İnsanına Hareket Ahlakını Aşılayamamış Bir Millet Mağluptur

Sade bir harpten muzaffer çıkmak bir milletin kurtuluşu demek değildir. Böyle bir hareket, sonsuzluğa çevrilmiş ve sonsuzluğa yönelten irade ile yapılmışsa kurtuluş getirir. Bazen esaret ve felaket dediğimiz hâllar, sonsuzluk iradesine teslimiyeti bize sağlayarak, bize hareket ahlâkını getirici oldukları takdirde, kurtarıcı oluyorlar. “Ölüden diriyi, diriden ölüyü” çıkaran kudret, sefaletlerimizden kurtuluşumuzu, bahtiyarlıklarımızdan ve en parlak emellerimizin gerçekleşmesinden de, gerçek musibetleri ve felaketlerimizin devasız olanlarını çıkartabiliyor.

Ancak şunu unutmayalım ki, felaketlerimizi kendimiz hazırlıyoruz. Harekete geçerken belli gayeler tasarlıyoruz ve hareketin bizzat kendisini bir vasıta halinde küçültüyoruz. Artık isterse davranışımız din için, devlet için veya ailemiz için olsun; bu Allah’ın unutulması demektir. Hareketlerimize Allah’ın iştiraki burada bitmiştir. Hesaplarımızı bu realitelerin en mahir muhasebe projeleri yapmasını bilenlerden öğrenerek yaptıktan sonra, ancak varacağımız muayyen gayeleri hedef tutarak yürütmeye başlıyoruz ve etraftan mahir bir kaptan arayıp buluyoruz.

“Bize kuvvet lazım, bu kaptan bu işi başaracak kadar kuvvetlidir” diyerek onunla yola çıkıyoruz. “Her harekette bir iman hareketi bulunduğunu” ve her hareketin sonsuzluğa doğru yöneltilmesi lüzumlu olduğunu unutarak bir müddet ilerledikten sonra fırtınaya tutulmamak ve gemiyi kayalara çarpmamak kabil midir?

Cemaat sevgisiyle dolup taşmayanın, servetinden cemaate hayır bekliyoruz. Ahlâksızdan ahlâk feyzi, fedakârlık nedir bilmeyenden Allah telkini, millet yerine ferdi varlığını heykelleştirme hırsında olandan cemiyete selamet müjdesi bekliyoruz, fertlerden ve zümrelerden…

İnsanına hareket ahlâkını aşılayamamış bir millet, hangi servetle ve hangi zaferlerle çılgınlaşmış olursa olsun, hakikatin ve hiç şaşmak bilmeyen gerçek akıbetlerin asla yanılmaz hakemliğiyle, mağluptur, perişandır ve şaşkındır. Böyle bir cemiyet fertlerinin hepsi de bedbaht, hepsi de muzdarip oldukları gibi, kâh bir vehimden zafer ifadesi çıkarırlar; kâh muzaffer olduklarına herkesten önce kendi hasta ve mefluç ruhlarını inandırmak için başkalarına saldırırlar. Kırarlar, devirirler. … Bir kere de sonsuzluğa götüren yol tıkandı mı şerirler, hakkı kollarıyla kararlarında, genç nesiller hayatın manasını zavallı bedenlerde, din satıcıları Allah’ı kendi seslerinde ararlar. Hoş veya boş vakit geçirmek emel olur.

Kaynak:

Nurettin Topçu-Yarınki Türkiye
Devamını Oku »

Bir Eser Okunacağı Zaman Dikkat Edilmesi Gereken Husus

Bir Eser Okunacağı Zaman Dikkat Edilmesi Gereken Husus

Bir eser okunacağı veya bir söz dinleneceği zaman, evvela: Men kâle, ve li-men kâle ve Limâ kâle ve Fima kâle. Yani: Kim söylemiş? Kime söylemiş? Ne için söylemiş? Ne makamda söylemiş? Olan bir kaideyi esasiyeyi, nazan itibara almalı. Evet, kelamın tabakatının ulviyeti, güzelliği ve kuvvetinin menbaı, şu dört şeydir: Mütekellim, muhatap, maksad ve makam. Yoksa, her ele geçen kitap okunmamalı, her söylenen söze kulak verilmemeli. Mesela: Bir kumandanın bir orduya verdiği "arş" emriyle, bir neferin "arş” sözü arasında ne kadar fark vardır. Birincisi, koca bir orduyu harekete getirir. Aynı kelam olur İkincisi, belki bir neferi bile yürütemez.


Zübeyir Giindüzalp, Konferans, sh. 21-22
Devamını Oku »

Harf İnkılabı ve Türki Cumhuriyetler

Harf İnkılabı ve Türki Cumhuriyetler

Harf ınkilabının halkın irade ve isteğine dayandığını söyleyebilirmiyiz;

Ebuzziya: Harf gibi eğitimin, kültürün temeli sayılan şekli kaldırmayı halkın isteği olarak ortaya atmak tamamen uydurma ve iftiradır. Olamaz. 0 kadar ki, insan bir evde senelerce oturunca evin damı akar şu olur bu olur onu bile değiştirmeyi kolay kolay göze alamaz ayrılamazken, harf gibi bizim bin senelik kültürümüzün temelini değiştirmeyi halk hiçbir zaman düşünmemiştir.

