Oryantalizm ve dinde reform meselesi

 



Oryantalizm bir yönüyle Batı’nın İslam’a yönelik entellektüel bir haçlı savaşıdır. Dinde reform projeleri de tümüyle olmasa bile çok büyük ölçüde oryantalistlerin görüş ve düşüncelerine dayanır. Hem oryantalizm hem de dinde reform projeleri modernlikten (ve pek az olmakla birlikte postmoderlikten) olağanüstü bir biçimde etkilenmiştir. Çağdaş oryantalistler ve reformist ilahiyatçılar İslam’ı protestanlaştırma bağlamında buluşmakta daha doğrusu ortak olarak çalışmaktadırlar.

İslam’ı protestanlaştırma süreci özellikle “İslam’ın en yetkin ve en son din olduğu inancını” buharlaştırmayı amaçlar. Bunun bilimsel kılıfı “Dini Çoğulculuk ve Dini Görecelilik” kavramlarıdır. Bu kavramlara göre her din birbirine eşittir ve hepsi insanı Allah’a götürür. Bu durumda dünyevi üstünlüğe sahip olan dinin avantajlı olacağı söylenebilir. Bu nedenle biz dinde reform projelerinin de oryantalizmle eklemli olduğunu savunuyoruz.

Sonuçta söylememiz gerekenleri başlangıçta söyledik. İsterseniz şimdi başta söylememiz gerekenlere geçelim.


Entellektüel Haçlılar:

Oryantalizmi, içinde doğduğu kültür ve uygarlıktan soyutlayarak kendi başına bir şeymiş gibi ele almak analiz açısından kolaylık sağlarsa da tipik bir indirgemeci tutum olur. Bu da gerçekliğin çarpıtılmasından başka bir sonuç kazandırmaz bize.(1) Oryantalizmi içinde doğduğu modern bilimle modern bilimi de modernlik ve modernizmle birlikte ele almak gereklidir.(2)

Şimdilerde de artık postmodernlik ve postmodernizmi de hesaba katmak gerek.(3)

Modernizm, Rönesans ve Reformasyon sürecinin bir ürünü ya da daha somut olarak XVIII. yüzyıl Aydınlanma Felsefesi’nin bir projesidir.(4)

Kurucu isimlerden Kant (ö. 1804) Aydınlanmayı şöyle tanımlar:

“Aydınlanma insanın kendine dayattığı toyluktan çıkışıdır. Toyluk kendi aklını başkasının yönlendirmesi olmaksızın kullanmaya yeteneksizliktir. Kendi öz aklını kullanma yürekliliğini göster! Bu öyleyse Aydınlanmanın bilgisidir.”

Ezcümle Aydınlanma’nın en ılımlı sonucu vahyin insana değil, insanın vahye yön vermeye kalkışmasıdır. Aydınlanmanın egemen kanadı için tanrı inancı değilse bile Din, tarihsel bir fenomen olmanın ötesinde ilahi bir anlamı yoktur.

Modernlik, Descartes’la birlikte insanı, gezegenin yegane efendisi, F. Bacon’la birlikte bilgiyi bir güç ve tahakküm aracı olarak tanımladı. (5) Modern bilimin de nihai amacı “kontrol” başka deyişle “tahakküm”dür.

Oryantalizm, böyle bir organizmanın ürünü olduğu için onu da bir tür “Doğu kültür ve medeniyetlerinin mühendisliği” olarak tanımlamak mümkün. Başka deyişle oryantalizm, Batı’nın Doğu üzerinde tahakküm kurmak, kendi çıkarlarına göre yeniden yapılandırmak amacıyla geliştirdiği bir yoldur. Ya da S. Seyyid’in ifadesiyle “Batılı olmayan dünyanın evcilleştirildiği iktidar/bilgideki faaliyeti”dir.(6)

Bir oryantalistin itiraf ettiği üzere: “Oryantalistlere güven duyulmamasının sebeplerinden biri ‘ne yaptıkları’dır. Bunlar genelde dindar olmayan akademisyenlerdir. Milletleri araştırır, ne olduğunu, nasıl konuştuğunu, tarihini, dilini ve dinini, her şeyini öğrenir ve size anlatırlar. İnsanlara bu milletlerle ilgili konularda nasıl düşünmeleri gerektiğini salık verirler. O zaman bu, bir çeşit siyasi kontrol aracı olabilmektedir. Çünkü eğer siz bir toplumu bu kadar tanıyorsanız, bu bilginizi onları kontrol etmek ve onlardan bir şeyler kazanmak için kullanabilirsiniz. Bu tür şeyler oldu. Bu bir gerçektir.”(7)


Bir Oryantalizm Dayatması Olarak Sekülarizm:

Oryantalizmin gözlüğü modernizm olduğu ve modernizmin de hakim karakteri “sekülarizm/bu–dünyacılık” olduğu için İslam’ı “Vahy’e dayalı din” olarak değil de “tarihsel ve toplumsal bir fenomen” olarak görür. Gerçi pek çok oryantalist İslam’ın olağanüstülüğünü vurgularsa da yine de salt beşerî bir fenomen olarak tanımlamaktan vazgeçmez.(8)

İslam geleneği, vahiy eksenli başka deyişle Allah merkezli bir uygarlık olarak tanımlanmaktadır.(9) Buna karşılık modernliğin temel karakteri “antropomorfik: hümanistik” oluşudur.(10) Başkaca deyişle modernliğin karakteristik özelliği seküler oluşudur.(11) Aralarındaki radikal farklılıklara rağmen postmodernlik de modernlik gibi antropomorfik: hümanistik ve seküler bir karakter taşır.

Bu önermelere göre İslam geleneği ile modernliğin ve postmodernliğin karşıt kutuplarda yer aldığını söyleyebiliriz.(12) Ancak modernlik ve postmodernlik aşkın olanı dışladığı için Hıristiyanlık da kendini son din olarak tanımladığı için İslam’ı tarihsel ve kültürel bir fenomen olarak tanımlarlar oryantalizm.
Oryantalizmin yaslandığı bilgi anlayışının modern bilim olduğuna işaret etmiştik. Modern bilimin karakteristik özelliği pozitivist oluşudur.

Pozitivizm, sekülarizmi vurgulamanın yanı sıra modern bilimin genel geçer, evrensel ve nesnel tek bilgi türü olduğunu da ileri sürer. Başka deyişle oryantalizm, bir anlamda bilgi ve bilim faşizmine yaslanır. Bu nedenle oryantalizmi Edward Said’in “Batı’nın Doğu üzerindeki bir egemenlik aracı”(13) olarak, Cemil Meriç’in “sömürgeciliğin keşif kolu”(14) olarak görmesi isabetlidir.(15)

Bilimsel oryantalizm denen dönemin Sylvestre de Sacy’nin 1795’te Paris’te Ezoles Bes Languages Oriantales’i kurması ile başladığı kabul edilir. Bu arada kendisi de ünlü filozof ve oryantalist Ernest Renan ile arkadaşlığı olan Şinasi’nin “medeniyetin resûlü” (!?) diye övdüğü Tanzimatın Sadrazamı Mustafa Reşit Paşa ile Sacy’nin dost olduğunu belirtmeden geçmek olmaz. (16)

Oryantalizmin disiplin olarak belirdiği zamanlarda emperyalizmin de boy göstermiş olması dikkat çekicidir. Bu da oryantalizmin, emperyalizmin ihtiyacı olan bilgi desteğini sağladığını gösterir. Bunun çarpıcı örneklerinden birisi de Napolyon’un Mısır’ı işgal sırasında pek çok bilim adamının da yanında götürüp Mısır hakkında 23 ciltlik kitap yazdırmasıdır. (17)

Sonuç olarak oryantalizmin bir toplum ve kültür mühendisliği olduğu söylenebilir. Başka deyişle oryantalistler, Müslüman halkları Batı uygarlığının çıkarlarına göre yeniden yapılandırmayı amaçlıyordu.

Burada şunu da belirtelim: Bazı oryantalistlerin iyi niyetli olsa bile onların emperyalizmin keşif kolu olarak kullanılmasına engel ol(a)maz. Örneğin ünlü oryantalist Louis Massignon, Fransız Dışişleri Bakanlığında çalışmış, sonra da Fas’taki Fransız yönetiminde görev almıştır. (18)

Emperyalizmin bir başka keşif kolu da “Antropoloji” özellikle “Sosyal/Kültürel Antropoloji” olduğu unutulmamalı. Herhangi bir standart Antropoloji kitabında örneğin Bozkurt Güvenç’in “İnsan ve Kültür” çalışmasında bu durum açıkça dile getirilir.

İkinci derecede olmakla birlikte “sosyoloji”nin de böyle bir işlevi söz konusudur. Doğu halklarının yeniden yapılandırılması bir anlamda “toplumsal mühendisliğin” dayanağı olan sosyolojiye ihtiyaç duyurmaktadır. Bu bağlamda pozitivist sosyolojinin kurucusu sayabileceğimiz, en azından sosyolojinin isim babası olan August Comte’un Tanzimatçılarımızın önderi Mustafa Reşit Paşa’ya yazdığı bir mektupla İslam’ın yerine geçmek üzere “Pozitif Politika Sistemi” adı altında önerdiği “insanlık dini projesi” anılmaya değer. (19)

O. V. Grunebaum İslam’ın incelemesinde antropolojik ve sosyolojik araştırmaların önemini vurgulamıştır. Bu bağlamda bir sosyolog oryantalist olarak Max Weber de anılmaya değer. (20)

Oryantalizm ve toplumsal antropoloji, farklılıkları vurgulayarak ve abartarak Müslüman halklar arasına fitne tohumları ekmektedir. Bizden bir örnekle yetineceğiz, Türkiye de Alevilik ile ilgili yabancı çalışmalar yerli çalışmalarla kıyaslanamayacak kadar çoktur. Son zamanlarda Aleviliği daha çok bir “azınlık” olarak görme eğiliminin bir ürünü olarak yapılan çalışmalar da vardır. (21) Bu tür çalışmalar farklılıkları olağanüstü derecede abartmaktadır. Bu çalışmalarda Aleviliğin Hıristiyan etkisiyle oluştuğu iddiası da yer almaktadır. Başka deyişle Alevilik güya, içi Hıristiyanlık, dışı Müslümanlık olan eklektik bir inanıştır.

Oryantalizm ve dinde reform meselesi

Öncü İşbirlikçiler

Tanzimatla belirginleşen Batılılaşma sürecinde, modernizmi sandığımızdan çok daha fazlasiyle içselleştirdik. Modernizm sadece zihinlerimizde değil elbette, çevremiz de önemli ölçüde modernizm tarafından biçimlendirilmiş durumda. Hem çevresi hem de zihni modernlikle biçimlenen aydınların (adlarının da ilhamlarının da Aydınlanma Felsefesi’nden geldiğini de hatırlayalım) İslam’ın oryantalist yorumunu akıllarına daha uygun görmeleri şaşırtıcı olmayacaktır. Bu nedenle modernist/reformist ilahiyatçılar, oryantalistlerle/düşmanla işbirliği yaparak kendi tarihine ve geleneğine savaş açar.(22)

Müslümanların modernizm ile yüzleşmelerinden itibaren özellikle Mısır’da Cemaleddin Efgani ve Muhammed Abduh ile Hindistan’da Seyyid Ahmed Han örneklerinde olduğu gibi İslam’ın tarih içinde oluşturduğu geleneğin sorgulanması bahanesiyle Âlemlere Rahmet Hazret–i Muhammed (sav)’in sünneti tartışma konusu edilmeye başlandı. Efgani, Abduh ve Ahmed Han’ın projeleri “İslam ile Modern Uygarlık arasında nasıl bir sentez yapabiliriz?” sorusunu eksen alıyordu. Daha açıkçası Efgani, Abduh ve Ahmed Han modernizmi neredeyse tartışmasız bir veri olarak alıyorlar, İslam’ı modernizme uygun olarak nasıl yorumlayacaklarının hesabını yapıyorlardı.(23) Modernizm’i eksen aldığı için bu akıma “İslam Modernizmi” ya da “Modern İslam” deniyorsa da biz “Modernist ve reformist ilahiyat çizgisi” adını daha uygun görüyoruz.

Modernist ve reformist ilahiyatçılar, yorum alanlarını genişletmek amacıyla öncelikle sünnetin dindeki işlevini ve bağlayıcılığını tartışmalar başladılar. Güya usûl–u hadis, usûl–u fıkıh ve usûl–u tefsirde sünnetin rivayet, metin ve yorum açısından kritiği yapılmamış gibi. Ancak mütevatir hadislerin dışında kalan sünneti göz ardı eden bu ilk kuşağı şimdi “Kur’an” hakkında benzer tartışmalara kalkışan yeni kuşak modernist ve reformist ilahiyatçılar almış durumda. Daha açıkçası modernist ve reformist ilahiyatçılar artık açıkça Kur’an’ın bağlayıcılığını tartışmaktalar. Hatta bazıları bir vahiy olarak Hazret–i Kur’an’ın sıhhatı hakkında bile çeşitli kuşkular ileri sürmekte.

İlginçtir, “Din”de taklidi hararetle eleştiren modernist ve reformist ilahiyatçılar oryantalistlere öykünüyorlar. Modernist ve reformist ilahiyatçıların savunduğu temel görüşlerin daha önceden oryantalistler tarafından savunulmuş olması bu öykünmenin yeterli bir kanıtı olsa gerek.(24)


Tarihsellik ve Hermenötik

Oryantalistlerin çoğunun İslam’ı incelerken izledikleri yaklaşım “tarihsellik” yöntem ise “hermenötik”tir. Modernist ve reformist ilahiyat çizgisinin popüler önderi Fazlu’r–Rahman da “İslam” isimli yapıtında Hazret–i Kur’an’ı incelerken yaklaşım olarak “tarihselliğin” yöntem olarak ise “hermenötiğin” izlenmesinin kaçınılmaz ve vazgeçilmez olduğunu vurgular. Ve üstadı oryantalistlerin izini sürerek Hazret–i Kur’an’ı salt bir tarihsel bir metin olarak ele almaya ve “Betti”nin hermönetiğini Hazret–i Kur’an’a uygulamaya kalkışır.(25)

Tarihî ve edebî tenkit ile ilgili disiplinler XVIII. Yüzyıl Aydınlanma Felsefesi’nin ürünüdür. T. Nöldeke’nin 1860’da yayınladığı “Kur’an Tarihi” buna dayalıdır. Nöldeke’nin çalışması Batı’da Kur’an konusunda en itibarlı eser olarak kabul edilmiştir. Goldziher, hermenötiği Hazret–i Kur’an’a uygulamaya kalkışan öncü oryantalislerdendir.(26)

Yukarıda belirttiğimiz gibi bizde de Fazlu’r–Rahman aynı şeyi önermektedir.
Aslında oryantalistlerin ve Fazlu’r–Rahman gibi modernist ilahiyatçılarımızın yaptığı, XVIII ve XIX. yüzyılda tahrifata uğramış Kitab–ı Mukaddes’e uygulanan tenkid yöntemini Kur’an’a uygulamaya kalkmaktır.
İlginçtir buradan hareket eden Fazlu’r–Rahman, Salman Rüşdi ve Dinler arası diyaloğun mimalarından Watt gibi(27) “şeytan ayetleri iftirasını” savunmaktadır.

Watt, “Muhammed Mekke”de adlı eserinde de bu hezeyanı genişçe işler. Watt’ı böyle düşünmesine şaşmamak gerek. Watt’ın bu görüşünün arkaplanında bize göre iki temel nedenden söz edebilir: ilki Watt’ın bir oryantalist olarak İslam’a olan garazı. İkincisi ise genel olarak Hıristiyanlıktaki özel olarak protestanlıktaki peygamberlik ve vahiy anlayışını İslam’a giydirmeye çalışması.(28)

Fazlu’r–Rahman ve Şeytan Ayetleri İftirası

Fazlu’r–Rahman’a dönersek, tevatür derecesindeki rivayetleri bile bir kalemde çizebilen bir ilahiyatçının vahiy hakkında, mevzu (uydurma) ve zayıf rivayetlere sarılması da dikkat çekicidir. Bu konuda şöyle yazar reformist ilahiyatçımız Fazlu’r–Rahman:

“Necm sûresinde Mekke müşriklerinin tanrıçalarına taviz kabilinden ifadelerin kullandığının ve sonradan neshedildiğinin ileri sürüldüğü ayetler ve bunlara ilaveten Kur’an’da bulunan diğer deliller bu olgunun açık bir ispatıdır.” (29)

Ne ilginçtir, otuzdan fazla ilahiyatçı ve araştırmacının katılımı ile yapılan “İslam ve Modernizm Fazlu’r–Rahman Tecrübesi” konulu uluslararası sempozyumda hiç kimse Fazlu’r–Rahman’ın Salman Rüşdivârî bu görüşünü ne savundu ne de eleştirdi.
(Şeytan ayetleri iftirası, Garanik hadisesi olarak da bilinir. Bu konuda yetkin bir eleştiri için bkz., Akseki, Ahmed Hamdi, Garanik Efsanesi, sad., Ertuğrul Özalp, İst.–ts, Birun yay.(30)

Fazlu’r–Rahman’ın böyle düşünmesi bizim için şaşırtıcı değil. Çünkü Fazlu’r–Rahman, vahyi büyük ölçüde tarihsel ve toplumsal bir fenomen olarak görür. Ve bunun sonucu olarak da vahyin anlaşılmasını ve yorumlanmasını “salt bilişsel (cognitive) bir süreç” olarak görür. Bunun anlamı şudur: “Hazret–i Kur’an’ı anlamak için illa da iman etmiş olmak gerekmez.” Hazret–i Kur’an’ı anlamak için imanı ve kalbî kavrayışı ön–koşul olarak gören geleneksel görüşü izleyen Prof. Dr. Aref Ali Nayed ise bu bağlamda Fazlu’r–Rahman’ı sorgulamaktadır. Nayed, haklı olarak bu eleştilerinin reformist ilahiyatçılardan Muhammed Arkoun ile Hasan Hanefi için de geçerli olduğunu belirtmektedir, çünkü onlar da Fazlu’r–Rahman gibi ‘cognitivist’tir. (31)

Fazlu’r–Rahman’ın kendi ifadelerine dönersek, şöyle buyuruyor hazret: “Bu durumda görüyoruz ki, Kur’an’ın inişi ve İslam toplumunun oluşumu, tarihi bir ortamda ve sosyo–kültürel bir gelişim karşısında cereyan etmiştir. Kur’an bu duruma bir cevaptır; ve çoğunlukla somut tarihi olaylar içerisinde karşılaşılan belli sorunlara cevap teşkil eden ahlaki, dini ve toplumsal hükümleri / buyrukları içermektedir.” (32)

Fazlu’r–Rahman, sebeb–i nüzul’ü nedenselci (deterministik) bir açıdan yorumladığı için vahyin teleolojik (amaçsal) boyutunu görememektedir.Fazlu’r–Rahman’ın vahiy anlayışı da her nedense ünlü oryantalist ve protestan ilahiyatçı W. Montgomery Watt’ın yorumu ile olağanüstü ölçüde örtüşmektedir.(33)

Fazlu’r–Rahman’ın Cebrail diye bir meleğin varlığını te’vil (aşırı yorum) yoluyla bir biçimde inkara yönelmesi(34) de hem Yahudi–Hıristiyan vahiy ve nübüvvet inanışına hem de Watt gibi oryantalistlerin ünlü psikanalist C. G. Jung’dan esinle geliştirdiği vahiy yorumuna yakın durmak için olsa gerek. Bekleneceği üzere Jung, vahyi, “kollektif bilinç–altı” kavramı aracılığı ile psikolojistik bir yaklaşımla açıklamaya kalkışmaktadır. Yahudi–Hıristiyan inanışı ise vahyi, İslam’da olduğu üzere arı–duru ve katışıksız bir “ilahi mesaj” yerine “yarı ilahi yarı beşeri bir mesaj” olarak tanımlar.

