Şeytan Nasıl Vesvese Verir?



Birinci Soru: Şeytanın, insanın uzuvlarının içine girip, ona vesveseler atabilmesi nasıl düşünülebilir? Bu makul müdür?

Cevap: Alimlerin melekler ve şeytanlar hakkında iki görüşü bulunmaktadır:

Birinci Görüş: Allah'ın dışında bulunan varlıklar, aklî taksimata göre üç kısımdırlar:

1) Mütehayyiz (mekân tutmuş),

2) Mütehayyiz varlığa hulul etmiş,

3) Ne mütehayyiz ne de mütehayyize hulul etmiş olmayan.

Bu üçüncü kısmın mevcut olduğunu söylemenin yanlışlığına dair kesin bir delil bulunmamaktadır. Aksine, doğru olduğunu kabule dair pekçok delil mevcuttur. İşte, ervah (ruhlar) olarak isimlendirilenler, bu kısma dahildirler. Bu ruhlar eğer temiz ve mukaddes iseler, kudsî ruhlar alemindendirler ki, bunlar meleklerdir. Ama habis, serlere, bedenler âlemine ve karanlık mekânlara davet ediyor iseler, onlar da şeytanlardır.

Bunu iyice kavradığın zaman deriz ki: Bu duruma göre şeytan, bedenin içine girme ihtiyacını duyan bir cisim değildir; aksine o, fiilferi habis ve kötü, şer ve kötülük üzere yaratılmış olan ruhanî bir cevherdir. İnsan nefsi de bunun gibidir. Bu duruma göre, bu ruhlardan herhangi bir şeyin, herhangi birisinin, insani nefs cevherine çok çeşitti vesveseler ve batıl şeyler atıvermesi uzak bir ihtimal değildir. Alimlerden birisi bu konuda, ikinci bir ihtimal daha zikretmiştir ki, bu da şudur; Beşerin nefs-i natıkaları çeşit bakımından muhteliftirler. Onlar, çok çeşitli grupturlar. Onlardan her kısım, bizzat semavî ruhlardan birinin yönetimi altındadır. Beşerî nefislerin bir grubu, güzel ahlâklı, fiilleri iyi, mutluluk, sevinç ve kolaylıkla muttasıftırlar. Bunlar, semavî ruhlardan muayyen bir ruha müntesiptirler. Bu nefislerin diğer grubu ise, hiddet, kuvve-i gazabiyye, katılık, herhangi bir şeye aldırmamak ile muttasıftırlar. Bunlar ise, semavî ruhlardan başka bir ruha müntesiptirler.

İşte bu beşerî ruhlar, o semavî ruhların çocukları, onlardan meydana gelmiş yavrular ve onlardan neşet etmiş dallar gibidirler. Onu kendi maslahat ve faydasına olan şeyle irşâd etme işini üstlenmiş olan, işte bu semavî ruhtur. Uyku ve uyanıklık hallerinde onlara ilhamlar veren işte odur!.. Kudema (önceki) alimler bu semavî ruha, et-tabilu'ttâm !(eksiksiz-kusursuz tabiat) adını veriyorlardı. Şüphesiz, asııl ve kaynak olan bu semavî ruhun, pekçok dalları ve sayısız şubeleri bulunuyor.

Bunların tamamı da, bu insanın ruhu cinsindendir. Bunlar, birbirlerine benzediklerinden ve aynı cinsten olduklarından dolayı da, kendilerine uygun düşen ameller ve karakterlerine münasip olan fiiller konusunda birbirlerine yardım etmektedirler. Sonra bunlar hayırlı, temiz ve güzel iseler, melektirler ki, bunların yardımına "ilham" adı verilir; eğer kötü, habîs ve amelleri de çirkin ise, bunlar şeytanlardırlar ki, onların bu iane ve yardımlarına "vesvese" adı verilir.

Alimlerden birisi, bu konuda üçüncü bir ihtimal daha zikretmiştir: Buna göre, beşerî nefisler ve insanî ruhlar, bedenlerini terkettikleri zaman, o bedenlerde kesbetmiş, kazanmış oldukları o sıfatlar konusunda kuvvetlenmiş ve bu hususta mükemmelleşmiş olurlar. Ayrılan nefsin terkettiği bedene benzeyen başka bir bedende, o ayrılan nefse benzeyen başka bir nefis meydana geldiği zaman ise bu beden ile, daha önce, onu terketmiş olan nefsin bedeni olan o şey arasında bulunan benzerlikten dolayı, ayrılmış olan o nefis ile bu bu beden arasında bir tür münasebet ve alâka meydana gelir.

Böylece de, ayrılmış olan o nefsin bu bedenle sıkı bir münasebeti olmuş olur. Bundan dolayı da, daha önceki ayrılmış olan nefis, bu bedene tutunmuş olan nefse benzerlikten dolayı, fiil ve hallerinde yardımcı ve destekçi olmuş olur. Sonra bu, hayır ve bereket konularında olursa, bir ilham; şer konularında olursa, bir vesvese olmuş olur.

Binâenaleyh bütün bunlar maddeden ve mekân tutmaktan uzak, kudsî, ruhanî birtakım varlıkların, cevherlerin varlığının kabul edilmesi görüşüne dayanan, muhtemel birtakım izahlardır. Temiz ve pis ruhların varlığıyla ilgili hüküm, kadîm felsefecilerin üstadları nezdinde de muteber ve yaygın bir görüştür. Binâenaleyh onların, bu tür şeyleri, bizim şeriatimizin sahibi olan Hz. Muhammed nezdinde de kabul olunmasını yadırgamamaları gerekir.

Şeytanları Cisim Olarak Düşünenler

İkinci Görüş: Bu "Şeytanların, mutlaka cisim olmaları gerekir" şeklindeki görüştür. Biz diyoruz ki: Böyle olması halinde onların, kesif (katı) maddeler olduğunun söylenmesi imkânsız olur. Aksine onların, latîf birtakım cisimler olduğunu söylemek gerekir ki, Allah Teâlâ onları çok özel bir biçimde halketmiştir. Bu da, onların latîf olmalarının yanı sıra, dağılmayı, parçalanmayı, bozulmayı ve yok olmayı kabul etmemeleridir. Latîf olan kütlelerin, kesif olan maddelerin içine girmesi uzak ihtimal sayılmaz. Baksana, insan ruhu, latîf bir cisimdir. Ama o, buna rağmen, insanın batınının derinliklerine nüfuz edebilmiştir.

Binâenaleyh, insan bunları düşündüğünde, pekçok çeşit latîf cisimlerin, insanın içine girebilmesini nasıl imkânsız görebilir? Ateşin kütlesi, kömürün kütlesine; gül suyu, gül yaprağına; susam yağı, susamın maddesine sirayet etmemiş midir? İşte olay, burada da böyledir. Bütün bu anlattıklarımızla, cinlerin ve şeytanların varlığını kabul etmenin, akılların imkânsız göremiyeceği ve delillerin iptal edemiyeceği bir hakikât olduğu; inkârda ısrar etmenin de, ancak bir cehaletin ve akıl noksanlığının neticesi olduğu ortaya çıkmış olur.

Şeytanların varlığına dair, hüküm genel olarak sabit olunca, biz deriz ki, daha uygun ve () gerçek olan şöyle denilmesidir: Bu görüşe göre melekler, nurdan; şeytanlar ise dumandan ve alevden yaratılmışlardır. Nitekim Cenâb-ı Hakk, İblisi de, daha önce çok zehirleyici olan ateşten yarattık" (Hicr, 27) buyurmuştur. Bu söz, felsefecilerin otoriteleri nezdinde de meşhur olan görüştür. Binâenaleyh onu, şeriatimizin sahibi olan Hz. Muhammed bildirdiğinde, akıldan uzak sayıp kabul etmemek nasıl uygun düşebilir?

İkinci Soru: Niçin şeytan, "O halde kusuru bana yüklemeyin, kendinizi kınayın" demiştir? Halbuki şeytanın kendisi de, o batıl vesveseye yönelmesinden dolayı kınanmıştır.

Cevap: Şeytan bu ifadesiyle, "yaptıklarınızdan dolayı beni kınamayın. Kendinizi kınayın, zira sizler, sizin için Alla ´ın hidâyetini sağlayan şeyden yüz çevirdiniz" manasını kastetmiştir.

