Hikaye ve Romanlarının Babası Böyle Biri İşte !...

Hikaye ve Romanlarının Babası Böyle Biri İşte !...

Ona bu sıfatı çağdaşları veriyor. Aslında bizim cemiyetle hikâ­ye ve romanın yeri yoktur. Hele romanın çıkışı, daha çok batının etkisi ile olmuştur. Tanzimatla başlayan yabancılaşma hareketi, romanda da kendini göstermiş, kendi öz aile hayatımıza ters dü­şen, doğrudan doğruya "adapte" bir roman türü ortaya çıkmıştır. Kahramanımızın esas veçhesi roman ve hikâyede ortaya çıkıyorsa da biz daha çok fikri ve inanç yapısı üstünde duracağız.

Tanzimatın getirdiği yabancılaşmayı bir ihtiyaç sayarak, me­denî ve İçtimaî hayatta yenilik diye kabul etmiştir. "Avrupa mede­niyetine girip, o medeniyetin içinde yaşayabilmek için Avrupa'nın ihtiyaçlarına göre" bir hayatın kurulması esas gayesi olduğu için, ilk roman denemeleri hep batılı hayan okuyucumuza getiren dene­meler olmuştur.

İstanbul'da doğmasına rağmen babasının hizmeti hasebiyle gittiği İzmir’de bir Fransız mektebine girer. O mektepte Fransız kültürünü alır, dilini öğrenir. Fransız romancılarım çokça okur. Eserlerinden sonradan tercümeye başlar. Artık temel eğitim itiba­riyle Türkiye'deki hayata yabanadır. Tercümeleri gazete ve mec­mualarda neşr edilir ve zamanla tercüme faaliyetine girişir. O dev­rin hastalığı olarak Fransız Edebiyatı'nın tesirinde kalır. Sadece isim ve mahal adlan değişik olacak şekilde, Batı'nın aristokrat hayatına benzer, hayalî aile ve köşk yaşayışlarını romanlarında iş.

"Nevruz", "Ahenk" ve "Hizmet" gazetelerini kurdu. "Servet-i Fünûn" da yazılar yazdı. Bu adla şöhret bulan edebî ekolun önde  gelenlerinden sayıldı. Arapça ve Farsça'nın yanında dört batı dili  bilmesi onun geniş kültür ve düşünce alam içinde hareketini sağladı. Kendi eserleri olduğu için kurdukları edebî ekolü en iyi düşün-ce ve sanat hareketi olarak sundular. Geçmişin edebî ve sanat hayatını red ettiler. Bağdatlı Ruhî ile Füzûlî ve Şeyh Galipten gayri  kimseyi beğenmemişlerdir. Eskileri dil ve düşünce bakımından  dercedip geldiklerinden kendilerinden sonra gelenlere de kendilerini kabul ettirme çabasını gösterdiler. Yerleşmek ve sağlam esasa  oturmak için geçmişi inkâr bu yeni edebiyatçıların tek kurtuluş vesilesi oldu. Zaten bu tür denemeler onlarca başlatılmıştı. Hep yabancı kafası ile düşündükleri için tesirleri İstanbul'un bir bakıma  sosyetik ve azınlık muhitlerinde görüldü. Romanlarında köşk eğlenceleri, meşru olmayan aile tarzları işlenmiştir. Maî ve Siyah,  Aşk-ı Memnu, Kadın Pençesi, Aşkı Beklerken, Hepsinden Acı gibi romanları klâsik aile faciaları ile bezenmiştir.

Romanlarında sosyete dedikoduları, kadın-erkek münasebetIeri, kadın-erkek mürebbî ve mürebbiyeler, musikî hocalarının  çokça yer bulması, onun azınlık mekteplerinde ve batılı romanlar­da gördüklerini bizim cemiyet hayatımızda da olacağı inancına saplanmasına sebeb olmuştur. Bir bakıma aristokrat bir hayat içinde edebî çizgisini tutmuştur. Zenginlerin yaşadığı yerlerde kışlamak, yazları adalarda dinlenmek, edebî mehafîlde sanat olayları ve yazarlarla ülfet temin etmek, hep halktan kopuşun, halktan uzak bir sanat ve edebiyat anlayışının örnekleridir.

Giderek yenilikte karar kılıp yeni edebiyat adı altında kendile­rini şekilden şekile sokanların başında geldi Siyasî veçhesi yanın­da dil, vezin ve edebiyat konularında bir çeşit Türkçülük yaparak "millî hareket" olarak büyük harbin içinde kendini buldu.

Hatıralarını “Kırk Yıl" adı Altında neşredip gerçek hayatta karşı karşıya geldiği siyasi ve edebi esasları kendi zaviyesinden gelecek nesillere aktardı

Onun en çok dikkate şayan olan "Saray ve Ötesi" adlı siyasi görüş ve müşahedeleridir.

Fransızca hocalığı, edebiyat öğretmenliği, batı edebiyatı müderrisliği yanında, Reji müdürlüğü, mabeyn baş kâtibliği, ayan azalığı gibi siyasî makamları da işgal etti. Hele V. Mehmed Re-şad'ın Mabeyn Başkatibiiğl dikkatlerden uzak tutulmamalıdır.lttihatçıların hakimiyet kurup on yıl devleti parmaklan arasında oynatmaları, Mehmed Reşad'ı da istedikleri gibi kullanmaları hatun

getirilirse, Mabeyn Başkatibinin de onlardan olmasını gerektirir.

Nitekim Mabeyn Başkâtibi Halid Ziya'nın da 1905de 39 yaşında: İttihat ve Terakki fırkasına girdiği görülür.

İşte Halid Ziya, romanlarında bizden bir parça bile olmayan hayat sahneleri çizerken, siyasî hayattta müşahede ettiği devlet  idarecilerinin tavır ve tutumlarını kaleminde ele alırken din ve  inanç sisteminde lâik bir batı kafası mantığı içinde bakar idareye  ve hadiselere...

"Mevkiinden emin bir sanatkâr" ve "bir nesir babası" gibi sa­yılmışsa da, o dinde din alimlerinin aldıkları tavrı hiç mi hiç gerek­li görmüyordu.

"Saray ve Ötesi "nde padişahın huzurunda her ramazan ayında verilen dersleri küçümser tarzda, devrin ileri gelen seçkin müderris-âlimlerini kendi düşünce mantığı içinde şöylece tahlil etmesi daha o günlerden itibaren insanımız ve sanatkârımızın dinî kay­naklar hakkında neler vehm ettiğinin açık vakıasıdır.

"Ben beklerdim ki, mukarrirler (ders anlatanlar) Kur'an’ın metninden ayrılmayacak, falan ve (İlân ayetten ilham alarak hitabelerde bulunsunlar. Buna mukabil onlar, hep tesirlerin iz'ana sığmayan açıklamalarım, hususiyle, "Buhar-î-i Şerif di­ye tanınan ve uydurma hadîslere İstinat ederek İsrail ve Hristiyan hurafelerinden intikal eden rivayetlere her türlü mantık ölçülerini aşacak genişlikler veren kitabın İçindekilerini esas tutuyorlardı. Artık onların dilinde İslam Dini peygamberin dininden başka oluyordu. Asıl Muhammed dininin üstünlüğünden, akla yatkınlığından bir şey kalmayarak bu güzel din, efsane şeklinde bir mahiyet almış oluyordu." (Saray ve ötesi, sh: 230)

Halid Ziya'nın bu ifadeleri inanç ve din kültürü bakımından ne derece bir sağlamlığa sahip bulunduğunu göstermektedir. Zira, Kurani Kerimi açıkça tefsir ve izah eden tefsir kitaplarını Hristi-yan ve Yahudi saçmalıkları ile dolu olarak zikr ederken, müslümanların ikinci ana kaynağını teşkil eden hadislerin en sahihleri­nin toplanmış bulunduğu "Buhari-Î Şerif' bu derece dayanaksız, ithamkar bir tarzda "uydurma" hadislerle dolu olduğunu ifade et­mesi bilgi ve kültür yönünden müslümanlara değil, onların dışında olan batılı zihniyetin Avrupa'lı temsilcilerine yakın olduğunu gös­termekledir. Hele saraya kadar yükselen ve o devirde en yüksek si­yasî makamlardan olan a'yan (senato) azdığına yükselmesi inkılaplara zemin hazırlama bakımından, İttihatçıların ne derece hizmet ettiklerinin açık belirtisidir.

Daha büyük devlet yıkılmamış, daha dinî hükümler tatbikten kalkmamış, amma romancımızla yandaşları geriliğin, yerinde saymanın ve çözüm bulamamanın tek sorumlusu imiş gibi din hiz­metlerini göstermeleri nelerle meşgul olduklarını gösterir.

Çöküşü hızlandırmak için ne gelmişse elden yaptılar. Devlet ricali müesseseleri yıktı. İdarî ve mülkî erkân silsileyi bozdu. Maa­rif dışardan idare edilen bir teşkilât haline geldi. Basın ne idüğü be­lirsiz dönme ve mason güçlerin eline geçti. Roman ve edebiyatla uğraşanlar bohem hayatım yaşayarak ünlü batılı romancıların kü­çük putlarını cemiyet içinde dikmeye çalıştılar.

