İslam Aleminden içki Alemine

Yahya Kemal Beyatlı, Ziya Gökalp ile ilgili hatıralarını anlatırken içki sofralarında çok coştuğunu ve eski bir şiirden şu mısraları okuduğunu söyler

İçelim içelim şarap içelim,
Nice bir gâv (öküz) gibi âb (su) içelim’'
"Şaraptan yana olur, suya karşı bu durum alır, derken, Türklerın Asya'daki şarap şehrı Fergana‘dan tutturur, ilk Şölenlere geçer, ataerkil (pederşahi) aileden şimdiki yüzyıla kadar uzanıverirdi.

Tabı, biz bu içki sofralarını anlatırken, Gökalpı özel hayalındaki içki düşkünlüğü açısından eleştirmiyoruz. Bizim için nasıl yaşadıkları değil, cemiyete bıraktıkları eserler önemlidir. Bu sofralarda dikkat çeken husus, Gökalp’in içkiye bakışında hile Türklerin eski şarap şehri Fergana'dakı şölenlerden bahsederek içkiye de Türkçü bir yorum getirmesidir. Oysaki her zamanda ve her toplumda içki içenler de içkiye karşı olanlar da vardır. Bunun milliyetçi bir yorumu olmayacağı kesindir. Fakat Gökalp, sadece içerken değil, normal zamanlarında yazdığı eserlerinde de yukarıda gördüğümüz gibi, Allah’tan korkmamayı ve günahlardan sakınmamayı bir meziyet olarak işlemiştir. Esasen Yahya Kemal de içki içen birisi olmasına rağmen, asla dindarlara irticacı dememiş, tam aksine daima İslâmî değerleri savunmuş ve “Türk devleti, aslı olan Müslüman tabakanın hamuruyla tekrar yoğrulmadıkça tam bir sıhhatle yaşayamaz” demiştir. Aynca Yahya Kemal'in düşünce dünyasında, “Fatih’in Ayasofya'da okuttuğu ezan ve Yavuz Selim’in Hırka-i Saadet önünde okuttuğu Kur’an” devletin iki manevî temelidir.

Yine o içki sofralarından birinde Gökalp, Yahya Kemal’i şöyle eleştiriyordu:

“Harabisin harabati değilsin
Gözün mazidedir ati değilsin."

Yahya Kemal ise ona şu cevabı veriyordu:

“Ne harabiyim ne harabatiyim
Kökü mazide olan atiyim

 

Hüseyin Dayı, Milliyetçiliğin Dinle Kavgası
Devamını Oku »

Ziya Gökalp'e Göre Din

Ziya Gökalp, 1914 yılında yazdığı “İçtimaî Neviler” (Sosyolojik Türler) isimli makalesinde, ilkel dönemdeki toplumların özellikleri ile modern dönemdeki toplumların özelliklerini kıyaslamıştır. O mukayeseye göre toplumlar, feodal biçimden korporatif biçime doğru beş evrim safhasından geçmişlerdir. Bu evrim safhalarının ilkinde, din ve akrabalık bağları; sonuncusu olan millette ise sosyal dayanışma ve kültürel bağlar hâkimdir. Gökalp’ın değişik yazılarında ise “kültür”ün tarifi; din, ahlak, zevk, dil gibi bir toplumun vicdanında yaşayan değer yargılarının tümü, şeklinde yapılmaktadır.Bu açıklamalarında ilkel dönem toplumunda açıkça dile getirdiği din, millet düzeyindeki modem dönem toplumunda ise ancak kültürün ( “hars” diyordu) açılımında yer almaktadır. Ona göre .kültürün içindeki en önemli değer, dildir. Bir eserinde, milliyeti sadece dile indirgeyerek, “Dil cemaati, yani milliyet" diye tarif etmiştir.'Yeni Hayat isimli kitabındaki “Lisan” adlı şiirinde de bu fikri şöyle işlemiştir:

“Türklüğün vicdanı bir,
Dini bir ; vatanı bir
Fakat hepsi ayrılır
Olmazsa lisanı bir

Demek ki, Gökalp'a göre din, sosyal evrimin son safhası olan milletle ana değer olmaktan çıkmış, yeni bir ana değer olan kültürün içindeki tali bir değer haline dönüşmüştür. Dini, bu şekilde milletin parçası halinde izah etmesi, ona her türden müdahale yapmasını kolaylaştırmıştır.-Bu müdahale teşebbüsleri de (İslam hukuku) üzerinden; önce devletin hukuk sistemi açısından siyasî, sonra itikat ve ibadetler dâhil şahsî ve sosyal alanlarda olacaktır.

Hüseyin Dayı, Milliyetçiliğin Dinle Kavgası
Devamını Oku »

Zaman Kafesinin İçinde İnsan

Zamanın mı mekân üzerinde yoksa mekânın mı zaman üzerinde etkisi vardır. Bir yerde hareket yoksa orada zaman da yoktur.

Coğrafyanın mı millet, milletin mi coğrafyada etkisi vardır.
Millet, coğrafyanın ruhudur. Beden de ruhun coğrafyasıdır. Muhatabımız coğrafya mı, millet mi? Muhatabımız beden mi, ruh mu?

Hatip, muhatabını tanıyan, tanıması gereken kişidir. Hatip, muhatabın ne soracağını önceden tahmin edip, soru sorulmadan evvel cevap veren adamdır. Muhatap, hatibi değil, hatip muhatabı tanımak zorundadır.
İnsan, alıcısı ve vericisi kendinde olan bir varlıktır. Ve insan, iki derinlik arasında sıkışmış bir varlıktır. O bakımdan hem içini hem dışım çok iyi tanıması lazımdır. Tanımadığına hitap etme imkânı yoktur.

İnsan kafası, telkin tarlasıdır. Ne ekilirse o biçilir. İnsanın kafa tarlasına ne ekilmesi gerektiğine kim karar verecek ve neye göre verecek.

Dünya, insan tohumunun toprağıdır. Büyüğün küçükte gizlenişi demek olan tohumun, çorak ve çürük toprağa düşmemesi lazımdır.
Zaman da insan gibi insan da zaman gibi araçtır. Aracı kullanmasını bilmeyen el veya kafa, aracı suçlamasın.

Başarı, insanın hedefiyle orantılıdır. Hedefi büyük olanın zamanı ve mekânı çok iyi kullanması gerekir. Zamanın ve mekânın dilinden anlayamayanın verebileceği hiçbir şey yoktur. Bilginin üç vasfı;

Bilgi; Silahtır,
Bilgi, Işıktır,
Bilgi; Anahtardır.

Silahın, ışığın ve anahtarın yoksa hiçbir kapıyı açamazsın.
Yaratanın Kur’an’da tavsiye veya takdim ettiği metodu, usulü merak ediyorum. Acaba Cenab-ı Hak tüme varım mı yoksa tümden gelim metodunu mu bize telkin ediyor. Yani;
Mahlûktan Hâkka mı?
Parçadan bütüne mi?
Sanattan sanatkâra mı?
Eserden müessire mi dikkat çekiyor?

Parçayı kavrayamayan, bütünü nasıl kavrasın, insanın amacı, zaman merdivenim kullanarak yükselmek ve yücelmektir. Dünyaya geliş hüner değildir. Asıl hüner, dünyaya gelirken getirdiğimiz bazı değer ve kabiliyetlerimizi geliştirmek ve tekâmül ettirmektir. Bunun için zamana ve mekâna ihtiyaç vardır. Zaman ve mekân kullanana göre değer kazanır. Aklını kullanmıyorsan, cehaletinden dolayı kendinden yüz çevir.

Hz. Ali, cahil cennette komşum olsa, ondan kurtulmak için cehennemi tercih ederim, diyor. Aklını kullanmayanlar çok zalim, aklını kullanamayanlar çok cahildir.
Sünnet; bir açıdan ikiye ayrılır:
a- Sünnetullah (Allah’ın Sünnetleri)
b- Sünnetünnebi (Peygamberimize ait sünnetler)

Allah’ın sünnetlerini yani tabii kanunlarını bilen Batı, Avrupa ve Amerika, peygamberimizin sünnetlerini bilen, bildiğini zanneden İslâm âlemini eziyor, neden? Zamansa aynı zamanı kullanıyoruz, mekânsa aynı mekânı kullanıyoruz, o zaman aradaki farkın sebebi nedir?

İlim, maluma tâbidir. Malumu bilmeyenlerin hiçbir zaman söyleyebilecekleri bir şey yoktur.

Mehmet Akif gibi İslâm’ı, asrın idrakine söyletmek istiyorsak, aklımızı kullanarak tüme varım metodunu tavsiye ederiz. Tüme varmışsak, niçin tekrar tümden gelelim. Hâlıktan, mahlûka inilmez. Mahlûktan, hâlıka gidilir.

Bütüne varmak isteyenlere hayırlı yolculuklar.

Ömür okunu hedefine fırlatabilmek için yayın, boş ve gevşek olmamasına dikkat gerekir. Bilenin inanmadığı, inananın bilmediği bir yerde denge bozuktur. Dengesi bozuk insanların zamana hitap etmeleri mümkün değildir. Araçsız amaca ulaşılamaz.

Bilenin, iman aracına, inananın da bilim aracına ihtiyacı vardır. Cahiller imanla cennete, bilenler bilgileriyle cehenneme mi gidecektir.
Cennet cahillerle, cehennem âlimlerle mi dolacak? Allah’ın kullarına cahillik yakışır mı? Önce akîlbâliğ-akıllı ve reşit olacaksın. Sonra sorumluluk yükleneceksin. Aklı olmayanın sorumluluğu yoktur. İnsan, bilgisi nispetinde sorumludur.

Vehbi Sınmaz, Hece Dergisi, İslam Medeniyeti Özel Sayısı
Devamını Oku »

İslam'da Kadın, Aile ve Ev Hayatı



İslam'ın kadına bakışı konusu bilhassa son yüzyılda çok tartışıldı. Bu konu hakkında yazılan kitap sayısı oldukça fazla. Ancak bu kitapların bir çoğu ya tam bir batı özentisi ile ya da batıya karşı yine batının argümanlarını kullanarak ka­dınlarımızı savunma anlayışı ile yazıldı. Şurası gerçek ki bütün bu kitaplara göz attığımızda gördüğümüz tek şey “kafa karışıklığı”. İslam’ın kadına bakışını an­lamak istiyorsak evvela Kur’an ve sünneti anlamaya çalışmamız gerekir, ikinci olarak da bakışımızı bütün zehirli tesirlerden, birilerine sevimli görünme kaygı­sından ve bilhassa batının yalancı özgürlük telkinlerinden arındırmamız gerekir. Kadın konusunda İslam’ın mensuplarının batıdan alacakları hiçbir şey yoktur. O batı ki önce kadını bir şeytan olarak görüp bütün günahların temeline onu koyar­ken, sonra onu göklere çıkartıp adeta tapılacak bir nesne haline getirmiştir. İs­lam’da ise kadın konusu ayet ve hadislerle müslümanlara açıklanmış, müslümanların kadına bakışı böylece şekillenmiştir.

İslam, kadını yuvanın temeli, erkeğin en büyük yardımcısı olarak görür. Bu bakış açısı kültürümüzde de “yuvayı dişi kuş yapar“ sözü ile dile, getirilmiştir. Yuva ise bir toplumun temeli, toplumda huzur ve güvenin kaynağıdır. İlerleyen kısımlarda daha geniş olarak ele alacağımız aile, bir medeniyetin çekirdeğidir.

Bütün yüksek medeniyetler sağlam aile bağları sayesinde meydana gelmiştir. Ai­le bağları zayıflayan medeniyetler ise tarih sahnesinden silinip gitmiştir. İşte İs­lamın kadını ailenin temeline koyarak onu yüceltmiştir. İslam’da kadın bu yönüy­le son derece kıymetlidir.

İslam’a göre kadın sakın bir liman gibidir. Kadının Kuran-ı Kerim’de geceye benzetilmesi bundandır. Nasıl gece insanlar için dinlenme zamanı ise, kadın da erkekler için dinlenecek bir limandır. Bu yüzden kadın eve ait olarak görülmüş­tür. Bugün, İslam’ın kadına verdiği bu vazife kimi çevrelerce “kadını eve hapset­mek’ olarak görülmektedir. Bu iddianın sahiplerinin dili İslam’ın dili değil, ba­tının dilidir. Kadının evde olması, evine sahip çıkması onun için hapis değil tam aksine özgürlüktür. Çünkü kadın erkek gibi değildir. Erkek de kadın gibi değil­dir, Erkek çalışmak, hareket etmek, mücadele etmek, evin geçimini sağlamak için yaratılmıştır. Kadın ise ağır iş şartlarına, aşırı harekete dayanamaz. Kadının bünyesi yaratılış itibariyle zayıftır. Erkek dışarıda ekmek parası için mücadele verirken kadın da yuvasını bir karınca misali yapar ve korur.