Daha sonra Cenâb-ı Hak, şeytanın "Ne ben sizi kurtarabilirim, ne de siz beni kurtarabilirsiniz" dediğini nakletmiştir

Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/ 541-542
Devamını Oku »

Vesvesenin Türleri ve Vesveseden Kurtuluşun Çareleri



Vesveseden kurtuluş nasıldır? Vesveseci, vesve­sesi tesir etmediği zaman kula ısrar eder mi? Bil ki, vesvese iki türlüdür: Birincisi, şeytandandır. Şeytan gelip de kişiye vesvese verdiği zaman, vesvese Allah’ı zikretmek suretiyle defedilir ve şeytanın burnu sürtülür. Bu yüzden şeytan “hannâs” olarak isimlendirilmiştir.

İkincisi ise nefstendir. Bu vesvese daha güçlü ve daha zordur. Her ikisi de Kuran’da “insan­lardan ve cinlerden ’ (Nas 114/6) ifadesinde zik­redilmiştir. Cinler ifadesiyle şeytan, insanlar ifadesiyle nefs kastedilmiştir. Şeytan, cin olarak isimlendirilmiştir. Çünkü İblis kendilerine cin denilen meleklerden olan bir cindi ve onların başkanıydı. Yeryüzündeki cinler meleklerden değil, sıcak bir rüzgârın ateşinden yaratılmış­lardır. İblis gurur ateşinden, melekler ise izzetin nurundan yaratılmışlardır.

İnsanların insan olarak isimlendirilmelerinin se­bebi kendilerinde bulunan ünsiyettendir. İnsan­lar ünsiyet yoluyla birbirleriyle yakınlık kurarlar. Bundan yoksun oldukları zaman yalnızlaşırlar. Nefs kişiye her türlü arzu ve lezzetlerle vesvese verir. Bu yüzden nefsin vesvesesi daha güçlü ve daha zordur. Bu tür vesvesenin defedilmesi ölümü hatırlamakla mümkün olur. Çünkü ölümü hatırlamak, nefste süreklilik kazandığında nefsteki ar­zular ölür. Yok olacaklarını ve durumlarının deği­şeceğini bilmekten dolayı nefs o arzuları gözünde değersizleştirir, hor ve küçük görür. Nitekim Hz. Peygamber ölümü hatırlamaya teşvik ederek şöyle buyurmuştur: “Lezzetleri yok edeni hatırlayın!” Hadis-i şerif şu anlama gelmektedir: Ölüm her şeyi ayan beyan görmektir. Bu yüzden, ölümün hatırlanması nefsi dehşete düşürür. Sahip oldu­ğu azıcık şey kendisine çok görünür ve “Bugün ya da yarın ölürüm” der durur. “Yarın öleceğim. Bununla ne yapayım ki, ölüm beni istiyor” diye düşünür. Bu, tul-i emel sahibi olmayan, emelini kısaltan kimse içindir. Bu sebeple Hz. Peygam­ber şöyle demiştir: “Dünyada züht, emeli kısalt­maktır.” Kul, bu iki zikirle yani Allah’ı anmak ve ölümü hatırlamakla her daim bu iki vesveseyi de yok eder. Öyle ki, bu zikir kulun kalbine hâkim olur. Sadrı aydınlanır. O, Allah’ın daha çok lütfuna mahzar olur ve Allah’tan daha çok korkar. Kalp korkuya bağlandığı zaman vesve­seden arınır. Çünkü kalpte marifetin hâkimiyeti gerçekleşmiştir. Kalp, yönetici olmuştur. Sadır ise halvet ve sükûnet halinde adeta bu dünyada­ki bir yönetici konağı gibi olmuştur ki orada her türlü ses duyulur ve hiç kimse ne bir ayak sesi ne de bir fısıltı çıkarmaya cesaret edemez. Zira onları bu yöneticiyi görmenin ve ona yakın ol­manın heybeti sarmıştır. Aralarındaki söz fısıltı şeklinde, yürümeleri dikkatli bir şekildedir.

Bundan önceki gürültü patırtı ve şamata ise nefstendir. Nefs bunu sadra gönderir. Haşyet havf, fark ve Allah’ın yüceliğinden kaynaklanan korkularla nefste marifetin hâkimiyeti tesis edi­lince nefs olduğu yerde ölüverir. Sesleri, gürültü patırtıları artık diner.

Bir de Haşan Basrî’den (r.a) nakledilen bir söz vardır. Bir adam kendisine vesveseden şikâyet ettiğinde ona “Ondan bizde çokça vardır” de­miştir. Işte bu, imanın vesvesesidir. Çünkü kul­ların kalbinde bulunan iman gözükmez, ondan Allah’tan başkasının haberi yoktur. İmanda nifak bulunduğu zaman kullar bunu bilmeye­bilirler. Şeytan tamahkârlığı herkeste buluna­bilir, şeytan kendisine verilen şeyle bunu bütün kullara bulaştırabilir. Sadırdaki kalp gözü ara­sına bu atıldığı zaman kalpteki iman közünden bir kıvılcım uçar ve bu atışı yakıp yok eder. Bu durumda şeytan kaçar ve kendi yerinde ezilmiş büzülmüş olarak kalır. Sadırdaki bu kıvılcım, delip geçen bir parıltı haline gelir. Bu, imanm nurudur. Bu en iyi ve en yüksek mertebedir. Çünkü iman örtülü bir haldeydi. Böylece ışığı ve parıltısı ortaya çıkar ve aydınlatır. Bu, kal­bin fiili ve kazanımıdır. Yöneticinin yani kalbin kazanması ile bir hizmetçinin -ki hizmetçiler, organlardır- kazanması birbirine eşit değildir. Bu yüzden Hz. Peygamber kendisine bundan şikâyet eden kimseye “İşte saf iman budur” de­miştir. Hz. Peygamber, onu saf olarak isimlendirmiştir. Çünkü imanın üzerini kaplayan kirli­likler dağılmış, örtüler açılmıştır.iman üzerin­deki örtü Allah’tan olup bir rahmettir. İnsanın yapıp ettiklerinin neticesinde imanın üzerinde biriken kapalılık ise kulun imanında ortaya çı­kan bir şeydir, dünyevi ilgi ve arzulardır. Bu du­rumda kapalılık dağılır, örtü açılır ve iman sadrı aydınlatır. Işıtır ve parlatır. Bu, saf imandır. Hz. Peygamberin sözü de, düşmanın getirdiği pis­liklere dair değil, bu közden ortaya çıkan kıvıl­cım hakkındadır.

İnsanoğlunun kalbi, çakılan bir çakmaktaşı me­sabesindedir. Nice taş vardır ki ateşi tutuşturur. Nicesi de vardır ki ateşi tutuşturmaz. Sen taşı taşa vurup çakarak ateşi tutuşturmaya çalışırsın. Tutuştuğu zaman bir kenara koyarsın ve ihtiya­cın olduğunda kullanırsın. Tutuşturmadığın­da ise atarsın. Şeytan da bu şekilde çakmağım atar. Onunla senin kalbine vurduğunda sadrın­da, kalbindeki marifet nurundan bir kıvılcım ortaya çıkar. Şeytan onu yerinden alır ve sana vesvese ile sıkıntı vererek senden bir şey çalma­yı umar durur. İman düğümünü çözmeye güç yetiremezse onu bozar. Çünkü iman düğümü korunmuştur ve iman da organlara sirayet eden inanç kategorisine giren amellerdendir. Şeytan attığı zaman imanın bulunmadığı kalbi vurur. Bu kimse münafıktır. Onun imanı sözündedir, sadece organlarının amelindedir. Bu atış kalbe vurduğu fakat bir ateş ya da kıvılcım tutuşturmadiği zaman şeytan onun hiçbir şeye sahip olmayan ve Allaha ihtiyacı bulunmayan boş bir kalp olduğunu anlar. Onda Allah’ın olmadığını fark eder. Onu yerine bırakır. Durumunu bu­naklığına verir ve onunla meşgul olmaz. Çünkü o zaten onundur. Zira şeytan ancak bir şeyi boz­mak için vesvese verir. Bozulacak bir şey gör­meyince onu kendisine saklar ve terk eder.