İslâm’da yasak ne varsa onu meşru kılmak için sözle ve yazı ile mücadele verdiler. Namaza,oruca, ibadete ve bütün dinî İçtimaî ve siyasi değerlere karşı tavırlar alıp hem memleketi ve hem de milleti  unsurundan koparıp sonbahar yaprağı gibi batının rüzgârına terk ettiler.

Her sahada olduğu gibi romanda da hep batıyı taklit ettiklerin­den "milli* olma vasfını alabilecek bir tek eser ortaya koyamadı­lar. Halid Ziya da onlardandır. Ve hatta bunların bağında gelir.

Halid Ziya nın romanlarında örnek aldığı cemiyet hayatı onun içinde bulunduğu ve yaşadığı gerçek hayatı aksettirmesi, o devrin yıkılışına önayak olan sınıfın bulunduğu perişan ve acıklı duruma ve dramı anlatır. Bu bakımdan o ve benzeri romana ve hikayeciler somadan gelenlere apaçık zemin hazırladılar ve onların her sahada öncüleri oklular.

Cumhuriyetten sonra Halid Ziya, "Uşaklıgil" soyadını aldı ve roman, hikâye, şiir, makale, tiyatro ve edebiyat üzerine kaleme al­dığı eserleri üzerinde durdu. Yeni bir şekle, yeni bir dil anlayışına ayak uydurmak için eserleri üzerinde düzenlemeler yaptı.

Hakkı Tank (Us), Halid Ziya ile diğer basın mensuplarının el­linci hizmet yılını kutlamak için, toplanan heyette 1942de, Uşaklı­gil için şöyle diyordu:

"Halid Ziya, romana soktuğu hayat ile bize medeni inkılabımızı müjdelemiş sayılmalıdır. Bir ucu Türk irfanının yük­selmesine dokunup da Halid Ziya'nın ihatası dışında kalmış bir mevzu yok."

Jübileden üç yıl sonra, Halid Ziya Uşaklıgil, 79 yaşında hayata gözlerini yumuyordu.

 

Sadık Albayrak - Kemalits Devrin Çakıl Taşları

 

 

 
Devamını Oku »

İslamı Yıkmak İçin Her Kalıba Giren Yahudi

İslamı Yıkmak İçin Her Kalıba Giren Yahudi

 

Dönmelerin karargâhında dünyaya geldi. 1883'de. Yirmi bir yaşında yazılara başladı. Mehmed Emîn, Yunus Nadi ile beraber  çalıştı. Yıkıcı ve bölücü fikirlerin kaynaklandığı Selânikte Yahu­diliğin kendisinden beklediği hizmeti ifası yolunda ilerleme sağla­yabilmesi için önce "Türkçülük” akımına girdi. Bunda başarı sağ­laması için ilk önce öz adım gizlemesi ve takma ad kullanması ge­rekiyordu. Bunu da başardı. Yazılarında ilk olarak Tekinalp" adı­nı kullanmaya başladı.

1912'de İstanbul'a geldi. Türkçülerin yanında, Ziya Gökalp'ın beraberinde yer aldı.

İmparatorluğun batmakta olduğunu, ayrılıkçı gruplar karşısın­da Islâma karşı Türkçülerin yanında yer aldı. Bu tavrı da açıkça gösteriyor ki, Türkçülük" hareketi baştan sakat bir fikrî yapıya ve tefekkür kadrosuna istinat etmiş bulunuyordu. 1910'dan vefatına kadar Gökalp'ın yanında bulunmuş, onun devletin hocası olması yolunda ilerlemelerde bulunmasına gayret göstermiş, parçalan­manın çabuklaştırılmasına önayak olmuştur.

Gökalp-Tekinalp beraberliği en çok İttihat ve Terakki içinde meydana gelmiş, neşriyatta müşterek bir yol tutulmuştur, öyle ol­muş ki, Gökalp Diyarbakır'dan Selânik’e geliyor, onu buluyor ve beraberce İstanbul'a geliyorlar. İstanbul'da Türk Yurdu'nda Iktısadiyat mecmuasında. Yeni Mecmua'da ırkçılığa, iktisadiyata ait ya­zıların tesbitinde Tekinalp oldukça İlerleme sağlıyor.

Gökalp’in İttihat ve Terakki içindeki rolü, arkadaşının kolayca hizmet (!) etme imkânlarına kavuşmasına yarıyor.

Yahudi'nin böl ve parçala esasına dayanılarak ortaya atılan ırkçılık, Türkçülük ve Turancılık idealleri etrafında-Türkçülerle Batıcılar anlaşıyor, tek hedef «İslamcılık» kabul ediliyordu. Teki- naip de Masonluk, Siyonistlik, Musevilik gibi akımlardan fayda sağlayabilmek için Türkçü-Ittihatçı ileri gelenlerden istifadeyi iyi beceriyordu. Bunda dış güçlerin de büyük rolü vardı. Hele Siyo­nist düşmanlığım ileri dereceye getiren ve bunu tahtım kaybet­mekle ödeyen Sultan Abdülhamîd Han'a düşman olanlar bu düş­manlıkları hasebiyle her noktaya birleşiyor, din, siyaset ve birlik esasına düşman kesiliyordu.

1914'de 62 sayfalık bir kitabı çıkar. Çıkaran da «Türk Yurdu»kütüphanesidir. Kitabın adı: «Türkler Bu Muharebede Ne Kaza­nabilirler?» şeklindedir. Büyük harbin başında yazıldığından, har­bin neticesi üzerinde fikir yürütmek ister ve en başarılı yolun da «Pan-Türkizm» olduğunu söyler. Ve kitabın başlangıç kısmında şöyle der:

«Bu cerayan layıkıyla genişlemezse Osmanlı türkleri bir müd­detten beri hedef seçtikleri müstakil Türk Medeniyetini pek güç meydana getirebileceklerdir. Esasen yabancı medeniyetlerin bo­yunduruğu altından henüz kurtulamayan, türlü türlü unsurlar için­de yaşayan ve aynı zamanda uğursuz bir tarih devresinden miras olarak kalan iç ve dış bin türlü kargaşa ve fenalıklardan kurtulmaya uğraşmak mecburiyetinde bulunan on iki, on beş milyonluk bir kuvvet başlı başına olarak bu mühim işi beceremez. Müstakil bir Türk Medeniyeti vücuda getirmek için Türkiye'nin dışında yaşa­yan 40-50 milyonluk ırkdaşlarını da ikaz ederek onlarla beraber çalışmak gereklidir."

Tekinalpın bu başlangıç ile Türklerin "yabancı medeniyetlerin boyunduruğu" altında bulunmalarını söylerken esas olarak İslam Medeniyetini hedef alıyor, Türklerin bir ırk olarak İslâmdan uzaklaşmaları ile gerçek hüviyetlerine ve devlet olma vasfına kavuşa­caklarına inanıyordu (!) Bu kitabla Tekinalp gerçek adı ile ortaya çıkmış oluyordu. Çünkü bu kitabta kitabın yazarı olarak şu isim okunuyordu: M.KOHEN. Yani Moiz Kohen...

İşte bu Türkçü ve ittihatçı Tekinalp'ın gerçek adı Moiz Kohen'di. Yanı sapına kadar Selânik Yahudisi idi...

Türkçülükte ileri giderken yanında Halide Edib, dinsiz Dr. Abdullah Cevdet, Ziya Gökalp, Ömer Seyfeddin, Köprülüzâde Mehmed Fuad ve Mehmed Emin de vardı. Bu zevat da bu kitabın son kısmım Türkçülüğe ait mütalâası ile süslenmiş oluyorlardı.

Yine aynı tarihte yazdığı "Turan" adlı eserinde Türklerin Tu­tu idealinde titreyerek ayılacaklarını yazmıştır. Bunun sonunda da sinelerinde Cengizlerin tahtı kurulmuş olacaktır. Yani açıkça barbar bir Türk kavmi isteniyor. Cengiz'in yolu salık veriliyordu. Kendi Yahudi ırkçılığından soyutlanmış olarak bütün çalışmasını Türkçülük üzerine teksif ederek asrın ırkçılık asrı olduğunu söylü­yor, milleti bölmek için, daha doğrusu Müslümanların ümmet ba­ğım koparmak için bile bile diğer kavimleri de ırkî bağlara sarılma­yı, ırkî ve kavmi grublar teşekkül ettirmeyi plânlıyordu.

İstanbul Dârü’l-Fünûn'unda müderrislik (profesörlük) yaptı. Fikirlerini Türk çocuklarına aşılamaya çalıştı. Sonra harp bitti İm­paratorluk battı, ittihatçılar kaçtı. Anadolu'da başlayan milli kur­tuluş savaşında soluğu Ankara'da aldı. Batıcıların yanında yer aldı. Yahudi sermayesi ile kurulan şirketlerde müdürlük yaptı.

İnkılâba yardıma olmaya çalıştı. Yahudi karakterini taşıdı­ğından Yahudilerin, bilhassa Türkiye'de kalanların Türkleşmesini müdafaa etti. Onlara akıl hocalığı yapmaya kalkıştı. Bu aslında Yahudilerin Türkleşmesini değil, Türkler içinde Yahudiliğin yay­gınlık kazanması gayesini taşıyordu.

