Peygamberler Şüphe Duyar mı ?

Peygamberler Şüphe Duyar mı ?


Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: “Biz şüphe duymaya İbrâhîm’den daha hak sahibiyiz. O, ‘Rabbim, ölüleri nasıl dirilt­tiğini bana göster’ demişti. Allâh ‘Bana inanmıyor musun’ buyurunca İbrahim ‘kalbim mutmain olsun diye ‘ şeklinde cevap verdi”.(Buhari,Enbiya,hd.no:3272)



Hadîs Hz. Peygamber’e şüphe izafe etmektedir. Şüphe küfür olup peygamberlerden sadır olmaz. O halde bu durum nasıl anlaşılmalıdır? Bu noktada iki metot takip edilmiştir:

a-Hadîsin te’vîli:



1-Cumhûr hadîsi şöyle anlamıştır: “Şüphe Hz. İbrâhîm için mu­haldir. Ölüleri diriltme konusunda peygamberler şüphe içinde olsa ben İbrahim’den bu şüpheye daha yakınım. Benim şüp­he etmediğimi biliyorsunuz. Biliniz ki İbrâhîm de şüphe et­memiştir”.



2-Hadîs Hz. İbrahim’in şüphe içinde olduğunu kabul eden bir topluluğu reddetmek için vârid olmuştur. Mezkûr âyet inincebazı insanlar “İbrâhîm şüphe etti” demişlerdir. Hz. Peygam­ber; onları reddetmek, tevazuunu ve İbrâhîm’e takdirini gös­termek için öyle buyurmuştur.



3-“Biz” derken kendini değil, şüphelenmesi câiz olan ümmetini kastetmiştir,



4-Hz. İbrâhîm, ilm el-yakîn derecesinden bizzat müşahede etmek süreriyle ‘ayn el-yakîn mertebesine yükselmeyi murad etmiş­tir. Bunun için Rabb’inden, ölüleri nasıl dirilttiğini görmeyi is­temiştir. Hz. Peygamber de bu manayı kastederek, “Biz buna ondan daha layığız” buyurmuştur. Yoksa ne kendisi ne de Hz. ibrâhîm, şüphe etmemiştir.



5-Aslında bu ifadesiyle Hz. İbrâhîm kendi ümmeti için, onların kalplerindeki şüphe izale olsun diye Rabb’inden, ölüleri nasıl dirilttiğini görmeyi istemiştir.



6-Hz. İbrahim’den Allâh’ın diriltmesi konusunda değil, ölüleri nasıl dirilttiğinin keyfiyeti konusunda bir şüphe vâki olmuştur.



7-Bu şüphe, nübüvvetinden önceydi.



b-Hadîsin zahirini ve Hz. İbrâhîm için şüphenin vâki olduğunu kabul.

Bu görüşte olanlar, bazı insanlar için söz konusu olabilecek şüp­henin bir beşer olan Hz. İbrâhîm için de vâki olabileceğini söylemiştir.

“b” şıkkının kabulü mümkün değildir. Peygamberlerden -beşerî du­rumları olsa bile- îmâni konularda şüphe sadır olmaz. En doğrusu, cumhûrun yaptığı te’vîldir. Esasen, Hz. Peygamber, şüpheyi nefyetmektedir.

Yavuz Köktaş - Kurana Aykırı Görülen Hadisler(insan yay.)

Devamını Oku »

TEVHÎD İÇİN SAVAŞ, “DİNDE ZORLAMA YOKTUR” ÂYETİNE AYKIRI DEĞİL Mİ?

TEVHÎD İÇİN SAVAŞ, “DİNDE ZORLAMA YOKTUR” ÂYETİNE AYKIRI DEĞİL Mİ?




İbn Ömer anlatıyor: Hz. Peygamber (a.s.) şöyle buyurdu: “Ben, in­sanlar Allah’tan başka ilâhın olmadığına, Muhammed’in de Allâh’ın elçisi olduğuna şehâdet edinceye, namaz kılıncaya, zekât verinceye ka­dar onlarla savaş etmekle emrolundum. Bunları yaptılar mı kanlarını, mallarını bana karşı korumuş (emniyet altına almış) olurlar. İslâm’ın hakkı hâriç. Artık (samimi olup olmadıklarına dair) durumları Allâh’a kalmıştır”. (Buhârî, îmân 17; Müslim, imân 36.)



Bu hadîsi bir grup âlim, savaşın illetinin küfür olduğuna gerekçe saymıştır.(1) Şüphesiz bu durum, “Dinde zorlama yoktur”(Bakara,256) gibi âyet­lerle ve benzeri birçok ilkeyle(2) tezat arz etmektedir. Bu durumda yu­karıdaki hadîsin başka bir çerçevede söylenmiş olması gerekmektedir.

Ibn Hacer, Hadîs, tevhidi ikrar etmeyen kimselerle savaşmayı gerektirmektedir; bu durumda cizye verenlerin ve antlaşmak olanların hali ne olacaktır?” şeklindeki bir soruya çeşitli cevaplar verir. Bu cevaplardan biri de hadîste geçen “insanlar” ile Ehl-i Kitâbın dışındaki müşriklerin kastedilmiş olabileceğidir.(3)

Ahmet Özelin yorumu da, aynı bağlamı ortaya koyar niteliktedir, Şöyle der: “Cihâdın sebebinin küfür olduğunu savunanların delîl gösterdikleri hadîse gelince; bu hadîste sözü geçen ‘insanlar’dan murad, hassaten Arap müşrikleridir. Zira Arap olmayan müşriklerin ve Ehl-i  Kitâbın tâbi olduğu hükümler, bu hadîsin hükmüne muhaliftir. Bunlarla yapılan savaş, cizye ödemeleriyle sona erer. Arap müşrikleriyle yapılan savaşın sebebi de onların baştan beri İslâma ve Müslümanlara yönelttikleri ve ısrarla sürdürdükleri düşmanlık ve tecavüzdür”.(4)

Şüphesiz hadîsi başka türlü yorumlamak da mümkündür. Mesela, Reşid Rıza, mezkûr hadîse şöyle bir yorum getirir: “Bu hadîs, savaşın teşriî kılınış sebebini bildirmiyor. Savaşma izni ve gerekçesi Hacc Sûresi 39-40 ve Bakara Sûresi 190. âyetlerde açıklanmıştır. Hadîste ise başlamış bir savaşın sona erdirilmesinin gerekçelerinden biri verilmektedir. Yani savaş esnasında karşı tarafın ‘lâilâhe illellâh’ demesi, savaşın bitmesine yeterli sebeptir. Bu şehâdet kelimesini söyleyen, kalben inanmamış, yani müşrik olsa bile böyledir”.(5) Dolayısıyla hadîs, savaşın sona ermesinin gerekçelerinden birini beyan etmesidir. İrtidat olayında Hz. Ömer’in Hz. Ebû Bekir’e karşı bu hadîsi I delîl göstermesi “lâ ilâhe illallâh diyenlerle savaşılmayacağım” ortaya koymaktadır.(Müslim,31)

Sonuç olarak, hadîsi iki şekilde anlamak mümkündür:

1-Hadîste geçen insanlardan maksat, müşriklerdir. Yani Müslümanlara işkence yapan, onlara saldıran, mallarını gasb eden ve savaş hazırlakları yapan müşriklerdir. Bunlarla savaşa zaten Kur’ân da izin vermektedir.

2. Daha genel olarak anlaşılırsa hadîs, savaşın gerekçesini değil, so­nucunu açıklamaktadır. Başlanmış bir savaş, karşı tarafın tevhi­di ikrar etmesiyle son bulur.

Hadîs böyle anlaşıldığında İslâm’ın temel ilkeleriyle olan tezadı da ortadan kalkmış olur.

Yavuz Köktaş-Kuran'a Aykırı Görülen Hadisler





(1)-Bk.Ahmed Yaman,İslam Devletler Hukukunda Savaş,İstanbul,1998,syf;76.

(2)-Savaşın illetinin küfür olmadığına dair deliller için bknz;Ahmed Özel,İslam Hukukunda Ülke Kavramı,1984,syf;54-56;Ahmet Yaman,İslam Devletler Hukukunda Savaş,syf;71-74

(3)-İbn Hacer,Fethu-l Bari,1,109.Aynı yorumu Hattabi de yapmaktadır.Bknz;Nevevi,el-Minhac,1,156

(4)-Ahmed Özel,İslam Hukukunda Ülke Kavramı,syf;58.Ayrıca bknz.Ahmet Yaman,age,s;78

(5)-Bk.’’el-Cevab an mes’eleti hürriyyeti’d-din ve katli’l-mirted’’,Mecelletül Menar,(1922) 23,s:188)

Devamını Oku »

Peygamberler Arasında Üstünlük Yok Mudur ?

Peygamberler Arasında Üstünlük Yok Mudur ?


Hz. Peygamber’in diğer peygamberlerden üstün olmadığına yönelik bir anlayış, bazı kesimlerce dile getirilmektedir. Bu kesimler, Hz. Peygamber’in aşırı övüldüğünü, buna gerek olmadığını, onun da diğer peygamberler gibi olduğunu ifade etmektedir. Oysa övgüye değer olanı övmek, bir vecibedir. Allâh’ın övdüğünü övmek, bir gerekliliktir. Hz. Peygamber övülmeyecek de başka kim övülecektir?  Diğer taraftan, üstünlük, akılla bilinebilecek bir şey değildir. Allâh ve Resûlü bir şeyi efdal kılarsa, üstün kabul ederse bizde onu öylece kabul ederiz. Hiçbir kişinin, hiçbir mekânın, hiçbir zamanın kendinden menkul bir üstünlüğü olamaz. Falan kişi, filan mekân, zaman daha fa­ziletlidir diyebilmek için nas ile tayine ihtiyaç vardır.

Bu çerçeve içerisinde meseleye baktığımızda, önce Allâh’ın bazı peygamberleri diğerlerine üstün kıldığını görürüz:
“O Peygamberlerin bir kısmını bir kısmına üstün kıldık. Allâh on­lardan bir kısmı ile konuşmuş, bazılarını da derece derece yükseltmiş­tir. Meryem oğlu Isâ’ya açık mucizeler verdik ve Rûhu'l-Kuds ile onu güçlendirdik”. (Bakara, 253)

“Gerçekten biz peygamberlerin kimini kiminden üstün kıldık Dâvûd'a da Zebûr’u verdik”. (İsrâ, 55)

Burada âyeti “Biz kimi peygamberlere farklı özellikler verdik” şek­linde anlayıp peygamberlerin birbirinden üstün olmadığını, her bir pey­gamberin çeşitli yönlerden bir diğerinden sadece farklı özelliğe sahip olduğunu dile getirenlerin bulunduğu hatırlatılmalıdır. Doğrusu bu da mümkün bir yorumdur. Ancak kural gereği lafzın zahirinde bir prob­lem yoksa tevîle başvurulmamalıdır. Dolayısıyla âyette geçen tafdil, üstün ktlmak anlamına gelir. Zaten üstünlük, ayırıcı ve farklı bir özel­liğe sahip olmayı gerektirir.