Şeytan ancak kendisine bir şey atılan ve bu atı­lan şeyin de kalbinin batınından iman nurunu tutuşturduğu kimseyle meşgul olur. O vakit onun yakını olur. Paçaları sıvar ve kıskançlığın­dan dolayı kendini onu bozmaya adar. Bu, Hz. Peygamberin (sav) ashabının vesveseyi kaybet­tiklerinde düşmanlarının eksik kaldığına dair gelen hadisin tevilidir.

İbrahim en-Nehai şöyle demiştir: “Müminin duasının kabul olduğunun alameti, vesvesedir.” Zira ehl-i kitaba vesvese verilmez. Çünkü düş­man onların işlerini boş vermiştir. Onlar artık düşmanın olmuşlardır. Ehl-i kitap ile müşrikle­rin kalpleri harap olmuş bir ev gibidir. Hırsızlar fakirlerin evlerine uğramazlar, zenginlerin evle­rine yönelirler.

Kalpler çeşit çeşittir. Bazıları harap olan ve düş­manın uğramadığı kalplerdir, bazıları ise pek çok hayır ve iyilik bulunan kalplerdir. Sonun­cu türden kalpler, kendisinde pek çok zengin­lik ve meta bulunan bir ev gibidir. Hırsızlar bu eve girmek ister. Ne hırsız kendi işini bırakır ne de evin sahibi evini koruma noktasında bir gaflet gösterir. Zira ev sahibi gaflet etse, metamı kaybeder. Yöneticinin konağında da cevherler vardır. Hırsızların bunlara ulaşma ümidi ise ke­silmiştir. Çünkü ev güzelce korunmaktadır. Pek çok bekçisi vardır. Yöneticiye karşı işlenecek bu suçun cezası da büyüktür. Bu ceza ya ölümdür ya da asılmadır.

Kalpler üç türlüdür. Birincisi kâfirin ve müna­fığın kalbidir. İkincisi, Allah’ın tevhit ehli kul­larının kalbidir. Üçüncüsü, Allah’ın veli ve has kullarının kalbidir. Bu kalp Allah’ın koruması altındadır. Onu Allah kullanır. Düşman ise ves­veseleri ile bu kalbi meşgul etmekten ümidini kesmiştir. Hz. Peygamberin (sav) şu sözünü görmüyor musun: “Şeytan Ömer’le ancak yü­züstü yere kapanarak karşılaşır.” Bu Ömer’in kalbine hâkim olan şeyden dolayıdır. Hz. Pey­gamber (sav) ayrıca “Kim Allah’ı yüceltirse Al­lah da onu her şey karşısında yüceltir” demiştir. Bu yüzden Saad b. Muaz (r.a) şöyle demiştir: “Namazdan başka beni hoşnut eden bir şey ol­madı.” Namazda vesvesenin kesilmesi, Allah’ın azametiyle dolmuş kalplerde olur. Allah’ın aza­metinin nuru onların kalplerini aydınlatmıştır. O kimse azamet ummamnda yüzmektedir. Şeytan ona dünyalık sözlerden bahsetmeye ne zaman güç yetirsin! Ya da bu kalp bu ummanda şaşkın şaşkın dolaşırken ne zaman bir şeye yönelebilsin!

Hakim Tirmizi-Edeb Ya hu (hayykitap yay.)



Devamını Oku »

Nâs Suresi Tefsiri



Rahman ve rahim olan Allah’ın adıyla

1.De ki: Sığınırım insanların rabbine.

Bu İlâhî beyanın ilk bakıştaki konumu, Resûlullah’a sözün devamında bahis konusu edilen hususu yerine getirmesine yönelik bir emirdir ki o hu­sus da Allah’a sığınmadan ibarettir. Böyle bir durumda verilen emre uyma­nın gereği “De ki: [İnsanların rabbine] sığınırım” şeklinde değil, doğrudan “sığınırım...” diye söze başlamaktır. Ne var ki -nihaî gerçeği bilen Allah’tır ya- âyetin sahip olduğu ifade iki yoruma açıktır.

Birincisi âyetin bu üslûp içinde indirilmesinin hikmeti İlâhî beyanın ulaştığı herkese yönelik bir emir olması, Cenâb-ı Hakk’ın sûrede zikrettiği şeyin kötülüğünden O’na sığınıp yardım dilemesini öğretmesine bağlı bulunmasıdır, ta ki Allah böylesini himayesine alsın! Buradaki himaye de iki şekilde gerçekleşir. İlki kendisine gelebilecek nâhoş duygu ve düşünceleri bertaraf etmesi konusunda Allah Teâlâ’nın öğrettiği naklî ve aklî delilleri hatırlatmaktır. İkincisi de nezd-i İlâhîsinden gelecek bir lutufla olur. Öyle ki bu tür lutfa yaratıkların ne ilmi ulaşır ne de akılları onu idrak edebilir.

İşte bu İlâhî lutfun varlığı halinde haktan sapma tehlikesinden emin olunur; sözü edilen bu lutuf tamamen Allah vergisidir. Konumu bu anlatılanlardan ibaret olan bir hususu Cenâb-ı Hakk’ın kuluna iptidaen lütfetmesi mümkün olduğu gibi lutfun gerçekleş­mesi amacıyla ön şart olarak kendisine niyaz edip sığınmada bulunmakla yükümlü tutması da mümkündür. Artık Cenâb-ı Hakk’ın hatadan koruduğu ya da bir iyiliğe mazhar kıldığı kişinin O’na şükretmesi gerekli hale gelir, çünkü Allah ya iptidaen onu himayesine almış veya talep ve niyazı üzerine kendisini koruma lutfiında bulunmuştur.

Sûrenin başındaki hitaba ait ikinci yorum, hitabın başkasına ait olması­dır. Aslında buradaki emir ilk yöneltildiği kimseye ait ise de mâna ve muh­tevasına başkalarının da iştirak ettiği türden bir beyandır. Beyan sahibi emri­nin ulaşabileceği herkese hitap edici olmasını sağlayacak lafzı -ki o “kul" (de ki) kelimesidir- bulundurup sürdürmüştür, ta ki kıyamete kadar aynı hitap

1)-Kur'ân-ı Kerim’in 114. sûresi olup Mekke’de nâzil olmuştur, Medine’de nazil olduğunu söyle­yenler de vardır.

devam etmiş olsun. Mükellefiyet ve imtihanın, yani İlâhî emrin yer aldığı bütün vahiyler aynı üslûbu taşımaktadır. Başarıya ulaştıran sadece Allah’tır.

Şimdi Nâs sûresinin tamamında iki nevi hikmet mevcut olup bunların muhtevasında İ‘tizâl mezhebinin çelişkisi ortaya konmaktadır. Birincisi İlâhî imtihan şeytana uymayı reddetmek ve ona karşı çıkmakla kazanılır. Şimdi azîz ve celîl olan Allah kişiye şeytana uymamayı sağlayan imkânların tamamını -kendi nezdinde hiçbir şey kalmayacak şekilde- ya verir ya da tamamını ver­meyip yanında bazı imkânlar kalmış olur. Şayet tamamını verdiği halde, kişi bu imkânları Allah’a sığınıp tutunma yoluyla talep ediyorsa O’nun verdiğini gizleyen ve Allah nezdinde bulunmayanı isteyen biri konumuna düşer.

Bu durumda Allah Teâlâ’nın sığınmayı emretmesi yersiz bir imtihan, zaten mev­cut olan imkânları gizlemeye varan bir buyruk statüsüne bürünür. Sözü edilen şeytandan korunma imkânları ya kulun tamı tamına aldığı bir haktır ki bunun inkâr edilmesi ileri derecede çirkin bir davranıştır veya Cenâb-ı Hakk’ın lütfettiği bir nimettir, bunun da gizlenmesi küfrân-i ni‘metten başka bir şey değildir, zira “küfür” kavramının aslî mânası Allah Teâlâ’nın nimetlerini örtmektir. Halbuki Cenâb-ı Hak çirkin ve gayri meşrû şeyleri emretmekten zâtını tenzih etmiş ve bunun şeytan işi olduğunu bildirmiştir.(2) Bir de mükel­lefi söz konusu edildiği şekilde imtihana tâbi tutmak / Allah Teâlâ ile alay etme çerçevesine giren bir sınavdır, çünkü bu durumda Allah kişiden, elinde olmadığı ve yanında bulunmadığını bildiği şeyi talep etmektedir, bu ise akıl erbabınca alay çerçevesine giren işlerden biridir. Allah Teâlâ’nın kullarını bahis konusu ettiğimiz hususlardan biriyle imtihana tâbi tutup emir verdiğini zanneden kimse Cenâb-ı Hakk’ı ve O’nun hikmetini bilmeyen biridir.

