Batı’nın Üç Kaynağı, Yabancılaşma ve Biz

Batı’nın Üç Kaynağı, Yabancılaşma ve Biz

Osmanlı ve Cumhuriyet döneminin batıcı aydınları, Batı me­deniyetinin üç temele yani kadim Yunan, Roma ve Hristiyanlığa dayandığını biliyorlardı. Düşünce, bilim, felsefe, din, siyaset ve diğer alanlarda batılılaşmak ve “derin modernleşme "yi yaşamak demek, bu üç kaynaktan beslenen Batı'nın dünya görüşünü be­nimsemek demekti. Fakat batılı olmayan toplumlar ve hassaten Osmanlı milletleri batılı manada bu üç unsurdan hiçbirine sahip değildi. Batılılaşmak için pagan Yunan filozofları gibi düşünmek, Romalılar gibi hükmetmek ve Hristiyanlar gibi inanmak ve yaşa­mak gerekiyorsa, böyle bir batılılaşmanın mümkün olamayacağı âşikardı.

Osmanlı ve diğer İslam milletleri, felsefe-bilim, hukuk ve din- ahlak alanında farklı bir geleneğe zaten sahipti. Kadim Yunan dü­şüncesinin yarım bıraktığı ve Eflatun ve Aristo eliyle inşa etmeye çalıştığı felsefi sentez, İslam felsefe geleneğinde yeni ufukların açılmasıyla amacına ulaşmış ve bir manada aşılmıştı. Yunan felsefesinin kavramsal araçlarını kullanan Müslüman düşünürler, İbrahim! dinlerin yaradılış öğretisi bağlamında felsefeyi yeni ufuk­lara taşımış ve bir yaradılış metafiziği inşa etmişti. İslam hukuku, Roma hukukundan daha sofistike ve kapsayıcı idi ve hayatiyetini sömürge yönetimleri altında dahi devam ettirebilmişti. Üstelik ictihad kapısı kapandı mı tartışmalarının yapıldığı 19. yüzyılda bile İslam hukuku pratik sorunlara cevap vermeye devam ediyor ve ictihad kapısının fiilen açık olduğunu ilan ediyordu.

Siyasi ve felsefi eğilimi ne olursa olsun, Müslüman toplumların kendilerini Batı medeniyetine en uzak hissettikleri alan şüp­hesiz dinî hayat ve ahlak öğretişiydi. Zira en radikal batıcı aydın­lar bile Müslümanlık yerine Hristiyanlığı tercih etmediler. Tersi­ne, İslam’ı terk ederek Hristiyan olanlara şiddetli tepki verdiler. Cumhuriyet gazetesinde çıkan, 1928 yılında Bursa’daki Amerikan Kız Koleji’nde üç Türk kızının Hristiyan olduğuna dair haberin duyulması üzerine yaşanan hadiseler, -en radikal batıcı reform adımlarının atıldığı bir dönemde bile- dinî kimliğin ne kadar hassas bir nitelik arz ettiğini göstermektedir. Hadisenin öğrenci­ler ve müfettişler tarafından tespit edilmesinin ardından konu Atatürk’e kadar çıkar ve bizzat Atatürk’ün talimatıyla Bursa Ame­rikan Kız Koleji kapatılır; Amerikalı müdiresine ve iki öğretmene para ve hapis cezası verilir. Bu hadiseden sonra Türkiye deki mis­yoner okullarına karşı sıkı bir kontrol başlar.

Bursa Amerikan Kız Koleji’ndeki bu hadise üzerine dönemin Milli Eğitim ve Terbiye Dairesi Reisi Mehmed Emin Bey ile Fuat Köprülü arasında basın üzerinden bir tartışma başlar. 2 Şubat 1928’de Hayat Mecmuası’nda bir yazı kaleme alan Mehmed Emin Bey, Bursa’daki hadisenin münferit bir olay olduğunu, bir mek­tep meselesinden ibaret olduğunu, buna rağmen Türkiye deki yabancı okulların "milli dayanışmaya” zarar verdiğini söyler. Bu okullar, Türk gençlerini kendi milli ideallerinden uzaklaştırmak­ta, çocuklarını bu okullara gönderen ebeveynler ise modernliği “yabancı dil, piyano ve muaşeret adabı”ndan ibaret sanmakta­dırlar. Fuat Köprülü 9 Şubat 1928 tarihli “Hristiyanlaşma Hadise- si ve Kültür Buhranı” adlı yazısında, sorunun basit bir okul mese­lesi olmadıgını, bunun Türkiye'nin içinden geçtiği derin “kültür buhranının bir neticesi olduğunu savunur. Köprülü'ye göre bu okullarda din değiştiren ve Protestan olan kızlar, daha "medeni Türk olduklarını düşünmekte, kendilerine hücum edenleri d “medeniyetsizlikle, tassaupla, cehaletle” suçlamaktadırlar. Te mel sorun, Osmanlı-sonrası Türk toplumuna “yeni bir mefkure”“yeni bir istikamet” verecek donanımdan yoksun olmamızdır Köprülü, sözü, günün en tartışmalı konularından biri olan harf inkılabına ve şekilciliğe getirir: "Çağdaş Avrupa cemiyetlerinin müesseselerini, kıymetlerini -aradaki sosyal şartların çatışması nedeniyle- yalnız şeklî ibr surette almaya çalıştık. "İnkılabımızı tamamlamak için artık Arap harflerini de atarak Latin harflerini almak” isteyenler, işte bu şekilperestliğin en açık numunesidir- ler.” Basit bir "mektep ve tedrisat meselesi” olmakla "derin bir kültür buhranı” olmak arasında gidip gelen üç Türk kızının Hris- tiyanlaşması meselesi, Türk modernleşmesinin kırılgan ve yü­zeysel yapısını ortaya koymaktadır.

