Din nasihattir

"Din nasihattir" diyen bir Peygamberin salikleri bu gün: "Benim nasihata karnım tok" diyorsa nasihatin, yüreğin ve kafanın dışında bir yere hitap ettiğini sanmaya başlamış demektir. İnsanın yapmadığı şeyi söylemesi nasihat değildir, ahkâm kesmedir.

Nasihatin belki kelama bile ihtiyacı yok. Müminin hali örnek teşkil ediyorsa, bundan daha güzel bir nasihat düşünülebilir mi? Öyle olduğu için boyuna bilenler susmuş, bilmeyenler konuşmuş, ahkâm kesmiştir.
Bir yerde, kelam da, sahip olmadığımız şeyler üzerinde tasarrufa yeltenme aleti olarak kullanılıyor. Sahip olmadığımız şeyler üzerinde tasarrufa yeltenmemiz. bize, Renklerden geçme bir alışkanlık. Yiyemeyeceği şeyleri toplamak, yapmadığı şeyleri söylemek birer Frenk âdetidir. Frenklerin başkaca ahlâkî anlayış ve tavırlarının yanında bu âdetlerini de benimsediğimizden bu yana, kelam entelektüel hevesimizin tatmin aracı haline gelmiş. Batı âleminde bu işin "ciddi" plandaki uygulaması felsefe sahasında görülüyor.

Eskiden, eğitimin başlangıcında insanlara susması öğütlenirmiş: lüzumsuz konuşmamak, kelime israf etmemek... Öyle ki, anlayamadığı sözleri bile hemen sormaması, beklemesi, ilkin anlayamadığı şeylerin üzerin¬de kendi kendine düşünmesi salık verilirmiş. Soru arkadan gelirmiş. Bu eğitim tarzının insanları gevezelikten koruduğunu söylemeye gerek yok. Bugünse, özellikle Amerikan tarzı eğitim, çocukları durmadan soru sormaya, neticede geveze olmaya yönlendiriyor.

Eskiden ariflerin meclisinde kelamsız sohbet olur-muş. Bu sohbetlerde, herkes kendi kabının dolduracağı kadarını alıp gidermiş.

Bu bir "hal"dir elbet. Günümüzün gevezeliklerine alışmış olanlara fazla bir şey söylemeyebilir. Tamamen anlaşılmadan da kalabilir. Ama kendimizi zihin cambazlığına, gevezeliğe kaptırmadan düşünebilirsek, kelamsız sohbetlerin, "hal" ile yapılan nasihatlerin zevkine varılabileceğini umuyorum.

Kaynak:

Rasim Özdenören-Müslümanca Yaşamak
Devamını Oku »

Kaynaklara İnelim İddiası Hakkında

Kaynak Meselesi

Bugün “kaynaklara inelim” diye tutturan bazı iyi niyetli, fakat bilgi bakımından yetersiz Müslümanlarla karşılaşıyoruz.
Kaynaklara inmek için Kuran-ı Kerim’i veya hadisi şerifleri tercümelerinden okuyabilmek yetmez. Hatta asıllarından okuyabilmek de yetmez. Lisan, çünkü gerekli, hatta elzem bir şart olmakla beraber yeterli değildir. Bunun yanında, islâm fıkhı üzerinde ciddi bir eğitim ve öğretim de gereklidir. Fıkıh değil yalnız, İslâm tarihini de (özellikle Asr-ı Saadeti) bilmeli. Ayrıca kitaplarda belirtilen bazı “teknik şartları” hiç söz konusu etmiyorum. İçtihat yapıyorum diyen insan bütün bu bilgilerle, bütün bu niteliklerle donanmış olmalıdır. Gerçi, bu kadar bilgiyle, nitelikle donanmış biri de içtihad yapalım diye meydanlara düşmez, diyeceksiniz. Orası öyle. Çünkü bu niteliklere sahip biri, kendisinin içtihadının sorulduğu hemen her hususta, geçmiş Ehl-i Sünnet ve Cemaat müçtehitlerinin görüşünü bildirerek meselinizi bu yoldan halledecek, hatta belki de yeni bir içtihat yapmasına lüzum kalmayacaktır.

Bu gün müçtehit olmaya, kaynaklara dönmeye heves edenlerimizin bilmedikleri, asıl, o, vaktiyle yapılmış olan içtihatlardır. Kaynaklara dönmekten murad, Ehl-i Sünnet ve Cemaat imamlarının içtihatlarını, görüşlerini öğrenmek, ona göre amel etmekse, buna zaten kimse bir şey demiyor. Tersine, biz de bunlara amel etmekten bahsediyoruz. Yok, eğer kaynaklara dönmekle, Kuran’dan ve hadislerden biz kendimize göre anlamlar çıkarıp, kendi çıkardığımız anlamlara göre amel edelim denilmek isteniyorsa, bu iddia sahibine ben, ancak, çok cesursun diyebilirim.

 
----------------------------
 

Bir müçtehit içtihadında mutlaka isabet ettirir, diye bir kaide yok. İnsandır, isabet de ettirebilir, yanılabilir de. Fakat Cenab-ı Allah insanları içtihada teşvik için içtihadında yanılan kimseye de bir sevap vaat ediyor, isabet ettirirse iki sevap... Fakat içtihat yerine safsata yapanlara herhangi bir vaatte bulunulmamış.

Kaynaklara dönelim diye ahkâm kesenler, ilkin, kaynakların neler okluğunu, kaynaklara nasıl yaklaşılacağını, hatta Arapçadan da önce kendi dilini, Türkçeyi, Türkçedeki eserleri öğrenmesi gerektiğini öğrenmelidir.

