Felak Suresi Tefsiri

(1)

Rahman ve rahim olan Allah’ın adıyla

1.De ki: Sığınırım sabah şafağının rabbine!

{Fakih (rahmetullahi aleyh) şöyle dedi:} Sabah şafağının rabbine sığın­manın emredilmesi üç ayrı yoruma açıktır. Birincisi emir öğretim amacına yönelik olup sûrenin nâzil olduğu dönemde vuku bulmuş herhangi bir olayı hedeflemiş değildir. Ne var ki Allah Teâlâ sûrede sözü edilen tiplerin yapabi­lecekleri kötülüğün büyüklüğünü ezelî ilmiyle bilmiş ve insanlara kendisine sığınmalarını emretmiştir. Aslında genellikle tahmin edileceği gibi sûrede zikredilen kötülükler yine orada bahis konusu edilen yollarla insanların başına gelebilir ve bu husus elbette ki İlâhî ilimin çerçevesinin içinde yer alır. Tıpkı Cenâb-ı Hakk’ın şeytanın insanlara düşman olduğunu ve onları farkedemeye- cekleri yönden gördüğünü haber vermesi gibi.(2)

Buradaki İlâhî hikmet insan­ların daima kendilerini hazır tutmaları, uyanık olmaları, Allah’a sığınmaları ve O’nun lutfu sayesinde kötülükten korunmalarıdır.

Felak sûresinde emir şekline bürünmüş bu öğretim Nâs sûresindekinden daha önemlidir, çünkü bu sûrede sözü edilen düşman Nâs sûresinde sözü edi­lenden daha zararlıdır. Şöyle ki orada haber verilen düşmanın zararı, şeytanın çağrı yaptığı hususları yerine getirdiği ve sinsi ayartıcının içine düşürdüğü vesveselere uyduğu takdirde kişi için zararlı olur. / Bu ise insanın kaçınabi­leceği kendi fiilidir. Felak’ta haber verilen zarar ise başkasının etkinliği ile meydana gelmiş olup kişi bunun ne yönden geleceğini bilememektedir, yani düğümlere üfürenlerin ve diğerlerinin şerri. Dolayısıyla bu tür kötülüğün kullara öğretilmesi ve o yüce varlığa sığınılmasının emredilmesi son derece önem taşımaktadır, o varlık ki bahis konusu ettiğimiz tiplerden sudûr eden bu şer filleri, lutuf ve keremiyle, karşı çıkılıp etki altında bırakılabilir katego­risinde tutmuştur.

İkincisi nakledilen şu husustur ki Cebrâil aleyhisselâm Rcsûlullah’a ge­lerek şöyle demiş: “Kurnaz bir cin sana tuzak kurmaya çalışıyor, bu sebeple yatağına gireceğin zaman iki eûzüyü okumak suretiyle onun şerrinden Allah’a sığın!“(3)

Üçüncüsü yahudilerden birinin Resûlullah sallâllahu aleyhi ve selleme büyü yapması üzerine nâzil olduğu rivayetidir.(4)

Ebû Bekir el-Asam şöyle dedi: Bu konuda bir hadis naklettilerse de doğru görülmeyen hususlar içerdiğinden onu terkettim.

{Fakih (r.h.) şöyle dedi:} Bize göre Resûlullah’a büyü yapıldığı yolundaki rivayet, onun nübüvvet ve risâletinin kanıtlanması açısından iki yoruma tâbi tutulabilir. Birincisi kendisine büyü yapıldığını vahiy yoluyla bilmiş olması­dır. Büyü kendisine duyurulmadan gerçekleştirilen bir fiildir, kimsenin vahiy dışındaki bir yolla gayba muttali olması da mümkün değildir. İkincisi sihir eylemini Kur’an okumak suretiyle iptal etmesidir. / Onun sihri iptal etmek amacıyla Kur’an okuyuşuna Hz. Mûsâ’nın asâsının konumunu biçmek gerekir; hatta beriki etkinlik ve mûcize olması açısından Mûsâ’nın gerçekleştirdiğinden daha büyüktür. Çünkü asânın etkinliği hem temel madde ve yapısı hem de gözle müşahade edilmesi açısından fiil işleyip fonksiyoner olabilen türden bir iştir, zira asâ artık bir yılan olup sihirbazların yaptıklarını yutmaktadır. Büyünün geçersiz hale getirilmesi ve bunun Kur’an okumak suretiyle ger­çekleştirilmesi ise ancak Allah’tan gelen lutufla mümkündür. Nihaî gerçeği bilen Allah’tır.

Bu meselede bize göre aslolan şudur ki Cenâb-ı Hakk’ın “Kul eûzü bi- rabbi’l-felak’’ (*) kavliyle sığınma emri sabit olmuştur. Yukanda bu emrin bir tek olayı yansıtması veya öğretim ilkesini içermesi halinde muh­tevasında oluşacak mâna açılımından bahsetmiştik. Buradaki İlâhî hitap zarar ve sıkıntı veren hususlardan korkutulup huzura kavuşmayı amaçlayan bir emir konumundadır. Yapılması gereken şey de kulun, nezdindeki lutuflara ümit bağlayarak Allah’a sığınmasıdır. Cenâb-ı Hakk’ın kimsenin bilemeyeceği bir yönden ve lutuf ve keremiyle kişiyi zararlı şeylere egemen kılıp onları ortadan kaldırması daima mümkündür. Öyle ki zararı bertaraf etme işini gören kim­senin, yaptığı işin mahiyeti hakkında -zararın ortadan kalkmasını müşahede etmekten başka- hiçbir şey bilmemesi de ihtimal dahilindedir.

Allah Teâlâ’nın, lutuf ve keremi çerçevesinde, kendilerinden doğacak yarar ve zararlar sebebiyle bazı şeyleri emretmesi, diğer bir kısmını da yasaklaması tabii karşılanmalıdır; öyle ki bu hususların mahiyetine nüfuz etme konusun­da insanların herhangi bir etkisi bulunmayıp sadece İlâhî lutuf statüsünde gerçekleşirler. Meselâ Cenâb-ı Hak bazı şeylerin yenmesini yasaklamış, ba­zılarına da emredercesine özendirmiştir.

Bunun hikmeti onlardaki besleyici veya öldürücü özelliklerdir. / Ne var ki biz sözü edilen nesnelerin besleyici veya öldürücü mahiyetlerini bilmediğimiz gibi bu emir ve yasaktaki hikmet ve inceliğe de vâkıf değiliz. Kişinin çocuk sahibi olması amacıyla evlenmesi, Allah’ın yaratıp lütfettiği meyve ve ürünleri ele geçirmesi için sulama ve ekin ekme etkinlikleri göstermesi de buna benzemektedir. O bu etkinlikleri gösterirken yapması ve yapmaması gerekenlerin iç yüzünden ve faaliyetinin varacağı nihaî sonucun mahiyetinden (çoğu zaman) haberdar değildir. İnsanın işitme ve görme duyusuna arzedilen hususları dinleyip görmekle emredilme- sinin hikmetini de bu söylenenlere eklemek mümkündür; aslında algı olayının mahiyeti onun dinleme ve bakma eyleminden ibaret değildir.

Şimdiye kadar anlatılanlara bağlı olarak Allah Teâlâ’nın büyü ve üfürük­çülük gibi etkinlik türlerinin oluşturduğu esrarengiz bir eylemi (nefs fay­da veya zarar amaçlanan bazı fonksiyonlara sebep kılması imkân dahilindedir. Bu durumlarda kişi olup bitenin mahiyetini, anlamını ve kimden kaynaklanan bir fiil olduğunu bilemez, bununla birlikte gerçek bir etkisi bulunduğundan yerine göre yapması ve yapmaması gerekli olan işlerle karşı karşıyadır, her ne kadar gerçekleşen sonuç doğrudan kendi fiilinin eseri olmasa da!

Âyetteki felak kelimesinin mânası hakkında farklı görüşler ileri sürül­müştür. Bazıları felak “sabah” mânasına gelir demiştir. Felak bazı yaratık­larda görüldüğü üzere yarılıp açılan ve böylece içinde bulunanların neden ibaret olduğu anlaşılan her şeydir, diye de bir görüş ileri sürülmüştür, meselâ rahimler, tohum, çekirdek, bazı böcekler ve diğerleri gibi. Felak kelimesinin mânasında “sabah vakti” diye muhteva belirlemesini benimseyenlerin bakış açısı şudur ki sabah vakti gecenin sonu ve yeni bir günün başlangıç noktasıdır. Allah Teâlâ bu gece ile gündüzü inşa edişi çerçevesinde bütün kâinatı düzen­leyip yönetme kanununu koymuştur, öyle ki kimse O’nun gece ile gündüze tevdi ettiği düzenin dışına çıkmaya güç yetiremez. /

Sözü edilen iki faktör, Allah’ın gaybı bildiğine akıl erdirmemizin nihaî vasıtaları konumundadır. Çünkü O’nun gece ve gündüz içinde yer alan zaman birimleri hakkındaki yönetim ve tasarrufu her yıl aynı çizgi üzerinde seyretmiştir. Cenâb-ı Hak gece ile gündüze yaratıklar için rahmet vesileleri tevdi etmiş, imtihan sebep­leri yerleştirmiş, ardarda ve düzenli bir şekilde birbirlerini izlemeleri açısın­dan da onları kendi varlığı ve birliği için birer kılavuz olarak belirlemiştir. Bu açıdan bakıldığında “birabbi’l-felak” demek suretiyle -“birabbi’n-nâs” âyetinde beyan edeceğimiz üzere- bütün yaratıkları zikretmiş gibidir. Sanki O, “birabbi’l-felak” demek suretiyle her bir yaratıkta bulunan özelliği kastetmiş ve bütün kötülüklerden rabbe sığınmayı hedeflemiştir, çünkü hepsinin yara­tıcısı O’dur. Bütün güç ve kudret Allah’a aittir.