Bursa hadisesine verilen tepkilerin arkasında "batılılaşalım ama yabancılaşmayalım” düşüncesi yatmaktaydı. Bazıları buna "gavurlaşmadan çağdaşlaşalım” da diyebilirdi. Lâkin bunun pra­tikte bir karşılığının olmadığı kısa zamanda görüldü ve bu ikircik­li ruh hali farklı şekillerde tazahür etti. İstanbul’da Avrupai yaşa­mak isteyen, bunun için kendilerini Taksim’e, Beyoğlu’na, Pera’ya atan ama Avrupa başkentlerine gidince Türk ve Müslü­man olduğunu hatırlayan aydınlarımız, kendilerini iki cami ara­sında bî-namaz bir durumda buldular. Bunun çarpıcı örneklerin­den birini Osmanlı’nın son dönem batıcı aydınlarından Halil Hâlid’de görüyoruz.

Halil Hâlid 1903 yılında yayımladığı Bir Türkün Ruznâmesi adlı eserinde Avrupalılarm Osmanlı ve Müslüman milletleri hakkmdaki ırkçı önyargılarını sert bir dille eleştirir ve şöyle der: “Spectator adlı bir gazetede rastgeldiğim makalede, esmer ırkla­rın medeni adetleri benimseme kabiliyetinden mahrum olduk­larından bahisle Midhat Paşa [1822-1884] buna misal veriliyor, onun modern kıyafetlerden, bilhassa da pijama giymekten nefret ettiği anlatılıyordu.'’ Hâlid'e göre bu can sıkıcı örnek, batılıların Doğu hakkında sahip olduğu önyargılı tutumu ortaya koymakta­dır. Ona göre işin aslı, Avrupa emperyalizmine kılıf uydurmaktır: “...Bazı radikal gazeteler, Türk boyunduruğundan kurtulan Şark Hristiyanlarının süratle medenileştiklerinden bahisle Türklerin medenileşmeye kabiliyetleri olmadığını yazıyorlar...”En ileri medeniyet seviyesine ulaşmış olan AvrupalIlar, aynı zamanda Doğu toplumlarına karşı adaletsiz ve zalimane politikalar izle­mekte ve “medeniyet” söylemini İslam ülkelerine müdahale et­mek için bir araç olarak kullanmaktadırlar: “‘İnsaniyet’ ve ‘me­deniyet’ jargonlarının tahtında Hristiyan halkımızı himaye etme iddiası ile siyasetçiler üzerimize çullandılar. Papalık da bilvesile Hristiyanlığa ait insaniyet ve medeniyet davasını tutarak uzun­ca bir süredir güttükleri Müslüman kudret ve nüfuzunu çöz­me projesinin icrasına suhulet buluyor.” Hâlid, “medeniyet jargonu”nun ve “medenileştirme vazifesi”nin temel işlevinin, Avrupa sömürgeciliğini meşrulaştırmak olduğunun farkındadır. Bu yüzden Avrupalılara şöyle seslenir:

‘’Avrupalılar şunu da unutmasınlar ki Şarklılar dahi aynen kendi­leri gibi hürriyetlerine ve istiklallerine düşkündürler ve iyi ira­de” veyahut “medenileştirme vazifesi” iddiası ile ecnebi bir devletin kendilerine âmirlik taslamasından en kalbi hissiyatları ile nefret ederler.’’

Bu satırların yazarı aynı Halil Hâlid, Avrupa emperyalizmine yönelik eleştirilerine rağmen ilk bulduğu fırsatta klasik medrese kıyafetlerini üstünden çıkartır ve Beyoğlu'ndan satın aldığı Av­rupai kıyafetleri, kendi ifadesiyle, “kalitesine hiç bakmadan” derhal giyinir. Hâlid’in bu çelişkili ruh hali, hayatın pratikleri içerisinde Türk, Avrupalı, kültür, medeniyet, moda, modernlik, kimlik, gösteriş, şekil, ben ve öteki kavramlarının ne kadar iç içe geçtiğini ve karmaşık ve kırılgan bir yapı arz ettiğini göstermek- tedır.

Batı medeniyetiyle Avrupa sömürgeciliği arasında sıkışıp k lan Türk elitleri bu derin çelişkiyi aşmak için hep bir vicdan muhasebesi içinde oldular. Bir çıkış yolu bulmak için kendilerini Avrupa’nın olduğuna inandırdılar. Bir tarafta aydınlanma, bilim, hür düşünce, anayasal demokrasi ve ekonomik refahı temsil eden Avrupa; öbür tarafta Osmanlı topraklarını ve İslam ülkeleri­ni işgal eden, sömürgeleştiren, cephede cansiperane mücadele ettikleri Avrupa. “Hangi Avrupa daha gerçek?” sorusu can yakıcı bir soruydu ve üzerinde fazla durulmadı; zira yeni dünya düze­ninde ayakta kalabilmek için Anadolu insanı bir şekilde Batı me­deniyet havzasına girmek zorundaydı.

