İnsanın Kendisini Hedef Tutması

İnsanın Kendisini Hedef Tutmasıİnsanın davranışları kendi başlarına bir sonuç ola­mıyorsa hiçbir zaman doyurucu bir hedefe ulaşmıyacaktır. Yani bir iş kendisi yapılırken, o işi yapmak için bir çaba harcanırken sonucunu da üretmiyorsa o işten iyi bir sonuç beklememiz boşunadır.

Bir insanı sevmek tek ba­şına bir amaç, bir sonuç olduğu zaman tamamlanmış, hedefine varmış bir edim olur. Ve lâkin bir insanı sev­mek başka bir amacın bir parçası, bir adımı olarak düşü­nülüyorsa ortada ne sevgi, ne de hayr vardır. Tam tersi­ne bir hedef uğruna gösterilen sevgi hem riya, hem çürü­me hem de sevgi gösterilen kişiye yöneltilmiş bir tahrip faaliyetidir. Aynı şey sadaka vermek için, cihad etmek için ve birçok başka edimler için de söylenebilir. Sadaka verirken, cihad ederken insanoğlu henüz hedefine var­madığını düşünüyorsa bu verdiği sadakanın da, yaptığı cihadın da kendine bir yararı dokunmayacaktır. Kimbilir belki sadakayı alana da bulaşan, savaşın her iki cephesi­ne de zarar veren bir çarpıldığın başlangıcıdır bu.

Kendisi hedef olma vasfı göstermeyen hiçbir vasıta, hedefe götürülebilecek bir vasıta olma gücünde değildir.

İsmet ÖZEL,Zor Zamanda Konuşmak

 
Devamını Oku »

Şuur Sahibi İnsan Olmak

Tabiatı Koruma İdeolojisiŞuur sahibi bir insan her şeyden önce " niçin yaşıyorum" sorusuna tatminkar bir cevap bulmak , bu konuda açık bir fikre sahip olmak zorundadır. Ancak ondan sonra, maddi temas kurduğu her şeyle, düşüncesi aracılığıyla ilintide veya alışverişte bulunduğu unsurlarla münasebetini hayata verdiği anlam açısından ayarlayacak,ne için yaşadığını bilmekle de hayatına mana veren ne ise onun dışında kalanlarla bağlarını koparacaktır. Bu çerçeve dahilinde , Müslümanın küfr ile içli dışlı olması imkansız olduğu gibi küfrün özünü öğrenme faaliyetinin dışında bulunması da tabiidir. Müslüman için küfrün küfr olduğunu bilmek yeterlidir. Ayrıca onu özünden kavrama çabası göstermeye yeltenmesi boşunadır. Çünkü küfr ziyandır, hüsrandır, yokluktur ve hiçliktir. Müslüman hiçten hiç bir şey anlamaz.

İtikad ettiği hususları iman bölgesine alabilmiş, daha doğrusu iman lutfuna erişmiş bir müslüman, bu seviyeye varmakla her şeyden önce insan olarak kendinin kainattaki, alemlerdeki yerini tesbit etmiş, hayatına hangi mananın hakim olduğunu kavramış yaşamasının sebebleri üzerindeki tereddütleri ortadan kaldırmıştır.

Müslümanın anladığı, benimsediği , kendinin saydığı şeyler varsa onun anlamadığı,reddettiği, kendinin gayrısı sandığı şeyler de var demektir. Şehadet kelimesi bir kazanç külliyesi olduğu kadar nelerin feda edilmiş olduğunun , nelerden vazgeçildiğinin de belgesidir. Bir şey alınırsa karşılıpğında bir şey verilir.