2.Yarattığı şeylerin şerrinden!

Bu âyet iki yoruma açıktır. Birincisi “yarattığı şerden” şeklindedir, çünkü Allah şerri kendi fiiline (yaratmasına) nisbet etmiştir. Nitekim “filânın fiilinin şerrinden” denir ve “işlediği şerden” mânası kastedilir. İkinci olarak “yaratık­larından sâdır olan şerden” mânası da düşünülebilir. Şunu belirtmek gerekir şerrin Allah’a nisbet edilmesi O’nun her şeyin yaratıcısı olması açısındandır, yani hem yaratıkların fiilini hem de fiili olan ve olmayan (etken ve edilgen) varlıkların yaratıcısı. Bu iki yorumun birincisi daha münasip görünmektedir, çünkü sûrenin devamında yaratıkları sayesinde vâki olan ve onlarca iktisap edilen fakat biraz önce değindiğimiz açıdan Allah’a izâfe edilen hususlar yer almaktadır. Bir de yaratıkların meydana getirdiği her kötülük yaratılması açı­sından Allah’a nisbet edilir, ama o, aynı zamanda işleyeninin fiili ve kesbidir.

“Yarattığı şeylerin şerrinden” meâlindeki İlâhî beyandan murat biraz önce sözünü ettiğim mâna ise sûrenin devam eden kısmının zikredilmesi sanki bir tekrar konumunda bulunur. Bahis konusu birinci mâna kulların etkisi bulun- ] mayan şerler çerçevesinde mutlak bir yaratmaya yorumlanırsa, / Allah’ın yaratmasıyla vücut bulmakla birlikte insanların etkisi bulunan şerlerin zikre­dilmesi artık tekrarlama niteliği taşımaz; bu durumda yapılan yorum yerine oturmuş olur. Şunu da belirtmek gerekir ki Allah Teâlâ bazan başkasının şer fiiline lutuf ve keremiyle veya onu acze düşürmek suretiyle engel olur. Acze düşürme halinde şer özelliği taşıyan bir fiili işlemeye güç yetiremeyen birinin şerrinden Allah’a sığınmak bahis konusu değildir.

Ne var ki bu durumda da kötülük yapma imkânına muktedir kılınma alternatifi bahis konusudur, bu se­beple de böylesinden Allah’a sığınmak tabii bir şeydir. Çünkü şerre muktedir kılınmakla mahlûktan kötülüğün sâdır olması daima mümkündür. Nitekim biz kendilerinden doğabilecek fayda ve zararlar sebebiyle bazı fiillerin emre- dilmesi veya yasaklanmasının mümkün olduğunu daha önce beyan etmiştik, aslında buradaki asıl etkinlik insanlara ait de değildir. Bunun gibi kötülük yapmaya muktedir kılınacaklarından yaratıkların şerrinden Allah’a sığınmak yerinde bir davranış olmuştur. Nihaî gerçeği bilen Allah’tır.

Meselenin bu noktasında, kudretin fiilden önce bulunduğunu ileri sü­renlerin (Mu‘tezile) bir tutamağı bulunmaktadır: İnsanın kötülük işlemeye gücü yoksa muktedir olmayanın şerinden nasıl sığınılabilir diye. Bu itiraza iki şekilde cevap verilebilir. Birincisi sığınma, kulun ileride sahip olacağı kudretle yapabileceği şer sebebiyle olur; onun ileride sahip olacağı kudretin mevcudiyeti halinde fiil oluşabilecektir, sözü edilen kudret de eylemi gerçek­leştirecek organların sağlıklı olmasından ibarettir. Etkin kudret ise fiillerin oluşumuna ve kişinin seçimine (ihtiyar) bağlı olarak meydana gelir. Böyle­likle seçim çerçevesine giren kudret ihtiyarî fiillerin icrası sırasında hâsıl olan kudret konumunu almış bulunur, bu sebeple de ondan Allah’a sığınır, çünkü bu kudretin mevcut olduğu kimse müstakillen kendi kudretiyle tasarruf eder gibi bir konum kazanır.

İkincisi özenme ve sakınma (rağbet ve rehbet) alanına giren hususlarda, gelenek olarak vuku bulacağı bilinen bir şey vuku bulduğu tesbit edilmiş gibi telakki edilir. Görmez misin ki insan, aradaki mekân uzaklığı ve zaman geniş­liğine rağmen, zorba ve zalimlerin zulmünden Allah’a sığınır, / çünkü gelenek haline getirildiği üzere böylelerinin zulüm ve baskısı eninde sonunda gelip ulaşabilir, her ne kadar onların bu kişiye yönelik zulmü şu an için bulunmu­yor ve süreklilik arzetmiyorsa da. İşte yukarıda söz konusu edilen sığınma da bunun gibidir.

3.Karanlığı bastırdığı zaman gecenin şerrinden!

Gâsık kelimesi hakkında çeşitli yorumlar yapılmıştır. Denildi ki gâsık “karanlık gece”dir, gasak da “karanlık” demektir. Yine denildiğine göre gece­ye gâsık denmesi bu kelimenin soğuk mânasına gelmesi sebebiyledir. Allah şöyle buyurmuştur: “Orada ne bir serinlik tadacaklar ne de temiz bir içecek. Sadece kaynar su, bir de soğuk ve kokmuş bir sıvı!”(Nebe,24-25) Gece gündüzden soğuk olduğundan gâsık diye anılmıştır.

Bu meselede aslolan şudur ki biraz önce zikredilen gece karanlığı doğru­dan zaran dokunacak bir şey değildir ki kendisinden sığınılsın! Buna mukabil sığınma gece karanlığında veya ay ışığında bulunan ve kendisinden zarar gelen kimseye rucû edip ondan Allah’a sığınılır. Bilindiği üzere kötülüklerin öylesi vardır ki ancak gece karanlığında gerçekleşebilir, öylesi de var ki sadece ay ışığında uygulanır. Cenâb-ı Hak geceleyin olabilecek kötülüklerden sığınıl­masını emretmiştir, ondan gelecek kötülükten değil. Bu, “O, gündüzü görme­ye müsait nitelikte yaratmıştır”(Yunus,67) meâlindeki İlâhî beyana benzemektedir ki burada mâna “gündüzün kendisi görür” değil, görme fiilinin orada gerçekleş­mesi şeklindedir.

Nihaî gerçeği bilen Allah’tır ya, Felak sûresinin bu âyeti geceyi şerre özgü kılmayı hedeflemiş değildir, zira gecenin doğrudan bir za­rarı yoktur, ne var ki gece münasebetiyle kötülük imkânı doğabilir, çünkü -bilindiği üzere- kötülüğün öylesi var ki ancak onun karanlığında, öylesi de var ki sadece ay ışığında işlenebilir. Bu sebeple Cenâb-ı Hak gece gerçek­leşebilecek kötülüklerden kendisine sığınılmasını emretmiştir. Buna bağlı olarak gündüzün şerrinden de Allah’a sığınmayı mümkün görmek gerekir, çünkü gündüz de bazı kötülüklere imkân sağlamakta ve bazı şerler onda yu­valanmaktadır. Nihaî gerçeği bilen Allah’tır.

/ “İzâ vekab” (*) Allah Teâlâ’nın bu kelâmında yer alan vekab keli­mesinin mânası üzerine farklı açıklamalar yapılmıştır. Bunun için “gece gelip bastırdığı zaman”, “sıyrılıp gittiği vakit” gibi mânalar belirtilmiştir. Âyetin anlamının “ay tutulduğu zaman” şeklinde olduğu da söylenmiştir. Bu anlayışa göre Cenâb-ı Hak ayın tutulması halinde kendisine sığınılmasını emretmiştir, çünkü bu durum kıyamet alâmetlerinden biridir, bunun içindir ki “izâ vekab” yani “tutulduğu zaman” denilmiştir, bilindiği üzere ay geceleyin tutulur.

4.Düğümlere tükürüp üfleyenlerin şerrinden.