İkincisi Allah Teâlâ’nın mükellefe şeytana karşı direnebileceği imkân­ların tamamını vermeyip bazılarının nezdinde kalmış olmasıdır. Hemen be­lirtmeliyiz ki İ‘tizâl mezhebinin prensiplerinden biri de Allah’ın insanları herhangi bir fiille yükümlü tutmasının, ancak o fiilin temel niteliğiyle birlikte mevcudiyetini sağlayan nezdindeki bütün imkânları vermesinden sonra imkân dahilinde olduğu yolundadır. Biraz önce sunduğumuz alternatifte ise, emrettiği hususu yerine getirmeyi sağlayan nezdindeki imkânların tamamını vermeden Cenâb-ı Hakk’ın imtihan ve mükellefiyetinin gerekli hale gelişinin kabulü söz konusudur. Bu ise onların kendi mezheplerini hiçe sayma anlamını taşır.

2)- Müellif İmam Mâtürîdî şu âyetlere işaret etmektedir: “Şüphe yok ki biz şeytanları inanmayan­ların dostları kıldık. Onlar bir kötülük yaptıkları zaman ‘Babalarımızı bu yolda bulduk’ derler. De ki: Allah kötü ve çirkin olan şeyi emretmez. Allah’a karşı bilmediğiniz şeyleri mi ileri sürü­yorsunuz?” (el-Arâf 7/27-28).

Şu da var ki Mu‘tezile’ye göre Allah’ın yanında bir imkân bulunup da irade sahibi mükelleften sâdır olacak fiilin gerçekleşmemesi bu imkânı kendisine vermemesine bağlıysa Cenâb-ı Hakk’ın sözü edilen kişiyi imtihana tâbi tut­ması mümkün değildir, O’nun bu durumda kişiyi sorumlu tutması zalim oluşu sonucunu doğurur. Buna ek olarak insanların Allah’tan, kendisinin emrettiği fakat gerçekleşmesinin imkânlarını vermediği bir fiilin vukuunu talep etmeleri -ki aslında İ‘tizâl ehli Cenâb-ı Hakk’ı böyle bir şeyle nitelemez- ya da emrinin hemen ardından yerine getirilmesi gerektiği halde gerçekleşme imkânlarını ancak emir vermesi sırasında (yani fiilden önce) verdiği bir fiilin tahakkuku­nu O’ndan istemeleri kişinin şöyle bir zanna kapılması sonucunu doğurur: Allah emrediyor fakat kendisinden talep edilmedikçe emrinin yerine getirilme imkânlarını vermiyor. Böyle bir telakki zulüm ifadesi niteliği taşır.

Şimdi Allah’ı bilenlerin kalp huzuruyla bağlandıkları temel ilke şudur ki [ kul ne zaman bir gerçeğe ulaştırılmasını talep eder, korunma altına alınma­sını ister, üstün bir mertebeye ve erdemliliğe yüceltilmesini ümit eder ya da korktuğu bir şeye karşı Allah’ın yardımına sığınırsa bütün bu dilekler mutlaka gerçekleşir, tereddüte mahal kalmadan yerine getirilir ve bu durumda insan aykırı davranış ve yanlış pozisyondan emin olur. İnsanlar bu inanç üzerine yaratılmıştır. Öyle ki Mu‘tezilî olmayan her müslümanın gönlü bu duyuş ve inanışla huzura kavuşmuş, gerçekleşen olumlu sonuçları daima Allah’tan bilmiş ve kuşaktan kuşağa aktarılan bu telakki fıtrî bir nitelik kazanmıştır. Bütün güç ve kudret Allah’a aittir.

2.İnsanların yegâne hâkimine.

3. İnsanların ilâhına.

Allah Teâlâ sûrenin başında “bi rabbi’n-nâs” yerine “bi rabbi’l-halk” (yaratıkların rabbi) buyurmamıştır, halbuki bu İkincisi birincisine göre daha geniş kapsamlıdır. Bu konudaki kural şudur ki nesnelerin genelinin O’na nisbet edilmesi veya zât-ı ilâhiyyenin rubûbiyyet çerçevesinde ilişkili kılın­ması Allah’a tâzim statüsü içinde mütalaa edilir. İfade ne kadar kapsamlı olursa yüceltmeye o kadar elverişli olur. Nâs sûresinde sözü edilen bu konum -nihaî gerçeği bilen Allah’tır ya- birkaç şekilde yorumlanmaya müsaittir. Birincisi Allah Teâlâ burada sadece bir tanıtımı murat etmiştir. Bu kadarlık bir tanıtım sayesinde O’na sığınacak kişi koruma kudretine sahip olan ve kendisine iltica edilen yüce varlığı yeterince tanımış olur. Şunu da belirtmek gerekir ki Cenâb-ı Hak bir âyet-i kerîmede “bi rabbi'l -felak” (sabahın rab- bine), birinde “bi’llah” (Allah’a), bir yerde de “bike” (sana) buyurmuştur; şu beyanlarında olduğu gibi: “De ki: Rabbim! Şeytanların kışkırtmasından sana sığınırım!”(Mü'minun,97) “Eğer şeytanın fitlemesi seni tahrik edecek olursa hemen Allah’a sığın. Çünkü O, işiten ve bilendir. ’(A'raf,200)

Bunun hikmeti, Allah’a sığın­manın ve O’na dönüş yapmanın kaçınılmaz bir ihtiyaç halini aldığı, evet kişinin başına kendi nefsinden endişe edeceği nitelikte bir iş geldiği ve iç âle­mini meşgul ettiği zaman mânevî dolaşım alanının ne kadar geniş olduğunu anlaması ve o anda Allah Teâlâ’nın isimlerinden hangisini hatırlıyorsa onu anmak suretiyle dileğini arzedebileceğini kavramasıdır. Çünkü her bir İlâhî isimde O’nun nimetlerine, / hükümranlığına, kudret ve azametine kılavuzluk etme niteliği mevcuttur; böylelikledir ki yetkin derecede egemenlik O’na yöneltilmiş, bunca nimetin kendisine aidiyetinin belirtilmesi suretiyle de hamd ve senânın zâtına has oluşu dile getirilmiş olur.

Sonuç olarak bu tutum Cenâb-ı Hakk’ın kudret ve ihsanının zikredilmesi suretiyle zât-ı ilâhiyyesin- den şefaat dileme şekillerinden birini teşkil eder ve bunun en üst derecesini de “bi rabbi’n-nâs” demek suretiyle insanlarla O’nun arasında ilişki kurma yön­temi oluşturur.

İkincisi Allah’tan başkasını rab, hâkim ve mâlik bilip tapman canlı türü­nün insanlardan ibaret olduğu bilinmektedir. Bu gerçek çerçevesinde Cenâb-ı Hak yüce Allah’ı bilmek, başkasına kullukta bulunmaktan muhafaza etmek, O’nun hâkimiyet ve rubûbiyyetini benimsemekle lutuf ve ihsanda bulun­duğu kullarına, sûrede, sözü edilen hususlardan koruması için kendisine sığınmalarını emretmiş, bu gerçeği daima hatırlayıp dile getirmelerini iste­miş, kendilerinin rabbi, mâliki olup ibadete başkaları değil zât-ı ilâhiyyesinin layık bulunuşunu ifadelendirmelerini dilemiştir.

Burada şöyle bir yorum da yapmak mümkündür. Biraz önce sözünü ettiğimiz sebepler yüzünden bazı insanlar hak yoldan saparak Allah’tan başka rabler edinmiş, bir şeyi meşrû veya gayri meşrû kabul etme ayrıca harcama yapma veya yapmayıp elini sıkı tutma konularında kendi hükümdarlarının tâlimatına bağımlı kalmış, ya da ibadet ve ilticâlarını Allahtan başkasına yöneltmişlerdir. İşte bu realiteye bağlı olarak Cenâb-ı Hak yukarıda bahis konusu edilen hususlarla lutuf ve ihsanda bulunduğu kimselere üstün vasıflarla gerçek mânada nitelendirilen yüce varlığa sığınmalarını emretmiştir; bir bakıma hak yoldan sapanların, edindikleri rableri ve hükümdarlarının yanında zaman zaman tek ilâha sığın­maları gibi, çünkü kâfirler de putlarından ümit kestiklerinde yardım ve ko­rumasına nail olmak için tek Allah’a iltica ederler. Nihaî gerçeği bilen Allah’tır.