Bir araştırmacının da belirttiği gibi, “temel yaklaşım olarak, Cebrail’in varlığının harici ve objektif bir melek olmaktan çıkarılması, vahy dolaşımında bir problem yaratmakla kalmıyor, vahyin ontolojik kökeni, mahiyeti ve işlevsel durumuyla ilgili de problemler yaratıyor.”(35) Yine Sn Bulaç’ın belirttiği üzere, Fazlu’r–Rahman’ın vahy telakkisi Kur’an’ın çift–tabiat ürünü olduğu fikrine götürür bizi. Sanki neredeyse Kur’an, Allah ve Hazret–i Peygamber tarafından müştereken vücuda getirilmiş bir metindir. Çifte–tabiat ise, Hıristiyan teolojisinde tanımlandığı ve tartışmaya konu olduğu şekliyle İsa’nın çifte–tabiatını çağrıştırmaktadır.”

Ali Bulaç bundan sonra vahy telakkisi bağlamında Fazlu’r–Rahman üzerinde Hıristiyan inancının etkili olup olmadığını sorar, ama açık seçik bir cevap vermez. (36) Bizce, Fazlu’r–Rahman’ın “şeytan ayetleri iftirası”nı kabul ettiğini de hesaba kattığımızda buna rahatlıkla “evet” cevabını verebiliriz. Daha açıkçası, Hıristiyan vahiy ve peygamber inanışını İslam’a giydirmeye kalkmaktadır Fazlu’r–Rahman.

Bunun bir yansıması olarak(37) da Fazlu’r–Rahman, içimizden bir oryantalist olarak Vahyi, tarihselci bir perspektiften yorumlamaya yeltenmektedir.(38)


Bir oryantalist devşirmesi olarak Fazlu’r–Rahman

Ziyaüddin Serdar, Fazlu’r–Rahman’ın oryantalist kaynaklarını şöyle belirlemekte: “Fazlu’r–Rahman’ın “İslam’ı” ise (Weidenfeld and Nicolson, London, 1966) İslam’ı oryantalistlerin tarzında yeniden kurmaya yönelik modernist bir teşebbüstür. Böylece onun, sünnet kritiği Joseph Schact’a dayandı, İslam tarihi analizi H. A. R. Gibb’inkinin esasına dayalı olarak hazırlandı ve seçtiği konuya olan tüm yaklaşımları ise, öğretmeni ve ruhsal öğütçüsü W. C. Smith’in düşünceleri ile köklendi.”(39)


Ve sonuç olarak şunu söylüyor Serdar,

“Bizim Fazlu’r–Rahman ve diğer öğrenci–oryantalistlerin çalışmalarını ciddiye almamız için esaslı bir neden yoktur. Onlar, daha çok kendi gruplarının diğer üyeleri ve oryantalistler için yazılmışlardır. Gerek oryantalistler gerekse öğrenci Müslümanlar oksidental medeniyetin ve onun ruhsal hamisi Hıristiyanlığın üstünlüğünü göstermeye uğraşıyorlar.” (40)

Sadece Fazlu’r–Rahman mı? Keşke!

Ali Rıza Bayzan

2003

Dipnotlar ve Kaynakça

1) Duverger, Maurice, Metodoloji Açısından Toplumsal Bilimlere Giriş, çev., Ü Oksay, 4. Bası, İst.–1990, s. 369, 371, 375 vd.

2) Meta–bilimlere göre (bilgi ve bilim sosyolojisi, bilim antropolojisi, bilinç psikolojisi, bilim felsefesi) bilgi ve bilim, üretildiği toplumsal ve kültürel ortamın özelliklerini yansıtır. Arslan, Hüsamettin, Epistemik Cemaat, İst.–1990; Barnes, Barry, Bilimsel Bilginin Sosyolojisi, çev., H. Arslan, Ank.–1990.

3) Postmodernizmin aydınlarımızın üzerindeki etkisi bir kaç kitap birkaç makale dışında araştırılmamıştır. Ancak bu çalışmalar da hem modernizm hem de postmodernizm ile maluldur. Bir örnek olarak bkz., İçerden sayılabilecek bir kritik, Dursun Çiçek, Postmodernizmin İslamcılar Üzerindeki Etkisi, Kayseri–1997, Rey yay.; dışardan yapılan bir kritik, Prof. Dr. Ali Yaşar Sarıbay, Postmodernite Sivil Toplum ve İslam, İst.–1994, İletişim yay.,

4) Modernliğin genel bir değerlendirmesi için bkz.,Touranie, Alaine, Modernliğin Eleştirisi, çev. H. Tufan, İst.–1995, 2. Bası;. Garaudy, Roger, 20. Yüzyılın Biyografisi, çev. A. Ünal, 2. Bası, Ank.–1989; Giddens, Antony, Modernliğin Sonuçları, çev., E. Kuşdil, İst.–1998.

5) Capra, Fritjof, Batı Düşüncesinde Dönüm Noktası, çev., M. Armağan, 2. Bası, İnsan Yay., İst.–1992.

6) S. Sayyid, Fundemantalizm Korkusu, çev., E. Ceylan–N. Yılmaz, Ank.–2000, Vadi yay., s. 53.

7) Katolik Üniversitesi Sami ve Mısır Dilleri Bölüm Başkanı Prof. Sidney Griffith, 1.2.1998 tarihli Zaman gazetesi.

8 ) Albert Hourani, Batı Düşüncesinde İslam, çev., Celal. A. Kanat, İst.–1994, Sarmal yay.; Richard W. Southern, Ortaçağ Avrupasında İslam Algısı, çev., Ahmet Aydoğan, İst.–2000, Yöneliş Yay.

9) Nasr, Modern Dünyada Geleneksel İslam, s. 107–125 ve oradaki referanslar. Guenon, Rene, Modern Dünyanın Bunalımı, çev., M. Kanık, İst.–1986. s. 99–118.

10) Nasr, Modern Dünyada Geleneksel İslam, s. 107–125; Guenon, Rene, Modern Dünyanın Bunalımı, s. 99–118.

11) Bkz., Attas, S. Nakib, İslam, Sekülarizm ve Geleceğin Felsefesi çev. M. E. Kılıç, 2.bası, İst.–1995,. s. 41–80; Berger, Peter, Dinin Toplumsal Gerçekliği, çev., A. Coşkun, İst.–1993, s. 159–186; Turner, Bryan, Max Weber ve İslam, Eleştirel Bir Yaklaşım, çev., Y. Aktay, Ank.–1991, s. 201–226.

12) Nasr, S. Hüseyin, İslam ve Modern İnsanın Çıkmazı, çev., A. Ünal, İst.–1984.

13) Edward Said, Oryantalizm, çev. Selahaddin Ayaz, İst.–1991, Pınar yay.

14) Cemil Meriç, Kültürden İrfana, İst.–1986, İnsan yay., s. 61

15) Oryantalizm hakkında ayrıca bkz., Prof. Dr. Haydar Baş, Dini ve Milli Bütünlüğümüz, II. Bölüm.

16) Bkz., Bernard Lewis, Modern Türkiye’nin Yeniden Doğuşu, çev., M. Kıratlı, Ank.–1970, s. 106.

17) A. Hüseyin vd, s. 20.

18) A. Hüseyin vd, s. 20.

19) Mektup ve konu hakkında bilgi için bkz., Murteza Korlaelçi, Bazı Tanzimatçılarımızın Pozitivistlerle İlişkileri, Tanzimat’ın 150. Yıldönümü Uluslararası Sempozyumu, Ankara: 31 Ekim–3 Kasım 1989, Ank.–1994, Türk Tarih Kurumu yay.; s. 25–43; ayrıca bkz., aynı yazar, Pozitivizmin Türkiye’ye Girişi ve İlk Etkileri, İst.–1986, İnsan yay.

20) Bilgi için bkz. A. Hüseyin, s. 20 vd; Turner, s. 35.

21) Editör: T. Olsson, C. Raudvere, Elisabeth Özdalga, Alevi Kimliği, çev., H. Torun, B. K. Torun, İst.–1999, Tarih Vakfı Yurt Yayınları.




22) İslam'daki ihya ıslah ve reform hareketleri hakkında kendisi de reformist bir ilahiyatçı olan Fazlu'r?Rahman'ın verdiği bilgiler için bkz., "İslam'da İhya ve Islah Hareketleri" Ed., P. M. Holt vd, İslam Tarihi Kültür ve Medeniyeti, IV/177?202.

23) Reformist ilahiyatçıların görüşleri hakkında kendilerinden seçme metinler içeren şu çalışma iyi bir fikir verebilir: John Esposito?John Donohue (Editörler), Değişim Sürecinde İslam, çev., A. Y. Aydoğan?A. Ünlü, İst.?1991, İnsan yay. Ayrıca, John I. Esposito (Editör), Güçlenen İslam'ın Yankıları, çev., E. Çatalbaş, İst.?1989, Yöneliş yay.

24) Oryantalizm ile reformist ilahiyat çizgisi arasındaki ilişki konusunda bkz., İbrahim Berk, Sömürgeciliğin Üçlü Sacayağı: Misyonerlik, Oryantalizm, Reformizm, İcmal Dergisi, Aralık 1998, s. 74?85.

25) Bkz., Adil Çiftçi, Fazlu'r?Rahman ile İslam'ı Yeniden Düşünmek, Ank.?2000, Kitabiyat yay.; Burhanettin Tatar, Fazlu'r?Rahman'ın Yorum Yöntemi, Tezkire, Üç Aylık Derleme, Yaz?Güz 1998, sayı: 14?15, s. 180?188. Hıristiyan ilahiyatında hermenötiğin kullanımı hakkında bkz., Prof. Dr. Christian Wilhelm Troll, Modernlik ve Hıristiyan İlahiyatı, aynı dergi, aynı sayı, s. 189?197. Bu yazının aslı Troll tarafından Ankara Üniv. İlahiyat Fakültesinde konferans olarak verilmiş, Dr. Osman Daştan tarafından Türkçeleştirilmiştir.

26) Ignaz Goldziher, İslam Tefsir Ekoleri, çev., Mustafa İslamoğlu, İst.?1997, Denge yay., M. İslamoğlu'nun önsözü, s. 9.

27) Watt, Modern Dünyada İslam Vahyi, s. 40; aynı yazar, "Hazret?i Muhammed" İslam Tarihi, Kültür ve Medeniyeti, Ed., P. M. Hol, A. K. S. Lombton, B. Lewis, çev., Kurul, İst.?1988, Hikmet yay., I/51 vd. (Çeviren ve yayınlayanların bu iftiraya karşı bir not düşme zahmetine katlanmamış olmaları gerçekten esef vericidir.)

28) Hıristiyanlıktaki vahiy anlayışı için bkz., Dr. Muhsin Demirci, Vahiy Gerçeği, İst.?1996, MÜİFV yay., s. 129?131, Yıldırım, Mevcut Kaynaklara Göre Hıristiyanlık, 2. Bası, s. 164. Hıristiyanlıktaki peygamberlik anlayışı için bkz., Kuzgun, Dört İncil, s. 139?147.

29) Fazlu'r?Rahman, İslam ve Çağdaşlık, çev., A. Açıkgenç?H. Kırbaşoğlu, Ankara Okulu yay., s. 80. Çevirenler Fazlu'r?Rahman'ın bu kanaatini yanlış bulduklarını ve buna dair bir dipnot düştüklerine de işaret etmeliyiz.

30) Ayrıca bkz., Doç. Dr. Sabri Hizmetli, 'Garanik Meselesi Üzerine', İslamî Araştırmalar Dergisi, cilt: 3, sayı: 2, Nisan 1989, s. 40?58; Prof. Dr. Hüseyin Hatemi, Şeytan Rivayetleri, İst.?1989, İşaret yay.

31) Papalık Arap ve İslam Araştırmaları Enstütüsü'nden Prof. Dr. Aref Ali Nayed, İslam Modernizmi ve Hemenötik: Fazlu'r?Rahman Örneği, İslam ve Modernizm, Fazlu'r?Rahman Tecrübesi, s. 261?266.

32) Aynı eser, s. 63.

33) Watt'ın yorumu için bkz. Prof. W. M. Watt, Modern Dünyada İslam Vahyi, çev., Doç. Dr. Mehmet S. Aydın, Ank 1982, Hülbe yay., Özellikle 9. Bölüm: Vahiy Hakkında "Modern" Bir Açıklama" başlığı. Fazlu'r?Rahman'ın vahiy görüşününün Watt'ın ki arasındaki benzerlikler için bkz., Ali Kuzudişli, "Fazlu'r?Rahman'ın Vahiyle İlgili Görüşleri ve Bu Görüşlerin Tenkidi", İslami Araştırmalar, cilt: 11, sayı: 1?2, yıl: 1998, TEKDAV yay. s. 139?148

34) Bkz., Fazlu'r?Rahman, Ana Konularıyla Kur'an, çev., A. Açıkgenç, Ank.?1987, s. 192, 194 vd; Ali Kuzudişli, aynı makale.

35) Ali Bulaç, İslami Vahyin Tarihe Taşınması, İslam ve Modernizm, Fazlu'r?Rahman Tecrübesi, s. 322. Bu problemler hakkında bkz, aynı makale, s. 322?327.

36) Aynı yer, s. 327.

37) Ali Bulaç da Fazlu'r?Rahman'ın tarihselciliğini vahiy konusundaki (Hıristiyani) inanışına bağlar. Aynı yer, s. 327?330.

38) Tarihselci yaklaşım ve hermenötik yöntem hakkında geniş bilgi için bkz., Özlem, Doğan, Metinlerle Hermeneutik/Yorum bilgisi Dersleri, İst?1996; Hekman, Susan, Bilgi Sosyolojisi ve Hermeneutik, çev., H. Arslan?B. Balkız, İst 1999, Paradigma yay.; Wilhelm Diltey, Hermeneutik ve Tin Bilimleri, çev., Doğan Özlem, İst.?1999, Paradigma yay., Göka, Erol?Topçuoğlu, Abdullah?Aktay, Yasin, Önce Söz Vardı/Yorumsamacılık Üzerine Bir Deneme, Ank.?1996; Freund, Julien, Beşeri Bilim Teorileri, çev., B. Yediyıldız, 2. Baskı, Ank ?1996. Özellikle 3. ve 5. Bölümler. Türk Tarih Kurumu Yay.; Eco, Umberto, Yorum ve Aşırı Yorum, çev. K. Atakay, İst. ?1997, 2. Baskı, Can yay.; Özcan, Zeki, Teolojik Hermenötik, İst.?1998, Alfa yay.

39) Ziyaüddin Serdar, İslam Medeniyetinin Geleceği, İst. 1996, s. 290 vd., dipnot 5.

40) Serdar, İslam Medeniyetinin Geleceği, s. 290 vd., dipnot 5..




Devamını Oku »

Miraç gecesinin sabahında...

Bismillahirrahmanirrahim

Hem Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, nasıl ki arz ahâlisine inşikak-ı kamer mucizesini göstermiş; öyle de, semâvat ahalisine Miraç mucize-i ekberini göstermiştir. İşte, Miraç denilen şu mucize-i âzamı, Otuz Birinci Söz olan Miraç Risalesine havale ederiz. Çünkü o risale, o mucize-i kübrâyı, ne kadar nuranî ve âli ve doğru olduğunu kati bürhanlarla, hattâ mülhidlere karşı da ispat etmiştir. Yalnız, mucize-i Miracın mukaddimesi olan Beytü'l-Makdis seyahati ve sabahleyin Kureyş kavmi ondan Beytü'l-Makdisin tarifatını istemesi üzerine hasıl olan bir mucizeyi bahsedeceğiz. Şöyle ki:




Miraç gecesinin sabahında, miracını Kureyş'e haber verdi. Kureyş tekzip etti. Dediler: "Eğer Beytü'l-Makdise gitmişsen, Beytü'l-Makdisin kapılarını ve duvarlarını ve ahvâlini bize tarif et." Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ferman ediyor ki:

Yani, "Onların tekziplerinden ve suallerinden pek çok sıkıldım. Hattâ öyle bir sıkıntı hiç çekmemiştim. Birden, Cenâb-ı Hak, Beytü'l-Makdisi bana gösterdi. Ben de Beytü'l-Makdise bakıyorum, birer birer her şeyi tarif ediyordum." -1- İşte, o vakit Kureyş baktılar ki, Beytü'l-Makdisten doğru ve tam haber veriyor.

Hem Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm Kureyş'e demiş ki: "Yolda giderken sizin bir kafilenizi gördüm. Kafileniz yarın filân vakitte gelecek." Sonra o vakit kafileye muntazır kaldılar. Kafile bir saat taahhur etmiş. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın ihbarı doğru çıkmak için, ehl-i tahkikin tasdikiyle, güneş bir saat tevakkuf etmiş. Yani, arz, onun sözünü doğru çıkarmak için, vazifesini, seyahatini bir saat tatil etmiştir ve o tatili güneşin sükûnetiyle göstermiştir.