Bu sözlerimiz, kendini müçtehit sananlara belki ağır gelebilir. Ama ilkin kendi nefsimizi izzetlemekten vazgeçmeyi deneyerek böyle bir işe başlamalıyız, diye düşünüyorum. Allah katında bizim nefislerimizin hor, hakir, zelil, aciz olduğunu idrak etmek bu işin elif- ba'sından da önce gelir. Yoksa nefsimi, "Müslüman nefsimi" hakaretten koruyacağım diye başlarsak, nefs putuna tapınmaya başlarız da haberimiz bile olmaz. Bakınız ne diyor bir hikmet ehli: "Nefsi kendisine iyi görünene, dini çirkin görünür.”

Kaynak:

Rasim Özdenören-Müslümanca yaşamak
Devamını Oku »

Bedava Müslümanlık

Günümüzde öyle bir anlayış yer etmiş ki, bu kadar basit, formaliteden, kayıttan azade, hatta "bedavadan" Müslüman olabilme durumu, çok kimsenin kafasında Müslüman olmanın gerektirdiği sonuçların da bu kadar "bedava" olduğu yolunda bir izlenim doğurmaktadır.

Kimse, örneğin masonların karışık ayinlerine dayalı prosedüründen geçilerek Müslüman yapılmadığı için, Müslüman olmanın sonuçlan hakkında da, günümüze mahsus özellikler dairesinde onun sonuçlarına katlanmak zorunda hissetmiyor kendini.

Bu yüzdendir ki, Müslüman olmanın doğurduğu sonuçlardan bahseden birine karşı "bir sen misin Müslüman olan, biz de Müslümanız" gibisinden bir itirazla yaklaşılabilmektedir.

Anadan, babadan hiçbir külfete katlanmadan, en küçük bir zahmet ve çile çekmeden İslâm'ı tevarüs ederek Müslüman olduğunu söyleyen günümüz insanı, Müslüman olmanın gerektirdiği sonuçların da bu kadar zahmetsiz olduğunu düşünebilmektedir. Çünkü o, "Ben Müslümanım" dediği anda, "feriştah" gelse bu sıfatı elinden alamaz! Aslında bunlar, "yurttaş" olmanın hükümleriyle Müslüman olmanın hükümlerini birbirine karıştırmaktadırlar. Özellikle, Müslümanların, İslâm'ın öngördüğü müeyyidelerden mahrum bir hayat geçirdiği ortamlarda, söz konusu karıştırmalar içinden çıkılmaz haller almaktadır.

Kaynak:

Rasim Özdenören-Müslümanca Yaşamak
Devamını Oku »

Anarşist

Anarşist ne sadece cemiyette, ne sadece, devlette, ne sanatta, ne de yalnız düşünüştedir. O insanın en derin tabakalarında barınır; oradan çıkar, her yere nüfuz eder;hepimize hadiselerin bin bir çeşit cilvesi içerisinde çehresini gösterir,bizi anarşist yapar.

Anarşist komünist olur, devlet nizamını bozar; sanata saldırır,ve znı, uslûbu yok eder. Düşünceye musallat olur, her fikri bozuk, her düşünüşü sakat gösterir. Vicdana hücum eder, her hareketi fena, her akıbeti bozuk gösterir. Anarşist, dünya nizâmını bozduğu kadar ve ondan önce içimizdeki nizâmı bozan adamdır. O, her çehreyc bürünür. Amele olur, hayattan, dünyadan şikâyetçidir. Muallim olur, gençlikten şikayetçidir. İnsan olur, vicdandan, insandan şikayetçidır. Hâkim olur,iz’ andan şikâyetçidir. Nerede ve ne meslekte olursa olsun onun halı, onun lütfü, onun eseri, dâima yıkıcı olmaktır. Küçüktür, tehdit eder; büyük adamdır, ithamcı olur. Şekilde din­dardır, bedduacı inkılâpçıdır, yıkar ve ezer. Halde yaşar, kavi­dir, alimdir. Yine de öyle iken içimize ızdırap vesilesidir. Hatırlanması, huzuru, inayeti. merhameti bile bize cefâdır. Tarihe karışmıştır, âlim alkışlar, âlem öğünür, yine de öyle iken yâd ı kalplere ma tem teşkil eden bir ağırlıktır, bir zulümdür.

Dindar görünür, ebedîliğin temaşasını karartır; âlemi insana zindan, insanı âleme düşman yapar; imanı insana düşman yapar Mezhepler ayırır, zümrelere kumanda edip zaferler temin eder. Destanlar yaratır.

Anarşist etrafınızda dolaşır, karşınızda olur veya kendi içınize girer. Lâkın etrafınızda dolaşanla dosdoğru karşınızda duran, size kendi içinizde harman kadar tehlikeli düşman değildir. Onlarla mü­cadele mümkün, bazan çok kolaydır. Kararlar, kanunlar, elde taşınan kuvvetler dışındaki anarşisti mağlup etmeye kâfi gelebilirler. Lâkin içinizdeki anarşist öyle değildir. O hâkimdir, hükümler yıkar, o mürebbîdır, vicdanları viran eder; o kadındır, evler yıkar; o nihayet bizdeki zulümdür, gururdan ve gafletten ibaret kendi kendimize zulumdur, kendimizi mahvederiz. Şuur olduk, mantığı çiğnedik, himayeye sarıldık, huzuru telef ettik; irade olduk, âlemden intikam alıyoruz.Anarşizm,her taraflı bir kılınçtır.