İslam’a göre toplum hayatında en önemli şey namustur. Kadın ise namusun cevheridir. Bütün bunlardan dolayı sanıldığı gibi kadın dışarıda olduğunda değil, içeride olup evine sahip çıktığında özgürleşir. Dış dünyanın zorlu çalışma şartları onu hem maddî hem de manevî olarak yıpratır. Kuran-ı Kerîm’de bir ayette ka­dınlara evlerinde oturmaları emredilmektedir. “Vakarla evlerinizde oturun. Mah­rem olmayanlara yüz ve elden başkasını gösterip evvelki cahiliyet kadınlarının yürüyüşü gibi yürümeyin. Namazınızı dosdoğru kılın, zekatınızı verin, ve her hu­susta Allah ve O’nun Rasûlüne itaat edin.. .” Bu emirler evin geçimini sağlamak vazifesi üzerinde olmayan, namusun cevheri olarak görülen kadınlar içindir. Erkeğe ise rızık temini ve ailesine bakmak vazifesi yüklenmiştir.

Evine sahip çıkan, sahip çıktıkça da özgürleşen kadının İslam’a göre diğer bir vazifesi de erkeğini sabah kalkar kalkmaz sevgi ve saygıyla dışarıya, iş sahasına itelemesidir. Akşam da beyini dışardan, iş hayatından eve çekip yorgunluğunu ve bitkinliğini almasıdır. Çünkü akşama kadar dışarıda olan erkeğin zaman za­man yorulması, sinirli bir hal alması doğaldır. Çünkü o dışarıda mücadele ver­mektedir. Kadın ise evde olduğu için kafası sakindir. Ve o sakinliğiyle erkeğine de sükûnet aşılar. Erkekle birlikte akşama kadar zor koşullarda çalışan kadın ise erkeğini dinlendiremez. Bu durumda ailede huzursuzluk ve anarşi meydana ge­lir. İşte İslam’ın kadına bakışı budur. İslam medeniyeti de budur. İslam medeni­yeti, tıpkı İslam kelimesinin mana olarak ifade ettiği gibi aileyi salim, yani kur­tulmuş, temiz bir şekilde tutarak yükselmiş bir medeniyettir. Bu medeniyetin en temel ölçülerinden biri de ailede ahlaktır.

Yine İslam’a göre kadın, nesilleri yetiştiren annedir. İslam medeniyeti bir manasıyla da fedakarlık, diğergamlık medeniyeti ise bunun ilk ve en büyük yapıtaşı fedakar annelerdir. Peygamber efendimiz bir hadis-i şerifinde “Bana dünyadan kadın ve güzel koku sevdirildi, gözümün nuru ise namazda kılındı.” buyurmaktadır. Bu hadis-i şerifte bahsi geçen kadın, anne olan kadındır. Müslüman bir erkek, ev­leneceği hanımına her şeyden önce anne olacağı ve çocuklarını yetiştireceği için kıymet verir, vermek zorundadır. Nitekim Peygamberimiz bir hadîs-i şerifinde de şöyle buyurur: “Bir kadınla dört şey için evlenilebilir: Malı için, soyu sopu için, gü­zelliği için ve dindarlığı için. Sen dindar olan seç ki, sıkıntı çekmeyesin”.İşte ile­ride anne olacak olan hanım, nesilleri yetiştireceği için dindar olması istenir.

Kadın, anne olduğu için muhteremdir. İslam’a göre bu dünyada yapılacak en faydalı iş çocuk yetiştirmektir. İslam inancına göre insan Öldükten sonra da se­vap kazanabilir. Bunun en etkili yolu ise hayırlı evlat yetiştirmektir. Hayırlı bir evladın yapacağı her güzel iş ana-babasının sevap hanesine öldükten sonra ya­zılacaktır. İslam, müslümanlara çocuk yetiştirme konusunda böyle bir şuur aşı­lar. Hayırlı evlatlar ancak bu şuura sahip annelerin ellerinde yetişir.

İslam'da Aile

İnsan kelimesi, kökü itibariyle “üns” kelimesinden türetilmiştir. Üns ve ünsiyet ise ülfet ve dostluk manalarına gelir. İnsan kelimesinin kökü bile insanın başka var­lıklarla, Özellikle de kendi cinsinden olanlarla bir beraberliğe muhtaç bulunduğunu gösterir. Bu dostluğun en bâriz görüldüğü durum kadın-erkek beraberliğidir.

İslam medeniyeti kadın ve erkeğin beraberliğini “muhabbetullâh”a ulaşma vesilesi olarak görmüştür. İslam'a göre İlahî emirlere uyarak gerçekleştirilen bir evlilik Allah’a ulaşmayı kolay kılar. Burada Fuzulî’nin şu beyitlerini hatırlamak gerekir: “Aşk imiş her ne var âlemde, ilm bir kıyl ü kal imiş ancak”. Evet, Fuzulî’nin de muhteşem bir ifadeyle belirttiği üzere kâinatta her şey aşk üzerine ku­rulmuştur. Allah’a giden yolda zirveye ancak aşk ile varılabilir. Yani kalbin Cenâb-ı Hakk’a aşkla yönelmesi ile. Bu durumu “Leylâ’dan Mevlâ’ya doğru bir yolculuk” diye de ifade edilebiliriz.

Kadın ve erkeğin beraberliğiyle oluşan aile kurumu İslam’da kutsal kabul edilmiştir. Bu sebeple onun sağlam temeller üzerinde kurulması istenmiştir. İs­lam’da aile nikah ile birlikte kurulur. Nikah, ilk aile olan Hz. Adem babamız ve Hz. Havva annemizden beri İslam’ın olmazsa olmaz bir şartıdır, Hz. Adem(a.s.) ile Hz. Havva(a.s.)’ın nikahları cennette kıyılmıştır.

İslam’a göre bir milleti ayakta tutan en temel unsur, dinî ve ahlakî yapıdır. Bu ahlakî yapıyı koruyan en tesirli yol ise nikahtır. Nikah, peygamberlerin yolu, Rasûlullâh’ın sünneti, neslin baharı, erkek ve kadının şeref ve edebi, nâmus ve iffetin kalesi, insan soyunun hayvanlardan üstünlüğüdür.

İslam’da kadın ve erkeğin bir araya gelerek aile kurmasının asıl gayesi nesil­lerin devamıdır. Sağlıklı nesiller ise sağlıklı ailelerde yetişmektedir. Bunun için aileyi oluşturan kadın ve koca arasında muhabbet ve şefkatin olması mühimdir. Muhabbet ve şefkat ise kadın ve erkeğin her birinin vazifelerini ve haklarını bi­lerek hareket etmesi sayesinde mümkündür. Ailede kadın ve erkeğin yaratılışla­rından gelen farklı davranış ve sorumlulukları vardır. Erkek için esas olan kadı­na sahip olmak iken kadın için esas olan erkeğe teslim olmaktır. İslam’da ka­dının ve erkeğin ayrı ayrı vazifeleri ve hakları olduğu gibi müşterek vazife ve hakları da vardır. İslam medeniyetini kuran çekirdek olan ailede kadın ve erke­ğin müşterek vazifelerini altı kısımda toplayabiliriz:

Kadın itikadında hürdür, erkek de hürdür. Birbirlerini bu konuda zorlaya­mazlar. Kur’an-ı Kerîm’de bu konuda Lut(a.s.)’ın karısı örnek gösterilmektedir.Fikirde de kadın ve erkeğin ortak vazifeleri vardır. Bu konu hakkında ay­rıntılı bilgiyi Belkıs ve Süleyman(a.s.)’ın kıssalarında bulmak mümkündür.Erkek ve kadın, fazileti kazanmak konusunda da ortaktırlar. Yani hayır iş­leyen kadın da erkek gibi Allah’ın nezdinde makam sahibi olur, velî olur. Kuran-ı Kerim’de Hz. Meryem’in kıssası buna en güzel örnektir.

İslam’a göre mâlî cihad yapmak, erkek ve kadına müşterek vazifedir. An­cak kadın çok kıymetli olduğundan ve namusu, haysiyeti söz konusu olduğundan can ile cihaddan men edilir.Kazanç vazifesi erkek ve kadına müşterek vazifedir. Kadının kazancı ken­di şahsına aittir.Miras paylaşmak vazifesinde de, bazı istisnalarıyla kadın da erkek gibidir.

Yukarıda maddeler halinde bahsettiğimiz kadın ve erkeğin ortak vazifeleri daha fazla açıklanmaya muhtaçtır. Daha fazla bilgi edinmek isteyen okuyucula­rımız konuyla ilgili verdiğimiz kaynaklara başvurabilirler.

İslam’da Ev Hayatı

Hz. Mevlâna buyurur:

“Aklım kalbimin kulağına eğildi ve sordu:

-Din nedir?

Kalbim de şu cevabı verdi:

-Din, edebten ibarettir.

İslam medeniyetinde yaşanan ev ve aile hayatı işte Mevlâna hazretlerinin şu ib­retlik kıssasında gizlidir. İslam’ın hakiki manasıyla yaşandığı evler “edep evleri”dir. Çünkü din, yani İslam, aslında baştan sona nezâket, zarafet ve nezâfettir.

İslam medeniyetinin insanlığa sunduğu ev modelinde en önemli konulardan biri de israftır. İslam’da cimrilik ne kadar kötü ise israf da o kadar kötüdür. En güzel yolsa bu ikisi arasında ortada olandır. Kuran-ı Kerim’de Allah mü’minlere şu ikazı yapmaktadır: “(o kullar) harcadıklarında ne israf ne de cimrilik eder­ler, ikisinin arasında ortalama bir yol tutarlar.’’

İslam’da kişinin dünya üzerindeki cenneti evidir. Eğer müslümanlar evlerini dünya üzerinde bir cennet haline getirebilirlerse, bu ev onları ahirette de cenne­te götürür. Bunun için ev hayatında eşlerin birbirlerine karşı davranıştan her za­man ahiretteki hayatlarını da belirleyicidir. İslam’da ev hayatının böyle sonsuza uzanan, İlahî bir yönü vardır. Bu inanç insanları bir çıkar, bir eğlence için bir ara­ya gelmekten uzaklaştırır. Aileye ulvî bir boyut katar.

İslam medeniyeti Kuran ve sünnet ışığında oluşturulan sağlam aileler saye­sinde yükselmiş, dünyaya büyük bir “mana medeniyeti” sunmuştur. Maddenin her tarafımızı kuşattığı 21. yy’da bu medeniyetin sunduğu manaya oldukça muh­tacız. Unutmayalım ki, bir toplumu yıkan, ahsen-i takvimden esfel-i sâfilîne sü­rükleyen en önemli etki aile yapısının bozulmasıdır. Aile bağları sağlam olan toplumlar her zaman büyük medeniyetler haline gelmiştir. Muhtaç olduğumuz mana medeniyetini = İslam medeniyetini yeniden diriltmenin tek çaresi Kur’an ve sünnete sarılmaktır. Kur’an ve sünnet ise Mevlâna hazretlerinin de buyurdu­ğu gibi baştan sona edeptir. İslam medeniyeti için bize lazım olan şey ailede, top­lumda, devlette “illâ edep, illâ edep”tir.

Selim Tiryakikol, Hece Dergisi, İslam Medeniyeti Özel Sayısı
Devamını Oku »

Menkıbeler


Menkıbe, Şark toplumlarının en önemli hikâye anlatım biçimlerinden biridir. Menkıbeler, tasavvuf anlayışının bir yansıması olarak velilerin kerametlerinin, İs­lâm’ın iyilik, doğruluk, hakikat mesajlarının, din büyüklerinin hikmetlerinin “hi­kâye” edildiği kısa, öz, hikmetli anekdotlar, fıkralar, hikâyeciklerdir. Sözlü men­kıbeler, yazılı hâle gelince menakıpname olarak adlandırılırlar. Menakıpname, İs­lâm coğrafyasında tasavvufi hareketin gelişmesine, yaygınlaşmasına paralel ola­rak bazen yoğunlaşmış, bazen azalmış, günümüzde ise büsbütün etkisini yitirmiştir. Menakıpnameler, öncelikle keramet anlatılarıyla müridin tarikata olan saygı ve bağlılığını artırmak, tarikata toplum nezdinde itibar, meşruiyet ve saygınlık ka­zandırmak amacıyla yazılır.