Abdullah Cevdet, Avrupa medeniyetini ve medenileşmeyi bir türlü idrak edip içselleştiremeyen kitleler için hazırladığı ve ilk olarak 1914 yılında yayımladığı Mükemmel ve Resimli Âdâb-ı Muâşeret Rehberi adlı kitabında, Avrupa’ya yaklaşmamakta inat eden İstanbul’a Avrupa’nın yaklaştığını söyler:

‘’Üç sene evvel şu satırları yazmışüm: "... Avrupa İstanbul’a yak­laşıyor, İstanbul Avrupaya yaklaşsın! Tekâmül kanunu şefaat ve merhamet nedir tanımaz; fakat onun merhametsizliğinde derin ve geniş bir nev-i merhamet mündemiçtir. Bu merhametsiz ya­hut pek merhametli kanun-u tabiat daha iyiyi yaşatmak için iyiyi ortadan kaldırır, kuvvetliyi yaşatmak için zayıfı ezer, pâkı yaşatmak için nâ-pâkı öldürür, zekiyi yaşatmak için gabiyi kah­reder, çalışkanı yaşatmak için tenbeli ortadan süpürür. Bu, dai­ma böyle olmuştur, böyle olmaktadır, ale’d-devam böyle ola­cak ve böyle olmanın neticesi hayr, hüsn, kuvvet olacaktır”. Avrupa bize yaklaşıyor, Avrupaya yaklaşalım demiştim; biz Av­rupaya yaklaşmamakta ısrar ettik. Uzaktan ve kable’l-vukû gör­düğüm “yaklaşma”mn bugün vukû ve şuhûduyla dağdârız. Av­rupa Çatalca’ya dayandı, Avrupa bize yaklaştı.’’

Abdullah Cevdet “Çatalca’ya dayanan Avrupa”nm yürekler yaktığının farkındadır. Zira vatan toprakları işgal edilmektedir. Hem de medeniyetin beşiği kabul edilen Avrupa tarafından. Fa­kat Abdullah Cevdet geri adım atmaz ve bunun “tekâmül” ve evrim kanununun kaçınılmaz bir sonucu olduğunu söyler. Biz bu­gün acı çeksek de akıbet hayr olacaktır!

 İbrahim Kalın-Akıl ve Erdem                                                                                                                                       _
Devamını Oku »

Allah (c.c) ile ilgili Hadisler ve Değerlendirmeleri

Allah (c.c) ile ilgili Hadisler ve Değerlendirmeleri

 

 

1-Ebû Saîd el-Hudrî şöyle demiştir: Ben Peygamber (s.a.v.)’den işittim, şöyle buyuruyordu: “(Kıyamet günü) Rabb’imiz kendi sâkından/baldırından açar, derhal O’nun azametine her mü’min ve mü’mine secde eder. Yalnız dün­yada insanlara göstermek ve halka işittirmek için secde eden secdesiz kalır. Gerçi öylesi de secde etmeye gider, fakat onun sırtı tek bir tabakaya döner.”(Buhari,Tefsir,Kalem Suresi,2)

 
“Baldırı açmaktan” murad nedir? Alimler bunu, “bütün hakikatlerin çırıl çıplak ortaya çıkması sebebiyle hesap ve cezanın bütün şiddet ve dehşetiyle hüküm sürmesi” şeklinde anlamışlardır. Nitekim hadiste, Resûlullah (s.a.v.) Cenab-ı Hakkın bütün gerçekleri ortaya koyarak hesap verme hadisesinin deh­şetini yaşattığı hengamede, dünyada iken kulluğunu samimiyetle yapanlarla, riyakar hareket edenleri tefrik edip mü’minleri dehşetten kurtaracağını, riyakar­ları da sırtları eğilmez bir hale sokarak cürümlerini yüzlerine vurmak suretiyle, dehşetlerine dehşet katacağını belirtmektedir. Meseleyi tasvir eden ayet-i keri­menin tam meali şöyledir:

 
“(Hatırla ki o gün) baldır(lar)ın açılacağı, kendilerinin secdeye davet edile­ceği bir gündür. Fakat buna güç yetiremeyeceklerdir. Secdeye davet edilecekler; gözleri düşük, kendilerini bir zillet sarmış olarak. Halbuki onlar bu secdeye dün­yada herşeyden salim ve sapasağlam iken davet ediliyorlardı. (Kalem 42-43)

 
Âyette bu deyim özellikle kıyamet gününü ve o günün sıkıntılarını ifade etmektedir. İnsanların o günün sıkıntısından kurtulmaları için mahşerde görevli melekler veya Allah’ın ilham ettiği kimseler onları Allah’a secde etmeye çağırır­lar. Râzî’ye göre inkarcılar dünyada Allah’a secde etmedikleri için âhirette kına­mak ve azarlamak maksadıyla secdeye çağrılacaklardır. Hadiste buyurulduğu üzere erkek-kadın herkes Allah’a secde eder; dünyada gösteriş için secde etmiş olanlar da secde etmek isterler fakat eğilemezler. Başka bir rivayette inkarcılar da secde etmek isteyecekler fakat buna güçlerinin yetmeyeceği haber verilmiştir. Onlar, gözlerine korku çökmüş, zillet içerisinde ve perişan bir halde bulunurlar.Halbuki dünyada yapabilecek durumda iken de secdeye çağrılmışlar, fakat sec­de etmemişlerdi. Bu nedenle âhirette secde etme güçleri ellerinden alınacaktır. (İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte)

 
2-Peygamberimiz’e kâinatı yaratmazdan önce Allah’ın nerede olduğu so­rulmuştur. Bu soruya verdikleri cevap “Üstü de alta da hava olan amadaydı (bulut içindeydi)” seklinde olmuştur.

 

(Tirmizi,3109) Tirmizî ye göre hasendir. Müsned’i tahkik eden Hamza Ahmed ez-Zeyn’e göre sahihdir. Bu hadîsin isnadında yer alan Veki’ b. Hudus meçhul olmakla birlikte takviye edildiği anlaşılmaktadır. Dolayı­sıyla doğrudan sahih olmasa da makbul bir hadis olduğu söylenebilir. Manasına gelince bir şey söylemek gerçekten zordur. Hadisi Allah’a mekan izafe etmeden anlamak gerekir. Bizler için hava olmayan yer, hayatın olmadığı yerdir. Bunun hakkında aklın söyleyebileceği fazla bir şey yoktur.