Dost olur, düşmanı imha eder,düşman olur,dostu imha eder.Dindar olur,dinsize saldırır;dinsiz olur,dindara saldırır.onun işi imhadır, yıkmaktır. O arzın sahibinin, gerçek iradesinin düşmanıdır. Onla tatmin ile nihayet bulmuş, sonsuz bir düşmanlık iradesi vardır O. dostluğunda da düşmandır, lütfunda da düşmandır,lütfun da düşmandır ilminde de düşmandır, aşkında da düşmandır ve onun düşmanlığı er geç hayatiyle olgunlaşarak hayat sahnemize fırlar hükmünü hissimizden alır, en sonunda kendini de imha eder. Anarşist zengindir, teşebbüs sahibidir. Onun serveti ve teşebbüsü günün birinde bizim sefaletimizin sebebi olacaktır. Anarşist muktedirdir. Onun iktidarı bir gün gelecek bizim sefaletlerimizi hazırlayacaktır. Anarşist âlimdir, ilmi bir gün gelip zulmü tesis edecektir .Anarşist bizim dostumuzdur, elimizi sıkar ve sıkarken “sen benden daha bahtiyar mısın?" diye içinden titrediğini duyarız. Anarşist sev­gisinde bile ithamkar konuşur, nutkunda kendini haklı safında, sizi haksız safında durdurup utandırır. Otoritesinden üstünlük taşar. Onun fazileti ,sizin vazifenizi yapamadığınızı azametle ortaya ko­yup sızı meyus etmektir. Mukayeseler yapıp sizi içinizde çürütmek­tir Vakarıyla vicdanlarda kuyular kazıp çukurlar açmaktan hoşla­nır. Ahlâk telkin ettiği yerde sizi şeytanlaştırmaktan zevk alır. Vic­danını aştıgı anda sızın ruhunuzu karanlıklara gömebilmek sanatı­na sahiptir. Ahlâkı ıttıham, vicdanı ise ancak kendine mahsus erişil­mez bir zirve yapar.

Bizi bize musallat eden anarşist nerede barınıyor? Neremizden fışkırıyor? İşte bütün bizden; yalnızlıktan kurtulamıyan bizden. Şu bedbaht vücut kafesinde barınıyor. O, bu dar kafesin ilk ve asıl sa­kım olan ihtiraslarımızdır. Bazılarının affedilmez bir gafletle hürdür dediği hoyrat ihtiraslarımızda barınmaktadır; onlardan fışkırır.

Göze, kulağa, ele, ayağa, kana ve tenimize sarılır; onlarla birlikte arza yayılmak ister, işte size hayat içinde yalnız olarak sahneye atılan insanın çehresi. Anarşist işte bu adamdır.

Kaynak:

Nurettin Topçu-Kültür ve Medeniyet
Devamını Oku »

Kader İle İnsan

Kader,ruhun huzurunu bulmasıdır. Gerçeğin olduğu gibi tanınmasıdır ka nunda kaderi okumak kabildir. Kadere tam imanı olmayan, kader sırrına kemâl halinde ermeyen insan, akan bir suya, hatta rüzgarla kımıldanan bir yaprağa bakarken onların dilini anlamaz, tabiatın tam sevgisine varamaz, varlığın sevgisinde selâmeti bulmaz. Onlar bedbaht ruhlardır. Eşyayı kader gözüyle görmeyenler varlığın sı­ğındığı Allah’ı anlayamazlar. Kaderde Tanrı kuvvetini görmeyen­ler yıldızlan sabun köpüğünden yapılmış birer balon zanneden şaş­kınlara benzerler. Kader, insanı ve eşyayı idare eden aynı cevherdir.Kader ile insan iradesinin çatışma halinde olduğunu söyleyenler, kanun ve hürriyetin çatıştığını zannedenler gibi gafildirler. İhyanın ve olayların olduklarından başka türlü de olabileceklerini düşünmek, varlıkla yokluğu bir tutmaktır.

Kader, Allah emridir. Kaderi tanımamak, Allah'ın kainata hakimeyetini tanımamaktır, insan hareketlerinden başka bütün kainat­ta tabiat kanunları halinde Allah'ın emrini tanıyıp da insan hareketlerinde onu inkâr etmek, insanın kibrinden başka bir şey olmayan şaşkınlığıdır. Dağların, tepelerin veya bir küçük yaprağın niçin başka türlü değil de böyle yapılmış olmasını hiçbir insanın esen saymı­yoruz da kendi hareketlerimizin sahibi, hâkimi, yapıcısı ve değişti­ricisi bizmişiz gibi düşünüyoruz. Bunun sebebi bir damladan çıka­rak bir avuç toprağa kavuşan varlığımızın başka bir kudret tarafın­dan sürüklenip götürüldüğünü düşünemeyen, buna tahammül ede­meyen kibrimizin galebesidir. İnsan kibrin heykelidir. Aklını kullanan insan, kâinatın bir sahibi olduğuna inanabiliyor.