Demek ki içinde yaşadığımız medeniyetin bize sunduğu yaşama tarzından da , bu medeniyetin düşünme kalıplarından da hiçbir şey anlamamak mümkün ve belki de gereklidir. Müslüman olaya şöyle yaklaşabilir: Yaşadığım bu hayat, sahibi olduğum bu bilgiler, beni Müslüman kılan "mana" bakımından nasıl bir yere sahiptir ? Hayatım kul olarak mevcudiyetimin bir gereği , kulluk vazifelerimi yerine getirmekte kullanabildiğim bir vasıtamıdır? Bu sorulara cevabım" evet" ise, yapacağım şey hayatımı daha etkin bir tarzda devam ettirmek, bilgilerimi paylaşabileceğim ortam veya ortamlar bulmaya çalışmaktan ibarettir.

Ama eğer, hayatım ve yaşama tarzım kulluğumun gereği değil de bana isteklerim hilafına kabul ettirilmiş bir yapıda ise kendi hayatımdan hiçbir şey anlamamak benim hakkımdır. Bilgilerim helal ve haram arasındaki çizgiyi çekmeme yardımcı oluyorsa , bu bilgilere sıkıca sarılırım, yok eğer bu bilgiler benim kul olarak mevcudiyetime bir katkıda bulunmuyor, hayatımın seyrinde zikzaklar çizmeme sebeb oluyor, kul olduğumu kavramada önüme engeller koyuyorsa, bu bilginin "hiç" olduğunu düşünme hakkına sahibim.

Herşeyin başında varla yok arasında bir ayrım bulunduğunu, insan hayatının bu ikisinden birini şuurla seçmek suretiyle anlam sahibi olabileceğini kavramak gerek. Eğer insanin gerçekten sarahatle anladığı, manalandırdığı şeyler varsa, ancak o zaman bazı şeyleri manasız bulmakta hak sahibi olabilir.

İsmet Özel,Zor Zamanda Konuşmak

 
Devamını Oku »

Tabiatı Koruma İdeolojisi

Tabiatı Koruma İdeolojisiYaşadığımız günlere varan sanayi devrimi insanın kas gücünü en az ölçüde kullanmaya yönelmişti. Makinaların hayatta belirleyici rol oynamalarıyla birlikte "ya­kıt” en önemli enerji kaynağı oldu. Yakıt elde etmek bir yandan tabiattan birşey koparırken, yakıtı kullanmak da tabiatın çehresini bozuyor, kirletiyordu. Yüzyıllar bo­yunca tabiata hakim olmak. Batılı insanın temel felsefesi, sürükleyici kuvveti oldu. İnsan kendine yalnız bir "çev­re" yaratmakla kalmıyor, bütün önüne çıkan yaratıkları kendi emrine almak, kendi keyfince onlar üzerinde ta­sarrufta bulunmak istiyordu. İnsan kendi şerefini insan­dan gayri ne varsa onu yenmek, zincirlemek ve kullan­makta aradı ve bunu başardığı oranda güçlü saydı ken­dini, 20. yüzyılın sonuna geldiğimizde vahşi tabiatın da sonu gelmişti. İnsanoğlu kendi için yarattığı yapay çevrenin bir nimet değil bir belâ olduğunu anlamakta gecik­medi. Gerçi insan eli değmemiş tabiat bölgesi kalmamış­tı, ama bir yanıyla ehlileşmiş gibi görünen tabiat ehlileş­tiği İçin tehlikeli olmaya, insanı hem bazı şeylerden mahrum kılmaya, hem de insandaki bazı hayatiyet un­surlarını yıkmaya, çürütmeye yönelmişti. Tabiat, vahşetini görünür sahalardan görünmez bölgelere "gizlilik ve sinsilik’’ alanlarına taşıdı.