Yine akla “Biz Allâh’tn peygamberlerinden hiçbirinin arasını ayır­mayız” (Bakara, 285) âyeti gelebilir. Buna göre, peygamberler arasında bir ayırım söz konusu değildir. Oysa bundan maksad şudur: Peygam­berlerin bir kısmını tasdîk, diğerlerini tekzîb ederek aralarını tefrik et­meyiz. Biz, hepsini peygamber olarak kabul ederiz. Yukarıdaki âyetler ise risâlet yönünden değil, onlara verilen ayırıcı özellikler ve hususi fa- ziletler yönünden bir üstünlüğü ortaya koymaktadır.

Bir diğer husus da aklen “Peygamberleri niçin yarıştırıyoruz?” şeklin­deki bir itirazın yapılabilmesidir. Oysa biz yarıştırmıyoruz, Allâh dedi­ğini kabul ediyoruz, o kadar. Allâh da yarıştırtmıyor. Zira Allâh, sadece o peygamberlerin kıymetini tescil etmektedir. Şöyle düşünelim: Günlerden cuma; aylardan ramazan, gecelerden kadir gecesi faziletli bir gece olsun; ki öyledir. Bizler bu gün ve geceleri yarıştırtmış mı oluyoruz? Şayet cuma değil de perşembe olsun dersek, yarıştırma yaparız. Çünkü bunu aklımız­la ileri sürmüş oluruz. Tabii niye cuma olmasın da perşembe; Ramazan olmasın da Şevval olsun deme hakkımız yoktur; aynen peygamberlerde olduğu gibi. Biz onları yarıştırtmayız. Allâh ve Resûlü ne kadar demişse o kadarını deriz. Tafdil de aklın yeri yoktur. Bu gecelerin, günlerin fa­ziletini tayin eden Allâh ve Resûlü’dür. Allâh ve Resûlü’nün tayin ettiği fazilette bize düşen teslimiyet ve kadir kıymet bilmektir.

Kur’ân-ı Kerîm’de, hasâis dediğimiz sadece Hz. Peygamber’e has özellikler mevcuttur. Bu özellikleri şöyle sıralayabiliriz:

O,bir insan olmanın yanında aynı zamanda son peygamberdir, (Ahzâb, 40); risâleti evrenseldir, (A’râf, 158; Enbiyâ, 107) (Ahkâf, 29; Cin, 1-13); hanımları mü’minlerin anneleridir, (Ahzâb, 6); geçmiş-gelecek günahları affedilmiştir, (Fetih, 1-2); kendisine inanılması noktasında peygamberlerden söz alınmıştır,(Ali İmran,81);kendisine Kevser’in verildiği müjdelenmiştir, (Kevser, 1); ganimetler helâl kılınmıştır, (Enfâl, 1); âlemlere rahmet olarak gönderilmiştir, (Enbiyâ, 107); onun özellikleri Ehl-i Kitâb tarafından bilinmektedir, (Bakara, 89,146); getirdiği dînin korunması teminatı verilmiştir, (Tevbe, 33); İsrâ ve Mi’râc Ona hastır, (İsrâ, 1; Necm, 1-18); çeşitli zamanlarda melekler bizzat yardım etmiştir, (Âl-i İmrân, 13, 122-123); kendisine itâat, aynı za­manda Allâh’a itâat anlamına gelmektedir, (Nisâ, 80); âhirette şehâdet ve şefâat-ı uzmâ hakkı verilmiştir, (Bakara, 143); Makâm-ı Mahmûd’la taçlanmıştır, (İsrâ, 79); ümmeti, ümmetlerin en hayırlısı kılın­mıştır, (Âl-i İmrân, 110) -bu nokta önemlidir, ümmeti en hayırlı olan bir peygamberin, kendisi de herhalde en hayırlı olmalıdır; hayatına ve beldesine yemin edilmiştir, (Hicr, 72; Beled, 1-2); kendisine ve ümme­tine, bin aydan daha hayırlı olan Kadir Gecesi lutfedilmiştir. (Kadr, 1-5)

Ayrıca, Allâh’ın diğer peygamberlerden, Hz. Muhammed (s.a.v.)’e inanıp ona yardım edeceklerine dair söz alması (Âl-i İmrân, 81); Resûl-i  Ekrem (a.s.) ile konuşanların seslerini yükseltmelerinin yasaklanması (Hucurât, 2); öteki peygamberlere hem Allâh Teâlâ hem de ümmetleri kendi isimleriyle hitap ettikleri halde (Bakara, 35; Mâide, 110; Hûd, 32; Meryem, 12), Allâh’ın Hz. Muhammed (a.s.)’e ismiyle değil “Ey  Nebi” (Enfâl, 64; Ahzâb, 1), “Ey Resûl” (Mâide, 67; Talâk, 1) gibi sıfatlarla hitap etmesi; sahâbîlerin birbirlerine seslendikleri gibi, Resûlullâh (a.s.)’a seslenmelerinin men edilmesi (Nûr, 63); Kur’ân’da sadece Hz. Muhammed (s.a.v.)’in hayatına yemin edilmesi (Hicr, 72), onun  faziletleri olarak kabul edilmiştir.

Hadîslere baktığımızda Hz. Peygamber’in tüm insanların en faziletlisi  olarak Allâh tarafından tayin edildiği anlaşılır. Onlardan bir kaçı şöyledir:
Enes (r.a) anlatıyor: Resûlullâh (a.s.) buyurdular ki: “İnsanlar (Kıyâmet günü) diriltilecekleri zaman, kabrinden ilk çıkacak olan benim. Onlar Rabb’lerinin huzuruna geldiklerinde onlar adına konuşacak be­nim. Kurtulmaktan ümidlerini kestiklerinde (rahmet ve mağfireti) on­lara ben müjdeleyeceğim. O gün, Livâul-hamd (şükür sancağı) benim elimde olacak. Rabb’imin katında Âdemoğlunun en değerlisi ben ola­cağım. Bunu öğünmek için söylemiyorum. ”

-

Ebû Sa îd el-Hudrî anlatıyor: "Resûlullâh (a.s.) buyurdular ki: Kıyamet gününde, ben, Âdemoğlunun efendisi olacağım. Elimde Li­vau-l hamd bulunacak; bunu öğünmek için söylemiyorum. O gün Âdem ile diğer peygamberler sancağımız altında olacak. Kabri ilk açılacak kimse de ben olacağım. Bunu da öğünmek için söylemiyorum”.(Tirmizi,Menakıb,1;İbn Mace,Zühd,37)

-

Ebû Hureyre anlatıyor: Resûlullâh (a.s.) buyurdular ki: “Kıyâmet gününde Âdemoğlunun efendisi ben olacağım. Kabri ilk açılacak kim­se ben olacağım. İlk şefâat isteyen, şefâat etmesine izin verilip şefâati ilk kabul edilen de ben olacağım”. (Müslim, Fezâil, 3; İbn Mâce, Zühd, 37.)

-

Übeyy b. Kâ’b anlatıyor: Resûlullâh (a.s.) buyurdular ki: “Kıyâmet günü geldi mi ben peygamberlerin imâmı, hâtibi ve (onlar arasında) şefaat (etmeye yetki) sahibi olacağım. Bunda övünme yok.”(Tirmizi,Menakıb,3)

-

Câbir b. Abdullah anlatıyor: Resûlullâh (a.s.) buyurdular ki: “Ba­na beş şey verilmiştir ki, bunlar benden önceki peygamberlerden hiç­birine verilmemiştir.

Her peygamber, sadece kendi kavmine gönderilmiştir. Ben ise kırmızılara Acemlere ve siyahlara (Araplara) da gönderildim.

Bana ganimetler helâl kılındı. Halbuki benden öncekilerden kim­seye helâl değildi.

Yer bana pâk ve mescid kılındı. Her kim namaz vaktine girerse, nerede olursa olsun namazını kılar.

Ben, bir aylık mesafede olan düşmanımın içine düşen bir korku ile yardıma mazhar oldum.

Bana şefâat (etme yetkisi) verildi.”(Buhari,Teyemmüm,3,Salat,56,Humus 8)

-

Huzeyfe b. el-Yemân anlatıyor: Resûlullâh (a.s.) buyurdular ki: “İn­sanlara karşı üç şeyle faziletli (üstün) kılındık:

Saflarımız meleklerin safları düzeninde kılındı.

Arzın tamamı bize mescid kılındı.

Toprak bize, su bulamadığımız zaman, tahûr (temiz ve temizle­yici) kılındı.”(Müslim,Mescid 4)

-

Ebû Hureyre anlatıyor: Resûlullâh (a.s.) buyurdular ki: “Her pey­gambere mutlaka insanların inanmakta olageldikleri şeyler cinsinden bir mucize verilmiştir. Ama bana verilen (mucize) ise vahiydir ve bunu bana Allâh vahyetmiştir. Bu sebeple Kıyâmet günü, diğer peygamberlere nazaran etbâı en çok olan peygamberin ben olacağımı ümid ediyorum.”(Buhari,Fezailu’l Kur’an,1,İ’tisam 1;Müslim,İman 239.)