Kaynak:

Nurettin Topçu-Kültür ve Medeniyet
Devamını Oku »

Din

Toplum içinde dinin yaptığı iş, ruhlar için kuvvet kaynağı olmaktır. İnsanlara birtakım bilgiler sağlamak değildir. Dinî bilgi­ler, ruh kuvvetini kazanmanın yollarını öğretir. Bunlar, evrene ait açıklamalar olmayıp insanın iç hayatına düzen ve değer sunucu bilgilerdir. Din, insanlar için bilgi kaynağı değildir, kuvvet kaynağıdır. Buna örnek olarak intihar olayını alalım. Geçen asrın son- I larında Fransa'nın iki şehrinde yapılan istatistikler, dinî inançları zayıflatan öğretimin ilerlemesiyle intiharların da arttığını göster­mektedir. Eskimolar arasında yapılan araştırmalarda, toplu ola­rak dinî merasimlerle geçirilen kış mevsiminde intihar sayısının azaldığı, av yapmakla dağınık geçirilen yazın intiharların çoğal­dığı görülür. Bu gözlemler, dinî inançların, ruhu kuvvetlendirme yoluyla intihan önlediğini ortaya koymaktadır. Yalnız intihar değil, bütün ahlâk dışı haller, ruhun zayıflamasından doğarlar. Hırsızlık yapan, çok defa yoksulluğa dayanamayan zayıf ruhlu insandır. Kazanç yolunda dostluklara kıyan, başkalarının üstün varlığına tahammül edemeyen haset sahibidir. Zalimin zulmü, ruh kuvveti olmayan kişinin korkusundandır: Ya kendini koruya­mamak veyahut da etrafında kendinden başka ve kendine üstün Ikuvvetlerin bulunması korkusundan.

Yılan kendini korumak için saldırır. Toplum düzenini bozma  yoluyla anarşi çıkaranlar veya zalim hükümdarlar, etraflarında kendilerinden başka ve kendilerinden üstün kuvvetleri yaşatma­mak için saldırırlar ve zulüm yaparlar. Ruhu kuvvetli olmayanlar, kendilerine bir kötülük, bir hakaret yapılırsa bunu ellerinden gelen bir kötülükle karşılarlar. Ruhu kuvvetli olanlarsa, kendile­rine yapılan fenalığı affeder ve bunu yapan insanı kötülüğünden kurtarmaya çalışırlar. İntikam almazlar, yapılan fenalığı iyilikle karşılarlar.

Buna millî tarihimizden pek çok örnekler verebiliriz: Fatih Sultan Mehmet İstanbul’u aldıktan sonra bu şehrin Rum halkına çok iyi davrandı. Onlara imtiyazlar verdi. Dileklerini benimsedi ve onları bazı vergilerden affetti. Bu büyüklüğün karşısında! Rumlar onu çok sevdiler. Daha fethin ikinci yıllarında Türkleri İstanbul’dan çıkarmak ve Bizans’ı kurtarmak için, Avrupa'da Paris şehri etrafında Hıristiyan milletlerin katıldığı bir Haçlı ordusu hazırlanıyordu. Bundan Türk sultanı telâşlanmadı. Çünkü o  af yolu ile Bizanslıların kalbini kazanmıştı. İstanbul’dan Paris'e koşup giden bir piskoposlar (papazlar) heyeti, Haçlıları, şu sözlerle şaşırttılar ve emellerinden vaz geçirdiler:

- Sakın bizi kurtarmak için Türklerle harbe gelmeyin. Bizi karşınızda bulursunuz. Biz Türk padişahı ile çok iyi anlaştık. Onunla yaşamak istiyoruz.

Bu olay ruh kuvvetinin kılıç kuvvetine, hiçbir ölçüye vurulamayacak kadar üstünlüğünü göstermektedir.

Başka bir örneği de Haçlı Seferi’nden verelim: XI. asrın sonun­da Haçlılar, Kudüs şehrini Müslümanlardan alınca bu şehrin Müs­lüman halkından yetmiş bin insanı öldürdüler. Bu olaydan 88 yıl sonra Kudüs’ü Haçlılardan geri alan Türk hükümdarı Salâhaddin-i Eyyubî, şehre girdikten sonra hiçbir insana dokunmadı, intikam almadı, vaktiyle yapılan fenalığı, fenalıkla karşılamadı.

Bu olayların ortaya koyduğu gibi, zulüm yapmayarak kalp kazananların bu hali, ruhlarının kuvvetli oluşundan ileri gelmektedir. Böylelikle hem bu yolda hareket edenler, hem de etrafla­rındaki insanlar, fertler ve cemiyetler mutlu olurlar. Dünyamız güzel, insanlar sevimli olur. Hayat yaşanmaya değer ve yeryüzüne de sonsuz yaşamanın aşkı canlanır. Ruhu kuvvetli insan, ahlâklı insandır. Kin, zulüm, kıskançlık ve düşmanlık duyguları, ruhun kuvvetsizliğinden doğmaktadır.
Ahlâklı insan, ruhundaki kuvveti artırdıkça, kötülüklerden kurtulur, yalancılık, riyakârlık ve dalkavukluk gibi kirlerden temizlenir. Olgunlaşır ve yükselir,söyledik. Dinlerde birtakım düzenli hareketler halinde yapılan ibadetlere gelince, bunların gayesi de yine ruh kuvvetini artır­maktır. Bu gayeden ayrılınca mânâsız hareketler halinde kalırlar ve kendilerini yapan insanı otomatlaştırırlar. Hem de şuursuz ve gayesiz kalan bu hareketleriyle değerlendiğini ve Allah’a yarandı­ğını sanan insanı riya halkasıyle çevrilmiş bir benlik gururunun karanlığına gömerler. Birtakım beden hareketleri halinde yapılan ibadetlerin ruhu kuvvetlendirmesi, bedenin ruh üzerine etkisinin eseri olmaktadır. Ruha yapılan bu etki, telkin yoluyla duyguları­mızı kuvvetlendirmen, oradan da irademize yükselmelidir.