İslama karşı milletin milli örf ve aile  hayatına ters ne varsa hepsini Batılılık adına savundu.Bunları açıkça 19'28’de yazdığı 99  sayfalık '  Türkleştirme’’adlı risalesinde müdafaa etti.Artık yerine göre Tekinalp yerine göre de Moiz Kohen imzasını pervasızca kullanıyordu.

Dilin türkçeleşmesini savunurken kendi adının İbranice olduğunu unutur gibi hareket ediyordu.Reformcularla kaynaşması,onun temelde onlara hizmet etmesinden ve İslama olan düşmanlığından ileri geliyordu.

Gökalp ölünce o geri kalanlarla beraberlik kurdu. Her tavrında, her satırında milletimizin  Batı'ya yamanmasını ve intibak et­mesini İleri sürdü.Devlete şekil veren kurtarıcının ilham ve işaretleri ile yol alırken ana dili olan ibranice'den gayrı İngilizce, Fran­sızca, Rumca ve tulyum 4 da yazıyor, fikirlerini ve eserlerini Batı'ya aktarmayı da ihmal etmiyordu. Haliyle Türkiye ile Batı’yı fi­kirleri isti kametinde birleştirmeyi hesaplıyordu. Bu da onun 1936'da 347 sayfalık " Kemalizm" adlı eseri "Tekin Alp" takma adı ile ortaya koymasını gerekli kılıyordu.

Bu kitap Fransızca ve Çekçe de basılmıştır. Burada açıkça Kemalisi inkılapları tahlil ediyor, kin ve nefretini İslama kusuyordu Kitabın bir yerinde şöyle diyordu:

"Kahrolsun Şeriat Hükümeti. Sarığın, festen çok daha tehlike­li olduğunu söylemek gereksizdir. Sarık bir remiz, bir tılsım değil, bir düşmandı. Şeriatın ta kendisiydi. (sh: 104)

İnkılâbın birinci adamı ölünce yerine geçenin yanında yeni bir ruhla çıktı. Nane ruhu gibi bir eser yazdı: "Türk Ruhu", Günaltay ve Köprülü'nün teveccühünü kazandı. 1946’da CHP İstanbul İl Genel Meclis Azâsı oldu. 1950’de bu partiden aday oldu. Dönme Ahmed Emin Yalman'ın "Vatan"ında yazılar yazdı. Cumhuriyet, Son Posta ve Tan uğrak yeri oldu.

Selanik'in Serez livasında doğan bu Yahudi, babası lzak'ın adını taşıyan dönmelere hizmet ederek Eylül 1961‘de ölür.

Kemalist Devrin Çakıl Taşları - Sadık Albayrak

 

 
Devamını Oku »

Bir Adam ki 'Pembe Konaktan' Cumhuriyetcilik Yapar...

Bir Adam ki 'Pembe Konaktan' Cumhuriyetcilik Yapar...

Öyle bir adam ki hayatı boyunca "Faşist" bir kafa taşır. Tâa İkinci Meşrutiyetten itibaren bu yolu tutar. Aslında dönme bir aileden  gelmedir. Fethiye'de, 1880'de doğmuştur, ilk tahsilinden sonra  Rodos Adası'nda bulunan "Süleymaniye Medresesi "ne gider. Sonra İstanbul'a gelir. Galatasaray Sultanisi (Lisesi)'ne ve Hukuk Mektebine girer. Buralarda okur. Daha yirmi yaşında "Malûmat" gazetesinde yazı yazmaya başlar, "istibdat" aleyhinde ve merî ni­zama karşı yazılar yazar, devleti ele geçirmek için gizli dernek ku­ran Jön Türklerle işbirliği yaptığı anlaşılır ve üç yıl hapse mahkûm  olur. Midilli Kalesi'ne gönderilir ve hapis cezasını çekerek 1904'de İstanbul'a geri gelir.

"İkdam" ve "Yeni Tasvîr-i Efkâr"da yazılara başlar. Baştan ittihatçılarca zehirlendiğinden, onların çıkardığı, Selânik’teki "Ru­meli’’ gazetesinin sermuharriri olur: 1910.

Medrese tahsili ona hiç tesir etmemiş olacak ki 1324 (1908)’de cereyan eden ayaklanmada şeriat ve taraf tarlan aleyhinde kalem oynattı. ittihatçı ve Balkan komitacılarının yanında yer aldı. "înkılab ve ihtilâl-i Osmanî" adlı eserini bunun için yazdı. (Dersaadet - 1325). Binbaşı Enver Bey, Resneli Niyazi Bey, Karasu, Hüseyin Cahit gibi adamlara bağlılığı ileri dereceye varmıştı. İzmir Mebu­su Yahudi Mazelyah Efendi'nin din ve şeriat isteyen medrese mensuplarına karşı meclisteki çıkışını alkışladı. Canilerin, din düş­manlarına ölümü üzerine "şehid-i azız" tabirini kullanmış, saf ve Ihlâslı müslümanlar için "irticanın elebaşları” sıfatım uygun bul­muştur.

Diğerleri gibi o da lütûf ikrama uğramış, ikinci seçimde Aydın Mebusu olarak meclise girmiştir. Bu arada "Tasvîr-i Efkâr"ın baş­muharriri olmuştur. Yazılanna devam eder. Tenkit ettikleri padi­şah ve onun idaresini devirdikten sonra arkadaşları ile devleti ken­di buyruklarına idareye başlarlar. Fakat işin güçlüğünü anlarlar. Medet umarlar etraftan... Parçalanmaya yüz tutmuş devleti ayakta tutmak için "İslam Birliği” fikrine yapışırlar. 1915 başlarında ! "'Tasvîr-i Efkâr "da İslâm ümmetinin çalışıp çabalaması gerektiğini yazar "İslâm birliği, Müslümanların en esaslı ve belki de tek dayanağıdır.” der. "Hakkın kelâmı olan mukaddes kitabımız bize bu hakikati çoktan söylemişti. Fakat nasıl bilmiyoruz. Galiba zamanın idrak ve vicdanı sağırlaştıran saptırıcı tesirle­ri ile biz o hakikatleri dilimizle söylersek de vicdanımızla du­yup kavrayabilmekten uzak kalmıştık. Bizim şu dalâlet ve pe­rişanlığımıza, düşmanlarımızın baskı ve yok etme siyasetleri de katılınca, ezildikçe ezilmiş, dağıldıkça dağılmıştık." sözleri ile ümitsizliğini, feryadını ortaya koyar.

Çünkü harp başladı. İttihatçıların sırtında kambur belirmeye yüz tutmuştu. Daha önce İslâm aleyhinde yığın yığın yazı yazmış, müslümanların kalblerine zehirli iğneler sokmuş bu ve benzeri kimseler Allah'ın kitabına sarılmayı tavsiye ediyorlardı.

Harbin sonlarında, 1918'de İstanbul'da bir gazete kurulur. Adı "Yeni Gün". Dindârlarla, muhafazakâr kimselerle çatışır. Sahibi ve başyazarı da kahramanımız: Yunus Nadi!..

İstanbul'da tutunamaz. Soluğu Ankara'da alır. Anadolucularla bir olur, saflarında yer alır. İlk mecliste Muğla Mebusu olarak gö­rülür. Meclisin altıncı dönemine kadar mebusluğa devam eder.

İslâm birliğine ümit bağlayan ve Hakkın kitabına sarılmayı isteyen Yunus Nadi, yedi yıl sonra 1922'de ise Türkiye'nin manzara­sını başla türlü çizer: "Din ve imanın mevkii ve yeri inkâr olu­namaz. Ancak bu vicdanî meseleler nihayet ferdî ve içtimai terbiye için gerekli sayılabilir. Yoksa cihan-şumûl bir siyaset için haç bir zaman ve asla her hangi sağlam bir dayanak olarak değil! (...) Eski Türkiye, hilâfeti de kendinde toplayan ortaça­ğın bir saltanatı idi. Şimdi Türk milleti onun yerine, yeni bir dünya kuruyor. Yani kendi gerçek saltanatını kuruyor.” (Hilâfet ve Millî Hakimiyet, sh: 84)

Bu kafa yapısı içinde Yunus Nadi 1924'de İstanbul’da ” Cum­huriyet" gazetesini kurar. Bu yılın Mart ayı başında hilâfetin kaldı­rılması için öncülerin yanında yer alır. Bütün devrim kanunlarının müdafii olur. Mevsimlere göre şekil alır. Sonunda " Cumhuri­yet "le karar kılar. Latin harflerinin taraftarı olur.

Gazetesini eski dostları ittihat ve Terakki'nin genel merkezi olan "Kırmızı Konak"ta çıkarmaya başlamıştır. Ortada İttihatçı kalmadığına göre ve rejimin başları burayı ona lütf ettiklerine gö­re, yeni devletin takip ettiği yolun esaslarına uyarak ve yanında yer alarak neşriyata devam etmek gerekiyordu. Devrim partisinin kar­şısında başka bir partinin kurulmasına müsamaha edemiyor, tam bir faşist gibi yazıyor ve konuşuyordu. 1945’de İsviçre'de öldüğü. zaman arkada çocuklarım bir ümit ışığı olarak bırakmıştı. Onlar da hâlâ o yoldadırlar.