 

Konuyla ilgili İbn Kuteybe’nin söylediklerini nakletmekle yetineceğiz. İbn Kuteybe, rivayette geçen Veki’in meçhul olduğunu belirttikten sonra şöyle de­vam eder: “Şu kadar ki, bu hadisin tefsirinde Ebû Ubeyd el-Kâsım b. Sellâm söz söylemiştir. Ahmed b. Saîd el-Lıhyânî, Ebû Ubeyd’den bize, ‘Hadisteki el-amâ kelimesi bulut demektir’ dediğini nakletmiştir. el-Amâ kelimesi, med (=uzatma) ile olursa arapların günlük konuşmalarında zikredildiği gibi ‘bulut’ mânasına gelir. Eğer maksûr (yani elifsiz) ise o takdir de mana, sanki ‘O, körlük içindeydi’ şeklinde olur. Bununla Resûlullah, Allah’ın, insanların bilgisinden gizli olduğu­nu kastetmiş olur. Tıpkı bunun gibi bir şey senin için mübhem olduğu, bir şeyi ve onun nerede olduğunu bilmediğin zaman sen, ‘Umiytu an hâza’l-emre ene a’mâ anhu aman”; yani, “Bu meseleye karşı kör oldum. Ben ona karşı bir kör­lük içindeyim” dersin. Ve sana gizli kalan her şey ‘senden yana bir körlük içinde’ demektir.
‘Üstü hava, altı hava (idi)’ sözüne gelince, bazıları hadise bir (nefy) ‘mâ’sı eklediler ve Allah’ın altında ve üstünde hava bulunmasından ve Allah’ın da, bu ikisinin arasında bulunmasından ürkerek, ‘Ne üstünde hava (vardı) ne de altında’ dediler. Fakat esas olan rivayet, birinci rivayettir.

 

(Allah’a yakışmayan bir mânaya karşı olan) ürküntü, hadîse “mâ” ilave etmekle ortadan kalkmaz. Çünkü (‘mâ’ ilâve edilse bile) alt ve üst mefhumları yine de mevcuttur.-Vallâhu a’lem.”(bk.Te-vilu muhteliful hadis)

 

3-Muâviye b. el-Hakem es-Sülemî anlatıyor: Resûlullah’a “Benim bir cari- yem vardı dedim. Uhud ve Cevâniyye taraflarında kuzulan güderdi. Bir (gün) çıkıp yanına vardım. Bir de ne göreyim bir kurt kuzulardan birini alıp götür­müş. Ben de ademoğullarından bir adamım. Onlar gibi ben de üzülürüm. Lâkin carîyeye öyle bir tokat vurdum ki...” Resûlullah (s.a.) bunu bana çok gördü. Ben: “Ya Resûlallah (o halde) cariyeyi azad edeyim mi?” dedim. “Sen onu bana getir” buyurdu. Hemen onu (alıp) getirdim. Peygamber (s.a.v.) ona: “Allah nerededir?” diye sordu. Câriye: “Göktedir” dedi. Resûl-i Ekrem (s.a.v.): “Ben kimim?” dedi. Câriye: “Sen Allah’ın peygamberisin” cevabını verdi. Resûl-i Ekrem (s.a.v.): “Onu âzâd et, çünkü mü’mine bir kadındır” buyurdu.(Müslim,Mesacid,33)

 
Ehl-i Sünnet itikadında Allah’a mekân isnadı caiz değildir. O halde Resûlullah efendimiz (s.a.v.) “semada” diyen kadına neden bir şey dememiş ve onu mümine diye nitelendirmiştir?

 
Doğrudur, Allah’a mekan isnadı caiz değildir. Bu konuda alimlerin tavırları da bellidir. Câriye meselesine gelince, bir kısım ulema bunu olduğu gibi kabul etme, te’vil etmeme taraftandır. Diğer bir kısım ulema da bu tür müteşabihleri te’vil etmeye eğilimlidir. Onlara göre Allah’ın sıfatlan kendine layık olduğu şekil­de te’vil edilir. Buna kail olanlara göre;

 
a-Resûlullah (s.a.v.)’in cariyeye sorduğu suallerden murad, cariyeyi im­tihan etmek ve bir Allah’a inanıp inanmadığını anlamaktır. Câriye “Allah gök­tedir” deyince, Peygamber Efendimiz onun bir Allah’a inandığını anlamıştır. Bu sözden o cariyenin müslüman olduğu anlaşılmıştır. Gerçi sözün zahiri Allah’a cihet ve mekân ispatını gösteriyorsa da te’vil edilerek, “Semâ duanın kıblesidir. Nitekim Kabe de namaz kılanın kıblesidir. Binaenaleyh câriye bu sözle Allah’a cihet ve mekân isbatını kast etmemiş, duaların kıblesini kast etmiştir. Onun için de Resûlullah (s.a.v.) bu sözüyle onun müslüman olduğunu kabul etmiştir” de-nilir. Dua ederken elleri semaya yükseltiyoruz, namaz kılarken Kabeye dönüyoruz. Bunlar Allah’a mekan isnadı anlamına gelmemektedir.

 

b.Bu cariyenin “Allah göktedir” sözüyle Allah’ın kuvvet ve kudretinin makam ve şanının yüceliğini, müşriklerin tapındığı putlar gibi yerlerde ve insanların arasında ayaklar altında bulunamayacağını kast etmiş olması, Resûl-i Ekrem’in de cariyenin bu maksadını anladığı için onun mü’min bir kadın oldu­ğuna hükmettiği de düşünülebilir.Bunların yanında semayı “yücelik” manasında değerlendirenler de vardır.

 

Buna göre cariye Allah’ın yüceliğini vurgulamak istemiştir. Bir diğer yoruma göre de cariye cahiliye döneminde putlara tapıyordu. Cahiliyeden daha yeni çıkılmıştı. Resûlullah bu durumda olan biri için ilk planda “Allah’ın gökte oldu­ğunu” söylemesini yeterli görmüştü. Zira bu söylem onun putperestlikten uzak olduğunu gösteriyordu.