Dinî yaşayışı, yalnız ibadetlerin yapıldığı zamana sığdıranlar yanılıyor­lar. İbadetler, irademizin yapısına sindikten sonra bizi hayatın her safhasında, evde, okulda, işte, oyunda ve savaş yerinde bile idare edebilmelidirler. Böyle olmayan ibadet, boş bir yorgunluk, belki de gösteriş veya korku vehminin harekete geçirdiği bir otomatlıktan başka bir şey değildir. Halbuki gerçek dindarlık, ahlakın dayandığı ve yaşattığı ruh kuvvetinin asıl kaynağıdır. Pascal ın, “Gerçek ahlâk, ahlâkla alay eder” sözünün manası bu yolda anla­şılmalıdır.

Kaynak:

Nurettin Topçu-Ahlak
Devamını Oku »

Hoşgörü

'Olgun ve medenî insanların en değerli zihnî karakteri, hoşgö­rüdür. Hoşgörü, başkalarının görüş ve düşüncelerini, dinî, siyasî her türlü inançlarını saygı ile karşılamaktır. Başkaları bizden başka türlü düşünebilirler, bize gülünç görünen örflere bağlanabilirler, bizim küçük gördüğümüz değerleri yaşatabilirler. Bizim insanlık görevimiz, bunların hepsini saygı ile karşılamaktır. Hoşgörüye sahip olmayışın doğurduğu hamlığa taassup adı verilir. Taassup, düşüncenin her alanında hakikatla hürriyetin düşmanıdır, fikirler dünyasında yapılan zulümdür.

Tarihimizde hoşgörünün örnekleri çoktur. İleri bir şeklini Fatih Sultan Mehmet’te buluyoruz. Fatih, İstanbul’u aldıktan sonra, Bizans halkına birçok imtiyazlar tanıdı. Onlardan bazı vergileri kaldırdı. Tam serbestlik bağışladı. Hatta isterlerse bir caminin duvarına bitişik kilise yaptırabileceklerini bildirdi. Onun bu davranışı, Rumları kendisine bağladı ve milletimizi bu şehrin gerçek ve ebedî sahibi yaptı.

Gerçek vatandaş olmanın ilk şartı, kanunlara saygı duymak­tır. Kanun, milletin iradesinden doğmadır. Onu çiğnemek, millet fertlerinin insan olan varlığına saygısızlıktır. Böyle davranışlar karşısında millet vicdanının ceza halinde tepkide bulunmasını beklemek lâzımdır. Ceza, millet vicdanına saygının eseridir; hiçbir zaman başkasına acı duyurma gibi bir şey veya bir zulüm sayılmamalıdır. Fertlerle zümrelerin menfaatleri için verilen cezalarıngelişigüzel affedilmesi ise, cezayı veren millet şahsiyetinin hiçe sayılmasıdır, ona karşı yapılmış saygısızlıktır.

Bir okulun veya herhangi bir kurumun kendinde yaşattığı düzeni koruma kuvvetine disiplin denir. Disiplinsiz ne bir okul, ne bir ordu, ne de herhangi bir kurum yaşayamaz. Düzen bozulunca işler aksar. Bu halin ilerlemesi ise mutlaka yıkımdır. Disiplin bir kurumu yaşatan ruhsal bir güçtür. Ona saygı duyulmalıdır.

Her yerde toplum düzenini bozan davranışa anarşi derler. Anarşi, ahlâkın tam karşısındadır.

Hangi dinden olursa olsun, bir cemaatin ibadet haline saygı  duyulur. İbadeti güçleştiren ve ona huzursuzluk getiren hallerden  kaçınmak, saygılı olmaktır.

Bir devlet adamının, bir memurun makamına saygı duymak, o yerin millet iradesiyle ona verildiğini ve orada millet iradesinin yaşatildiğini tanımak demektir.

Toplum içinde başkalarının huzur ve istirahatına saygı duymak lâzımdır. Söz açmak için, konuşan iki kişinin sözünü bitirmesini beklemek veya radyosunu başkalarını rahatsız edecek kadar bağırtmamak, her halde başka insanları rahatsız etmemek, saygılı olmaktır. Yolda yanımızda yürüyenleri, taşıt araçlarındaki yolcu­ları rahatsız etmemeye çalışmalıyız. Millet varlığına karşı duyul­ması gerekli saygının belgelerinden biri yollardır. Vatandaşla hakkında saygının tam şuurlandığı ülkelerde şehirlerin sokaklar evlerden daha mükemmel, daha güzel ve daha temiz olur..Çünkü onlar milletindir, evler ise fertlerindir. Fertlerin millet varlığı yollara evlerinden daha çok önem ve değer vermelerini gerektirir.Bir başka belge de o milletin parasıdır. Devlet ve  milletine saygı duymasını bilen, bu şuura ermiş milletler, paralarını temiz tutarlar.Onu kirli,paçavralar haline koymazlar. Yollar ve paralar,bir milletin ahlak kültüründe ulaşabildiği hizayı gösteren yanıltmaz şahitlerdir.

İnsan, sözleriyle davranışlarında başkalarına karşı nazik olmalıdır. Nezaket, medenî ve olgun insanın karakteridir. Yapma­cık değil de samimi yani inanılmış olduğu zaman, insan karşısın­da duyulan saygının eseridir. İnsanın büyüklüğüne inanmaktan doğar. Kaba olanlar, insanı bir bedenden ibaret gören, ruh varlı­ğından bilgisi olmayanlardır. Kabalık insanı adım adım hayvan­lara yaklaştırır, insan olduğundan bile şüpheye düşürür. Bu hale gelince onda hiç sevgi kalmamış demektir.