Bu doğrudan doğruya Atatürk'ün emrinin neticesidir. İtiraz ufak tefek oldu. Neden daha büyük itirazlar olmadı? Atatürkün karizmasından. Ama maalesef büyük felakettir. Atatürk bunu yaparken o zaman ki memlekette okur yazar ade­tinin azlığından yola çıkarak bunu çoğaltmak yolunu tutmuştu. Ancak üzerinde durulması gereken çok önemli bir nokta var: 1925'te yapılan istatistikte okur yazar adeti yüzde 10-12 gibi bir rakam gösterilir. Bu tamamen uydurmadır. Neden? Çünkü okur-yazar diye söylüyor. Eski yazımızda okumak başkadır, okumayı yazmayı bilmek başkadır. Kur'anı Kerim'i okumayı bilmeyen Anadolu- da o devirde yok gibidir ama bunlar okumayı bilen insan olarak istatistiklere yazılmamıştır. Hatta harfleri değiştirmede mesnet teşkil etmesi için düşük göste­rildiği muhakkaktır. O zaman Anadolu da gazeteler birkaç yerde çıkıyor. İstanbulda 8-10 gazete var. Ve bunların yekünü 300-400 bini rahat bulurdu. Demek ki nüfusunun tamamı 1 milyon olan İstanbul'da gazeteler.400 bin satıyorsa bu­nun hepsi İstanbul değil Anadoluya da gittiği düşünülür ve bir gazeteyi en az 10 kişinin okuduğu hesap edilirse o devirde okuma bilenlerin sayısının hiç de az olmadığı ortaya çıkar.

Harf inkılabını getirdikleri ve götürdükleri ile değerlendirir misiniz. Bu değişiklikten kültürümüz ne kazanmıştır?

Ebuzziya: Harf inkilabı hiç birşey getirmemiştir sadece götürmüştür. Çünki, harfin, imlanın şekliyle bir memleketin ilerlemesi olmaz. Bir memleketi ilerleten yükselten eğitimin metodudur. Bizde de malesef bu tamamen yanlış anlaşılmış harflerin şeklini değiştirirsek bu iş yürür denmiştir.

Bizim eski yazı dünyanın en kolay yazılan en kolay okunan yazısı idi. Dünyanın en güç yazısı ise Japon yazısıdır. Öyle olduğu halde dünyadaki en kuvvetli memleketlerden biri Japonyadır. Japonya bin senelik kültürünü bozma­mak için o yazısını muhafaza etti. Çin, bizden ileridir yazısı aynı derecede güçtür. Kiril yazısı kullanan Rusya daha düne kadar dünyanın en güçlü devleti idi. Yunanistan yine Kiril kullanır, teknik ve kültür bakımından bizden bal gibi ileridir. Demek ki bu harfle değil sistemle ilgilidir.

İstasistiklere dikkat ederseniz bütün okuma yazma seferberliklerine, millet mekteplerine rağmen 1955 lerde okuma yazma adedinin 1925 lere nisbetle ancak yüzde 2-3 arttığını görürsünüz. Dolayısıyla bu inkilap memlekete zarardan başka hiçbir şey vermemiştir. Çünkü o zaman 25 milyon ümmi oldu. (Memlekette harflerimizi değiştirdiğimiz zaman kaç tane latin alfebesini bilen vardı? Galatasaray mezunları, Papaz mektepleri mezunları, bir de ailelerin kendi gayretleri ile çocuklarına latin alfebesini öğretenler, 25 milyonda bu olsa olsa 100 bin kişiyi ya bulur ya bulmazdı. Şimdi burada en büyük zarar Balkan Har­binde, arkasında. Cihan ve İstiklal harblerinde memleketin aydın sınıfı subay olarak cepheye gittikleri için onlardan büyük zaiyat oldu. Harplerin sonunda kim kurtuldu. Harpler sırasında 50-60 yaşında olan hakikaten Osmanlı kültürü ile yetişmiş insanlar bunların da içinden latince bilenlerin sayısı parmakla göste­rilecek kadar azdı. Bir anda ümmi oldular.

O zamanki gazetelerin koleksiyonlarını karıştırın, 16 punto ile yazılmış yazılar var. Tefrika kalktı, makale kalktı ve bu aylarca sürdü. 1930-32 yıllarında bir kitap 300 adet basılırsa sevinilirdi. Ben o zaman Ebuzziya Matbaasını idare ederdim 1933'de 500 kitap basıldığında "Aman Allahım 500 kitap basıldı" diye sevinilirdi. Ermeniden dönme Müslüman Semih Lütfî, küçük cep kitapları çıkartmaya başladı ve baskılar 1000'e doğru yükseldi ancak 1933 yılında.

İkincisi 1930 yılında Şikağoda yapılan bir Göz hekimleri Kongresi' nde bir Alman fevkalade enteresan tebliğ vermiştir. "Niçin gözlük kullanılıyor?" diye yaptığı araştırmasında Latin ve Kiril alfabesiyle yani tek tek yazılan harflerle yazanların arasında gözlük kullananların sayısı 40 yaşından sonra yüzde 85 Arap harfleri kullanan memleketlerde okur yazarların 40 yaşından sonra gözlük kullanma oranı ise yüzde 15. Adam sebebini buluyor. Tek tek harfli alfabe kullanan memleketlerde göz evvela harfleri görüyor yanyana getiriyor ve ondan sonra okuyor. Arap harflerinde klişe olarak okuyor. Arap harfleri en kuvvetli stenoya faiktir. Neden? Çünkü steno Arap harfi kadar çabuk yazılır ama her stenoyu yazan adamın kendisine göre usulü vardır. Bir stenoyu yazan öbür stenoyu okuyamaz. İkincisi o stenoyu yazan adam sonra onlara okunur yazıya çevirmesi lazım. Eski yazıda bu yok herkes yazar herkes de okur­du. Hele yazmayı kaidesine uygun bir şekilde öğrenmiş, hüsnü hat dersi almış ise okunmamasının imkanı yok. Bu kadar kıymetli şeyleri ayağımızla teptik.