 

Yavuz Köktaş,Günümüz Hadis Tartışmaları

 
Devamını Oku »

Kendini bilme'den maksat nedir ?

Yunus Emre'nin mısrası:"İlim kendin bilmektir." "Kendini bilme"den maksat ne? Kendini bilmeyi,bir tabibin bilmesi anlamına çekersek,yani insanın anatomisini,fizyolojisini,bilmek anlamında kullanırsak,asıl önemli unsuru ihmal etmiş oluruz.Şüphesiz,tabibin bilgiside,hazım sahibi olanlar için faydalıdır.Ama "kendini bilme"den maksat,temelde,insanın "kul" olduğunu bilmesidir.Yoksa insanın vücudunda kaç kemik var,organları nelerden ibarettir ve bunların fonksiyonu nedir meselesi değil.Bütün bunlar,bilen kimseye faydalıdır.Yok eğer,ceset üzerindeki bilgi ,o bilgi sahibine insanın kul olduğunu unutturuyorsa,işte o bilgi o alimi bozucu bir amil oluyor demektir.

Kaldı ki,acaba hangi aklı başında bir tabib,ben insan vücudunu tümüyle tanıyorum diyebilir?

Her şeyiyle ortada olan insan vücudu hakkında tababetin bildiklerimi çok,bilmedikleri mi? Her bilinen ve öğrenilen yeni şey,yedeğinde ne kadar bilinmezide beraberinde getiriyor?Bu soruyu kavrayabilen kimsenin,aslında,ilmiyle mağrur olabilmesi,kibre düşebilmesi mümkün müdür?

Aslında ilim denilen vakıanın mücerret gayesi,insanın kendi nefsini beğenmekten alıkoyması,artı,ilimde derinleştikce, kendi hiçliğini,aczini daha derinden hissetmesine yol açmasıdır.

Kaynak:

Rasim Özdenören-Müslümanca Yaşamak
Devamını Oku »

İslam ve İnsan

İslâm, belli bir sosyal ilişkiyi veya belli bir zihnî olguyu esas alıp her şeyi bu ilişki veya bu olgu doğrultusuna indirgemiyor. Tersine kişiyi, insanı, evreni, oluşu hem kül halinde, hem ayrıntılarıyla kavrayabileceği bir “zihin aydınlığı”na ulaştırıyor.Bu düzlemde artık,ne delil varır,ne aklın müdahalesi.İnsan çıplak hakikati çıplak gözle görebilcek bir kavrama yeteneğine kavuşmuş olur.

İslam'ın vasat insanlar üzerinde ki etkisidir bu:her vasat insana üstün bir kavrayış yüksekliği kazandırmak..Bu kavrayış yeteneğinin pratik sonuçları gözle görülebilcek kadar açıktır:başkasının fark edemeyeceği görebilmek...Bu görüş,yalnız evren,insan,oluş hakkında değil,aynı zamanda toplumsal ilişkilerin mahiyeti,siyasal olayların seyri içinde geçerlidir.

Müslüman olmayanların,Müslüman olanlara karşı,nasıl bir tavır içinde bulunduğunu bilen Müslüman,onlara karşı kendi tavrını belirlerken yanılmaktan korunabilecek bir donanıma sahiptir.Böyle söylemekle Müslümanı idealize etmiyoruz.Ona ait basit bir gerçekliği dile getirmek istiyoruz.

Burada,şu soru akla gelebilir;Müslüman,böylesine üstün yetenekli donatılmışlar da,bugün kendisinin Müslüman olduğunu söyleyen milyonlarca insanın durumunu neyle,nasıl açıklayacaz?Bunun kabul edilebilir bir izhaı var:bugün Müslüman olduğunu söyleyen milyonlarca insan,aslında İslam'ın hakikatinden uzak bir hayat sürmektedir.İslam'ın insana bağışladığı yetenek;çilesiz,emeksiz elde edilemez.Biz İslam'a onun içinden kavramaya çalışarak yaklaştıkça,görüşümüze ''bedahat hissi'' de yerleşecektir.Müslüman'ın bugünkü hali,onun İslam'dan uzak düşmesiyle açıklanabilir.Ama bu açıklamayı anlayabilmek için bile İslam'ı anlamış olmak gerekmektedir.

Kaynak:

Rasim Özdenören-Müslümanca Yaşamak
Devamını Oku »

İslam'dan Taviz Vermemek

Dinin sahibi ve koruyucusu Allahtır.Fakat onun emaneti Müslümanların üzerinedir.Halen yeryüzünde yaşayan Müslümanlar bu emaneti ''ehliyet''le koruyabiliyor mu?

Kendine Müslümanım diyen insanın davranışa bakarak bir kanıya varacak olursak, bu hususta sanırım iç açıcı bir sonuca ulaşmamız mümkün olmaz. Emaneti yüklenmiş görünen insanın davranışı, kendisi bilsin yada bilmesin hıyanetle suçlanabilir. Islâm'dan taviz vermeye yelteniyorsa, yapılan bu işe başka hangi ad verilebilir?

Kuşkusuz, verilen taviz için mazeret de dermeyan edilebilir. Nitekim edilmektedir. Bu mazeretler zımnında "zaman"a atıfta bulunulmaktadır: "Zaman öyle gerektiriyor, onun için böyle yapıyoruz" deniyor. Vebali samana yüklemekle iki kat sorum yüklendiklerininse farkında değiller.

Islam, Allah'ın indirdiği ve kabul ettiği tek din olarak, başka hiçbir dünya görüşüyle, başka hiçbir fikirle amelle uzlaşmaya girmeye muhtaç değildir. O, kendi başına, insanın ihtiyacını karşılamaya muktedirdir. Bu bakımdan, zaaf İslâm'da değil, fakat onu yüklendiğini söyleyen insandadır. Aslında insan, tanımının gerektirdiği davranış manzumesini hayatına geçirdiği an, dinden taviz vermesine gerek olmadığını kendiliğinden kavrayabilir.

