Tevâtürle Sabit Hükümleri İnkar Etmek

Tevâtürle Sabit Hükümleri İnkar Etmek


Ebubekir Sifil: Zaman zaman gençlerin bilhassa itikadi konularda serbestçe sarf-ı kelam ettiği konusunda mailler alıyorum. İnternetteki kimi forumlarda tevatürle sabit bir takım meselelerin inkârı söz konusu oluyormuş. Bilgi sahibi olmadan kanaat sahibi olmanın getirdiği önemli bir tehlike bu.

Hz. İsa (a.s)'ın nüzulü, kabir azabı ve benzeri meseleler hakkında genellikle şu tarz değerlendirmeler yapılıyor: "Bu meseleler Kur'an'da geçmiyor, bazı hadislerde yer alıyor. Ama hadis Kur'an'a aykırı olamaz. Dolayısıyla bu konulardaki hadisler uydurmadır." Ya da, "Evet, bu konuda bazı hadisler var, ama bu hadisler itikadî sahada bir şey ifade etmez." (1)
İmam Ebu Hanife şöyle der: "Kabir azabını bilmem" diyen kimse helaka uğrayan Cehmiyye'dendir. Çünkü o kimse, kabir azabının ifade edildiği "Biz onları iki defa azaplandıracağız" (9/et-Tevbe, 101) ayetini ve kabirdeki azabı anlatan "Şüphesiz zulmedenlere bundan başka da bir azap var" (52/et-Tûr, 47) ayetlerini inkâr etmiştir. Eğer bu kimse, "Ben ayete inanıyorum; ancak tefsir ve teviline inanmıyorum" derse kâfir olur. Çünkü Kur'an'da, tevili tenzilinin aynı olan (ne ifade ettiği konusunda ayrıca yoruma gerek bırakmayacak ölçüde açık olan) ayetler vardır. Eğer bunu inkâr ederse kâfir olur." (1)

Yine İmam Ebu Hanife şöyle der: Mestler üzerine meshin, mukim için bir gün bir gece, yolcu için üç gün üç gece olacak şekilde hak olduğunu ikrar ederiz. Çünkü hadiste böyle varit olmuştur. Bu konudaki rivayetler mütevatir seviyesine yakın olduğu için inkâr edenin küfründen korkulur." (2)

Ekmleluddîn el-Bâbertî bu metni şerh ederken ilginç bir anekdot nakleder. Buna göre Tabiun'dan Katâde Kûfe'ye geldiğinde İmam Ebu Hanife ile bir araya gelirler. Ona şöyle der: "Sen, Dinlerini fırka fırka bölenlerden misin?" İmam buna şöyle cevap verir: "Ben Hz. Ebu Bekr ile Hz. Ömer'i (ranhuma) diğer sahabilerden üstün tutarım. Efendimiz (s.a.v)'in iki torununa muhabbet beslerim. Ve mestler üzerine meshe kailim." Bunun üzerine Katâde üç kere, "İsabet ettin. Bu çizgiden ayrılma" der. (3)

Burada enteresan olun nokta şu: İmam Ebu Hanife, itikadî çizgisi hakkında Katâde'nin kulağına gitmiş olan yalan-yanlış bilgileri tashih etmek için dönemindeki bid'at fırkaların görüşlerine muhalif olduğunu beyan sadedinde üç husus zikretmektedir. Bunlar arasında sadece mestler üzerine meshin fıkhî bir mesele olduğu açıktır. Böyle olduğu halde İmam, bu meselenin itikadî bir boyutu olduğunu ihsas etmektedir. Bu boyut, konuyla ilgili rivayetlerin "ilim" ifade edecek kemiyette olduğu gerçeğinden başkası değildir.