Geri dönmekte mümkün değildir. Ama Orta l'den itibaren eski yazımızı mecburi ders olarak koymak elzemdir. Bu bizi bütün eski eserlerimize ulaştıracağı gibi Ortaasya’daki Türkler'le de irtibatımızı sağlamak imkanı vere­cektir.

….Türkiye'deki harf İnkılabının sadece maarif için yapıldığı söylenebilir mi?

Ebuzziya: Sadece maarif için yapılmıştır.

İstanbul basınını susturmak gibi bir gaye…

Ebuzziya: Zaten Takriri Sükun kanunu vardı. Harf inkılabı öncesinde­ki gazetelere bakarsanız hiçbir tenkit yoktur, muhalefet imkanı yoktur. Dolayısıyla susturacak gazete kalmamıştır. Takriri Sükun harf inkılabından biraz sonra kaldırılır çünkü inkilap sonrası gazete tirajları 300-500'e inmiştir. Ondan önce umumi yekûn 300 bini aşkındı. Bizim Tevhidi Efkar eski yazıyla en  yüksek tirajı yakalamış gazetedir 1925'te 45 bin. Takriri Sükun ile kapatıldı.

Sovyet mahkumu Türkler tek alfebe ile idare edebilirler mi?

Ebuzziya: Fevkalade önemli konu. Çünkü Latin alfabesi telaffuza göre  yazılan alfabedir. Türk aleminde imla yüzde 95 bir imladır. Ama telaffuzu fark  eder. Mesela vatan kelimesi vay, tı, nun harfaleriyle yazılıyor. Biz burada vatan diye okuyoruz. Ozbekler, vitin diye okuyor. Özbek onu vitin diye yazdığında vatan demek istediğini nerden anlayacağım?.

Şimdi Kiril alfabesini bırakmaları şart. Türkiye ile irtibat için Latin alfabesi de zaruri. Ama benim korkum aradaki kök bağın kopmasıdır. Birbirimizin ne dediğini anlamayacağız. Herkes telaffuzuna göre yazacak. Benim gördüğüm tek çare, bizimle beraber bütün Türk aleminin okullara derhal Eski Türkçe dersi koyarak birliği muhafaza etmesidir. Yoksa Türk birliğinin kaybolması yüzde yüzdür. Büyük hatadır. Çift alfabe bilir hale getirmek zaruridir.

Türkiye'de lisan konusunda mutabakat sağlanamaması Türk dünyasına yansıması nasıl olacaktır?

Ebuzziya: Rahmetli Suat Hayri Ürgüplü den dinlemiştim, hatıratım ya­zıyordu bu kısmını koydu mu bilmiyorum. Suat Hayri Ürgüplü, Başvekil sıfa­tıyla Rusya'ya ziyarete gitmişti. Politbüro'da Aliyes isminde bir görevli bir fırsa­tım bulup Suat Hayri'ye 'Allah aşkına bu yaptığınız çılğınlık nedir" diyor ve de­vam ederek "Atatürk Türklüğe en büyük zararı verdi Harfleri değiştirerek ara mızdaki irtibatı, kopardı. Şimdi siz Türkçeye acayip acayip uydurma kelimeler sokuyorsunuz,radyonuzu köşe bucak sakınarak dinlemeye çalışıyoruz. Türkiyeden haber alalım diye hiçbir şey anlamıyoruz nedir bu yaptığınız?" Nitekim bu uydurukcacıların ekserisi Rusya'nın tesirinde kalan ve bazısı ajan olarak çalışan kişilerdir. Gaye Türk birliğini dağıtmaktır.

Nurullah Ataç, Ulus’ta uydurukça dolu yazılarını yazarken gazetenin tirajı 3-4 bin kadardır. Nurullah Ataç'ı okuyan 300 kişi ya var ya yoktu. Ulus'un  Nihat Erim idaresinde DP zamanında yayınlanırken şöyle bir ilanı vardı: Yeni bir tefrika ilanı '’Merak etmeyin bu herkesin anladığı Türkçe ile.” O zaman  herkes gülüp geçiyordu bu uydurukcuya ama TV çıkınca tekrar ede ede kul­lanılır hale getiriliyor. Bu Türkler'e karşı bir sabotajdır. Hepsi ajan demiyorum katiyyen ama tesir altında kalıp sonda da adi bir taassupla devam ediyorlar.
Devamını Oku »

Tarihi Eser Kaçakçılığı

Tarihi Eser Kaçakçılığı

Tanzimat Fermanı ve 30 yıl sonrada Islahat Fermanı'nın hazırlanmasında büyük rolü bulunan İngiliz Sefiri Lord Stradford,yakın tarihimizde çok  önemli bir isimdir. Bir de Layard var. bizim tarihimizle meşgul olan bu iki  İngiliz sefirine dikkat etmeleri lazım. Çünkü soygun bunlarla başlıyor.

Lord Stradford, İş Bankası'nın yayınladığı hatıralarında: "Bu imaratorluk bir yamalı bohçadır, her tarafından dağılıyor, çözülüyor. Kim ne koparırsa  kârdır. Bulduğunuz her şeyi alın, ne yaparsanız yapın. Avrupa müzelerine taşıyın. Çünkü ziyan olacak" diyor.

Bu Lord, Bodrum'daki meşhur Karya Kralı'nm mezarım kaçıran,Maselyum alınlığını götüren kişi. Onun çırağı olan Layard da Ninova’yı soyan adamdır. Bugün British Museum'u teşkil eden büyük kolleksiyonlar bu ikisinin gayretleriyle Türkiye'den soyulup götürüldü.