Hep birbirimize karşı nazik davranmakla sevgimiz artar, ruhumuz kuvvetlenir ve yaşamak güzelleşir. Bütün bunlar, haya­tın bizce yaşanmaya değerli olduğuna inandıran şeylerdir.

Kaynak:

Nurettin Topçu-Ahlak
Devamını Oku »

Zulüm

Zulüm, başkalarının hürriyetlerini, yaşama hürriyetine varıncaya kadar, kendi üstün kuvvetine dayanarak ellerinden alma iradesidir. Hiç kimse hürriyetinden karşılıksız vazgeçmez. İste­meyerek verilen karşılık da zulmü ortadan kaldırmaz. Galile, "Dünya güneşin etrafında dönüyor” dediği için zamanın hâkimleri onu ölüm cezasına çarptırdılar. Bu, düşünme hürriyetine karşı en büyük zulümdü. Sonradan Galile’nin, hayatını kurtarmak için bu sözünü geri alması, zâlim mahkemeye sunulmuş bir karşılıktı Hakikat adamı, hayatı uğruna hürriyetini feda etti. Lâkin buna sebep de zâlimintehdidi idi. Zulüm ortadan kalkmış olmadı belki ikileşti. Bu hal gösteriyor ki toplum içinde hiçbir insan mutlak hürriyete, yani her istediğini yapma hürriyetine sahip değildir. Her ferdin hürriyeti başkalarının hürriyetiyle çatışabilir. Vatandaş  ve insan olarak herbirimizin başta gelen ödevi, vatandaşlarımızın  ve başka insanların hürriyetlerini yaşatabilmeleri için çalışmak  ve bunun için gerekirse kendi hürriyetimizden feda etmektir;  onların hür olması için, kendi hürriyetimizi yine kendi irademizle kısıtlamaktır.

İrademizin hür isteklerine karşı koyan kuvvetler birtakım engellerdir. Bu engeller bizde korku doğurarak irademiz tarafın­dan aşılamaz olunca insan bu engellerin esiri oluyor ve onlara yaranmaya çalışıyor. Cemiyet içinde hür iradesini kullanamayan korkakların bu yaranma davranışına dalkavukluk ve riyakârlık denir. Bu engelleri aşarak onlara esir olmayan cesur insanlar, hazlarıyla menfaatlerinden fedakârlık yapmış olsalar bile, daima insanlık tarafından takdir ve hayranlıkla karşılanmışlardır. Bede­ne ve maddî varlıklara ait engeller önünde eğilmeyip onları aşan­lar madde alanında cesaretleriyle tanınmıştırlar. Harpte kahra­manlık gösterenler bunların başında gelmektedir. Ruhî ve mânevi alanda engelleri aşabilenlerse medenî cesarete sahip olarak tanı­nırlar ki, bunun değeri maddî cesaretin değerinden çok büyüktür. İnsanlığın tarihinde zâlimlere karşı başkaldıran kahraman ruhlar bunların örneğidir.

Kaynak:

Nurettin Topçu - Ahlak
Devamını Oku »

Nesneler Dünyası

Nesneler Dünyası

Bizim hayatla ilişkimizi tesis eden şeyler, teşkil eden şeyler nesneler değil aslında. Bu bir nesneler dünyası ve biz nesneleri önceleyerek, önplana alarak, belki kutsayarak, böyle bir hayatı yaşıyoruz. Bunun başka türlüsü mümkün değil. Ama insanı götürdüğü nihai nokta da “sekülerleşme”den başkası değil. Şimdi belki vurucu bulduğum için çok sık tekrar ettiğim bir rivayet var. Efendimiz (s.a.v), Hz. Sevban’a hitaben buyuruyor ki: “Yiyicilerin, bir yemek çanağının başına birbirlerini çağırdıkları gibi, milletler de sizin üstünüze birbirini çağırdığı zaman haliniz nice olur?” “Niye Yâ Rasûlallah? Bizim o zaman sayımız az mı olacak?” diye soruluyor. Efendimiz: “Yok ama kalbinizde vehen olacak” buyuruyor. O nedir? “Ölümü sevmemeniz, ölümden ikrah etmeniz ve dünyayı sevmeniz; dünyaya bağlanmanız.”

Bu İslâm’ın dünyaya bakışının ayrılmaz bir parçasıdır. Bizim dünyayla ilişkimiz ahirete yatırım yapmamızı mümkün kılacak ölçüyle sınırlı olmuş. Yani İslâm âlimi geçmişte bilimsel bilgi diyebileceğimiz alanla uğraşmamış mı? Uğraşmış. Hastalığı tedavi etmiş, dokunmuş, akupunktur yapmış, teşhis-tedavi yöntemleri geliştirmiş; ama hayatı asla böylesine mutlaklaştıracak şeyler yapmamış.

Mesela ben hep şunu düşünüyorum. Biz geçmişte matbaanın – ki matbaa önemli bir göstergedir— İslam dünyasına üçyüz sene dörtyüz sene geç girmesini hep belli bir ideolojik okumayla izah ettik. Yani Müslümanlar uyudu, bunun önemini fark edemedi yahut tutucu ulema vardı, buna “gâvur icadıdır” dediler… İyi de burada bir dünya tasavvuru yok mu? İnsan-eşya ilişkisi konusunda önemli ipuçları elde edeceğimiz bir duruş yok mu? Hangi dönemden bahsediyoruz? Osmanlının en muhteşem dönemlerini yaşadığı bir zaman diliminden. Yani hiç mi bu matbaanın hayatiyetini fark eden biri çıkmadı? Niye bunu bu şekilde kategorize ettiler, lanetlediler, reddettiler ve bünyeye bunu dâhil etmediler? Bunun önemli bir ontolojik sebebi olmalı. Neden direnmişler? Nihayetinde bir matbaadır; alırsın kullanırsın, sen de bundan istifade edersin. Yani bugün bize öyle izah edilemeyecek bir şey gibi, primitif bir bakış gibi geliyor bize. Yahu ne varmış bunda; alsalarmış üçyüz sene önce bizim de kitaplarımız basılırmış. Anlayamıyoruz. Niye reddetmişler? Niye direnmişler?