Üçüncüsü kâinatın yaratılmasından amaç Nâs sûresinin haklarında nâzil olduğu insan türüdür, tabiatın diğer üniteleri insanların emrine verilmiş bir durumdadır. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: “O, yerde olanların hepsini si­zin için yaratmıştır.”(Bakara,29) “Allah, emri ve izniyle içinde gemiler akıp gitsin ve lutfundan nasiplerinizi arayıp şükredesiniz diye denizi hizmetinize vermiştir.”(Casiye,12) “O rab yeri sizin için bir döşek, göğü de koruyucu bir tavan yaptı. Gökten su indirerek onunla size besin olsun diye yerden çeşitli ürünler çıkardı. Artık siz gerçeği bile bile Allah’a şirk koşmayın.”(Bakara,22)

Artık “İnsanların rabbine, insanların yegâne hâkimine, insanların ilâhına” denildiğinde “her şeyin rabbine” denilmiş gibi olur, çünkü insanların dışında kalan tabiat üniteleri onlar için yaratılmıştır. Dolayısıyla Allah’a sığınıp yardım talep edilmesi sırasında insan türünün zikredilip hedef göste­rilmesi, O’ndan başka hiçbir varlığın koruyup yardımda bulunma imkânına sahip olmadığının kabul edilmesi anlamını taşır. Buna göre sığınma talebinde “bi rabbi’n-nâs” ile “bi rabbi’l-halk” ifadeleri arasında bir fark yoktur. Nihaî gerçeği bilen Allah’tır.

“Bi rabbi’n-nâs”ın yorumunda “muslihu’n-nâs” (insanların dirlik ve dü­zenini sağlayan) açıklaması yapılmıştır. Bu anlayış onların gerek dinî gerek şahsî dirlik ve düzenlerinin O’na bağlı oluşu ilkesine dayanır.

“Meliki’n-nâs” (insanların yegâne hâkimi) âyetinin yorumunda bütün insanları hâkimiyeti çerçevesine alma hakkının Allah’a ait oluş faktörü­nün bulunduğu söylenmiştir, buna mukabil “rabbü’l-halk” yorumunda İlâhî hâkimiyet faktöründen bahsedilmemektedir. Şu halde Cenâb-ı Hak “meliki’n-nâs” buyurmak suretiyle insanlar üzerindeki egemenliğin ta­mamının gerçek mânasıyla kendisine ve hâkimiyet vasfına ait olduğunu beyan etmiştir. Başkalarına izâfe edilen hâkimiyetse ihtiyaçları mikta- rınca Allah’ın lutfedişi statüsündedir. “Meliki’n-nâs” için “seyyidihim” (insanların seyyidi [efendisi]) yorumu da yapılmıştır. Ne var ki “seyyid” kelimesi insanların dışındaki varlıkların mâliki için kullanılmaz. İnsan da “rab”, “melik”, “mâlik” kelimeleriyle nitelendirilebilir, ancak bu mutlak değil nisbî çerçevede kalır ve meselâ “evin rabbi (sahibi)”, “câriyenin mâ­liki”, “Mısır meliki” vb. ifadeler normal karşılanır. Buna göre âyetteki melik kelimesine “yegâne sâhibi” yolunda mâna verilmesi gerçeğe daha yakın görünmektedir.

4. Pusuda bekleyen sinsi şeytanın şerrinden.

5. İnsanların kalbine vesvese veren.

6. Cinlerden ve insanlardan olabilen şeytan.

“Pusuda bekleyen sinsi şeytanın şerrinden” meâlindeki İlâhî beyanda ves­vese veren varlığa “vesvâs” ve “hannâs” denilmiştir. Bu beyanın te’vilinde iki görüş belirtilmiştir. Birincisi şeytan gaflet halinde vesvese verir, Allah’ın hatırlanıp anılması durumundaysa geri çekilip gider. “Hannâs”ın anlamı için “görülmez, duyu alanına girmez” de denilmiştir, şu âyette olduğu gibi: “Şey­tanın hem kendisi hem de yandaşlan, onları göremeyeceğiniz yerden sizi gö­rürler.”(A'raf,27) Bu içeriğe bağlı olarak Kur’an’da akıp giden yıldızlar için “el-hunnes”] denilmiştir,(3) yani onlar kendi ufuklarından doğarlar, / gündüzün ise gizlenir­ler (yahnesne).

Şöyle bir fikir de ileri sürülmüştür: “Ellezî yuvesvisü...” diye başlayan İlâhî beyan insanların kalbine vesvese veren varlığı cin ve insan tü­ründen kabul etmiştir demek mümkündür. Nâs sûresinin yorumunu yaparken âyetler arasında yer değişikliğine gitmek de mümkündür denilmiştir. Buna göre 5. âyet aradan çıkarılıp en son zikredilebilir.

Vesvese bilinen bir şey olup insanın kalbini meşgul eden ve dinî konu­larda şaşkınlık doğuran bazı fikirlerin telkin edilmesiyle oluşur, öyle ki kişi bu tür kuruntulardan kurtulmanın yolunu bilemez. Nefsanî arzularına uyan­larla inkârcı kesimlerin durumu da bunun gibidir; Cenâb-ı Hakk’ın şu beya­nında olduğu gibi: “Böylece biz her peygambere insan ve cin şeytanlarını düşman kıldık.”(En'am,112) “Gerçekten şeytanlar dostlarına, sizinle mücadele etmeleri için telkinde bulunurlar.”(En'am,121)

Cin şeytanlarına gelince, bu husus bütün din mensupları ve peygamber­lere inanan kimselerce benimsenen bir şeydir. Ancak materyalistlerle peygam­berleri inkâr edenler şöyle bir tez ileri sürerler: Cinlerden oluşan şeytanlar yoktur; bu konudaki söylentiler peygamberlik iddiasında bulunan kimselerin insanları korkutmak amacıyla kullandıkları bir kozdan ibarettir; onlar bununla toplulukların bilgisizliğinden yararlanarak kendilerini dinlemeye ve sahip olduklarını iddia ettikleri bilgi ve mârifetlerine ilgi göstermeye halkı mecbur etmek isterler.

Materyalistlerle nübüvvet inkârcılarının ileri sürdükleri bu tez onların akıl ve muhakemlerinin sınırlı oluşundan kaynaklanmaktadır. Sözü edilen bu kimseler iyice düşünseler, akıllarının mutlaka araştırılmasını zaruri kıldığı şeyi terkettiklerini ve aslında incelenmesine ihtiyaç duydukları bir hususa ilgi göstermediklerini anlamış olurlardı. O da zaman zaman zihinlere gelen düşünceler (havâtır) ve gönüllerde doğan duyuşlardan (hayâlât) ibarettir. Bu düşünce ve duyuşlar şekillendirilip değerlendirilmeye alındığında bir kısmı­nın çirkin bir kısmının da güzel olduğu hükmüne varılır. Bir olgunun veya bir nesnenin yokken kendi kendine vuku bulması mümkün değildir, çünkü bir şeyin bir yönetici ve etkileyici olmaksızın kendi başına çirkin veya güzel olması muhaldir. Bütün insanlar sözünü ettiğim hususu pekâlâ bilmektedir, çünkü onlar bu duygu ve düşüncelere sahip olmakta ve bu olgunun kendile­rinden kaynaklanan bir faktörün etkisiyle meydana gelmediğini bilmektedir. Sonuç olarak bahis konusu olgunun araştırılmasının gerekliliği kanıtlanmış bulunmaktadır.