Bunlar açıkça Hz. Peygamberin diğer peygamberlerden üstün olduğunu göstermektedir. Bununla birlikte Hz. Peygamberin, kendisinin diğer peygamberlerden üstün tutulmasını yasaklayan hadîsleri de vardır. Mesela;


İbn Abbâsin nakline göre, Hz. Peygamber, Yûnus Peygamberi kastederek şöyle buyurmuştur: “Hiçbir kulun ‘Ben Yûnus b. Metta’dan hayırlıyım’ demesi uygun değildir”.(Buhari,Enbiya 35;Müslim,Fezail 166)



Ebû Hureyre’den nakledildiğine göre bir Yahudi, “Mûsâ’yı bütün insanlardan üstün kılan Allah’a yemin ederim ki” deyince, bunu duyan Ensâr’dan biri “Resûlullâh aramızda yaşarken sen bu sözü nasıl söylersin?” diyerek ona bir tokat attı. Bu olay Resûlullâh’a anlatılınca “Peygamberlerin birini diğerinden üstün tutmayınız” buyurdu. ”.(Buhari,Enbiya 35;Müslim,Fezail 159)

Kadî Iyâz’a göre, bu hadîslerin yorumu hakkında bazı görüşler ileri sürülmüştür. Şöyle ki;

Resûlullâh’ın kendisini diğer peygamberlerden üstün tutmayı yasaklaması, Âdemoğlunun efendisi olduğunu

a-Allâh’ın kendisine bildirmesinden önceydi. İşte bunun için ashâbına “Benim  diğer peygamberlerden üstün olduğumu söylemeyiniz” buyurdu. Çünkü peygamberlerin birbirinden üstün olduğunu söylemek İlâhî bir bilgiyi gerektirirdi.

b-Tevazu sebebiyle böyle söylemiştir. Büyüklenmeyi ve kendini beğenmeyi yasaklamak istemiştir. Bu görüş itiraza müsait bir görüştür. (Kadî Iyâz, burada, itiraz noktasını açıklamamıştır. Bize göre, bir sebebin de tevazu olması mümkündür. Bu şekilde üm­metine -kendisi böyle bir nimete sahip olduğu halde övünmemesiyle- tevazuyu öğretmek istemiştir)

c-Peygamberimiz, bazı peygamberleri küçümsemeye meydan ver­memek için onların bir kısmını diğerlerine üstün kılmayı yasakla­mıştır. Özellikle Yûnus (a.s.)’ın bazı tavırları hakkında Kur’ân’da açıklamalar yapıldığı için onun yüksek mertebesini bilmeyenlerin kendisini küçümseyebileceği düşüncesiyle bu yola başvurmuştur.

d-Peygamberimiz, peygamberler arasında nübüvvet ve risâlet bakı­mından bir üstünlük bulunduğunu söylemeyi yasaklamıştır. Çün­kü bütün peygamberler, peygamber olmak bakımından birbiri­ne eşittir. Üstünlük, ahlâk ve amelleri güzelleştirmede, Allah yo­lunda gösterilen gayretlerin mertebelerinde, insanlarla güzel ge­çinmede söz konusudur. Peygamberlik görevi bakımından değil, peygamberlerin şahısları arasında üstünlükten söz edilebilir.(Şifa-i Şerif Şerhi,Y.Kandemir,1,475-476)

Hz. Mûsâ olayıyla ilgili şu da söylenebilir: Hz. Peygamber, ashâbının bu tür tartışmalar içinde olmasını arzu etmemiş, “peygamberleri birbirinden üstün tutmayın” buyurarak olayların büyümesini engelle­mek istemiştir. Bu yorum, son maddeyle uyum içindedir. Allâh Resûlu hem nübüvvet bakımından herkesin Allah’ın peygamberi olduğu­nu vurgulamış hem de olayların daha da büyümesine mani olmuştur.

Son olarak Kadî Iyâz’ın temas etmediği bazı yorumlara yer verelim.

Âyetler, peygamberler arasında üstünlüğün olduğunu ortaya ko­yuyor. Hadîsler ise kişinin hevasına ve kendi aklına dayanarak peygamberler arasında üstünlük görmeyi yasaklıyor. Dolayısıy­la, delîle dayalı olarak üstün görmekten nehiy yoktur.

Bu konudaki âyetler, Allâh’ın bazı peygamberlerini bazısına üs­tün kıldığını haber vermek içindir. Hadîslerdeki nehiy ise in­sanların peygamberler arasında üstünlük görmelerine yönelik­tir. Dolayısıyla nehiy, hususi olarak insanlar içindir. Hiç kim­se peygamberler arasında üstünlük göremez. Sadece Allâh mahlûkâd arasında dilediğini diğerine üstün kılar.

Yavuz Köktaş - Kurana Aykırı Görülen Hadisler

Devamını Oku »

Hz.Peygamber'in Az Bir Şeyler Yazması Ümmi Oluşuna Aykırı Mı ?

Hz.Peygamber'in Az Bir Şeyler Yazması Ümmi Oluşuna Aykırı Mı ?


Peygamber şöyle buyurmuştur: “Biz ümmî bir topluluğuz.Yazı yazmaz, hesap bilmeyiz”.(Buhari,Savm,13)

Bu hadîs âyetlerle uyum içindedir. Bunun yanında aşağıda değerlendireceğimiz, Hz. Peygam­berin son günlerinde nadir de olsa (kesin olmamakla birlikte) bir şey­ler yazabileceğini gösteren rivâyetler vardır. Bu durum, hem yukarıda­ki hadîse hem de Hz. Peygamberin ümmî olduğunu ifade eden âyet­lere aykırıdır.

İbn Hacer ve Aynî’ye göre yukarıdaki hadîste şu ihtimaller vardır:

a-Murâd, bu söz söylendiği esnada huzurunda bulunan Müslümanlardır. Müslümanların hepsini kastetmemiştir.

b-Hz. Peygamber “biz” ile kendisini kastetmiştir.

c-Hz. Peygamber Arapları kastetmiştir. Arapların içinde az da olsa hesap-kitap bilenlerin varlığı onların ümmî olmasına mani de­ğildir.(1)

Bilindiği gibi Hz. Peygamber’in “ümmî” oluşu İslâm geleneğinde onun vahiy alışının bir delili olarak kabul edilmiştir. Ancak günümüzde oryantalistlerin de kışkırtmalarıyla Hz. Peygamber’in aslında ümmî  olmadığı iddia edilmiştir. Bunun için de bazı deliller çarpıtılmaya çalışılmıştır. Ümmî kelimesine “Mekkeli” anlamı bile verenler vardır. Oysa  Kur’ân’a baktığımızda meselenin gayet açık olduğu görülür. Kur’ân’da ümmî kelimesi, hem Hz. Peygamber’i hem de bir milleti yani Arapları  nitelemek için kullanılmıştır. “Sen bundan evvel hiçbir kitap okur değildin, elinle de onu yazmadın. Böyle olsaydı, hakkı inkâr edenler elbette şüpheye düşerlerdi” (Ankebût, 48) âyeti gereği, Hz. Peygamber’in  okuryazar olmayan anlamında ümmî olduğu açıktır. “O ümmîler arasından...”(Cuma,2)) ve “Kitap ehli olmayan ümmîlere...”(Ali İmran,20) gibi âyetleri şöyle anlamak mümkündür:

Burada, ümmî kelimesiyle, Arap ümmeti kastedilmektedir. Zira bu millet, büyük ekseriyeti itibariyle okuma yazma bilmemektedir. Nitekim Lisânu’l-Arab’da “yazma alışkanlığı Araplar arasında pek nadir,  adeta yok olduğundan onlar hakkında bu sıfat kullanılmıştır” diyerek bu manayı vermektedir.(2)

Bununla birlikte ümmî kelimesinin dışında, tarihî olarak Hz. Peygamber’in okuma yazma bildiğini gösteren rivayetlere de rastlanmaktadır. Özellikle son demlerindeki hastalığı sırasında ashâbı için bir şeyler yazmayı istemesi buna örnektir. Bu durum “yazdırma” anlamına  da gelebilirse de zahirinden onun yazmak istediği anlaşılmaktadır. Aynı şekilde Hz. Peygamber’in civar ülke krallarına mektup yazdığı veya yazmak istediğine dair bir bilgi, rivâyetlerde geçmektedir. Hz. Peygamber’in okuma yazma bilmediğini gösteren delillerle, bildiğini gösteren delilleri bir arada değerlendiren Ahmet Önkal’ın şu görüşüne katıldığımızı belirtmek isteriz:

“Tereddüt etmeden katiyetle kabul etmek gerekir ki Peygamber Efendimiz, Cenab-ı Hak tarafından İlâhî vahyi tebliğle görevlendirilmeden önce okuma yazma bilmiyordu. Zira ilim ve irfanın bulunmadığı bir vasatta yetişmiş, okuma yazma bilenlerin parmakla sayılabileceği bir çevrede büyümüştü... Hem Resûlullâh’m peygamberlikten önce yazıya da ihtiyacı olmamış, yaşadığı çevre icabı okuryazarlarla sık irtibatı bulunmamıştı. Ama nübüvvetten sonra durum değişti. 23 seneye yaklaşık bir süre durmadan nâzil olan âyetleri tespit için va­hiy kâtibleri Resûlullâh’ın huzurunda, bizzat onun gözleri önünde ya­zı malzemelerini kullandılar. Özellikle Medine’ye hicretinden sonra Resûlullâh’m çok değişik çevrelerle muhtelif münasebetleri oldu. Bu münasebetler sebebiyle huzurunda andlaşmalar kaleme alındı, mek­tuplar yazıldı, emirnameler çıkarıldı... Yani peygamberliğinden son­ra özellikle Medine döneminde onun okuma yazma ile çok sık bir ir­tibatı ve ilgisi oldu. Böyle bir durumda hayatının sonlarına doğru iyi­ce öğrenmek ve bellemek şeklindeki bir teşebbüsün sonucu olmak­sızın sadece gözleri önünde belki de her gün cereyan eden yazışma­lar sebebiyle yazıların ve harflerin şekillerinin peygamberliğin vasıf­larından birisi olarak ‘fetânet’ sıfatına sahip Hz. Peygamber’in dik­katini çekmiş olması ve bunların onun zihninde yer etmiş bulunma­sı gayet normaldir”.

Yavuz Köktaş - Kurana Aykırı Görülen Hadisler

Devamını Oku »

Ölümü Temenni Etmenin Yasaklanması,Kuran'a Aykırı Mı ?



Ölümü Temenni Etmenin Yasaklanması,Kuran'a Aykırı Mı ?