 



Ağırlıklı olarak din ulularının kerametlerine yaslandıktan için kuşkusuz menkı­belerin çoğu olağanüstü, gerçeküstü, fantastik anlatılardır. Bazılarının ne akıl ne de fiziki kanunlarla izahı mümkündür. Ancak, menkıbelerin en önemli özellikleri ger­çek olup olmaması değil, yüzyıllardır bu topraklarda onların doğruluklarına “ina­nılmasıdır.” Yazan da okuyan da bunun gerçekliğine inanır. Destan, efsane ve mit­ten işte tam da bu yanıyla ayrılırlar. Çünkü diğer anlatılarda bir inanç bağı aran­maz. Menkıbeler de ise inanç şarttır ve bunlar bir anlamda kutsalın bir parçası ol­muşlardır. Ancak menkıbelerin ortak özellikleri hikâye aracılığıyla bir hakikate işaret etmeleridir. Bu anlamda menkıbeler sadece şahıs yüceltilmesini değil, dü­rüstlük, doğruluk, fazilet gibi üstün değerleri de gündeme getirirler.



 



Masal, efsane ve menkıbe birbirlerine benzer anlatma, hikâye etme türü olsalar da menkıbenin diğer anlatı türlerinden ayrışan kimi yanları vardır. En önemli faik gerçeklik olgusudur.




Menkıbenin masal ve efsaneden farkı kişilerin gerçek olma­sıdır. Menkıbenin kahramanı yaşamış, bilinen bir kişidir ve giderek otobiyografik yanları olan bir anlatıdır. Yer ve zaman bellidir. Ayrıca bir olay, bir enstantane, bir hikmet anlattıkları için tahkiye esasına yaslanırlar ve edebî bir yanları vardır. On­lara “küçük hikâyecikler” demek daha doğrudur. Menkıbelerle ilgili en nitelikli ça­lışmayı yapmış olan Ahmet Yaşar Ocak bu farklılığı şöyle değerlendirir: “Evliyâ menkıbeleri, edebî tür itibariyle, konusu harikulade olaylara dayanan masal, efsâ­ne, destandan farklıdır. Evliyâ menkabelerinin konusu gerçek kişilerdir. İşte bu noktadan itibaren masaldan ve efsâneden ayrılır. Bu gerçek kişilerin yaşadıkları za­man ve mekân bellidir. Ama evliyâ menkıbeleri yan mukaddes addedilir. Bu su­retle efsâne ve destanlarla aralarındaki en esaslı fark açığa çıkmış olur.



 



İslâm coğrafyasında geniş, güçlü bir menkıbe geleneği vardır. Bu gelişme kuşkusuz tasavvuf anlayışının yaygınlığı ile ilgilidir. Çünkü menkıbeler velilerin hayadan ve onların kerametlerini anlatan kısa hikâyelerdir. Keramet ise veliliğin işaretlerinden olan onların başından geçen olağanüstü olaylardır. Kerametler normal bir insanda bulunması imkânsız, sıra dışı, olağanüstü ve şaşırtıcı güçler­dir. Veliler denizde yürüyebilir, gökte uçabilir, ölüyü diriltebilirler. Keramet, Al­lah’ın bir lütfudur ama yinede kerametsiz de veli olunabilir. Aslolan istikamet Üzre olmaktır. Keramet anlatılan her dönemde tartışma konusu olmuş, velilerin Peygamberle eşitlenmesine tasavvuf dışındaki Müslümanlar çeşitli itirazlar getir­mişlerdir. Sufiler de bu yüzden Peygamber mucizeleri ile kerameti ayırmış, Pey­gamberlerin gösterdiği olağanüstülükleri mucize, velilerin olağanüstülüklerine keramet adını vermişlerdir. Ama zamanla evliya kerametleri yüzyıllar boyunca halk nezdinde de çoğaltılıp zenginleştirilerek dinin bir parçası olarak kabullenilmiştir. Kuşkusuz bu kerametlerin önemli bir kısmı, dini insanlara anlatmak, sev­dirmek amacına matuf olarak var olmuşlardır. Eğitici, yol gösterici bir mesaj ta­şıyan menkıbeler, asıl olarak şeyhi yüceltme ve onun tasarruflarını ortaya koyma amacı taşır. Veli bu menkıbelerde kusursuz bir kişilik, ahlak ve fazilet timsalidir. Kerametler olağanüstü özellikleri taşımakla birlikte hiçbir durumda temsil, sem­bol özelliği taşımazlar ve gerçek olarak kabullenilir.



 



Gerçekliğin üzerindeki anlamsızlık örtüsünü kaldırmak, yeni bir sunumla ha­kikati sezdirmek, okura yeni pencereler açmak tam da edebiyatın yapacağı bir şeydir. Bu anlamıyla fantazya, gerçek değildir ama okur bu dünyayla hakikate değebilir. Örneklerine bakıldığında edebiyatın pek çok önemli gerçekçi eserleri­nin bu akıl dışı dille yazılması da bunun bir kanıtıdır. Menkıbelerin günümüz fantastik türü yazan yazarlarına, araştırmacılara büyük bir kaynak, rehber sundu­ğunu söylemek mümkün.



Açıktır ki, menkıbelerde amaç “hikâyeler” yoluyla hikmetler anlatmak ve onu yarınlara taşımaktır.



Necip Tosun, Hece Dergisi, İslam Medeniyeti Özel Sayısı

Devamını Oku »

Müslüman Toplum ve Sanat

Başlangıçla şunu söylemek lazım: Bir sistem, sanatını yaratmıyor, bu sanatı geliştirmiyor ve bu sanatla gelişmiyorsa o sistem, tez elden çökmeye mahkûmdur.

Bugünkü dünyada sanat, toplumun belli bir kesiminde, belli bir yerde, çok yüksek standartlarda, belli ellerde, müzelerde, koleksiyonlarda, nadide mekân­larda yer alıyor, yer buluyor. Eski toplumlar sanatla iç îçeydi. Bizi ilgilendiren tarafıyla söyleyecek olursak Osmanlı toplumunda sanatın varlık alanına bakış bi­le meramızı anlatmaya kâfidir.

O toplumda mimarî, tezhip, hat, şiir, minyatür vb. sanatlar hayatın tam da or­tasında birbiriyle müştereken yer alırdı. Ve hemen hepsinin ekseninde de o mü­barek dinin ruhaniyeti vardı. Cemil Meriç İslâm'ın sanatlarda nasıl tecessüm et­tiğini çok veciz bir dille ifade etmiştir: "İslâmiyet; Süley maniye de kubbe, Itrî’de nağme, Bâkî’de şiir.,.”

Toplumumuzda sanatların birliği hususunda Yahya Kemal'in tespitleri fevka­lade önemi idin "Şair bütün öteki sanatlara bağlıydı. Hattat yazıyor, mücellit cilt­liyor, müzehhip tezhipliyor ve bestekâr ondaki şarkıları besteliyor. Şâire, mimar camilerinin, mescitlerinin, saraylarının, hanlarının, medreselerinin, çeşmelerinin, şadırvanlarının cephelerinde bir yer ayırıyordu, taşçı kitabe taşını kesiyor, hattat kitabeyi yazıyor, hakkak oyuyordu... Hâsılı şair, bütün sanatlara, bütün hayata böyle bağlarla bağlı ve o cemiyetin timsali idi’’ Şiirin âletleri, usulleri, lisanı, zev­ki birdi ve her yerde aynı seviyeye hitap ediyordu.”

Bunun anlamı toplumun hemen her işinde sanatla iç içe olması demektir. Ye­mek yediği bakır kap, giydiği elbise, oturduğu ev, evinin kapısı ve penceresi, eli­ni sildiği havlu, namaza gittiği cami, camide okunan ilahileri mevlitler ilh. Hep­si yüksek sanat eserleridir. O günün gündelik hayatında yer alan hemen her nes­ne bugün için yüksek kaliteli sanat eseri olarak takdir ve rağbet bulur.

Bilhassa şiir ve söz sanatları,bu sanatı icra eden şairler toplumun en yükseğinden en aşağısındaki insana kadar fevkalade bir rağbet görmüştür, Şiirin ve  şâirin diban sonsuzdur. Zira şair, kul sahibidir Kimi kutsal,kendisi yücedir. Hemen  hiç bir devlet erkânı şâir aleyhinde bulunmaya cesaret edemez,olanlar da istisnadır. Çocuklarını ve torunları devlet için boğdurmaktan geri kalmayan Kanuni, Rustem Paşanın şiddetli ısrarına rağmen Tâşlıcalı Yahya'nın idamına izin vermez.

Bilhassa devlet adamları, özellikle de padişahlar nezdinde şâirlerin kıymeti  fevkaladedir: ‘'Osmanlının Fatih Sultan Mehmet ile başlayan en ileri bir İslam topluluğu olma iddiası sonucu olarak, bu bölgelerde âlim, sanatçı, münşi ve şâ­irler davet ediliyor ve el üstünde tutuluyordu, Sehî Beye göre Fatih ’Arab’dan ve Acem’den ehli marifet adına olan kimseleri buldurup getirtip fevka'l-hadd ri’âyet ettirirdi, Fatih, Yeni (Topkapı) Sarayını Arap ve Acem ve Rûm’dan mahir mimarlar ve mühendisler getürüp yaptırdı.’’

Fâtih’in İstanbul’a sanatkârları toplama hususunda ne kadar kararlı ve ısrarlı olduğuna en iyi örneklerden biri onun Molla Câmî’yi davetinde apaçık görülür. Halil İnalcık’ın İslâm Dünyasının Voltaire' si dediği Molla Câmî, çağında o ka­dar ünlü bir insandı ki hemen bütün İslâm hükümdarları onu, ülkelerine davette yarışmışlardı. “Fatih Sultan Mehmet ona 5000 altın armağan göndererek İstan­bul’a çağırmıştı.” Daha sonra da Fatih'in oğlu II. Bayezid onu Osmanlı ülkesine getirmek için büyük çaba harcamıştır. Bayezid, Câmî’ye gönderdiği mektupta onu nuru l-Hak ve hakikat ve nakşibend-i i'tikad diye anıyordu... Osmanlı sulta­nı, Câmî’nin gönderdiği eserleri (külliyât-ı Câmi’i’l-Kemâlât) aldığını bildirerek kendisine bin filon altın gönderiyordu.”

Osmanlı Sultanlarının bu sanat adamlarına düşkünlüğü nedendir? Bu sorunun cevabını Halil İnalcık şöyle veriyor: ’’Kuşkusuz Osmanlı Sultanı, Iran ve Orta As­ya ortak yüksek kültürünün en tanınmış temsilcisi Câmî’ye gönderdiği mektup ve bağışlarla, bu kültürün bir hâmisi, patronu olduğunu göstermek istiyordu.”

Bu hâmilik düşüncesinin sadece İslâm âlemiyle sınırlı olmasının istenmediği de ortada: “Osmanlı hükümdarları kendilerini sadece İslâm âleminin lideri değil, Doğu ve Batı’nın hükümdarları olarak kabul ettiler. Fatih’in sarayında Bizans asıllı âlimlerden Trapezuntios ’Kimse şüphe etmez ki sen Romalıların imparato­rusun. imparatorluk merkezini hukuken elinde tutan kimse imparator ve Roma İmparatorluğunun merkezi  İstanbul’dur.’ demekle padişahın fikirlerine tercü­man olmaktadır.’’

Fâtih’in, Molla Cami ye her yıl bin altın göndermesi, IL Bayezid’in meşk es- nasında Şeyh Hamidullah’ın divitini tutacak kadar onun sanatını takdir etmesi, Kanuni’nin Bitki gibi bir şaire sahip olmayı saltanatının iftihar vesilesi kabul et­mesi gibi davranışlar sanata büyük ilgi duyulmasını intâç etmiştir.’

Bu yüksek iltifatın sebebi tabii ki sadece hâmilik düşüncesi değildir. Hz. Pey­gamber hırkalı şerifini onca insan, meslek, meşrep sahibi dururken bir şâire ver­miştir. Bunun pek çok sembolik anlamlan vardır. Hz. Peygamber şâirleri koru­muş ve hırkasını bir şâire câize olarak vererek kendisinden sonra gelecek devlet adamlarına da bir miras bırakmıştır. Şâirler sadece şâir değildir. Aynı zamanda devlet adamları şâirler sayesinde ebediyete intikal ederdi. Yani şâire muhtaçtılar.