Bugün dünya ölçüsünde bir "tabiatı koruma" ideo­lojisi yürürlüğe girdi. Batılı düşünce içinde yakınmalar, pişmanlıklar, ahlar vahlar pek moda. Medeniyet çok kö­tüymüş de, niye insanoğlu tabiatı bunca tahrip etmiş de, Batı'yı dünyaya egemen kılan temel fikriyat çok yanlış, çok hastalıklı imiş de... Artık ilerlemeyelim diye ter ter tepinen batılı düşünür sayısı günden güne artıyor. Her­kes, Brigitte Bardot'dân, katolik papazlarına kadar her­kes vahşi tabiatın korunması işiyle yükümlü sayıyor kendini. Nesli tükenmekte olan hayvanlar korunmaya almıyor, tarıma açılan topraklarda sınırlamaya gidilmesi isteniyor, ağaçlar için, denizi temiz tutmak için kampan­yalar açılıyor, daha bilmem neler...

Tabiatı korumak için yapılan bunca iş, gösterilen (sınırlı da olsa) bunca çaba gereksiz ve kötü mü? İnşaallah gereklidir diye cevap verebiliriz bu soruya.

Benim dikkat çekmek istediğim, tabiatı koruma ide­olojisinin tabiatı yıkma ideolojisiyle tıpatıp aynı felsefe­den kaynaklandığıdır. Tabiatı yıkmaya, onu gemlemeye, tutsak edip zincirlemeye çalışan zihniyet kendi doğrul­tusunda ilerleyerek tabiatı koruma fikrine varmıştır. As­lında tabiata "hakim” olma fikrinde bir değişiklik yoktur. Tabiata hakim olmanın biçiminde bir değişiklik yapma teklifi vardır. Sanayi olsun, ama denizi kirletmesin, elektronik aygıtlar hayatımızı yönetsin ama aklımızı kaçırmıyalım, vahşi hayvanlar yaşasınlar ama, bizim kont­rolümüzde yaşasınlar, sular aksın ama biz istediğimiz için, bizim istediğimiz tarafa aksın, İyi bir göz, bu yakla­şımda tabiatla budalaca bir savaşa girmiş geçen yüzyıllar insanının sahip olduğundan çok daha tehlikeli bir niyeti görebilir. Şerri olduğu kadar, hayrı da insan kay­naklı esaslara oturtmak istiyor bunlar.

Bir önemli noktayı da vurgulamak gerek: Tabiatı koruma ideolojisi korunacak tabiatın kalmadığı bir za­manda yaygınlaştırılmıştır. Bugün batılı insan medeni­yetinin vardığı nokta "yapay çevre" olmaksızın bir gün bile yaşanamıyacak bir noktadır. Bu yüzden tabiatı ko­ruma ideolojisi batı medeniyetini yıkmaya yönelmiş sa­yılamaz.

 

İsmet Özel,Zor Zamanda Konuşmak

 
Devamını Oku »

Teknolojik Medeniyet

Teknolojik medeniyetTeknolojik medeniyet sokaklarımızı, iş yerlerimizi olduğu kadar evlerimizi de hırdavat deposu durumuna sokuyor. Bugün orta halli bir Türk ailesinin evinde bir - buzdolabı, çamaşır makinası, bütangazlı fırın, radyo, te­levizyon vardır. Bunlara bir de diğer elektrikli ev âletleri, süpürgeler, ızgaralar, tost makinaları, hatta sobalar veya kalorifer radyatörleri eklenecek olursa hayatımızın hır­davatla ne kadar sıkı bir ilişki içinde olduğunu anlayabi­liriz. Belki okuyucularım "hırdavat" sözünü çok kaba buldular veya işleyen âletlere, o pırıl pırıl aygıtlara "hur­da" denilmesine rıza göstermediler. Hemen hatırlatmalı­yım ki teknolojik gelişmelerdeki hız, pazara çıkmış en yeni malzemeyi bile hurda kılacak ölçüde yüksektir. Üretimin devamı demek üretilmiş bulunan âlet ve ede­vatın kısa süre içinde hurdaya çıkması demektir. Yok­sa üretimin durdurulması gerekirdi.