Bu İlâhî beyan düğümlere üfleyenlerin şerrinden, sebep olacağı sonuçlar açısından Allah’a sığınmayı içerir; buradaki şer realitede faillerinin bir eyle­midir. Bir önceki âyette söz konusu edilen şer ise insanların herhangi bir tesiri olmaksızın karanlık gece sebebiyle meydana gelir. Bir bakıma Cenâb-ı Hak görünürde kendisinden kötülüğün doğacağından endişe edilmediği bütün şer sebeplerinden ilke olarak Allah’a sığınılmasını emretmiştir, gerçekte şer 0 sebebe bağlı olsun veya olmasın! Cenâb-ı Hakk’ın “Sakın dünya hayatı sizi aldatmasın ve şeytan, Allah’ın affına güvendirerek sizi kandırmasın!”(Lokman,33) meâlindeki beyanına bakmaz mısın? Aslında şeytanın gerçek anlamda fiilinin bulunmasına rağmen dünya hayatının böyle bir eylemi yoktur. Bununla birlik­te insanlar her ikisinden de aldanmaktan sakındırılmıştır.

İşte karanlığı basan geceden ve düğümlere üfleyenlerden sığınma olgusu da aynı çizgi üzerinde seyreder, halbuki gecenin kendisine ait bir fiili bulunmayıp sadece şerre za­man teşkil etmektedir.

Bu açıdan bakıldığında sözü edilen sığınma olgusunda meleklere de bir görev düştüğünü söylemek mümkündür, onların insana gelebilecek belâ ve âfetleri savdırıp kendisini koruma görevleri. Cenâb-ı Hak şöyle buyurmuştur: “İnsanın önünde ve arkasında Allah’ın emriyle onu koruyan takipçi melekler vardır.”(Ra'd,11) Bu âyetin yorumunda “min emrillah: biemrillah” (*),yani “Allah’ın emriyle onun korunması gerçekleşir” denilmiştir.

Bu tür gizli  hususlar ve çeşitli zararlar konusunda Allah Teâlâ’nın melekleri görevlendir­mesi suretiyle korumanın vuku bulması mümkündür; bu nevi olgular ancak uzun gayretler sarfedilmek suretiyle bilinebilecek şeylerdir. Yorumunu yap­makta olduğumuz Felak âyetinde de insanlara ait yiyecek, içecek ve diğer ih­tiyaçların cinlerin ifsadından korunması için benzer mekanizmanın çalıştırıl­ması ihtimal dahilindedir. Bu durumda meleklere de görev düşmektedir; bu görevin şeytanın vesvese vermesi karşısında onların insanı uyarması ve ona yardımcı olması şeklinde gerçekleşmesi mümkündür. Bununla birlikte Allah’ın cinlere sözünü ettiğimiz beşerî gerekleri bozma imkânı vermeyip sadece ves­vese doğurmalarına müsaade etmesi de bahis konusudur, çünkü Allah lutuf ve keremiyle bilinmeyecek yollarla ifsada mâni olur.

Biraz önce zikredilen Ra‘d sûresi âyetinde yer alan “min emrillah” ifadesinin İlâhî azap ve çeşitli belâlar mânasına gelebileceği de söylenmiştir, melekler Allah’ın gerçekleş­mesini dilediği zamana kadar kişiyi bunlardan korurlar. Nihaî gerçeği bilen Allah’tır.

5.Ve kıskançlık duyduğunda hasetçinin şerrinden!

Bu âyette yer alan haset iki yoruma müsaittir. Birincisi kıskanan kimse kıskandığı kişinin dûnundaki bir konuma sahip olursa ona kötülük yapmaya gücü yetmez. Böylesinden gelebilecek kötülük gözünün şerrinden kaynaklanır. Haset etkinliği kıskanılan kimsedeki nimetlerin yok olmasını ve mutluluğunun ortadan kalkmasını istemekten ibarettir.

Allah Teâlâ’nın, sezilmez kudretiyle bazı gözlerde esrarengiz bir etkinlik yaratması mümkündür, bu etkinlik göz­lerin bakıp da güzel telakki ettiği nimetlerin yok olmasını ve kişinin sahip bulunduğu mutluluğun ortadan kalkması sonucunu doğurabilir. İşte Cenâb-ı Hak bu elîm âkibetten kendisine sığınılmasını emretmiştir. Biz önceki açık­lamalarımızda bazı fiillerden doğabilecek sonuçları sana anlatmıştık; Allah bu tür fiillere insan bilgisinin ulaşamayacağı zarar ve yararlan yerleştirmiştir. Meselâ insanlar, yönelip baktığı takdirde kısa bir zaman içinde gökle yer arasında bulunan birçok şeyi algılayabilen göz organına yerleştirilmiş ilâhı hikmeti anlamak isteseler buna muktedir olamazlar.

İmrân b. Husayn’dan rivayet edildiğine göre Resûlullah (s.a.) şöyle demiştir: “Okunmak suretiyle tedavi sadece göz değmesinden ve zehir­lenmeden olur.”(Ahmed,Müsned,IV,436..) İbn Abbas’ın da (r.a.) “Göz değmesi, olabilen bir şeydir. Eğer kaderin önüne geçen bir şey varsa göz değmesi onun önüne geçebilir”dediği nakledilir.(5) Başka bir haberde de şöyle denilmiştir. “Baykuşta etkile- yici bir durum yoktur, göz değmesi ise vuku bulabilecek bir şeydir.”(6) Bu söy­lediklerimize Hz. Yûsuf’un kardeşlerine ait kıssada yer alan ve Hz. Yâkub’un diliyle ifade edilen şu ilâhı beyan da delil teşkil etmektedir: “Oğullarım! (Göz değmesinden korunmak amacıyla) şehre hepiniz bir kapıdan değil, ayrı ayrı kapılardan girin.”(7) Bazıları nazar olayında gözün ne yönden ve nasıl fonksiyoner olduğunu açıklamaya çalışmıştır.

Denilebilir ki bu olgu güneşin bizzat göze olan etkisi gibidir, göz güneşe yönelip bakacağı zaman o kadar uzakta bulunmasına rağmen onu etkiler ve bakmaktan alıkor; bunun da sebebi Allah’ın güneşe yerleştirdiği sezilmez özellikler ve hikmetlerdir. Gözün nazar değmiş kimseye etkisi de buna benzemektedir. Nihaî gerçeği bilen Allah’tır.

İkincisi kıskananın kapıldığı haset olgusunun entrikalara ve fitnelere yol açacak çeşitli faaliyetlere sebep teşkil etmesidir ki bunlar aslında basit faktörler durumunda bulunmalarına rağmen sonuçta bozgunculuk meydana getiren hususlara başvurma şeklini alabilir. Alî ve münezzeh olan Allah mü­nafıkların niteliği hakkında şöyle buyurmuştur: “Her çığlığı kendi aleyh­lerine sanırlar. Asıl düşman onlardır, kendilerinden sakının.”(8) Cenâb-ı Hak yılgınlık ve zaaflarına rağmen münafıklara karşı dikkatli olmayı emretmiştir. Yine Allah “Şeytanın hile ve tuzağı kesinlikle zayıftır”(9)buyurduğu halde şerrinden sığınmayı da emretmiştir. Haset edenin durumu da bunun gibidir. Doğrusunu bilen Allah’tır, nihaî varış O’nadir.

Ebû Mansûr el-Mâtürîdî,Te'vilatül Kur'an'dan Tercümeler,syf:103-110

Tercüme:Prof.Dr.Bekir Topaloğlu

Dipnotlar:

1)-Kur’ân-ı Kerîm'in 113. sûresi olup Mekke’de nâzil olmuştur. Medine’de nâzil olduğunu söyle­yenler de vardır.

2)-Müellif şu âyet-i kerîmeye işaret etmektedir: “Ey Âdemoğullan! Şeytan ana ve babanızı, ayıp yer­lerini kendilerine göstermek için elbiselerini soyarak cennetten çıkardığı gibi sizi de aldatmasın. Çünkü o ve yardımcıları, onları göremeyeceğiniz yerden sizi görürler. Şüphesiz biz, şeytanları inanmayanların dostlan kıldık” (el-A‘râf 7/27).

3)- krş. Ebü’l-Leys es-Semerkandî, Bahrü 'l-ulûm, XIII, 528; İbn Kesir, Tefsir, VIII, 550.

4)-“ bk. Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, III, 367; Buhârî, ‘Tıb’\ 47,

5)- Bu metin Hz. Peygamber’e nisbet edilmiştir: Mâlik, el-Muvatta“Ayn”, 3; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 1254,347,360, VI, 438; Müslim, “Selâm”, 16; tbn Mâce, “Tıb”, 33; Tirmizî, “Tıb”, 17.

6)- Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, IV, 67, V, 70, 379; Tirmizî, “Tıb”, 19.

7)- Yûsuf 12/67.

8)- el-Münâfikûn 63/14.

9)- en-Nisâ 4/76.
Devamını Oku »

Nâs Suresi Tefsiri



Rahman ve rahim olan Allah’ın adıyla

1.De ki: Sığınırım insanların rabbine.

Bu İlâhî beyanın ilk bakıştaki konumu, Resûlullah’a sözün devamında bahis konusu edilen hususu yerine getirmesine yönelik bir emirdir ki o hu­sus da Allah’a sığınmadan ibarettir. Böyle bir durumda verilen emre uyma­nın gereği “De ki: [İnsanların rabbine] sığınırım” şeklinde değil, doğrudan “sığınırım...” diye söze başlamaktır. Ne var ki -nihaî gerçeği bilen Allah’tır ya- âyetin sahip olduğu ifade iki yoruma açıktır.