Burada şu hususu vurgulamakta yarar var Müslümanın taviz vermesi, onun uzlaşmasız, katı bir insan olduğu anlamına gelmez. Taviz verilmeyecek husus, dinin hükümlerine ilişkin alandadır. Dinin hükümlerinden taviz vermeksizin küfürle mütarekeye girmek sulh akdetmek ayrı bir şeydir.

Halen kendine Mûslümanım diyen bazı insanların kafası çağdaş putlarla donatılmıştır. Günümüzde, “ortalama" her Müslüman bu putlardan birini bir bahane olarak kullanıp İslâm'ın hükmünden kaçabilmenin "yolunu" bulabilmektedir. O kadar ki, Islâm'dan taviz vererek İslâm yolunda mücadele yürüttüğünü zannedenlere bile rastlanmaktadır. Bu duruma İslâmî siyaset demek şöyle dursun, ortada tavizden bile fazla bir şey bulunmaktadır. Burada açıkça küfrün tuzağına düşmek, onun oyununa gelmek söz konusudur.

Kaynak:

Rasim Özdenören - Müslümanca yaşamak
Devamını Oku »

Din nasihattir

"Din nasihattir" diyen bir Peygamberin salikleri bu gün: "Benim nasihata karnım tok" diyorsa nasihatin, yüreğin ve kafanın dışında bir yere hitap ettiğini sanmaya başlamış demektir. İnsanın yapmadığı şeyi söylemesi nasihat değildir, ahkâm kesmedir.

Nasihatin belki kelama bile ihtiyacı yok. Müminin hali örnek teşkil ediyorsa, bundan daha güzel bir nasihat düşünülebilir mi? Öyle olduğu için boyuna bilenler susmuş, bilmeyenler konuşmuş, ahkâm kesmiştir.
Bir yerde, kelam da, sahip olmadığımız şeyler üzerinde tasarrufa yeltenme aleti olarak kullanılıyor. Sahip olmadığımız şeyler üzerinde tasarrufa yeltenmemiz. bize, Renklerden geçme bir alışkanlık. Yiyemeyeceği şeyleri toplamak, yapmadığı şeyleri söylemek birer Frenk âdetidir. Frenklerin başkaca ahlâkî anlayış ve tavırlarının yanında bu âdetlerini de benimsediğimizden bu yana, kelam entelektüel hevesimizin tatmin aracı haline gelmiş. Batı âleminde bu işin "ciddi" plandaki uygulaması felsefe sahasında görülüyor.

Eskiden, eğitimin başlangıcında insanlara susması öğütlenirmiş: lüzumsuz konuşmamak, kelime israf etmemek... Öyle ki, anlayamadığı sözleri bile hemen sormaması, beklemesi, ilkin anlayamadığı şeylerin üzerin¬de kendi kendine düşünmesi salık verilirmiş. Soru arkadan gelirmiş. Bu eğitim tarzının insanları gevezelikten koruduğunu söylemeye gerek yok. Bugünse, özellikle Amerikan tarzı eğitim, çocukları durmadan soru sormaya, neticede geveze olmaya yönlendiriyor.

Eskiden ariflerin meclisinde kelamsız sohbet olur-muş. Bu sohbetlerde, herkes kendi kabının dolduracağı kadarını alıp gidermiş.

Bu bir "hal"dir elbet. Günümüzün gevezeliklerine alışmış olanlara fazla bir şey söylemeyebilir. Tamamen anlaşılmadan da kalabilir. Ama kendimizi zihin cambazlığına, gevezeliğe kaptırmadan düşünebilirsek, kelamsız sohbetlerin, "hal" ile yapılan nasihatlerin zevkine varılabileceğini umuyorum.

Kaynak:

Rasim Özdenören-Müslümanca Yaşamak
Devamını Oku »

Kaynaklara İnelim İddiası Hakkında

Kaynak Meselesi

Bugün “kaynaklara inelim” diye tutturan bazı iyi niyetli, fakat bilgi bakımından yetersiz Müslümanlarla karşılaşıyoruz.
Kaynaklara inmek için Kuran-ı Kerim’i veya hadisi şerifleri tercümelerinden okuyabilmek yetmez. Hatta asıllarından okuyabilmek de yetmez. Lisan, çünkü gerekli, hatta elzem bir şart olmakla beraber yeterli değildir. Bunun yanında, islâm fıkhı üzerinde ciddi bir eğitim ve öğretim de gereklidir. Fıkıh değil yalnız, İslâm tarihini de (özellikle Asr-ı Saadeti) bilmeli. Ayrıca kitaplarda belirtilen bazı “teknik şartları” hiç söz konusu etmiyorum. İçtihat yapıyorum diyen insan bütün bu bilgilerle, bütün bu niteliklerle donanmış olmalıdır. Gerçi, bu kadar bilgiyle, nitelikle donanmış biri de içtihad yapalım diye meydanlara düşmez, diyeceksiniz. Orası öyle. Çünkü bu niteliklere sahip biri, kendisinin içtihadının sorulduğu hemen her hususta, geçmiş Ehl-i Sünnet ve Cemaat müçtehitlerinin görüşünü bildirerek meselinizi bu yoldan halledecek, hatta belki de yeni bir içtihat yapmasına lüzum kalmayacaktır.

Bu gün müçtehit olmaya, kaynaklara dönmeye heves edenlerimizin bilmedikleri, asıl, o, vaktiyle yapılmış olan içtihatlardır. Kaynaklara dönmekten murad, Ehl-i Sünnet ve Cemaat imamlarının içtihatlarını, görüşlerini öğrenmek, ona göre amel etmekse, buna zaten kimse bir şey demiyor. Tersine, biz de bunlara amel etmekten bahsediyoruz. Yok, eğer kaynaklara dönmekle, Kuran’dan ve hadislerden biz kendimize göre anlamlar çıkarıp, kendi çıkardığımız anlamlara göre amel edelim denilmek isteniyorsa, bu iddia sahibine ben, ancak, çok cesursun diyebilirim.