Bunu Yahya Kemal ne güzel ifade etmiştir: “Şâir milli hayatın şahidi mevki­inde idi, padişahtan serdara kadar bütün şahsiyetleri o yaşatıyordu. Nef i diyor ki: Sultan Süleyman’ın namını haşre dek yaşatan Bâkî’nin sözündeki ab-ı hayattır... Nâimâ ise İbşir Paşa'yı bütün bayağılığı ile tasvir ettikten sonra hakkında hiçbir kaside yazılmadığını mühim bir fârika olarak kaydediyor. Hâsılı şâir bütün sa­natlara, bütün hayata böyle bağlarla bağlı ve o cemiyetin timsali idi.”

osmanlida-sanat

Osmanlı devlet adamlarını sanatkârlara olan bu yüksek ilgisi ve sevgisi ya­bana seyyahların da dikkatini çekmiştir: “Dünyanın hiç bir cemiyetinde, edebi­yat adamları Türk Sultanından gördükleri ayrıcalığı görmemişler veya o şekil­de cömertçe taltif edilmemişlerdir. Birçok sultan bizzat edip olmayı vakarlarını zedeleyecek bir şey olarak düşünmemişler, aksine şâirlerin, tarihçilerin ve diğer edebiyat adamlarının meclislerinde bulunmaktan zevk almışlardır. İstanbul’un fatihi 11. Mehmet’in kendisi de bir şâirdi. O, sadece kendisinin geniş toprakların­da değil, diğer yerlerde bile edebî faaliyetleri himaye etti. Söylendiğine göre Fa­tih, otuz Türk şâirine aylık bağlamakla beraber, her yıl Hindistan’daki Hoca-i Ci-han’a ve İran’daki Câmî’ye binlerce altın göndermiştir.” Bu da halkın şiire ba­kışma dair bir tespit: “Türkler daima yazılı şiire düşkündüler ve halen de bu düş­künlük devam ediyor. Şiire karşı Türkler derin bir sevgi ve hayranlık besliyorlar. Zengin olsun, fakir olsun şiire büyük önem verir.”

Osmanlı Toplumunda sanata ve sanatçıya bu yüksek değer verilirken Batı’da durum nasıldı; bir de ona bakmak gerekir: Batı’da pek az istisna dışında Sanatçı 18. yüzyıla kadar daima bir düşük, statüsü görmüştün “Platon*un ve Aristote­les’in sanatçıya (şâire) tanıdıkları düşük statü, istisnalar dışında 18. yüzyıla, Ay­dınlanma yüzyılına kadar yaygın bir kabul görmüştür.” “İlkçağdan 17. yüzyı­lın sonlarına kadar sanatçılık ikinci sınıf bir uğraş sayılmış, genellikle sanatçıla­rın ve özellikle yazarların kendi eserlerinin hukuki anlamda sahibi bile sayılma­mışlar (çünkü onlar birer taklitçidir), yüksek çevrelerin ve özellikle Kilise’nin himmet ve lütfüyla çalışmalarını sürdüren hizmetkârlar olarak görütmüşler”dir.

Batıda Sanatkarın ve Sanatın Yükselişi Bizde ise Düşüşüne Dair Ortaçağ’da, Doğu’da sanatın ve sanatkârın ne kadar yüce konumda olduğuna yakanda işaret ettik. Ama aynı çağlarda durum Batı’da tam tersineydi ve sanat- kâr pek de rağbet görmüyor, aksine küçümseniyordu. Oysa aydınlanma çağından sonra tam tersi oldu, bizde sanat ve sanatkâr düşerken Batıda aksine yükseldiler ve yüceldiler; Batı'da Aydınlanma çağından sonra o güne kadar düşük olan sa­natçı birden kendisini tanrısal bir konuma yerleştirmiştir: "Sanatçıya artık, bir teknisyen, bir taklitçi olarak bakmak reddedildiği gibi onun tanrısal güçlerin kul­landıkları edilgin bir aracı olduğu görüşü de reddedilmektedir. Evrenin merkezi­ne tanrıyı veya doğayı koyan, insanı tanrısal veya doğal bir belirlenim altına yer­leştiren eski anlayışın yerini, büyük ölçüde, evrenin merkezine insanı koyan, do­layısıyla onu kendi belirlenimi kendinden olan varlık, kısacası ‘özne’ sayan an­layış almıştır... Sanatçı, öznellik ve bireyselliğiyle etkin olan, taklit yapıtlar de­ğil, özgün yapıtlar ortaya koyan, yaratan kişidir ve sanat etkinliği bir poiseistir. Örneğin Shasftesbury'ye göre sanatçı kendi dünyasını kendisi yaratan bir tanrı gibidir. Sanatçı, madde dünyasına kendisinden hareketle biçim veren kişidir.” Bu çağdan sonra ise bizdeki durumu Yahya Kemal çok güzel özetlemiştir: “Eski zarifler, şuarâ dedikleri vakit, rindane yaşar insanları derûnî bir tezyifle karşıladıkları vakit bile zahiren hürmet ederlerdi; çünkü bu sınıfın resmileşmiş bir itibarı vardı; onu ihmal edemezlerdi. Lâkin zamanımızda şairler diye bir gençler mevkıbi (kafilesi )göründüğü vakit istihkarın en pes perdesinden bir mâ­nâ hâsıl oluyor.”... “Ancak seneler geçtikçe halkın nazarında şâir demek toy, küstah, bâlâpervâz, sünepe. ciddiyetsiz, tufeyli ve bilhassa akılsız ve mektep kaçkını bir mahluk olarak tecelli ediverdi.“

Bu düşüşün sadece şâirler bazında değil, diğer sanat erbabı arasında da olduğu­na şüphe yoktur. Bir zamanlar Süleymaniye'yi yapan insanların torunlarının yaptı­ğı camileri görenler, bugün eşsiz bir müze ev olarak kullanılan her hangi bir şehir­deki basit bir evi bugünkü pespaye apartmanla mukayese edenler, hat sanatındaki inceliğiyle bütün dünyaya eşsiz harikalar bırakmış bir sanatkâr neslinin bugünkü soyut resmini izleyenler aradaki farkları görünce elbette şaşırıp kalacaklardır.

Sanatın düşüşü, sanatkârın itibarının yerlerde sürünüşü çağın ruhu gereği mi­dir? Teknik ve teknolojik olanın, makinenin hâkimiyetinin insana verdiği kolay­lık, zenginlik, çeşitlilik, bolluk ve çoğulluk sanatla ortaya çıkanı işlevsiz veya ge­reksiz mi kılmıştır? Yahya Kemal bu somya çok derinlikli ve ruhani bir cevap veriyor ki âcizane aynı kanaati paylaşıyorum: “Eski Türkler’in manevî bir haya­tı varken bir edebiyatı vardı. Yeni Türkler’in ancak manevî bir hayatı olursa ede­biyatı kelimesi yerine sanatı kelimesini koyarsak me­ramımızı daha iyi anlaşılacaktır.

 

Ruh Meselesi ve Bizim Olanı Kaybediş

Teknik olanın sanata galebesi ve bunun çağın ruhuyla ilgisi meselesinde şu örnek gayet açıklayıcı olacaktır: Paris'te yayınlanan’’Le Teraps’’ dergisinin 14 Şubat 1882 sayısında Fransız aydınlarının Paris ’e dikilmesi planlanan Eiffel Kulesine karşı çıkan bir bildirileri yayınlanır. Aydınlar “Biz yazarlar, heykeltıraşlar, mimarlar, ressamlar, Paris’in bu güne kadar hiç dokunulmamış güzelliğinin tut­kun aşıkları, değeri bilinmeyen Fransız zevki adına, başkentimizin tam ortasına yararsız ve canavar görünümlü Eiffel Kulesinin dikilmesine var gücümüzle, tüm öfkemizle karşı çıkıyoruz..’’bildiri devam eder. Bu bildiriyi kitabının epigrafi yapan Barthes Kuleyle ilgili bugünkü bilgileri de verir. Bu kule artık Paris’in ev­rense! sembolü olmuştur. İçinde görülecek (müze anlamında) hiçbir şey olmama­sına rağmen her yıl Louvre müzesine gidenlerin iki katı insan bu kuleyi ziyaret etmektedir. Barthes Kulesi sonsuz eğretilemeler yumağı olarak görür ve onu şöyle tanımlar: “Kule demirden bir danteldir.”

Nasıl olur da dikilirken bütün sanatkârların karşı çıktığı bir ucube bir zaman sonra sonsuz bir eğretilemeler yumağı oldu? Zanaat zaman aşımıyla sanata mı dönüştü? Çağın ruhuyla kastedilen bu olmalı. Bence burada sanatkâr ruhunu in­citen demirlerde bir sorun yok, ama bir müddet sonra onu artık bir demir olarak görmeyen çağın insanında, Tolstoy’un dediği anlamda hakiki sanatı kaybetmiş, sahtesini de hakiki sanan insanda bir sorun var. Biz de bu sorunlar yumağının içindeyiz ve sanatın karşısında onu seyir makamında bile değiliz. Hele hele de bize ait olanları bunca zaman kötülemiş, hor görmüş ve aşağılamışken.

Cemal Süreya, İslâm Sanatı başlıklı yazısında M.C.Conirin Soyut resmin çok yerde İslâm Sanatlarından yararlandığım belirtiyor ve Conil’in şu dikkat çe­kici görüşlerine yer veriyor: Cemil diyor ki: “Kültürler, kentler, uygarlıklar ara­sında yaklaşımlar, benzerlikler, bağdaşıklıklar bulmak eski bir alışkanlık. Hele bunları Doğu ile Batı arasında düşünmek öteden beri sık sık rastlanan bir olay. Ama şurası da belli ki İslâm estetiği, Batı resmini çok yerde etkilemiştir. Özel­likle XIX. ve XX. Yüzyıllarda yaşamış romantik ressamlar İslâm sanatına büyük yakınlık göstermişlerdir. Matisse’in, 1912’lerde Fas’ta, Paul Klee’nin 1914’ler- de Keyruvan’da yaptıkları gözlemler boşuna değildi elbet. Kandinsky’nin 1905’te Tunus’ta, Signac’ın İ917’de İstanbul’a gidişi, 1893’te Paris’te İslâm Sa­nat Sergisi ’nin açılışı, bunu izleyen başka sergiler, Batı sanatçısına yeni olanak­lar, yeni yönelişler getirmemiştir diyebilir miyiz? Birinci Dünya Savaşı öncesin­de Avrupalı ressamlar arasında Cezayir yükseltilerine çıkmak, Kahire camilerini gidip yakından görmek, Tunus kıyılarında dolaşmak, büyük bir tutku, bir yurtsa­ma haline gelmişti. Granada’dan başlayarak bütün Doğu ve İslâm kentleri esin­ler dağıtmıştır Batı ressamlarına.”

Muazzam bir birikim sunan İslâm sanatlarının, o sanatların varisleri olan Müslümanlara değil de tam aksine muarızı olan Batılılara derin ilhamlar verme­si kaderin cilvelerinden biri olsa gerektir.

Bugün bilhassa belediyeler, çeşitli vakıflar, demekler aracılığıyla bize ait sanatın icrasına dönük olmaya başlar ve orijinalite sanatın doğası gereği aranmaya başlanırsa daha da müjdeli bir çağın kapısını aralayacağız demektir.

Sanatkâr Neyin Takipçisiydi

Fuzûlî Divanındaki ilk kasidede yer alan şu beyitleri anlamak onunla zamansal değil ama içeriksel anlamı olan başka bir dünyanın seyriyle daha kolay oldu.

Bisât-ı giüşene dün eyledim güzer ki demî Kılam nezâre-i âsâr-ı sariat-i Mevlâ

Bu kârhâne bir üstaddan değil hâlî Gerek bu kudrete elbette kâdir u dânâ

Özetle, Fuzûlî, âlemi seyrinden ve ondaki harikalardan bahsediyor. Gül bah­çesine Allah’ın yarattığı o muhteşem sanat eserlerini izlemeye gitmiştir. Uzun seyrinden ve ibret nazarından sonra şu kanaate varır: Bu âlemin bir yaratıcısı var­dır zira bu kudret için yüce bir kudret sahibine ve her şeyi bilene ihtiyaç vardır.

Hiç bir bina bânisiz olmaz.