 

Sadık Albayrak - Kemalist Devrin Çakıl Taşları
Devamını Oku »

'Din Değil,Kavmiyet Fikri' Bu İdi Ömrünün Zikri

'Din Değil,Kavmiyet Fikri' Bu İdi Ömrünün Zikri

1918’lerde havaîmi şöyle anlatıyordu:

'Altmış, yetmiş senelik tarihi olan eski bir ev içinde büyü­düm. Orda Hamid Bey'i, Şinasiyi, Ziya Paşâ’yı, Sezai Beyi, Kemal'i, hepsini okurduk. Fakat benim çocuk senelerimde bana memleketimin aşkını ve yüksek, asıl şeylerin sevgisini ve kuvvete, zulme karşı kafa tutmanın zevkini öğreten Kemal Bey oklu. Ruhumun üzerindeki en derin izleri ondan gelmiş­tir. Aynı zamanda, şimdiki düşüncemizle, milli edebiyata var­mak için Tanzimat Edebiyatı, biraz dolambaçlı olsa bile, bir şehrâh açmıştır.” (Diyorlar ki, 1334 - Dersaadet, sh: 194)

Dedesi Samı Paşa, babası da ikinci Abdulhamidin Maarif Na­zırlarından Suphi Paşa'dır. Osmanlı cemiyeti içinde yetişmiş, halktan uzak konaklarda büyümüştür. Milliyet fikrini benimseyip müdafaa etmesine rağmen ruhu bütün Tanzimat yetiştirmelerinde olduğu gibi Batı hayranlığı ile doldurulmuş, kendi millî değerle­rinden çok yabancıların esiri bir düşünce takip etmiştir. Daima Leh ve Rus Edebiyatı gibi bir edebiyata sahip olmanın hasretini içinde yaşatmıştır. Bu iki edebiyatın ortaya koyduğu cemiyet hayatı o toplumun üzüntü ve sevinçlerini, toprakları üzerinde ömür süren insanların çilelerini hayranlıkla okuyup öğrenen bu Paşa torunu ve oğlu ne acıdır ki kendi edebiyatı ve memleketinin düşünce hayatı­nı gerçek olarak duyamamıştır. Çünkü ne onun hayran kaldığı Tanzimat bu ruhu verebilmiş ve ne de Meşrutiyet ve Cumhuriyet devirlerinde bizzat kavgasını verdiği Türkçülüğün ocak ve bucak­ları...

O ömrü boyunca şu soruyu kendi kendine sormuş: "Ne vakit kendi kendimizle karşı karşıya gelecek, kendi mazimize, ken­di dünyamız, kendi rüyalarımız ve kendi ruhumuzla karşıla­şacağız! " ve fakat hiç bir zaman da cevabını alamamıştır. Kendisi de verememiştir. Onda birleşen ve hüzün haline gelen bu daimi hasretin dinmesi mümkün olamazdı. Çünkü o "Şarkın muhafa­zakârlığı" ndan dert yanıyordu. Ona göre Şark, yani Doğu mede­niyet ve kültürü "millî sanatlarımızı, her biri ayrı ayrı bir değer olan millî sanatlarımızı bu muhafazakârlık öldürdü. Ticareti­mizi o öldürdü. Hükümetimizi o çürüttü. Ailemizi o kurutup solduruyor. Maarifimizin de en müzmin derdi yine ondan iba­rettir. Buna ve şimdiye kadar bütün söylediklerimize binaen maarifimize genel bir istikamet veriyoruz: Garba doğru, yani r garp usûllerine ve bilhassa garplılık ruhuna doğru." (Dağyolu, c. 2,1931, sh: 139).

Garplılık ruhuna doğru koşmaya kadar gelen ve doğuyu "mu­hafazakâr” sayan bu "Ocakçı" Hamdullah Suphî (Tarınöver)’den başkası değildir.

Hamdullah Suphî Tanzimat'ı bir dev'e benzetiyor, hem istek­leri ve mücadeleleri doğrultusunda kurulan yeni Türkiye Cumhu-riyeti'nde garpçılık hayranlığı öne sürüyordu. Muhalifler, kurduk­ları mekteplerin ortada bu hal ile kalması memleket için bir kurtu­luş olamıyacağı fikrini ileri sürerken, onlar kaynaklandıktan Batı’ya tâ 1839'dan itibaren bir kara-sevdalı gibi gönülden bağlan­mışlardı. Bu devirde kimler yetişmişse Hamdullah Suphi'ye göre birer dev idiler. Elbette dev bir Tanzimat, fikir ve sanatta da dev adamlar yetiştirecekti: "Tanzimat devri, devlerin yetiştiği bir de­virdir İlimde, sanatta, idarede ve edebiyatta kendini gösteren feyzi cidden hayrete lâyıktır. Namık Kemal'in Abdülhak Ha-mid’in, Şinasinin, Ekrem Bey'in, Sezai Bey'in edebiyatta temsil ettikleri bu büyük birlik karşısında insan düşündükçe heyecan du­yar ve üzülür. Tanzimat devri uzun ve kıştan sonra coşan, fışkıran bir bahar halindedir."

Bu coşan ve fışkıran devrin sözcüsü olanların, gevşek, uyuşuk ve bir diğer ortaya koyamamazlıkları hem İkinci Meşrutiyette ve hem Cumhuriyette kendini göstermiştir. Ve bunun cezasını da bu­günün devleti ve onun ahalisi çekmiştir. Ve çekmektedir. Bunun böyle olacağı belli idi. Hep yenilik, hep ilerilik adına sözler söylen­miş, kabuk değiştirir gibi bütün Doğu milletlerinin hayatlarının şe­kilden şekile sokulmasına çalışılmıştır.

Hamdullah Suphi hem doğuyu muhafazakâr sayar ve bizi don­durduğunu söyler, hem de başka durum ve şartlarda doğunun Türk'e muhtaç olduğunu söyler ve İran ve Arabistan'a gerçek şah­siyeti Türklerin verdiğini söyler. Böylece Hamdullah Suphi ne do­ğulu ve ne de batılı olmuş oluyordu.

Hamdullah Suphî 1885'de İstanbul'da Saraçhane'de Aksaraya inen Horhor caddesi üzerindeki konakta dünyaya gelmiştir. Baba­sı genç yaşta ölmüştü. Annesi bir çerkez kızı idi. Çocuk Hamdullah Suphi, ne acıdır ki sonradan karşı geleceği Sultan Abdülhamid'in emriyle, parasız yatılı olarak Galatasaray Sultanisine girer ve bu­rayı bitirir. Ve on beş yaşında iken yazdığı bir şiirde Abdülhamid kafasındaki şekle göre anlatır:

"Belinde kabza-i Osman, elinde bir Kur'an"

"Beşiklerinde çocuklar boğan Kızıl Sultan."

Tanzimat'ın ve o devrin edebiyatçılarının yetiştirdiği Hamdul­lah Suphi başta Dârül-Fünûn olmak üzere çeşitli mekteblerde ho­calık eder.

Bir taraftan hocalık ediyor, diğer taraftan da yazıyor, konfe­ranslar tertib ediyordu.

Batıya dönük, halkçı, uygar ve milliyetçi bir kuruluş olarak or­taya çıkan ve 1911'de kurulup 1912'de resmen faaliyete geçen Türk Ocağı'nda yerini bulur. Artık bundan sonra Türk Ocağı ile Hamdullah Suphi'nin adlan bir ikiz kardeş gibi yollarına devam ederler.

Türk Yurdu" mecmuası bu ocak tarafından çıkartılır. Bu mec­muada milliyetçilik ve batıcılık hakkındaki görüşlerini yazar. Bu arada güzel bir hitabete malik olduğundan konferanslardan da geri kalmaz.

Meşrutiyet devrinde Mebus olur. Sonra Kurtuluş Savaşı İçin­de kurtancıların yanında yer alır. İlk TBMM üyesi olur. Bu meclis­te cereyan eden kavgalara katılır. İlk olarak burada devrin liderine baş kaldırma cesaretini gösterir. Ama aralarında pek bir değişik düşünce farkı olmadığı için, sonradan Maarif Vekili olur.

Kurduğu "Türk Ocakları "nın tek hedeflerinin inkılâbın bekçi­liğini yapmak olduğunu söyler dururdu.

Zamanla koyu Türkçülükten kurtulur, daha bir genişlik kaza­nır. Çünkü devrin karakteri değişmiş, öyle müsamahalı bir Os­manlı devri ortada kalmamıştı. Adam şöyle bir yan çizse "milliyet­çilik "ten soluğu ya dar ağacında veya yurt dışında alırdı.