 
----------------------------
 

Bir müçtehit içtihadında mutlaka isabet ettirir, diye bir kaide yok. İnsandır, isabet de ettirebilir, yanılabilir de. Fakat Cenab-ı Allah insanları içtihada teşvik için içtihadında yanılan kimseye de bir sevap vaat ediyor, isabet ettirirse iki sevap... Fakat içtihat yerine safsata yapanlara herhangi bir vaatte bulunulmamış.

Kaynaklara dönelim diye ahkâm kesenler, ilkin, kaynakların neler okluğunu, kaynaklara nasıl yaklaşılacağını, hatta Arapçadan da önce kendi dilini, Türkçeyi, Türkçedeki eserleri öğrenmesi gerektiğini öğrenmelidir.

Bu sözlerimiz, kendini müçtehit sananlara belki ağır gelebilir. Ama ilkin kendi nefsimizi izzetlemekten vazgeçmeyi deneyerek böyle bir işe başlamalıyız, diye düşünüyorum. Allah katında bizim nefislerimizin hor, hakir, zelil, aciz olduğunu idrak etmek bu işin elif- ba'sından da önce gelir. Yoksa nefsimi, "Müslüman nefsimi" hakaretten koruyacağım diye başlarsak, nefs putuna tapınmaya başlarız da haberimiz bile olmaz. Bakınız ne diyor bir hikmet ehli: "Nefsi kendisine iyi görünene, dini çirkin görünür.”

Kaynak:

Rasim Özdenören-Müslümanca yaşamak
Devamını Oku »

Bedava Müslümanlık

Günümüzde öyle bir anlayış yer etmiş ki, bu kadar basit, formaliteden, kayıttan azade, hatta "bedavadan" Müslüman olabilme durumu, çok kimsenin kafasında Müslüman olmanın gerektirdiği sonuçların da bu kadar "bedava" olduğu yolunda bir izlenim doğurmaktadır.

Kimse, örneğin masonların karışık ayinlerine dayalı prosedüründen geçilerek Müslüman yapılmadığı için, Müslüman olmanın sonuçlan hakkında da, günümüze mahsus özellikler dairesinde onun sonuçlarına katlanmak zorunda hissetmiyor kendini.

Bu yüzdendir ki, Müslüman olmanın doğurduğu sonuçlardan bahseden birine karşı "bir sen misin Müslüman olan, biz de Müslümanız" gibisinden bir itirazla yaklaşılabilmektedir.

Anadan, babadan hiçbir külfete katlanmadan, en küçük bir zahmet ve çile çekmeden İslâm'ı tevarüs ederek Müslüman olduğunu söyleyen günümüz insanı, Müslüman olmanın gerektirdiği sonuçların da bu kadar zahmetsiz olduğunu düşünebilmektedir. Çünkü o, "Ben Müslümanım" dediği anda, "feriştah" gelse bu sıfatı elinden alamaz! Aslında bunlar, "yurttaş" olmanın hükümleriyle Müslüman olmanın hükümlerini birbirine karıştırmaktadırlar. Özellikle, Müslümanların, İslâm'ın öngördüğü müeyyidelerden mahrum bir hayat geçirdiği ortamlarda, söz konusu karıştırmalar içinden çıkılmaz haller almaktadır.

Kaynak:

Rasim Özdenören-Müslümanca Yaşamak
Devamını Oku »

Anarşist

Anarşist ne sadece cemiyette, ne sadece, devlette, ne sanatta, ne de yalnız düşünüştedir. O insanın en derin tabakalarında barınır; oradan çıkar, her yere nüfuz eder;hepimize hadiselerin bin bir çeşit cilvesi içerisinde çehresini gösterir,bizi anarşist yapar.

Anarşist komünist olur, devlet nizamını bozar; sanata saldırır,ve znı, uslûbu yok eder. Düşünceye musallat olur, her fikri bozuk, her düşünüşü sakat gösterir. Vicdana hücum eder, her hareketi fena, her akıbeti bozuk gösterir. Anarşist, dünya nizâmını bozduğu kadar ve ondan önce içimizdeki nizâmı bozan adamdır. O, her çehreyc bürünür. Amele olur, hayattan, dünyadan şikâyetçidir. Muallim olur, gençlikten şikayetçidir. İnsan olur, vicdandan, insandan şikayetçidır. Hâkim olur,iz’ andan şikâyetçidir. Nerede ve ne meslekte olursa olsun onun halı, onun lütfü, onun eseri, dâima yıkıcı olmaktır. Küçüktür, tehdit eder; büyük adamdır, ithamcı olur. Şekilde din­dardır, bedduacı inkılâpçıdır, yıkar ve ezer. Halde yaşar, kavi­dir, alimdir. Yine de öyle iken içimize ızdırap vesilesidir. Hatırlanması, huzuru, inayeti. merhameti bile bize cefâdır. Tarihe karışmıştır, âlim alkışlar, âlem öğünür, yine de öyle iken yâd ı kalplere ma tem teşkil eden bir ağırlıktır, bir zulümdür.

Dindar görünür, ebedîliğin temaşasını karartır; âlemi insana zindan, insanı âleme düşman yapar; imanı insana düşman yapar Mezhepler ayırır, zümrelere kumanda edip zaferler temin eder. Destanlar yaratır.