Bir belgesel seyrediyorum. Bir su altı araştırma gemisi, denizlerin diplerine dalmış çekim yapıyor. Deniz dibi derken gördüğümüz mesafeler zannedilmesin. Yüzeyden yaklaşık bin metre aşağıdalar. Güneş ışığının gitmediği, başka da bir ışığın olmadığı zifiri karanlıklardalar. Basınç o kadar yüksek ki insanı saniyesin­de paramparça edebilir. Bu yüzden çok yüksek donanımlara sahip su altı araçla­rı yapmışlar. Bizim gözümüz de bilim adamlarının gözü gibi kameranın peşinde. Görünen mesafe, sadece kameranın önündeki ışığın aydınlattığı alandan ibaret... Yüzeyde bu kadar çekim esnasında milyonlarca canlıya rastlanırken burada he­nüz canlı emaresi yok! Ama biraz sonra hareket eden, yüzen, âdeta dans eden canlılar takılıyor kameraya. Demek ki buralarda da canlılar varmış. Bu karanlık­larda, ışık olmadan nasıl yaşadıkları tartışılıyor. Bir taraftan da balığın fiziki ya­pısı gözleniyor. Tam da yüksek basınca dayanacak bir tasarımla yaratılmışlar. Fakat bütün bunların yanında asıl bu balıkların olağanüstü görünüşleri benim dikkatimi çekiyor: O kadar rengârenk balıklar ki insan, hayran kalmadan edemi­yor. Bir balığın yüzgeçlerinde, sırtında, karın bölgesinde, kuyruk kısmında, ba­şının kenarlarında âdeta bütün renklerin kompozisyonu işlenmiş. Olağanüstü bir renk, ahenk ve estetik cümbüşü seyrediyorsunuz. Görünüşleri de insanı derinden etkileyen birer mimari şaheser hâlinde. Bu balıkları şimdiye kadar kimseler görmedi.Eğer bazı insanlar o muazzam paraları harcamasalar, o bilim adamlarını bir araya getirmeseler,merak edip de;o teknolojik donanımları tasarlamasalar kimsenin göreceği de yoktu!Bu canlılar milyonlarca yıldır orda yaşıyorlar,gözden ırak ve o muhteşem görünümleri kendilerine kalmış olarak. Şunu düşündüm! Milyonlarca yıl kimsenin görmeyeceği bilindiği hâlde onları Yaratan Allah, o dipsiz karanlıklardaki bu canlıları neden bu kadar rengârenk yaratmıştır? Neden basit bir tasarımla yetinmemiştir de sanki hemen her gün insanların gözü önün­deymiş gibi olağanüstü bir mükemmellik ve görsellikte yaratmıştır? Neden “Na­sıl olsa kimse görmüyor!” diye yaratılışlarını geçiştirmemiştir? Bu ihtimamın, bu dikkatin, bu özen ve olağanüstü ayrıntıya inişin hikmeti nedir?

Övdüğümüz zamanların sanatkârı bu sorulan düşünüyor olmalıydı. Fuzuli gi­bi âsârı seyretmeye gidiyorlardı. Ama sadece âsârı değil, o eserleri öylesine muh­teşem yaratanı da anlatıyorlardı, görüyorlardı. O günün sanatçısı âleme baktığın­da eşsiz bir sanat eseri, mükemmel bir özen ve dikkat, nereye göz atsa muhteşem bir incelik, zarafet ve itina görüyordu. O da eser verirken bu yaratılışı taklit edi­yordu: Eserlerine dikkat et, özen göster, sanatı sakın ihmal etme, işlerini asla baş­tan savma, kimsenin dikkatini çekmeye, bililerinin gözüne girmeye çalışma, al­kışa göz dikme, iltifata meyletme, seni bir gören, izleyen, dinleyen takdir eden muhakkak olacaktır. Üç kuruş çıkar uğruna yüceliğine halel getirme!

Bugünün sanatkârı gördüğüne hayran, gördüğünü görmesini sağlayandan ise bihaberdir. Eşsiz bir hayranlıkla izlediğini (mesela bu günlerde televizyon ekran­larında kendisine övgüler dizilen lâleler ve erguvan ağaçları), öylesine eşsiz bir surette ve sîrette yaratan, en azından yarattığına yönlendirilen kadar bir dikkati ve hayranlığı hak etmiyor mu? .

Hece Dergisi
Devamını Oku »

Sömürgeciliğin Karşısında Bir Devlet Olarak Osmanlı

 

somurgecilik

Balkanlar, Osmanlı’nın sömürgeci bir devlet olmadığının açık göstergesidir. “Osmanlı Devleti’nin, Balkanlar’daki hâkimiyeti yaklaşık beş yüz yıl sürmüştür. Bu uzun dönem boyunca Müslüman-Türk kültürüne ait önemli eserler inşa edil­miş, bölgenin gayrimüslim halkları da bu zengin kültürden faydalanmıştır. Os­manlı Devleti imar çalışmalarına büyük önem vermiş; yollar, köprüler, camiler, medreseler inşa etmiş, ardında sayısız eser bırakmıştır. Ancak kültür mirası, mi­marî eserlerle sınırlı değildir; Balkan topraklarında yerleşen Müslüman-Türk grupları beraberlerinde halk ve tasavvuf edebiyatını, çeşitli sanat kollarını, yeme- içme kültürünü, daha doğrusu Müslüman-Türk medeniyetinin bütün unsurlarını bu bölgeye taşımış, yaygınlaştırmış ve günümüze kadar yaşamasını sağlamışlar­dır. Örnek olarak Türk yemek kültürüne ait birçok unsur bugün Balkanlar’da ge­lenek hâline gelmiştir; bu çerçevede pide, börek, kebap, dolma, somun, gevrek, sarma, helva, boza, salep, kahve, şerbet, kadayıf, baklava, fincan, bardak, tas, cezve gibi sayısız kavram Balkan kültürüne geçmiştir. Bugün Balkan ülkelerin­de gezen bir turist, hemen her adımında Osmanlı’dan kalma bir eserle karşılaş­makta, o kültürün izlerini takip edebilmektedir. Uzun yıllar boyunca ihmal edi­len ve ancak son zamanlarda yeni yeni ilgi görmeye başlayan bu eserler beş yüz yıl boyunca kök salmış bir kültürü temsil etmektedir.”

Osmanlı Devleti, vicdan hürriyetini temel alan, İktisadî ve toplumsal haklara saygı gösteren bir anlayışla, idaresi altına giren milletleri yumuşak bir siyasetle yönetmesini bilmiştir. Osmanlılar döneminde Balkanlar, Müslüman nüfüs ile Hı­ristiyan nüfusun barış ve huzur atmosferi içerisinde yaşadığı bir bölge olmuş­tur. Osmanlı Devleti’nin bölgede, adalete ve hoşgörüye dayalı yönetimi yine bölgedeki halkların Osmanlı ruhunu benimsemelerine ve bu ruha bağlı olarak ya­şamalarına olanak sağlamıştır.

Osmanlı hiçbir zaman Balkanları Türkleştirmek gibi bir eğilimde olmamıştır. Bunun en güzel ispatı bölge milletlerinin kendi kültürlerini ve dillerini günümü­ze kadar korumuş olmalarıdır. Bu durum, Türk kültürünün Balkan halkları tara­fından geçmişten günümüze ne oranda içselleştirildiğini göstermesi bakımından önem arz etmektedir.

Sonuç

İslâm medeniyeti toplumun düzenini sağlamak ve insanların refahını artırmak üzerine kurulmuştur. Bu medeniyet, Hz. Muhammet’in “Komşusu aç iken tok yatan bizden değildir” anlayışını benimseyecek kadar insancıldır. İnsanı en de­ğerli varlık olarak gören İslâm, hak ve hukuka değer verir, Batı medeniyetinin aksine, her türlü haksızlık ve sömürünün de karşısında yer alır.

Osmanlı Devleti, fethettiği yerlerde yüzlerce yıl varlık gösterebilmesini ada­lete ve hoşgörüye dayalı bir yönetimle sağlamıştır. “Osmanlı yönetiminde dört yüz yıl kalan Yunanistan’da ne Yunanca unutulmuştur ne Yunanlı kimliği ne de Ortodoksluk... Yunanlı araştırmacı Dimitri Kitsikis, ‘İyi ki Türkler bizi fethetti; kazara Venedikliler veya Avusturyalıların eline düşseydik dilimizden inancımı­za kadar bizi Yunanlı yapan pek çok tarafımızı kaybedecektik” diye yazar. Os­manlı Devleti hâkimiyeti altındaki milletlerin diline, dinine ve kültürüne dokun­maz, onları yasaklayarak yok etme yoluna gitmez.

»Baron de Tott’un “İtiraf etmeliyiz ki köleleriyle cariyelerine fena muamele eden­ler yalnız AvrupalIlardır” tespitiyle oryantalistlerin “Türklerin ellerindeki esirler zannedildiği kadar fena muamele görmezler. Hemen daima evin ikinci efendisi vazi­yetindedirler. Ben bunların içinde öylelerini bilirim ki ağalarından (efendilerinden) son derece memnun oldukları için âzâd kâğıtlarını alıp Avrupa’ya gittikten sonra um­dukları rahatı bulamayınca Türkiye’ye avdet edip evvelce ağır zannettikleri esaret zincirlerini bu sefer kendi elleriyle boyunlarına geçirmişlerdir” saptaması İslâm medeniyetinin sömürü düşüncesinden ne kadar uzak olduğunun delilidir.

Erhan Akdağ, İslam Medeniyeti Özel Sayı, Hece Dergisi
Devamını Oku »

Oryantalizm: Yeni Yolun Sahibi

Batılıların Doğu’yla ilk karşılaşması hayranlık ve kıskançlık düalizmi çerçeve­sinde oluştu. Bu ilk görüşün Batı insanının zihninde oluşturduğu düşünce -temel ba­zı konular haricinde ve Batı’nın bir kısmı hariç tutulacak olursa- zamanla değişmiş ve gelişme göstermiştir. Tarihin ve zamanın Doğu’da güçlü bir devlet çıkarması, Batılıların bu yeni devlet karşısında pozisyonlarını farklılaştırmasına sebep oldu.

Kimlik konusunda çeşitli enstrümanlar geliştiren bu yolla kendi kimlik oluşu­munun “öteki” üzerinden tezahürünü aidiyet bağı gören Avrupa fikri ile özdeşleş­tirip kalkış noktasını buradan hareketle oluşturan Batı, farklı yorumlar getirilebi­lecek ve öyle tanımlanması daha doğru ve anlamlı olması gerekirken Doğu’yu düşmanlarından sadece bir düşman olarak görmesi, Batı’nın siyaseti açısından is­tediği bir sonuç idi. Tabi bu, tarihin belirli bir zaman diliminde böyle idi.

Batı’nın hâkim bir medeniyet tasavvuru geliştirmesi, adımların bilinçli bir şe­kilde atılmasıyla alakalandırılabilir. Yapacaklarının ne olduğunu bilen bir düş­man ve yavaş yavaş hedefine ulaşacağı zamanı bekleyen bir medeniyet... Gün­delik siyasetten çok uzun süreçlere yayılmış bir anlayışın eseri...

Batılılar nazarında “Doğu”nun hiçbir zaman tek bir yüzü yoktur. Batılı anla­yış “Doğu”yu farklı çehrelerle değerlendirip, zamanla bunu bir dizi değişiklik yaparak kurmuştur. Batılılar bir (ilke hakkında yargıda bulunurken o ülkenin as­kerî ve siyasî koşullarını değerlendirerek idealize ederler. Bu da Batılı anlayışın olaylara ve olgulara atfettiği düşüncenin pragmatik bir yapı oluşturduğunu gös­terir. Tarihsel süreçte bilinenin aksine Batı’nın Doğu algısı hep döngüsel bir zi­hinle oluşturulmuştur. Tabi temel konularda Batı Doğu’yu hep aynı bağlamda değerlendirir. Yanlış bilgilerini tashih ettikçe Batı, Doğu’yu siyaseti doğrultu­sunda kullanışlı bir hâle getirdi.

Doğu imgesinin böyle olması kesinleşmiş bir medeniyet algısına ulaştığım ve bunun üzerinden düşünce dünyasının gelişimine katkı sağladığı bir yapıyı “ken­di” kurduğu kurumlarda “kendi” yetiştirdiği “kendi”ne bağlı “bilim adamları” eliyle yaptı. Batılı güç gruplan bu iş için kafa yormalarına ve bunun olması hâ­linde düşmanla baş edilebileceği fikrine kendilerini kaptırdılar.

Yeni zamanlar yeni hedeflere ve bakışlara gebedir. Bu da fikir hareketliliği­nin her daim devam etmesini ve eski sorulara yeni cevaplar bulunmasının kaçı­nılmazlığını gösterdi. Tabi yeni sorulara verilecek cevapların eski sorulara veri­len yeni cevaplar gibi taze ve diri bir Avrupa fikrinin oluşmasına yardımcı olma­sı gerekiyordu. Avrupa, tarihin kendisiyle bittiği zehabına kapıldı. Bunu temel düşünce olarak ortaya koydu ve düşüncesini bunun üzerine bina etti.

Avrupa tarihinin hareketli bir yapı arz etmesinin ve bu hareketliliğin sürdürü- lebilir fikir ve düşüncelerin ham hâlden fiiliyata dökülene dek geçen sürenin bek­lenmesi ve yapılanın sonucunun neye denk düştüğü görülerek -bir nevi sağlama­sı yapılarak- gerçekleşti.