Çünkü burada bizim varlık anlayışımızı, dünya tasavvurumuzu ve eşya ile ilişki biçimimizi yansıtan bir tavır var. Bunun bir yansıması olarak “sahafın, kitapçının gayr-i müslime, kâfire, müşrike Kur’ân vermesi/satması haramdır. Hatta fıkıh kitabı satması haramdır” Bu nasıl bir şey? Bu nasıl bir bakış?! Hakikaten ben bunu bugün şu bulunduğum noktada izah edemiyorum. Bir Müslümanı böyle bir bilinç durumuna, şuur durumuna ulaştıran /götüren algı durumu nasıl bir şeydir?! Buradan bakınca şöyle demek çok mümkünmüş gibi görünüyor: “Mesela bir gayr-i müslime tebliğ yapacaksın. Al ver ona okusun… Hayır, müşrike Kur’ân veremezsiniz, haramdır!… Enteresan bir şey bu… Üzerinde ne kadar durulsa sezadır…

İsmet Özel’in bir tespitini sık sık zikrediyorum: “Bir sistemi değiştirmek için o sistemi tanımak lazım, tanımak için içinde yaşamak lazım… İçinde yaşadığınız bir sistemin de parçası olmak durumundasınız. Ama bu noktadan itibaren artık onu değiştirmeniz söz konusu olmaz. Çünkü artık siz de onun bir parçasısınız. Böyle bir dilemma yaşıyoruz. Böyle bir ikilem, böyle bir çıkmaz yaşıyoruz. Bu verili hayat bize öyle bir dayatmış ki kendini, hayatımızın her alanında, her hücresinde, her safhasında işgal ettiği bir yer var. Ve biz şu anda bundan kendimizi soyutlamanın gene soyut fikir jimnastiğini yapıyoruz; Bu mümkün müdür?

Ama bunu bizim tartışarak kabul etmediğimiz de bir gerçek. Biz hakikaten, tartışarak, düşünerek, sorgulayarak, muhakeme ederek mi kabul ettik bu hayatı? Buna razı olarak mı kabul ettik, yoksa bu bize dayatıldı ve çaresizlikten kabul etmek zorunda mı kaldık. Bir de kolaylaştırıcı ve insanı cezbeden bir tarafı da var. Ona kapılarak “Tamam” dedik… “Bunun neresi gayr-i İslamî?”

Şimdi siz bana uzayı kirletmeyen ve ekolojik dengeyi bozmayan bir teknoloji modelinin imkânını gösterin, ben bütün bu söylediklerimi geri alacağım.

Şundan bahsediyorum… İbn Hacer “Humma hastalığından ölen şehittir” hadis-i şerifinin tariklerini toplamış ve “bu hadis mütevâtirdir” diyor. Şimdi biz bunun üzerine şöyle diyebilir miyiz? “O dönemde humma hastalığının çaresi yoktu. Tedavi edilemiyordu. Efendimiz de bunu insanların bilincine, şuuruna kabul ettirmek için, “Direnmeyin. Bundan ölürseniz şehit olursunuz” demek istemiştir. Biz Müslümanlar olarak humma hastalığına bir kutsiyet atfettik. “Bundan ölen şehittir” dedik…

Böyle bir şey söyleyebilir miyiz?

Peki siz tedavi yöntemlerini ne kadar geliştirirseniz geliştirin bir adam hummadan öldüğü zaman o hâlâ şehit midir? Şehittir diyorsanız modernite açısından sizin hastalık tanımınızda bir sakatlık var. Bir hastalıktan ölen bir adam şehit oluyorsa o hastalıkta bir fazilet var demektir. Bir tarafta hastalığa bir tür fazilet atfeden bir anlayış var, öbür tarafta hastalığın kökünü kazımaya azmetmiş bir tıp anlayışı var.

Temel sıkıntımız şu… Bu meseleleri bu seviyede, bu ciddiyette konuşmaya çok ihtiyacımız var. Ama sıkıntımız, farklı bir dünya tasavvuru ve ifadesi konusundaki sınırlanmışlığımız, çerçevelenmişliğimiz… Yani bizim önümüze neyi ne kadar algılayacağımız konusunda da birileri bir şey koyuyor; Bize diyor ki: Şunu şu kadar düşünün, bunu bu kadar düşünmeyin… Ben şu konuştuğumuz çerçevede zihnimizin tamamen olması gereken evsafta olduğunu da düşünmüyorum.

Efendimiz Aleyhi’s-Salâtü ve’s-Selâm, kral peygamber mi kul peygamber mi olma konusunda muhayyer bırakıldığını ve kendisinin kul peygamber olmayı seçtiğini söylüyor. Genel olarak İslâm nasslarında, Kur’ân’da, Sünnet’te dünya hayatına biçilen değer ile âhirete yapılan vurgu karşılaştırıldığında biz hâl-i hazır durumun dünyaya fazlasıyla vurgu yapmanın, fazlasıyla ehemmiyet atfetmenin, fazlasıyla dünyasallaşmanın sonucu olduğunu söylemek zorundayız. Yani bu dünya hayatına hak ettiğinden fazla önem verirseniz bunlar mümkündür. Bunlara İslami bir kılıf da geçirebilirsiniz. Bu da mümkündür.