İmam Ebu Hanife (rh.a), itikadî meseleler hakkında yeterli bilgisi olmayan kimselerin takınması gereken tavır hakkında şöyle der: Tevhit (itikad) ilminin ince meselelerinden herhangi bir hususu anlamakta müşkilat çeken kimsenin, meseleyi sorup öğreneceği bir alim bulana kadar o konuda Allah Teala katındaki doğru neyse o şekilde inanması gerekir. Bu durumdaki bir kimsenin, meselenin doğrusunu öğrenmeyi ertelemesi caiz değildir. Bu durumdaki kimsenin, tevakkuf etmesi, meselenin aslını öğrenmekten geri durması mazur görülemez. Eğer bu durumdaki kimse, meselenin aslını öğrenmekten geri durursa (ve hayatını öylece şüphe içinde geçirmeye devam ederse) dinden çıkar." (4)

Be sebeple itikadî meselelerde ya aklımıza takılan hususları ehil kimselerden sorup doğru bir şekilde öğreneceğiz, ya da hiç bu meselelere dalmadan "inandım" deyip geçeceğiz. İtikadda şüpheye yer yoktur.

1) el-Fıkhu'l-Ebsat, (İmam-ı Azam'ın Beş Eseri içinde), 48.
2) el-Vasıyye, (İmam-ı Azam'ın Beş Eseri içinde), 74.
3) Şerhu'l-Vasıyye, 124.4) el-Fıkhu'l-Ekber, (Ali el-Karî şerhiyle birlikte), 319-20. (2)

ayrıca bkz: http://ahmednazif.blogspot.com.tr/2015/05/islamoglunun-mutevatir-hadisleri-inkar.html

***(1) Burada kastedilen görüş İslamoğlu'na aittir:

Kabir azabı olduğuna inanmayan arkadaşım var. Kendisinin Kur'an-ı Kerim'i incelediğini ve kabirle ilgili bir bilgi bulamadığından inanmadığını söylüyor. Kesin delilleri nerede geçmektedir?

Cevap: Kabir azabı, İslam ekolleri arasında temel bir tefrika konusu olmuştur. Savunanlar da reddedenler de Kur'an'dan bazı âyetleri delil getirmişler, fakat bu deliller doğrudan kabir azabının varlığına ya da yokluğuna delalet etmediği için iki tarafın tezi de temelsiz kalmıştır. Kabir azabı ancak hadislerle temellendirilebilir. Hadisler ise akaide konu olmazlar. Dolayısıyla kabir azabı iman veya inkârın konusu değildir.
http://www.mustafaislamoglu.com/HD533_olum-ve-otesi.html

(2) http://www.milligazete.com.tr/koseyazisi/Tevaturu_hafife_almak/8151#.VWcEgs_tmko

Devamını Oku »

İtikad ve İman



İTİKAD

Hamd (şükür, övgü, övünme) Allâh’a mahsustur. Keyfiyeti yaratan O’dur, fakat kendisi keyfiyetten münezzehtir. Mekânı yaratan O’dur; fakat kendisi mekândan münezzehtir. O her şeyin içerisindedir; fakat zarfiyetten (bir şeyin içerisinde olmaktan) uzaktır. O her şeyin yanındadır; fakat indiyetten yücedir. O her şeyin evvelidir ve O’nun için son yoktur.

Eğer “O nerededir ?” dersen, O’nu mekânla talep etmiş olursun. “O nasıldır?” dersen, O’nu keyfiyet ile talep etmiş olursun. O’nun hakkında “ne zaman?” dersen, O’nu zamanla kayıtlamış olursun. O’nun hakkında “değil” dersen, O’nu kevniyetten (var oluştan) soyutlamış olursun. O’nun hakkında “şâyet” tâbirini kullanırsan, O’na noksanlıkla mukâbelede bulunmuş olursun. O’nun için “niçin” dersen, O’nun melekûtiyeti/hükümranlığı konusunda O’nunla muâraza etmiş, çekişmeye girmiş olursun.

O sübhân ve müteâldir/yücedir. Öncelik O’nu geçemez, sonralık O’na ulaşamaz. Benzerlikle kıyas edilemez. Şekil O’na yaklaşamaz. O eş edinme (gibi bir sıfatla) ayıplanmaz, vasıflanmaz. Cisim ile bilinemez.