Aradan iki devir geçmiş, Türk Ocakları yoluna devam etmiş­tir. Ama Halk Fırkası devletin tek partisi durumuna gelmiş, başka bir rakip tanımıyordu. Hele "muvazaa" partisi şeklinde kurdurulan partilerin halk efkarında gördüğü engin itibar Halk Fırkası men­suplarım ürkütmüştü. Türk Ocakları da siyasi bir karakter arz et­mediği halde rejim için ve Cumhuriyet Halk Fırkası için tehlikeli görüldüğünden ve bilhassa Rusya'daki Türklerle fazla ilgilenme­sinden kuruluşundan 20 yıl sonra 1931 'de kapatılır. Bu kapatma iş­lemi en çok Hamdullah Suphfyi üzer. Ama bu gerekli idi. Çünkü ocakların içini, kurulan idarenin gidişinden memnun olmayan "gayri memnunlar" doldurmuştu. 10 Mayıs 1949da aradan 18 se­ne geçtikten sonra yine açılmıştı. Türk Ocakları ama artık fonksi-

 

yonunu kaybetmişti. Şartlar değişmiş, siyasî hava daha değişik bir karakter ara etmeye başlamıştı. Yalnız açılış Hamdullah Suphi'yi memnun etmişti. O selis konuşması ile açılışta inciler döktürmüş­tü, ama bir fayda sağlamadı.

Zaten daha 1921 yılı başlarında Millî Eğitim Bakam olmuş ve bu hakanlık on ay kadar sürmüştür. Maarifte yaptığı icraatlar beğenilmediği için istifa etmiştir. Bunda en açık ihtilaf da bu Antalya Mebusu ile Burdur Mebusu Mehmet Akif arasında görülmüştür. Zirâ Hamdullah Suphi, Akif için "Kendileri milliyetperverliğin daima aleyhinde enfes şiirler yazmışlardır." diye kürsüden tenkidi ile Akif de "Ben Kavmiyet aleyhinde bir adamım, milliyet değil..." demesi üzerine "Evet kavmiyet aleyhinde...” şeklinde karşılık ver­miştir. Bu kısa muhavereden sonra Hamdullah Suphi istifa eder.

O eğitimde yenilik isterdi. Eskiyi beğenmezdi. Aldığı eski ter­biyeyi de şöyle izah ederdi:

"Eski terbiye içimizde yaşasa idi -çünkü büyükler karşı­sında susmak esastır- bu terbiye aramızda devam etseydi, memleketimizde Cumhuriyet olmazdı."

Ama bu Cumhuriyet onu, ocakların kapatılması üzerine yıkı­lan dünyasını unutmak üzere, 1931 Mayıs'ında Bükreş'e birinci sı­nıf elçi tayin eder. Sonra döner, 1946'da CHP'den mebus olur.

"Dağyolu” ve "Günebakan"ın yazan daha uzun devreler hayat sürer, ona göre öz dil mabede girmeli, inkılâblara karşı bir hareket ruhları isyan ettirmelidir. Bu, Hamdullah Suphi nihayet 1957ye kadar mebuslukta bulunur ve 1966'da "milliyetçi" duygulan ile Horhordaki köşkünde hayata veda eder.

Türk Ocakları'nın babası bu dünyadan göç ettiysede ilk devrin kanunlarının yapıldığı devrelerde söylediği sözler onun tamamı tamamına bu reforma ve yeni şekle uyduğunu bugün bile bütün tazeliği ile ifade etmektedir:

1924 Ekim’inde "Akşam" gazetesi onunla bir mülâkatta bulu­nur Türk Ocakları hakkında. Burada aynen şöyle der:

 

"Türk Ocakları dini bir cemiyet yerine bir millet koymak, yalnız "erkek” özerine kurulu eksik bir hayat yerine «erkek ve kadın» özerine bina edilmiş tam bir hayat kurmak, Türk mille­tini İslâmî ve Asyaî medeniyetten hayat! ve beşeri bir medeni­yet olan Batı medeniyetine doğru çekmek, maverai ve uhrevi bir felsefeden doğan bir feragatle hayattan bezen bir nesle ha­yal aşkını, hayat hırsını aşılamak... İslâm medeniyetinin bir özelliğinden İbaret olan Türk üslûbları ancak bugüne göre çok derin bir değişiklik ve seçime uğramadan aramızda yaşaya­maz. Her adımda İslâmî mefhumlardan doğan dünkü medeni­yetimizin hayatı ve galip bir medeniyet karşısında baştan başa mağlub olduğunu ve yere serildiğini görüyoruz. Türk Ocağı sanat sahasında maziye bir «kök» olarak kıymet vermiştir. Fakat bugün ruhumuz başka bir zemine daldığı İçin yeni bir yaprak, yeni bir çiçek vermek mecburiyetindedir.»

«Türk Ocağı hiç bir zaman «maveraî -fizik ve tabiat ötesi-» emeller üzerine gözünü dikerek hiç bir zaman vaktini israf ile geçirmedi. Ocak ruhu ile dolan bir gencin hayata bir bakışı vardır ki bir çok bedbinler, me'yûslar ve ruhları boşalmış olan İnsanlar karşısında bunlar, hayata bir vazife ile bağlanmış misyoner ruhlu insanlar gibi kalır.»

0 gün bugündür. Ocaklı ruhu böyle devam etmiş ve, fakat umulan ve uğrunda çok kanlar akıtılan yeni hayatta ne bir çiçek ve ne de bir yaprak açmıştır.

Hamdullah Suphi de bu hazan içinde kavgasını vermiştir.

 

Sadık Albayrak - Kemalist Devrin Çakıl Taşları
Devamını Oku »

İslam Tarihine Kanlı Belası Sayan Adliye Vekili

İslam Tarihine Kanlı Belası Sayan Adliye Vekili

Yıl 1925.33 yaşında genç bir Adliye Vekili.. Hukuk İnkılâbı  yapılacak, bunun için de önceki vekil İzmir Mebusu Seyyid Beye  sahneden el çektiriliyor. Bu genç hukukçu sahneye çıkıyor. Zaten bu ikinci mecliste hep genç mebuslar ön safları alıyor. Çünkü Nisan 1923 başlarında ilk millî meclis "sine-i millete” dönmek ve "ta­rihî vazifesini yapmak" gerekçesi ile kendini fesh ediyor. Halk fır­kasının kendi adamlarını bırakmak ve muhalifleri saf dışı kılmak suretiyle ikinci meclisi teşekkül ettiriyor. Böylece mecliste istedi­ğini daha iyi yapacak kanaati ile hareket ediyor.

Bu Adliye Vekili, 1920'den beri meclistedir. 1922 -1923 ara­sında İktisat Bakanlığı da yapmış. Ama asıl şöhretini bu Adliye Vekilliğinde yapmıştır. Çünkü medenî bir kanun yapılması gere­kiyordu. Yeni ve genç hukukçular açıkça ve cesurane bir tarzda ye­ni bir hukuk sisteminin teşekkülünü istemiş, eski hukuk sistemi­nin, yani Mecelle'nin artık bu inkılâb devrinde tarihe karışmasını istiyorlardı. Bu fikre karşı çıkmakta ileri dereceye varanlar yok de­ğildi. Ama iş işten çoktan geçmiş, ilk meclisin ruhu ile bu ikinci meclisin karakteri ayrı ayrı şeylerdi, birbirine zıttı. Bu zıddiyet or­tadan kalktığına göre yeni bir hukuk sistemi ortaya koymak kolay­laşmış oluyordu. Zaten baştan sona her şeyi değiştirmekte kararlı idiler Adliye Vekili. Ankara Hukuk Fakültesi'nin açılışı sırasında verdiği beyanatla devlet yapısı ve hukuk anlayışlarını açıkça orta­ya koyuyordu:

"Türk ihtilâlinin kuran, Batı medeniyeti kayıtsız şartsız kendisine mal etmek,benimsemektir .Bu karar o kadar kesin bir azme dayanmaktadır ki önüne çıkacaklar demirle, ateşle yok edilmeye mahkumdurlar. Bu prensip  bakımından kanun­larımızı oldukları gibi Batı dan almak zorundayız. Böylelikle Türk ulusunun İradesine uygun hareket etmiş olacağız." (Türk Medenî Kanunu nasıl hazırlandı? M.E. Bozkurt, sh: 11)

Türk Milletinin iradesine, bu yolla, uygun hareket ettiklerine inanıp, karşı çıkanları da demirle, ateşle yok etmeye çalışanların başında işte bu Adliye Vekili gelmektedir. "Vakit" gazetesinde ye­ni çıkartılan kanunlar hakkında bir beyanat gözlere çarpar. Bu, Adliye Vekili Mahmud Esad (Bozkurt)’undur. Der ki:

"Bunlardan en mühimi yeni kanunların (Lâik Devlet) prensiplerine göre yapılmış olmasıdır. Yalnız (Hukuk-i Aile) kararnâmesinde taaddüt-i zevcat bazı kayıt ve şartlarla kabul edilmiştir ki, buna muvafakat etmeyeceğim Taaddüt-i zeva­tın mutlaka kaldırılması lâzımdır, fikrindeyim. Buna sebep pek çoktur. Şu kadarını söyleyebilirim ki taddût-i zevcatı, aile hayatının medeni bir surette inkişafına engel sayıyorum."