Birincisi âyetin bu üslûp içinde indirilmesinin hikmeti İlâhî beyanın ulaştığı herkese yönelik bir emir olması, Cenâb-ı Hakk’ın sûrede zikrettiği şeyin kötülüğünden O’na sığınıp yardım dilemesini öğretmesine bağlı bulunmasıdır, ta ki Allah böylesini himayesine alsın! Buradaki himaye de iki şekilde gerçekleşir. İlki kendisine gelebilecek nâhoş duygu ve düşünceleri bertaraf etmesi konusunda Allah Teâlâ’nın öğrettiği naklî ve aklî delilleri hatırlatmaktır. İkincisi de nezd-i İlâhîsinden gelecek bir lutufla olur. Öyle ki bu tür lutfa yaratıkların ne ilmi ulaşır ne de akılları onu idrak edebilir.

İşte bu İlâhî lutfun varlığı halinde haktan sapma tehlikesinden emin olunur; sözü edilen bu lutuf tamamen Allah vergisidir. Konumu bu anlatılanlardan ibaret olan bir hususu Cenâb-ı Hakk’ın kuluna iptidaen lütfetmesi mümkün olduğu gibi lutfun gerçekleş­mesi amacıyla ön şart olarak kendisine niyaz edip sığınmada bulunmakla yükümlü tutması da mümkündür. Artık Cenâb-ı Hakk’ın hatadan koruduğu ya da bir iyiliğe mazhar kıldığı kişinin O’na şükretmesi gerekli hale gelir, çünkü Allah ya iptidaen onu himayesine almış veya talep ve niyazı üzerine kendisini koruma lutfiında bulunmuştur.

Sûrenin başındaki hitaba ait ikinci yorum, hitabın başkasına ait olması­dır. Aslında buradaki emir ilk yöneltildiği kimseye ait ise de mâna ve muh­tevasına başkalarının da iştirak ettiği türden bir beyandır. Beyan sahibi emri­nin ulaşabileceği herkese hitap edici olmasını sağlayacak lafzı -ki o “kul" (de ki) kelimesidir- bulundurup sürdürmüştür, ta ki kıyamete kadar aynı hitap

1)-Kur'ân-ı Kerim’in 114. sûresi olup Mekke’de nâzil olmuştur, Medine’de nazil olduğunu söyle­yenler de vardır.

devam etmiş olsun. Mükellefiyet ve imtihanın, yani İlâhî emrin yer aldığı bütün vahiyler aynı üslûbu taşımaktadır. Başarıya ulaştıran sadece Allah’tır.

Şimdi Nâs sûresinin tamamında iki nevi hikmet mevcut olup bunların muhtevasında İ‘tizâl mezhebinin çelişkisi ortaya konmaktadır. Birincisi İlâhî imtihan şeytana uymayı reddetmek ve ona karşı çıkmakla kazanılır. Şimdi azîz ve celîl olan Allah kişiye şeytana uymamayı sağlayan imkânların tamamını -kendi nezdinde hiçbir şey kalmayacak şekilde- ya verir ya da tamamını ver­meyip yanında bazı imkânlar kalmış olur. Şayet tamamını verdiği halde, kişi bu imkânları Allah’a sığınıp tutunma yoluyla talep ediyorsa O’nun verdiğini gizleyen ve Allah nezdinde bulunmayanı isteyen biri konumuna düşer.

Bu durumda Allah Teâlâ’nın sığınmayı emretmesi yersiz bir imtihan, zaten mev­cut olan imkânları gizlemeye varan bir buyruk statüsüne bürünür. Sözü edilen şeytandan korunma imkânları ya kulun tamı tamına aldığı bir haktır ki bunun inkâr edilmesi ileri derecede çirkin bir davranıştır veya Cenâb-ı Hakk’ın lütfettiği bir nimettir, bunun da gizlenmesi küfrân-i ni‘metten başka bir şey değildir, zira “küfür” kavramının aslî mânası Allah Teâlâ’nın nimetlerini örtmektir. Halbuki Cenâb-ı Hak çirkin ve gayri meşrû şeyleri emretmekten zâtını tenzih etmiş ve bunun şeytan işi olduğunu bildirmiştir.(2) Bir de mükel­lefi söz konusu edildiği şekilde imtihana tâbi tutmak / Allah Teâlâ ile alay etme çerçevesine giren bir sınavdır, çünkü bu durumda Allah kişiden, elinde olmadığı ve yanında bulunmadığını bildiği şeyi talep etmektedir, bu ise akıl erbabınca alay çerçevesine giren işlerden biridir. Allah Teâlâ’nın kullarını bahis konusu ettiğimiz hususlardan biriyle imtihana tâbi tutup emir verdiğini zanneden kimse Cenâb-ı Hakk’ı ve O’nun hikmetini bilmeyen biridir.

İkincisi Allah Teâlâ’nın mükellefe şeytana karşı direnebileceği imkân­ların tamamını vermeyip bazılarının nezdinde kalmış olmasıdır. Hemen be­lirtmeliyiz ki İ‘tizâl mezhebinin prensiplerinden biri de Allah’ın insanları herhangi bir fiille yükümlü tutmasının, ancak o fiilin temel niteliğiyle birlikte mevcudiyetini sağlayan nezdindeki bütün imkânları vermesinden sonra imkân dahilinde olduğu yolundadır. Biraz önce sunduğumuz alternatifte ise, emrettiği hususu yerine getirmeyi sağlayan nezdindeki imkânların tamamını vermeden Cenâb-ı Hakk’ın imtihan ve mükellefiyetinin gerekli hale gelişinin kabulü söz konusudur. Bu ise onların kendi mezheplerini hiçe sayma anlamını taşır.

2)- Müellif İmam Mâtürîdî şu âyetlere işaret etmektedir: “Şüphe yok ki biz şeytanları inanmayan­ların dostları kıldık. Onlar bir kötülük yaptıkları zaman ‘Babalarımızı bu yolda bulduk’ derler. De ki: Allah kötü ve çirkin olan şeyi emretmez. Allah’a karşı bilmediğiniz şeyleri mi ileri sürü­yorsunuz?” (el-Arâf 7/27-28).

Şu da var ki Mu‘tezile’ye göre Allah’ın yanında bir imkân bulunup da irade sahibi mükelleften sâdır olacak fiilin gerçekleşmemesi bu imkânı kendisine vermemesine bağlıysa Cenâb-ı Hakk’ın sözü edilen kişiyi imtihana tâbi tut­ması mümkün değildir, O’nun bu durumda kişiyi sorumlu tutması zalim oluşu sonucunu doğurur. Buna ek olarak insanların Allah’tan, kendisinin emrettiği fakat gerçekleşmesinin imkânlarını vermediği bir fiilin vukuunu talep etmeleri -ki aslında İ‘tizâl ehli Cenâb-ı Hakk’ı böyle bir şeyle nitelemez- ya da emrinin hemen ardından yerine getirilmesi gerektiği halde gerçekleşme imkânlarını ancak emir vermesi sırasında (yani fiilden önce) verdiği bir fiilin tahakkuku­nu O’ndan istemeleri kişinin şöyle bir zanna kapılması sonucunu doğurur: Allah emrediyor fakat kendisinden talep edilmedikçe emrinin yerine getirilme imkânlarını vermiyor. Böyle bir telakki zulüm ifadesi niteliği taşır.

Şimdi Allah’ı bilenlerin kalp huzuruyla bağlandıkları temel ilke şudur ki [ kul ne zaman bir gerçeğe ulaştırılmasını talep eder, korunma altına alınma­sını ister, üstün bir mertebeye ve erdemliliğe yüceltilmesini ümit eder ya da korktuğu bir şeye karşı Allah’ın yardımına sığınırsa bütün bu dilekler mutlaka gerçekleşir, tereddüte mahal kalmadan yerine getirilir ve bu durumda insan aykırı davranış ve yanlış pozisyondan emin olur. İnsanlar bu inanç üzerine yaratılmıştır. Öyle ki Mu‘tezilî olmayan her müslümanın gönlü bu duyuş ve inanışla huzura kavuşmuş, gerçekleşen olumlu sonuçları daima Allah’tan bilmiş ve kuşaktan kuşağa aktarılan bu telakki fıtrî bir nitelik kazanmıştır. Bütün güç ve kudret Allah’a aittir.

2.İnsanların yegâne hâkimine.

3. İnsanların ilâhına.