Ebu Hureyre’den nakledildiğine göre, Resûlullâh şöyle buyurdu:  “Sizden hiç kimse ölümü istemesin! Eğer o sâlih bir kimse ise faziletini artırması umulur. Fâcir biri ise tevbe edip Allâh’ın rızasını ka- | zanması umulur.”(Buhari,Temanna,hd.no.7235)

Enes’den nakledildiğine göre, Resûlullâh şöyle buyurdu: “Sizden  biri maruz kaldığı bir zarar sebebiyle ölümü asla temenni etmesin! Mutlaka onu yapmak mecburiyetinde ise bari şöyle desin: Allahım, yaşa mak benim için hayırlı ise beni yaşat; ölmek benim için hayırlı ise canımı al!”(Buhari,Merza,19)

Buna aykırı olduğu düşünülebilecek iki âyet vardır. Allâh şöyle bu­yurur: “(Yûsuf:) Ey Rabbim! Mülkten bana (nasibimi) verdin ve bana (rüyada görülen) olayların yorumunu da öğrettin. Ey gökleri ve yeri ya­ratan! Sen dünyada da âhirette de benim sahibimsitı. Beni Müslüman olarak öldür ve beni sâlihler arasına kat.’’(Yusuf,101)

“Doğum sancısı onu bir hurma ağaana (dayanmaya) sevk etti. ‘Keş­ke’, dedi, ‘bundan önce ölseydim de unutulup gitseydim!”(Meyem,23)

İki âyette, ölümü istemenin ve ölmek için duâ etmenin caiz oldu­ğu ortaya çıkmaktadır. Hadîslerde ise ölümü temenni etmek yasaklan­mıştır. Bu konuda âlimler çeşitli yorumlar yapmıştır. Ölümü temen­ni etmekle ilgili hadîslerin âyetleri nesh ettiğini düşünenler bile var­dır. Oysa delîllerin arası uzlaştırılabiliyorsa, neshe gerek yoktur. Ço­ğunluğun görüşü ise âyetleri ve hadîsleri kendi içinde anlamak gerek­tiği yönündedir.

Bir kere, şunu vurgulamak gerekir: Âlimler; sıkıntı, ölüm hâli, hastalık ve dünya meşakkatleri gibi dünyevî zararların bulunması se­bebiyle ölümü istemenin ve ölmek için duâ etmenin kerâhati konu­sunda icmâ etmişlerdir. Çünkü bu durumların gerçekleşmesinde bir rızasızlık vardır. Fakat kişinin dîni konusunda bir zarardan veya fit­neden korkması durumunda ölümü istemesi mekrûh olmaz.

Buna göre, Ebû Hureyre hadîsinde Hz. Peygamber, ölümü te­menni etmeyi mutlak olarak yasaklamıştır. Enes hadîsinde ise ölümü temenni etme, “zarar” hâliyle sınırlandırılmıştır. Bu durumda, mut­lak mukayyede hamledilir. Yani mutlak ifade sınırlandırılır. Enes ha­dîsindeki “zarar”, dünyevî ve uhrevî zarar ve zorlukları kapsar. An­cak Enes hadîsinin başka tarîklerinde “sizden biri, maruz kaldığı dün­yevî zararlardan dolayı ölümü istemesin!”(İbn Ebi Şeybe,Musannef,VI,44-108;İbn Hibban,Sahih,VII,233) ifadesi geçtiğinden, za­rardan maksadın dünyevî zararlar olduğu ortaya çıkmaktadır. Ha­dîste mevzu bahs edilen “zarar” için, seleften birçoğu, “dünyevî za­rar” demiştir. Buna göre, kişi “dinde fitneye düşmek” gibi dînî bir zarar mevzu bahs olacak olsa, hadîsteki nehyin dışında kalacağı be­lirtilmiştir.

Âyetlere gelince Hz. Yûsuf, o anda değil, eceli geldiğinde, ölüm yaklaştığında, son nefesinde Rabb’inden Müslüman olarak canını al­ması için duâ etmiştir. Bu duâda hiçbir mahsur yoktur. Hadîslerle de bir çelişme yoktur. Herkes Rabb’inden Müslüman olarak canını almasını ister.

Hz. Meryem’e gelince ölümü istemesinde İki yön vardır:

1-Dîni konusunda ona bir kötülük düşünmelerinden, onu ayıplamalarından ve buna bağlı olarak fitne çıkmasından korkmuştur.

2-Kendisinden dolayı bir toplulukta iftira, yalan ve zina nisbeti olmasından korkmuştur.

Bu iki yön sebebiyle bir kimsenin ölümü istemesine engel yoktur. Zira bunlar, dîn konusunda ortaya çıkabilecek fitnelerdir. Dolayısıyla nehiy hadîsleriyle bir ihtilaf söz konusu değildir.

Kısaca ifade etmek gerekirse, Hz. Yûsuf, Müslüman olarak ölme­yi istemiştir. Hz. Meryem de dîninde bir fitne çıkmasından, bir fitne­ye düçar olmaktan korktuğu için ölümü temenni etmiştir. Her iki te­mennide de bir mahzur yoktur. Hadîslerde ise dinde maruz kaldığı bir fitneden dolayı değil, dünyevî veya nefsî bir zarardan dolayı ölümü te­menni etmek vardır ki, bu yasaklanmıştır.

Yavuz Köktaş-Kurana Aykırı Görülen Hadisler
Devamını Oku »

Hz.Peygamber'in Abdullah B.Selul İçin İstiğfarda Bulunması Kur'anaAykırı Mı ?



Hz.Peygamber'in Abdullah B.Selul İçin İstiğfarda Bulunması Kur'ana Aykırı Mı ?

Buhârî, İbn Ömer’in şöyle dediğini nakletmiştir: “Abdullah b. Ubeyy b. Selûl vefat edince oğlu Abdullah, Resûlullâh’a geldi. Resûlullâh da ona kendi gömleğini verdi ve onu bunun içinde kefenlemesini emretti. Sonra da onun üzerine cenaze namazı kıldırmaya kalk­tı. Bu esnada Ömer, Resûlullâh’ın elbisesini tuttu ve ‘Bu bir münafık iken ve Allah seni onlar lehine mağfiret istemekten nehyetmiş iken sen bu adam üzerine cenaze namazı mı kılacaksın?’ dedi. Resûlullâh ‘Allâh beni muhayyer kıldı yahut Allâh bana haber verdi de ‘onlar için istiğ­far et veya etme. Onlar için yetmiş kere istiğfar etsen de Allâh onlara asla mağfiret etmeyecektir’ buyurdu’ dedi ve ‘ben yetmişin üzerine ar­tıracağım’ buyurdu”.(Buhari,Tefsir (9 Tevbe),13)



Süleyman Ateş bu rivâyeti şöyle eleştirmektedir:

“Bu çeşit varyantları olan rivayet, çelişkilerle doludur. Evvela Hz. Ömer’in henüz münafıklar üzerine namaz kılmayı men eden âyet inmeden önce ‘Allâh seni münâfıklar üzerine namaz kılmaktan men etmemiş miydi?’ dediği söyleniyor. Bu âyet, Peygamber, münâfık üzerine namaz kıldırdıktan sonra inmiş ise, Hz. Ömer’in Peygam­bere ‘Allâh seni...’ demiş olması makul değildir. Çünkü henüz na­maz kılmayı men eden âyet inmemiştir... 80. âyette Peygamber’e Allâh’ın münâfıkları affetmeyeceği bildirilmiş iken onun ‘Ben yetmiş­ten fazla istiğfar ederim belki Allâh affeder’ demiş olması da muhte­mel görülmez. Çünkü Peygamber âyetin anlamının belli bir sayı de­ğil, kesinlik ifade ettiğini, Allâh’ın münâfık ve kâfirleri affetmeyece­ğini bildirdiğini bilir”.(1)

Şunu hemen belirtelim ki, Süleyman Ateş’ten önce de bu hadîse iti­raz edenler olmuştur.(2)

Ateş’in eleştirisinin ise iki noktada yoğunlaştığı görülmektedir. Sı­rasıyla bunları değerlendirelim:



1-Bir kere, münâfıklar üzerine namaz kılmaktan nehiy vârid ol­madığı ve Abdullah b. Ubeyy zahiren Müslüman olduğu için Resûlullâh böyle bir namazı kılmıştır.(3) O halde, Hz. Ömer’in sözü ne anlama gelmektedir? Kurtubî buna çeşitli cevaplar verir:

a-Aklına böyle bir düşüncenin gelmesi muhtemeldir. Zira Hz. Ömer, Resûlullâh’ın beyan ettiği gibi, “ilham olunan kimseler­dendir”. Kur’ân’ın bazı âyetlerinin onun düşüncesine muvafık olarak indiği de bilinmektedir. Bu da böyle bir durumdur.

b-“Onlara istiğfar et veya etme’’(Tevbe,80) âyetinden böyle bir mana çıkar­ması muhtemeldir.

c-Hz. Ömer’in “Müşrikler için af dilemek, ne peygambere ne de inananlara yaraşıl”(Tevbe,113) âyetini böyle anlaması ve bunu münâfıklara hamletmesi muhtemeldir. Zira bu âyet, Mekke’de inmiştir.(4)



2-Onlar için istiğfar dile veya dileme, onlar için yetmiş kere istiğfar dilesen bile Allâh onları affetmeyecektir” âyetinde geçen ev=veya bağlacının ne anlam ifade ettiği noktasında bir müşkil gözükmektedir. Bu bağlacın tesviye için olduğunu söyleyenler bulunduğu gibi tahyir için olduğunu söyleyenler de bulunmaktadır. Tahyir manası alındığında rivâyetlerle uyum içinde olduğunu söylemek mümkün olacaktır. Buna göre, âyetin manası, “dilersen istiğfar et, dilersen istiğfar etme” olmaktadır. Rivayetlerden anlaşıldığına göre ise Hz. Peygamber istdğfar etme yolunu tercih etmiştir.

Dolayısıyla, Hz. Ömer’in mezkûr bağlacın tesviye manasında olduğunu anlayarak Hz. Peygamber’e rivâyetteki sözleri söylemesi muhtemeldir. Ayrıca Hz. Ömer’in bu sözleri sarfetmesinde dinde göster diği sertlik ve aşırı hassasiyetin de payının bulunduğu inkâr edilemez.(5)



3-Son olarak böyle bir namazın bir tebliğ siyaseti olarak kılındığı da söylenebilir. Hz. Peygamber, yetkiyi elinde bulunduran Abdullah b.  Ubeyy’in oğluna ikram olsun diye babasının namazını kıldırmış olabilir. Şüphesiz bunda onun kavmini İslâm’a ısındırma ve onların zararlarını defetme gibi bir maslahat bulunmaktadır. Bu nedenle istiğfarın fayda verebileceğini tercih ettiği söylenebilir.

Ancak Dahhâk’ın da belirttiği gibi, Hz. Peygamber, Tevbe Sûresi’nin 80. âyetiyle kendisine verilen ruhsatı kullandı. Sonra ise “Onlara i istiğfar etsen de etmesen de eşittir, Allâh onları affetmeyecektir"(Münafıkun,6) âyeti nâzıl olarak bu ruhsat ortadan kaldırılmış oldu.(6)

Burada Ahmed b. Abdulaziz b. Mukrin’in görüşünü zikretmek uygun olacaktır. Şöyle der: “Allâhu a’lem doğru olan şudur: Hz. Pey­gamber, istiğfar ile istiğfar etmeme arasında muhayyer bırakıldı. Fayda vermeyeceğini bildiği halde istiğfar etmeyi tercih etti. Âyetten yetmişin üzerinde istiğfar etmenin kişiye fayda vereceğini asla anlamadı, düşünmedi. Bunun delili, Hz. Peygamber’in bizzat şu sözüdür: ‘Mu­hayyer bırakıldım ve (istiğfarı) tercih ettim. Yetmişten fazla istiğfar et­mekle onun affedileceğini bilseydim, yetmişten fazla istiğfar dilerdim’.