Vaktiyle bu eserleri, bilhassa camileri, değer koyarak satmışlar. Rahmetli hattat Necmettin Okyay, Ayasofya Camii’nin minaresinin satıldığını söylerdi. Bu minareyi Sultanahmet şekercisi almış, şeker deposu yapmış. Şeker çuvallarını oraya koyarmış.

En büyük satış, en büyük tahrip de Cumhuriyet devrinde olmuş. Bu devirde Anadolu yakasındaki mevcut vakıfların büyük bir bölümü satılmış. Mesela, Üsküdar’da Sinan'ın orta yerde duran o koskoca hamamı satılmış.

Süleymaniye ve Yeni Cami'ye ve bir çok camiye "şu değeri var" diye  fiyat biçmişler. O değerleri tesbit eden kişiyi tanırım. Şakir Çetiner Şimdi vefat etmiştir. O anlatırdı. Nitekim Süleymaniye caminin hamamı satılmıştır, bu gün şahıs malıdır.
Devamını Oku »

Lozan ve Petrol

Lozan ve Petrol

Üstadım, efendim, rahmetli "Şeyh ül Muharririn" Refi' Cevad Ulunay Lozan Konferansı sırasında oradaymış... Fakire bizzat anlattı... Bir gün İsmet Paşa, Dr. Rıza Nur aracılığı ile kendisine şifahen şöyle bir mesaj göndermiş. "Refi’ Cevad Bey bize muarızdır (karşıt) biliyoruz... Ama bu bir memleket meselesidir, kendisinden bir ricamız var... İngilizler'e yakınlığı dolayısı ile onların fikirlerinden haberdardır.... Acaba sulh için fedakarlık yapacaklar mı? Musul mes'elesinde direnmede tereddütlüyüz. İngilizler nasıl bir tavır takı­nacaklar bize bildirebilir mi?" demiş. Mesaj tabiyatı ile Dr. Rıza Nur aracılığı ile Refi' Cevad Beye ulaşmış... Soyadı Kanunu’ndan sonda adı "Ulunay" olan ve yakın zamana kadar pek çok kişinin yazılarını eski Milliyet'te zevkle okuduğu Refi Cevad Bey, İsmet Paşanın bu arzusunu kendi deyimi ile memleket açısından olumlu bulmuş ve İstanbuldan tanıdığı Rumbolt ile görüşmüş... Rumbolt O'na, "Majestelerinin hükümeti hangi şartlar altında olursa olsun sulh yapmak istemektedir..." demiş. Bunun üzerine Refi Cevad Bey koridorda acele Rıza Nur Beyi bularak durumu iletmiş ve "Aman direnin Musul petrollerini kaçırmayalım... İngilizler yorgun..." demiş. Demiş ama lafını kimseye dinletememiş.... İsmet Paşa tarihe geçen ağırlığı ile meselenin anhasını minhasını kavrayamamış... Ünlü "Lozan kahramanı" Musul petrolleri üzerindeki hak­larımızın, sıcak sulara inmiş Kuzey Buz Denizinin dağlan gibi eriyip yok olduğunu görememiş...

Şimdi Efendim! başta Sayın İnönü'nün oğlu İkinci İnönü olmak üzere, Türkiye'de yaşayan her Türk; sabahlan işine giderken, arabasına koyduğu ben­zinin her damlasında, “İsmet İnönünün" Lozan macerasını hatırlasa yeri değil­mi?

İşte size Lozan'la ilgili, kayıtlara geçmemiş, gizli kalmış, konferans binasımn koridorlarında kaybolmuş bir hatıra...

Lozan dendiğinde "petrol" hatırlansa doğrudur bence... Zira hem o zaman, hem bu zaman Ortadoğunun en büyük çilesi bu "taş yağından" geliyor... Keşke çıkmasaydı da bunca ahali-i Müslimin, bunca kınma, kesime uğramasay-dı...

İstanbul'da Kadıköy'de, Moda burnundan az ötede bir köşede, eskiden iki katlı, şirin, ağaçlıklar içinde bir yapı vardı... Şimdi yıkıldı, yerine sırnaş, yılışık apartmanlar yükseliyor...

Burası Lozan Kulübüydü...

Bütün Halk Partililer orada toplanırdı... Eskisi yenisi, devletlisi devlet­sizi... Düşmüşü kalkmışı... İyisi kötüsü...

İsmet Paşa her yıl Lozan gününde oraya gelirdi... Hatıralar anlatmak için... Fakir de peşini bırakmaz resmini çekmeye çabalardım.

Ah... Ne olurdu... Şimdiki aklım olsaydı da Paşaya bir çift soru sorsaydım...

Paşa, deseydim... Kuveytte petrol kuyularını İngilizlere kaptıran Mahmut Şevket Pasa'dan ne farkın var... Acaba dışarda benzin kaç para biliyor musun? Ey "Lozan"ın ulu kahramanı... Ey "Türkiye Cumhuriyetinin" Misakı  Milli Paşa'sı...

Acaba Paşa bana cevap verebilir miydi?

Yoksa o vakitler yaptığı gibi gidip dünürü, armatör Sohtorig'in Maltepe’deki yalısından, Marmara'nın o zaman henüz kirlenmemiş sularına ’'Çivileme” yapmayı mı tercih ederdi...

Dinince dinlensin... Hey "ulu kahraman..." hey...