Batı, her çağ ve devirde farklı düşünceleri dillendirip onu uygulama alanına koyanların tarih sahnesinden hiçbir zaman düşmediğini bize gösterdi. Batı, bazı konular hariç hiçbir zaman tarihin belirli bir devrinde sıkışıp hep aynı düşünce­yi dillendiren bir kulüp görüntüsü vermedi.

“Ortaçağ Avrupası’ndaki tekstil imalatı, kâğıt yapımı, şeker ve demir üretimi (ve belki saat yapımı) tamamıyla Doğu’dan gelen teknolojiler sayesinde gerçek­leşebiliyordu. Bu teknolojilerin pek çoğu dünya ekonomisine dağılırken, Haçlı Seferleri’nin de Doğulu kaynakların Avrupa’ya geçişinde önemli bir kanal oldu­ğunu gözden kaçırmamak gerekir. (Batı Medeniyetin Doğulu Kökenleri 2004, 293)” Batı’nın Doğu’yla karşılaşmasının tarihi olarak görülen — önceki karşılaş­malarda var kuşkusuz fakat etki bağlamında düşünmek gerekir - Haçlı Seferleri, her ne kadar askeri açıdan bir zafer olarak görülmese de siyasî ve ekonomik ba­kımdan Batı tarihinin hızlanmasına ve “Yeni Batı”nın oluşumuna büyük katkı sağlamış görünüyor. Tabi bunun abartılması, bunun üzerinden “Batı’nın oluşu­mu Doğu’ya aittir.” aşın yorumu, gerçeklikle örtüşmeyen bir yorumdur.

Gelinen son nokta şudur: Batı kendi varoluşunu temelden sarsan düşünceler hariç, diğer düşünceleri gümrük kapısından kovmadı. Eklektik bir yapının oluşması Batı için hiçbir zaman sorun teşkil etmedi. “Olmazsa olmazın ne kadar az­sa, yani yeni duruma adapte olman zaman almadığı müddetçe, devlet olma özel­liğin hiçbir zaman yitmez.” düşüncesini rehber olarak gördü. Batı dışlayıcı bir tavrı, kimseye ihtiyacımız yok, onlar ve bizler düalizmini aşarak bu işten sıyrıl­dı. Konjonktürün iyi okunmasıyla, yenidünyada yeni sözlerle hareket etmek dev­letlerin kaçınamayacağı bir durum hâlini aldı. Geleceğin dünyasını erken faik et­mek devletler için en büyük kazançtır.

Atilla Mülayim, İslam Medeniyeti Özel Sayısı,Hece Dergisi
Devamını Oku »

Tasavvufun Kaynağı Gerçekten Hind, Yunan veya Zerdüşt lük mü?

Bu bapta biraz da çağdaş sûfîlere bakalım. Görebildiğimiz kadarıyla tasavvu­fun menşei konusuyla ilgilenmiş ve bu hususta daha tatmin edici şeyler söylemiş bir XX. yüzyıl sûfîsi -üstelik Hind ve diğer Doğu mistisizmlerinin çok iyi tanıyan- Rene Guenon’dur. Bir eserinde yer alan İslâm tasavvufu konulu makalesinde; İs­lâm’ı içinde sahih geleneği barındıran bir din olarak gördüğünü belirterek önemli şeyler söyler. Bu zemin üzerinde dikkat çekici tespitlerini sıralayarak verelim:

-Tasavvuf hem tarikati, hem hakikati araç ve amaç olarak içerir (s. 30).

-Tasavvuf teriminin Batı dillerine en doğru aktarımı “initiation” (inisiasyon)’dur. “Sufizm” tabiri uydurmadır, (s. 30) Tasavvuf her gerçek inisiasyon gi­bi “ezoterik”tir (s. 34).

-Tasavvuf yoluna giren herkes için eriştiği şey ne olursa olsun “mutasavvıf’ terimi kullanılabilir, fakat “sûfî” kelimesi bu yolda en üst mertebeye ulaşanlar için kullanılmalıdır (s. 31).

-Sûfîlik İslâm öğretisine sonradan eklenmiş, dışarıdan gelmiş bir şey değildir (s. 32).

-İslâm tasavvufunun mistisizm ile uzaktan yakından ilgisi yoktur (s. 33-34).

Bu tespitler, mühtedî bir batılının konuyla ilgili olarak ulaştığı tefekkür sevi­yesini göstermesi açısından çok dikkat çekicidir. Guanon öncelikle tasavvuf te­riminin Batı dilerindeki doğru karşılığının ne olması gerektiği üzerinde kafa yormuştur ki, bu bizim için de önem taşır. Çünkü neredeyse bütün münevverle­rimiz Batılı terminoloji üzerinden düşünmekte ve yazmaktadır.

Batılı kavramlarla düşünen bir kafa için inisiasyon ve ezoterizm ile sufizm arastadaki alâkasızlık, konuyla ilgili bir tefekkür eksikliğine yol açmaktadır. Buna mistizm kavramının Türkçedeki muğlaklığı da eklenince durum daha da vahim bir hal almaktadır. Herkes, mistisizmi tasavvuf kavramıyla müteradif olarak kul­lanmaktadır. Necip Fazıl’ın Tanrı Kulundan Dinlediklerim adlı eserinin “Misti­sizm” başlıklı bölümlerinde dile getirdikleri aslında bu boşluğu doldurma yolun­da bir tefekkür cehdidir. Batı Tefekkürü ve İslâm Tasavvufu adlı eserinde de ko­nuya değinmiştir. Necip Fazıl, Guanon’u okumamıştır ve söyledikleri tam olarak onunla aynı değildir elbette ama konuyla ilgili yerli düşünce dünyamızda nere­deyse tek dişe dokunur tefekkür çabasıdır. Tabii Rasim Özdenören’in Kafa Ka­rıştıran Kelimeler''inde yer alan konuyla ilgili bölümler de bu bapta oldukça ay­dınlatıcıdır ve hemen akla gelmelidir.Guenon’un görüşleri özellikle Necip Fazıl’ın mistisizm hakkındaki görüşleriyle karşılaştırılabilir de.

Guenon’un en ikna edici olarak ortaya koyduğu husus tasavvufun İslâm dı­şında bir kökünün olup olmadığı meselesidir. Bu husus gerçekten İslâm dünya­sında çok sık söz konusu edilen bir husustur ve tasavvuf karşıtları da bir tür ko­laycılıkla, zaten sevmedikleri tasavvufun Hint, Yunan, İran menşeli olduğunu id­dia ederek düşüncelerine bir tutamak bulmuş olurlar. Oysa Guenon, tasavvuf de­nen şeyin İslâm’ın özüne ilişkin bir parça olduğunu ve bunsuz İslâm öğretisinin, ana ilkeleri konusunda bile eksik kalacağını vurgulamıştır (s. 32). Ayrıca İslâm tasavvufuna özgü anlatım biçimleri, Arap dilinin yapısıyla sıkı bir biçimde iliş­kili olması da bu düşünceyi geçersizleştirmektedir. Eğer diğer öğretilerle benze­tişen yönler varsa “varsayımlı ‘alıntılar’a başvurmadan kendiliğinden” açıklanabi­lir….

Guenon, tasavvuf tarihçilerinin ‘tasavvuf kavramının ortaya çıkışı ve Arap­ça’da erken veya geç bir dönemde var olmuş olması üzerindeki tartışmalarını da an­lamsız bulur: ‘Tasavvuf pekâlâ, tasavvuf kelimesinden çok önce, ister başka bir ad altında ister ona bir ad verme ihtiyacı duyulmadan mevcut olabilir. (...) Gelenek açıkça belirtmektedir ki, hem zahirî yollar hem Bâtınî yollar doğrudan Hz. Peygam­ber’in eğitim ve öğretiminden çıkmaktadır” (s. 33). Dolayısıyla aslında “(..,) bu ka­darı, konuya dışından bakmayan biri için, meseleyi çözmesinde yeterlidir.”

Guenonun açıklamaları son derece yalındır ve kolayca anlaşılabilmektedir. Çünkü bu konularda kafası nettir ve üstelik o, ‘konuya dışarıdan bakmayan’ bi­ridir.. Oysa ‘yerli’ düşünce dünyamızdaki birçok isim konuya maalesef dışarıdan bakmaktadır.Bakarken de tamamen,Guenon’un önemle dikkat çektiği kavram kargaşasına düşmektedir.

Tercüme yoluyla da olsa Türkçede mistisizm-tasavvuf karşıtlığını Guénon kadar net açıklayan bir ikinci düşünüre rastlanmaz. O Hıristiyan mistisizmini de çok iyi tanımaktadır ve alandaki yetkinliğiyle yine son derece yalın bir biçimde konuyu açıklığa kavuşturur: “Her şeyden önce, mistisizm tamamen Hıristiyanlı­ğa özgü bir şeydir” (s. 34). İşte mistisizm kavramını uluorta kullanan intelijansiyamızın öncelikle dikkatinden kaçan nokta budur. Bu husustaki açıklamaları tek kelimeyle harikadır; özetleyecek olursak şunları yazabiliriz:

Mistisizm tamamen dinî (religieux) alana aittir; sadece zahirle bağlantılıdır. Mistik sürekli bir “edilgenlik” içindedir. ‘Mistik tarikat’ diye bir şey olamaz. Mis­tik sürekli yalnız yaşayan biri olduğundan manevî etkiyi (bereket) kendisine ulaş­tıracak bir “silsile”den mahrumdur. Oysa bu aktarım, tasavvufu karakterize eden şeydir. Amaçlarının değişikliği bir yana “mistik yol” ile “tasavvufi yol” kökten bağdaşamayacak iki tarzdır. Mistik, çeşitli bilgi dallarıyla da meşgul birisi değil­dir. Ayrıca mistisizm kavramını Arapçada yaklaşık da olsa karşılayabilecek bir te­rim yoktur ve dolayısıyla bu kavram İslâm geleneğine büsbütün yabancıdır.

İmdi, burada özetlenen görüşlerin bir de kitaptan ayrıca okunması gereklili­ğine dikkat çekerek İslâm tasavvufuna dair sureta bilgi ve yargılarla değerlendirilemeyecek bir derinlik taşıdığını belirtmeliyiz. Bir kere Guénon Doğu ve Batı kaynaklarıyla birlikte klasik İslâm kaynaklarını bütünüyle hazmetmiş bir kişilik­tir, böyle bir zeminden konuşmaktadır. Diğer yandan İslâm dünyasında doğup yetişmiş birçok kimse dahi tasavvufu sürekli yalnız yaşamak (bir lokma bir hır­ka) zannetmekte, inzivanın da bir geçiş evresi olduğundan haberi bulunmamak­tadır. Sûfîyâne yolculuğun nihayetine varıldığında orada kalınmaması; tekrar halka dönülmesi gerektiği gibi ayrıntılardan ise hepten bihaberdir. Guénon -baş­ta da vurguladığımız gibi- tasavvufun sadece zahirden ibaret olmadığını, bâtınla zahiri bir arada içerdiğini kabul ederek konuşmaktadır.

Yusuf Turan Günaydın, Hece Dergisi,İslam Medeniyeti Özel Sayı
Devamını Oku »

İslam'ın Akdeniz'e Çıkmasının Etkileri

İslâm Tarihinin ilk yüzyyıllarını, “İslâm'ın Yayılış Tarihi” saymak mümkün­dür. Nitekim Peygamberimizin vefatından yüzyıl sonra Çin’den Fransa içlerine kadar uzanan topraklar Halifenin hükmettiği, hükümet ettiği topraklardı.

Daha Hazreti Ebu Bekir ile Ömer zamanında Doğu Akdeniz’e kıyısı olan Su­riye, Filistin ve Mısır fethedilmişti. Sonra sırasıyla Trablusgarp, Kıbrıs, Rodos Adası’nın fethi, Sicilya çıkarması, Kuzeybatı Afrika’nın fethi gerçekleştirilmiş­tir. 711’de Tank Bin Ziyad komutasındaki ordu İspanya’ya girip neredeyse Is­panya’nın yansını fethetmiştir. Az bir zamanda İspanya topraklarında Endülüs İslâm Devleti kurulunca Akdeniz doğu, batı ve güneyden İslâm topraklan ile çevrilmiş ve Müslüman Gölü hâline gelmiştir. 1100’lerden itibaren Selçuklula­rın Anadolu topraklarındaki fetihlerinin ardından 1300’lerden itibaren Osmanlı­ların Avrupa topraklarında yaptıkları fetihlerle Ege’de ve Akdeniz’in kuzeyinde de Müslümanlar egemen olmaya başlamış 1500’lere geldiğimizde Akdeniz tam bir Müslüman Gölü olmuştur.