Bu ifadede, Hz. Peygamber’in âyetten yetmişten fazla ziyadenin kişi­ye fayda vereceğini anladığı yoktur. Bu ifade, Hz. Peygamber’in yet­mişten fazla istiğfar etmekle etmemenin eşit olduğunu kesin ve sarih bir şekilde beyan buyurduğunu gösterir. Onun için, faraza yetmişten fazla istiğfar fayda verseydi, artırabileceğini söyledi. Ama fayda ver­meyeceğini bildiği için öyle yapmadı. Âyette ise itiğfardan nehiy yok­tur. Bilakis âyet, istiğfar etmek ile etmemenin eşit olduğunu ifade et­mektedir. Hz. Peygamber’in fayda vermeyeceğini bildiği halde istiğfa­rı tercih etmesi, ancak yaşayanlarla alakalı bir maslahattan dolayıdır; oğluna şefkat, akrabasının gönüllerini hoş tutmak vb. gibi. Hz. Pey­gamber’in âyetten tahyiri anlamasına gelince, bunda problem yoktur. Âyet, tahyir konusunda açıktır. Buna benzer başka âyetler de vardır. Onlarda da söz konusu olan nehiy değil, tahyirdir. Mesela, ‘Kâfirleri korkutsan da korkutmasan da birdir. Onlar inanmazlar. ’ (Bakara, 6) Âyette maksat, Hz. Peygamber’in korkutmaktan nehyedilmesi değil­dir. Mana şudur: Onları korkutsan da korkutmasan da aynıdır. Bu­nunla birlikte Hz. Peygamber’e başka âyetlerde aleyhlerine hüccet ka­im olsun diye onları inzar etmekle emrolunmuştur. Benzer başka âyet de vardır. Böylece, Hz. Peygamber’in istiğfar etmekle etmemek ara­sında muhayyer bırakılmayı anlamasının bu âyetlerdeki gibi olduğu ortaya çıkmaktadır”.(7)

--------------

(1)-Tefsir,IV,121,122

(2)-İbn Hacer’in belirttiğine göre Buhari Şarihi Davudi,kelamcılardan Bakıllani,Cüveyni ve Gazzali bu hadisi tenkid etmiştir.Bknz;Fethul Bari,IX,233-235

(3)-Zamehşari,el-Keşşaf,Beyrut,ts.2,206

(4)-Kurtubi,El Cami’li-ahkami’l Kuran,Kahire,1961,VIII,219.Ayrıca bknz;İbn Adil ed Dimeşki,el-Lubab fi ulumi-l kitap,(thk.Adil Ahmed Abdulmevcud,vd.),Beyrud,1998,163

(5)-İbn Hacer,Fethul Bari,IX,233-235;Ayni,Umdetu’l Kari,XV,202.

(6)-İbn Adil ed Dimeşki,age,X,157

(7)Bk.Ahmed b.Abdulaziz b.Mukrin,el-Ahâdîsu’l-müşkile el-vâride fi tefsî-ri’l-Kur’anil’l Kerim,s;622-6223)

--------

Yavuz Köktaş - Kurana Aykırı Görülen Hadisler
Devamını Oku »

Cennete Allah'ın Rahmetiyle Girilmesi,Kuran'a Aykırı Mı ?

Cennete Allah'ın Rahmetiyle Girilmesi,Kuran'a Aykırı Mı ?




Konu ile ilgili olarak Hz. Âişe validemizden nakledilen bir rivâyette Allâh Resûlü “Hiç kimseyi yapmış olduğu amel cennete girdir­mez.” buyurmuş; bunun üzerine sahâbe-i kiram ‘Seni de mi ya Resû-lallah?’ diye sorunca ‘Evet beni de. Ancak, Allâh (c.c.) benim kusur ve hatalarımı rahmeti ile affetmiştir.” demiştir.(Buhari,Rikak,hd.no.6467;Müslim,Sıfatu-l kıyame,hd.no,2818) Ahmed b. Hanbel’in Müsned’inde yer alan benzer bir rivâyette ise “Sizden hiçbir kimse ken­di ameli ile cennete giremez.” buyrulmuştur.(A.Hanbel,Müsned,2,syf;256) Yine Ebû Hureyre’den nakledilen benzer rivâyette ise “Sizden hiçbir kimseyi kendi ameli kur­taramaz” buyrulmaktadır.(Müslim,Sıfatl’l Kıyame,hd.no.2816) Bütün bu rivâyetlerin zahirinden, salt ki­şinin işlemiş olduğu amelin kendisini cennete ulaştıramayacağı anla­şılmaktadır.

Bu hadîsin şu âyete aykırı olduğu ileri sürülmüştür: “Orada kalp­lerinde bulunan kini çıkarıp atarız. Onların altlarından ırmaklar akar. ‘Bizi buna erdiren Allâha hamd olsun. Eğer Allâh bizi doğru yola sevk

etmeseydi biz doğru yola erişemezdik. Şüphesiz Rabbimizin Peygamberleri bize gerçeği getirmişler’ derler. Onlara şöyle seslenilir: ’İşte size cennet!’ Yapttklannıza karşılık buna varis oldunuz.” Buyurmaktadır.(A’raf,43)

Bir başka âyette ise “Takvâ sahipleri o kimselerdir ki melekler canları­nı hoş ve rahat halde altrlar. ‘Selâm size, yapmış olduğunuz güzel işle­rin mükâfatı olarak girin cennete’ derler” (Nahl 32.Benzer ayetler için;Zuhruf 72;Tur 19,Murselat 43)

Âyetin zahirine bakıldığında mücerred sâlih amelin kişiyi cennete ulaştıracağı ifade edilirken, hadîslerde bunun tersine salt sâlih amelin cennete girmek için yeterli olmadığı vurgulanmaktadır. Bu da âyetler ile hadîsler arasında bir teâruz izlenimi uyandırmaktadır.

Ehl-i Sünnet âlimlerinin tamamı, mücerred sâlih amelin cennete girmede yeterli olmadığı, bilakis konu ile ilgili rivâyetlerin de delâ­let ettiği üzre, Allâh’ın rahmet ve fazlının cennete ulaşmada şart ol­duğu hususunda ittifak etmişlerdir. Ancak, başta Zemahşerî olmak üzre Mu’tezilî âlimler, sâlih amel işleyen kişiyi Allâh’ın cennete koy­masının vâcib olduğu görüşünü savunmuşlardır. Bu konuda Zemah­şerî ünlü tefsiri Keşşâftâ “Kişinin cennete girmesi, Allâh’ın rahmet ve fazileti dolayısıyla değil, işlediği sâlih ameller dolayısıyladır, de­mektedir.

Ehl-i Sünnet âlimleri, Mu’tezilî âlimlerin Allâh’a herhangi bir şeyi vâcib koşmalarını reddederler ve şöyle söylerler: “Allâh’a hiçbir şey vâ­cib değildir. Her şey, O’nun mülkündedir ve O’na boyun eğmiştir. O, dilediğini yapar. Şayet Allâh (c.c.), sâlih amel işleyen itâatkâr mü’minlere azap edip onları cehenneme atsa bu O’nun adaletidir. Onlara ni­met verip cennete ulaştırsa bu onun fazlı ve keremidir. Şayet kâfirleri affedip cennete koysa, bu da O’nun lütfudur. Ancak, Allâh Teâlâ böy­le yapmayacağını haber vermiş; mü’minleri rahmeti ile cennete ulaştı­racağını, kâfirleri de adaletinin gereği olarak cehenneme atacağını be­yan etmiştir.

Ehl-i Sünnet âlimleri, zahirine bakıldığında sâlih amelin kişiyi cennete götüreceğini beyan eden âyetin te’vîli hususunda ise farklı görüşler serdetmişlerdir. Şöyle ki;



1-Bir kısım âlim, âyeti şu şekilde izah etmiştir: Allâh Teâlâ fazlı ve ihsanı ile sâlih ameli cennete girme sebebi yapmazsa, kul, işlediği hiçbir sâlih amel ile cennete giremez. Kulun sâlih amel işlemesi dahi Allah’ın lûtfu ve nimetidir. Cennet ve ona ulaştıracak bütün ameller Allâh’ın rahmet ve faziletinin bir tecellî, sidir, tbn Hazm, Beyhakî, İbn Arabî, Kadî Iyâz, Râzî, Kurtubî ve Şevkânî bu görüştedir. Beyhakî konu ile ilgili hadîsi eserin' de zikrettikten sonra şunları kaydeder: “...Bunun sebebi kişi­nin sâlih amele ancak Allâh’ın inâyeti ile ulaşmasındandır. Yi­ne ancak Allâh’ın yardımı ile kişi günahlara düşmekten kendi­sini koruyabilir. Kişinin isyanı terk edip itâate girmesi, Allâh’ın o kişiye bir lütfü, bir ihsanıdır. Bu da O’nun rahmetinin bir ese­ridir. Dolayısıyla, hakikatte kişinin kurtuluşa ermesi ,Allâh’ın rahmet ve fazileti ile gerçekleşmiş oluyor.”



2-İbn Teymiyye, İbn Kesîr ve Tâhir b. Âşûr’un savunduğu görü­şe göre, mücerred sâlih amelin cennete ulaştırmayacağını ifa­de eden hadîsteki “  harfi, muavaza içindir (yani bir şeye karşılık olarak kullanılmıştır). Âyeti Kerî­medeki “harfi, sebebiyyedir. Dola­yısıyla âyet, sâlih amelin cennete girmeye sebep olduğu manası anlaşılmalıdır. Konu ile ilgili olarak kendisine sorulan “âyet ile hadîs arasında bir teâruz var mıdır?” şeklindeki soruya İbn Tey­miyye, “Kur’ân ve sünnet arasında asla teâruz yoktur. Kur’ân’m sabit kıldığı bir esası, sünnet nefyetmez. Hiç şüphe yoktur ki ,sâlih amel, cennete girmeye sebeptir. Allâh mü’min kuluna sâ­lih ameli kolaylaştırarak, onu cennetine koyar. Mücerret sebep, hükmün oluşmasında yeterli değildir. Tıpkı sadece yağmurun yağması bitkilerin oluşmasında tek sebep olmadığı gibi sırf sâ­lih amel de cennete ulaştırmada yeterli olmaz. Hadîsi şerifte­ki -harfi ise tıpkı bir kişinin yanında çalışan kişinin çalıştı­ğının karşılığını alması gibi muavaza anlamındadır. Şâyet işve­ren işçisine fazladan para verse bu onun ikramı olur. İşte bu­nun için sâlih amele karşılık cennet olmayacağı, ikisinin dengi bir husus olmadığı içindir.