İçinde yaşadığımız teknolojik medeniyetin bir hır­davat medeniyeti olduğunun diğer bir göstergesi de, âlet, cihaz ve eşyanın o âlet, o cihaz ve o eşyaya sahip oluşumuzun sebebinden önce gelmesidir. Yine ev âletle­ri seviyesinde meseleyi ele alırsak: Bir Amerikan şarkı­sında söylendiği gibi çamaşır makinanız vardır, ama içinde yıkayacak bir elbiseniz yoktur, olmayabilir. Evin içinde tam takır bir buzdolabı çalışabilir. Koskocaman bir fırın içinde pişirilecek bir şey çıkması için nasibini bekleyecektir. Aygıtlar, cihazlar bunların kullanımının ko­laylaştırması beklenen malzemeler elde bulunmasa bile hayatı denetlemekte, yönetimi elde bulundurmakta de­vam edeceklerdir. Biraz düşünülünce belki keşfedilebilir ki bazı insanların açlığı gazlı fırınlar ve buzdolapları yü­zünden, bazı insanların çıplaklığı dikiş makinaları ve ça­maşır makinaları yüzündendir. Hırdavat öndedir. İnsan­lar bu âlet ve edevatın rahatça yer kaplamaları, şerefleri­nin korunması ve incinmemeleri için kendilerini memur hissetmektedirler. Zaten bu hırdavat yüzünden insanlığa da gerek kalmamış gibidir. Kimbilir kaç tüccar eli altında bir elektronik hesap makinası var diye aritmetikteki dört işlemi artık kullanmaz olmuş, bazıları bunları unutmuş­tur bile. Modern medeniyetin bize getirdiği en büyük  kötülük unutmak değil mi zaten? Çoklukla oyalanıp «aslımızda bulunan tek şeyi unutmuyor muyuz hep?

 

İsmet Özel,Zor Zamanda Konuşmak
Devamını Oku »

Modern yaşama biçimi içinde ''Yoksulluk''

Modern yaşama biçimi içinde ''Yoksulluk''Modern yaşama biçimi yoksulluğu antik anlayıştan çok farklı bir platforma oturtmuştur. Bir yanda Bangladeş'in Orta Afrika'nın reel yoksulluğu var. İnsanlar fizikî anlamda aç ve çıplak. Öte yanda çok zengin ülkelerin tereyağı değil de margarin yiyen, teneke evlerde, hatta çöplüklerde barınan yoksulları. Bir yerde insanın yoksulluğunun otomobilinin markasıyla ölçüldüğü ülkeler, öte yanda bir kap bakla ezmesiyle iki gün geçirmek zorunda olan, bir salgın hastalıkla insanların kitleler halinde öldüğü ülkeler var. Ama gariplik böyle bir zıtlığın yaşanmasında değil.

Asıl garip, tuhaf olan fizikî açlık çeken insanların karınları doyar doymaz meselelerini büyük ölçüde çözüyor olmalarına rağmen, otomobilin markası yüzünden yoksul sayılanların iflâh olmaz bir tatminsizlik duygusuyla acı çektikleridir.

Modern yaşama biçimi içinde yoksulluk, maddî tatmin vasıtalarından mahrumiyet özelliğiyle değil, utanılacak, onur kına duruma düşülecek bir statü olmasıyla belirginleşir. İnsanların değeri toplum piramidindeki yerleriyle ölçülmeye başlanır. "Kaç paralık adam?" sorusunun sorulduğu bir kültür "modern" kültürdür. Modern kültürde insanlara "paran kadar konuş" denilir. Bu yüzden insanlar yoksulluğu bir belâ, insanlık haysiyetinin kaybedilmesi olarak anlarlar. Bunun tersi de doğrudur, maddî refah seviyesinin yükselmesiyle insanlar sosyal statülerini de yükseltmiş, insanlıklarını, başkalarının gözündeki yerlerini değerli kılmış olurlar. Kısacası, gelişmiş bir yoksulluk, ilkel bir yoksulluktan çok daha tahammül edilmez bir durumdur. Bu sebeple gelişmiş ülkelerde sosyal rahatsızlıklar ölümcül boyutlara ulaşır.