İşte, Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâmın birtek sözünün tasdiki için, koca arz vazifesini terk eder, koca güneş şahit olur. Böyle bir zâtı tasdik etmeyen ve emrini tutmayanın ne derece bedbaht olduğunu ve onu tasdik edip emrine -2-diyenlerin ne kadar bahtiyar olduklarını anla,

-3-de.

Bediüzzaman Said Nursî
(Mektubat - On Dokuzuncu Mektup)


1- Buharî, Menâkıbu'l-Ensâr: 41; Tefsîru Sûre: 17; Müslim, İmân: 276, 278, Tefsîru Sûre: 17; Müsned, 1:309, 3:377; Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:191.
2- İşittik ve itaat ettik. (Bakara Sûresi: 285)
3- İman ve islam nimetinden dolayı Allah'a hamd olsun.
Devamını Oku »

2.Grup Cumhuriyet'i 1921'de Teklif Etmişti



Giriş: Cumhuriyetin ilânına büyük katkıda bulunan İkinci Grup neye muhalifti ve niçin “Şer Cephesi” olarak adlandırıldı? Başlangıçta farklı fikirlere açık, demokratik bir yapısı olan meclis nasıl tasdik makinası hâline getirildi? Meclis seçimleri hangi aşamalardan geçiyordu? Konunun uzmanı Prof. Dr. Ahmet Demirel’e sorduk.

1876 Anayasası’na göre Birinci Meclis’in, Osmanlı Meclis-i Mebusanı’nın devamı olduğunu söyleyebilir miyiz?

Osmanlı Meclis-i Mebusan seçiminin sonuncusu 1919 Aralık’ında yapılmıştı. Bu meclis 12 Ocak’ta İstanbul’da açıldı. İngilizler orayı basınca, Mart ayında Mustafa Kemal diğer komutanlarla yazışarak Ankara’da yeni bir meclis kurma kararı aldı. Bu meclis için seçimin ilk aşamasını yapmaya gerek yok, zaten yapıldı diye düşünülmüştü. Seçim iki dereceli olacağı ve uzun bir sürede yapıldığından halkı bir daha seferber etmeye ihtiyaç duymadılar. O dönemki ikinci seçmenler bu seçimde de ikinci seçmen olsun, dediler. Bu açıdan bakarsak iki meclis arasındaki devamlılığı çok rahat görebiliriz. Daha da önemlisi, İstanbul Meclis-i Mebusanı’nda milletvekili olanlar herhangi bir seçime katılmadan istedikleri takdirde Ankara’ya gelebilirler, deniliyor. 169 milletvekilinden 92’si Ankara’ya gitmişti. Bu bir çoğunluktur. Bilahare Tek Parti döneminde milletvekili olanları da hesaba katarsak birinci meclisle tek parti döneminde de milletvekili olan son Meclis-i Mebusan üyelerinin sayısı 115 ediyor.

İki meclis arasında sürekliliği gösteren diğer bir unsur da anayasa. Teşkilat-ı Esasiye adında yeni bir anayasa yapılmış. 9 maddesi devlet teşkilatı, 14’ü de mahallî idarelerle ilgili. Bu anayasada hukuk sisteminin nasıl işleyeceği ile ilgili bir şey yok. Esas olan 1921 Anayasası’dır. Bu anayasa ile Kanun-ı Esasî arasında bir tezat varsa, 1921 geçerlidir. Ancak anayasada yazmayan mevzularda -ki çok var- Kanun-ı Esasî geçerlidir, diye karar alınmış. Dolayısıyla Kanun-ı Esasî üzerinden de bir devamlılık söz konusu.

Başka unsurlardan da bahsedebilir miyiz?

Tabii. Bakın 1908 Parlamentosunun açılışı “Hürriyet Bayramı” olarak kutlanmaya başlandı. Bu süreç 1935’e kadar devam etti. Yine saltanatın kaldırılma tarihi 1 Kasım, bir sene sonra 12 Rebiülevvel’e denk geliyor. O da malum Hz. Peygamber’in (sas) doğumu. Bunu da bayram yapıyorlar ama 12 Rebiülevvel ile çakışınca hangi günü bayram yapacaklarını şaşırıyorlar. Miladî’ye göre Hicrî takvim sürekli döndüğü hâlde, dönen tarihi kabul ediyorlar. Bu bayram 1935’e kadar kutlanıyor. Buna da “Hâkimiyet-i Milliye Bayramı” denildi. Ayrıca şunu da ilave etmek gerekir ki, biz meclisin açılışını “Hürriyet Bayramı” olarak kutlarken 27 Mayıs sonrasında 20 sene boyunca meclisin kapatılmasını da “Hürriyet Bayramı” olarak kutladık.

Birinci Meclis Halifeye ve Saltanata ne zamana kadar bağlı kaldı? Kırılma nerede başladı?

Zabıtlarda görüleceği üzere meclisin aldığı kararlara bakarsak, ilk zamanlarda hepsinin başında “toplanma maksadı Hilafet ve Saltanat makamını kurtarmak olan bu meclis” ibaresini görürsünüz. Mesela Hıyanet-i Vataniye ilk kanunlardan biridir ve der ki: “toplanma maksadı Hilafet ve Saltanat makamını kurtarmak olan bu meclisin meşruiyetine dair her türlü hakaret suçtur ve cezası idamdır”. Buradaki kırılma 1921 Anayasası’dır. 20 Ocak 1921’de anayasaya “Hâkimiyet kayıtsız şartsız milletindir. Millet hâkimiyetini BMM eliyle kullanır” diye bir ibare konulunca artık ilk kanunlarda çıkan ifade kullanılmamaya başlandı. Meclis 1 Nisan 1923’de seçim yapıyor. 16 Nisan’da dağılıyor. Dağılmasından birkaç gün önce “Hıyanet-i Vataniye” kanununda bir değişiklik yapılıyor. Saltanatın kaldırılmasına dair 1 Teşrin-i Sâni (1 Kasım) 1922 tarihli karar aleyhinde konuşmak vatana ihanettir, cezası idamdır deniyor. Aynı kanun böylelikle muhtevası itibariyle 180 derece döndürülmüş oluyor.

Peki, Hilafet?

Birinci Meclis’in Hilafetin kaldırılmasıyla ilgili almış olduğu bir karar yok. Saltanatı kaldırırken, biliyorsunuz, Saltanatı ve Hilafeti birbirinden ayırıyorlar. Siyasî yetkileri sıfır olan sembolik bir dinî lider olarak halifeliği bırakıyorlar. Bunu da İkinci Meclis’te, Mart ayının başında kaldırıyorlar. Bir şahsın üzerinden bu makam alınıp meclisin uhdesine veriliyor.

Resmî tarih tarafından “Şer Cephesi” olarak isimlendirilen İkinci Grup bu lakabı ne zaman aldı?

Esas itibariyle tarih yazımında İkinci Grup’un “Şer Cephesi” olarak isimlendirilmesi çok geç zamanlarda başladı. Mustafa Kemal’in 1923’te İzmit’te basına sıcağı sıcağına yaptığı bir açıklama var. İstanbul’daki gazeteciler Ankara’da olanları duyuyorlar ancak muhtevayı bilmediklerinden Mustafa Kemal’e soruyorlar. Çünkü Ankara’da üç tane grup var: Birinci Grup, İkinci Grup ve Bağımsızlar. Bu gruplaşmaya Mustafa Kemal, “İkinci Grup’la aramızda aslında bir prensip farkı yoktur. Tamamen şahsî meselelerdir, esas problemli olanlar bağımsızlardır” der. Çünkü onları bir türlü tatmin edemiyorlardı. 1927’de Nutuk yazıldı. Orada da doğrudan doğruya bunlar “Şer cephesidir” gibi bir taarruz yok. Terakkiperver’e “en hain dimağların mahsulüdür” der ama İkinci Grup’a demez. Bence Nutuk’u 1937 civarında yazsaydı İsmet İnönü için de diyebilirdi böyle şeyler. Araları bozulmuştu çünkü.

Nutuk’u da siyasî bir metin gibi değerlendirmek lâzım!

Tabii ki. Mustafa Kemal’in gözünden bir tarih kitabı. Kendini merkeze alarak anlatılmış bir metin olarak bakmak lâzım. Yoksa sadece Nutuk’a bakarak o dönemi anlayamayız. İstiklâl Mahkemeleri hakkında hiçbir şey yoktur kitapta. Enver Paşa’nın adı yalnızca bir belgede geçer. Ali Şükrü Bey’in ne adı ne de hadisesi Nutuk’ta hiç geçmez mesela. Dolayısıyla bu eser mutlaka okunmalı, ancak Karabekir, Ali Fuat Cebesoy ve Rauf Bey’in yazdıklarıyla mukayese ederek…

İkinci Grup’un liderlerinden Selahattin Köseoğlu’nun torunu hatıralarını bana verdi. Onu da yayına hazırlıyorum. Bu adam Millî Mücadele’de 3. Kolordu’nun kumandanıydı. Aynı zamanda Sivas Kongresi’nin de güvenliğini sağlıyordu. Bunların gözünden de bakılmalı.

İkinci grup daha eğitimli

İkinci Grup kimlerden oluşuyordu?

Kurucusu yedi kişi. Bunların beşi hukukçu. İkinci Meşrutiyet’in hürriyet sloganlarının revaçta olduğu dönemde hukuk okumuş adamlar. Diğer ikisi de asker. Biri Selahattin Köseoğlu, diğeri de evvelki Karakol Cemiyeti’nin başındaki adam Kara Vasıf. Hukukçuların arasında öne çıkan Erzurum Milletvekili Hüseyin Avni Ulaş. İkinci Grup’un lideri yok.

İkinci Grup’u çalışırken tüzüğünü bulamıyorduk. Daha sonra bahsettiğim hatıratın içinden çıktı tüzük. Orada “Grubumuzun bağımsız bir lideri yoktur. Üç ayda bir dönüşür” diyor. Böyle bir siyasî parti olamaz. İkinci Grup bir fikir hareketidir, kişiye bağlı değildir. Meclis’te çok konuşanlardan Ali Şükrü var bir de. İkinci Grup, Birinci’ye göre eğitim bakımından daha donanımlı kişilerden oluşuyor. Yaş olarak daha gençler. “Şer Cephesi” tabiri zaten sosyo-ekonomik arka planına uymuyor.

Bunlar neye muhalefet ediyor?

Birincisi, meclis açılışında bakan seçimi problemi var. Şimdiki gibi değil. Tek tek bakanları meclis seçiyor. Adaylar çıkıyor ve oylanıyor. En çok oyu alan seçiliyor ve akabinde diğer bakanı seçiyorlar. Bir başbakanlık kabinesi ve güvenoyu sistemi yok. Meclis başkanı aynı zamanda başbakan. Dolayısıyla hem yürütmenin, hem yasamanın başı. Buna Meclis Hükümeti sistemi diyoruz. Ama bütün yetkiler de Meclis’te toplanmış vaziyette. Bu adamların en çok vurguladıkları şey “Meclis üstündür ve Meclis’in üstünde hiçbir güç olamaz” fikri. Buna muhalif bir uygulama görünce de karşı çıkıyorlar. Bakanların tek tek seçildiği oylama usulünde Mustafa Kemal’in çalışmak istemediği iki kişi bakan seçiliyor.

Bunlardan biri Orhan Kemal’in babası Abdülkadir Öğütçü’dür. Adalet Bakanı oluyor. Diğeri de Türkiye Halk İştirakûn Fırkası’nın bir numarası, yani Genel Sekreteri Tokat milletvekili Nazım Resmor. O da İçişleri Bakanı oluyor. Yani Türkiye’nin ilk İçişleri Bakanlarından biri bir sosyalist. Mustafa Kemal ikisine de “ben sizinle çalışmam” diyor ve istifaya mecbur bırakıyor. Sonra kanunu değiştiriyorlar. Bundan sonra bakan seçiminde meclis başkanı aday gösterir, milletvekilleri de onun gösterdiği kişi dışında kimseye oy veremez. Bu bir itiraz kaynağı oluyor.

İkincisi, asker kaçakları sorunuyla alakalı. Balkan Savaşları’ndan beri memlekette sürekli harp var. Genelkurmay yayınlarının resmî rakamlarına baktığımızda çok sayıda asker kaçağının olduğunu görüyoruz. Bunu çözmek için 9 Eylül 1921’de “Firarîler Hakkında Kanun” çıkarılıyor. Buna göre Meclis izniyle “İstiklâl Mahkemeleri” adında olağanüstü yetkili mahkemeler kuruldu. Vereceği kararlar kesin, bir üst mercie başvuru şansı yok. Verdiği hüküm anında infaz ediliyor. Buna da İkinci Grup itiraz ediyor. Hüseyin Avni tenkit ediyor bu mahkemeleri. Ona karşı Birinci Grup’tan eski İttihatçı Tunalı Hilmi “cepheler kan ağlarken tutup İstiklâl Mahkemelerini mi tenkit ediyorsun?” deyince o da “cepheleri tutacak olan silah değil, adalettir” diyor. “Eğer âdil davranmazsak o insanları nasıl seferber edeceğiz?” diye açıklama getiriyor. Zaten temel hak ve hürriyetler konusunda bu mahkemeler müthiş ihlâller yapıyorlar. Şubat ayında bu mahkemeler kaldırılıyor.

Daha tepki çeken bir uygulama var ki, o da 5 Ağustos 1921’de Eskişehir-Kütahya Savaşı’nı kaybedip Yunan kuvvetleri Ankara’ya kadar yaklaşınca Mustafa Kemal’in “başkumandanlığa” getirilmesidir. Daha evvel başkumandanlık padişahta iken bu Meclis’in tüzel kişiliğine alınmıştı. Şimdi ise Mustafa Kemal’e veriliyor. Nutuk’ta “bu kanun hakkında kötü niyetliler vardı, mağlup olursam sorumluluğu bana yükleyeceklerdi” diyor. Unutmayalım, Enver Paşa bu sırada Kafkaslar’da. Trabzon’da da Enver Paşa’nın getirilmesi için her türlü organizasyon yapılmış. Eğer bir başarısızlık olursa Enver Paşa’yı bu hareketin başına geçireceklerdi. Mustafa Kemal başkumandanlık kanunu için bir şart koşarak, “Ben başkumandan olursam vereceğim emirler kanundur” diyor. Dolayısıyla Meclis’in kanun çıkartma yetkisine ortak oluyor. Buna çok itiraz edildi. Bunu üç ayla sınırlandırmak suretiyle kabul ettirdi. “Şayet olağanüstülük ortadan kalkarsa ben bu yetkilerimi iade ederim” dedi.

Ancak Kasım, Şubat ve Mayıs’ta üç kere daha uzatıldı. Bir sıkıntı da bu işte.
Diğer problem, bakanların ne iş yapacağı ve ne ile yetkili olacağının ayrı bir kanunla düzenlenmesiydi. Bu kanun hiç çıkmadı. Kanun çıkmayınca Dışişleri Bakanı’nın diplomat tayin etme salahiyeti var mı yok mu, o bile tartışılıyordu.
Aslında tamamen teknik meselelerde problem var.

Evet. Meclis’i merkeze koyup ona göre hadiselere bakışları var. Mustafa Kemal başkumandan olunca emir veriyor ve İstiklâl Mahkemeleri’ni yeniden kuruyor. Bu defa mahkeme âzâlarını da kendi tayin etmeye başlıyor.

M. Kemal’den Ali Şükrü’ye: “Artık sus!”

İtiraz ettikleri hususları konuştuk. Peki, İkinci Grup’un faaliyetleri nelerdi?
İkinci Grup 1922’nin Temmuz ayında kuruldu. Bağımsızların desteğini alıp Birinci Grup’un disiplin yoksunluğundan faydalanarak Meclis’teki çoğunluğu sağladılar. Sayısal olarak Birinci Grup 202, İkinci grup 63, Bağımsızlar da 90 kişiydi.
İlk iş olarak, 8 Temmuz’da bakanların seçimine dair olan kanunu değiştiriyorlar. Meclis Başkanı’nın aday gösterme usulünü iptal ettiriyorlar. Eski sisteme geçiliyor. Aynı gün kuvvetler ayrımına doğru giden bir adım atılıyor ve başbakan ile meclis başkanı birbirinden ayrılıyor. Nasıl bakanları tek tek meclis seçiyorsa, yine meclisin seçtiği bir başbakan uygulamasına geçiliyor. Rauf Orbay oy birliğiyle başbakan oluyor. Mustafa Kemal’den çoğu yetki alınmış oluyor.

Sonra başkumandanlık kanunu geliyor gündeme. Meclis çoğunluğu sağlandığı için üç aylık dönem Ağustos 1922’ye denk gelecek ve kanun geçmeyecek. Zaten Mayıs’ta da kıl payı geçmişti. Aslında geçmedi de, geçirttiler. Bunu sezen Mustafa Kemal “Arkadaşlar! Ben bu yetkileri iade ediyorum” diyor. Aynı gece İsmet İnönü’ye telgraf çekiyor ve “Ben bu meclisle artık çalışmam, meclisi feshedeceğim. Ne dersin? Ordu bizi nasıl görür?” diyor. İsmet İnönü “Bana sorarsan meclisle başladık, meclisle devam edelim ama feshedersen de ben senin arkandayım” diyor.

Yine İstiklâl Mahkemeleri kaldırılıyor. Eğer o tarihten sonra bir İstiklâl Mahkemesi kurulacaksa Meclis’in tasdikiyle yürürlüğe girer diye bir madde koyup İkinci Grup istediğine ulaşılıyor.

Son olarak Hürriyet-i Şahsiye kanunu çıkarıyorlar ki, bu bizim hukuk anlayışımızdan oldukça farklı. Mesela 1982 Anayasası’na göre toplantı hürdür der, sonra “ama” diye bir başlar, istisnalara yetki var mı, yok mu acaba, dersin. “Temel hak ve hürriyetler esastır. Memuriyet nüfuzunu suiistimal ederek temel hak ve hürriyetlerin kullanımını engelleyen askerî ve sivil bürokratlara -şu kadardan şu kadara- ceza verilir” diyor. Bu kanun çıktıktan bir hafta sonra hükümet, “memurlara nasıl iş yaptıracağız, korkarlar” diyor. Kanunu kaldırmak için yeniden oyluyorlar, yine kazanıyorlar. Grup tamamen teknik meselelere itiraz ediyor. O “Şer Cephesi” terimi Şapolyo’nun (Enver Behnan) metinlerinden falan çıkmıştır.