Cemâluddîn ibn Hişâm’ın el-Muğnî adlı eserinde ifade ettiği bir  başka âlimlerin ifade ettiği gibi, sebebiyye değil, muavazadır. Çünkü bir mala kar­şılık olarak bir bedel alınabileceği gibi, mal hiçbir karşılık alın­madan meccanen de verilebilir. Ancak sebep olmadan, sonuç ol­maz. Dolayısıyla âyet ve hadîsteki - harfinin mana farklılı­ğından dolayı aralarında bir tearuz olmadığı ortaya çıkmış olur.



3-Aynî ve Kirmânî’nin savunduğu görüşe göre ise, âyetteki -  harfi, sebebiyye değil, ilsak ve musâhaba anlamındadır Yani âye­tin manası, sâlih amellerinizle, yani onların arkadaşlığı ile cen­nete mirasçı oldunuz demektir.



4-Konu ile ilgili diğer bir görüş ise, mücerred cennete giriş, Al-lâh’ın rahmet ve fazileti iledir. Ancak, cennetteki makamların farklılığı, sâlih amellere göredir. İbn Battal ve Ebû Abdullah el-Kurtubî bu görüştedir.



5-İbn Hacer ve Şankıtî’nin savunduğu görüşe göre, âyette kaste­dilen amel, kabul edilen amel; hadîste kastedilen amel ise, ka­bul edilmeyen ameldir.

Ahmed b. Abdulaziz b. Mukrin’e göre, doğruya en yakın olan gö­rüş, Allâh’ın sâlih ameli cennete giriş için sebep kıldığını ve sâlih ame­lin de ancak Allâh’ın yardım ve inâyeti ile mümkün olduğunu savunan görüştür. Çünkü kulun, Allâh’ın yardım ve kolaylaştırması olmadan sâlih amel işlemesi mümkün değildir. Allah, tıpkı mümin kuluna salih ameli kolaylaştırarak cennete ulaşmasını sağladığı gibi, kâfire de işle­diği amel sebebi ile cehennemi kolaylaştırır. Nitekim hadîs-i şerifte Allâh Resûlü, “Sizden her birinizin cennet ve cehennemdeki yerleri yazıl­mıştır.” sözüne karşılık sahâbî Ya Rasûlullah! O halde kitapta yazılana dayanıp ameli bırakalım mı?’ sorusuna “Hayır siz amel işlemeye devam edin; çünkü herkese varacağı yerin ameli kolaylaştırılmıştır. Cennet eh­linden olana buraya varacak ameller kolaylaştırılmış; cehennem ehli olana da oraya girmelerine sebep olacak amelleri kolaylaştırılmıştır.”(Buhari,Tefsir,hd.no.4949;Müslim,Kader,hd.no.2647)

Yukarıdaki açıklamalardan da anlaşılacağı üzre, âyetler ve hadîsler arasındaki teâruzu giderecek yöntem, âyetteki -be- harfini sebebiyye; hadîsteki – be - harfini muavaza olarak almaktır.(1)





(1)-bk.el-Ahadisu-l-müşkile el-varide fi tefsiri’l-Kur’ani’l Azim,syf;232-243)

Devamını Oku »

Hesapta Münakaşası Yapılan,Azaba Uğratılır mı ?



Hesapta Münakaşası Yapılan,Azaba Uğratılır mı ?


Hz Âişe’den rivâyet edilmiştir: İbn Ebî Müleyke der ki: “Hz. Âişe, anlamadığı bir söz işitirse, mutlaka anlayıncaya kadar tek­rar ettirirdi. Hz. Peygamber; “Kimin hesabı sırasında münakaşa yapılır­sa, o azaba uğratılır” buyurmuştu. Ben (Hz. Âişe) dedim ki: “Ama Yü­ce Allâh, ‘Kime kitâbı sağından verilirse, onun hesabı kolay olur ve ai­lesine sevinçli döner’(İnşikak,7-9) buyurmuyor mu?” Bunun üzerine Hz. Peygam­ber; “Senin o dediğin, arzdır. Kıyâmet günü hesaba çekilen hiç kimse yoktur ki, helâk olmasın!” buyurdu.(Buhari,İlim,35;Tefsir,84/1;Rikak,49;Müslim,Cennet,18;Tirmizi,Kıyamet,5;Ebu Davud,Cenaiz,3)

Enes b. Mâlik’ten rivâyet edildiğine göre Resûlullâh (a.s.) şöyle bu­yurdu: “Kim hesaba çekilirse, azap olunur.”(Tirmizi,Tefsir 84/2)

“Hesap münakaşası”; insanın az-çok, büyük-küçük bütün yaptık­larını sayıp dökmek, hepsini ortaya koymak manasına hamledilmiştir. Hesaba çekilmek, insanın bütün yaptıklarından tek tek hesap sorulması demektir. Bu ise, gerçekten insanın helâk olması anlamına gelir. Çünkü Allâh ın lütfü olmadan kendi ameliyle kendisini kurtaracak insan yoktur. Hesaba çekilmek de, insanın kendi başına kalması anlamına gelir; bu da insanın helâk olması demektir.

Hakîm Tirmizî, mücâdele ve münakaşanın, sadece kâfirler için söz konusu olduğu kanâatindedir. Çünkü ona göre, kâfirler, Rablerini tanımazlar ve mücâdele ederlerse kurtulacaklarını sanırlar.(1)

Hz. Peygamber’in “Arz” adını verdiği şey, âyet-i kerîmede ifâde  edilen “kolay hesap”tır. Bundan maksat da, mü’minin amellerinin kendisine arz edilmesi, gösterilmesi, sonra da bağışlanmasıdır. Mü’min  kitâbına bakar, günahlarını görür, ama Yüce Allâh’ın onları dünyada  iken örttüğü gibi âhirette de bağışladığını anlayarak Allâh’ın kendisine  olan lütuf ve ikrâmını müşahede eder. Ahmed b. Hanbel’in rivâyetinde Hz. Âişe’nin; “kolay hesap nedir?” sorusuna Hz. Peygamber; “Kulun kitâbına bakılması ve hatalarından vazgeçilmesidir. O gün hesâbı münakaşa edilen, mutlaka helâk olur” cevabını vermişti.(2)

Amellerin hesabının görülmesi olayında şu noktaları vurgulamakta fayda vardır:



a-Âyetin vurguladığı husus mü’minlerin kolay hesaba çekilmesidir. E Hesapta sevaplar ağır basınca kulun hesabı kolay olmuş olacaktır. Böylece kitapları da sağdan verilecektir. Bu, hadîsin de ifade ettiği gibi arzdır. Burada çetin bir hesap söz konusu değildir.Sadece ameller hesaba arz edilecektir.

b-Hadîste vurgulanan husus ise, hesabı münakaşa edilenin, muhakkak azaba duçar kalacağıdır. Hesabın münakaşa edilmesi,amellerin inceden inceye hesabının görülmesidir. Bu ise, günahların ağır basması anlamına gelmektedir. Amellerin inceden inceye araştırılmasından hesabın çetin olduğu anlaşılmalıdır. Böyle olanların cehenneme girmesi kaçınılmazdır.

c-Bazı mü’minler ise hesapsız, cennete girecektir. Bu, Allâh’ın  rahmetiyle olacak bir şeydir. Böyle kulların sayısı diğer ikisine  oranla az olmalıdır. Dolayısıyla bu durum yukarıdaki hadîs ve âyete aykırı değildir. Ayet kolay hesaptan (arzdan); hadîs ise zor hesaptan bahsetmektedir. Hesapsız cennete girme ise baş­ka hadîslerde zikredilmektedir. Âyet de hadîs de illa her mü’minin hesap vereceğini söylememektedir. Âyetin söylediği, hesabı kolay olanların; hadîsin söylediği ise, hesabı zor olanların var­lığıdır.

Başka hadîsler de hesabı hiç olmayanlardan bahsediyor demektir.



(1)-İbn Hacer,Fethu-l Bari,XIII,219.)

(2)-Bk.İbn Hacer,age,217.

-----------

Yavuz Köktaş - Kurana Aykırı Görülen Hadisler
Devamını Oku »

Elbiseler İçinde Dirilme,Mahşerde Çıplak Haşrolmaya Aykırı Mı ?



Elbiseler İçinde Dirilme,Mahşerde Çıplak Haşrolmaya Aykırı Mı ?

Abdullah b. Abbâs’tan rivâyet edilmiştir: Resûlullâh’ın (a.s.) minberde; “Sizler Allâh’a yalın ayak, çıplak ve sünnetsiz olarak kavu­şacaksınız” dediğini işittim.(Buhari,Rikak,45; Enbiyâ, 8,44; Tefsir, 5//14-15; 21//2; Müslim, Cennet,14;Tirmizi,Sıfatu’l Kıyamet,3;Tefsir,72;Nesai,Cenaiz,118)

Tirmizî’nin diğer bir rivâyeti de şöyledir: Hz. Peygamber; “İnsan­lar yalın ayak, çıplak ve sünnetsiz olarak haşredilecek” deyince, bir ka­dın; “Birbirimizin avret yerine bakmaz -veya görmez- miyiz?” diye sor­du. Hz. Peygamber cevaben; “Ey kadın! ‘O gün herkesin kendine yete­cek bir derdi vardır’dedi.(Abese,37)

Bu hadîs, kıyâmet gününde insanların, aynen dünyaya geldikleri andaki uzuvlarıyla haşredileceklerini ifâde etmektedir. Hiçbir uzuvla­rı eksik olmayacak, hatta sünnet edilmiş olsalar bile, dünyaya geldikle­ri sıradaki sünnetsiz halleriyle ve doğdukları andaki gibi tamamen çıp­lak olarak haşredilecekler. “insanlar birbirlerinin avret yerlerine bak­mazlar mı?” sorusuna da Hz. Peygamber; “o gün herkesin kendine ye­ter bir derdi olduğunu” söyleyerek cevap vermektedir. Yani insanlar,değil başkalarının avret yerlerine bakmak, kendilerinin çıplak olduklarının bile farkına varmayacaklar, bu derece bir telaş ve sıkıntı için-de bulunacaklar.