O sübhândır, müteâldir. Onun eğer bir şekli olsaydı, o zaman kemi- yet/nicelik yönüyle bilinmiş olurdu. Eğer cisim olsaydı, bir bedene girmiş olurdu.

Biz, “O Vâhid”dir, diyerek “Beneviyye”yi (Beyâniyye) reddederiz.

“O Samed’dir” diyerek, Veseniyye’yi (Seneviyye) reddederiz.

Haşeviyye’ye karşı “O’nun benzeri yoktur” deriz.

“Onun dengi yoktur” diyerek, Vasfiyye’den mülhid olanları reddederiz.

“Açık veya gizli, karada veya denizde (her yerde), hayır ve şer husûsunda hiçbir hareket yoktur ki, O’nun irâdesiyle olmasın” diyerek Kaderiyye’yi reddederiz.

“Kudreti taklit edilemez. Hikmetinin nihâyeti yoktur” diyerek Hüzeyliyye’yi tekzip ederiz, yalanlarız.

Nazzâmiyye esaslarının aksine “hukûkunu edâ etmek vâciptir/farzdır. Hucceti/delîli kesindir. Hiç kimsenin O’nun üzerinde bir hakkı yoktur ve hak talep etme iddiâsı da olamaz” deriz.

“O, âdildir, hükümlerinde hiç kimseye zulmetmez. Sâdıktır, vâdettiği hiçbir şeyden dönmez. O, kadîm, ezelî kelâm ile konuşur. Kelâmının yaratıcısı yoktur. Kur’ân'ı indirmiş ve O’nun nizâmıyla en güzel kelâm edenleri dahi âciz bırakmıştır” diyerek Murâdiyye’nin (Murdâriyye) delillerine karşılık veririz.

Rabbimiz ayıpları örter. Tevbe edenin günahlarını affeder. Eğer kişi günâhını tekrar işlerse beşer için mâziye dönüş olmaz (geçmişte affedilen affedilmiştir).

O aldatmaktan/aldanmaktan münezzehtir. Hatâdan beridir. Rabbimizin, mü’minlerin kalpleri arasına ülfet koyduğuna ve kâfirleri saptırdığına inanırız. Böylece Hişâmiyye’yi reddederiz.

Ca‘feriyye’nin aksine, bu ümmetin fâsıklarının/günahkârlarının Yahûdî, Hıristiyan ve Mecûsîlerden daha hayırlı olduğunu tasdik ederiz.

Ka'biyye’yi reddederek; O’nun hem kendisini, hem de başkasını gördüğünü, her sesi işittiğini, her gizliyi gördüğünü ikrar ederiz, yani söz ile belirtiriz ve kalben inanırız.

“O, halkı en güzel fıtratta/özde yaratmış, sonra da onları (öldürmek sûretiyle) çukur/kabir karanlığına göndermiştir. Elbette ki, onları ilk yarattığı hâle döndürecektir” diyerek Dehriyye’yi reddederiz.

O, insanları hesap günü için topladığında, sevdikleri için tecellî edecek ve onlar da O’nu gözleriyle müşâhede edeceklerdir. O, ayın görüldüğü gibi görülecektir. O, sâdece Mu‘tezile’den rü’yetullâh’ı inkâr edenlere gö-rünmeyecektir.

O, o gün sevdiklerine nasıl hicaplı/gizli olabilsin, ya da onları bekletsin ki, O’nun bu hususta ezelî ve kadîm vaatleri vardır. “Ey mutmain nefis! Râzı olmuş ve râzı olunmuş olarak Rabbine dön”. Sen mutmain nefsin hûrilere ve cennete râzı olacağını, yâhut cennet bahçelerinde sündüs (ince ve hâlis ipek) elbise ile gezmeye kanâat edeceğini mi zannediyorsun?!.. Mecnûn, Leylâ olmaksızın nasıl ferahlık bulabilir?!.. Muhibler, anber kokusu olmaksızın nasıl kokuya doyabilirler?!..

