naklen de mümkündür.

Çünkü Hz. Âdem zamanında kızkardeşle evlenmek helaldi... sonra gelen bütün şeriatlarda bu hüküm neshedildi. Bunun gibi, sünnet olmak Hz. İbrahim’in şeriatında caizdi, sonra Hz. Musa’nın şeriatında vacip hükmünü aldı. Yine, iki kızkardeşle aynı anda evli kalmak Hz. Yakub’un şeriatında caizdi, sonra gelen bütün şeriatlarda bu hüküm neshedildi. Eğer ’Bu yeni hükümlerin her biri asli ibahanın (serbestliğin) kaldırılmasıdır’ denilirse, biz şöyle deriz: Buradaki serbestlik şeriata dayanmaktadır. İnsanlar hiç bir zaman başıboş bırakılmamıştır. Peygamberlerin bu fiilleri görüp susmaları onları onama anlamına gelir. Bu sebeple bunlar şer’î hüküm sayılır.

Yahudilerden İseviyye fırkası dışında kalanlar buna karşı çıkmıştır.

Yahudiler neshin mümkün olmadığını söylemiştir. Bir kısmı bunun aklen, bir kısmıysa naklen imkânsız olduğunu iddia etmiştir. Akli imkânsızlığı savunan görüş şu gerekçeye dayanır: Nesih ya ortaya çıkan bir hikmete bağlıdır ya da değildir; eğer bir hikmete bağlıysa bu “bedâ” (görüş değiştirme) anlamına gelir; bir hikmete bağlı değilse bu abestir (anlamsızdır) ve bu durumlardan hiç birinin Allah hakkında düşünülmesi mümkün değildir. Biz deriz ki: Eğer hikmetin ortaya çıkmasıyla onun zamanın yenilenmesine bağlı olarak yenilenmesi kastediliyorsa birinci şıkkı (yani neshin hikmete bağlı olduğunu) seçeriz ve bu durumda “bedâ” söz konusu olmaz; ama kastedilen şey hikmetin bilinmesinin yenilenmesiyse ikinci şıkkı (yani neshin yeni bilinen hikmete bağlı olmadığını) seçeriz ve bu durum abes sayılmaz; çünkü hikmet zaten önceden vardır ve devam etmektedir.

Neshin nakli delil sebebiyle imkânsızlığını savunan Yahudiler, şeriatının neshedilmeyeceğini söylediğini Hz. Musa’dan naklederler. Ayrıca onlar Tevrat’ta “Gökler ve yer var oldukça Şabat’ı uygulayın” denildiğini söylerler. Biz deriz ki: Biz bu sözün Hz. Musa’dan sadır olduğunu ve mütevatir olduğunu kabul etmeyiz. Ayrıca Hz. Musa’ya inen Tevrat’ta böyle bir ifadenin bulunduğunu kabul etmeyiz. Onların ellerinde bulunan Tevrat’ta bu ifadenin bulunması hüccet değildir; çünkü bu Tevrat tahrif edilmiştir ve bu yüzden onun nüshaları arasında çelişkiler vardır. Öte yandan, eğer bu doğru olsaydı onlar bu ifadeyi Hz. Peygamber’e karşı hüccet olarak kullanırlardı ve bunu yapmış olsalardı bunun normal şartlarda meşhur olup duyulması gerekirdi; ama onlar böyle bir şey yapmamışlardır...

Nesih gerçekleşmiştir. Ebû Müslim el-Isfahânî bu görüşte değildir. Ancak Ebû Müslim bununla ilk bakışta anlaşılanın dışında bir şey kastetmiştir. Zira neshi inkâr etme görüşü bir Müslümana ait olamaz...