Cumhuriyet’e geçişte katkılarının olduğunu söyleyebilir miyiz?

1923’te Cumhuriyet’i ilân ederken yeni bir anayasa yapmadık. Elimizde 1921 Anayasası vardı; 1924 daha sonra çıktı. 1921 Anayasası’na “Türkiye’nin şekl-i hükümeti Cumhuriyet’tir” maddesini koyuyoruz. Ondan kasıt, meclis hükümeti seçiminden vazgeçilip cumhurbaşkanlığı makamını getirmek. O makam bir başbakan seçiyor, o da kabinesini oluşturuyor ve güvenoyu alıyor. Tek tek bakan seçiminden kabine sistemine geçiliyor. Aslında kabine sistemi yani adı konmadan Cumhuriyet iki sene evvel teklif ediliyor. Cumhuriyetin ilânında İkinci Grup’un payı da vardır yani. İktidar o sırada kuvvetlerin ayrılmasını istemediğinden bu işi geciktiriyor.

Peki niçin 1923 yılı bekleniyor?

Çünkü 1923 seçimleri var. O sırada bütün muhalefet tasfiye edilmiş. Tamamı Mustafa Kemal’in kontrolü altında seçilmiş bir meclis. İsmet İnönü ile arası iyi. İşte ona, “sen başbakan ol, ben de cumhurbaşkanı” diyor. Birinci Meclis’te kabul etmediklerini seçimden sonra bir sonraki mecliste yaptılar.

Birinci Meclis söz konusu olunca en çok tartışılan mevzulardan biri de Ali Şükrü Bey’in öldürülmesi vakası.

Ali Şükrü Bey İkinci Grup’un kurucu kadrosundandı. Selahattin Köseoğlu hatıralarında bunu söylüyor. Ayrıca Tan gazetesinin sahibidir. Onu öldüren kişinin Topal Osman olduğu kesin. Giresunlu yerel tarihçiler bunu reddetse de bu böyledir. Topal Osman Ankara’ya geldiği zaman onu karşılayan heyetin içinde Ali Şükrü Bey de vardır. Fakat Lozan görüşmeleri yapılırken ihtilaf çıkar. Zabıtlardan açıkça görülür ki, hem Birinci ve İkinci Grup’ta, hem de Bağımsızlar’da Lozan hakkında “savaşta kazandığımızı masada veriyoruz” düşüncesi hâkimdir. Misak-ı Millî’den müthiş taviz verdiklerine inanırlar. İtiraz ettikleri husus, Batı Trakya, Adalar ve Musul ile birlikte Güneydoğu’da tren yolunun hudut yapılmasıydı. Köyün yarısı orada, yarısı burada kalmış. Diyorlar ki: “Biz Ankara Antlaşması’nda ordu bir an evvel batıya gitsin diye böyle yaptık, niye değiştirmiyorsunuz? Bu tabii hudut değil.” Kıbrıs bile gündeme gelmiş. Boğazlar ve kapitülasyonlar da çok tartışılıyor. Mesela 6 Mart 1923’te Mustafa Kemal ile Ali Şükrü Bey arasında Lozan’la ilgili çok çetin bir münakaşa gerçekleşiyor.

Mustafa Kemal, “Artık sus. Bir haftadır konuşuyorsun, millete zarar veriyorsun” diyor. Ali Şükrü Bey, “Sizin kimseyi ithama hakkınız yoktur, konuşacağım” diyor. Burada Ali Fuat Paşa’nın anlattığına göre birbirlerinin üzerine yürüyorlar. Bazı kaynaklarda -o sırada meclise silahla girilebildiğinden- eller bellerine gitti deniyor. Netice itibariyle çok sert bir tartışma mevcut. Toplantıyı yöneten Ali Fuat Paşa iş iyice büyüyünce kürsünün üzerindeki çanı salonun ortasına fırlattığını, bu sayede bir suskunluk olunca celseye ara verdiğini anlatıyor.

Topal Osman o esnada orada mıydı?

O tartışma esnasında Topal Osman’ın Meclis’te olup bunu dinlediği ya da sonradan duyduğu söylenir. Hangisi doğru bilmiyorum ama bundan haberdar oluyor. 6 Mart ve 26 Mart’ta Ali Şükrü ortadan kaldırılıyor.

Bunu kendi inisiyatifiyle mi yaptı?

Öyle olma ihtimâli kuvvetli. Topal Osman Mustafa Kemal’e çok bağlı.

Mustafa Kemal Paşa böyle bir emir vermiş olamaz mı?

Böyle bir yorum yapanlar var, ama ona yönelik somut bir delil yok. Ben tarihçi olarak dayanak ararım. Net olan Ali Şükrü Bey’in Topal Osman tarafından evinde boğdurulduğu. Bu hadise Meclis’in havasını çok bozuyor. Ali Şükrü Bey’in 2 Nisan’da cesedi bulunuyor. Seçim kararı ise 1 Nisan’da alınıyor.

Bu konuda çalışmış biri olarak sizce Birinci Meclis Lozan’ı tasdik eder miydi?

Şimdi sadece Birinci Meclis değil, Birinci Grup’tan da çok fazla muhalif çıkardı; bunu da göz önünde bulundurmak lâzım. Lozan’dan yalnız İkinci Grup rahatsız değil. Muhalefet Temmuz’da nasıl çoğunluğu sağladıysa bence yine sağlarlardı.
1923 Meclisi onaylama makinasıdır

Cumhuriyet sonrası bütün meclisleri göz önünde bulundurduğunuzda Birinci Meclis için meclislerin en demokratıydı diyebilir misiniz?

1923 Meclisi’nin oy kullanmadaki muhalefeti Birinci Meclis’e göre daha azdır. Birinci Meclis’te ittifakla kabul edilen, yani oy birliğiyle kabul edilen kanun sayısı sadece dörttür. İkinci Meclis’te daha çoktur bu. 1927’den 1946’ya kadar 19 yıllık bir dönem var. 1930’da Serbest Fırka, 1945’ten itibaren Demokrat Parti kurucuları, bir de 1931’den itibaren CHP kanalıyla seçilen bağımsızlar var. Meclis’te iki tür oylama yapılıyordu. Birincisi kabul edenler, etmeyenler. İkincisi, herkesin verdiği oyu işleme sistemi. Zabıtlarda kimin ret verip vermediği anlaşılıyor. Bu şekilde isim belirtilerek yapılan oylamalarda 518.500 tane oy kullanılmış. Bunun 518.250’si kabul oyu. Geriye kalanlar reddedenler ve çekimserler. Dolayısıyla kabul oranı %99,95’dir. Bunlar demokrat meclis değil, onaylama makinası anlayacağınız. Zabıtlara bakarsanız, ilk meclisinki çok daha kalındır ve tartışma kısmı çok geniştir. Sonraki meclis zabıtlarında tartışma neredeyse yok gibidir.

Meclisin seçim yaptığı hep vurgulanır. Nasıl bir seçimdi bu? Günümüzün seçim sisteminden farkı neydi?

İki dereceli bir seçimdi. Bugünkü seçimle uzaktan yakından alakası yok. Ama Fransa’daki iki turlu seçim gibi de değil. Biraz Amerikan başkan seçimlerine benziyor. Eyaletlerden delegeler seçilip onlar da başkanı nasıl seçiyorsa, ona benziyor. Bizde de o dönemde halk sadece milletvekillerini seçecek olan kişileri seçiyor.

Demokratik bir seçim söz konusu muydu?

İstanbul’un II. Meşrutiyet’ten kalma tarihî bir seçim sandığı var. Bunu Halk Fırkası bayraklarıyla süslüyorlar ve bir arabanın üzerine koyuyorlar. Marşlar ve sloganlarla bütün İstanbul dolaştırılıyor ve İstanbul Üniversitesi’ndeki merkez binasındaki bir salona getiriliyor. Bütün ikinci seçmenler çağırılıyor. Orada önce vali, sonra belediye başkanı -o zaten genellikle aynı kişidir- bir konuşma yapar. Arkasından CHP’nin il başkanı nutuk çekiyor. Sonra herkes bir şeyler söylüyor ve seçime geçiyorlar. Oy birliğiyle kaç kişi belirlenmişse seçiliyor. Zaten açık oy kapalı sayım yapılıyor. Şimdi buna demokratik seçim diyemeyiz. Hıfzı Veldet Velidedeoğlu ilk mecliste zabıtları birleştirme memurudur ve der ki: “Tek Parti dönemindeki seçimler seçim değil seçmeydi, atamaydı.”

Son olarak, Birinci Meclis nasıl çalışmaz hâle getirildi?

Burada çok yanlış anlaşılma var. Seçim kararı alınırken bir anayasa ihlâli var. 1921 Anayasası’na göre ayrı bir madde vardır. Anayasa meclisin görev süresini iki yıl olarak belirliyor. Bununla birlikte 1924 Anayasası ile bu dört yıla çıkacak. Ama bu ayrı madde der ki: “Seçimlerin iki yılda bir yapılacağına ve meclisin görev süresinin iki yıl olduğuna dair madde bu meclisi bağlamaz. Bu meclis gayesine ulaşıncaya kadar toplantılarına devam eder. Gayeye ulaşmak, meclis tam sayısının 2/3’ünün onayıyla belirlenir.” Meclis için 1920’de Nisab-ı Müzakere Kanunu yapıldı. Ona göre meclisin toplam sayısının teorik olarak 320 olduğu kabul ediliyor. Bunun 2/3’ü 214 oy eder. Ancak bu madde kaldırılırken 214 oy çıkmadı. Dolayısıyla anayasa ihlâl edildi ama kimse buna itiraz etmedi. Çünkü seçim kararı 1 Nisan 1923’te alınıyor. Ali Şükrü Bey kayıp. Meclis artık beraber çalışamayacağı için Birinci ve İkinci Grup olarak teklif veriyor. Bağımsızlar da buna destek veriyor ve mecliste kaç kişi varsa onların oy birliğiyle çıkıyor. Ama sayı 214’ün altında. Anayasa ihlâli vardır ama bu herkesin kabul ettiği bir oylama neticesinde yapıldığı için kimse sesini çıkartmıyor. Hatta Hüseyin Avni Ulaş bu kararın “kutsal karar” olarak tescil edilmesine dair bir konuşma yapıyor.

İşin bir de şu boyutu var: Mustafa Kemal, “Ben seçimden sonra Birinci Grup’u dönüştürerek Halk Fırkası adında bir parti kuracağım” diyor. 1923 seçimlerine Halk Fırkası olacak grup katılacak. İkinci Grup, “Arkadaşlar, henüz Lozan Antlaşması imzalanmadı. Kendimizi dış dünyaya ispatlayamadık. Böyle bir ortamda seçim çekişmesine girmemek için biz bu seçimlere katılmıyoruz. Ama ileride partileşme niyetimiz var” diyorlar. Bağımsızlar zaten çok cılız. İttihatçıların çoğu kendi ideolojisini bırakmış, Kemalist ideolojisi içerisinde Halk Fırkası’nda yer almıştır. Birinci Grup içinde çok ciddi sayıda eski İttihatçı vardı. Ama bunların dışında bir grup var ki, İttihatçılığı yeniden iktidara taşımak istiyor. Bunlar Doktor Nazım, Cavit Bey, Kara Kemal, İsmail Canbolat gibi az sayıda isimlerdi. Ama tabanları vardı. Bunu önlemek için meclisin kapanmasına birkaç gün kala bunları “Hıyanet-i Vataniye Kanunu”na dâhil ettiler.

İstanbul milletvekili Ali Rıza (Bebe) 1923 seçimlerinde Halk Fırkası adına seçimleri yürütme vazifesiyle İstanbul’a geliyor. Ali Rıza Bey gelmişken gazeteciler yakalıyor ve kanun değişikliğini niye yaptıklarını soruyorlar. O da “Bu değişiklik İttihatçılar için alındı” diyor. “İttihat Terakki saltanatın var olduğu bir dönemde kurulmuş bir partidir. Bu partinin programı saltanatın olduğu bir dönemde hazırlanmıştır. Programı böyle olan bir kesim seçime giremez” diyor. Ne kadar zorlama bir yorum, değil mi? Dolayısıyla İttihatçılar da gidince 287 milletvekilinin dağılımı 5 bağımsız, 282 Halk Fırkası şeklinde oluyor. Bu 5’in 2’si hemen saf değiştiriyor. 284 milletvekili Halk Fırkası’na karşı 3 bağımsız listeyi nasıl deldi, sorusu çok ilginç tabii. Biri Bursa’dan Sakallı Nureddin, biri Gümüşhane’den Zeki (Kadirbeyoğlu) ve diğeri de Kaysari’den Zeki (Karakimseli) Bey.

AHMET DEMİREL KİMDİR?

1957 Trabzon doğumlu. Boğaziçi Üniversitesi Siyaset Bilimi Bölümü’nden mezun oldu. Aynı üniversitenin Sosyal Bilimler Enstitüsü’nde yüksek lisans ve doktorasını tamamladı. 2003’te doçent, 2012’de profesör oldu. Hâlen Marmara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde öğretim üyeliğine devam eden Demirel, yakın tarihle ilgili değerli çalışmalara imza attı. Birçok makalesinin yanında Birinci Meclis’te Muhalefet, Tek Partinin İktidarı, Ali Şükrü Bey’in Tan Gazetesi, Tek Partinin Yükselişi, Tek Partinin İktidarı ve İlk Meclisin Vekilleri yayınlanmış kitapları arasındadır.

Kaynak: Derin Tarihte yayınlanan bu  yazı, Prof. Ahmet Demirel’in sosyal medya hesabından alınmıştır.
Devamını Oku »

Dünya Tarihinde Osmanlı İmparatorluğu



Wıllıam H. McNEILL-Chicago Üniversitesi

Osmanlı imparatorluğu, Batı Avrupa ve Birleşik Amerika’da önemli oranda kötü tanıtıldı; hatta şimdi bile, İmparatorluğun ölümünün üzerinden elli yıldan fazla bir zaman geçtiği halde, Osmanlı tarihi ile ilgilenen tarihçilerin sayısı, ona yakın önemi haiz bir Avrupa devletinin görebileceği ilgiden çok daha geride kalmıştır. Bunun sebeplerini kolayca anlayabiliyoruz. Osmanlı gücünün yayıldığı asırlarda, korkunç Türk, Hıristiyan Avrupa’nın tamamı tarafından öcü olarak resmedilmişti. İlerleyen Müslüman dalgasını hayal etmek, hemen hemen bütün Hıristiyan zihinlerde şiddetli korkulara ve dinî dehşete yol açıyordu. Müslüman zaferlerini “Hıristiyanlığın apaçık günahlarına karşı Tanrı tarafından tayin edilmiş bir ceza” olarak görmek, Osmanlı zaferlerinin uyandırdığı dehşeti hiçbir şekilde hafifletmiyordu.

Hayli derinlerde yerleşmiş bulunan bu dinî antipatinin kalıntı ve yansımaları günümüze de aksetmekte ve bilim adamlarının Osmanlı gerçeği hakkı*ndaki görüşlerini deforme etmeye devam etmektedir. Tanrıyı uluslararası savaş ve diplomasiden sorumlu tutan bir görüşü bilinçli ve kasıtlı bir biçimde benimsemeyenler arasında bile durum farklı değildir. Dinî antipatilerin en güçlü şekilde varlığını devam ettirdiği yer, Balkan halklarının bizzat kendileri olmuştur; 19, yüzyılda gelişen milliyetçilikleri, onların eski dinî husumetlerine yeni bir ifade zemini hazırlamıştır. Batı Avrupa’da, ve ondan uyarlanmak suretiyle Amerika Birle­şik Devletler’inde ise, eski dinî antipatilerin kılık değiştirmesi biraz daha farklı bir şekil aldı.

Zira 19. yüzyılda Batılı bilim adamları, Avrupa tarihinin seyri için, özgürlüğün gelişimi etrafında dönecek bir vizyon hazırlamışlardı. Bu, temelde, eski Hıristiyan tarih yorumlarının sekülerleştirilmiş bir versiyonu idi. Fakat bizi şu anda ilgilendiren taraf şu: Liberal tarih yorumu, eskiden miras kalan ve Türkleri öcü olarak gösteren görüşte hemen hemen hiç­ bir değişiklik yapmamıştır. Tam tersine, 19. yüzyıl ile 20. yüzyı­lın başlarında Osmanlı yönetici sınıfının bütün dikkatini üzerine çeken Balkan halklarının siyasal bağımsızlık mücadeleleri.

Batılı liberallere, özgürlük ile tiranlık mücadelesinin pek seyrek görü­lecek netlikteki bir nümunesi olarak görünmüştür. Türklerin özgürlük ruhuna karşı çıkarak Osmalılı imparatorluğunu koruma çabaları, Batılıların, Hıristiyan düşmanı olarak Türkler hakkında işitegeldikleri kötü şeyleri doğrulamaktan başka işe yaramadı. Sonuçta, Batı Avrupa’da sekülarizmin yükselişi, her ne kadar Hı­ ristiyan toplum içindeki dogmatik ihtilâfları yumuşattıysa da, Türklerle ilgili olarak uzun zamandan beri var olan önyargıları değiştirmekte pek etkili olmadı. Küçük ama uzman bir grup teşkil eden Avrupalı Islâmiyatçılardan Osmanlı toplumu hakkında daha sempatik bir yaklaşım beklenebilirdi. Fakat yakın zamana kadar, insanın “ilk”lere karşı olan dürtüsü, onların meraklarını neredeyse bütünüyle Islâmın ilk asırlarına yöneltti.