Bu hadîse aykırı gibi gözüken başka hadîsler vardır. Mesela, Ebû Sa‘îd el-Hudrî’den nakledildiğine göre, kendisi ölüm döşeğindeyken iki yeni elbise istedi. Onları giydi ve “Resûlullâh’ın şöyle buyurduğunu işittim” dedi: “Şüphesiz ölü, öldüğü elbise içinde diriltilecek”.

Aslında burada hadîslerin birbirine teâruzu söz konusudur. Ancak İbn Kuteybe, Ebû Sa‘îd hadîsinin ilk bakışta Kur’ân’a aykırı olabileceğini belirttiği için bu meseleyi çalışmada değerlendimeyi tercih ettik. İbn Kuteybe’ye göre her iki hadîsi düşünürsek, İbn Abbâs hadîsi­nin Kur’ân’a uygun olduğunu görürüz. Zira Allâh şöyle buyurur: “Dü­şün o günü ki, yazılı kâğıtların tomarını dürer gibi göğü toplayıp düreriz. Tıpkı ilk yaratmaya başladığımız gibi onu tekrar o hale getiririz”.(Enbiya,104) Yani ilk yaratmaya yalın ayak, çıplak ve sünnetsiz başlamıştık. İşte böy­le kıyâmet günü de tekrar sizi o hale getiririz. İbn Abbâs’tan nakledi­len diğer bir rivâyette “İlk giyinecek olan İbrâhîm’dir”(İbnHanbel,Müsned,1,223-353) ifadesi geçer. Ebû Sa‘îd hadîsinin ise zayıf olduğu kabul edilir. Böyle ise, şaz ve zayıf olanla sahîh hadîse karşı gelinemez. Şayet sahîh ise, iki hadîsi çelişkiden kurtaracak güzel bir te’vîl vardır. Buna göre İbn Abbâs “Siz Allâh’a yalın ayak, çıplak ve sünnetsiz olarak kavuşacaksınız” demiştir. Başka bir hadîste de “İnsanlar kıyâmet günü yalın ayak ve çıplak ola-rak toplanacaktır” ifadesi vardır. Ebû Sa‘îd ise “Şüphesiz ölü, öldüğü  elbise içinde diriltilecek” ifadesini naklediyor. Bir kere, dirilme, toplanma değildir. Dirilme, mahşer yerinde toplanmadan öncedir. Dirilmenin (ba’s) manası, ölümden sonra ihya, uykudan uyanmadır. Toplanmanın (haşr) manası ise, insanların hesap için bir meydanda bir araya gelmesidir. Sanki insanların, yeni bir yaratma olacağı zaman, içinde  öldükleri kefenleri onlara iade edilir. Allâh’a doğru, toplanma yerine  gittiklerinde kefenler çıkarılır. Allâh’a ilk yaratılışla rahimlerden çıplak çıktıkları gibi çıplak olarak kavuşurlar. Onlar rahimlerde ölünün  kabirde örtülü olması gibi örtülüydüler.(1)

(1)-İbn Kuteybe,el-Mesaid ve’l-ecvibe,Beyrut,1990,syf;316)

------------

Yavuz Köktaş - Kurana Aykırı Görülen Hadisler
Devamını Oku »

Şefaat Kuran'a Aykırı Mı ?




1. “Cehennemden bir topluluk, Muhammed’in (s.a.v.) şefaatiyle çıkar ve cennete girer. Ve onlar ‘cehennemlikler’ diye isimlen­dirilirler”.[1]

Enes b. Malik, Resûlullâh’ın (a.s.) şöyle buyurduğunu rivayet etti: " Bir kısım insanlar, kendilerine cehennem ateşi dokunduktan sonra si­yaha yakın kırmızı bir renkte oradan çıkıp cennete girecekler. Cennet ehli onlara ‘Cehennemlikler’ adını verecekler.”[2]




Bu hadis, şu ayete arz edilerek tenkîd edilmiştir: “Güzel davranan­lara hüsna (daha güzel karşılık), bir de ziyade/fazlası vardır. Onların yüz­lerine ne bir toz (kara leke) bulaşır, ne de bir zillet (gelir). İşte onlar cennet ehlidirler. Ve onlar orada ebedî kalacaklardır.” (Yunus, 26) Ayette cennet ehline toz anlamında kara leke bulaşmayacağı ifade edilmekte­dir. Hadiste ise siyaha yakın bir kırmızılık içinde olanların cennete dahil olacağı beyan edilmektedir.

Bunların arasında bir tenakuz yoktur. Ayette kara leke bulaşmayacak kimselerin “hesapsız doğrudan cennete girecek olanlar ile tartıları ağır gelip cennete dahil olanlar” olduğu anlaşılmaktadır. Üzerlerinde siyaha yakın leke bulunacak olanlar da böyle olmayan, yani sonradan cennete dahil olan müminlerdir. Ayetteki toz anlamındaki kara lekeyi mecazi olarak anlamak da mümkündür. Yani onların üzerinde hiç bir yorgunluk izi olmayacaktır.Alınları ak bir şe­kilde cennete gireceklerdir. Hadiste ise bu kişilerin hakiki olarak üzer­lerinde bir siyahlık olacağı ifade edilmektedir. Bu siyahlıkla tanınamayacaklar, ancak bu siyahlığın devam edip etmeyeceği hadislerde geçme­mektedir. Bunu en iyi bilecek olan Allah’tır.

2. “Şehîd, ev halkından yetmiş kişiye şefaat eder”.[3]

3. “Kıyâmet günü şu üç grup insan şefaatçi olacaktır: Peygamber­ler, âlimler ve şehîdler”.[4]

4. “Her Nebinin bir duası vardır. Ben ise ümmetime kıyamet gü­nü şefaat etmek üzere duamı geciktirmek istiyorum”.[5]

5. “Nebîler, melekler ve mü’minler şefaat eder. Bundan sonra Cebbâr olan Allah: ‘Geriye benim şefaatim kaldı’ der ve cehennem­den bir avuç alır ve böylece orada yanmış olan bazı toplulukla­rı çıkarır. Sonra onlar cennetin önlerindeki hayat suyu denilen bir ırmağa bırakılırlar”.[6]

6. “Kıyâmet gününde şefaatimle en ziyade mesut olacak kimse, kalbinden halis bir şekilde ‘Allâh’tan başka ilah yoktur’ diyen kimsedir”.[7]

7. “Kur’ân okuyun, çünkü o kıyamet günü okuyucusuna şefaat eder...”.[8]

8. Enes’den: “Benim şefaatim, ümmetimin büyük günah sahipleri­ne aittir”.[9] Tirmizî’ye göre hasen-sahih-garibdir. Tirmizî aynı hadisi Câbir’den nakleder ve hakkında “bu tarikten hasen-garibdir” der. Elbânî, bu hadis hakkında şöyle der: “Hadîs -gö­rüşleriyle mağrur olanların ve hevasına ittiba edenlerin hilâfı­na- sahîhdir”.[10] İlave olarak şunu söyleyelim: Elbânî, bu hadî­se aslında “bid’at sahibi hariç ümmetime şefaatim helâldir” rivayetini naklettikten sonra değinmiştir. “Bid’at sahibi...” şeklin­deki hadisin münker olduğunu belirttikten sonra ayrıca metni­nin “Benim şefaatim, ümmetimin büyük günah sahiplerine ait­tir” hadisine muhalif olduğunu belirtmiştir.

Şefaat meselesi, tarihte olduğu gibi günümüzde de tartışılan konulardan biridir. Bu konuda iki görüş ortaya çıkmıştır:

1. Şefaat diye bir şey yoktur. Çünkü bu, torpil ve iltimas anlamına gelir. En küçük detaylara varıncaya kadar adaletin gerçekleştirile­ceği kıyamet gününde böyle bir torpil uygulaması Allâh’ın adaletine uygun düşmez. Haricîlerin ve Mu’tezile’den bazılarının ileri sürdüğü bu görüşün delili, daha ziyade akıl ve mantıktır. Kur’ân-ı Kerîm’deki; “Şefâatçilerin şefaati onlara fayda vermez”[11] ayeti ile buna benzer ayetler de bu görüşe delil olarak gösterilir.

2. İslâm ulemasının çok büyük ekseriyetine göre ise şefaat vardır.Yu­karıdaki ayet ise, kâfirler hakkında ve onların asla cehennemden çıkarılmayacağı anlamındadır. Halbuki şefaat, sadece mü’minler için söz konusudur. Kâfirlerin şefaat yoluyla cehennemden çıka­rılması mümkün değildir. Ama Ebu Tâlib örneğinde olduğu gibi bazı kâfirlerin cehennemdeki azabının hafifletilmesi ise mümkün­dür. Cehennemdeki bütün kâfirlerin aynı derecede ceza görece­ğini iddia etmek doğru olmaz. Dünyada inkâr ve isyan açısından farklı oldukları gibi, ahirette de ceza itibariyle farklı olacaklardır. Şefaat konusundaki rivayetler, tevatür seviyesine varacak derecede bir yoğunluğa sahiptir. Kur’ân-ı Kerîm’de de buna delalet eden ayetler bulunmaktadır. Bunlardan bazılarını kaydedelim:

Bakara Sûresi’nde; “O’nun izni olmadan, huzurunda kim şefaat edebilir?”[12] buyurulmaktadır. Bu cümle, Allâh’ın izni dâhilinde şefaatin mümkün olacağı­nı ifade etmektedir. Enbiya Sûresi’nde;
“Onlar (Peygamberler), Allâh’ın hoşnut olduğu kimselerden başkasına şefaat etmezler.” Bu cümle de, Allâh’m hoşnut olduğu kişilere Peygamberlerin şefaat edeceklerini göstermektedir.

Yunus Sûresi’nde de; “O’nun izni olmadıkça şefaat edecek kimse yoktur” buyurulur.
Gafir Sûresi’nde; “Zâlimler için o gün ne bir dost vardır, ne de sözü dinlenen bir şefaatçi!” buyurulur. Birçok ayette geçen “onların dostu ve şefaatçisi olmayacak” anlamındaki cümle ile, zalimlerin, yani kâfirlerin kas­tedildiği bu ayette açıkça belirtilmektedir. “Sözü dinlenen bir şefâatçi”nin kâfirler için olmaması, mü’minler için de olmayacağı anlamı­na gelmez. Bu ayetlerin, özellikle müşriklerin, putların Allah katında şefaatçi olacakları şeklindeki inançları ile birlikte düşünülmesi gere­kir.