Çünkü ilk bakışta bundan iki şey anlaşılır: Birincisi, “nesih” kelimesinin kullanılmasının reddedilmesidir. Bu, nassa aykırıdır. Yüce Allah: “Biz neshettiğimiz her ayetin...” (el-Bakara 2/106) buyurmaktadır. İkincisi ise önceki şeriatların Hz. Peygamber’in şeriatıyla kaldırıldığını inkâr etmektir. Bu da batıldır. Ebû Müslim’in kastı şudur: Önceki şeriatın geçerlilik süresi sonraki şeriatin gelişine kadardır; çünkü Kur’ân’da Hz. Musa ve Hz. İsa’nın Hz. Muhammed’in şeriatının geleceğini müjdeledikleri ve ortaya çıktığında ona uyulmasını emrettikleri bildirilmiştir; önceki şeriat geçiciyse sonraki şeriatın onu neshetmesine gerek yoktur.

Biz deriz ki: Biz (Hz. Musa ve Hz. İsa’nın verdiği) bu müjde ve emrin onların şeriatlarının geçici olmasını gerektirdiğini kabul etmeyiz; çünkü onların Hz. Muhammed’e uyma yönündeki emirleri Hz. Peygamber’in önceki şeriatları açıklaması, onaması veya kısmi bir değişikliğe uğratması anlamına gelebilir ve bu durumda önceki şeriatların geçici olması gerekmez. Önceki şeriatların mutlak anlamda geçerli ve ebedi oldukları sanılıyordu; bu sebeple, onların değiştirilmesi nesih sayılır. (Önceki şeriatlarla ilgili) bu yorum kabul edilse bile, (Hz. Peygamber’in şeriatında namazda) Kudüs’e yönelme ve (mirasta) anne-babaya vasiyette bulunma hükümleri mutlak olarak konulmuşlardı, sonra bu hükümler kaldırıldı...

Neshi kabul eden hükümler, bir nasla geçici veya ebedi olduğu bildirilmeyen şer’î ve fer’î hükümlerdir...

“Âlem sonradan var olmuştur” gibi akli hükümler ve “Ateş sıcaktır” gibi hissi/duyusal hükümler neshe konu olmaz. İnançla ilgili asli hükümler de neshedilmez... Bir hüküm hakkında “Bu kıyamete kadar geçerlidir” denilirse onun ebedi olduğu bildirilmiş olur... Neshin şartı önceki hükme inanacak kadar bir vaktin geçmesidir, hükmün uygulanmış olması şart değildir.

Nesih Kur’ân ve sünnet hükümleri arasında her şekilde geçerlidir. Şâfiî’ye göre Kur’ân sadece Kur’ân ’daki, sünnet de sadece sünnetteki bir hükmü neshedebilir. İcma ise ne nesheder ne de neshedilir. Kıyas da böyledir.

Nâsih (nesheden) hüküm önceki hükümden daha kolay veya daha zor olabilir.

Nâsih hükmün mensuh hükümden daha kolay olabileceğinde görüş birliği vardır, daha zor olabileceği ise bizim görüşümüzdür; kelamcıların bir kısmı ve Şâfiî bu görüşte değildir. Onlara göre nâsih hüküm mensuh hükümle eşit zorlukta veya ondan daha kolay olmalıdır; çünkü Yüce Allah: “...Biz ondan daha iyisini ya da benzerini getiririz” (Kur’ân 2: 106) buyurmaktadır. Biz deriz ki: Daha zor olan daha iyi olabilir; çünkü onun sevabı daha fazladır. Akli delil olarak şunu söyleriz: Daha zordan daha kolaya geçişte fayda olabileceği gibi, daha kolaydan daha zora geçişte de fayda olabilir. Naklî delilimiz ise şudur: İslam’ın ilk zamanlarında oruç tutabilenler oruç tutmak ve fidye vermek arasında seçim yapabiliyordu, sonra oruç farz kılındı. Bunun gibi, içki ilk başta helaldi sonra bu hüküm neshedildi (ve haram kılındı); haram kılmanın serbest bırakmaktan daha zor olduğunda ise şüphe yoktur.

Mütevâtir bir hüküm haber-i vâhid yoluyla gelen bir nakil sebebiyle neshedilemez, ama meşhur bir nakil sebebiyle neshedilebilir...

Nâsih; tarih, Hz. Peygamber’in açık veya dolaylı şekilde bildirmesi veya sahabenin bildirmesi yoluyla bilinir.