Sonunda, Arapça metin ve belgelerde iyice uzmanlaşmış olarak, pek çok Islâmiyatçı, sadece Muhammed’in dinine karşı belirgin bir olumlu tavır takınmakla kalmadı; aynı zamanda, İslâm tarihi konusunda da Arap görüşünü benimsedi. Bu, diğer birçok şeyin yanı sıra, Islâmdaki hilâfet birliğinin sona erişini pek büyük bir felâket olarak görmek anlamına da geliyor­du. Islâmın ilk beş asrından sonra kurulan her şey -hatta Osmanlı İmparatorluğu gibi geniş ve devamlı olsa bile- ciddî bir alâkaya değmezdi; çünkü Peygamber’in meşru hilâfeti, en geç 1258’de sona ermiş bulunuyordu. Arapların Türklerle ilgili önyargıları, olayların akışıyla ilgili olarak bu şekilde dinî açıdan yapılan yorumları güçlendirdi; Islâmla ilgilenen Batılı öğrenciler de, genellikle, Arap kaynaklarının hemen hemen ittifak halinde bulundukları bu yargıyı benimsediler.

Bu ise, Osmanlı varlığının Hıristiyan geleneğinden doğduğu şeklindeki pek makbul olmayan bir görüşün esaslarıyla uyum halinde olduğu için, bu önyargılara karşı Batılı Islâmiyatçılardan açık bir tepki gelmedi. Bütün bunlar yetmez gibi, Osmanlı İmparatorluğunun zedelenmiş itibarına tekrar kavuşmasına en ziyade muhtaç durumda görünen millet -Türklerin kendisi- imparatorluğun 1921’deki nihaî çöküşüyle ortaya çıkan felâkete, bütün bunlara sırt çevirmek suretiyle tepki verdi. Yeni doğan Cumhuriyet, Mustafa Kemal Atatürk’ün ateşli liderliğinde, dikkatini Orta Asya’nın etnik kökenlerine ve Anadolu’daki ilk Türklerin tarihine yoğunlaştırmak suretiyle, daha saf bir Türk mazisi aramaya koyuldu. Çok dilli ve çok uluslu Osmanlı mazisi, 1920’lerin yeni Türk milliyetçiliği için bir cazibe taşımıyordu.

Tam tersine, Arap ve Balkan halklarıyla yüzyıllar süren ortak hayat, bu ateşli milliyetçilere göre, saf Türk kültürünü fena şekilde bulanık hale getirmişti. Onların görevi ise, Osmanlı döneminin kalan izlerini mümkün olan en geniş ölçüde yok ederek, yitirilmiş ulusal bütünlüğü tekrar ortaya çıkarmaktı. Pek tabii ki, bu, Islâmın reddini ve yakın geçmişle bütün bağların koparılmasına yönelik diğer Cumhuriyetçi çabaları içeren aşırı bir durumdu. Gerçekten de. Balkanlar ve Arap ülkeleriyle bağların koparılmasıyla oluşan yaraların zaman içinde iyileşmesinden sonra, tıpkı modern Yunanlıların çok dilli Bizans İmparatorluğunu kendilerine ait görmeleri gibi Türkler de Osmanlıyı ulusal miraslarının bir parçası olarak görmezlerse, bu garip bir şey olur.  Fakat Bizans veya Osmanlı gibi karmaşık sosyal yapıları milliyetçi bir bakış açısından ele almanın açık ve ciddî sakıncaları vardır.

Türk, Yunan, Bulgar, Sırp, Arnavut, Kürt ve Arap tarihlerini birbirinden ayırarak bir dizi sürekli ulusal tarih ortaya çıkarmaya çalışmak, her ne kadar bu konudaki ciddî çabalarla Osmanlı (veya Bizans) tarihi hakkındaki mevcut bilgilere bir hayli katkıda bulunma imkânı olsa da, kaçınılmaz bir şekilde, geçmiş­ le ilgili gerçekleri çarpıtacaktır. İşte, ilgili uluslardan herhangi birine mensubiyeti bulunmayan kimselerin Osmanlı ile ilgili çalışmalara yapabileceği katkı, bence burada yatmaktadır. Gerçi, belli bir çevrede doğan bilim adamlarının çocukluğundan itibaren miras olarak edindikleri dil ve yerel kültür seviyesine ulaşmak bir yabancı için pek güçtür. Fakat olaylara dışarıdan bakan kimsenin bağımsızlıktan gelen avantajları da vardır; o, yerel kültürün yapısında var olan birtakım duyarsızlık ve düşmanlıkları daha çocukluk çağında bir kültür olarak benimsemiş değildir.

İçeridekilerle dışarıdakiler arasındaki diyalog ve etkileşim sayesinde yerel deneyim ve dil inceliklerini yabancının şüpheciliği ve bakış açısıyla birleştirmek, etkili ve mantıkça sağlam bir bilimsel geleneği teminat altına almanın en iyi yoludur. Sanıyorum, Profesör Karpat da bu konferansı böyle bir düşünceyle düzenlemiş bulunuyor; en azından, onunla yaptı­ğımız sohbetlerde, geniş plandaki görüşlerin ayrıntılardaki uzman görüşleriyle karşı karşıya geleceğini umduğundan söz etmiş­ti. Ben ise, uzmanlıktaki eksikliğim sebebiyle, zorunlu olarak, gö­rüşlerimi geniş plandaki mülâhazalara ayıracağım. O halde, Osmanlı şartları içinde değil de, küresel şartlar altında düşünecek olursak, Osmanlı İmparatorluğu nasıl algılanmalıdır?

1402’den önce, Anadolu’daki Müslüman-Hıristiyan sınırı boyunca ortaya çıkan gazi beylikleri arasında en başarılı olanı, Osmanlı İmparatorluğuydu. Bunlardan sadece Osman’ın torunları Avrupa’ya girmeyi başarmış ve fetih alanlarını muazzam bir şe kilde genişletmişlerdi. Sonunda, Osmanlı Padişahları Anadolu’nun gazi yöneticileri arasındaki bütün rakip ve komşularını geride bırakarak fethettikleri farklı yapılardaki geniş arazilerin karmaşık problemleriyle uğraşmaya koyuldular. Bayezid’in Timurlenk tarafından esir edilişini (Ankara Savaşı, 1402) takip eden karışıklıkları bastırmaktaki başarılarının sonucu olarak da, Osmanlı İmparatorluğu yöneticileri, yeni cins bir Müslüman imparatorluk yapısını ortaya çıkaran ilk kişiler oldular.

Bu ise, İran’da Safevî ve Hindistan’da Moğol yönetimi altında daha sonra ortaya çıkan diğer iki büyük Müslüman imparatorlukla ilgi çekici benzerlikler arz ediyordu. 1520’lere gelinceye kadar, bu üç büyük imparatorluk, neredeyse bütün Islâm topraklarını paylaşmıştı. Bunların üçü de Türkçe konuşan muharip sınıfların hakimiyeti altındaydı. Teb’aları ise kültür ve dil yönünden farklı yapıda idiler. Osmanlı ve Moğol İmparatorluklarının teb’alan arasında, ayrıca, din farklılığı da vardı. Yönetenler ve yönetilenler, sadece dar bir alanda ortak değerlere ve görünüme sahipti.

Uzun vadede bu durum büyük bir zaaf ortaya çıkardı. Fakat Türk asker ve bürokratları ile Balkan ve Arap halkları arasındaki ortaklığın sınırlı alanının, 16. yüzyılda Osmanlılara, sınırlara büyük kuvvetler yığma imkâ­nı verdiğini düşünmek de mantıklı görünüyor. Çünkü fethedenle fethedilen arasındaki temas noktalarının zayıflığı nedeniyle, Osmanlı Türkleri, arkada bıraktıkları zayıf garnizonlarda ayaklanma korkusu yaşamıyorlardı. Bilmiyorum, ama aynı şey Moğol devleti için de sözkonusu olabilir. Safevîlerin ise Şiî doktrinini bütün ülkede hakim kılma çabaları, yönetenle yönetilen arasında, Osmanlı ve Moğol topraklarına kıyasla çok daha geniş bir temas alanı ortaya çıkardı. Bu da başlangıçta daha büyük sürtüş­melere yol açtıysa da, uzun vadede yöneten ve yönetilen arasında daha büyük bir dayanışmayı netice verdi. Bu üç Müslüman devlet arasındaki ilişkileri anlama konusunda iki nokta daha dikkatimi çekiyor.

Birincisi, her üç imparatorluğun da Türk yönetici sınıflarının bozkır göçebeliğinden gelen hayat tarzı ve sosyal disiplinden şu veya bu ölçüde kurtulmuş olmalarıdır. Şunda da şüphe yok ki, onların temel askerî özellikleri ve becerileri, doğrudan doğruya onların bozkır geçmişinden geliyordu; Safevî imparatorluğunda da kabile döneminden kalma emir-komuta yapıları devam ediyordu. (Öyle sanıyorum ki, Safevî kabileleri, daha doğrudan bir şekilde, evvelce bozkırlarda geleneksel bir hayat sürmüş ve geleneksel disiplinler altında yaşamış eski göçebe topluluklarına dayanıyordu.)

Bununla beraber, Safevî devletinde bile, Osmanlı ve Moğol İmparatorluklarına oranla bozkır geçmişi yüzeye daha yakın çıksa bile, dikkate alınmayan eski kabile bağlarının ciddî şekilde yıpranmış olması muhtemeldir. Bu şekilde, Safevî hareketinin ayırd edici özelliği olan hararetli bir dinî propagandistliğe zemin açılmıştır. Gerek Osmanlı, gerekse Moğol imparatorluklarında olduğu gibi geleneksel Türk bozkır davranış biçimlerindeki kırılmanın daha da ileri gittiği durumlarda ise, dinî doktrin ateşi, muharip sınıfı bununla kıyaslanabilir ölçekte insicamlı bir bü­ tünde eritecek seviyeye ulaşmadı. Fakat burada da merkezî iktidarı yasallaştıran ve sürdüren, yine dinî bir misyondu.

Osmanlı Padişahının dinî rolü Şah İsmail’in sahneye çıkışıyla bir meydan okuyuş karşısında kaldığı zaman bunun bütün Osmanlı komuta zinciri üzerinde meydana getirdiği şok, sanırım, ekseriyetle Osmanlının Hıristiyanlıkla çatışması üzerinde yoğunlaşan bilim adamlarının sandığından çok daha büyük oldu. Böyle bir iddiayı ortaya atmak için gerekli olan pek az veri ve belgeye sahip olduğumun farkında olmakla birlikte. Batının Yükselişi (The Rise oj the West) adlı kitabımda savunduğum görüş de buydu. Her ne olursa olsun, lisan yönünden yeterli uzmanlar ortaya çıkıp da belgeleri, “dinî açıdan Safevî meydan okuyuşunun Yavuz Sultan Selim ve Kanunî Sultan Süleyman için ne kadar önem taşıdığı ve büyük Padişahların Safevî doktrininden gelen ve kendi konumlan ve otoriteleri için herhangi bir ölçekte tehdit olarak algıladıkları şeye nasıl karşı koydukları” soruları ışığında ciddî bir şekilde araştırıncaya kadar bu düşünceyi, potansiyel olarak makul karşılanabilir, ilgi çekici bir hipotez olarak gördü­ğümü söyleyebilirim.

Şunu da itiraf edeyim ki, konuyu kendisiyle defalarca tartıştığım değerli meslektaşım, büyük Islâmiyatçı Marshall Hodgson’un şüpheciliğine karşı savunmak zorunda kaldığım için, bu fikir bana aynı zamanda sevimli de geliyor. Ne var ki, temel tezin, belgelendirilmiş delillere değil, peşin bir mantık yürütmeye dayanıyor. Şöyle ki: Kanuni Sultan Süleyman’ın, İmparatorluğun dinî kurumlarını düzenlerken radikal bir biçimde Sünnî geleneğinden ayrılarak şüphe uyandıracak öl­çüde Bizans’ın kilise teşkilâtlanma modeline benzer bir çizgiyi izlemiş olması başka nasıl açıklanabilir? Bir yönetici olarak meş­ruiyetine Safevîlerin kafa tutmuş olması onu derinden rahatsız etmemişse, bütün İslâmî geleneklerden böylesine radikal bir ayrılışı başka ne izah edecektir?

Bu arada, tslâmdaki Şii-Sünnî mücadelesi ile Hıristiyanlıktaki Protestan-Katolik ihtilâfları arasında görünürdeki benzerliklerin, benim simetri duyguma hitap ettiğini de itiraf etmeliyim. Hiç şüphesiz, bu tür paralellikler, özellikle şüpheci bir gözle incelenmelidir. Ancak bana öyle görünüyor ki, peşin mütalâalar Islâmın ve Hıristiyanlığın içindeki gelişmeler arasındaki paralelliği ilk bakışta göründüğünden daha az geçerli kılacak şekilde öne sürülebilir. Bu arada bütün bir medenî dünya çapında iletişimin yoğunlaşarak farklı dinî ve diğer kültür modellerini, beşeri ilişkilerin daha yoğun yaşandığı merkezlerdeki insanların dikkatlerine gittikçe artan bir şekilde sunması gibi faktörleri dikkate alıyorum. Latitudinaryanizm (geniş mezheplilik), şüphecilik ve Avrupa tarihinde Rönesans davranışları olarak adlandırmaya alışık olduğumuz şeyler, bu şartlar altında doğal olarak gelişti. Bunlar, Fatih Sultan Mehmed’in sarayında da az bulunur şeyler değildi.

Bu gevşek dinî tavırlara karşı, kültürel kuvvet alanlarının kıyılarında (Almanya’da Hıristiyanlık, Azerbaycan’da İslâm için) meydana gelen ayaklanmalar bana tesadüf gibi gelmiyor. Her iki bölge de, Roma ve İstanbul üzerinde merkezileşen ticaret ve entellektüel alışverişler açısından marjinal idi. Hem Luther, hem de Şah İsmail, atalarına bağlı (atavistic), püriten içgüdülere hitap ediyordu; bundan da ötede, her ikisi de kurtarıcı bir güce sahip, tek ve otorite sahibi bir gerçek peşindeydi. Geleneksel ve sorgulanmamış tarzları dış dünya ile yeni temaslardan rahatsız olan halklar, bence, kesinliğe, saflığa ve basitliğe tekrar dönebilmek için böyle ıztırap verici çabaları her zaman desteklemeye adaydır. Bu durumda, Safevî ve Protestan hareketi arasındaki benzerlikler tesadüfi olamaz. Bunlara karşı Roma’da ve İstanbul’da gelişen tepkiler de mukayeseli bir incelemeyi gerektirir; böylece her ikisi de diğerinin ışığında daha iyi anlaşılabilecektir.

Bu mülâhazalar, muhtemelen, tehlikeli bir biçimde ayrıntıya yaklaşıyor ve eksikliğini çektiğim bilgilerin test edilmesi gerekti­ğini neredeyse bağırarak ilân ediyor. Bu durumda benim de dünya çapında karşılaştırmalar yapmak üzere daha yüksek ve muhtemelen boş bir seviyeye geri çekilmem gerekiyor. Nitekim Osmanlı İmparatorluğu da, diğer iki kardeş İslâm devleti olan Safevî ve Moğol imparatorlukları gibi, birbirine yakın zamanlarda ve önemli ölçüde barutlu silâhların yaygınlaşması neticesinde ortaya çıkan ilk modern imparatorlukların oluşturduğu daha geniş bir sınıfın altında yer almaktadır. Bunlar, sözünü edegeldiğimiz üç Müslüman imparatorluğa ilâve olarak, Çin’deki Mançur imparatorluğu, Japonya’daki Tokugawa Şogunluğu, Rusya’daki Moskova İmparatorluğu, Amerika’daki İspanyol İmparatorluğu ve güney denizlerindeki Portekiz İmparatorluğudur.

Bu isimler, etkileyici bir liste oluşturuyor. Avrupa’nın kuzeybatı ucundaki bir küçük bölüm dışında kalan bütün uygar dünya, topun yayılmasına ve bunu müteakiben etkili küçük silâhların geliştirilmesine, daha önce alışılmadık ölçekte büyük devlet- 64 1er halinde birleşmek suretiyle tepki verdi. Sebepleri de uzakta aramak gerekmiyor. Top çok pahalıydı; nispeten varlıklı yöneticiler bunu karşılayabiliyordu. Fakat topun elde edilmesi de şu mânâya geliyordu: Varlıklı ve güçlü bir yönetici, topu savaş mahalline nakledip de ateşe hazır hale geldiğinde, en sağlam bir kaleyi bile birkaç saat içinde yıkabiliyordu.

Topun nakli ve hazır hale getirilmesi, muhasara edilen kalenin top parkurundan uzaklığına ve hangi deniz yahut kara vasıtasıyla nakledilmesine imkân bulunduğuna bağlı olarak haftalar veya aylar alabiliyordu. Ancak böyle karşılaşmalarda birkaç ay bile uzun sayılmazdı; çünkü taş duvarlar karşısında topun ezici bir gücü vardı. Yerel savunmayı yarma konusunda kesin bir gücün ortaya çıkması, her cinsten mahallî hükümetler ile yeni silâhlar üzerinde kontrolü elde eden bir avuç güçlü yönetici arasında çağlardan beri süregelen iktidar ilişkilerini bir anda tersine çevirdi. Yeni ortaya çıkan imparatorluk yapılarından her biri kendilerine has özellikler taşıyordu. Bunlar eski hantal kuşatma silâhlarından, çeşitli teknik mükemmellikler ve üstünlükler sergileyen, daha rahat nakledilebilir meydan silâhlarına geçmişlerdi. Bir süre için Osmanlı İmparatorluğu her iki alanda da öncülüğü elinde tuttu.

Çin, Moskova ve İspanya imparatorlukları da meydanlarda ateşli silâhların kullanımına geçmekte atak davrandılar. Japonlar ve Moğollar gibi daha az korkutucu düşmanlarla karşı karşıya bulunan imparatorluklar ise bu konuda geri kalmayı göze alabilirlerdi; nitekim öyle yaptılar. Bu iki vak’ada, fevkalâde gelişmiş şövalyelik yasalarının cazibesi de büyük rol oynuyordu. Safevî İmparatorluğunun bu tayf içinde nereye düştüğü konusunda tahminde bulunmama imkân verecek askerî tarih bilgisinden mahrum bulunuyorum. Gerçi onun da ateşli silâhların bütün gelişme aşamalarında geri kaldığı şeklinde bir izlenimim var; ama bunun nedeni hakkında tahminde bulunmaya teşebbüs etmeyeceğim. Barut devriminden, dünyayı sarsan iki sonuç doğdu. Birincisi, hepimizin iyi bildiği gibi, şaşılacak kadar kısa bir zamanda, dünya okyanusları Avrupa gemilerine açıldı. Amerika keşfedildi; ona boyun eğdirme işini de Ispanyollar üstlendi.