İslâm Medeniyeti, aynı zamanda bir “kitap medeniyeti”dir. Her Müslümanın Kuran’ı okumayı öğrenmek istemesi, Kuran okumanın özendirilmesi, Peygam­ber efendimiz döneminde savaş tutsaklarının Müslümanlara okuma öğretmekle görevlendirilmesi İslâm Toplumlarında hep kitabın, okumanın, zamanla yazma­nın yaygınlaşmasına yol açmıştır. Tarihte büyük İslâm şehirleri kütüphaneleriy­le, kitaplıklarındaki kitapların çokluğu ile önlenmiştir. Belki bu yüzden İslâm toprağına giren düşmanlar, Bağdat’ta Moğollar, Endülüs te Katolik İspanyollar kütüphaneleri ve kitapları yakarak işe başlamışlardır. “Daha onuncu asır başında Kurtuba’da yalnız kataloğu kırk dört cilt tutan 600.000 elyazması eserle dolu kü­tüphaneler vardı... Hıristiyanlar, Gımata’yı zapt ettikleri zaman şehrin meyda­nında 80.000 kitap yaktılar.”

Müslümanlar, fethettikleri topraklarda İnsanî davranışlarıyla, adaletli hüküm­leriyle, uygulamalarıyla, yaşama tarzlarıyla, kitaplarıyla, okumaya, bilime ver­dikleri önemle, kurdukları okullarla, kütüphanelerle, yaptıkları camilerle, hanlar­la, hamamlarla, yollar, köprüler, hastanelerle kalıcı olabilmişler, tümüyle bir İs­lâm Medeniyeti örneği verebilmişlerdir.

Belçikalı iktisat tarihçisi, Henri Pirenne Islâmiyetin Akdeniz’de Yayılması’ konusunda düşünceleri olan, bu konuya kitaplarında değinen bir yazardır. O Hz Muhammed ve Charlamagne adlı kitabının bir yerinde şöyle der;’’Burada karşımıza çıkan en büyük sorun,Germenlerden daha kalabalık olmayan olmayan Arapların,onlar gibi ele geçirdikleri topraklarda, kendilerinden daha üstün olan kültür tarafın­dan neden özümlenemedikleridir. Bütün sorun buradadır. Buna yalnızca tek bir cevap vardır, o da manevî düzeydedir. Germenlerin İmparatorluğun Hıristiyanlı­ğına karşı çıkartacak bir şeyleri olmamasına karşılık, Araplar yeni bir inancın he­yecanıyla dopdoluydular. İşte bu onları özümlenilemez hâle getiriyordu... Ger­men Romahia ya girer girmez Romalılaşmakta, Romalı ise İslâmiyet tarafından fethedilir fethedilmez Araplaşmakta... Roma İmparatorluğu, Hıristiyanlaşırken ruhunu değiştirmişti; İslâmlaşırken ise hem ruhunu hem de bedenini değiştirmiş­tir.” Femand Braudel II Felipe Döneminde Akdeniz ve Akdeniz Dünyası 2 adlı kitabında Osmanlıların Akdeniz’deki, Akdeniz'e kıyısı olan kentlerdeki fetihleri­ni, Akdeniz’deki deniz çekişmelerini ve savaşlarını, Ispanya’daki Endülüs Müs-lümanlarına yönelik şiddeti ve Katoliklerin Ispanya'daki ve Akdeniz’deki müca­delelerini ayrıntılı bir biçimde anlatır. O’na göre; “Boğazların öte yanındaki Türk Fethi, koşullar tarafından geniş ölçüde kolaylaştırılmıştır. Balkanlardaki Türk fet­hi, şaşırtıcı bir toplumsal devrimden yararlanmıştır... Türklerin karşısında top­lumsal bir dünya çökmüştür, bu çöküş, kısmen kendiliğinden olmuştur ve Albert Grenier’nin şu düşüncesinin istisnasız doğru olduğunu bir kez daha düşünmek ge­rekmektedir: ‘Ancak bunu isteyen toplumlar fethedilebilirler.’”

Braudel işin daha çok savaş ve fetih yönü üzerinde dururken Montgomary Watt, İslâm Avrupa’da kitabında ticarete vurgu yapmaktadır. Watt’a göre; “Ti­caret, insan toplumlarının tekâmülünde önemli bir rol oynamıştır. Bu itibarla onun İslâm medeniyetinde daima özel bir yeri vardır. İslâmiyet, bir köy ve çöl dini değil, tüccar dini idi. İslâm kültürünün yayılması, Müslümanların iş ve tica­ret hayatında gösterdikleri kudret sayesinde olmuştur.“

Braudel, Osmanlıların Balkanlarda tutunmasını anlatırken; “yol, müstahkem mevkiler yapımı, deve kervanlarının oluşturduğu iaşe ve taşıma sisteminin hareketi’’ üzerinde durur ve özellikle Türklerin egemen oldukları veya inşa ettikleri veya tahkim ettikleri kentler aracılığıyla örgütlenen fetihleri vurgular: “Bu kent­ler, Türk uygarlığının gerçek ışıma durakları olmuşlardır, ayrıca bu ülkeleri sa­kinimizmişler, evcilleştirmişler, terbiye etmişlerdir.” “Türkler, yarımadanın bü­tün halklarının yerlerini aldıkları galiple işbirliği yaparak Bizans İmparatorluğu­nun ihtişamını aniden ortaya çıkardıkları kadroları yaratarak fetihle yeniden bir düzen, bir 'paxffurcica’ kurmuştur.”

Oxinanhnın kurduğu düzen, uyruklarına huzur ve güven verirken komşu halklara da örneklik teşkil etmiştir. Bir Fransız gezgin Osmanlı topraklarını, kentlerini anlatırken; 1528 ’de “ülke, emindir ve ne bir soygun, ne de bir yol ke­sen haydut haberi bulunmaktadır.” demiştir. Artık “Hıristiyanların gözünde Türk İmparatorluğu, uzun süre hayranlık verici, anlaşılmaz düzenliliğinden ötürü şaşırtıcı olarak kalmıştır,çünkü imparatorluğun ordusu, Batılıları disiplini, sessizliği ile olduğu kadar cesareti, mühimmatının bolluğu dayanıklılığı ile de hayran bırakmıştır."

Braudel’in Osmanlılar için söylediklerini Pirenne, Müslümanlara genelleşti­rerek başka bir açıdan genelleştirir: “Müslümanlar yenik halklar üzerinde, Hıris­tiyanların yaptıkları cinsten bir propaganda yapmadıkları gibi dinsel baskıya da başvurmamışlardır. Müslümanların yenik halklara önerdikleri, sanıldığı gibi on­ların İslâmiyet’e geçmeleri değil ama İslâm’a tabi olmalarıdır. Fetihten sonra kâ­firlerin bilim ve sanatlarını bir savaş ganimeti olarak alıp Tanrı yoluna bunları kullanmaktan başka bir şey istememektedirler. Hatta onların kuramlarım da ya­rarlı gördükleri ölçüde alacaklardır.”

Emle Bradford’un, Barbaros Hayrettin adlı kitabında Sir Godfrey Fisher’in, Cezayir Efsanesi adlı kitabından bir alıntı yer alır. Burada; “baskı altında inleyen Hıristiyanların birçoğu, Macarların Türk topraklarına sığındığı gibi özgürlük ve aydınlığa kavuşmak için Cezayir’e sığmıyordu. Ta uzaktaki İngiltere’de bile, Fas ve Osmanlı sultanları ile ve Barbaros’la ilişki kurmak isteyen bir azınlık var­dı...” “Müslümanlar Avrupa devletlerine kıyasla, başka dinden olanlara karşı da­ha çok hoşgörü  sahibiydiler.”

Braudel, sağlanan güven, huzur ve refahın insanları Müslüman olmaya yö­nelttiğini belirtmektedir: “o çağdaki bir tanığın ifadesine göre Hıristiyanlar, bin­lerle ifade edilen sayılarla Türk ve Müslüman olmaktadırlar. Ayrıca Rumlar, Katolik imanına tabi olmaktansa Türklere teslim olmayı tercih edeceklerdir. Za­ten yaptıkları da budur. Rumlar, Venediklilere ve Bati Akdenizli korsanlara kar­şı hemen her zaman Türklerin yanında yer almışlardır. Niçin? Çünkü Türkler, olağan olarak hoşgörülüdürler, hiçbir zaman dinsel katılık göstermemişlerdir. Ortodoks imanının uygulanmasını hiçbir zaman rahatsız etmemişlerdir.

Fetih sonrası kalıcılık daha önemlidir. Osmanlılar bunu fethettikleri yerlerde gösterdikleri adaletli uygulamalarıyla yöreyi inşa ve imar faaliyetleri ile sağla­mışlardır. “Dün, İspanya’da Müslüman egemenliği dönemi için olduğu gibi Türk yüzyıllarının üzerine de asılsız bir itibarsızlık damgası vurulmuştur.,. Ancak Türk deneyinin gücünü küçümsemek, Balkan dünyasına getirdiklerini bilmezden gelmek ve her kökenden mallan buraya kattığım hesaba katmamak mümkün de­ğildir. Balkanların tümü boyunca şu Asya tarzı davranışlar, şu renkler, Türklere borçlu olunan şeylerdir. Türkler de uzaklarındaki Doğu'dan aldıklarını yaymak­taydılar. Kentler ve kırlar onlar tarafından derinlemesine bir şekilde Doğululaştırılmışlardır. Bir Katolik ada olan Raguza’da 16. yüzyılda kadınların bâlâ peçe ataklan ve kafes arkasında tutuldukları, nişanlıların birbirlerini ancak nikâhtan sonra görebildikleri hiç de önemsiz bir olgu değildir ”

Osmanlı topraklarında oluşan hava insanları çekmektedir. “insanlar büyük gruplar halinde Hristiyanlıktan İslam’a geçmektedirler.İslamiyet,onları macera ve kazanç olanaktan nedeniyle cezbetmektedir.” Yine “İslâm ülkeleriyle temasta olan Hıristiyan çoğu zaman din değiştirmenin başdöndürmesine kapılmak­tadır..." Korsika'dan, Sicilya'dan, Calabria’dan, Cenova’dan, Venedik’ten, İs-panya'dan, Akdeniz dünyasının bütün köşelerinden dönmeler İslâmiyet’e geç­mişlerdir. Türk belki de bilinçsizce kapılarını açmakta, Hıristiyan da kendisininkini kapatmaktadır.”

Osmanlılar, fethettikleri yörelerin insanlarına son derece hoşgörülü davranırken Katolik tspanyollar reconquista'da (Ispanya’yı tekrar Müslümanlardan geri alma) Müslümanları zorla Hıristiyan yapmaya çalışmışlardır. Zorla Hıristiyanlaştırılmak istenen İspanyol Müslümanlara morisco denmektedir. İspanyollar bununla da ye­tinmemişler. 1609-1614 tehciri sırasında bu insanları sınır dışı etmişlerdir. Amin Maalouf. Afrikalı Leo romanında tam da bunları anlatmaktadır. “Ben Hasan, tartıcıbaşı Muhammed'in oğlu, ben Giovanni Leone de Medici; bir berberin sünnet et­tiği, bir papanın vaftiz ettiği ben. Şimdi Afrikalı diye anılıyorum ama Afrikalı de­ğilim, Avrupalı da Arabistanlı da değilim. Bana Granadalı, Faslı, Zeyyatlı da der­ler, ama ben hiçbir ülkeden, kentten ya da boydan değilim... Benim Arapça, Türk­çe, Kastilya dili. Berberi dili, İbranice, Latince, sokak îtalyancası konuştuğumu du­yacaksın; çünkü bütün diller ve bütün dualar benim dillerim, benim dualarım.”

Osmanlının karadan Avrupa içlerine Akdeniz üzerinden kıyı kentlerine yap­tığı seferlerin asıl amaçlarından birinin Endülüs Müslümanlarının yardımına koş­mak olduğu öteden beri söylenegelmektedir. Braudel. bu olasılığa dikkat çek­mektedir ‘Türkler donanmalarını İspanya kıyılarına kadar yollayacaklar mıdır? Yarımadada bu olasılığın geçerliliğine inanılmıştır... Acaba Türkler Moriscolara yardım etmeyi düşünmediler mi?”