(İki çelişik hükümden hangisinin) nâsih (olduğu) bilinemezse tevakkuf etmek (durmak) gerekir; iki hükümden birini seçmenin caiz olduğunu söylemek doğru değildir.

Neshedilen şey ya tilâvet ve hüküm veya ikisinden biri ya da hükmün vasfıdır...

Molla Hüsrev 1966. Mirâtü’l-usûl fî şerhi Mirkâti’l-vusûl, İstanbul, Ergin Kitabevi-Salah Bilici Kitabevi, s. 368–379.
Çeviren: Mehmet Boynukalın

Bize Yön Veren Metinler,Cilt.2

Derleyen:Alev Alatlı

Devamını Oku »

Yasa Koyucunun Şeriatı Vazetmedeki Amacı

 


eş-Şâtıbî




Endülüs’ün yetiştirdiği son alimlerden Ebû İshak İbrahim b. Musa eş-Şâtıbî (ö. 790/1388) dil, fıkıh ve usûl alanında birçok eser telif etmiştir. Bunların arasında fıkıh usûlüne dair el-Muvâfakât adlı eseri en meşhur ve özgün olanıdır. Bu eserinde Şâtıbî fıkıh usûlünü yeniden kurmaya çalışmış ve bu çalışmasında “makasıdü’ş-şeria”yı (şeriatın amaçlarını) temel norm olarak tespit etmiştir. İslam şeriatının din, hayat, nesil, akıl ve maldan oluşan beş ana değeri korumayı hedeflediğini belirten Şâtıbî her türlü hüküm, uygulama ve ictihadın, bu değerleri koruduğu düzeye göre değerlendirilmesi gerektiğini ifade etmiştir. Aşağıda onun bu mealdeki görüşleri tercüme edilmiştir:

------------

Şeriatın getirdiği yükümlülükler, onun insanlarla ilgili amaçlarını gerçekleştirmek içindir. Bu amaçlar üç kısımdır:

1. Zarurî amaçlar

2. İhtiyaç derecesindeki (hâcî) amaçlar

3. Tamamlayıcı (tahsînî) amaçlar

Zarurî amaçların anlamı bu amaçların din ve dünya menfaatlerinin gerçekleşmesi için vazgeçilmez olmasıdır. Öyle ki bu amaçlar kaybedilirse dünyada işler düzgün bir şekilde yürümemekle kalmaz; düzensizlik, kavga ve ölümler meydana gelir; ahirette ise kurtuluş ve (ebedi) nimet elde edilemez ve oraya açık bir kayıpla dönülür.

Bu amaçların gerçekleşmesi iki tür şeyle olur:

1. Bu amaçların ana unsurlarını ayakta tutan ve temellerini sağlamlaştıran yükümlülükler. Bunlar bu amaçları var etmek için konulmuştur.

2. Bu amaçlarda meydana gelen veya gelmesi muhtemel olan zayıflıkları ortadan kaldıran yükümlülükler. Bunlar bu amaçları yok olmaktan korumak için konulmuştur.

İman, kelime-i şehadeti söylemek, namaz, zekât, oruç, hac ve benzeri temel ibadetler dini var ederek koruma amacına yöneliktir. Yiyecek, içecek, giyecek, mesken ve benzeri âdetlerin yerine getirilmesi hayatı ve aklı var ederek koruma amacına yöneliktir. Muamelât nesli ve malı var ederek koruma amacına yöneliktir... İyiliği emretme ve kötülüğü yasaklama ilkesinin kapsadığı cezalar bütün temel faydaları yok olmaktan korumaya yöneliktir...

Muamelâtla ilgili hükümler insanların birbirlerinden faydalanmasını düzenlemeye yöneliktir; mesela mal, menfaat veya cinsel yönden faydalanma üzerine yapılan sözleşmeler aracılığıyla hakların bedelsiz veya bedel karşılığında el değiştirmesi gibi.

Suçlar söz konusu temel faydaları yok eden şeylerdir; bu sebeple onların bu yok ediciliğini gideren ve o faydaları telafi eden cezalar konulmuştur; mesela hayatı korumak için kısas ve diyet, akıl ve nesli korumak için belirli had cezaları, malı korumak için el kesme ve tazminat ödeme gibi cezalar vazedilmiştir.