Allah Teâlâ sûrenin başında “bi rabbi’n-nâs” yerine “bi rabbi’l-halk” (yaratıkların rabbi) buyurmamıştır, halbuki bu İkincisi birincisine göre daha geniş kapsamlıdır. Bu konudaki kural şudur ki nesnelerin genelinin O’na nisbet edilmesi veya zât-ı ilâhiyyenin rubûbiyyet çerçevesinde ilişkili kılın­ması Allah’a tâzim statüsü içinde mütalaa edilir. İfade ne kadar kapsamlı olursa yüceltmeye o kadar elverişli olur. Nâs sûresinde sözü edilen bu konum -nihaî gerçeği bilen Allah’tır ya- birkaç şekilde yorumlanmaya müsaittir. Birincisi Allah Teâlâ burada sadece bir tanıtımı murat etmiştir. Bu kadarlık bir tanıtım sayesinde O’na sığınacak kişi koruma kudretine sahip olan ve kendisine iltica edilen yüce varlığı yeterince tanımış olur. Şunu da belirtmek gerekir ki Cenâb-ı Hak bir âyet-i kerîmede “bi rabbi'l -felak” (sabahın rab- bine), birinde “bi’llah” (Allah’a), bir yerde de “bike” (sana) buyurmuştur; şu beyanlarında olduğu gibi: “De ki: Rabbim! Şeytanların kışkırtmasından sana sığınırım!”(Mü'minun,97) “Eğer şeytanın fitlemesi seni tahrik edecek olursa hemen Allah’a sığın. Çünkü O, işiten ve bilendir. ’(A'raf,200)

Bunun hikmeti, Allah’a sığın­manın ve O’na dönüş yapmanın kaçınılmaz bir ihtiyaç halini aldığı, evet kişinin başına kendi nefsinden endişe edeceği nitelikte bir iş geldiği ve iç âle­mini meşgul ettiği zaman mânevî dolaşım alanının ne kadar geniş olduğunu anlaması ve o anda Allah Teâlâ’nın isimlerinden hangisini hatırlıyorsa onu anmak suretiyle dileğini arzedebileceğini kavramasıdır. Çünkü her bir İlâhî isimde O’nun nimetlerine, / hükümranlığına, kudret ve azametine kılavuzluk etme niteliği mevcuttur; böylelikledir ki yetkin derecede egemenlik O’na yöneltilmiş, bunca nimetin kendisine aidiyetinin belirtilmesi suretiyle de hamd ve senânın zâtına has oluşu dile getirilmiş olur.

Sonuç olarak bu tutum Cenâb-ı Hakk’ın kudret ve ihsanının zikredilmesi suretiyle zât-ı ilâhiyyesin- den şefaat dileme şekillerinden birini teşkil eder ve bunun en üst derecesini de “bi rabbi’n-nâs” demek suretiyle insanlarla O’nun arasında ilişki kurma yön­temi oluşturur.

İkincisi Allah’tan başkasını rab, hâkim ve mâlik bilip tapman canlı türü­nün insanlardan ibaret olduğu bilinmektedir. Bu gerçek çerçevesinde Cenâb-ı Hak yüce Allah’ı bilmek, başkasına kullukta bulunmaktan muhafaza etmek, O’nun hâkimiyet ve rubûbiyyetini benimsemekle lutuf ve ihsanda bulun­duğu kullarına, sûrede, sözü edilen hususlardan koruması için kendisine sığınmalarını emretmiş, bu gerçeği daima hatırlayıp dile getirmelerini iste­miş, kendilerinin rabbi, mâliki olup ibadete başkaları değil zât-ı ilâhiyyesinin layık bulunuşunu ifadelendirmelerini dilemiştir.

Burada şöyle bir yorum da yapmak mümkündür. Biraz önce sözünü ettiğimiz sebepler yüzünden bazı insanlar hak yoldan saparak Allah’tan başka rabler edinmiş, bir şeyi meşrû veya gayri meşrû kabul etme ayrıca harcama yapma veya yapmayıp elini sıkı tutma konularında kendi hükümdarlarının tâlimatına bağımlı kalmış, ya da ibadet ve ilticâlarını Allahtan başkasına yöneltmişlerdir. İşte bu realiteye bağlı olarak Cenâb-ı Hak yukarıda bahis konusu edilen hususlarla lutuf ve ihsanda bulunduğu kimselere üstün vasıflarla gerçek mânada nitelendirilen yüce varlığa sığınmalarını emretmiştir; bir bakıma hak yoldan sapanların, edindikleri rableri ve hükümdarlarının yanında zaman zaman tek ilâha sığın­maları gibi, çünkü kâfirler de putlarından ümit kestiklerinde yardım ve ko­rumasına nail olmak için tek Allah’a iltica ederler. Nihaî gerçeği bilen Allah’tır.

Üçüncüsü kâinatın yaratılmasından amaç Nâs sûresinin haklarında nâzil olduğu insan türüdür, tabiatın diğer üniteleri insanların emrine verilmiş bir durumdadır. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: “O, yerde olanların hepsini si­zin için yaratmıştır.”(Bakara,29) “Allah, emri ve izniyle içinde gemiler akıp gitsin ve lutfundan nasiplerinizi arayıp şükredesiniz diye denizi hizmetinize vermiştir.”(Casiye,12) “O rab yeri sizin için bir döşek, göğü de koruyucu bir tavan yaptı. Gökten su indirerek onunla size besin olsun diye yerden çeşitli ürünler çıkardı. Artık siz gerçeği bile bile Allah’a şirk koşmayın.”(Bakara,22)

Artık “İnsanların rabbine, insanların yegâne hâkimine, insanların ilâhına” denildiğinde “her şeyin rabbine” denilmiş gibi olur, çünkü insanların dışında kalan tabiat üniteleri onlar için yaratılmıştır. Dolayısıyla Allah’a sığınıp yardım talep edilmesi sırasında insan türünün zikredilip hedef göste­rilmesi, O’ndan başka hiçbir varlığın koruyup yardımda bulunma imkânına sahip olmadığının kabul edilmesi anlamını taşır. Buna göre sığınma talebinde “bi rabbi’n-nâs” ile “bi rabbi’l-halk” ifadeleri arasında bir fark yoktur. Nihaî gerçeği bilen Allah’tır.

“Bi rabbi’n-nâs”ın yorumunda “muslihu’n-nâs” (insanların dirlik ve dü­zenini sağlayan) açıklaması yapılmıştır. Bu anlayış onların gerek dinî gerek şahsî dirlik ve düzenlerinin O’na bağlı oluşu ilkesine dayanır.

“Meliki’n-nâs” (insanların yegâne hâkimi) âyetinin yorumunda bütün insanları hâkimiyeti çerçevesine alma hakkının Allah’a ait oluş faktörü­nün bulunduğu söylenmiştir, buna mukabil “rabbü’l-halk” yorumunda İlâhî hâkimiyet faktöründen bahsedilmemektedir. Şu halde Cenâb-ı Hak “meliki’n-nâs” buyurmak suretiyle insanlar üzerindeki egemenliğin ta­mamının gerçek mânasıyla kendisine ve hâkimiyet vasfına ait olduğunu beyan etmiştir. Başkalarına izâfe edilen hâkimiyetse ihtiyaçları mikta- rınca Allah’ın lutfedişi statüsündedir. “Meliki’n-nâs” için “seyyidihim” (insanların seyyidi [efendisi]) yorumu da yapılmıştır. Ne var ki “seyyid” kelimesi insanların dışındaki varlıkların mâliki için kullanılmaz. İnsan da “rab”, “melik”, “mâlik” kelimeleriyle nitelendirilebilir, ancak bu mutlak değil nisbî çerçevede kalır ve meselâ “evin rabbi (sahibi)”, “câriyenin mâ­liki”, “Mısır meliki” vb. ifadeler normal karşılanır. Buna göre âyetteki melik kelimesine “yegâne sâhibi” yolunda mâna verilmesi gerçeğe daha yakın görünmektedir.

4. Pusuda bekleyen sinsi şeytanın şerrinden.

5. İnsanların kalbine vesvese veren.

6. Cinlerden ve insanlardan olabilen şeytan.

“Pusuda bekleyen sinsi şeytanın şerrinden” meâlindeki İlâhî beyanda ves­vese veren varlığa “vesvâs” ve “hannâs” denilmiştir. Bu beyanın te’vilinde iki görüş belirtilmiştir. Birincisi şeytan gaflet halinde vesvese verir, Allah’ın hatırlanıp anılması durumundaysa geri çekilip gider. “Hannâs”ın anlamı için “görülmez, duyu alanına girmez” de denilmiştir, şu âyette olduğu gibi: “Şey­tanın hem kendisi hem de yandaşlan, onları göremeyeceğiniz yerden sizi gö­rürler.”(A'raf,27) Bu içeriğe bağlı olarak Kur’an’da akıp giden yıldızlar için “el-hunnes”] denilmiştir,(3) yani onlar kendi ufuklarından doğarlar, / gündüzün ise gizlenir­ler (yahnesne).

Şöyle bir fikir de ileri sürülmüştür: “Ellezî yuvesvisü...” diye başlayan İlâhî beyan insanların kalbine vesvese veren varlığı cin ve insan tü­ründen kabul etmiştir demek mümkündür. Nâs sûresinin yorumunu yaparken âyetler arasında yer değişikliğine gitmek de mümkündür denilmiştir. Buna göre 5. âyet aradan çıkarılıp en son zikredilebilir.