Bütün dünyanın sahilleri, insanlığın kaydadeğer hiçbir bölümünün uzun zaman muaf kalamayacağı, en karmaşık cinsten ve hayatî önem taşıyan kültürel etkileşimlere sahne olmaya başladı. Bunun Osmanlı İmparatorluğuna bir yararı olmadı. Portekizliler, Afrika’yı dolaşmak suretiyle Osmanlı topraklarını by-pass ederek baharat ticareti için yeni bir yol açtılar. Fakat bunun kendi başına fazla önemi yoktu. Nitekim eski baharat rotaları, alışılmış trafiğin büyük kısmını taşımaya yine bir süre devam etti. En azından 16. yüzyılda, Süveyş veya İran Körfezinden geçen rotalar, Afrika çevresini dolaşan uzun ve tehlikeli yolculuktan daha ucuza geliyordu. Hatta, Afrika çevresinden dolaşan bu yolun uzunluğu yüzünden aracılar, bu yol üzerinden fazla bir komisyon almaya çekiniyorlardı. Barut devriminin ortaya çıkardığı dünya çapındaki ikinci de­ğişiklik, Osmanlı İmparatorluğu için daha büyük önem taşıyordu. Bununla, Avrasya bozkırlarından gelen göçebelerin, uygar komşuların silâhlı birlikleri tarafından uysallaştırılmasını kastediyorum.

Eğitilmiş profesyonel askerlerin ellerindeki silâhlar, bozkır atlılarının en şiddetli hücumlarını püskürtebiliyordu. Ateşli silâhlarla donatılmış orduların merkezî yönetimi, uzaklarda garnizon noktaları kurulmasına ve göçebe saldırılarının daha başlamadan kontrol altına alınmasına imkân veriyordu. Bu imkân kavranır kavranmaz, kırsal kesimlere doğru hızlı bir yayılma mümkün hale geldi; böylece kırsal bölgeler birbiri ardınca uzaktaki bir imparatorluk merkezine bağlanabiliyordu. Batıda Macaristan’dan doğuda Mançurya’ya kadar Avrasya bozkırlarındaki geleneksel kabile hayatı, böylesine baskılar altında gittikçe zayıflayarak çöktü. Uygarlığın ilerleyişi büyük ölçüde 1650’de rayına girmişti; bir asır sonra ise ana batlarıyla tamamlanmış oldu.

Avrupa’nın Bozkır Cephesi (Europe’s Step Frontier) adlı küçük kitabımda, Avrasya bozkırlarının batı kesimine bitişik bu üç imparatorluktan üçünün de bu ilerlemede rol aldığını savunmuştum; Habsburglar Macaristan’ı ilhak etmiş, Osmanlılar Romanya’yı idareleri altına almış, Ruslar ise Ukrayna ile beraber, daha da do­ğudaki geniş bir arazi şeridini topraklarına katmıştı. Bu şekildeki bir bozkır dağılımı, Avrupah rakiplerine karşı Rusları açık bir şekilde avantajlı kılıyordu. (Bu arada, Uzakdoğu ve Orta Asya’da bozkırları kazanan ise Çinliler olmuştu. Bunlar da Rusları hemen tamamıyla kuzeyin ormanlık bölgelerine sıkıştırdılar.) Batıda barut devriminin başlıca galibi olarak beliren ise Ruslardı. Osmanlı ve Safevî İmparatorlukları ile Orta Asya’daki daha küçük Islâm devletleri, çok gerilerde kalmıştı. 1475’te Fatih Sultan Mehmed Karadeniz’i bir Osmanlı gölü haline getirdiğinde, bu sonuç kestirilebilir olmaktan uzaktı.

Islâm, uzun zamandan beri bozkırların batı ve orta kesimlerinde hakim inanç olarak yerleşmişti ve bu bölgelerde Türkçe konuşan halklar hüküm sürüyordu. Buna rağmen, Osmanlı ve Safevî kuvvetleri bu avantajlardan yararlanamadılar ve Rusların hakimiyeti ele geçirmelerine meydan verdiler. Bu İslâm imparatorluklarının modern çağın başlangıcındaki jeopolitik başarısızlıkları, hiç şüphesiz, burada yatmaktadır. Astrahan ve Kazan, Buhara ve Semerkand hanlıkları bir yana dursun, İstanbul ile Kırım Tatarları arasındaki ilişkilerin dikkatli bir şekilde incelenmesi bile, dünya dengelerindeki bu değişim esnasında Türklerin kütlesel gerileyişinin sebeplerinden bir kısmını açığa çıkarabilir.

Ateşli silâhlara erişim ve profesyonel silâhlı gücün merkezî bürokratik yönetimi, açıkça bozkırlar üzerinde hakimiyet kurma yarışındaki kilit faktörleri teşkil ediyordu. Belki de Türklerin başlıca dezavantajı, okçuluk becerilerinde çok derinleşmiş olmaları ve hayat tarzlarının kabile bağımsızlığına çok yakından bağlı olmasıydı. Öyle ki, yeni savaş ve siyaset prensipleri, Türk toplumunun her kademesinde işi akim bırakan bir direnişle karşılaşı­yordu. Yahut asıl zaaf, daha ziyade, yeni silâhların malzeme kaynakları arasında ticaret ve zenaatin mühimsenmeyişinde yatıyordu.

Eğer durum böyleyse, bu davranışların kökeni (öyle sanıyorum) bozkır hayatından miras kalan değerlere kadar uzanabilir. Çünkü bozkır hayatında Türk savaşçıları, atlıları ve okçularının geleneksel bir heybeti vardı; bu da yeni ateşli silâhların gerektirdiği hassas bir ticaret ve zenaat zeminine dayanmıyordu. Bu konuyu bitirmeden önce şuna da işaret etmem gerekir ki, teknolojik olarak baruta geçiş ile orduların bürokratik kontrolü atbaşı giden iki hadisedir. Kargıcılar, okçular, kılıç sallayanlar merkezî cephane ve malzeme depolarından nispeten bağımsız olabilirler. Top ve tüfek kullananların ise sürekli olarak gülle ve mermi takviyesi yapılmadığı takdirde, silâhları işe yaramaz hale gelecektir. Gerek gülle, gerekse mermi yapımı pek çok arazide bulunması pek güç olan malzemeyi gerektirdiği ve askerlerin kendisi tarafından da üretilemediği için bu silâhlarla donatılmış askerlerin cephane akışını kontrol edenlere çok daha yakından bağımlı olacağı tabiîdir.

İşte burada, merkezî iktidarı temsil edenler için merkezden yüzlerce yahut binlerce kilometre uzakta konuşlandırılmış askerler üzerinde bile etkili bir günlük denetim uygulamak için muhteşem bir fırsat doğmaktadır. Yerel ayaklanmalar yahut itaatsizlikler, ancak eldeki barut ve gülle bitinceye kadar sürebilir; eldeki cephanenin ise yerel komutanlara veya belirli garnizonlara başarılı bir ayaklanma fırsatı vermeyecek ölçü­de tutulması ise zor değildir. Bunun sonucu ise bugün anladığı­mız şekilde -ama o zamanın standartlarına göre uzak bürokratik komutlara olağanüstü ölçüde itaatkâr- ordulardır.

Tekrar belirteyim, Osmanlı tarihinin gerçekleri hakkında hakikaten çok az şey biliyorum; fakat yeniçerilerin daha sonraki yozlaşmış dönemleri hakkında okuduklarımdan çıkardığım sonuç şu ki, Osmanlı yönetimi, gittikçe korkutucu bir hal alan profesyonel askerî sınıfı kontrol altına alacak bu mekanizmayı kendi lehine çevirememiştir. Yeniçerilerin kendi silâhlarını İstanbul çarşılarından satın alarak silâhlandıkları ve (muhtemelen diğer askerî malzemenin yanı sıra barut ve güllenin de çoğunu imal eden) başkent 68 esnafı ile içli dışlı oldukları doğru ise Avrupa ve Çin ordularını etkili bir şekilde emri altında tutan bürokratik kontrolün Osmanlıda pek zayıf düşeceği tabiîdir. Durum böyle olunca da, İstanbul’u ciddî biçimde sarsan yeniçeri ayaklanmalarının müteaddit başarı­larının arkasında, son Padişahların kişisel beceriksizliklerinden başka sebepler de bulunmalıdır.

Nitekim aynı şey Rusya’da denendiğinde, Büyük Petro bu ayaklanmaları başarabiliyordu. Eğer barut devrimine karşı gösterilen tepkinin evrenselliğine dikkat çekmekte haklı isem, Kuzeybatı Avrupa’nın bu standarda niçin uymadığını da sormak gerekecektir. Gerçekten V. Charles’ın imparatorluğu Kuzeybatı Avrupa’nın birleşmesi için uygun bir zemin teşkil ediyordu; nitekim benzer imparatorluklar aynı anda dünyanın değişik yerlerinde bu şekilde ortaya çıkmaktaydı. Bununla beraber, Kuzeybatı Avrupa birliği bir yana dursun, yö­ netimin görevlerine yönelttiği bütün dikkatine rağmen, Charles elindeki atadan kalma toprakları bile hiçbir zaman bir İdarî birlik altında sağlama alamadı.

Bir asır sonra bir başka Habsburglu olan II. Ferdinand Almanya’ları Katolik reformu adı altında birleştirmek için gerçekten ciddî bir çaba harcadığında -üç çağdaş Müslüman imparatorluğun çeşitli asker gruplarını itaate getirmek için dinî hissiyattan güç alışına benzer bir çaba- o da bu konuda başarısız kalacak, ama bu sonuç ancak otuz yıl süren bir savaş felâketinden sonra anlaşılacaktı. Avrupa’da yanlış giden ne oldu da, uygar dünyanın geri kalan kısmında ortaya çıkan cinsten bir barut imparatorluğunun burada gelişmesi engellendi? Kendi soruma cevap verebileceğimden emin değilim; bu konudaki düşüncelerimi ele alarak araştırmak da bizi konumuzdan çok fazla uzaklaştıracaktır. Fakat soruyu benim yaptığım gibi ortaya koymak, başka yerlerdeki normal veya alışılmış tepkilere nispetle dünyanın bir yerini benzersiz veya olağandışı yapan şeyin ne olduğunu görmek ümidiyle kültür ve dil sınırlarının karşısından bakmak suretiyle elde edilebilecek faydalara bir nümune teşkil eder sanıyorum.

Son bir mülâhaza ile bitiriyorum. Bana öyle görünüyor ki, modern çağların başlangıcındaki barut imparatorlukları ailesinin bir nevi doğal hayat devresi vardı. Bununla şunu kastediyorum; Barut teknolojisi henüz yeni iken ve yükselen imparatorluk otoritesinin kendini yasallaştırmak için uygun gördüğü ideoloji de henüz taze iken, geniş araziler kolayca fethedilebiliyordu. Sonunda, coğrafî engeller, sosyal ve psikolojik sınırlamalar yahut malzeme sıkıntısı, bu yayılmayı durdurdu. Bazan Doğu Avrupa’da olduğu gibi, ilerleyen imparatorlukların cephelerinin birbirine yakınlaşması, yeni toprakların ilhakını engelliyordu. Bazan Amerika’daki Ispanyollar örneğinde olduğu gibi, yayılmayı sınırlayan şey, insan gücü eksikliği ve misyoner ruhunun zaafa uğramasıydı. Bazan da, Portekizliler ve (belki) Mançuryalılarda oldu­ ğu gibi, asıl kritik unsur, malzemenin imparatorluk sınırlarına nakledilmesinde karşılaşılan güçlüklerdi.

Ülkede istikrarın sağlanması, bürokratik kontrol üzerine fazladan bir yük bindiriyordu; çünkü uzaklardaki garnizonlarda yıllarca görev yapan asker ve yöneticiler, yöre halkı ile her cinsten bağ­lar geliştiriyor ve bu bağlar da merkezî otoritenin menfaatleriyle çatışabiliyor, hattâ yerel kuvvetleri, merkezden gelen emirlere uymamaya teşvik edebiliyordu. Eskisine nisbeten daha da genişlemiş imparatorluk topraklarında asayişin sağlanması da, beraberinde bir başka problemi getiriyordu; Bu durum, 17. yüzyılda bütün uygar Avrasya topraklarında birden ortaya çıkan bir nüfus patlaması­ na yol açmıştı. (Geniş bir kürtaj kampanyasıyla nüfusunu hemen hemen dengede tutan Japonya bir istisna teşkil ediyordu.)

18. yüzyılın sonlarına doğru, Asya’nın pek çok bölgesinde ve Balkanlarda da köylülerin elindeki arazilerin ekonomik olmayan bir bi­çimde bölünmesi, barut imparatorluğunun teb’ası olan halkların önemli bir bölümü arasında kritik problemler doğurmaya başladı. Bu çiftçilerin dilleri ve kültürleri yöneticilerinkinden farklı olduğu için, ayaklanmalarında sistematik hükümet karşıtı, yani milliyetçi ideolojileri benimseyebileceği, aşikârdı. Yunanlıların 1770’lerde Osmanlı imparatorluğuna karşı ayaklanması, barut devriminin uygar dünya çapında normal hale getirdiği dil, din ve kültür bakı­mından farklı devletlerde böyle hareketlerin ne kadar kolayca tahrik edilebildiğini göstermektedir.

Çin’deki köylü isyanları (1774’ten itibaren), Rusya’da Pugaçev ayaklanması (1773) ve Peru’daki yaygın İnka isyanı (1780), göz göre göre tahrik edilen ve sonraki 150 yıl boyunca Osmanlı toplumunu alt üst edecek olan Balkan karışıklığı ile yakın zamanlara denk gelmektedir. Bu ayaklanmaları tahrik eden şartların her yerde aynı olduğunu söylemek istemiyorum. Mesela Pugaçev’in ayaklanması, Rus topraklarının kalabalıklaşmasından kuvvet alan bir isyan değildi. Yine de, silâhlı kuvvetlerin bürokratik açıdan kontrolünde yaşanan yoğun sıkıntıların, gittikçe artan köylü hoşnutsuzluğunun (bazı yerlerde arazi üzerindeki nüfus baskısına bağlı olarak) ve bütün barut imparatorluklarında hazır vaziyette bulunan milliyetçi, emperyalizm karşıtı ideolojilerin, bu imparatorlukların ço­ğunu 18. yüzyılın ikinci yarısına kadar tehlikeli bir duruma soktuğunu söyleyebilirim.

Şurası da bir gerçek ki, kurulu düzenin hükümetleri sömürülmeye elverişli sınıfların zaman içinde ço­ğalmasına meydan vermiş, bu arada vergilendirmedeki bariz eşitsizlikleri düzeltmekten de âciz kalmışlardı. Sonuç olarak, üst sı­nıfların ağırlığı kronik bir biçimde artmış ve imtiyazlı sınıfları imtiyazsızlardan ayıran hat gittikçe derinleşmiştir. Tabiî ki şartlar büyük ölçüde değişiyordu. Mesela, Portekiz İmparatorluğunun Hint Okyanusundaki yerini, 17. asrın başlarından itibaren büyük ölçüde Hollanda ve İngiliz gemileri aldı. Her ne kadar Lizbon merkezli denetimde yaşanan sıkıntılar onu ciddî şekilde zayıflattıysa da, Portekiz İmparatorluğunun çökü şünde köylü ayaklanmalarının bir rolü yoktu. Diğer uçta ise Ja ponya’daki Tokugava yönetimi en azından dışarıya karşı 18. yüzyıl boyunca güvenlikte kaldı; çöktüğü zaman da bunun sebebi köylü baskısı yahut bürokratik çözülme değildi.

Osmanlı İmparatorluğunu karşılaştırdığım diğer imparatorluk yapılarını anlatırken, bunların her biri için bu ölçüde kesin olmasa da yine de esaslı değerlendirmelerin yapılması gerekir; çünkü bu farklı politikalar birbirinin tıpatıp aynısı bir yol izlememiştir. Ne olursa olsun dahilî güçlükler besbelli öylesine çoğalmıştı ki, bu iktidar sistemlerinin hepsi de kendilerini, sanayi devriminin sonucu olarak yeniden kabaran Avrupa istilasını ve bunun akabinde Avrupa’nın kuzeybatı bölgesinde mesela 1750’den sonra ger­çekleşen fikrî, teknolojik ve kurumsal ilerlemeleri savuşturamayacak kadar kötü bir durumda buldular.

Eğer sadece Osmanlı İmparatorluğunun değil, aynı zamanda büyük Asya imparatorlukları­nın da nasıl aynı anda kendilerini böylesine zayıf bir durumda ve çöküş halinde buldukları dikkate alınacak olursa, 19. yüzyıl Avrupalılarının -özellikle Ingiliz ve Fransızların- yerel direnişi kayda değer bir hızla bastırmış olmaları daha anlaşılır hale gelecektir. Mülâhazalarımdan şöyle bir netice de çıkıyor: Benim “barut imparatorlukları” adını verdiğim devletlerin kendi içlerinde, onları 19. yüzyılın ortalarına doğru Batı Avrupa’nın nüfuzuna açık hale getiren iç gelişmelerin bir tipolojisi bulunabilir. Kuzeybatı Avrupa’nın gücüne güç katması başdöndürücü olmakla birlikte, Osmanlı, Mançu, Moğol ve Japon imparatorluklarında Batı baskılarına karşı etkili direnişin 1850-60 yılları arasında, sadece on yıl içinde çöküvermiş olması, sadece Avrupa açısından değil, Asya açısından da bir açıklama gerektiriyor. Veya ben bunu öne sürmek üzereyim.

Bu ihtimalleri araştırmak için, barut imparatorluklarından her birinin Batı ile karşılaşmada geçirdiği aşamaları mukayeseli bir biçimde araştırmak gerekiyor. Osmanlı deneyimi, bence, Hind, Çin ve Amerikan İspanyolları ile gerçek paralellikler taşı­ maktadır. Bu devletlerde yönetenle yönetilen arasındaki sosyal ve psikolojik boşluğun derinleşmesi, onları Batı saldırganlığı kar­şısında ciddî şekilde zayıf düşürmüştü. Makine mamülû eşyanın, özellikle tekstil ve metal ürünlerinin rekabeti karşısında geleneksel zenaat hayatının kesintiye uğramış olması, bu üç imparatorluğun bir başka ortak özelliğiydi. Aynı şekilde, daha önce belirt­tiğim gibi, toprak üzerindeki yerel nüfus baskısının patlama noktasına getirdiği köylü hoşnutsuzluğu da bir diğer ortak noktayı teşkil ediyordu. Diğer yandan, Japonya ile Rusya, Batı Avrupa’nın başarılarına uyum sağlama konusunda değişik bir yol izledi.