Nezih Uzel- Zaman, sh. 3
Devamını Oku »

İsmet Bozdağ ''Gazi ve Latife'' Kitabından Bölümler

İsmet Bozdağ ''Gazi ve Latife'' Kitabından Bölümler

Artık Mustafa Kemal Paşa iyice bezmiş, uğraşmaktan yorulmuştu. Bir çok akşamlar, Çankaya'ya da gitmiyor. Ziraat Okulundaki dairesine çekilerek arkadaşları ile sohbet ediyordu. Latife ile pek az karşılaşıyorlar, elverdiğince az konuşuyorlardı. Bu tedirgin ve çekingen düzen, sıcak bir ağustos gecesinde altüst oldu. Mustafa Kemal Paşa, yemeği dışarda yemiş, köşke geç dönmüştü.  Çankaya'nın kapısı önünde genç subaylar ve askerlerle konuşuyordu. Onlara ' sorular soruyor, aldığı karşılıklarla zeka ve bilgilerini yokluyordu. Birden Latife, üst katın balkonunda göründü. Ateş püskürttüğü her halinden belliydi:

-Kemal, buraya gel! Mahalle arkadaşlarınla yarenlik bitti şimdi asker­lerle mi içli dışlı oluyorsun? Buraya gel diyorum! Gazi sustu! Latife sustu! Çankaya sustu! Her şey ve herkes sustu! Bu susuş, fitili yanan bir dinamitin ses­sizliğine benziyordu. Mustafa Kemal Paşa, ağır adımlarla içeri girdi. Çalışma odasına geçti. Telefonla, Salih ile Kılıç Ali'nin hemen buldurulmasını istedi, öfkesinden mosmor kesilmişti. Boğulacak gibiydi. İnsanların, nasıl cinayet işlediklerini şimdi çok iyi anlıyordu. Kanapeye uzandı. Bütün hayatı, bir uçtan bir uca gözlerinin önünden geçiyordu: "Hata ettim, -diye düşündü- Bu kadınla evlenmekle hata ettim! Bu, kadın değil, bir canavar! Kezzap gibi, kendisine de başkasına da zararlı bir mahluk bu! Oyun bitmeli artık!"

Madam Gaulis, Latife'yi dikkatle inceliyordu: "Apaçık görünüyor ki, diye düşünüyordu bu kadın, yumuşak ve akıllı bir eş... Mustafa Kemal Paşa gibi 1kontrol altına alınması güç bir kuvvet ve kudrete çarpmadan, çatışmadan onunla - birlikte yürümesini bilebilecek seyrek kadınlardan biri... Ama acaba hangisi, ilk önce kendisini karşısındakine kabul ettirebilecek!... Şu günlerde, çetin bir boğuşmanın içinde olsalar gerek....

Mustafa Kemal Paşa, Latife'yi dinlerken, hayatına değip geçmiş bazı ince kadınları, Korin'i, Mitti’yi, Mara'yı, Fikriye'yi düşünüyordu... Ne tuhaf bir rastlantıydı bu. Latife'de, Karin'in, yararlı olmak hevesi; Mitti'nin, sevecenliği, Mara'nın anlayışı, Fikriye'nin büyük saygısından bir şeyler vardı. Fakat bu kadınların hiç biri, karşısında dikilmemiş, isteklerine direnmemişlerdi. Mustafa Kemal Paşa bugüne dek, her istediğini her zaman almasını bilmiş, engelleri aşa­bilmişti de, ilk kez, bu çitlenbik gibi ufak tefek kızcağız direniyor, son ölçüde saygılı görünerek mesafe koyuyor, aradaki mesafeyi kapatmayı, evlilik şartına bağlıyordu.

* * *

Latife, gözlerini yere kaydırarak konuştu;

-Annemle babamı Çankaya'ya çağırdığım zaman, ne olmuştu? Siz beni boşayamazsınız!....

Mustafa Kemal Paşa hayretle Latife'nin yüzüne bakıyordu; -Boşayamaz mıymışım? Neden boşayamayayım?

-Çünkü, Mustafa Kemal Paşasınız! Çünkü, Cumhurbaşkanısınız'.Çünkü bütün yurda ve dünyaya, boşanma sebeplerinizi açıklamak zorun­dasınız!... Latife baklayı ağzından çıkarmıştı. Gazi, Latife’nin neye güvendiğini öğrenince adeta zorla gülümsedi:

-Hiç kimseye, hiç bir şeye açıklamak zorunda değilim. Yeter ki boşanmaya karar vermiş olayım. Şu zilin düğmesine basarım; genel sekreterim Tevfik beyi (Bıyıkoğlu) çağırırım. Anadolu ajansına iki satır yazı not ettiririm: "Gazi, Latife hamından ayrılmıştır" derim, olur biter...

Salon, kısa zamanda dağıldı. Yalnız Salih (Bozok), Kılıç Ali, Başyaver Rusuhi, yaver Muzaffer, bir de Rize Milletvekili Rauf kalmıştı. Az  sonra Mustafa Kemal Paşa'nın dairesinden Latife'nin sesi çın çın ötüyordu. Çılgınca şeyler söylemekteydi:

-Yol boyunca kadınları boynuna sarılıp öptüğün yetmedi de, şimdi de  Ordu Kumandanlarının kanlarını mı baştan çıkaracaksın!... Utanmıyor musun?.. -Sus, diyorum, sus!.. Elimden bir kaza çıkacak!..

-Susmayacağım! Dünyanın sonu olduğunu bilsem, yine susmaya-cağım!... Bıktım artık bunlardan, bu rezaletlerden!

-Sus diyorum Latife!.. Sabrımın sonuna geldim!...

-Susmuyorum... Öldürecek misin?.. İşte buyur, öldür!.. Susmayacağım!

İsmet Bozdağ,Gazi ve Latife
Devamını Oku »

Din İşi Mi,Devlet İşi Mi ?