Zarurî amaçların toplamı beştir. Bunlar din, hayat, nesil, mal ve aklın korunmasıdır. Bu amaçların bütün dinlerde gözetildiği söylenmiştir.

İhtiyaç derecesindeki amaçların anlamı şudur: İstenilen şeylerin elde edilememesi sebebiyle ortaya çıkan zorluk ve sıkıntıya çoğunlukla yol açan darlığın genişletilmesi ve kolaylığın sağlanması yönünden bu amaçların korunmasına ihtiyaç vardır. Bu amaçlar gözetilmediği zaman insanların çoğu bundan dolayı zorluk ve sıkıntı çeker; ama bu sıkıntı genel (zarurî) faydaların kaybıyla oluşması âdet üzere beklenen bozukluğun seviyesine ulaşmaz.

Bu amaçlar da (zarurî amaçlar gibi) ibadet, adet, muamelât ve cezalarda gözetilmiştir. İbadetlerde bunun örneği hastalık ve yolculuk sebebiyle ortaya çıkan zorluğu hafifletici ruhsatlardır. Âdetlerde bunun örneği av, yiyecek, içecek, giyecek, mesken, binek ve benzeri helâl olan güzel şeylerden faydalanmanın mubah/serbest kılınmasıdır. Muamelâtta bunun örneği emek-sermaye ortaklığı (mudârebe), ziraat ortaklığı (müsakat) ve selem sözleşmesinin meşru kılınmasıdır... Cezalarda bunun örneği karinelerin belli şartlarda delil kabul edilmesi, diyetin âkıleye ödetilmesi, zanaatkârların (üzerinde çalıştıkları mala) verdikleri zararın tazmin ettirilmesidir.

Tamamlayıcı (tahsînî) amaçların anlamı şudur: Güzel alışkanlıkları kabul etmek ve akl-ı selim sahiplerinin kendilerine yakıştıramadığı kötü alışkanlıklardan uzak durmak; “güzel ahlak” ifadesi bunları kapsar.

Tamamlayıcı amaçlar da önceki iki grup amacın gözetildiği konularda gözetilmiştir. İbadetlerde bunun örneği necasetlerin/pisliklerin temizlenmesi, genel olarak temizlikle ilgili bütün hükümler, avretin örtülmesi, güzel giyinme, nafile sadaka ve ibadetlerle Allah’a yaklaşma ve benzeri hükümlerdir. Âdetlerde bunun örneği yeme ve içme adabı, necis ve zararlı yiyecek ve içeceklerden, israf ve cimrilikten uzak durmaktır. Muamelâtta bunun örneği necis/pis şeylerle ihtiyaç fazlası su ve ot satımının yasaklanması, köleleri hürriyetine kavuşturma ve buna yol açan kitabet sözleşmesi, köleyi azad etme vasiyeti ve benzeri hükümlerdir... Cezalarda bunun örneği savaşta kadın, çocuk ve rahiplerin öldürülmesinin yasaklanmasıdır... Az sayıda verilen bu örneklerden onlarla aynı anlamda olan diğerleri hakkında fikir edinilebilir. Bu örnekler zarurî ve ihtiyaç derecesinde olan temel faydalara eklenen güzellikleri gerçekleştirmeye yöneliktir; çünkü bunların olmaması zarurî veya ihtiyaç derecesinde olan bir şeye zarar vermez; bunlar daha iyiyi ve daha güzeli gerçekleştirmeye yönelik hükümlerdir...

Tamamlayıcı olması sebebiyle, bu mahiyette olan her amacın bir şartı vardır: Asıl amacı ortadan kaldırmaya yol açmaması...

Bu husus şöyle açıklanabilir: Hayatın korunması genel ve önemli bir amaçtır; edep ve görgü kurallarına uymak ise tamamlayıcı mahiyettedir. Necasetten/pislikten uzak durmak edep ve görgü kuralları çerçevesinde, güzel alışkanlıkları yaymak için gözetilen bir amaçtır; ancak zaruret durumunda hayatın kurtarılması necis/pis bir şeyi yemekle mümkün oluyorsa bu şeyi yemek ölüme tercih edilir.