Yoksulluğun gelişmesiyle birlikte "mentai" rahat-sızlıklar toplumun akışını etkilemeye başlar. İki insanın birbirini değerlendirmesinde dolayımlar artar. Bugün moda tabiriyle "iletişimsizlik" dedikleri şey gerçekte modern ve gelişmiş yoksulluğun korku veren tezahüründen başka bir şey değildir.

İsmet Özel,Zor Zamanda Konuşmak
Devamını Oku »

Her unsurun her çağda ve yerde özel önemi ve anlamı var

Her unsurun her çağda ve yerde özel önemi ve anlamı varHer insan, her toplum, her medeniyet bulunduğu yerde, kapladığı zamanda taşıdığı anlamla önemlidir.

Belki bizi bugüne getiren etkenler bakımından geç­miş çalışması bilinmeye değer görülecektir. Ama bu du­rumda bize gerekli olan şu anda yaşadığımızın geriye doğru uzanan ucudur. Geçmişte o unsurun yeri ve anla­mı farklı olabilir. Geçmişte herşey çok değişik boyutlar­da algılanmış olabilir. Hiçbir şey bize geçmişten aynen veya tekâmül ederek aktarılmaz. Her unsurun her çağda ve yerde özel önemi ve anlamı var.

 

İsmet Özel,Zor Zamanda Konuşmak
Devamını Oku »

Müslümanların Asli Görevi

Müslümanların Asli GöreviYaşamaya yani hayata sahip çıkmak müslümanların aslî görevi olsa ge­rek. Çünkü onlara Allah’ın ipine sıkıca sarılmaları emre­dilmiştir, yani hayy olanla hayat bulacak insanlar müslümanlardır. Bu anlayış içinde hayat ve ölüm birbirine ya­bancı iki bölge olmaktan çıkar. Ne var ki çoğu kimse için hayat saadet, ölüm felâket anlamına gelir ama yine de her iki kavram anlamdan mahrumdur. Oysa biz insanlar için hayat ve ölüm biri diğerini anlamlandıran şartların ifadesi olmalı idi.

Önce kötü yaşadığımıza inandırdılar bizi. Yoksul, işsiz, okulsuz, hastanesiz, yolsuz, elektriksiz yaşıyorsun ey zavallı insan! diye seslendiler. (Bu nida medeniyetin taşrasında oturanlar için. Metropol ahalisine seslenirken (oltanın ucuna takılan yem farklıdır). İnandık biz de berbat bir durumda olduğumuza. Ve sorduk münadiye:

Ne yapalım?

Cevap verdi: Daha iyi yaşamaya çalış!. Biz  elimizden gelen hızla zengin, işli güçlü, okullu, hastane­li, yollu, elektrikli bir hayatı elde edebilmek için çalışma­ya koyulduk.

Hiç sormadık: Daha iyi bir hayatı ele geçi­rince ne olacak? diye.

Sorsaydık, şöyle diyecekti: Çok  daha iyi bir hayatı kazanmaya çalış. Sonra? Daha fazla çok iyi hayata geç! Zincir böyle sürüp gidecekti, gidiyor.

Dünya hayatı bir oyundan, bir oyalanmadan başka birşey değildir.” (En’am, 32) Ahiret yurdunu gozönüne almaksızın benimsenen hayat anlayışı bir lunaparktan farksızdır: Dönme dolaptan inip atlı karıncaya binersin, çarpışan otomobillerden uçan sandalyelere geçersin. Korkudan hoşlananlar için dehlizler, tuhaflıklara gül­mek isteyenler için insanı eğri büğrü gösteren aynalar vardır. Severiz çocuksu tarafımızla lunaparkı.