Din İşi Mi,Devlet İşi Mi ?

Müslüman kendi basit, yalınkat isteğini batılı biri sana belki rahatça anlatabilir ama, sonradan ba­tılılaşmış insana aynı rahatlıkla anlatması o kadar kolay değildir.

Batı insanı, İslâm’ı reddederken bilinçli bir tutum içindedir. Batılılaşmış insanın tutumuysa, sadece bir kör inanç halinde belirmektedir. Batılı, neyi, niçin reddettiğinin bilincindedir. Batılılaşmış insansa sade­ce anlamadığı için reddetmektedir. Fakat anlamak için en küçük bir heves belirtisi de göstermemektedir.Batılılaşmış insanın zihniyetinin temelinde, dinle dünya işlerinin birbirinden ayn olduğu hususunda değişmez bir ön yargı vardır. Onun bu kuruntusudur ki, olayı anlamasına engel olmaktadır.

Durum ayrıca batılılaşmış insanın zihni karışık­lığıyla ilgili bir hadisedir. Bu insanın öncelikle İslâm hakkında fikri yoktur. Bu bir yana, hıristiyanlığı da bilmez. Dahası, batı âleminde «din» denildiği zaman sadece hıristiyanlığm murad edildiğinin farkında de­ğildir. Bunun farkında olmadığı için de, batılılar din­ den bahsedince, bunu bütün dinleri kapsayıcı bir ger­çeklik sanır. Bu yüzden anlamını kavrayamadığı bu gerçekleri, bilmediği İslam’a uygulamaya kalkışır ve sonuç olarak da şaşırıp kalır.

Öyleyse "Miislümanca" olanın "dini" olanın ne anlama geldiğine bakmak gerekir. Acaba bir Müslüman için dini olmayan, dini sayılmayan bir görev olabilir mi?

Günümüzde bir Müslümana onun dini görevlerini hatırlatmak, adeta dini görevlerimizin bu dünya ile ilgisi bulunmayan, daha doğrusu bu dünyamn dışında kalan bir takım işlerle meşgul olmasını söylemek gibi bir anlama gelir olmuştur. Kendisine "dini görevleri" hatırlatılanlar da, durumu böyle algılamak­ladırlar.

Oysa Müslümanın gerek bu dünya için çalışmasının, gerek öte dünya için çalışmasının dinin hükümleriyle sınırlı bulunduğu kavranacak olursa, bir müslüman için dini olanın dışında bir görev bulunamıyacağı kolaylıkla anlaşıla­bilir sanırım.

Acaba bir Müslümanın sokakta takındığı tavır mı dinin dışındadır? Yoksa tırnağını keserken mi dinin dışında bir iş yapmaktadır? Otururken, kalkarken (örtünürken, günlük ekmeğini kazanırken, uyurken, uyanırken, yemek yerken,susarken, konuşurken, savaşırken, temizlenirken, velhasıl en küçük ayrıntısından en hayati işlerimize kadar hangi amelimizde dinin emirleri dışında bulunabilir ve hangi işimizi dinî saymayabiliriz?

Dini görevlerimiz" diye söylenen bu sakat söz Batılı düşünce tarzının Müslümanların hayatındaki çarpık yansımalarından biridir. Batı aleminde, bu günkü Batı kültürü içinde buna benzer ayrımlar yapmak artık tabii hale gelmiştir. Bilimle din, ahlakla din, hukukla din hep ayrı ayrı mütalaa edilmekte­dir. Hatta bilim ahlakı ile din ahlakı gibi ayırımlar bile yapılmaktadır.

Oysa bu ve buna benzer her türlü ayrımın İslami bağlamda yeri olmaya­cağı bellidir. Bilim ahlakını din ahlakından ayrı tutmaya titizlik gösteren Batı kültürü, bugün öyle bir "bilim" geliştirmiştir ki, bu bilimin hasılası diye bakılan "teknoloji" tabiatı tahrip etmeye yönelirken bilimin kendisi de dini telakkiye muhalif olmayı adeta varlığının temel hikmeti diye kabul etmektedir.

Bizim dini görevimiz nedir? "Dini görevlerimiz" diye konuşanlar, belli ki, bununla sırf ibadetlerimize ilişkin hususları kastetmekte, diğer muamelelerimizle ilgili hükümleri bunun dışında tutmak istemektedirler. Böyle bir ayrımın  ancak Batı'nın "secular" telakkisine uygun olduğunu tekrarlamaya gerek yok.

Aslında bu gün bizim belki de en önde gelen "dini görevimiz" dini hükümlerin bize kazandırdığı zihniyeti, telakki tarzını her şeye hakim kılmaktır. Yani bugün cari bulunan "bilimsel zihniyeti" esas kabul edip bu zihniyetle dine bakmak değil, fakat bilime, ahlaka, her şeye dinin bize kazandırdığı ve bu bakışı hakim kılmak başlıca görevimiz sayılmalı. Ayrıca dini, hayatın herhangi bir şubesi olarak değil, fakat bütün hayatı kapsayıcı bir fenomen diye görmek de dini görevimiz sayılmalı. Bir müslüman için dinin dışında sayılabilecek hiç bir görev yoktur.

Böylece bilim, ahlak, hukuk vb. her şey dine göre bir anlam kazanır yoksa din onlara göre değil....