Şunu da belirtmek gerekir ki burada tartışılan hususu bedenî yetenekle­rin doğurduğu veya onun aklî çıkarımla elde edildiği yolunda herhangi bir bilgi bulunmamaktadır. Şunu belirtmek gerekir ki bu mesele münasebetiyle iki önemli konu zaruri olarak gündeme gelmektedir; materyalistlerle nübüv­vet münkirlerinin bu iki konuya vâkıf olmasına bilgisizlikle yetinmeleri ve rahatlarına düşkün olmaları engel teşkil etmiştir. Konulardan biri bir yara­tıcının mevcudiyetine ve bütünüyle evrenin hakîm, alîm ve kadîr olan bu yaratıcının yönetimi altında bulunduğuna hükmetmek, diğeri de bilinmezlere vâkıf bulunan yüce yaratıcı nezdinden gelen nübüvvet müessesesini benim­semektir.

Şimdi mesele insan bilgisinin ulaşıp mahiyetini anlayacağı bir [ konumda bulunmadığından kişi iyiden iyiye araştırıp irdelediğinde iki önemli hususla karşı karşıya gelir. Birincisi mûcizeleriyle birlikte peygamberlerdir. Nebilerin muhatapları müşahede ettikleri onaylayıcı fevkalâdelikler sebebiyle hem peygamberleri hem de tevhid ilkesini benimserler, çünkü insanlar nebi­lerin sundukları mesajların içinde realite ile bağdaşan haberlerin yer aldığını müşahede etmektedir. Zaten durum böyle olmasaydı Allah elçileri iyilik diye bir şeyden söz edemezlerdi.

İkincisi yine insanlar söz ve davranışlarında isabet edemeyenlerin elinden çıkan işlerin uyumsuz ve dengesiz olduğunu müşahede etmelerinin yanında evrenin hikmet, düzen ve uyum içinde işle­diğini görünce bunun, bütün tabiat ünitelerinin ihtiyaç ve yararına vâkıf olan hakîm bir yönetici sayesinde vücut bulduğunun şuuruna ererler. Bu sebeple de kendileri için iki husus gerekli hale gelir: Allah’ın birliğini ve nübüvvet mües­sesesini benimsemek. Bütün güç ve kudret Allah Teâlâ*ya aittir.

Bize göre şeytanın sözü edilen işkillendirmeye yetenekli kılınmasında hareket noktası şudur ki şeytanla melek Allah Teâlâ’nın iki yaratığıdır.

Biz insanlar onların mevcudiyetini hem peygamberler vasıtasıyla hem de -daha önce değindiğimiz gibi- bizde doğrudan meydana gelen düşünce ve duyuş­ların (havâtır) çirkin veya güzel nitelik almalarını sağlayan varlığı bilmeye olan ihtiyacımız sebebiyle anlamış olduk. Bu iki yaratığın her biri Allah’ın muktedir kıldığı rolü yerine getirir. Meleklerin görevi hayır ve hikmettir, Allah Teâlâ’nın kolaylaştırması ve lütfetmesi sayesinde her melek kendi fonksiyonunu icra etmekte herhangi bir zorlukla karşılaşmaz. Şeytanın fonk­siyonu ise dalâlet ve kötülüktür, bu da kendisi için kolaylaştırılır.

Nihayet iyilik birinci varlığa fıtrî bir etkinlik gibi gelir, kötülük de ikinci varlık için aynı konumda bulunur. İki etkinlikten her birinin imkân çerçevesinde yer alışı gerçeğine bağlı olarak azîz ve celîl olan Allah şöyle buyurmuştur: “Ser­vetinden Allah yolunda harcayıp saygı hisleri içinde kötülüklerden sakınan ve en güzel ifade olan kelime-i tevhidi benimseyen kimseye muvaffaki­yet yolunu kolaylaştırırız. Cimri davranan, kendini kendine yeter gören ve kelime-i tevhidi yalan sayıp dışlayan kimseyi ise en güç yola sardırırız.”(Leyl,10) “Allah kimi doğru yola iletmek isterse kalbini İslâm’a açar. Kimi de saptırmak isterse göğe çıkıyormuş gibi kalbim iyice daraltır.”(En'am,125)

Şimdi, insan türü için vazedilen İlâhî kanun şudur ki bu şuurlu canlılar gerek kendileriyle Allah arasında gerekse hemcinsleri beyninde bazı hak ve vecîbelere tâbi olmakla yükümlü tutulmuş, ayrıca meleklerin desteğine mazhar kılındıklarının inancını taşımaları da onlardan istenmiştir. Nitekim azîz ve celîl olan Allah şöyle buyurmuştur: “Hani rabbin meleklere ‘Ben si- zinle beraberim; haydi siz de müminlere destek olun!’ diye vahyediyordu.” (Enfal,12)İnsanlara ayrıca şeytanın vereceği vesveseyi reddetmeleri emredilmiştir, “(Ey insanlar!) Şeytan sizin düşmanmızdır, siz de onu düşman bilin. O, kendi ta­raftarlarını olsa olsa cehennemlik olmaya davet eder.”(Fatır,6) meâlindeki âyet ve benzerlerinde olduğu gibi.

İnsan türüne paralel olarak melekler de insanların söz ve davranışlarını kaydetmek göreviyle yükümlü tutularak varlık alanına çıkarılmıştır, Cenâb-ı Hakk’ın “Değerli yazıcılar”(İnfitar,11) meâlindeki beyanı bu gerçeği kanıtlamaktadır. Buna göre meleklerin bu yetenekle donatılmasının hikmeti, daha önce de değinildiği üzere, Allah’ın kendilerini imtihana tâbi tutup hem öz varlıklarıyla itaat etmeleri hem de insanlara yönelik olarak sözünü ettiğim görevlerinde emr-i İlâhîye uygun olarak hareket etmeleridir.

Meleklere ait bu konu­mun insanlara yönelik hikmeti ise onları dikkatli olmaya davet etmek ve kişinin psikolojik muhtevasında oluşan düşünce ve duyuşların, faydasına olanlarını zararına olanlarından ayırması için titizlik göstermesini sağlamak­tan ibarettir. Yine meleklerin mükellefin söz ve davranışlarını kaydetmekle yükümlü tutulmasının hikmetinin diğer bir örneği kişinin bütün fiil ve halle­rinde bilinçli ve dikkatli olmasıdır, tıpkı dostları ve düşmanlarından oluşup davranışlarına vâkıf bulunan zabıt kâtipleri karşısındaki bilinçli hareketi gibi. Şüphe yok ki bu konumda bulunan bir insan dostunu incitecek şeylerden elinden geldikçe korunur ve fayda umduğu her davranışı sergiler, düşmanın­dan da -farkına varamayacağı bir yönden eziyet verip ağır ithamına maruz kalmamak için- var gücüyle sakınır.

Şu da bilinmektedir ki duyulur âlemde olup bitenleri tesbit eden ya­zıcılar vak‘ayı elden geldikçe iyi anlayıp kavramadan kayda geçirmezler, / duyular ötesinde de durum aynıdır. Çünkü -bizim tasavvurumuza göre- ya­zıcı melekler mükelleflerin lehine ve aleyhine olacak davranışların tesbitinde gözlerine görünen kimselerin apaçık fillerini müşahede edenler gibi bir ko­numa sahiptirler. Başarıya ulaştıran sadece Allah’tır.

Bu esastan hareketle dostlarla düşmanların bir arada yaşamaları, dost­luğun ve düşmanlığın gerekleri çerçevesinde tasvip ettikleri ve etmedikleri konularda davranış biçimi sergilemeleri yolundaki İlâhî imtihan ve düzen hikmete uygun düşmüştür. Çünkü insanların derûnunda saklanan niyetler dostluk ve düşmanlık içermeleri açısından kalplerin ve akılların gözleri ta­rafından algılanmaktadır. Bu sebeple de onlardan sakınmak ve uygun düşen davranışı sergilemek imkân dahiline girmektedir.

Yine bu esasa bağlı olarak Allah Teâlâ gözle görülemeyen düşmanla­rına mükelleflerin bedenlerine ve mallarına yönelik alıp götürme, kirletme veya bozma şeklinde fiilî bir tecavüz imkânı vermemiş, buna mukabil insan türünden olan düşmanlarına bu imkânı sağlamıştır. Çünkü insanlar birbirle­rine yönelik hilelere vâkıf olduklarından bunları bertaraf edip zararlarından sakınma konumundadır. Bu, duyuların organlardan sâdır olacak fiilleri ve bunların alt yapısını oluşturan faktörleri idrak etmesine benzemektedir. İşte meleklerin durumu da bunun gibidir. Ne var ki zihnî kapasitesi, aklın ve her şeyin şehadetine rağmen kâinatın yaratıcısını ve O’nun birliğini idrak etmekten âciz kalan kimsenin şeytanı (ve melekleri) kavrayamaması ihti­malden uzak tutulup yadırganacak bir şey değildir. Nihaî gerçeği bilen Allah’tır.