Bunlar söylendiği zaman daha anayasa değişmemiş, 1924 anayasasına göre devletin dini İslâm'dı. Halbuki Adliye Vekili yaptıkları kanunların (Lâik Devlet) esasına göre olduğunu söylü­yordu.

lnkılâb mantığının hukuk anlayışına göre, Türk milletinin batı medeniyeti ile bağdaşma göstermemesi milletin kabiliyetsizliğin­den değil, onu tufeyli ve boş yere asırlarca meşgul etmiş olan dinî kanunlardır. Onun için bunları ortadan kaldırmalıydı, devrimci­ler... Engeller ortadan kalktıktan sonra adapte veya okluğu gibi dı­şarıdan batı menşeli kanunlar almak kolaydı ve bunlar hiç bir engelle de karşılaşmıyordu. Zaten devrim mantığı da bunu böyle ka­bul eder. Müzakere olmadan, üzerinde düşünmeden ve olduğu gi­bi, parmak hesabiyle kabul... Çünkü Türk milletini muasır mede­niyet seviyesine çıkarmak gerekti. Bunun için de kanunlar da me­denî olmalıydı. Medenî Kanûn bu şartlar içinde kabul edildi. He­men İsviçre Medenî Kanunundan iktibasla Türkçe'ye geçirildi. Son senelerde (Yurttaşlar Yasası) diye lanse edilen bu kanunun meclise takdimi sırasında esbab-ı mucibeyi (gerekçeyi) hazırla­yan Adliye Vekili Mahmud Esad Bey özetle şöyle diyordu:

"Hayat yürür, ihtiyaçlar sür'atle değişir. Din kanunları mutlaka ilerleyen hayatın karşısında şekilden ve ölü kelime­lerden fazla bir kıymet, bir mânâ ifade edemezler. Değişme­mek dinler için zarurettir. (...) Esaslarını dinden alan kanun­lar tatbik edilmekte oldukları cemiyetleri nazil oldukları ilkel devirlere bağlarlar. Ve ilerlemeye engel belli başlı müessir amiller sırasında bulunurlar. (...) Günümüz devleti dini dünya işlerinden ayırmakla, insanlığı tarihin bu kanlı belâsından kurtarmıştır. Türk medenî kanunu yürürlüğe girdiği gön, milletimiz on dört asırdır kendini çeviren sakat ve karışık inançlardan kurtulmuş, hayat veren medeniyetin içine girmiş bulunacaktır."

Mahmud Esad'ın hukuk anlayışı bu idi. Ve bu anlayış geçerli sayıldı. 1930a kadar bu bakanlıkta kaldı. Sonra üniversitede "Türk Devrim Tarihi" okuttu. 1943'de İstanbul’da öldü.

 

Sadık Albayrak - Kemalist Devrin Çakıl Taşları
Devamını Oku »

''Turan Turan !'' Diye Diye Harab Olan Memleketin Mefkureci Mimarı...

''Turan Turan !'' Diye Diye Harab Olan Memleketin Mefkureci Mimarı...

Genç yaşta ölen ve hayatı boyunca dikkat çekici fikirler ileri süren Filibeli Ahmed Hilmi Bey, 1912'de " Siyonistlerin Uğur­suz Siyasetini Yine Türkler mi Çekecek?" adlı bir makale neşr etmişti. Bu makalede siyonistlerin plânlarından birini şöyle dile getiriyordu:

"Türkleri aldatmak, elde tutmak, millî gururlarını okşa­yıp kendilerini müslüman ve gayr-i müslim sair Osmanlı un­surlara karşı bir kuvvet olarak kullanmak. Bu (Türk İttihadı - Pan Turanizm) adını alıyordu." (Hikmet, sayı: 5, 23 Temmuz 1328/1919)

Son asrın başlarında bizde müslümanların dışında güç ve kuv­vet kazanan gayr-i müslim unsurlar bizi parçalamak ve bölük-pörçük bir hale getirmek için değişik adlar altında İçtimaî bünyeyi sar­sıcı yollar? tevessül etmişlerdir. Yukarıda ifade edilen husus da bunlardan biridir. Zirâ Osmanlılar aslî unsur bakımından Türk ol­malarına rağmen hiç bir zaman ırkî ayrılık gözetmeden bütün müslümanlan bir bayrak altında toplamayı hedef almışlardı. Bu arada müslüman olmayan unsurlar da en az müslümanlan kadar hak sahibi olmuşlardı.Bunun hikmetini çok iyi anlayan Siyonistler değişik bölgelerde değişik alternatifler öne sürerek altı asırlık koca bir devlet parçalamayı tasarlamışlar ve kavmiyetçilik perdesi altında çeşitli unsurları devletin başına bela etmişlerdi.Siyonistlerin ırkçılık hareketini körükledikleri görüşünde bu bakımdan gerçek payı vardır.Nitekim Bir Yahudi olan çoğu yerde (Tekin Alp) takma adını kullanan Moiz Kohen adlı bir Yahudi bu ‘’Türkçülük’’ cereyanını müdafaa etmiştir.Bu safhada,bilhassa Balkan Harbi sonunda yazdığı ‘Türkler Bu Muharebede Ne Kazanabilir?! Adlı küçük risalesinde o devrin ileri gelen ‘Türkçü’lerinin de fikrini alır.Zaten Moiz Kohen daha önce bu fikri ele alan ve Fransızca olan neşredilen bir eserin bu ırki hareketi destekler ve önderlerinden olur.’’Pek parlak bir atisi’’olan bu fikir etrafında Ziya Gökalp’ın da fikrini alır.Zikri geçen eserde Ziya Gökalp’ın kısa mektubu şöyle yer alır:

 

Turan mefkuresi feyizli bir veludiyete maliktir.Bu kaynaktan bir Türk İslam,bir Türk medeniyeti doğmak üzredir.(Turan) Türk milletinin vicdanınından doğmuş,içtimai bir realiteye müstenid bir mefkuredir.Bunu bir (mevhume) zannedenler vehim içinde yaşarlar.Mutasavver olan mukadderdir.’’(sh:6,2,İstanbul,1330)

 

Gökalp,bu ilhamı İle yola çıkmış bir düşünür ve mefkûreci­dir.

1876 da Diyarbakır’da doğmuştur. İdadi (lise)yi doğum yerin­de okudu.Bu mekteb de Fransızca öğrendi ve felsefe ile ilgilendi. Bu iki dersi de ona Yorgi Efendi adında bir gayr-i müslim okuttu.Felsefe adı ilk  olarak Yunan filozoflarını öğrendi. Düşünce sis­temi, dindar bir aile muhitinden geldiğinden, kafasına değişik ve karmaşık sorular soktu. Bu kafa içinde İstanbul'a geldi. Baytar Okulunda okumayı başladı. Mehmet Akifle aynı mektebten il­ham aldığı halde onunla pek bir ortak nokta bulamadı. Bu arada sinir krizleri geçerdi. İntihara teşebbüs etti. Kafasına sıktığı kurşun ölümü tacil ettiremedi.Büyük dinsiz Dr. Abdullah Cevdet'in tedavisi altında kaldı. Ondan da çok şeyler aldı ve onun sayesinde İtti­hat Ve Terakki Cemiyeti ile temasa başladı. Bu cemiyetin çalışma­sı masonik esaslara bağlı olduğundan kafası tamamen değişik bir veçheye büründü.

Baytar Okulunda iken siyasî faaliyetleri yüzünden kovuldu. Diyarbakır'a gitti. Orada küçük memuriyetlerde bulundu. Selanik'teki İttihat ve Terakki Cemiyeti kongresine Diyarbakır bölge üyesi olarak katıldı. Burada kalıp "Genç Kalemlere katıldı. Dil, şiir ve edebiyatla uğraştı. Türk harsını araştırıp ortaya koyma yo­lunda Batılı sistemde bir sosyolog olarak ortaya çıktı. 1913'de İs­tanbul'da karar kılar. Tarde'i, Fouillde'yi, Comte'u, Nietzsche’yi, Bergson'u okur ve Durkheim'i sosyolojik önder kabul ederek yo­lunda yürür.

(Türk Yurdu)nda yazılara başladı. Bu dergide yazdığı (Türk­leşmek, Muasırlaşmak ve İslâmlaşmak) adlı yazılan gerçek hüvi­yetini ortaya koydu. Üniversitede sosyoloji ve metafizik kürsüle­rini kurdu. Çalışmalarına sonsuz ve engelsiz bir zemin buldu. Ko­yu bir İttihatçı idi. Masonik çevreler ve yukarıda da ifade edildiği gibi Moiz Kohen gibi Musevilerle fikrî alış-verişte bulunuyordu. Enver Paşa'ya sonsuz bağlılığı vardı. İdeallerinin gerçekleşmesini bu saraya yakın paşadan bekliyordu. Bu da onun devlet içinde iste­diği rolü oynamasını sağlıyordu.