Epir kralı Pyrrhus: "Önce Sicilya'yı alacağım" de­miş. Cineas sormuş: Sonra? Bütün Yunanistan'ı fethede­ceğim! Sonra! Anadolu'yu, sonra? Hindistan'ı alacağım. Peki daha sonra? Sonra mı demiş kral, ondan sonra din­leneceğim.

Cineas: Şimdiden dinlensen olmaz mı? demiş.

Din­lenebilmek için yorulur insanoğlu...

Bunun büsbütün an­lamsız olduğunu ileri sürecek değilim. Yaşamak saçma ve anlamsız değildir, çünkü yaşamanın her adımı, her milimetresi ahirette karşılığı olan ve hayranlık verici za­man/mekân harikasıdır. Bu harikanın farkına varmak için daha zengin, daha otoriter, daha kas gücü yerinde olmak gerekmez. Diri olmak yeter yaşamak dediğimiz muammadan heyecan verici bir tad almak için.

Yeniden başlamak için kafamızda açıklığa kavuştur­mamız gereken husus her durumda kötüyü kendimiz­den uzak tutabileceğimizdir. Biri bize kötü durumda ol­duğumuzu söylediğinde önce onun ne durumda oldu­ğunu anlamak iyi olur. İnsan her zaman belli şartlar al­tındadır ve bu şartların "iyi" olarak vasıflandırıldığı dö­nemler pek nadirdir.

Kötü şartlardan kötü şartlara atlama çabasını yani bir tür deliliği bir yana bırakıp hayat içindeki durumumuzun âhiretteki karşılığını bulup ona göre davranmaya çalışmalıyız. Dünya hayatının yine dünya hayatına kıyasla iyi ya da kötü olması hiçbir anlam taşımaz. Hayatta eğer bir anlam varsa bu anlam hayatta değildir. Kaçınılmaz olarak içinde bulunduğumuz şartlarda atacağımız adımdır hesaba esas alınacak olan.

İsmet Özel,Zor Zamanda Konuşmak
Devamını Oku »

Adalet

Adaletİnsan etik, politik, estetik, psikolojik ve sosyolojik yanlarıyla bir­likte, her şeyden öte kâinata ve Allaha açık bir varlık olarak, kendisini ifade etmek ve gerçekleştirmekle yükümlü bir varlıktır, işte adalet, insanın tüm bu veçhelerinin birlikte ve bir bütün olarak değerlen­dirilmesi anlamına gelmektedir. Yoksa amaç, salt biçimsel anlamda bir matematiksel eşitliğin sağlanması değildir. İslam, elbette liyakate önem verir ve onu gözetir. Ama adaletsizlik, insanların temel an­lamdaki eşitliklerini dikkate almayan bir toplumsal perspektifin be­nimsenmesidir. Hatta bu, sadece Müslümanlan kapsayan bir ilke de değildir. Nitekim Ali (r.a.), konuyla ilgili olarak insanların “ya din­de kardeşimiz, ya da yaratılışta eşimiz,” olduğunu söyleyerek; “Müs­lümanların tüm Müslümanların kendilerinden emin olduğu, mü­minlerin ise tüm insanların kendilerinden emin olan kişiler olduğunu” belirtir. Ancak Müslümanlar zamanla bu hassasiyetlerini yitirerek, kavmiyetçi veya sınıfsal bir tereddinin akabinde, kendi içlerine ve belli bir tarihselliğe, tabir caizse bir “İslam ırkçılığı” anlayışına ka­panmak, tevhid ve adalet ilkesinden sapmışlar ve bu anlamda insanlığın örnekliği ve öncülüğü vasıflarından uzağa düşmüşlerdir.