{İmam (r.a.) şöyle dedi:} Şeytanın insana vesvese vermeye nasıl imkân bulduğu konusunda farklı yorumlar ileri sürülmüştür. / Bazı rivayetlerde ka­nın bedendeki dolaşımı gibi şeytanın da kişinin mânevi yapısına nüfuz ettiği söylenmiş, bir kısmı ise bunu tasvip etmemiştir.(Buhari,Ahkam,21..) Aslında bu, yadırganacak şeylerden birini teşkil etmemektedir, zira kanın insan bedeninde dolaştığı ayrıca yeme içmeden oluşan enerjinin, bedenle duyuların hayatiyetini sağ­layan unsurların fizikî yapıda rol oynadığı pekâlâ bilinmektedir; sözü edilen bu unsurlar sinir sisteminin tamamına ve bedenin bütün ünitelerine sezilmez yollarla sirayet etmektedir. Şeytanın durumu da bu esasa göredir. Bir de ya­zıcı melek hakkında nakledilenleri hatırlatmak gerekir, şöyle ki meleğin ne oturduğu yer tarafımızdan bilinmekte, ne kaleminin cızırtısı duyulmakta ne de hakkımızda yazdıkları görülebilmektedir. İşte şeytanın vesvese vermesi de bu kabilden bir şeydir.

Allah Teâlâ’nın, Peygamber’ine şeytanın vesvesesi, tahriki ve tasallu­tundan kendisine sığınmasını emrettiğinin bir gerçek olduğu şu beyanlarıyla sabit olmuştur: “Eğer şeytanın fitlemesi seni etkilerse Allah’a sığın. Şüphe yok ki O işiten ve bilendir.”(A'Raf,200) “De ki: Rabbim! Şeytanların kışkırtmasından ve yanımda bulunmasından sana sığınırım.”(Mü'minun,97-98) “Takvâya erenlere şeytan tara­fından bir vesvese geldiğinde düşünüp kendilerini toparlar ve basiretlerine sahip olurlar.”(A'raf,201) “Faiz yiyenler şeytan çarpmış kimselerin cinnet nöbetinden kalktığı gibi yerlerinden kalkarlar.”(Bakara,275) Görüldüğü üzere şeytanın tahrikine mâ­ruz kalan kimse Allah’ın dileyip beyan ettiği bir durumda bulunur.

Şeytanın kişiye vesvese vermesi, çarpması ve onu fitlemesinin hangi zaman veya mekânlarda vuku bulduğunun belirlenmesi ihtiyaç duyduğumuz bir husus değildir, çünkü Allah Teâlâ şu âyet-i kerîmesiyle şeytanı göreme­yeceğimizi haber vermiştir: “Şeytan da yandaşlan da kendilerini göremeye­ceğiniz yerden sizi görürler.”(A'raf,27)

Şeytanın yükümlülük ve sorumluluğumuzu ilgilendiren yönü derunî hayatımızda etkiler bırakan fiileridir. / Biz insanlar Cenâb-ı Hakk’ın övgüye lâyık lutfuyla şeytandan gelen tahrikleri farketme imkânına sahip kılmmışızdır. Bize düşen görev ondan kaynaklanıp mânevî hayatımızı etkileyebilecek fiil ve vesveseler konusunda dikkatli olmaktır; böyle davrandığımız takdirde Allah Teâlâ’nın bahşettiği imkânlar, ayrıca yanlışı bertaraf edip hakka bağlanmayı sağlayacak mahiyette öğrettiği güçlü deliller sayesinde şeytanın etkilerini ortadan kaldırabiliriz; meselâ şu âyet-i kerîmede beyan edildiği gibi: “Takvâya erenlere şeytan tarafından bir ves­vese geldiğinde düşünüp kendilerini toparlar ve basiretlerine sahip olurlar.”(A'raf,201)

Böyle durumlarda bir alternatif de Allah’a dönüş yapıp saldırıları püskürt­meye tahsis ettiği lutfuna mazhar olmak için O’na sığınmamızdır, tıpkı Yû­suf aleyhisselâmın niyazında olduğu gibi: “Rabbim! Zindan bu kadınların benden istedikleri o işten daha hayırlıdır. Eğer onların fendini benden uzak­laştırmazsan kendilerine ram olup cahilce davrananlardan biri durumuna düşerim.”(Yusuf,33) Oysa Hz. Yûsuf kadınların hile ve tuzağını bozmaya yarayan çeşitli vasıtaların bilgisine sahip bulunuyordu. İslâmiyet’in temel ilkeleri­nin İlmî alanında ileri seviyeye ulaşanların şu niyazı da aynı mahiyettedir: “Rabbimiz! Bize hidayet verdikten sonra kalplerimizi saptırma! Tarafından rahmet ihsan et bize. Şüphesiz bağışı en bol olan sadece sensin!”(Al-i İmran,8)

Âlimlerin bir kısmı şeytanın, nefsin arzu ettiği şeyleri bildiğini ve onları nefse süslü gösterdiğini, aklın yönlendirdiği alandan da haberdar olduğunu ve onu bu alandan geri çevirmeye çalıştığını söylerken bir kısmı da şöyle der: Öyle değil; gerçek olan şudur ki sözü edilen olguda karanlık, aydınlık, temiz ve meşrû oluşla aksi oluş izleri bulunur, şeytan bu izleri tanır ve tahriklerini ona göre ayarlar, nihayet arzu ettiği eyleme ulaşır.

Bazan nefsin ve aklın bedendeki ve onun dışındaki fonksiyonu beraberce bulunur, özellikle amellere ait sonuçlar açısından.Bir kısım âlim de şeytan hiçbir hususta herhangi bir bilgiye sahip değildir demiştir, ne var ki aldatmak, kötü fiili güzel göstermek, hak ile bâtıl arasında yer değiştirtmek türünden olmak üzere sonuç alabileceğini umduğu her çareye başvurur, tıpkı şuna buna dokunmak suretiyle zararlıyı faydalıdan ayırmaya çalışan âmâ gibi.
Şunu belirtelim ki burada sözü edilen hususların tamamı şeytanın etkinlik gösterme yöntemleri, imkân ve taktiklerinin yollandır. Bütün bunlar bilmekle mükellef olmadığımız hususlardır. Bize düşen görev başarılı olmasını engel­leme yolunda gayret göstermektir. Bu da daima uyanık ve dikkatli olmak, âyetlerde zikredildiği üzere basiretli davranmak, ya da gelmesi halinde şey­tanı defedip tesirini engellemesi için yüce Allah’a sığınmak yoluyla gerçek­leşir, zira O’nun nezdinde öyle lutuflar vardır ki bunlar sayesinde yanlış yola düşmekten korunulur ve isabetli davranış elde edilir.

Birçok müfessir şeytanın insanlarda olduğu gibi cinlerin de duygu ve düşüncelerine vesvese karıştırdığını söylemiştir. Her tür mükellef içinde hak yoldan sapanlar ve azgınların yanında hayırlı ve itaakâr zümreler de bulun­duğuna göre bu görüşü onaylamak mümkündür. Ancak Nâs sûresinin kendi mecrasındaki te’vilinin gereği cinlerden ve insanlardan oluşan şeytanların insanların gönlüne vesvese düşürdükleri yolundadır. Nihaî gerçeği bilen Allah’tır.