1917 yılındaki kongrede Şer'iyye Mahkemelerinin Şeyhü­lislâmlıktan alınıp Adliye Nezaretine bağlanmasına en büyük amil olup ilk lâiklik tatbikatının önderi oldu. Zaten Gökalp'ın istediği de buydu. Müftü yerinde duracak, devletin işine din karışmaya­caktı. O'na göre Şeyhülislâmlıkta "dine, ahlâka ve mâneviyata dair hiç bir kelime İşitilmez." Bilhassa "Yeni Mecmua "da çıkan şiirlerini toplayıp 1918de neşr ettiği "Yeni Hayat" adlı şiir kitabın­da bütün fikirlerinin enmüzecini bulmak mümkündür:

Din ancak mürebbi olur. İlim ise müsbet ilimdir ve tecrübeden doğar. Müftüden fetvfa sorulur, ama onun cevabı *mevize*dir. Fakihler dini zorla nakliyet yönüne sürüklerler. Bu takdirde dine ‘’sen sağa git ben sola" demek gerekir. Devlet ile medrese iki ayrı âlem dir. Müftü ile halîfe birbirinin işine karışmaz. Hukuk dinden ayrı bir iştir. Hukuk dine uymazsa örfe uydurulmalıdır. Devlette halkın örfü hakim olmalıdır.

Ziya Gökalp bu istikamette sosyal bünyeyi yetiştiriyordu. Ni­tekim Ruşen Eşref onunla edebiyatla alâkalı yaptığı konuşmada milletin hayatı ve örfü hakkında daha açık cevaplar alır:

"Bizim yüksek edebiyatımız kendi vicdanımızdan doğmuş olamazdı. Çünkü taklitçidir. (...) Arabın dinî, Acem'in de edebî tesirlerinin neticesi olarak yüksek edebiyatımızın lisanı da Arapça ve Acemce terkîblerle dolmuştu. (...) Tanzimat dev­ri bizim Rönesansımız olacaktı. Fransız edebiyatım model ka­bul ettiğimiz için klâsik bir edebiyat vücuda getirmemiz imk­ânı hasıl olmuştu. Fakat Fransızların Yunan ve Lâtin edebiya­tına karşı ısrarlarını muhafaza için aldıkları vaziyeti biz alma­dık (...) Zevk eskiden nasıl Acem İdiyse, Tanzimatla da Fransız oldu. (Fakat) Tanzimat bizi Ortaçağdan skolâstik zihniyetten ve skolâstik edebiyattan kurtardı (...) Türkçülük felsefeyi, ta­rihi ve sosyolojiyi kendine rehber edinerek eski irfanı teşrih masası üzerine koyuyor. Sanat hars manzumesine, edebiyat medeniyet manzumesine mensup olduğundan sanatımız git­tikçe daha millileşecek, edebiyatımız tamamiyle Avrupai ve Yunanlı olacaktır." (Diyorlar ki, sh: 209 - 215)

Düşünürümüz bu ahval içinde "İttihatçılarla beraber battı. Malta'ya gönderildi. Ingilizler tarafından. Dönüşünde Kurtuluş Savaşı sürüyordu. Soluğu Diyarbakır'da aldı. Artık müdafaa ettiği fikirler yeniciler tarafından teker teker tatbik ediliyordu. Kopuz ve kımız âlemleri ile Turan'a doğru yol almak isteyen Gökalp, fikir babalığı yaptığı kimselerce hatıra getirildi ve ikinci Meclis'te Di­yarbakır milletvekili olarak katıldı.

Çok geçmeden kafasında gençliğinden beri saklı olan kurşunun son hareketi ile hayata vedâ ediyor ve 1924'de mozoleye değil de karşısında yer aldığı Saltan Hamld'in yanında yer alıyordu.

 

Sadık Albayrak - Kemalist Devrin Çakıl Taşları

 

 
Devamını Oku »

Devrik Cümlenin Önderi

Devrik Cümlenin Önderi

Son devrin adamlarının kafa yapısı bozuktur. Kafaları içinde bulunan şeyler birer sürpüntüdür. Çünkü yol geçen hanı gibi Ba­tıdan ne gelmişse Doğu'ya, onların kafalarında bir yer bulmuştur. Bundan dolayı da son devirde yazar-çizer adamlarımızın çoğu dü­şünce, dil ve edebiyat alanında millî hayata cephe almışlardır.

Bunlardan biri de tarihçi Hammer'in "Osmanlı Tarihini dili­mize çeviren Ata Bey’in oğludur. Ata Bey'in oğlu 1898'de İstan­bul'da doğmuştur. Babası oğluna "Nurullah" adı takmışsa da son­radan ismini "zulmet’’e çevirmiştir. Tam bir tahsil yapmadı. Bazı mekteblerde hocalık yapmıştır. Millî Eğitim Bakanlığında müter­cimlikte bulunmuş ve ilk yazılarına 1921'lerde "Dergâh"ta başla­mıştır. ilk yazılan şiir tülündedir.

Yetiştiği şartların aksine, bildiği halde, Fransız dil ve edebiya­tının tesirinde ve bir balama bayram olarak ilk olarak dilde devrik cümleleri kullanmıştır.

Son olarak memuriyet hizmeti olarak Cumhurbaşkanlığı mü­tercimliğinde bulunmuş ve buradan 1952'de emekliye ayrılmıştır. Günlük gazetelerde fıkra, deneme ve tenkit yazılan neşr etti. Bil­hassa Fransızcadan tercümeler yaptı. Bunlar ününü arttırdı.

Batıya o kadar hayrandı ki bütün eğitim knrumlannda Latin­ce'nin mecburi kılınmasını istedi.

Hele dildeki aşırılığı, kendi dilimizi uydurukçanın kucağına atmış, ilkel bir Afrika kabilesinin bile rıza gösteremiyeceği bir tarzda dilin sadeleştirilmesine çalıştı. Asırlardır bu milletin kültü­rünü yoğuran kelimeleri sırf yabancı kaynaklıdır diye yazı ve ko­nuşma dilinden atmaya ömrünce gayret gösterdi.

Bu aşırılığın baş nedeni aşın bir din, yani Islâm düşmanlığın­dan ileri gelmekteydi. Bu tavrı da en çok din aleyhtarlarının işine geliyordu. Yozlaşan bir sanat ve edebiyat akımı içinde Nurullah Ataç’ın elbette büyük bir yeri olacaktı.

Önce "Hakimiyet-i Milliye" adım alıp sonra "Ulus" olan gaze­tede 1927’den 1957ye kadar sayısız yazılar yazdı. Bu gazeteye ambargo koyan siyasî partinin felsefesine uygun şiir, roman, ve denemeler sergiledi bir ömür boyu. Başka gazete ve dergilerde de yazdı. Akşam, Cumhuriyet, Milliyet, Son Havadis...gibi gazete­lerde arz-ı endam etmiştir.

Bir inkılâb (devrim) yapılmış memlekette ve bunun başlangıcı yüz elli yıla dayanıyordu. Bu süre içinde çok şeyler yazılmış ve söylenmiştir. Nurullah Ataç da bu gelişme içinde kendine göre hizmetlerde bulunmak istiyor. Her şeyi alırken de Batı'dan dil de­ğeri ne varsa alınmalı, bu bizim öz değerlerimize uymasa da...

En çok tutarlı olan tarafı, günlük gazetelerde yazması idi. Çün­kü devletin fakültelerinde dil ve edebiyat sahasında kürsü işgal edenler bir bakıma halktan kopmuş, akademik tarzda yayınlarım sürdürüyorlardı. O ise yazdı da yazdı. Öyle ki ilk nazarda garipse­niyordu. Ama bu acayip dil keşmekeşliğini ısrarla devam ettirme­si, hem kendi etrafında hem de neşriyat hayatında sesini duyurup "kamu-oyu" teşkil ettirenleri ortaya çıkarmıştır.

Bugünkü dil kurumu onun eseridir, diyebiliriz. Onun attığı te­meller, daha doğrusu tahrîbkâr yerler üzerinde yürüyor dilcileri­miz. Açtığı yol gelişmeden çok değişmeyi hedef aldığından her geçen gün daha da batağa saplanmakta, millet fertlerinin anlaş­makta ve konuşmakta dar ve ilkel, düşünde de daha sığ bir hayat anlayışı içine sokulmasına yaramıştır.

 

Dinî değerlere düşmanlığı onun dostları tarafından yan şaka yan ciddi öldükten sonra müslüman mezarlığına konulacağı hatır­latılır. O ise böyle bir hareketin onun için en büyük azap olacağı görüşünü ifade ederdi. Ne acı ki devrim adına yol alanların akıbeti hep böyle olduğu gibi o da istemediği şekilde bir dinî törenle tabuta konmuş ve gideceği yer maşatlık olduğu halde, öldüğü 1957de mezarlığın yolunu tutmuştur, elinde olmadan (!)...

 

Sadık Albayrak - Kemalist Devrin Çakıl Taşları

 

 
Devamını Oku »

''Yurtta Sulh Cihanda Sulh Sözü'' Hakkında

Türkiye'nin dış politikada kendisine rehber edindiği ilke "Yurtta sulh, cihanda sulh" sloganıyla dile getirilmektedir. Ancak bu slogan, bir şey yapmak için değil, fakat bir şey yapmamak için kullanılan ve bütünüyle kendini savunma durumunda gören ve bilinçli olarak o duruma sokan bir politikanın izlenmesi düzleminde rehber olmuştur. Turkiye artık kendisini dünyaya sözü olabilecek bir ülke konumundan çıkarmıştır.