Türk siyaseti, kendi mecrasında akmaktadır. Bu siyaset; “helkesin kendi ro­lünü oynamasına izin vermektedir: Kişilerden biri Venedik’e karşı kibar olma, bir diğeri İspanya veya Fransa ile pazarlık yapma rolünü oynamaktadır... Moriscoları cesaretsizliğe sevk etmemekte, Türkler doğrudan veya İspanyol donanma­sına saldırarak dolaylı yardım olasılığını yok etmemekte, Moriscoları beklemede tutmakta ve böylece Moriscoların onlara bilinçsiz bir şekilde sağladıkları yardımdan kendi işlerini tehlikesizce çözmek için yararlanmaktadırlar.”! 12)

İşin başka bir boyutu da Hıristiyanlaşmayı kabul etmeyip Afrika’ya özellikle de Cezayir’e yerleşen Endülüs Müslümanlarının terk etmek zorunda kaldıkları Ispanya’ya yönelik eylemlere girişmiş olmalarıdır. Emle Bradford’un Barbaros Hayrettin adlı kitabında; ‘"Kral Ferdinand ile Kraliçe İzabella, Mağribileri ana­yurtlarından sürmeye azmettikleri zaman, sürgünlerin ilerde onlardan öç alabileceğini hiç hesaba katmadılar.Granada'nın düşüşüyle binlerce umutsuz ve peri­şan Mağribi, 700 yıldan beri anayurtları  olan bu ülkeyi terk etmek zorunda kaldı.İspanyol boyunduruğu altında yaşamaya tenezzül etmeyerek Cebelitarık bo-
ğazından Afrika ya geçtiler. Oralarda. Şerşel, Oran ve özellikle o zamanlar he­nüz pek bilinmeyen Cezayir’e yerleştiler. Mağribiler yeni yurtlarına yerleşir yer­leşmez, hiç yadırganmayacak bir karşı harekete giriştiler: Savaşı, İspanya toprak­larına aktardılar.” Yine; “Birbirinden çok farklı iki etken-Türkler’in Doğu’ya ya- yılması ve öç almak için kıvranan bir Müslüman kavminin Kuzey Afrika kıyıla­rına göç edip yerleşmesi-ilerde birleşecek ve Hıristiyan Avrupa’yı kökünden sar­sacak bir olaylar dizisine yol açacaktı.”

Braudel e göre; “Akdeniz’de büyük oyun, ebedî bir ‘Doğu Sorunu’ içinde Do­ğu ile Batı arasında oynanmıştır, bu oyun, esas itibariyle bir uygarlıklar çatışması olup oyunun, sırasıyla birinin veya öbürünün üstünlüklerinin ortaya çıkma duru­muna göre defalarca oynanması söz konusu olmuştur.”( Osmanlı ile Avru­pa’nın büyükleri arasında yapılan savaşlar, yürütülen diplomasi ve siyaset bu oyu­nun araçları olmuştur. Braudel, ‘kapitülasyondan bu çerçevede şöyle değerlendir­mektedir “İstanbul’dan dönen Claude du Bourg’un cebinde ‘kapitülasyonlar’ın yenilenme belgesi bulunmaktadır. Bunun anlamı Osmanlı İmparatorluğu’nun bu sıralar Batı’da, geleneğe ve çıkarlarına uygun bir Fransa’yı yeniden yaratma işiyle çok fazla meşgul olduğudur. Fransa, Türkleri kendine çekelken Türkiye de Fran­sa’yı kendi yanına almaktadır.’’ Braudel Venedik’i ‘Türkle yatan fahişe diye nite­lemektedir. “16. yüzyılın ikinci yansında Venedik’in temkinliliği yararsız hâle gel­mektedir. Oysa Türk, başlangıçta onu korkutmaya çalışmıştır. Venedik in kavga­sız teslim olması için Önce vurmanın sonra da hemen müzakereye oturmanın ye­terli olacağı umudunu beslemiştir. Böylece Ocak’ta Venedikli tüccarlar tutuklana­rak mallan müsadere edilmiştir.” Osmanlı’nın Venedik politikasını Braudel bir yerde de şöyle değerlendirmektedir: “Haber nehri içine, istendiğinde bilinmeyen sular katmak mümkündür. Venedik’in ünlü haber alma servisini bir silah gibi kul­lanarak Hıristiyanlığı alarm durumuna geçirmek bu aleme Türk tehlikesi psikozu­nu yerleştirmek üzere sıklıkla davrandığı iddia edilmiştir. 16. yüzyılda Venedik ten kaynaklanan haberlere pek güven duyulmamaktadır. Müslümanlar, İspanya’ya fethe giderken elbette yanlarında

Müslümanların bilgi, görgü ve kültür birikimlerini de götürmüşlerdi. Gündelik hayatlarını bu bi rikimlerden yararlanarak sürdürmüşlerdi. Kurdukları okullar, yetiştirdikleri insanlar ve yazdıkları kitaplarla yeni, yaşadıktan döneme göre ileri, çekim merkezi olacak bir hayat biçimi oluşturmuşlardı. Ahmet Gürkan, İslâm Kültürünü Garbı Medenileştirmesi adlı kitabında; “Islâm Kültürünün Batı’ya giriş yollarının; İspanya, Sicilya ve Haçlı Seferleri olduğunu” belirtir. M. Watt da ben zer bir tespitte bulunmaktadır; “İslamiyet’in veya Arapların 8. asırdan itibarisi Endülüs ve Sicilya’ya yerleşmesi, Avrupalıların da Haçlı Seferleri sırasında Doğu Akdeniz sahillerinde görülmeleri,taraflar arasında bir kültür alışverişine,Batı Avrupanın İslam kültürünü taklid etmesine imkan vermiş oldu.’’Watt’a göre;

“1- Müslümanların Avrupa’ya yardımları, daha çok hayatın zarafeti ve onun maddî temellerinin terakkisi hakkında oldu. 2- Birçok Avrupalı, neyi benimse­miş ve neyi kabul etmişse bunların Müslümanlara ait ve İslâmî olduğunun pek az farkına varmıştır. 3- Müslümanların ‘ihtişamlı hayat tarzı’ ve buna refakat eden edebiyatları, hem Avrupa’nın hayalgücünü hem de Latin menşeli milletlerin şiir kabiliyetlerini hayata geçirmişti.”

Braudel de benzer yargıları paylaşmaktadır: “Antik mirasın zenginliklerinin Bizans ve Doğu İslâm’ı tarafından yüzyıllarca barbar batıya yansıtıldığını, Batı ortaçağının tümünün Haçlı Seferleri öncesinde, sırasında, sonrasında Doğu tara­fından doyurulmuş ve aydınlatılmış” olduğunu belirtmektedir. Batı’daki birçok öykü ve efsanenin Doğu ve İslâm kökenli olduğunu, Renan’ın; ‘Ortaçağ tarihi­nin ancak 13. ve 14. yüzyıl bilginlerinin okudukları Arap eserlerinin dökümü ya­pıldıktan sonra tamam hâle gelecektir’ diye yazdığını, Dante’nin yazdığı İlâhî Komedi'nin İslâm kaynaklı olduğunu” belirtmektedir.

Müslümanlar, Aristo’nun, Platon’un, Eski Yunan’ın bilim ve felsefe eserleri­ni Arapçaya tercüme ederek yeni zamanlara taşınmasını sağladılar. Öte yandan mevcut bilgilerin üzerine yeni bilgiler, buluşlar, yaklaşımlar eklediler. Carra de Vaux’ya göre; “Müslümanlar günlük hayattaki aritmetiğin kurucusu oldular. Ce- biri, hakiki bir ilim hâline sokarak fevkalade tekâmül ettirdiler. Analitik geomet­rinin temelini attılar. Düzlem ve uzay trigonometrisinin kurucusu oldular. Bu ilimler Yunanlılar tarafından bilinmiyordu. Müslümanlar, Astronomide de bir­çok değerli gözlemler yaptılar.”

Müslümanlar, Astronomide, optikte, tıpta Önemli buluşlara imza attılar. Kentler­de hastaneler kurdular. Kimyada önemli gelişmelere önayak oldular. Mantık ve me­tafizikte Ibni Sina, Ibni Rüşd ve Gazali sonraki yüzyıllarda Avrupa'da en çok baş­vurulan düşünürler oldular. Editörlüğünü Seyfı Kenan’ın yaptığı Osmanlılar ve Av- rupa adlı kitapta Mehmet Azimli’nin ‘Sicilya'daki Islâm Medeniyetinin Avrupa'ya Etkileri' adlı makalesinde; “Müslümanlar, Avrupa’ya Sicilya yoluyla birçok tekno­loji yanında, kâğıt, pusula ve barut gibi teknolojik ve askeri alanda Avrupa’yı çok ileri noktalara götürecek hayati keşifleri öğretmişlerdi.” “Sicilya’daki Hıristiyan Normanların yönetimi dı şarıdan bakılınca adeta yan İslâmî bir yönetimdi denilebi­lir. Bu dönemde Norman Kralları daha önceki Müslüman Krallar gibi giyiniyorlar ve yarı Müslüman hayatı yaşıyorlardı. Resmi dil hemen hemen Arapça idi.”

Mimaride Müslümanların kullandığı sivri kemer tarzı Gotik Mimari’yi etki­ledi. Müslümanlar Avrupalılara yeni sulama tekniklerini ve zeytin, pamuk, şe­kerkamışı» limon, portakal,dut, hurma ve fıstık gibi bitkilerin yetiştirilmesini öğrettıler. Braudel’e göre, “Batı kapitalizminde ithal kökenli ne varsa (çek, senet, vb. gibi) kaynağı  Müslümanlardır." “Müzikte nota usulünün kullanımının Endülüslü müzisyenlerin bir buluşlar, olduğu ve Batı‘ya onlardan aktarıldığı bilinmektedir’’.’’Endülüs Devleti’nin başşehri ve kültür merkezi olan Kurtuba’ya Hristiyan öğrenciler geliyordu.. Endülüs te eğitim ve iş imkânları bol olduğu için Hristiyan ülkelerden Endülüs’e gelen insanlar hem eğitim alıyorlar ve hem de çalışacak bir iş bulabiliyorlar, böylece hayatlarını Müslümanlar gibi müreffeh şekilde yaşama fırsatını yakalayabiliyorlardı.’

Batılıların Müslumanlardan edindikleri ve öğrendiklerinin de katkısıyla Rö­nesans doğuyor. ‘’Rönesans kısmen, nihai olarak Müslüman kaynaklardan ilham almıştı ve her halükârda, daha bir muhayyileye dayalı tarafını İslâmîleşmiş kül­türde hala büyük bir rol oynayan Yunan mirası üzerine bina etmişti.’’ “İslâmîleşmiş kültür, ortaçağın garbı üzerindeki çok yönlü etkisi, özellikle de bilim ve tek­nik beceriler konusundaki etkisi dolayısıyla. Modern Garbın günümüz dünyası­na sunmuş bulunduğu uzun vadeli kültürel tahavvüllerde bile önemli bir paya sa­hiptir. İslâmîleşmiş Medeniyet’in köklen ile Garp Medeniyeti’nin kökten büyük ölçüde aynıdır. Bu yüzden Batılılar için İslâmîleşmiş Medeniyet benzer, yine de oklukça farklı kardeş bir medeniyeti temsil eder. ‘’

Müslümanların Akdeniz’e çıkmasının dinsel, siyasal, kültürel, ekonomik so­nuçlan olmuştur. Özellikle Kuzey Afrika, Sicilya, İspanya, Balkanlar ve Güney ve Orta Avrupa’nın birçok yerinde Müslüman bir nüfus yerleşik hâle gelmiştir. Endülüs’teki Islâm Devleti ve Osmanlı İmparatorluğu dünya siyasetinin, uluslar arası ilişkilerin en önemli aktörleri olmuştur. Müslümanlar, kendilerinden önceki insanlık birikimini, eski Yunanlıların yazdıklarım hem aktarmışlar, hem gözden geçirerek eleştirmişler, hem de kendi düşüncelerini, buluşlarını insanlığa sunmuşlardır. Sekizinci yüzyılda Afrika üzerinden Avrupa’nın Batısına, İspanya ya geç­mişler; onbirinci yüzyıldan itibaren de Osmanlılar eliyle Bizans üzerinden. Do­ğu’dan Avrupa içlerine uzanmışlardır. Gittikten topraklara, inançlarım, gündelik yaşayış biçimlerini, kültürlerini, bilim ve edebiyatlarım götürmüşlerdir. Vardıkla­rı toprakların insanlarıyla kalıcı ilişkiler kurmuşlar, bulundukları yerleri imar et­mişler, adalet, eğitim, kitap, bilim götürmüşlerdir. Fethettikleri topraklarda kal­mışlar, kalıcı izler bırakmışlar, gündelik hayati, düşünsel atmosferi derinden etki­lemişlerdir. Müslümanlar, inançlarını, kültürlerini, birikimlerini, ulaştıkları her yerde insanlık birikiminin üzerine derin izlerle canlı renklerle nakşetmişlerdir.

Ali Ulvi Temel, İslam Medeniyeti Özel Sayı, Hece Dergisi
Devamını Oku »