* * *
Felak ve Nâs sûrelerinin (Muavvizeteyn) Kur’an’dan olup olmadığı me­selesine gelince, {Fakih (r.h.) şöyle dedi:} Bu iki sûre hakkmdaki kanaatimiz şundan ibarettir ki çağımızın âlimlerine nesilden nesile intikal eden bilgi ve görgü çerçevesinde “Kur’an muhtevası mushafın iki kapağı arasında yer alan metinden ibarettir” yolundaki hüküm dairesine bu iki sûre de dahil olmuştur. / Biz Muavvizeteyn’in İlâhî kelâma nitelik kazandıran erişilmez (mu‘ciz) oluş özelliği taşıyıp taşımadığını tesbit edecek deneme ve sınama bilgisine sahip bulunanlardan değiliz. Bu konunun gereği meseleyi ehlinden öğrendikten sonra metnin Kur’an’dan olduğu ve erişilmez niteliği taşıdığının sübut bul­duğuna tanıklık etmekten ibarettir. Sonuç olarak bizim gibilerin yapacağı şey ehline uymaktır.

Allah’tan geldiği ve hak niteliği taşıdığı yolunda kesin karar verdiğimiz bütün dinî hükümlerde ortak anlaşmayı sağlayan kriter artık vuzuh kazanmış­tır, Muavvizeteyn meselesi de aynı esasa bağlıdır. Ne var ki İbn Mes‘ûd’dan (r.a.) nakledildiğine göre kendisi Felak ve Nâs sûrelerini mushafına yaz­mamıştır. Kanaatimize göre bu husus iki şekilde yorumlanabilir. Birincisi bu iki sûrenin Kur’an’dan olup olmadığı hakkında Resûlullah sallâllahu aleyhi ve sellemden hiçbir şey duymamış olma ihtimalidir; yine o, bu konu­yu sormayı da kendisi için bir görev telakki etmemiş olmalıdır, zira Kur'an ile Resûlullah’ın getirip tebliğ ettiği diğer hususlar bilinmesi ve kendileriyle amel edilmesi açısından aynıdır, şu sebeple ki bunların hepsiyle amaçlanan şey mükellefiyet açısından yerine getirilmesi gerekeni ifa etmekten ibaret olup isim ve konum belirlemek değildir.

İslâm’ı benmimseme konusunda üstün mertebeye ulaşmış kimseler erişilmez (mu‘ciz) niteliği taşıyan metinle­ri diğerlerinden ayırıp Kur’an mıdır, değil midir diye tesbit edebilmek için deneme ve sınama eylemine girişmeyi kendileri için hiç de gerekli görmü­yorlardı. Nefsini bir nevi imtihana tâbi tutma niteliği taşıyan böyle bir dav­ranış Resûlullah’tan gelen tebliğlerde tereddüt ve şüpheye düşenlere özgü

hareketlerden biridir, onlar bu yolla Hazreti Muhammed’in Allah tarafından gönderilmiş bir peygamber olup olmadığını belirlemek isterler. Buna muka­bil Hz. Muhammed’in risâleti kendince takarrür etmiş, kalbi itminana kavuş­muş ve getirdiği tebliğler hakkında hiçbir tereddütü kalmamış kimseler ken­dilerini böyle bir sınamadan vâreste görmüşlerdir. Tekrar hatırlatmalıyım ki bu hususu irdelemeyi terketmenin sebebi pekâlâ biraz önce bahsettiğim husus olabilir, Muavvizeteyn’in Kur’an’dan sayılmaması değil.

Ukbe el-Cühenî’nin naklettiği hadise göre Hz. Peygamber (s.a.) asha­bına şöyle demiştir: “Bugün benzeri görülmemiş âyetler nâzil olmuştur.” “Hangileridir?” diye sorulduğunda Muavvizeteyn şeklinde cevap vermiştir.(3)

Bu hadis de Felak ve Nâs sûrelerinin Kur’an’dan olduğunu göstermektedir. İkincisi İbn Mes‘ûd’un Muavvizeteyn’i kendi mushafına yazmamasının bir sebebi de Übey b. Kâ‘b’den rivayet edilen husustur, onun nakline göre Hz. Peygamber Muavvizeteyn’den söz ederken “şöyle deyiniz...” buyurmuş­tur. Biz şöyle bir kanaat belirleriz: Muavvizeteyn’in Kur’an’dan olduğu ve­ya olmadığı yolunda kesin bir beyanda bulunmayız, çünkü Resûlullah (s.a.) bu iki sûre hakkında bir beyanda bulunmamıştır. Abdullah b. Mes‘ûd’un durumu da bunun gibidir.

Bu söylediklerimizi destekleyen bir husus da Kur’an okunacağı zaman eûzu çekmenin emredilmesidir,(4) istiâze ise okuma işine başlamadan önce­dir. Felak ve Nâs sûreleri Kur’an’dan olsaydı istiâze konumunda bulunmak üzere mushafın başında yer almaları gerekirdi. İşte bu husus da meselenin mahiyetini bilmeyi engelleyen noktalardan biridir. Zaten biz bu konunun kapalı kalmasının imkân dahilinde bulunduğunu (ve bunun pratikte önem taşımadığını) daha önce anlatmıştık. Şunu hatırlatalım ki vahyin gelişi insan­ların ihtiyacına bağlıydı. Resûlullah ve sahâbîlerin uygulaması da ihtiyaç çerçevesinde oluyordu. Dolayısıyla konu söylediğim açıdan bilgi eksikliğinin zarar vermeyeceği bir özellik taşır.

İbn Mes‘ûd’un (r.a.) şöyle dediği rivayet edilmiştir: “Devemin beni gö­türebileceği herhangi bir yerde Kur’an T benden daha iyi bilen birinin bulun- duğunu bilsem mutlaka ona giderdim.”(5)

İbn Mes‘ûd’dan nakleden râviden rivayet edildiğine göre Resûlullah (s.a.) [ Cebrâil aleyhisselâma her yıl Kur ’ an’ ı bir defa arzediyordu. Ancak vefat ettiği yıl arzayı iki defa yapmıştır. Abdullah son arzaların ikisinde de hazır bulunmuş­tur. Muhtemeldir ki Hz. Peygamber son arzalarında Allah’ın dilediği metin­leri okumamıştır. Durum böyle olunca Abdullah b. Mes‘ûd Muavvizeteyn’e mushafta yer verilip verilmediğine dair semâın sabit olması için başkasına soru soracak bir konumda bulunmuyordu. Şu halde İbn Mes‘ûd’un bu mese­ledeki asıl fikrini bilme imkânımız kalmamıştır.

Bir başka yorum da şöyledir: Muhtemeldir ki Abdullah b. Mes‘ûd Felak ve Nâs sûrelerini Kur’an’dan addetmiş fakat iki sebepten ötürü bunları mushafına kaydetmemiştir. Birincisi Muavvizeteyn’in yazıldığı ve girdiği yer -yukarıda değindiğimiz üzere- herkesin elinde bulunan mushafların baş tarafı değildi. Bu sebeple İbn Mes‘ûd şahsî tertip ve tercihiyle bu iki sûre için farklı bir kayıt yeri belirlemeyi hoş karşılamamış, bu yüzden de hiç yazmamıştır.

İkincisi o, ezberleyip unutmamak için yazıyordu, halbuki Muavvizeteyn’i unutma tehlikesinden kendini emin görüyordu, çünkü bu iki sûre gündüz ve gece başlangıçlarında okunması gereken metinlerdir; ayrıca sıkıntılı durum­ların ortaya çıkması halinde sözü edilen iki sûre vasıtasıyla her türlü kötülük ve tuzaktan Allah’a sığınma eylemi faydalı olmaktadır, tıpkı istiâzede bulun­ma ve nakledilen çeşitli duaları tekrar edişte olduğu gibi, ibn Mes‘ûd Felak ve Nâs metinlerinin kendisince unutulmasından emin olunca yazmamıştır. Onun Fâtiha sûresini mushafına yazmamasının sebebi de bu kabildendir. Nihaî gerçeği bilen Allah’tır.

Kaynak:Ebû Mansûr el-Mâtürîdî,Te'vilatül Kur'an'dan Tercümeler,

Tercüme:Prof.Dr.Bekir Topaloğlu

Dipnotlar:

3)- Müslim, “Salâtü’l-müsâfırîn”, 264-265; Dârimî, “Fezâilu’l-Kur’ân”, 26.

4)-Müellif Mâtürîdî şu âyet-i kerîmeye işaret etmektedir: “Kur’an okuyacağın zaman kovulmuş
şeytandan Allah’a sığın” (en-Nahl 16/98).

5)-bk. Taberî, Câmiu ’l-beyân, I, 42; îbn Kesîr, Tefsir, I, 6.

Devamını Oku »