Kulluğu gerçekleştirmede eriyen bedenler, nasıl olur da Hak katındaki koltuklarda nîmetlendirilmez ?!., Karanlık gecelerde seherleyen gözler, ün-siyet müşâhede ile lezzete nasıl erişmez?!.. Muhabbet darbeleriyle acı çekmiş olan gönüller, köpürmüş şaraptan nasıl içmez?!.. His kalıplarına hapsedilmiş ruhlar, kudsiyet bahçelerinde/cennetlerinde nasıl gezip tozmazlar?! O cennetlerin o güzelim yerlerinde nasıl eğlenmezler?!.. Susuzluğu sona erdiren kaynaklarından nasıl içmezler?!...

Dahası, şevk ve vecd, aşırı bir halde hâlâ dururken, bu şikâyetin hâlinin şerhi daha yapılmamışken,nasıl olur da sâdece cennetlerle iktifâ ederler:

O gün “Âşıklar hâkimi” açıkça tecellî ederek bu meseleyi halledecek, O gün ruhlar O’nun hitâbına mazhar olduğu zaman, O onlara “selam" ı ile söze başlayacak. Adn cennetlerine gitmelerini emredecek; fakat bir kısım canlar oraya gitmek istemeyecek, O’ndan gayrısına nazar etmemeye, O’ndan başkasına niyet bağlamamaya yemin edecekler. O’ndan başka hiçbir şeye rızâ göstermeyecekler. Onların talepleri öyle basit taleplerden olmayacak. Çünkü onlar tatlı hayâtı sâdece O’nun yüce vuslatına ulaşmak için terk etmişlerdir. Bunun üzerine “şarap müdürü” onlara kendi safâsı ile tertemiz yaptığı bir kadeh sunacak. Bu hal sarhoşları iyice sarınca, artık onlara gece ve gündüz gizlenecek, görünmeyecek. Onların O’nun parlak, hoş, câzip nûrlarına olan arzu ve iştiyâkları daha da artacak.

Hakkın için yemin ederim ki: Cemâlini göstermediğin bir göz ancak şakî olabilir. Güzelliğinle uşşâkın hepsini öldürdün. Sana olan düşkünlük aşkına, raiyyetine/bağlılarına karşı yumuşak ol! Sana olan şevk ile eriyen kalplerden geriye bir şey kalmadı. Eğer maksadıma (rü’yetullâh) ulaşamadan ölümüme hükmedersen, senin aşkın benim vasiyetim olsun. Yâ İlâhî! Reddedilmek şöyle dursun, âhiretteki mülâkat ânında lütûf ve ihsânının bu hatâyı yok edeceğinden dahi ümitsiz değilim.

Ey kardeşlerim! Seherlerde rabbânî vakitler vardır. Semâvî işâretler vardır! Melekî soluklar vardır!.. Bu sözümüzün doğruluğuna delil ise şudur: Dâvûdî sesli kuşlar, şarkılarını ağaçlarda seher vakti hep birlikte, coşkuyla söylerler. Kıvrım kıvrım sular bahçe aralarında o vakit çağlayarak akar. Ve dallar sündüs elbiseleriyle seher vakti raks eder. İşte bir bahçedeki bu olayların hepsi O’nun vahdâniyetini kabul ve itiraf ederler.

Haberiniz olsun, ey ehl-i muhabbet! Hak, seher vakti tecellî ederek şöyle seslenir: “Tevbe eden kimse yok mu? Onun tevbesini güzelce kabul edeyim! îstiğfâr eden yok mu? Onun hatâlarını tamâmen bağışlayayım! İhsan isteyen yok mu? Ona nîmet ve ihsânımı bol bol vereyim!

İyi bilin ki, ruhlar saflaşınca, o güzel yüzleri ile parlak ve aydınlık olurlar. Her şeyleri birbirine uygun olur. Yüklendikleri her şey onlara hafif gelir.

Hoş, onların ufukları kaplayan gözyaşları da güzel kokulu olur yal... Onlar bazı şeyleri terke sabretmelerine karşılık, yüce mertebelere ulaşmayı hak etmişlerdir. Onların sözlerinin doğruluğu, muhibler arasında rivâyet I edilen bir senettir.