Rasim, Özdenören, Denemeler, sh.34-35.
Devamını Oku »

İslam,Vasat Olanı Öngörür

İslam

İslam, vasat olanı öngörür. İki veya daha çok şeyin vasatisi (ortalaması) ile vasat olanı birbirine karıştırmamak lazım. Vasat (orta) kendi başına varlığı olan müstakil bir doğrunun adı iken; vasati, birden çok şeyin birbiriyle telif edilmesinden ortaya çıkan bir sentezdir. Ama böyle bir sentezle vasat olan şey hiç de birbiriyle tetabuk etmiyebilir. Vasat hemen hemen her zaman, bu sentezin dışında kalan bir yer işgal edebilir.

……

İslam'daki faiz yasağı, kendi dışındaki ölçüler hesaba katılarak veya o ölçülere nisbet edilerek konulmamıştır. Faizin yasak oluşu, İslam'ın öngördüğü diğer bütün hükümlerle birlikte mevcuttur. Ve bu hükümlerin tümü bir arada mütalâa edildiğinde öngörülmüş olan "vasat"ın mahiyeti anlaşılır. Şöyle söyleyelim; faizin haram, ticaretin helal kılınması, hiç bir zaman, kapitalizm ile komünizmin belli hükümlerinin sentezi olarak düşünülemez.

Komünizmde faiz yasağı varsa, bu basit olarak komünist sistemde özel mülkiyete, dolayısıyla özel ticarete yer olmaması mantığından çıkmaktadır. Keza kapitalizmde ticaretin serbestçe icra edilmesi, bu sistemdeki özel mülkiyet hakkının mantıki bir sonu­cudur. Öte yandan, komünizmde ticaret yapabilen kimse, sistemin tabiatı icabı elinde bulundurduğu ticaret metaını meşru olmayan bir yoldan edinmiş demek­tir. Dolayısıyla, faizle ticaret yapan kimse, sistemin kurallarına iki kere karşı gelmiş olmaktadır (hem ticaret yapması, hem faizli işlem yapması bakımından). Özel mülkiyete ve onun bütün sonuçlarına katlanmayı gerektiren bir sistemin (kapitalizm) ifratıyla; yağmurdan kaçanın doluya tutulması anlamında, bu aşırılıklara set çekme adına ortaya çıkmış başka bir sistemin (komünizmin) tefriti, bizi kaçınılmaz olarak bu iki aşırının telifine götürmez. Götürse, bulu­nacak yol "vasat" olmaz, belki vasatide kalır. Günümüzde, kapitalist ve sosyalist dünyalar, bu vasatiyi bulmanın çabasındadır, yoksa vasat olanı değil...

Şimdi mesela hastaların duasının kabul edileceğine dair bir vaat var diye, kimseden hasta olması için gayret sarfetmesini isteyemeyiz. Abes olur. Nice sıhhatli kimselerin yoldan çıkmasına da sağlıklarının yol açtığı bildirilmektedir. Demek ki mesele hasta veya sağlıklı olmada değil, içinde bulunduğumuz hal ne] olursa olsun, o hal içinde Allah'ın rızasını gözetebilmektedir.

Müslümanlara ilim emredilmektedir. Ama öte yandan bir Hadisi Kudside "Nice alim vardır ki onları ilim bozmuştur" denilmektedir.

Burada dikkat edilecek husus, bize emredilen herhangi bir hükmün, aynı zamanda mefhumu muhalifiyle de harekete mezun olup olmadığımızdır. Mesela Müslümanlara fakirlikten kaçınmaları emredilmektedir fakat biz bu emrini mefhumu muhalifine bakarak demek ki zengin olmak için çalışmalıymışız gibi bir sonuca varırsak, pek muhtemeldir ki, bir yanlışa düşeriz. Çünkü fakirlik korkusuyla cimriliğe düşmek, takvadan uzaklaşmak da mümkündür.

Elimizdeki araçlar bizim onu kullanış amacımıza göre bir değer kazanır. Musa Peygamberin asası da asaydı, sihir bazınki de... Ama biri bir emri yerine getirmek için kullanıyordu onu, diğerleri sihir için.

Keramet, mucize deynekte değil, onu kullanan adamda ve o adamın niyetlerindedir. Ama sen o deyneği sihirbaza benzemek, onu taklid etmek için kullanıyorsan ölçüyü, vasatı kaçırdın demektir. Yani sihirbaz deynek kullanıyor  diye senin deynek kullanmaman gerekmez. Sende deynek kullan, ama sihir yapmak için değil. Çünkü niyetin sihir yapmak içinse, eline illa deynek almak da gerekmez, bir şapkayla da yapabilirsin onu.

Mesele şudur: İslam'ın bir inanış ve yaşayış tarzı olarak bize öngördüğü hükümlerle amellerimizi icra ederken, bu hükümlerdeki hikmeti İslam'ın bütününü gözeterek anlamaya çalışmalıyız.

İslam'ın hükümlerini, gene İslam'ın emrettiği vasat'ı gözeterek uygula­malıyız. Bize bir hükmün uygulanmasında ne kadar katı olmamız emrediliyorsa o kadar katı olmalıyız; daha fazla değil, daha eksik de değil. Yoksa ifrata veya tefrite düşme tehlikesi önümüzdedir.