Anarşist etrafınızda dolaşır, karşınızda olur veya kendi içınize girer. Lâkın etrafınızda dolaşanla dosdoğru karşınızda duran, size kendi içinizde harman kadar tehlikeli düşman değildir. Onlarla mü­cadele mümkün, bazan çok kolaydır. Kararlar, kanunlar, elde taşınan kuvvetler dışındaki anarşisti mağlup etmeye kâfi gelebilirler. Lâkin içinizdeki anarşist öyle değildir. O hâkimdir, hükümler yıkar, o mürebbîdır, vicdanları viran eder; o kadındır, evler yıkar; o nihayet bizdeki zulümdür, gururdan ve gafletten ibaret kendi kendimize zulumdur, kendimizi mahvederiz. Şuur olduk, mantığı çiğnedik, himayeye sarıldık, huzuru telef ettik; irade olduk, âlemden intikam alıyoruz.Anarşizm,her taraflı bir kılınçtır.

Dost olur, düşmanı imha eder,düşman olur,dostu imha eder.Dindar olur,dinsize saldırır;dinsiz olur,dindara saldırır.onun işi imhadır, yıkmaktır. O arzın sahibinin, gerçek iradesinin düşmanıdır. Onla tatmin ile nihayet bulmuş, sonsuz bir düşmanlık iradesi vardır O. dostluğunda da düşmandır, lütfunda da düşmandır,lütfun da düşmandır ilminde de düşmandır, aşkında da düşmandır ve onun düşmanlığı er geç hayatiyle olgunlaşarak hayat sahnemize fırlar hükmünü hissimizden alır, en sonunda kendini de imha eder. Anarşist zengindir, teşebbüs sahibidir. Onun serveti ve teşebbüsü günün birinde bizim sefaletimizin sebebi olacaktır. Anarşist muktedirdir. Onun iktidarı bir gün gelecek bizim sefaletlerimizi hazırlayacaktır. Anarşist âlimdir, ilmi bir gün gelip zulmü tesis edecektir .Anarşist bizim dostumuzdur, elimizi sıkar ve sıkarken “sen benden daha bahtiyar mısın?" diye içinden titrediğini duyarız. Anarşist sev­gisinde bile ithamkar konuşur, nutkunda kendini haklı safında, sizi haksız safında durdurup utandırır. Otoritesinden üstünlük taşar. Onun fazileti ,sizin vazifenizi yapamadığınızı azametle ortaya ko­yup sızı meyus etmektir. Mukayeseler yapıp sizi içinizde çürütmek­tir Vakarıyla vicdanlarda kuyular kazıp çukurlar açmaktan hoşla­nır. Ahlâk telkin ettiği yerde sizi şeytanlaştırmaktan zevk alır. Vic­danını aştıgı anda sızın ruhunuzu karanlıklara gömebilmek sanatı­na sahiptir. Ahlâkı ıttıham, vicdanı ise ancak kendine mahsus erişil­mez bir zirve yapar.

Bizi bize musallat eden anarşist nerede barınıyor? Neremizden fışkırıyor? İşte bütün bizden; yalnızlıktan kurtulamıyan bizden. Şu bedbaht vücut kafesinde barınıyor. O, bu dar kafesin ilk ve asıl sa­kım olan ihtiraslarımızdır. Bazılarının affedilmez bir gafletle hürdür dediği hoyrat ihtiraslarımızda barınmaktadır; onlardan fışkırır.

Göze, kulağa, ele, ayağa, kana ve tenimize sarılır; onlarla birlikte arza yayılmak ister, işte size hayat içinde yalnız olarak sahneye atılan insanın çehresi. Anarşist işte bu adamdır.

Kaynak:

Nurettin Topçu-Kültür ve Medeniyet
Devamını Oku »

Kader İle İnsan

Kader,ruhun huzurunu bulmasıdır. Gerçeğin olduğu gibi tanınmasıdır ka nunda kaderi okumak kabildir. Kadere tam imanı olmayan, kader sırrına kemâl halinde ermeyen insan, akan bir suya, hatta rüzgarla kımıldanan bir yaprağa bakarken onların dilini anlamaz, tabiatın tam sevgisine varamaz, varlığın sevgisinde selâmeti bulmaz. Onlar bedbaht ruhlardır. Eşyayı kader gözüyle görmeyenler varlığın sı­ğındığı Allah’ı anlayamazlar. Kaderde Tanrı kuvvetini görmeyen­ler yıldızlan sabun köpüğünden yapılmış birer balon zanneden şaş­kınlara benzerler. Kader, insanı ve eşyayı idare eden aynı cevherdir.Kader ile insan iradesinin çatışma halinde olduğunu söyleyenler, kanun ve hürriyetin çatıştığını zannedenler gibi gafildirler. İhyanın ve olayların olduklarından başka türlü de olabileceklerini düşünmek, varlıkla yokluğu bir tutmaktır.

Kader, Allah emridir. Kaderi tanımamak, Allah'ın kainata hakimeyetini tanımamaktır, insan hareketlerinden başka bütün kainat­ta tabiat kanunları halinde Allah'ın emrini tanıyıp da insan hareketlerinde onu inkâr etmek, insanın kibrinden başka bir şey olmayan şaşkınlığıdır. Dağların, tepelerin veya bir küçük yaprağın niçin başka türlü değil de böyle yapılmış olmasını hiçbir insanın esen saymı­yoruz da kendi hareketlerimizin sahibi, hâkimi, yapıcısı ve değişti­ricisi bizmişiz gibi düşünüyoruz. Bunun sebebi bir damladan çıka­rak bir avuç toprağa kavuşan varlığımızın başka bir kudret tarafın­dan sürüklenip götürüldüğünü düşünemeyen, buna tahammül ede­meyen kibrimizin galebesidir. İnsan kibrin heykelidir. Aklını kullanan insan, kâinatın bir sahibi olduğuna inanabiliyor.

Kaynak:

Nurettin Topçu-Kültür ve Medeniyet
Devamını Oku »