Vesvese bilinen bir şey olup insanın kalbini meşgul eden ve dinî konu­larda şaşkınlık doğuran bazı fikirlerin telkin edilmesiyle oluşur, öyle ki kişi bu tür kuruntulardan kurtulmanın yolunu bilemez. Nefsanî arzularına uyan­larla inkârcı kesimlerin durumu da bunun gibidir; Cenâb-ı Hakk’ın şu beya­nında olduğu gibi: “Böylece biz her peygambere insan ve cin şeytanlarını düşman kıldık.”(En'am,112) “Gerçekten şeytanlar dostlarına, sizinle mücadele etmeleri için telkinde bulunurlar.”(En'am,121)

Cin şeytanlarına gelince, bu husus bütün din mensupları ve peygamber­lere inanan kimselerce benimsenen bir şeydir. Ancak materyalistlerle peygam­berleri inkâr edenler şöyle bir tez ileri sürerler: Cinlerden oluşan şeytanlar yoktur; bu konudaki söylentiler peygamberlik iddiasında bulunan kimselerin insanları korkutmak amacıyla kullandıkları bir kozdan ibarettir; onlar bununla toplulukların bilgisizliğinden yararlanarak kendilerini dinlemeye ve sahip olduklarını iddia ettikleri bilgi ve mârifetlerine ilgi göstermeye halkı mecbur etmek isterler.

Materyalistlerle nübüvvet inkârcılarının ileri sürdükleri bu tez onların akıl ve muhakemlerinin sınırlı oluşundan kaynaklanmaktadır. Sözü edilen bu kimseler iyice düşünseler, akıllarının mutlaka araştırılmasını zaruri kıldığı şeyi terkettiklerini ve aslında incelenmesine ihtiyaç duydukları bir hususa ilgi göstermediklerini anlamış olurlardı. O da zaman zaman zihinlere gelen düşünceler (havâtır) ve gönüllerde doğan duyuşlardan (hayâlât) ibarettir. Bu düşünce ve duyuşlar şekillendirilip değerlendirilmeye alındığında bir kısmı­nın çirkin bir kısmının da güzel olduğu hükmüne varılır. Bir olgunun veya bir nesnenin yokken kendi kendine vuku bulması mümkün değildir, çünkü bir şeyin bir yönetici ve etkileyici olmaksızın kendi başına çirkin veya güzel olması muhaldir. Bütün insanlar sözünü ettiğim hususu pekâlâ bilmektedir, çünkü onlar bu duygu ve düşüncelere sahip olmakta ve bu olgunun kendile­rinden kaynaklanan bir faktörün etkisiyle meydana gelmediğini bilmektedir. Sonuç olarak bahis konusu olgunun araştırılmasının gerekliliği kanıtlanmış bulunmaktadır.

Şunu da belirtmek gerekir ki burada tartışılan hususu bedenî yetenekle­rin doğurduğu veya onun aklî çıkarımla elde edildiği yolunda herhangi bir bilgi bulunmamaktadır. Şunu belirtmek gerekir ki bu mesele münasebetiyle iki önemli konu zaruri olarak gündeme gelmektedir; materyalistlerle nübüv­vet münkirlerinin bu iki konuya vâkıf olmasına bilgisizlikle yetinmeleri ve rahatlarına düşkün olmaları engel teşkil etmiştir. Konulardan biri bir yara­tıcının mevcudiyetine ve bütünüyle evrenin hakîm, alîm ve kadîr olan bu yaratıcının yönetimi altında bulunduğuna hükmetmek, diğeri de bilinmezlere vâkıf bulunan yüce yaratıcı nezdinden gelen nübüvvet müessesesini benim­semektir.

Şimdi mesele insan bilgisinin ulaşıp mahiyetini anlayacağı bir [ konumda bulunmadığından kişi iyiden iyiye araştırıp irdelediğinde iki önemli hususla karşı karşıya gelir. Birincisi mûcizeleriyle birlikte peygamberlerdir. Nebilerin muhatapları müşahede ettikleri onaylayıcı fevkalâdelikler sebebiyle hem peygamberleri hem de tevhid ilkesini benimserler, çünkü insanlar nebi­lerin sundukları mesajların içinde realite ile bağdaşan haberlerin yer aldığını müşahede etmektedir. Zaten durum böyle olmasaydı Allah elçileri iyilik diye bir şeyden söz edemezlerdi.

İkincisi yine insanlar söz ve davranışlarında isabet edemeyenlerin elinden çıkan işlerin uyumsuz ve dengesiz olduğunu müşahede etmelerinin yanında evrenin hikmet, düzen ve uyum içinde işle­diğini görünce bunun, bütün tabiat ünitelerinin ihtiyaç ve yararına vâkıf olan hakîm bir yönetici sayesinde vücut bulduğunun şuuruna ererler. Bu sebeple de kendileri için iki husus gerekli hale gelir: Allah’ın birliğini ve nübüvvet mües­sesesini benimsemek. Bütün güç ve kudret Allah Teâlâ*ya aittir.

Bize göre şeytanın sözü edilen işkillendirmeye yetenekli kılınmasında hareket noktası şudur ki şeytanla melek Allah Teâlâ’nın iki yaratığıdır.

Biz insanlar onların mevcudiyetini hem peygamberler vasıtasıyla hem de -daha önce değindiğimiz gibi- bizde doğrudan meydana gelen düşünce ve duyuş­ların (havâtır) çirkin veya güzel nitelik almalarını sağlayan varlığı bilmeye olan ihtiyacımız sebebiyle anlamış olduk. Bu iki yaratığın her biri Allah’ın muktedir kıldığı rolü yerine getirir. Meleklerin görevi hayır ve hikmettir, Allah Teâlâ’nın kolaylaştırması ve lütfetmesi sayesinde her melek kendi fonksiyonunu icra etmekte herhangi bir zorlukla karşılaşmaz. Şeytanın fonk­siyonu ise dalâlet ve kötülüktür, bu da kendisi için kolaylaştırılır.

Nihayet iyilik birinci varlığa fıtrî bir etkinlik gibi gelir, kötülük de ikinci varlık için aynı konumda bulunur. İki etkinlikten her birinin imkân çerçevesinde yer alışı gerçeğine bağlı olarak azîz ve celîl olan Allah şöyle buyurmuştur: “Ser­vetinden Allah yolunda harcayıp saygı hisleri içinde kötülüklerden sakınan ve en güzel ifade olan kelime-i tevhidi benimseyen kimseye muvaffaki­yet yolunu kolaylaştırırız. Cimri davranan, kendini kendine yeter gören ve kelime-i tevhidi yalan sayıp dışlayan kimseyi ise en güç yola sardırırız.”(Leyl,10) “Allah kimi doğru yola iletmek isterse kalbini İslâm’a açar. Kimi de saptırmak isterse göğe çıkıyormuş gibi kalbim iyice daraltır.”(En'am,125)

Şimdi, insan türü için vazedilen İlâhî kanun şudur ki bu şuurlu canlılar gerek kendileriyle Allah arasında gerekse hemcinsleri beyninde bazı hak ve vecîbelere tâbi olmakla yükümlü tutulmuş, ayrıca meleklerin desteğine mazhar kılındıklarının inancını taşımaları da onlardan istenmiştir. Nitekim azîz ve celîl olan Allah şöyle buyurmuştur: “Hani rabbin meleklere ‘Ben si- zinle beraberim; haydi siz de müminlere destek olun!’ diye vahyediyordu.” (Enfal,12)İnsanlara ayrıca şeytanın vereceği vesveseyi reddetmeleri emredilmiştir, “(Ey insanlar!) Şeytan sizin düşmanmızdır, siz de onu düşman bilin. O, kendi ta­raftarlarını olsa olsa cehennemlik olmaya davet eder.”(Fatır,6) meâlindeki âyet ve benzerlerinde olduğu gibi.

İnsan türüne paralel olarak melekler de insanların söz ve davranışlarını kaydetmek göreviyle yükümlü tutularak varlık alanına çıkarılmıştır, Cenâb-ı Hakk’ın “Değerli yazıcılar”(İnfitar,11) meâlindeki beyanı bu gerçeği kanıtlamaktadır. Buna göre meleklerin bu yetenekle donatılmasının hikmeti, daha önce de değinildiği üzere, Allah’ın kendilerini imtihana tâbi tutup hem öz varlıklarıyla itaat etmeleri hem de insanlara yönelik olarak sözünü ettiğim görevlerinde emr-i İlâhîye uygun olarak hareket etmeleridir.

Meleklere ait bu konu­mun insanlara yönelik hikmeti ise onları dikkatli olmaya davet etmek ve kişinin psikolojik muhtevasında oluşan düşünce ve duyuşların, faydasına olanlarını zararına olanlarından ayırması için titizlik göstermesini sağlamak­tan ibarettir. Yine meleklerin mükellefin söz ve davranışlarını kaydetmekle yükümlü tutulmasının hikmetinin diğer bir örneği kişinin bütün fiil ve halle­rinde bilinçli ve dikkatli olmasıdır, tıpkı dostları ve düşmanlarından oluşup davranışlarına vâkıf bulunan zabıt kâtipleri karşısındaki bilinçli hareketi gibi. Şüphe yok ki bu konumda bulunan bir insan dostunu incitecek şeylerden elinden geldikçe korunur ve fayda umduğu her davranışı sergiler, düşmanın­dan da -farkına varamayacağı bir yönden eziyet verip ağır ithamına maruz kalmamak için- var gücüyle sakınır.