Rasim Özdenören, Müslümanca Düşünme Üzerine Denemeler,sh.129-132
Devamını Oku »

İslam Disiplini

islam Disiplini

İslam, kişinin özel çalışma, mülkiyet ve miras haklarını tanırsa da bu haklar, liberal, kapitalist ekonomide olduğu gibi sınırsız değildir. Din ve ahlak  kurallarıyla gereğinde İslam devletinin karışmasıyla bu haklar bir disiplin altında tutulur. İslam devleti basit bir devlet değildir. Kişinin temel haklarına dokun-masa da, o hakların kullanılmasını toplum yararına sınırlandırabilir, ona yön  verebilir. Zaten, müslüman, aldığı din ve ahlak ruhuyla kendiliğinden bu hakları  müslümanların ve insanlığın yararına kullanacaktır. Müslümanın kişiliği oluşurken onun ruhuna mutlak hak sahibinin Allah olduğu pisikolojisi yerleşe­cektir. Müslüman tüccar, metre veya arşınını, müslüman bakkal terazisini kul­lanırken, meleklerin olanı, olduğu gibi kaydettiğini ve Allah’ın kontrol ettiğini unutmaz. Bunu bilmeyen ve unutanlar varsa işte o zaman İslam devleti işe el koyar.

Sezai Karakoç, İslam Toplumunun Ekonomik Struktürü
Devamını Oku »

Kötü Bir Dünyada İyi Bir Müslüman Olmak

Kötü Bir Dünyada İyi Bir Müslüman Olmak

Kötü bir dünyada iyi bir Müslüman olarak kalınabilir mi? Bu soruyu şöyle de sormak mümkündür: İyi bir Müslüman kötü bir dünyanın şartlarını sineye çekerek yaşıyorsa halâ iyi bir Müslüman olarak yaşamakta olduğunu savunabilir mi?

Böyle bir soruyu sorarken akla gelebilecek şu ihtimali gözden kaçırıyor değilim: iyi bir Müslüman kötü bir dünyanın şartlarını sineye çekerek yaşıyorsa hala iyi bir Müslüman olarak yaşamakta olduğunu savunabilir mi?

Böyle bir soruyu sorarken akla gelebilecek şu ihtimali gözden kaçırıyor değilim: İslam'ın vahyedilmeğe başlandığı ilk yıllarda, Müslümanlar kötü bir dünyanın en kötü şartları altında en iyi Müslümanlar olarak kalabilmişlerdir.

Ne var ki, Asrı Saadet Müslümanlarının içinde yaşadıkları dünyaya karşı takındıkları tavırla günümüzde kendisine Müslümanım diyenlerin tavrı arasın­daki faik göz ardı edilmeyecek kadar Önemlidir.

Asrı Saadette kötü bir dünyada yaşayan Müslümanları iyi kılan hususla günümüzde kötü bir dünyada yaşayan Müslümanlan kötü Müslümanlar haline getiren husus, onların kötü bir dünyaya karşı takındıkları tavırdan ileri gelmek­tedir.

Asrı Saadette kötü bir dünyada yaşayan Müslümanlar kendilerini o dünyanın kötülüklerini sineye çekmek zorunda hissetmemişlerdi. Tersine, kötü bir dünyada yaşadıklarının bilincinde olarak o kötülüklere müdahale etmişler, bu yüzden yıllarca kötü bir dünyada yaşamış olmalarına rağmen iyi birer Müslüman olarak kalabilmişlerdir.

Günümüzdeyse belli bir kısım Müslümanlar, henüz kötü dünyada yaşadıkları huşunda yeterli bir bilinç düzeyine bile ulaşmış sayılmazlar.

Bir Müslüman, savaş esiri olarak içinde yaşadığı şartlara müdahale etmekten yoksun bir halde yaşarken bireysel olarak iyi bir Müslüman olarak kalabilir. Ama böylesine istisnai bir durumu elbette asıl ve kural diye kabul ede­meyiz.

Burada, kötülük denilen şeyin kıstası da verilmelidir. Kötülük İslam'ın emirleri ve yasaklan dışında kalan, yani İslam dışı olan her şeydir. Bu bakımdan kötülüğün ve iyiliğin ölçüsü tamamen genel (objektif)dir. Bize şahsen bir zararı dokunup dokunmaması bakımından indi ve keyfi olarak değerlendirip hakkında hüküm biçebileceğimiz bir şey değildir.

Esasen param olmadığı için bankaya para yatırmamışsam, böylece banka her hangi bir ilişki kurmamışsam kendimi faizin ortadan kaldırılması için mücadele ediyor diye farzedebilir ve neticede kötü bir dünyada iyi bir müslüman olarak yaşıyorum diyebilir miyim?

Namaz kılmama izin veren bir yerde ve mesela Almanya'da veya İngiltere'de veya Amerika'da yaşıyorsam, böyle bir müsaadeye bakarak iyi bir dünyada yaşadığımı ileri sürebilir miyim? Süremiyorsam ve sırf namaz kılmama müsaade edildiği için o toplumda İslamın emirlerini hakim kılabilmek için herhangi bir girişimde bulunmuyorsam kötü bir dünyada iyi bir Müslüman olarak yaşayabildiğim söylenebilir mi?

Demek ki, kötü bir dünyada iyi bir Müslüman olarak kalabilmem için kötülüklerin ortasında bile benim namaz, oruç gibi ibadetlerimi yerine getirebilmem faiz, fuhuş gibi yasaklardan kaçınmam yetmiyor. Aynı zamanda kötülüklerin ortadan kaldırılabilmesi için mücadelede bulunmam gerekiyor, aksi takdirde kötü bir dünyada sayılmayacak kadar çok iyi müslümanın bulunduğunu söyleyecektik, ama bu kadar iyi müslümanın yaşadığı bir dünyanın nasıl olup da iyi olmadığını izah edemiyecektik.

Not: Bu yazı, bir bakıma şu ayetin bir tefsiri olduğu için buraya almayı uygun gördüm: "Hz. Lokman: Ey oğlum! Namazı kıl, iyiliği emret, kötülüğü önle, yasakla..." Lokman: 17

Rasim Özdenören, Müslümanca Düşünme Üzerine Denemeler, sh.86-87
Devamını Oku »