İnsanların sınıf, ırk, kast, soyluluk, varsıllık gibi doğal yada reel eşitsizlikleriyle; onları baskıcı ve biçimci bir eşitçiliğin düzleştirici zorbalığı altında hizalayan bir mantık arasında adalet, insanları ken­di özgüllükleri içerisinde değerlendirmeyi; ve hatta daha da geniş bakış açısı ile, tüm canlıların yer aldığı bir yaşama dünyasının, bu dün­yaya ait türlerin ve bireylerin birbirini ezmeden, sömürmeden, istismar etmeden yaşama tarzlarını birbirinin rağmına kurmadan, herkesin asgarî ölçekte de olsa bu hayata dair imkanlardan yararlanabilece­ği; ama kendisini geliştirmesi açısından da açık uçlu olan bir top­lumsallığın/dünyanın koşullarının güvence altına alınmasıdır. Eme­ğin karşılıksız kalmadığı, yeteneklerin değerlendirildiği, ama sonuçta dünya üzerinde yaşayan herkesin temel ortak haklara sahip olduğu bir toplumsal-iktisadî-siyasî denkleştirme olarak adalet; herkesin diz­gesel bir tutarlılıkta eşitlenmesini öngörmediği gibi; bu anlamda top­lumsal farklılaşmlara da açıklığı öngörür.

Dolayısıyla adalet, ırk, üretim, tüketim, ideoloji ve hatta din gibi eksenler etrafında homojenleştirilmiş ve farklılıkları bastırılmış olan bir toplumsallığın inşasını değil; tam aksine farklılıkların be­lirginleştirilerek, toplumsallığın özgüllükleri içerisinde heterojenleştirildiği bir özgülleşme-özgürleşme perspektifidir.

İnsan ve İslam,Ümit Aktaş

 
Devamını Oku »

Modern Batı Medeniyetinde Silikleşen Zaman Mefhumu

Machiavelli’nin ortaya koyduğu ve Geothe’nin Faust’unda pekiştirdiği ve Modem Batı Medeniyeti’nin bizzatihi zihniyet olarak kendi olan ‘insan tipi’, Sanayi Devrimi sonrası oluşturduğu doyumsuz bir üretim-tüketim zaman mefhumunu bir başka mefhum olan ‘hız’ ile silikleştirmiştir.Modern Batı Medeniyeti nin dünya sistemini de kurguladığı bu yapıya eleştirel olarak bakan bir çok düşünür, bu yapının ortaya koyduğu şehir kurgusunu,ticaret kurgusunu,eğitim kurgusunu, eğlence kurgusunu, merkezi olarak ‘zaman’ algısı üzerinden eleştirir. Söz gelimi ‘yavaşlatılmış zaman’, ‘yavaşlatılmış şehir' diye ortaya konan akımlar, düşünceler buna örnektir.

Modern Batı Medeniyetinin ortaya koyduğumu büyük boşluklardan biri, kendisini hep daha da çok kazanmaya endekslemiş ve teknolojinin ilerlemesiyle ‘hız’ mefhumunun algı ötesi hale gelmesiyle zaman mefhumu silikleşmeye başlamıştır. Machiavelli’nin ortaya koyduğu ve Goethenin Faust’ta pekiştirdiği insan tipinin oluşturduğu bu sistem, Modern Batı Medeniyetinin vazgeçilmez sistemi olması hasebiyle de artık Batı Medeniyeti’nin merkezı bir parçasıdır. Bu medeniyetin insan tipi, yazımızın başında yer verdiğimiz derinlik üzeri olan İslâm medeniyetindeki insan tipiyle zıttır. Islâm medeniyeti insan tipinin derinlik üzeri oluşu;

Modern Batı Medeniyeti’nin ‘hız’ içinde devinen, haz, bencillik ve güç Machiavelli tarafından inşa olunan sathileşmiş ve kalitesizlişmiş insan tipinin karşısında durur. Buradaki kalitesizlik, İslam Peygamberi’nin “kıyamete yakın, zaman hızlanacak” olarak tespitini yaptığı ve zamanın hızlamasıyla birlikte kalitenin düşmeye başladığı yani kalitenin bitip, kantitenin ön planda olduğu bir sathileşmedir. Sükûn ve derinlik yoktur burada. Modern Batı Medeniyeti, kantite ile haz ve daha çok kârın sağlandığı, bunun da yapılabilmeli için Machıavellinin Sınırlarını çizdiği güç maksimizasyonu, bencillik ve çıkar meydana getirilmiş bu medeniyet olarak işlerliğini sürdürür.