Onlar ihtiyaçları karşılanmış bir şekilde ve kendilerinden istenmeden Buzaklaşıp gitmişlerdir!..

Muhabbetin hediyesi kıymetli ve apaçık olur...

Ey kendisi için güzel kâfiyeler söylenmiş olan (muhabbet)!.. Hanefiy- ye, Şâfiiyye, Mâlikiyye ve Hanbeliyye mezheplerinin esasları üzere yüce akideleri olan (muhabbet)!..

Allâhu Teâlâ beni de sizi de ayrılığa düşüp, okun yaydan çıktığı gibi (Hak yoldan) ayrılanlardan uzak eylesin.

Allâhu Teâlâ beni de sizi de kendilerine (cennette) kat kat yapılmış köşkler bahşedilen kimselerden kılsın.
Allâhu Teâlâ, halkın en şereflisi Efendimiz Muhammed’e, onun âilesine ve ashâbına en güzel salâtlar ile salât eylesin!. Onlara sabah akşam, her zaman, ebedî ve sürekli tâzelenen bir selâm ile selâm etsin!..

Âmîn!.. Âmîn!..


İMAN

İmân bir gayb kuşudur. “O rahmetini dilediğine tahsis eder.’’ ufuğundan inen kulun kalp ağacına konar; o güzel sesiyle, sâhibinin göğüs kafesinden, tâ “Sadâkat makâmı"na varıncaya kadar ona “Rableri onları müjdeler” şarkısını söyler. Vücûd/varlık ağacının meyvesi İslâm milletidir. Tertemiz Şerîat-i Muhammediyye öyle bir güneştir ki, onun ışığıyla kevn (maddiyât âleminin) karanlığı aydınlanır. Ona uy ki, iki cihânın saadetine nâil olasın. Onun sınırları dışına çıkmaktan sakın. İslâm toplumunun icmâsından ayrılma.

Bu en mükemmel şeriat sâhibinin kalbinde, hikmetin benzersiz emânetleri vardır. Nâmûs'i Ekber’in sâhibinin (Hz. Peygamber) sırların' da, gayb cevherlerinin hazîneleri vardır. Onun emrini kabul edersen, yolun Allâhu Teâlâ’ya çıkar. Akıl Kâ'be’ni onun hükümlerinin indiği merkez
yap. Onun “söz bulutu”nun yağmurundan, aç ruhlar suya kanar. Lafızlarının hayat pınarlarında aklın görüşleri yıkanıp temizlenir.

Talep münâdîsi kalıplar içerisinde kalmış gizli ruhlara seslendi de, onların sükûnetlerini yükseklere sıçrattı. O ruhlar aşk kanatlarıyla muhabbet fezâsında uçtular. Yorulduktan sonra şevk dallarına düştüler!

Şevk bülbülleri seher vakti, “Şâhit tuttu”ya coşturan mutrıplarla birlikte şarkılar söyledi. Fakat aşk nesîminin “Elest (Ben sizin Rabbiniz değil miyim)?!” tarafına doğru esmesi onları rahatsız etti.

Bu kuşlardan/ruhlardan bir kısmı, eski uçuşlarının izlerini sürüp, teklimden (Hakk’ın hitâbından) bir koku koklayıp, vuslat ağacının gölgesindeki yaşayışlarını hatırlayıp, dostlardan uzak kalmanın verdiği yürek yangınından şikâyet ederek göğüs kafesinden dışarı çıktı. Vücûd/varlık gözünün insanının diliyle çağıran Allâhu Teâlâ’nın dâvetçisini işittiler. [ O’nun (s.a.v.) dâveti, ruhların levhalarının sayfalarına nakşolunmuş ve [ kalp ağaçlarının dallarını sallayan bir meltemdir.