Şu toplumda, “Şu anda, şu saatte, şu saniyede şehid olmaya hazır kaç kişi var?” diye bir referandum yapsanız çok sukut-i hayale uğratan sonuçlar alırsınız. Çünkü biz dünyaya öyle bir bağlanmışız ki şehid olmak bizim için çok uzak. Hatta şehid olmayı bırakın normal ölümü bile çoğu zaman kendimize yaklaştırmıyoruz. Ölümle bizim aramızda hiçbir irtibat yok. Hemen şu anda ölebiliriz… Bir saniye sonra ölebiliriz, ama buna hazırlıklı bir şuur yapımız yok..

Ama şunu da gözden uzak tutmayalım. Eğer sahâbenin, sonraki nesillerin cihada verilmesi gereken ehemmiyeti vermeleri olmasaydı biz bugün hayatta olmayacaktık. Yani hayatla ve ölümle ilişkimiz sağlıklı, olması gereken İslâmî zeminde midir ben dundan hâlâ kuşkuluyum. Bunu söylerken bütünüyle bizi kuşatan, bize değer yargıları ve hayat tarzı telkin eden, dayatan bir “matrix sistemi”nden bahsediyoruz
Devamını Oku »

Modernizm

ModernizmModernizm, yeni bir İslam tanımı üzerine kurulu bir paradigmadır. Geçmişte anlaşılan, inanılan ve yaşanan İslam'dan hemen her şeyiyle farklı bir tasavvur bu. Yani siz bu hayatta diyelim ki Mâiz b. Mâlik (r.a)'ın zina ettikten sonra gidip "Yâ Rasûlallah beni temizle" demesini, günümüzde herhangi bir Müslümana çok kolay izah edemez, kabul ettiremezsiniz. Özellikle hadler modern insan için çok temel, önemli bir problem… Bunu kabul edemiyor modern Müslüman… Dolayısıyla bu zihniyetini oluşturan modern değerlerle çatışmayan bir İslâm kabul etmeye, böyle bir İslâm tasarlamaya kendisini zorluyor… Bununla çatıştığı anda rivâyetse reddediyor, âyetse tarihsellikle niteliyor… Yaşadığı hayatı esas kabul edip nassları ve ilkeleri buna göre yorumlamaya zorluyor kendisini. Aslında yaşadığımız hadise bunda ibaret. Yani sistemin, resmî söylemin bize dayattığı bir modernite versiyonu var bir de Müslümanların kendi çıkış arayışları sonucunda kendiliğinden oluşuveren bir şeyler var…. Bu da bir modernitedir… Doğru… Ama tasdik edilebilir bir modernite mi?

Modernitenin kendisi bir kere ontolojik olarak problem. Onun için bu yaşadığımız hayatı içselleştirme, "meşrulaştırma" arayışının bir sonucu. Bu hayatı biz nasıl Müslümanlığımızla barıştırabiliriz? Ya da Müslüman kalarak bu hayatı nasıl içselleştirebiliriz?

Bizim temel Müslüman kimliğimizle ilgili olarak, âyet-i kerîme mümini tarif ederken – belki biraz fazla teorik olacak ama – {كنتم خير أمة أخرجت للناس تأمرون بالمعروف وتنهون عن المنكر وتؤمنون بالله} (Âl-i İmrân, 110) diyor. Burada iki tane özellik sayıyor. Birisi imanla ilgili; itikadiyâtı çerçeveliyor, diğeri ise hayata dönük; emr-i bi'l-marûf – nehy-i ani'l-münker… İşte biz bundan vazgeçiyoruz… Yani birincisini kabul ediyoruz, ikincisi bizi zorladığı için reddediyoruz. Hatta – Allahu a‘lem— bu iki hususun âyet-i kerîmede böyle bir sıralamayla zikredilmiş dolmasında da önemli bir mesaj, hikmet vardır diyebiliriz. Önce emr-i bi'l-marûf – nehy-i ani'l-münker, ardından Allah'a iman zikredilmiş… Belki ikincisini hayata intikal ettirmek daha kolay. Çünkü toplumsal hayata –en azından doğrudan– sirayeti yok. Ama birincisi öyle değil; doğrudan hayata / dış dünyaya intikali/etkisi olacak bir şey… Biz bundan vazgeçiyoruz. Mesela artık Müslüman kendisini emr-i bi'l-marûf – nehy-i ani'l-münker yapmakla sorumlu addetmiyor, "çoğulcu toplum" modelini önemsiyor, öne çıkarıyor, vurguluyor. Herkese kendi bulunduğu konumda saygı duyma, kim neye inanırsa inansın ve kim neyi inkâr ederse etsin, herkesin fikrini saygıyla karşılama tavrı allanıp pullanıp ambalajlanıyor ve bize bunun aslında İslâm olduğu söyleniyor. Ama bu bir münker ve senin bunu değiştirmen lazım… Hadi diyelim ki gayr-i Müslim kendi hayatını yaşasın, ona o özgürlüğü İslâm vermiş ama bir adam "ben Müslümanım" diyorsa senin münker olduğu çok açık/net olan hususlarda onun yaptığına saygı duyman değil, onu uyarman gerekiyor. Bu hususta sana bir mükellefiyet terettüp ediyor… Bundan bile vazgeçtik… Bunu bile es geçiyoruz ki bu, arızalı bir İslâm algısıdır.

 

Ebubekir Sifil-Sözü Müstakim Kılmak 2
Devamını Oku »