Şu da bilinmektedir ki duyulur âlemde olup bitenleri tesbit eden ya­zıcılar vak‘ayı elden geldikçe iyi anlayıp kavramadan kayda geçirmezler, / duyular ötesinde de durum aynıdır. Çünkü -bizim tasavvurumuza göre- ya­zıcı melekler mükelleflerin lehine ve aleyhine olacak davranışların tesbitinde gözlerine görünen kimselerin apaçık fillerini müşahede edenler gibi bir ko­numa sahiptirler. Başarıya ulaştıran sadece Allah’tır.

Bu esastan hareketle dostlarla düşmanların bir arada yaşamaları, dost­luğun ve düşmanlığın gerekleri çerçevesinde tasvip ettikleri ve etmedikleri konularda davranış biçimi sergilemeleri yolundaki İlâhî imtihan ve düzen hikmete uygun düşmüştür. Çünkü insanların derûnunda saklanan niyetler dostluk ve düşmanlık içermeleri açısından kalplerin ve akılların gözleri ta­rafından algılanmaktadır. Bu sebeple de onlardan sakınmak ve uygun düşen davranışı sergilemek imkân dahiline girmektedir.

Yine bu esasa bağlı olarak Allah Teâlâ gözle görülemeyen düşmanla­rına mükelleflerin bedenlerine ve mallarına yönelik alıp götürme, kirletme veya bozma şeklinde fiilî bir tecavüz imkânı vermemiş, buna mukabil insan türünden olan düşmanlarına bu imkânı sağlamıştır. Çünkü insanlar birbirle­rine yönelik hilelere vâkıf olduklarından bunları bertaraf edip zararlarından sakınma konumundadır. Bu, duyuların organlardan sâdır olacak fiilleri ve bunların alt yapısını oluşturan faktörleri idrak etmesine benzemektedir. İşte meleklerin durumu da bunun gibidir. Ne var ki zihnî kapasitesi, aklın ve her şeyin şehadetine rağmen kâinatın yaratıcısını ve O’nun birliğini idrak etmekten âciz kalan kimsenin şeytanı (ve melekleri) kavrayamaması ihti­malden uzak tutulup yadırganacak bir şey değildir. Nihaî gerçeği bilen Allah’tır.

{İmam (r.a.) şöyle dedi:} Şeytanın insana vesvese vermeye nasıl imkân bulduğu konusunda farklı yorumlar ileri sürülmüştür. / Bazı rivayetlerde ka­nın bedendeki dolaşımı gibi şeytanın da kişinin mânevi yapısına nüfuz ettiği söylenmiş, bir kısmı ise bunu tasvip etmemiştir.(Buhari,Ahkam,21..) Aslında bu, yadırganacak şeylerden birini teşkil etmemektedir, zira kanın insan bedeninde dolaştığı ayrıca yeme içmeden oluşan enerjinin, bedenle duyuların hayatiyetini sağ­layan unsurların fizikî yapıda rol oynadığı pekâlâ bilinmektedir; sözü edilen bu unsurlar sinir sisteminin tamamına ve bedenin bütün ünitelerine sezilmez yollarla sirayet etmektedir. Şeytanın durumu da bu esasa göredir. Bir de ya­zıcı melek hakkında nakledilenleri hatırlatmak gerekir, şöyle ki meleğin ne oturduğu yer tarafımızdan bilinmekte, ne kaleminin cızırtısı duyulmakta ne de hakkımızda yazdıkları görülebilmektedir. İşte şeytanın vesvese vermesi de bu kabilden bir şeydir.

Allah Teâlâ’nın, Peygamber’ine şeytanın vesvesesi, tahriki ve tasallu­tundan kendisine sığınmasını emrettiğinin bir gerçek olduğu şu beyanlarıyla sabit olmuştur: “Eğer şeytanın fitlemesi seni etkilerse Allah’a sığın. Şüphe yok ki O işiten ve bilendir.”(A'Raf,200) “De ki: Rabbim! Şeytanların kışkırtmasından ve yanımda bulunmasından sana sığınırım.”(Mü'minun,97-98) “Takvâya erenlere şeytan tara­fından bir vesvese geldiğinde düşünüp kendilerini toparlar ve basiretlerine sahip olurlar.”(A'raf,201) “Faiz yiyenler şeytan çarpmış kimselerin cinnet nöbetinden kalktığı gibi yerlerinden kalkarlar.”(Bakara,275) Görüldüğü üzere şeytanın tahrikine mâ­ruz kalan kimse Allah’ın dileyip beyan ettiği bir durumda bulunur.

Şeytanın kişiye vesvese vermesi, çarpması ve onu fitlemesinin hangi zaman veya mekânlarda vuku bulduğunun belirlenmesi ihtiyaç duyduğumuz bir husus değildir, çünkü Allah Teâlâ şu âyet-i kerîmesiyle şeytanı göreme­yeceğimizi haber vermiştir: “Şeytan da yandaşlan da kendilerini göremeye­ceğiniz yerden sizi görürler.”(A'raf,27)

Şeytanın yükümlülük ve sorumluluğumuzu ilgilendiren yönü derunî hayatımızda etkiler bırakan fiileridir. / Biz insanlar Cenâb-ı Hakk’ın övgüye lâyık lutfuyla şeytandan gelen tahrikleri farketme imkânına sahip kılmmışızdır. Bize düşen görev ondan kaynaklanıp mânevî hayatımızı etkileyebilecek fiil ve vesveseler konusunda dikkatli olmaktır; böyle davrandığımız takdirde Allah Teâlâ’nın bahşettiği imkânlar, ayrıca yanlışı bertaraf edip hakka bağlanmayı sağlayacak mahiyette öğrettiği güçlü deliller sayesinde şeytanın etkilerini ortadan kaldırabiliriz; meselâ şu âyet-i kerîmede beyan edildiği gibi: “Takvâya erenlere şeytan tarafından bir ves­vese geldiğinde düşünüp kendilerini toparlar ve basiretlerine sahip olurlar.”(A'raf,201)

Böyle durumlarda bir alternatif de Allah’a dönüş yapıp saldırıları püskürt­meye tahsis ettiği lutfuna mazhar olmak için O’na sığınmamızdır, tıpkı Yû­suf aleyhisselâmın niyazında olduğu gibi: “Rabbim! Zindan bu kadınların benden istedikleri o işten daha hayırlıdır. Eğer onların fendini benden uzak­laştırmazsan kendilerine ram olup cahilce davrananlardan biri durumuna düşerim.”(Yusuf,33) Oysa Hz. Yûsuf kadınların hile ve tuzağını bozmaya yarayan çeşitli vasıtaların bilgisine sahip bulunuyordu. İslâmiyet’in temel ilkeleri­nin İlmî alanında ileri seviyeye ulaşanların şu niyazı da aynı mahiyettedir: “Rabbimiz! Bize hidayet verdikten sonra kalplerimizi saptırma! Tarafından rahmet ihsan et bize. Şüphesiz bağışı en bol olan sadece sensin!”(Al-i İmran,8)

Âlimlerin bir kısmı şeytanın, nefsin arzu ettiği şeyleri bildiğini ve onları nefse süslü gösterdiğini, aklın yönlendirdiği alandan da haberdar olduğunu ve onu bu alandan geri çevirmeye çalıştığını söylerken bir kısmı da şöyle der: Öyle değil; gerçek olan şudur ki sözü edilen olguda karanlık, aydınlık, temiz ve meşrû oluşla aksi oluş izleri bulunur, şeytan bu izleri tanır ve tahriklerini ona göre ayarlar, nihayet arzu ettiği eyleme ulaşır.

Bazan nefsin ve aklın bedendeki ve onun dışındaki fonksiyonu beraberce bulunur, özellikle amellere ait sonuçlar açısından.Bir kısım âlim de şeytan hiçbir hususta herhangi bir bilgiye sahip değildir demiştir, ne var ki aldatmak, kötü fiili güzel göstermek, hak ile bâtıl arasında yer değiştirtmek türünden olmak üzere sonuç alabileceğini umduğu her çareye başvurur, tıpkı şuna buna dokunmak suretiyle zararlıyı faydalıdan ayırmaya çalışan âmâ gibi.
Şunu belirtelim ki burada sözü edilen hususların tamamı şeytanın etkinlik gösterme yöntemleri, imkân ve taktiklerinin yollandır. Bütün bunlar bilmekle mükellef olmadığımız hususlardır. Bize düşen görev başarılı olmasını engel­leme yolunda gayret göstermektir. Bu da daima uyanık ve dikkatli olmak, âyetlerde zikredildiği üzere basiretli davranmak, ya da gelmesi halinde şey­tanı defedip tesirini engellemesi için yüce Allah’a sığınmak yoluyla gerçek­leşir, zira O’nun nezdinde öyle lutuflar vardır ki bunlar sayesinde yanlış yola düşmekten korunulur ve isabetli davranış elde edilir.