Bunun gibi satım sözleşmesinin kendisi zaruridir; (satılan nesneyle ilgili) belirsizlik ve bilgisizliğin giderilmesi ise tamamlayıcı mahiyettedir. Eğer belirsizliğin tamamen ortadan kaldırılması şart koşulsaydı alışveriş kapısı kapanırdı. Bunun gibi kira sözleşmesi de zarurî ya da ihtiyaç derecesinde bir muameledir; bedellerin karşılıklı değişimine konu olan (ıvazlı) akitlerde bedellerin sözleşme anında hazır bulundurulması tamamlayıcı mahiyette bir faydadır. Aynî malların satımında bu şart kolayca yerine getirilebildiği için selem sözleşmesi dışında, sözleşme anında var olmayan bir malın satılması yasaklanmıştır. Ancak kira sözleşmesinde bu mümkün değildir. Bu sözleşmede (kiralanan nesneden elde edilecek olan) menfaatin (meselâ kiralanan evde oturmanın) sözleşme anında var ve hazır olmasının şart kılınması bu muamelenin ortadan kalkmasına yol açar. Halbuki kira sözleşmesine ihtiyaç vardır. Bu sebeple, bedel sözleşme anında var veya hazır değilse de kira sözleşmesi yapmak caiz kılınmıştır. Aynı anlayış (yani caiz olmayan bir şeyin daha önemli bir amaç için caiz kılınması) bir hastalığın tedavisi için cinsel uzuvlara bakmanın caiz olmasında da geçerlidir...

Bunun gibi, zalim yöneticilerle birlikte cihad etmek alimler tarafından caiz görülmüştür. Mâlik b. Enes: ’Bunun bırakılması Müslümanlara zarar verir’ demiştir. Cihad zaruridir; onun bir yönetici tarafından yapılması da zaruridir; ama yöneticinin adaletli olması zaruri olanı tamamlayıcı mahiyettedir. Tamamlayıcı olan asli olanı ortadan kaldırıyorsa ona itibar edilmez. Bu sebeple Hz. Peygamber’den zalim yöneticilerle beraber cihad etmeyi emreden hadisler rivayet edilmiştir. Kötü yöneticilerin arkasında namaz kılma emriyle ilgili rivayet de böyledir. Çünkü bunun bırakılması cemaatle namaz kılma sünnetinin bırakılmasına yol açar. Cemaatle namaz kılma ise dinin emrettiği şiar/alamet niteliğinde ibadetlerden biridir. Yöneticinin adaletli olması ise bu emri tamamlayan bir husustur. Tamamlayıcı (bir unsurun bulunmaması) sebebiyle asıl ortadan kalkmaz.

Bunun gibi, namazın rükünlerinin tam olarak yerine getirilmesi zaruri bir amaç olan namazın aslını tamamlayan hususlardır. Bu rükünlerin tam olarak yerine getirilmesi namazın kılınmasını imkânsız hale getiriyorsa tamamlayıcı hususlar düşer; mesela hasta ve aciz olan kimsenin halinde olduğu gibi. Ya da bu rükünlerin tam olarak yerine getirilmesi önemli ölçüde zorluğa yol açıyorsa, bunu yapamayandan zorluk kaldırılır ve bu kişi ruhsatın izin verdiği ölçülere göre namazını kılar. Avret yerlerinin örtülmesi namazı tamamlayan/güzelleştiren hususlardandır. Ancak bu emir her hal ve şartta geçerli olursa avret yerlerini örtecek elbise bulamayan kişinin namaz kılması imkansızlaşır. Bunun gibi, şeriatta hepsi aynı esasa bağlı sayısız örnek vardır.

Şâtıbî 1417/1997. el-Muvâfakât, (nşr. Meşhur b. Hasan), Huber, Dar İbn Affan, II, s. 17-30.
Çeviren: Mehmet Boynukalın

Bize Yön Veren Metinler,Cilt.2

Derleyen:Alev Alatlı

Devamını Oku »