Kaynak:

Rasim Özdenören-İki Dünya
Devamını Oku »

İslâm Akılcı Mı?

İslâm'ın akılcı bir din olduğunu işitmek sanıyorum bazılarımızın hoşuna gidiyor. Fakat acaba böyle bir niteleme yerinde midir? Islâm bazılarımızın sandığı gibi "akılcı" bir din midir? "Akılcılığın" ne olduğu hususunda ortak bir anlayışa varmadan bu sorunun cevabını alamayız.

İlkin "akla uygun" olanla "akılcılık" arasındaki sınırı belirlememiz gerekiyor. Çoğu kez, akla uygun olanla akılcılık arasında karıştırmalar yapıyoruz. Sözgelimi, yağmurlu bir havada başımızı ıslanmaktan korumak istiyorsak şemsiye kullanmamız akla uygun bir davranıştır. Fakat bunun "akılcılık" la ilgisi yoktur. Ya da varmak istediğimiz bir hedefe kısa yoklan gitmek istiyorsak, bir geometri kuralını uygulayarak bir üçgenin iki kenarının toplamı üçüncü kenarından uzundur aksiyomuna göre kestirme yolun hangisi olduğunu bulmamız akla uygun bir davranıştır, fakat yaptığımız bu işlem gene akılcılık değildir.

Çünkü konuşma dilinde kullanıldığı anlamıyla rasyonalizm, sanki sırf bir hesap işi sanılmaktadır. İktisadi veya hendesi olan her düşünce tarzına günlük dilde genel olarak rasyonel denilmektedir. Meselâ bir binanın asgari malzeme kullanılarak asgari maliyetle inşa edilmesi rasyonel (aklî veya akılcı veya akıllıca) bir düşünme, hesap etme tarzını gerektirir. Fakat böyle düşünmek felsefedeki anlamıyla rasyonalizm değildir.

Felsefedeki anlamıyla rasyonalizm, son tahlilde, bilginin kaynağı ile ilgilidir. Yani insan bilgisinin kaynağı akıl mı, yoksa vahiy mi (veya pozitivistlere göre deney mi) sorusuna aranan cevapta, bu cevabı akıldan yana verenlerin düşünce tarzına rasyonalizm (akılcılık, akliye) deniyor. Yoksa günlük anlamda kullanıldığı biçimiyle bakılırsa, İslâm'ın da rasyonalist (akla uygun anlamında) bir düşünce tarzından yana olmadığını söylemek mümkün değildir.

Fakat burada bile, rasyonalist düşünce tarzına bazı sınırlar getirildiğini belirtmeliyiz. Şöyle ki, mücerret bir teknik meselenin rasyonel boyutlar içinde ele alınması durumuyla fıkhı (hukûkî) bir meselenin aynı boyutlar içinde ele alınıp alınamayacağı meselesi birbirinden ayrı konulardır. Bir binanın inşa edilmesinde malzemeden, emekten vb. yapılacak gerekli tasarruflarla o binanın ortaya çıkan İması, bu hususta rasyonalist bir düşünce tarzını gerekli kılar, rasyonel hesap yapılmadığında israf edilmiş olur ki, dinin bir başka hükmüne aykırı hareket edilmiş olur.

Fakat, asıl, fıkhı konularda rasyonalizme getirilen sınırlar önemlidir. Bir görüşe göre, fıkıhta kıyas usulü rasyonalist bir tutumdur. Fakat kıyasın sınırlan nasslarla mukayyettir. Muhakeme yoluyla varılacak bir netice herhangi bir nassın hükmüne aykırı ise, orada kıyasa yer verilmez. İmam-ı Azam, uyguladığı kıyas usulü hakkında kendisine sorulduğunda, taharet, miras, namaz ve oruç konularında getirdiği misallerle kıyasın sınırlarını kesin biçimde çizmiştir;- Meselâ taharetle ilgili olarak sorarlar : Bevl mi pistir meni mi? Bevl, derler, İmam-ı Azam cevap verir: Ben de öyle biliyorum, fakat aklıma göre hareket etseydim bevl çıktığı zaman gusül, meni çıktığı zaman abdest icap eder derdim.

İmam-ı Azam in getirdiği diğer misaller de, rasyonalist düşünce tarzının ancak nasslarla kayıtlı olduğunu, nassların dışına çıkılamayacağını göstermektedir.

Öyleyse "akılcılık" (rasyonalizm) nedir? Akılcılık bilginin kaynağını akla dayandırarak izah eden felsefe görüşüdür. Bu görüşe göre, bilginin kaynağı akıldır. Aklın dışında, bir başka kaynak yoktur. Bu görüşü uç noktalarına kadar götürdüğümüzde "tanrı fikri"nin de akıldan çıktığı, dolayısıyla dinin insanoğlunun bir icadı olduğu sonucuna ulaşmamız gerekecektir. Akılcılığın, "akla uygun" düşen sonucu budur. Her ne kadar "rasyonalistler" bu sonuca ulaşmak niyetiyle yola çıkmamış olsalar da, bu sonuç onlann amaçlamadığı hâsıla arasında yerini almaktadır. Rasyonalistler, bilginin kaynağı olarak aklı referans gösterirken, bilginin insan aklına doğuştan (tanrı tarafından) yerleştirilmiş olduğunu ima etmek istiyordu.

Bu durumda, İslâm'ın akıla bir din olduğunu söylemek doğru olmayacaktır. İslâm'ın hükmünün akla as gun olduğunu söylemekle, onun akılcı (rationabsu duğunu söylemek, anlatılmak istenen düşünce ‘ mmdan birbirinden farklı hususlardır. Bu yönüyle  felsefedeki anlamıyla rasyonalizm (yani bilginin kaynağını akılda arayan görüş tarzı) İslâm'ın yalnız dışına düşmekle kalmıyor, aynı zamanda ona zıt bir düşünce tarzını dile getiriyor.

İslâm'ın hükmünün akla uygun düşmesiyle, İslâm'ın akıla olmaması arasındaki farkın ayırt edilememesinde, rasyonalizmin Batı'da, Hıristiyan dogmatizmine karşı kullanılmasının da payı olsa gerektir. Hıristiyan din adamları bazı "bilimsel verileri" reddederek dünyanın yuvarlak olduğunu, güneşin çevresinde döndüğünü ileri süren görüşü (Kopernik vb.), dine aykırı saymışlardı. İslâm dünyasında buna benzer vakıalarla karşılaşılmadı. Dolayısıyla İslâm'ın akılcı olduğu sanıldı. Oysa İslâm ne rasyonalisttir, ne pozitivisttir, ne de başka bir felsefe görüşüne indirgenebilir.

Akılcılığın (rasyonalizmin), mefhumu muhalifi akıl- dışıcılıktır (irrationalisme). Fakat buna bakarak öyleyse İslâm akıldışıcı (yani irrationalistetir) demek de doğru ve mümkün değildir. Bir hadis-i şerifte belirlendiği gibi, İslâm'da belki aklı aşan hüküm vardır, fakat akla aykırı hüküm yoktur.

Şuraya geliyoruz:felsefeye özgü terimlerle İslâm'ın yerini belirleyemeyeceğimiz gibi, izm'lere İslâmî düşünce tarzı içinde bir yer biçmeye çalışmak da abes bir çaba olacaktır. Geniş anlamda tüm izm'leri akılcı bir başlık altında toplamak mümkün olsa bile buradan İslâm'ı tanımlamaya yol bulamayız. Çünkü İslâm kendini Vahiyle tanımlar, felsefe görüşleriyle değil.

Kaynak:

Rasim Özdenören-Kafa Karıştıran Kelimeler
Devamını Oku »

Osmanlı'da Şeyhülislam

Tanzimat'tan sonraki Osmanlı devlet teşkilât ve rejimini inceleyen bazı yazarlarımız, Osmanlı Devletinin siyasî yapısına Avrupalı bir yazarın Hristiyanlığa ve bir Avrupa devletine baktığı tarzda bakıp ona göre bir değerlendirme yapmaya çalışıyor. Bu bakışla farklar tespit edilebilir ama değerlendirme yapılamaz. Osmanlı devleti İslâmî esaslara dayanan bir devlet olduğu halde, devlet başkanının padişah sıfatıyla cismanî, halife sıfatıyla da ruhanî yetkiyi şahsında topladığı söyleniyor.

Halbuki İslâm düzeninde bu iki yetki birbirinden bağımsız değildir, bu iki yetki veya iktidar tek bir vücut halindedir. Osmanlı devletinde şeyhülislâmlık makamı da, devlet içinde ayrı bir dinî otoriteyi temsil etmez. Bu makam yapılan kanunların şeriata uygun olup olmadığını inceleyen bir danışma organından başka bir şey değildir (günümüzde, dar anlamda, bir tür anayasa mahkemesinin işlevi). Aksi halde, kendi başına kanun yapma yetkisini haiz olurdu ki, şeyhülislâmın böyle bir yetkisi yoktur.

Kaynak:

Rasim Özdenören-Kafa Karıştıran Kelimeler
Devamını Oku »