Hız ve zaman mefhumunun silikleşmeyi başladığı bu medeniyet içinde, kendi medeniyetimizin bizlere sağladığı imkana ne derece bağlıyız bilemiyorum. Machiavelli’nin ortaya koyduğu ve bu çarkın dönmesi için şart olan insan tipinin artık bir insan tipi değil daim çok gayrî İnsanî oluşunun bilincine cümle insanlığın varmaya başlamasıdır. Farkına varılan bir gün gerektiği sonuca da vardırılır diye umuyorum.

Hece Dergisi
Devamını Oku »

Batı'nın Ruhu

Batı'nın başarı formülleri üzerine pek çok fikir insanı, düşünce beyan etmişti. Necip Fazıl'a göre Batı’nın dayandığı düşünce formülü şuydu: Yunan+Roma+Hristiyanlık=Batı Medeniyeti." Necip Fazıl’a göre Batı, ruhunu tamamen kaybetmiş ve kuru bir akla teslim olmuştur: “Batıyı Doğuyla beraberce, lif lif, en mahrem köklerine kadar muhasebe etmiş bir idrakin varacağı hüküm, Batının, geniş madde planıyla baştan başa ve sıkı sıkıya temas halinde bir kum akıl harikasından ibaret olduğudur. Batı, bir kuru akıldır ve Allah, kuru akla ne kadar hak ve imtiyaz vermişse hepsine malik; ve kuru aklı nelerden mahrum etmişse hepsinden yoksundur.”

Necip Fazıl, Doğu ile Batı arasındaki iki temel çelişkiye, farka da değinmiştir: “Batı tefekkürü, maddeye aksetmiş akılla harikalar doğurduğu, aynı akılla da aklı kıracak kadar ileri gittiği halde ruh feyzine, yani nura çıkamayan, eşya ve hadiselere insan ruhunda tahakküm ölçüsünü kuramayan, neticede ruhu öksüz bırakan ve bu eksiğini daima hissedip keşiflerinin oyuncaklarıyla teselliye ereme- yen...(dir), (yani) içinde sultanı olmayan saray... iki dünya arasında problem şudur: Birinin eksiği öbüründe gizli iki dünya, Doğu ve Batı. Batı’nın kolay taklit edilir zaferi, madde nakışlarında ve süsünde; doğunun müdafaasızlığı da maddi sefaletinde ve madde çelmesiyle düşürülmüş olmak fecaatinde.”

Anlaşılan şudur: Batı’nın ruhu bir zamanlar Hıristiyanlık idi ama bu ruh, Batı’yı tamamen esir almış, bir milim kımıldamasına, yeni iklimlere kanat açmasına, gelişip neşvünema bulmasına asla fırsat vermemiş, aksine hep ayak bağı olmuştur. Batı, aydınlanma çağıyla beraber, Hıristiyan ruhundan sıyrılmış ve hatta onu tamamen inkâr etmiş, onu yeni ufuklara uçuracak ruhu Eski Yunan ve Roma mitlerinden devşirmiş, maddenin içine nüfuz edecek kadar muhteşem bir ilerleme kaydetmiş ve fakat bu sefer de kuru aklın esiri olarak, ruhunu tamamen kaybetmiş ve maddenin esiri olmuş, tamamen ruhsuz, maneviyatsız, acımasız bir makineye dönüşmüştür. Anlaşılan her iki ruh evresi de Batı için uzun vadede bir felaket habercisidir.

Hece Dergisi, Batı Medeniyeti Özel Sayısı
Devamını Oku »