Birçok müfessir şeytanın insanlarda olduğu gibi cinlerin de duygu ve düşüncelerine vesvese karıştırdığını söylemiştir. Her tür mükellef içinde hak yoldan sapanlar ve azgınların yanında hayırlı ve itaakâr zümreler de bulun­duğuna göre bu görüşü onaylamak mümkündür. Ancak Nâs sûresinin kendi mecrasındaki te’vilinin gereği cinlerden ve insanlardan oluşan şeytanların insanların gönlüne vesvese düşürdükleri yolundadır. Nihaî gerçeği bilen Allah’tır.

* * *
Felak ve Nâs sûrelerinin (Muavvizeteyn) Kur’an’dan olup olmadığı me­selesine gelince, {Fakih (r.h.) şöyle dedi:} Bu iki sûre hakkmdaki kanaatimiz şundan ibarettir ki çağımızın âlimlerine nesilden nesile intikal eden bilgi ve görgü çerçevesinde “Kur’an muhtevası mushafın iki kapağı arasında yer alan metinden ibarettir” yolundaki hüküm dairesine bu iki sûre de dahil olmuştur. / Biz Muavvizeteyn’in İlâhî kelâma nitelik kazandıran erişilmez (mu‘ciz) oluş özelliği taşıyıp taşımadığını tesbit edecek deneme ve sınama bilgisine sahip bulunanlardan değiliz. Bu konunun gereği meseleyi ehlinden öğrendikten sonra metnin Kur’an’dan olduğu ve erişilmez niteliği taşıdığının sübut bul­duğuna tanıklık etmekten ibarettir. Sonuç olarak bizim gibilerin yapacağı şey ehline uymaktır.

Allah’tan geldiği ve hak niteliği taşıdığı yolunda kesin karar verdiğimiz bütün dinî hükümlerde ortak anlaşmayı sağlayan kriter artık vuzuh kazanmış­tır, Muavvizeteyn meselesi de aynı esasa bağlıdır. Ne var ki İbn Mes‘ûd’dan (r.a.) nakledildiğine göre kendisi Felak ve Nâs sûrelerini mushafına yaz­mamıştır. Kanaatimize göre bu husus iki şekilde yorumlanabilir. Birincisi bu iki sûrenin Kur’an’dan olup olmadığı hakkında Resûlullah sallâllahu aleyhi ve sellemden hiçbir şey duymamış olma ihtimalidir; yine o, bu konu­yu sormayı da kendisi için bir görev telakki etmemiş olmalıdır, zira Kur'an ile Resûlullah’ın getirip tebliğ ettiği diğer hususlar bilinmesi ve kendileriyle amel edilmesi açısından aynıdır, şu sebeple ki bunların hepsiyle amaçlanan şey mükellefiyet açısından yerine getirilmesi gerekeni ifa etmekten ibaret olup isim ve konum belirlemek değildir.

İslâm’ı benmimseme konusunda üstün mertebeye ulaşmış kimseler erişilmez (mu‘ciz) niteliği taşıyan metinle­ri diğerlerinden ayırıp Kur’an mıdır, değil midir diye tesbit edebilmek için deneme ve sınama eylemine girişmeyi kendileri için hiç de gerekli görmü­yorlardı. Nefsini bir nevi imtihana tâbi tutma niteliği taşıyan böyle bir dav­ranış Resûlullah’tan gelen tebliğlerde tereddüt ve şüpheye düşenlere özgü

hareketlerden biridir, onlar bu yolla Hazreti Muhammed’in Allah tarafından gönderilmiş bir peygamber olup olmadığını belirlemek isterler. Buna muka­bil Hz. Muhammed’in risâleti kendince takarrür etmiş, kalbi itminana kavuş­muş ve getirdiği tebliğler hakkında hiçbir tereddütü kalmamış kimseler ken­dilerini böyle bir sınamadan vâreste görmüşlerdir. Tekrar hatırlatmalıyım ki bu hususu irdelemeyi terketmenin sebebi pekâlâ biraz önce bahsettiğim husus olabilir, Muavvizeteyn’in Kur’an’dan sayılmaması değil.

Ukbe el-Cühenî’nin naklettiği hadise göre Hz. Peygamber (s.a.) asha­bına şöyle demiştir: “Bugün benzeri görülmemiş âyetler nâzil olmuştur.” “Hangileridir?” diye sorulduğunda Muavvizeteyn şeklinde cevap vermiştir.(3)

Bu hadis de Felak ve Nâs sûrelerinin Kur’an’dan olduğunu göstermektedir. İkincisi İbn Mes‘ûd’un Muavvizeteyn’i kendi mushafına yazmamasının bir sebebi de Übey b. Kâ‘b’den rivayet edilen husustur, onun nakline göre Hz. Peygamber Muavvizeteyn’den söz ederken “şöyle deyiniz...” buyurmuş­tur. Biz şöyle bir kanaat belirleriz: Muavvizeteyn’in Kur’an’dan olduğu ve­ya olmadığı yolunda kesin bir beyanda bulunmayız, çünkü Resûlullah (s.a.) bu iki sûre hakkında bir beyanda bulunmamıştır. Abdullah b. Mes‘ûd’un durumu da bunun gibidir.

Bu söylediklerimizi destekleyen bir husus da Kur’an okunacağı zaman eûzu çekmenin emredilmesidir,(4) istiâze ise okuma işine başlamadan önce­dir. Felak ve Nâs sûreleri Kur’an’dan olsaydı istiâze konumunda bulunmak üzere mushafın başında yer almaları gerekirdi. İşte bu husus da meselenin mahiyetini bilmeyi engelleyen noktalardan biridir. Zaten biz bu konunun kapalı kalmasının imkân dahilinde bulunduğunu (ve bunun pratikte önem taşımadığını) daha önce anlatmıştık. Şunu hatırlatalım ki vahyin gelişi insan­ların ihtiyacına bağlıydı. Resûlullah ve sahâbîlerin uygulaması da ihtiyaç çerçevesinde oluyordu. Dolayısıyla konu söylediğim açıdan bilgi eksikliğinin zarar vermeyeceği bir özellik taşır.

İbn Mes‘ûd’un (r.a.) şöyle dediği rivayet edilmiştir: “Devemin beni gö­türebileceği herhangi bir yerde Kur’an T benden daha iyi bilen birinin bulun- duğunu bilsem mutlaka ona giderdim.”(5)

İbn Mes‘ûd’dan nakleden râviden rivayet edildiğine göre Resûlullah (s.a.) [ Cebrâil aleyhisselâma her yıl Kur ’ an’ ı bir defa arzediyordu. Ancak vefat ettiği yıl arzayı iki defa yapmıştır. Abdullah son arzaların ikisinde de hazır bulunmuş­tur. Muhtemeldir ki Hz. Peygamber son arzalarında Allah’ın dilediği metin­leri okumamıştır. Durum böyle olunca Abdullah b. Mes‘ûd Muavvizeteyn’e mushafta yer verilip verilmediğine dair semâın sabit olması için başkasına soru soracak bir konumda bulunmuyordu. Şu halde İbn Mes‘ûd’un bu mese­ledeki asıl fikrini bilme imkânımız kalmamıştır.

Bir başka yorum da şöyledir: Muhtemeldir ki Abdullah b. Mes‘ûd Felak ve Nâs sûrelerini Kur’an’dan addetmiş fakat iki sebepten ötürü bunları mushafına kaydetmemiştir. Birincisi Muavvizeteyn’in yazıldığı ve girdiği yer -yukarıda değindiğimiz üzere- herkesin elinde bulunan mushafların baş tarafı değildi. Bu sebeple İbn Mes‘ûd şahsî tertip ve tercihiyle bu iki sûre için farklı bir kayıt yeri belirlemeyi hoş karşılamamış, bu yüzden de hiç yazmamıştır.

İkincisi o, ezberleyip unutmamak için yazıyordu, halbuki Muavvizeteyn’i unutma tehlikesinden kendini emin görüyordu, çünkü bu iki sûre gündüz ve gece başlangıçlarında okunması gereken metinlerdir; ayrıca sıkıntılı durum­ların ortaya çıkması halinde sözü edilen iki sûre vasıtasıyla her türlü kötülük ve tuzaktan Allah’a sığınma eylemi faydalı olmaktadır, tıpkı istiâzede bulun­ma ve nakledilen çeşitli duaları tekrar edişte olduğu gibi, ibn Mes‘ûd Felak ve Nâs metinlerinin kendisince unutulmasından emin olunca yazmamıştır. Onun Fâtiha sûresini mushafına yazmamasının sebebi de bu kabildendir. Nihaî gerçeği bilen Allah’tır.

Kaynak:Ebû Mansûr el-Mâtürîdî,Te'vilatül Kur'an'dan Tercümeler,

Tercüme:Prof.Dr.Bekir Topaloğlu

Dipnotlar:

3)- Müslim, “Salâtü’l-müsâfırîn”, 264-265; Dârimî, “Fezâilu’l-Kur’ân”, 26.

4)-Müellif Mâtürîdî şu âyet-i kerîmeye işaret etmektedir: “Kur’an okuyacağın zaman kovulmuş
şeytandan Allah’a sığın” (en-Nahl 16/98).

5)-bk. Taberî, Câmiu ’l-beyân, I, 42; îbn Kesîr, Tefsir, I, 6.

Devamını Oku »