Sûret meydanlarındaki akıl süvârisi/savaşçısı, duyduklarına hasretten [ dolayı ıstırap çekti. Bu ahit sebebiyle ‘vecd’in ellerinde titredi. O ahit için yaşadığı hayat kıdem/kader sırlarından bir sırra dönüştü. O ahit uğruna I onun başına gelen divanelik, kaderin latîfelerinden bir latîfeye (hikmete, nükteye) dönüştü.

Uygun olan nefislerin/canların üzerine gayb nûrları doğup, sırlar muhâfaza edilip basiretleri üzerinden zâhir perdeleri kaldırılınca, onlar varlığın sâhibinin cemâlini görürler. Tertemiz aynalarında o cemâli müşâhede ederler.

Her ârifin Kâ‘besi, Hakk’ın ona nazar ettiği yerdir.

Allâhu Teâlâ’ya götüren en yakın yol, kulluk kânununa yapışmak,İslâm şerîati ipine sımsıkı sarılmak ve takvâ caddesinde istikâmet üzere (dosdoğru) yürümektir. Senin Allâhu Teâlâ ile ünsiyetin/yakınlığın, O’ndan gayrısına soğukluğun/uzaklığm kadardır. Allâhu Teâlâ’ya bağlılığın, O’nun hakkındaki marifetin kadardır.

Amellerdeki bulanıklık bir nevi mahrumluktur. Dünyâ talebine dalmak, aklın Allâhu Teâlâ’dan vazgeçmesine sebep olur. Taleplerdeki riya, tâlibin talep güneşinin tutulmasıdır. Maksatlardaki nifâk/bozgunculuk, maksat sâhibinin maksadının yüzündeki tırmıklardır, tırnak izleridir.

Dostlardan ayrılık kalplere azap verir. Bir şeylere bağlanıp kalmak da m akıllar için azaptır.

Dünyâ hayâtının şâşaası, yüce melekût âlemlerine ulaşmaktan alıkoyan bir perdedir. İbâdet yüzünle Allâhu Teâlâ’ya yönelmen, O’nun sana E rahmet yüzüyle yönelmesine vesile olur. Eğer akıl çocuğun terbiye kucağında rüşdüne erseydi, dünyâya meyletmezdi. Fakat o hâlâ “Bizi mallarımız ve çoluk çocuğumuz oyaladı!” beşiğinde...

Temiz ruhlar cisim heykellerinin kandilleridir. Saf akıllar sûret köşklerinin melikleridir.

Ey oğul! Kalp gözünü ezel sırlarının gelinlerini görmek için aç. Kaderin letâfet/esrâr nesiminin esintisini rûhunun himmetiyle içine çek.

Allâhu Teâlâ varlık timsallerini, basîret sâhiplerinin gözlerini imtihan etmek için, dünyâ denizinin sâhiline koymuştur. Sebat beşiklerinde büyü- yen, ismet (günahtan korunma) hücrelerinde terbiye edilen, “iş”in delillerinin gölgelerinde bol bol gölgelenen, kader hazînesinin latıfelerini/sırlarını keşfeden, gayb gelinleri kendilerine gösterilen ve sonunda kerem diyârına gönderilen ruh çocukları, dünyânın süsüne iltifat etmekten emin olurlar.

Ariflerin sır bülbülü, aşk mecnunlarının fikirlerini deli divâneye döndürdü; akıl dağlarının direklerini yerinden oynattı; kaderin hazînelerine i muttali oldu.

Ey mü’minlerin ruhları! O’na şevk kanatlarıyla ve aşk sadâkatiyle uçun.
O’na yönelmenin sadâkati içinde dünyâ yaygısının saçaklarını dürün. O’nu talep etme mumunun etrâfında, ışığın etrâfında dönüp duran pervâne/kelebek gibi olun. O’nun makâmı etrâfında sevgilisine koşan âşığın adımlarıyla dolaşın. O’ndan Adem (s.a.v.)’in şu talebini siz de talep edin:

“Rabbimiz! Biz nefsimize zulmettik. Eğer bizi bağışlamaz ve bize merhamet etmezsen, biz hüsrâna uğrayanlardan oluruz.”