Sonuç olarak, Rusların ve Osmanlıların Batıyla karşılaşmaları, kayda değer sonuçlar çıkaracak bir araştırma alanı olarak gözükmektedir. Çünkü Ruslar yalnızca Ukrayna ve Kırım’da Türklerin önüne geç­mekle kalmadı, aynı zamanda. Büyük Petro zamanında yukarı­ dan bir modernleşme devrimi gerçekleştirdi. Halbuki ondan yarım asır önce IV Murat tarafından başlatılan ve Osmanlı askerî kaynaklarını Batı Avrupa devletleri seviyesine çıkarmayı hedef alan benzer bir çaba, sürekli bir başarı elde edememişti. Osmanlıların bu başarısızlıkları, hep IV. Murat’ın haleflerinin kişilikleriyle açıklanır. Belki bu, Murat’ın 1640’taki ölümünden sonra olanları izah edebilecek yegâne gerçekçi yoldur. Fakat Bü­ yük Petro’nun idaresi altında Ortodoksluğun, Padişahların idaresi altında da Islâmm farklı rolleri -özellikle 1656 sonrasındaki Köprülü dirilişi olarak adlandırılan yıllarda- bence dikkatli bir incelemeyi gerektirmektedir.

Benim sezgim -hattâ sezgiden daha da ötesi- şu ki. Büyük Petro, Ortodoksluktaki eski inananların mezhebini süzüp çıkarmak suretiyle, kendisinin pahalı ve radikal icatları­ nın halk arasında yol açtığı hoşnutsuzluğu bin yıllık dirilişin siyasî yönden katlanılabilir kanallarına yöneltirken. Padişahlar hiçbir zaman İslâmî müesseselerle köprüleri atmamışlar, hattâ Mehmet Köprülü’nün iktidara yükseliş zamanında, aykırı derviş etkisiyle bütünleşmiş bir nevi eski gazi ruhunun yeniçeriler arasında ve di­ ğer devlet dairelerinde yayılmasına izin vermişlerdi. Eğer böyleyse, bu politika değişikliği, Osmanlı yönetimini, her zamankinden daha kuvvetli bir biçimde, insan çabasının başarı veya başarısızlı­ ğını doğrudan doğruya Tanrının esrarengiz iradesine bağlayan Tanrı-merkezli bir insan ve toplum teorisiyle eşleştirmiştir.

İnsanlar bir kere buna candan ve safçasına inandıktan sonra, askerî ya 73 hul başka çeşit bir reformu gerçekleştirmek için sadece insan çabası harcamak, pek tabii ki, saçma hale gelecektir. İlâhî lûtfu celb edebilmenin çok daha emin bir yolu, uzak ve parlak geçmişin geleneklerine mümkün olan en yüksek sadakatle dönmek olacaktır. Böyle bir fikrî duruş, Rus usûlü reformları anlamsız hale getirmişti, Bu görüş, 1656’dan sonra Osmanlı imparatorluğunda hükmettiği sürece -Köprülü’nün eski gazi ruhunu canlandırma gayretlerindeki başarılar, bu görüşün Osmanlı hükümetinin en yüksek makamlarında hakim hale gelmesi için gerekli ilk hareketi sağlamıştı- Batı Avrupa’nın debelenen Proteus’u ile temas karşısında Rusların ve Osmanlıların 18. yüzyılda verdikleri farklı tepkiler daha fazla anlaşılabilir hale gelecektir. Ondokuzuncu ve yirminci yüzyıl Osmanlı ve Türk tarihinin de mukayeseli bir inceleme ile aydınlatılabileceğine inanıyorum; fakat bugün bu alanı araştırmak için vaktim yeterli değil.

Bu sebeple, Osmanlı tarihinin tarihçiler için en verimli alanlardan birini teşkil ettiğini gözlemlemek suretiyle sözlerimi bitiriyorum. Dil ve kavram olarak yeterli birikime sahip olan herkes bir öncü olabilir. Metinlerin neşri ve hükümet yapısı ve uygulamalarıyla ilgili birinci derecedeki bilgilerin elde edilmesinden tutun, ekonomik, sosyal ve entellektüel tarihe dair geniş alanların araştırılmasına kadar yapılması gereken ve sonra da karşılaştırmalı tarih ve dünya tarihi potasına konulacak olan o kadar çok şey var ki! Bu alanda herkes için yer vardır: ister Türk olsun, ister Bulgar, Yunan veya Sırp yahut Alman, Fransız, İngiliz veya Rus -hattâ bu konferansta da geniş şekilde görüldüğü gibi, Amerikalı.

YORUM

Andrew C. Hess Tempk Üniversitesi

Profesör McNeill, tarihin en büyük imparatorluklarından biri olan Osmanlılar üzerinde çalışma yapma konusunda görülen genel isteksizliğin sebeplerinden bazılarına dikkatleri çekti. Her ne kadar dinî ve laik önyargıların Osmanlı deneyimine bakışı­mızı etkilediğine dair beyanlara tam anlamıyla katılıyor isem de, “korkunç Türk” şeklindeki yaygın stereotiplerin ötesine geçmenin, çeşitli ideolojilerin Türk tarihi üzerindeki etkilerini incelemekten daha ciddî bir problem teşkil ettiğine inanıyorum.

Norman Daniel’in ve Batıdaki İslâm imajı ile ilgili çalışma yapanların belirttikleri gibi, Avrupa sınırlarında başka ve radikal bir bi­çimde farklı bir toplumun varlığı. Batı Avrupalı liderler tarafından pek çok defalar dışarıdaki tehlikeye karşı Avrupa’nın birliğini canlandırma konusunda bir araç olarak kullanılmıştır. Bu yüzden, yüzyıllar boyunca süregelen bir şekilde Türkleri, modern sosyal psikolojinin deyimiyle, negatif referans grubu olarak gören bir düşünce tarzını aşmak için girişilecek herhangi bir te­ şebbüs, İslâm ve Hıristiyan dünyasının büyük toplumlarını zaman zaman ihtilâfa sürükleyen yapı farklılıkların tamamıyla uğ­raşmak anlamına gelecektir.

Belki bu konuda Amerikalı bilim adamları daha rahat ve bu iki farklı uygarlığın arasındaki uzun süreli savaşın neticeleriyle baş edebilecek durumdadırlar. Fakat bu iki kültür cephesi arasında bir köprü kurabilmek için bence. Amerikan bilim adamları da İslâm toplumunun tarihi ile ilgili olarak kendi bilim geleneklerini yaratmak zorundadırlar. Çalış­ma ne kadar uzmanca olursa olsun, Türklerin tarihî deneyimi diğer halkların hareketlerinden ayrı tutulduğu yahut daha esrarengiz hale getirildiği takdirde, tevarüs ettiğimiz bu güçlü ayırı­mın üstesinden gelmek için gerekli anlayış ve iletişim yerine getirilmiş olmayacaktır.

Bu gerçeğin ışığı altında. Profesör McNeill’in duyduğu rahatsızlık, büyük ölçüde Batıdan alınmış bir gelenekle eğitilmiş olanlarımız için, sınırlı dil maharetinden ziyade yaratıcı bir dürtünün işaretidir. Osmanlı tarihini içeriden inceleyen birisinin İran’daki Safevî yükselişi ile Avrupa’daki Protestan ayaklanması arasında mukayese yapılması karşısında şaşırması, bence doğaldır. Fakat kültürlerarası bir açıdan bakıldığı zaman, bu iki “dinî devrim” arasındaki benzerlik daha az rahatsız edici hale gelmektedir. Aslında hem Orta Avrupa, hem de Azerbaycan, bir cephe deneyimine imkân vermeyecek kadar Osmanlı ve Habsburg (Ispanyol) kuvvet merkezlerinden uzaktı.

Kültürel farklılıkların vurgulanması -Safevîler için İran, Protestanlar için de Orta Avrupa gelenekleri ideolojik bir içerik kazandığında âsiler ile onların imparatorluk- çu muhalifleri arasında kesin bir cephe açan bir direnişi teşvik etti. Son olarak, gerek Safevî ve Protestan kuvvetlerinin yükseli­şinde, gerekse âsiler ve onların “Ortodoks” basımları arasında yoğun savaşların ortaya çıkışında görülen bu çarpıcı paralellik, hiç şüphesiz, hem Müslüman, hem de Hıristiyan uygarlıklarını etkileyen ekonomik gelişmeler ve nüfus hareketleriyle ilgiliydi. Bu ortak unsurlara rağmen, bence en çarpıcı olan şey, bu iki “devrim” arasındaki farklılıktır. Ayrıntıya girmeden belirtecek olursak, Protestan reform hareketi. Roma Katolik Kilisesi ile Habsburg İmparatorluğunun siyasî egemenliğine karşı, yükselen orta sınıf ile Orta Avrupa aristokrasisi arasındaki ittifaktan doğ­du.

Safevî hareketi ise kabile adamları, köylüler ve İran’a tekrar siyasî bağımsızlık kazandırmak isteyen Farslaştırılmış aydınlar arasındaki ittifakın sonucuydu. Onun için, onaltıncı yüzyılın ve onyedinci yüzyıl başlangıcının Orta Avrupası bütünüyle yeni ortaya çıkmış bir sınıfla uğraşırken, Iran-Islâm toplumu, Türk kabilelerini kendi içine çekerek Fars bağımsızlığını yeniden kurmaya çalışıyordu. Bu iki “devrimin” gelişmesinde aykırı olan şey, onbirinci yüzyıl sonrası İslâm dünyası tarihini Avrupa’dan ayıran şeydi: Türk göçerlerinin Islâm kültürü bünyesine girmesi ile Avrupa’da yeni orta sınıfın kültürel liderliğinin benimsenmesi. Onaltıncı yüzyılın sonundan onsekizinci yüzyılın son çeyre­ ğine kadar Osmanlı İmparatorluğu tarihinin, askerî kurumlarm başarısızlığının incelenmesi suretiyle açıklanabileceği söylenebilir.

Yine de, bu devre içinde İmparatorluk bir şekilde kendisini savunabilmiştir. Bununla beraber, Osmanlıların Rus bozkırlarını kontrol etmekte âciz kalmaları ve onaltıncı yüzyıl askerî disiplinini sağlayamamaları, Osmanlı ordusuna karşı ağır suçlamalardır. Fakat imparatorluğun iç yapısı incelenecek olursa, Kanunî Süleyman’ın ölümü (1566) ile Küçük Kaynarca Antlaşması (1774) arasındaki dönemde Yeniçerilerin ve askerî liderlerin hareketleri biraz daha anlaşılır hale gelebilir. Osmanlı İmparatorlu­ ğu, diğer özelliklerinin yanı sıra, esas itibarıyla bir tarım devletiydi. Köylüleri yönetmek üzere düzenlenmiş kurumlarıyla, bozkır araziler, sınır muhafızlarına -Kırım Tatarları- verildi. Böylece asker yerleştirmesi pahalı ve geliri az olan arazileri elde tutmaktan kaçınılmış oluyordu.

Bunun gibi, onsekizinci yüzyıl Osmanlı ordusunun onaltıncı yüzyıldan beri imparatorluğu etkileyen sosyal değişikliklerden uzak durmasını beklemek, askerî kurumlan, bir parçasını teşkil ettikleri toplumdan soyutlamak gibi gerçekçilikten uzak bir davranış olurdu. III. Murat yönetiminin 1595’te sona erişine doğru devleti etkisi altına alan değişikliklerde imparatorluğun bütün sınıfları yer aldığına göre, bunu müteakip gözlenen devlet memurlarının “beceriksizliği” ile Yeniçeri askerlerinin “disiplinsizliği,” açık bir şekilde, daha büyük bir hadisenin bir parçasını teşkil ediyordu.

Onyedinci ve onsekizinci yüzyılla ilgili modern araştırmalardan anlaşıldığına göre, III. Murat’ın ölümünü izleyen iki asır süresince Osmanlı devleti, kendisini yayılmacı bir imparatorluktan kendisini korumayı düşünen bir muhafazakâr yönetime dönüştürmüştür. Bu dönemde Yeniçeri askerleri yayılmacı Osmanlı ordusunun kılıcı olmaktan çıkmış, onun yerine, kurulu düzenin muhafızı haline gelmişlerdir. Türk-Müslüman imparatorluğunun zayıf ve çökmekte olan hali üzerinde yürütülen hükümler, onyedinci ve onsekizinci yüzyılların bu mahiyetteki tarihini dikkate almamaktadır. Osmanlıların çöküşü ile ilgili çalışma yapanların çoğu, Batının askerî ve ekonomik alanlarda Türklere nisbeten gelişmiş olmaları üzerinde dururlar. Fakat bu bakış açısı, Osmanlı olaylarının yüzeyinden derinlere inerek IV Murat’ın niçin imparatorluğu eski konumuna getirmediğini yahut uzun çöküş yılları boyunca devletin bütünlüğünü sağlayan şeyin ne olduğunu keşfetmeye imkân vermez.

Osmanlı tarihinin derinlemesine incelenmesini engelleyen unsurlar giderildiğinde, Türk-Müslüman toplumu üzerindeki çalışmalar, hiç şüphesiz, Osmanlı kurumlarına sadakat unsurunun bugünkü çöküş tipolojisinde nasıl eksik kaldığını da gösterecektir. Bu imparatorluğun onyedinci yüzyıldan sonra iç düzenle uğ- raşmaktansa uzun bir dizi askerî yenilgiye katlanmayı niçin tercih ettiğini de belki o zaman anlayacağız. Onun için, kültür sı­nırlarını kolaylıkla aşan ekonomik ve askerî kuvvetlerin nasıl ilerlediğini anlatmak yerine toplumlar üzerinde mukayeseli bir çalışma yürütmek, Osmanlı üzerindeki Batı etkisinin, nasıl olup da Batı Avrupa’dakinden bu kadar farklı bir tarih yarattığı konusunda muhtemelen daha iyi bir açıklama ortaya çıkaracaktır. Kültürlerarası tarihin uygarlıklar arasındaki farklılıkları kü­ çültme eğilimine rağmen.

Profesör McNeill’in kendi alanına giren barut imparatorlukları hakkındaki teklifine benzer şekilde, Osmanlı tarihinin daha geniş bir ölçekte araştırılması, açıkça bir zarurettir. Osmanlı üzerindeki çalışmalar özel bir muamma olmaktan çıkmakla ve insan ilişkilerinin seyrinden hariç tutulmaktan kurtulmakla kalmamalı, aynı zamanda yüzeysel alanlarda çalışan bilim adamlarının fikir ve eleştirilerine de tabi tutulmalıdır.

Netice itibarıyla bu Türk-Müslüman imparatorluğu, bir yığın deneyimi temsil etmektedir. Geçmişin tavır ve uygulamalarının, bu ilginç tarihi bize beşeriyetin halleriyle ilgili daha fazla şeyler anlatmaktan alıkoyması için hiçbir neden yoktur.

Çeviren: Ümit Şimşek

Kemal Karpat-Osmanlı ve Dünya
Devamını Oku »

Zorunluluklara koşulmuş Beşer - Hür olan İnsan



 

Kaskatı zorunlulukların boyunduruğundan kurtulamamış beşer, hür varlık olan insanın hâlini anlayamaz. Buna karşılık, hür olan insan, zorunluluklara koşulmuş beşerin durumundan haberlidir.

(1)Kültürlerden kimisinin medeniyetleşmek sûretiyle tarih sahnesinde boy göstermesi öncelikle Asyada vukû bulmuştur. Bahsi geçen kültürlerin gelişimine bakıldığında, kesîf toplayıcılık evresinden sürek avcılığı ile ehlîleştirme(42) safha­sına onların, yaklaşık M.Ö. Yirmi ile On iki binler arasında geçtikleri tahmin olu­nuyor. Ancak, gerçekten üretim aşaması anlamına gelen tarım etkinliklerinin baş­langıcı M.Ö. Onuncu bindedir.(43)

Bir toplumun geçimini sağlayan hammadde kaynakları ile onu oluşturan bireylerin gerek davranma gerekse iş görme biçimleri ile tarzları, o özgül kültü­rün yaşama ufkunu, Markscıların öne sürdükleri kadar tek başına olmasa bile, önemli ölçüde(44) belirlerler. Yaşadığı tabîî-coğrafî imkânlar çerçevesi toplumun giyimini kuşamını, hâl hareketini, örfünü âdetini etkiler. Ama aynı zamanda inanç düzeni, hâlleri hareketleri, davranışları, doğayla ilişkiler ile görenekeri tayîn edip biçimler.(45) Kısaca, toplum hayatında tuttuklan yer bakımından maddî ile manevî taraflardan birinin, ötekisi karşısındaki önceliğini yahut üstünlüğünü, Karl Marx ile Markscıların öne sürdüklerinin tersine, nazarî/teorik düzlemde belirlemek mümkün değil. İnsana ve topluma maddeci-positivci bakış açısından yaklaşanlar, onu kalıtsal-evrimsel tabanlı ve fizyolojik işleyişler bütünlüğü şek­linde telâkkî ederler.

(2)İnsan yaradılışça âlemlerin ortak paydası; yaradılışın şâhikasıdır. Allah bunu nitekim, Tebliğinde bizlere şöyle bildirmiştir: “Biz, insanı, elbette, en iyi sûrette(46) yarattık” —Tîn/95 (4). Allah, insana salt temîz, sâf mizâcı(47) —nitekim o, dünyaya günahsız, pirüpâk gelir(48)—, faziletli olmağa ve hakbilirliğe yatkın tabiatı, anlamagücü ile hürlüğü ihsân buyurmuştur. Bu manevî cihetiyle insan meleğin fıtratındandır. Ama melekte bulunmayan bir özellik insanda vardır; o da hür olmaktır.