Dilaver Gürer , Abdülkadir Geylani(Risaleler)
Devamını Oku »

Şuur Sahibi İnsan Olmak

Tabiatı Koruma İdeolojisiŞuur sahibi bir insan her şeyden önce " niçin yaşıyorum" sorusuna tatminkar bir cevap bulmak , bu konuda açık bir fikre sahip olmak zorundadır. Ancak ondan sonra, maddi temas kurduğu her şeyle, düşüncesi aracılığıyla ilintide veya alışverişte bulunduğu unsurlarla münasebetini hayata verdiği anlam açısından ayarlayacak,ne için yaşadığını bilmekle de hayatına mana veren ne ise onun dışında kalanlarla bağlarını koparacaktır. Bu çerçeve dahilinde , Müslümanın küfr ile içli dışlı olması imkansız olduğu gibi küfrün özünü öğrenme faaliyetinin dışında bulunması da tabiidir. Müslüman için küfrün küfr olduğunu bilmek yeterlidir. Ayrıca onu özünden kavrama çabası göstermeye yeltenmesi boşunadır. Çünkü küfr ziyandır, hüsrandır, yokluktur ve hiçliktir. Müslüman hiçten hiç bir şey anlamaz.

İtikad ettiği hususları iman bölgesine alabilmiş, daha doğrusu iman lutfuna erişmiş bir müslüman, bu seviyeye varmakla her şeyden önce insan olarak kendinin kainattaki, alemlerdeki yerini tesbit etmiş, hayatına hangi mananın hakim olduğunu kavramış yaşamasının sebebleri üzerindeki tereddütleri ortadan kaldırmıştır.

Müslümanın anladığı, benimsediği , kendinin saydığı şeyler varsa onun anlamadığı,reddettiği, kendinin gayrısı sandığı şeyler de var demektir. Şehadet kelimesi bir kazanç külliyesi olduğu kadar nelerin feda edilmiş olduğunun , nelerden vazgeçildiğinin de belgesidir. Bir şey alınırsa karşılıpğında bir şey verilir.

Demek ki içinde yaşadığımız medeniyetin bize sunduğu yaşama tarzından da , bu medeniyetin düşünme kalıplarından da hiçbir şey anlamamak mümkün ve belki de gereklidir. Müslüman olaya şöyle yaklaşabilir: Yaşadığım bu hayat, sahibi olduğum bu bilgiler, beni Müslüman kılan "mana" bakımından nasıl bir yere sahiptir ? Hayatım kul olarak mevcudiyetimin bir gereği , kulluk vazifelerimi yerine getirmekte kullanabildiğim bir vasıtamıdır? Bu sorulara cevabım" evet" ise, yapacağım şey hayatımı daha etkin bir tarzda devam ettirmek, bilgilerimi paylaşabileceğim ortam veya ortamlar bulmaya çalışmaktan ibarettir.

Ama eğer, hayatım ve yaşama tarzım kulluğumun gereği değil de bana isteklerim hilafına kabul ettirilmiş bir yapıda ise kendi hayatımdan hiçbir şey anlamamak benim hakkımdır. Bilgilerim helal ve haram arasındaki çizgiyi çekmeme yardımcı oluyorsa , bu bilgilere sıkıca sarılırım, yok eğer bu bilgiler benim kul olarak mevcudiyetime bir katkıda bulunmuyor, hayatımın seyrinde zikzaklar çizmeme sebeb oluyor, kul olduğumu kavramada önüme engeller koyuyorsa, bu bilginin "hiç" olduğunu düşünme hakkına sahibim.

Herşeyin başında varla yok arasında bir ayrım bulunduğunu, insan hayatının bu ikisinden birini şuurla seçmek suretiyle anlam sahibi olabileceğini kavramak gerek. Eğer insanin gerçekten sarahatle anladığı, manalandırdığı şeyler varsa, ancak o zaman bazı şeyleri manasız bulmakta hak sahibi olabilir.

İsmet Özel,Zor Zamanda Konuşmak

 
Devamını Oku »