(3)Doğal, dirimsel ile toplumsal kalıplarından âzâd insan, karşılaştığı şıklar arasında tercihte bulunur. Hazır genetik-fizyolojik şabonlara dayanmaksızın kar- şılaşılan şıklar arasında tercihte bulunma gücü, irâdedir. İrâdenin kendini izhâr edebilirliğine hürlük diyoruz. ‘Hürlüğ’ün hâllere, hareketlere ‘tercüme’si ‘ser­bestliktir. Maddî-mekanik-dirimsel/biyotik dünyada bir ölçüde serbest, manevî âlemdeyse hür olan tek varlık insandır. Bedenlenmek sûretiyle dünyada yaşama­ğa koyulan insanın bilkuvve hürlüğü fulleşir, fiile dönüşür.

(4)Aslında théologique—métaphysique bir ilke olan hürlüğün gündelik yaşa­ma düzlemindeki tezâhürü serbestliktir. Hürlüğün kaynağı ve yöneticisi akılken, serbestliğin yönlendiricisi aklıselimdir. Hürlük, ilke olarak iyilik ile kötülük ara­sında tercihte bulunmaktır.

Aklın, kişiye seslenişi vicdândır. Kişinin genetik-fizyolojik-morfolojik- olmayan, demekki ‘manevî-ruhî içi’ne gönül denir. Akim, gönüldeki hitâbı demek olan vicdânın kendini ‘dışlaştırma gücü’yse, irâdedir. Onun da davranış­ları biçimlemesiyle eylemler ortaya çıkar. Eylemlerin ortamınaysa, serbestlik diyoruz.

(5)Akıl İlahî buyruk ile talimatları gönülde dillendirir. Aklın, İlahî buyruk ile talimatları gönülde dillendirmesine vicdân demiştik. Akıl, evvelemirde hatır­lar. Neyi hatırlar? İnsanın, Allaha, içtiği ilkaslî andını hatırlar. Bu ‘ant’, insanın tercihini hep ‘iyi’den yana kullanmasını şart koşar. Fakat, salt manevî varlıklar­dan farklı olarak insanın, bir de, fizik-fizyolojik veçhesi vardır ki, ona da beşer demiştik. İşte o beşer taraf, ‘ilkaslî and’ın geretirdiği akıl-vicdân yolunda seyret­mesinde —: Sırâtımüstakîm— kişiye pürüzler çıkarır. Akim isteği doğrultusun­da —: Hürlük— kişi gönlünde tercihini iyiden yana —: Sâlih niyet— kullanmak­la birlikte, davranışlarını o cihette biçimleyecek gücü —: İrâde— kendinde her vakit bulamayıp kötü eylem yönünde karar alabilir —: Serbestlik. Öyleyse, hür­lük ile serbestlik hep örtüşmeyebilirler. İkisi arasındaki uyumu ziyâdesiyle bozan, kişinin karşı karşıya kalabildiği doğal ile toplumsal zorlamalar ile dayat­malardır. Meselâ, hastalanma, nefsî-bedenî itkiler ile ihtiyâçların zuhûrunda, maîşeti temîn, esir düşme yahut mahkûm olma gibi durumlarda kişi, serbestliği­ni yitirmekle birlikte, hür kalmağı sürdürür. Onun niyet ile düşünmelerine dışa­rıdan müdâhale imkânı yoktur da ondan.

(6)Hem maddî hem de manevî veçhelerinin bulunması, insanı âlemde en sorunlu varlık durumuna sokmaktadır. Hürlük de, insanın böylesine bölünmüş olan varlığında ortaya çıkmaktadır. Maddî etkileşmeler ile işleyişleri denetleyip yönlendirmekle ve beden faaliyetlerini belirleyip yönetmekle yükümlü nefsini nasıl konumlandıracağı sorunu, kişinin kararına kalır. Karar yetkisiyle donanmış ve bunun sorumluluğunu taşıyan ruhun, kişi tekindeki tezâhürü olan akıl, hürdür. Akıldan aldığı buyruklar ile talimatlar doğrultusunda nefs, maddî etkileşmeler ile işleyişleri denetleyip yönlendirir ve beden faaliyetlerini belirleyip yönetirini yoksa onların câzibesine kapılıp boyunduruğunamı girer, sorusu, hürlüğün ana sorunudur. Akıl yoluyla Allah ile nefsin ‘ben’i arasındaki söyleşmeye vicdân muhasebesi diyoruz. Akıl doğruyu, hakîkî olanı bildirmekle birlikte, madde ile bedenin kölesi kesilmiş bir nefs bunu nazârı itibâra almayabilir.

Aklı yahut kişinin ruhunu Eflâtun, iki atın çektiği arabanın sürücüsüne ben­zetir. Atların ikisi de itâatliyse, mesele yok. Ama ters yönlere saparak koşarlarsa, arabacının başı dertte demektir.(49)

(7)Nefs, akıl tarafından yönlendirildiği oranda kişi hürdür. Aklın sesi, yanî vicdânın isteği, demekki irâdesi doğrultusunda beden faaliyetleri yoluyla dış dünyada etkinlik gösteren nefs, serbesttir. Nefs, kişinin beden faaliyetleri üstün­deki etkinliğini yitirdiği ölçüde, genetik—fizyolojik faaliyetler, bünyenin işleyi­şinde ağırlık kazanırlar. Yaşamayı fizik-kimya—genetik—fizyolojik anlamda yürü­ten faaliyetlere, dirimbilimci/biyolog olmayan kimseler, içgüdü demişlerlerdir. Nefs, dış dünyada yürütmekle yükümlü olduğu etkinliklerde serbestliği yitirdik­çe, onun bıraktığı boşluğu içgüdüler dolduracaklardır. Aklın hür irâdesi verilmiş kararları uygulamaya aktaran nefsin, bedeni serbestçe yönlendirmesiyle eylem­ler belirir. Nefsin serbestçe yönlendirme kudretinden yoksun beden ise, genetik-fizyolojik faaliyetlerin hükmü altında ‘ devinir'.

 

Dipnotlar:

 

41- Bkz EK le.

42-Bkz. EK 2ye.

43-Bkz: “The Times Atlas of World History”, 38.s.

44-Bkz: EK 3e

45-Bkz EK 4e

« TakvîmO: ‘Sûret’, ‘biçim’, ‘kalıp’, ‘tabiat’, ‘mizâc’, ‘bünye’, ‘bakışım’(Symmetrie)

47 Bkz. Rûm/ 30 (30)

48- Kalbleri mühürlü olanlar hâriç —bkz: Bakara/ 2 (7). Kur ’ânda ‘kalbi mühürlü olma’nın, ruhhekimliğindeki karşılığı ruhhastasıdır (Fr psychopathe).

49.Bkz: Eflâtun: “Faidros", 246.satır.

Ş.Teoman Duralı-Sorun Nedir?,syf;69-71
Devamını Oku »

İlahiyattan Kaynaklanan Felsefe Sahası:Ahlak



......

 

(2) Hâl, hareket, tarz, tutum, tavır ile davranış kurallar bütünü ahlâkı meydana getirir. Kuralların menşei vahiy tebliği verisi ana ilkelerdir. İslâm filosoflarından Ebu Yusuf Yakûb İbn Ishak el Kindi (öl 870) ile Uzlukoğlu Ebu Nasr Muhammed İbn Tarkan Farabinin (870 - 950) belirttikleri üzre, vahiyi insanlara tebliğ edip açımlayan peygamberler olup onda bildirilen ana ilke, kural ile düstûr bütünlüklerine dönüştürerek ahlâk düzenlerini kuran, bilgeler ile fılosoflar olmuştur. Söz konusu kurallar, bütün zamanları ve insanları kapsayacak kud­ret ile geçerliliktedirler. Evrenseldirler.

Doğrudan vahiyden çıkagelmeyip adına örf dediğimiz kurallar bütünüyse, belirli bir topluluğa mahsus olup bu yüzden mahallî ve mevziidir.

(3) Tekmil hâl, hareket, tutum, tavır, tarz, usul, uslub ile davranışlar, düşün­celerimizden kaynaklanır, onlar tarafından kotarılıp ayârlanırlar. Düşüncelerin kendileriyse, düşünme etkinliklerinin sonucunda belirirler. Tasavvur içeriği azalıp zayıfladığı ölçüde düşünce, ‘kavram’laşır. Tasavvur içeriği bulunmayan düşünce­ye fikir (Fr idée) diyoruz. Hâl, hareket, tutum, tavır, davranış, usul ile uslupları gerek ‘kendim’e gerekse ‘başkaları’na ifade edip açıklayan, ilgili düşüncelerin, mantık kurallarına uygun biçimde birbirleriyle ilişkilendirilmelerinden ise, yargı oluşturulur. Önünde sonunda, hâl, hareket, tutum, tavır, davranış, uslub ile usuller değerlendirmeden, anlamlandırmadan özge bir şey değildirler. Bunları taşıyan dil biçimi yargıdır. Basit bir harekete, meselâ, ‘koşmağ’a bakalım: Ânî bir ürkmenin doğurduğu tepki değilse, belirli bir kararın sonucudur. Karar da ifadesini belirli bir yargıda bulur: “Koşuyorum”, “koşayım”, “koşsam”, “koşmasam”, “koşmamalıyım” v.s. Görüldüğü gibi, ister kuvve, ister fiil hâlinde bulunsun, ‘koşmak’ cinsin­den basit bir eylemin bile, nice geniş bir imkân çeşitlemesi var.

Her yargı ifadesi, en az, bir düşünceyi barındırır. Bu düşünce yahut düşünce­ler ya tasavvurludur ya da kavramlaşmıştır. Sonuçta yargı da, kendine vucut veren düşüncelerin yapısı ile biçimi uyarınca az yahut çok tasavvurludur. Ne var ki, bütün değerlendirme-anlamlandırmalarımızın altında yatan iyidir-güzeldir yahut kötüdür-çirkindir temel éthique-esthétique yargıdır. Zikrolunan esâsa, dolaylı dahî olsa, dayanmayan değerlendirme-anlamlandırma-yargı-ifadesi olamaz.

(4)İyilik ile güzellik düşüncelerinin tasavvur içerikleri bulunmadığından,salt kavram, demekki fikirdirler. Üstelik, tecrübeden tümüyle bağımsız, yani transsendent fikirdirler. Matematik unsurlar da, haddizâtında fikirdirler. Ne var ki, aklımızda matematik işlem istidâdının yattığını söyleyebiliriz. Bir ucu dışımızdaki dünyaya uzanan tecrübelerimiz, andırışmalar (Fr analogie) yoluyla mezkûr istidadı harekete geçirip işletmektedir. Matematik işlemler, tamamıyla akıl vensı olmakla birlikte, bunlara konu olan unsurlar ile biçimlerin dışımızda­ki dünyada tam olmasa bile, yaklaşık karşılıklarını buluyoruz. İşte bu ‘yaklaşık karşılıklar , matematik unsurlar ile biçimlerin esin kaynağıdırlar. Buna karşılık, iyilik ile güzelliği bize esinleyebilecek bir dış dünya kaynağı yoktur. Tersine, iyi­lik ile güzelliği dünyaya insan yansıtır. İnsandaki iyilik ile güzellik fikirlerine dünyada tekâbül edebilecek olaylar yahut süreçler bulunmaz.

Bu fikirlere dünya- da uygun-düşen-karşılıkları tayın eden insandır. Nitekim, iyilik-güzellik fikirle­rine insanın, dünyada-uygun-düşen-karşılıkları tayın etme yetisine değerlendirme—anlamlandırma becerisi diyoruz. Mezkûr fikirler hususunda insanın, dünya­da-mürâcaat—noktalarından tamamıyla yoksun bulunması, değerlendirme— anlamlandırma biçimlerinin, toplumdan topluma ve çağdan çağa, öyleki toplumların kendi içlerinde de böylesine çeşitlilik, giderek tutarsızlık arzetmelerine yol açmıştır. Değerlendirme-anlamlandırmadaki tutarsızlıklara biçimlerinin tutarsız­lıklarına görelilik denir.(23) Göreliliğin hâkim olduğu bir toplum ortamında insanlar arasındaki bildirişme kesilir. Bildirişmenin kesildiği ortamdaysa, kırışma, böyle­likle de kargaşa başgösterir. Bu faciayı önlemek maksadıyla insan, başka bir felâ­kete yönelmiştir. Bir kişinin yahut öbeğin değerlendirme—anlamlandırma biçimi, zora başvurularak, başat kılınmıştır. Görüldüğü gibi, iki ucu pis değnek misâli, fâcia, felâketle takâs olunuyor.

İmdi, İlahî tebliğin hikmetisebebi, insanı mezkûr facia ile felâket fasit dâiresinden kurtarmaktır. Tebliğ, bu bağlamda, insana iyili­ğin, dolayısıyla da güzelliğin kıstaslarını bildirir. Bildirilen kıstaslar içerisinde, şablona uygun olarak peygâmber ve bilâhare hakîm yahut ahlâk filosofu öğreti­yi dokur. Bir meşrûu öğreti, değerlendirme-anlamlandırma biçimleri arasındaki tutarsızlıkları asgariye indirmek suretiyle bir yandan göreliliği kırışmaya, dola­yısıyla da kargaşaya sebeb olmayacak seviyeye getirmeğe, öbür tarafta da istibdâtın yolunu kesmeğe yönelik olmalıdır.

 

Dipnot:

 

23-bkz.ek 3e

Ş.Teoman Duralı-Sorun Nedir?,syf;92-93

 
Devamını Oku »

Varlık Bütünlüğü



(2) Varlık bütünlüğü, İslâm düşüncesi uyarınca, anlamlı düzenlenmişliktir. Düzenleme, anlam kazandırma işidir. Başka bir deyişle, anlamsız düzenleme olamaz; böyle bir şey mantığa aykırıdır. Anlam verme yahut kazandırmaysa, belirli bir gâye vazolunup onun istikâmetinde yol alan bir düzenin tesis edilmesidir. Bir olayı, süreci yahut varolanı bütün yanlan yönleriyle tanımak, onun hakkında bilinç sâhibi olmak demektir. Bilincine sâhib olmak ile anlamını yakalamak, örtüşen manevi-ruhî hâllerdir.

Varlık bütünlüğünün müellifi Allah, bu sebeple Alimdir. Düzenlediği varlık bütünlüğünün tam bilgisi ile anlamını vâkıftır. Allah tarafından tam bilinip anlamlandırılan Varlık bütünlüğüyse, Alemdir. Onu bilip anlamlandırma şevkiyle yanıp tutuşan, hayatını bu davâya adamış kişi de ‘âlim’dir. İnsanın yartılışındaki gâye de, fıtratı el verdiği ölçüde varlık bütünlüğünün manâsını temâşa ve tefekkür etmektir. İnsanın, Allaha, halîfe(35) olması buradandır. Nihâyet, varlık bütünlüğü ve onun yaratılış şahikası insanın esâs manâsı, adâletin gerçekleşmesidir.

Dipnot:
35-OrL vicarius Dei.

Ş.Teoman Duralı-Sorun Nedir?,syf:63
Devamını Oku »

İrade



 

(2) İrâde, insanda ferdi ve maşeri (Fr collectif) şekillerde belirir. Ferdî irâde, ancak, toplum kültür dediğimiz maşeri yapılanmanın(24) bağrında şekillenir, öyleyse her birimiz, birey olarak, dil ile din başta olmak üzre, genel ve daha ziyâde zahirî özelliklerimizi toplumumuz ile kültürümüzden alırız. Bahsi geçen zahiri özellikleri sindirerek içleştirirır. Buradan da kendimize, ‘ben’imize mahsus derûnî özellikler vucuda gelir. Kendimize has bireysel özelliklerle de kişiliğimiz oluşur. Genel ve zahirî özelliklerse, toplumun kimliğini meydana getirir. Şu hâlde, her birimizin kişiliği, ötekilerinkinden farklı olmakla birlikte, mensûbu olduğumuz toplumun kimliğine ilişkin bellibaşlı unsurları yansıtır. Nasıl ki, ılkın beşer olarak doğmadıkça insan olamazsak, buna koşut olarak, belli bir top­lum kimliğine kendimizi geri götürmedikçe kişiliğimizi de inşâa edemeyiz. Bireysel kişiliğimizle ne denli eşi bulunmaz bir seviyeye erişirsek, mensubu olduğumuz toplumun kimliğine de o ölçüde katkıda bulunuruz.

Bir toplumun kimliğiyse, onun âdet ile âdâbında, sanatında, zanaatında, iti­kadında, dilinde, mücâdele gücünde, beslenme tutumunda, adâlet ile mülkiyet anlayışlarında, eğitiminde, giyim kuşam tarzı ile zevkinde, yürüyüşünde, oturu­şunda, üretim ile tüketim tavır ile alışkanlıklarında kendini gösterir.

(3)Bir yahut birkaç merkez inanç etrâfında yahut altında tutarlıca derleştiğini tasavvur edebileceğimiz bir belirli itikâtlar bütünlüğü, belli bir ‘ kültür’ü oluşturur. Bahse konu merkez inançların dayandığı en temel olandan yahut belir­li az sayıdakilerden türemiş başka bir inançlar kümesi, akrabâsı olan/lar/la birlik­te oluşturduğu daha üst ve kapsayıcı kültür topluluğu seviyesine ‘medeniyet’ adını veriyoruz.

İşte, insan olarak hayatımızı biçimlendiren —aile, oba, oymak, boydan top­lum sınıfına, meslek öbeğine yahut millete dek uzanan— kültür katlan, değer kümeleri demek olan inanç ilmikleriyle örülür. Bahis konusu inançların içine doğuyoruz. Başka bir söyleyişle, dirimsel yapımız ile fizik çevremiz gibi, toplum-kültür ortamını da hazır buluyoruz. Bir şeyi hazır bulmak, onun, ben olma­dan önce varolduğunu gösterir. Yaşanan ândan önce varolmuş her şey geçmişte­dir. Toplum-kültür varlığını ifade eden gelenek-görenek-âdet çeşidinden geçmiş değerler öbekleri ‘geçmiş’ten ‘şimdi’ye akıp varırlar. İnançlaşmış bazı değerler­den kalkarak bedence ve ruhça kendi ‘ben’imi ve kültür-toplum ortamım ile fizik çevremi ‘değerlendiririm’.

 

Dipnot:

24-Fr structuration collective,

 

Ş.Teoman Duralı-Sorun Nedir?,syf:52-53
Devamını Oku »