Nitekim “Onlar Allâh’ı bırakıyorlar da, kendilerine fayda ve za­rar veremeyecek olan şeylere (putlara) tapıyorlar ve; ‘Bunlar Allah katında bizim şefâatçilerimizdir’ diyorlar” (Yunus 18) ayetinde bu husus açık­ça belirtilmektedir. İşte “şefâatçi yoktur” anlamındaki ayetler, daha çok, müşriklerin bu inançları ile alakalıdır. Başka bir ayette de; “On­lar, Allâh’a ortak koştukları varlıkların hiç birinden şefaat göremeye­ceklerdir. O gün onlar ortak koştukları varlıklara da küfredecekler” (Rum 13) buyurulmaktadır. Meryem Sûresi’nde de; “O gün Rahmân’ın nezdinde bir ahd (söz) almış olanlardan başka­ları şefaat etmeye malik olamayacaklar” buyurulmaktadır. Bu ifâ­de de bazı kişilerin şefaat etme yetkisine sahip olacaklarını göster­mektedir.

Tâhâ Sûresi’nde de; “O gün ancak Rahmân’ın izin verdiği ve sözünden hoşnut olduğu kişiye şefaat fayda verecek” buyurulur.

Sebe’ Sûresi’nde de; “Allâh katında, kendisinin izin verdiklerinin dışında hiç kimsenin şefaati fayda vermez”[13] buyurulur.

Zuhruf Sûresi’ndeki;“Onların Allâh’tan başka taptıkları varlıklar, o gün şefaat etme gücüne sahip olamazlar; yalnız bilerek Hakka şâhidlik edenler müstesna!”[14] Ayeti de, daha öncekiler gibi, şefaat konusunda bazı kişilerin istisnâî bir yetkiye sahip kılınacağı belirtilmektedir. Nihayet Necm Sûresi’nde de; “Göklerde ne kadar çok melek olsa da, onların şefaati kimseye en ufak bir fayda sağlamayacaktır; yalnız Allâh’m dilediği ve razı olduğu kişiler için şefaat etmeleri müstesna!”[15] buyurulmaktadır. Bütün bu ayetler, şefaatin var olduğunu göstermektedir. Yüce Allah, bazı kişilere, kendilerinden razı olduğu bazı kişiler için şefaat yetkisi verecek ve onların, izin verdiği o kişiler hakkındaki şefaatlerini ka­bul buyuracaktır. İlave etmek gerekir ki, Peygamberler dahil hiç kim­senin, şartsız ve izinsiz şefaat etme hakkı olamaz. Çünkü Allâh’ın izni olmadan kimse kimseye şefaat edemez. Kendisine şefaat izni verilen kişi de, sadece Allâh’m affetmeyi istediği kişilere şefaat edebilir. Onlara verilen şefaat hakkı veya yetkisi de, sadece Allâh’ın o günahkârları bağışlamasının bir ifadesidir.

Müminlere şefaatin olmayacağını ifade eden Bakara, 254 ayetini nasıl anlamalıyız?

Müfessirlerle muhaddislerin ekserisine göre İsrâ Sûresi’ndeki; “Gecenin bir kısmında nafile olarak namaz kıl! Böylelikle belki Rabbin se­ni ‘Makâm-ı Mahmûd’a yükseltir” ayetinde geçen “Makâm-ı Mahmud”dan, yani hamd ve övgü makamından maksat, Hz. Peygamber’e verilen şefaat yetkisidir. Bu konuda İbn Abbas, Ebu Hureyre, Sa’d b. Ebî Vakkâs’tan gelen rivayetler vardır. Mücâhid ve Hasan el-Basri de aynı kanaattedirler.[16] Burada mü’minlere şefaatin olmayacağını gösteren bir ayet üzerin­de durmak istiyoruz. Allah şöyle buyurur: “Ey îmân edenler! Kendisin­de hiçbir alışverişin, hiçbir dostluğun ve hiçbir şefaatin bulunmadığı bir gün gelmeden önce, size verdiğimiz rızıklardan Allah yolunda harcayın. Kâfirlere gelince, onlar zalimlerdir.” (Bakara, 254) Bu ayet, zahiriyle açık olarak mü’minlere şefaatin olmadığını orta­ya koymaktadır. Bununla birlikte buradan mü’minlere ahirette şefaatin olmayacağı sonucuna varılırsa bunun diğer ayetlerle çelişeceği açıktır.

O zaman, nasıl bir metot takip etmeliyiz? Bu kadar ayeti ve bir o ka­dar hadisi birbiriyle çelişmeyecek tarzda nasıl anlayabiliriz? Önce ayet ve hadislerden ortaya çıkan tabloyu netleştirelim:

1. Allah, şirk dışında, günahları dilerse bağışlayabileceğim, dilerse azap edebileceğini beyan etmektedir.

2. Pek çok ayette şefaatin olmadığı vurgulanmaktadır. Bu ayetlerin siyak ve sibakına bakıldığında müşriklerin şefaat inancına red diye niteliği taşıdığı açıkça anlaşılmaktadır.

3. Pek çok ayette Allâh’ın şefaat izin ve yetkisinin olduğu vurgulan­makta; razı olduğu kullarına bu izni vereceği ifade edilmektedir.

4. Bunlara paralel olarak pek çok hadiste şefaatin varlığı ortaya konmaktadır.

5. Bir ayette açıkça mü’minlere şefaat olmayacağı beyan edilmek­tedir.

Bu tabloya bakıldığında, Bakara Sûresi’nin mezkûr ayeti hariç, ayet ve hadisler birbiriyle uyum içindedir. Tabii şefaati reddeden pek çok ayetin müşriklerle ilgili olduğunu kabul ettiğimiz için onları dışarıda tutuyoruz.Geriye bir ayet kalmaktadır. Şimdi bu tek ayet mi esas alı­nıp diğer ayetleri zahirinin dışında yorumlamalıyız, yoksa pek çok ayet ve hadisi mi esas alıp bu tek ayeti te’vîl etmeliyiz? Usul geleneğine bağlı kalmamız gerekirse bu tek ayetin te’vîl edilmesi gerekmektedir. Bu­na göre aslında bu ayette mü’minlerin şefaate nail olmayacağı kastedilmemektedir. Peki ne kastedilmektedir? Ayet, şu kastediliyor gibidir:

“Ey inananlar! Müşrikler, putlardan medet umarak sorumlulukları­nı unutuverdiler. Putların onlara şefaat edeceğini zannettiler. Oysa biz putlara böyle bir yetki vermedik. Sizler de bazı kulların ben yetki ver­meden kendiliğinden şefaat edeceklerini sakın zannetmeyin. Benim iz­nim olmadan hiçbir kul şefaat edemez. Dolayısıyla, kullardan bir bek­lenti içine girmeyin. Kesinlikle böyle bir şey yoktur. Siz, salih amel iş­lemeye ve razı olunan kul olmaya bakın”.

Ayeti bu çerçevede ve bu vurgu içerisinde anlarsak bundan mü’minlere şefaat olmayacağı çıkmaz. Zira ayetin vurgusu başkadır. Ayetin vurgusu, şefaatin zor bir mesele olduğunadır. Şefaati hak etmenin ko­lay olmadığınadır. Bununla birlikte yine de her şeyi zerre miktarınca hesap edip takdir edecek olan Allâh’tır. Allâh’ın rahmetinden de ümit kesilmemelidir. Allah dilerse böyle kullara azap eder, dilerse onları af­feder. Kullara düşen, salih amel işlemektir. En başta kaydettiğimiz hadisleri göz önünde bulundurursak, şu noktaların ortaya çıktığını görürüz:

a. Şefaatin bazı sınırları, kayıtları vardır. Müşrik ve kâfire, ayrıca münafığa asla şefaat yoktur. Onların şefaatle cehennemden çı­karılmasına vesile olma, bahis mevzusu değildir.

b. Burada şöyle bir soru akla gelebilir: “Bugün herkes müslümanım diyor, ancak her türlü günahı işliyor; bunlar sadece kimlik müslümanı!”. Günahların îmânı zedelediği açıktır. Ama bunlar îmâ­nı ortadan kaldırmaz. Kalbinde zerre kadar ama gerçek bir îmân bulunan insan mümindir. Fakat biz kimde, ne kadar îmân vardır, bilemeyiz. Kimin îmânı gerçek, kimin değil bilemeyiz. Buna ka­rar verecek olan Allâh’dır. Şefaate gerçekten nail olacak olanları kıyamet günü belirleyecek olan O’dur. Bu, şuna benzer: Hadiste geçtiği gibi âlimler de şehidler de şefaatçi olacaktır. Şimdi ilim­le uğraşan, ama insanları yanlış yönlendiren kişiler var; ilmi baş­ka amaçlar uğruna kullanan kimseler var vs. Buna bakıp “âlim­ler nasıl şefaatçi olur!” denemez. Kim gerçek âlim kim değil, bi­lemeyiz. Bunun nihai kararını verecek olan Allâh’dır ve O’nun izin verdiği kimse gerçek bir âlim olarak şefaatte bulunacaktır.

c. Şefaat olgusu, Hz. Peygamber’le sınırlı değil. Belki ona ait ola­nı, en özel olanıdır. Diğer peygamberler, âlimler, şehidler ve Kur’ân, şefaatte bulunacaktır.

d. Büyük günah işleyenler de şefaatten yararlanacaktır.

e. Hz. Peygamber’in şefaatinin de bazı türleri vardır. Hz. Peygam­ber, bulundukları konumun korkusundan kurtarmak suretiyle çeşitli şekillerde insanlara şefaat eder. Mesela, azaplarını hafif­letmek amacıyla bazı kâfirlere şefaat eder. Ebu Tâlib olgusu böyledir. Bazı mü’minlere cehenneme girdikten sonra çıkarmak su­retiyle şefaat eder. Bazılarına da cehenneme girmeleri gerektiği halde girmemeleri için şefaat eder. Bazılarına hesap sualsiz cen­nete sokmak süreriyle; bazılarına da cennetteki dereceleri yük­seltmek amacıyla şefaat eder. Bunların hepsi, şefaatle mutlu ol­mak konusunda ortaktır. Bununla birlikte, şefaatle en mutlu olanlar, ihlâslı mü’minlerdir”.[17]

f. Şefaat, mutlak, sınırsız, her hâlukârda, her şartta geçerli bir ta­lep değildir. Bunu sınırlayan şeyler var. Onlardan biri de kul haklarıdır. Peygamberimiz şöyle buyurur: “Ne mutlu o kimse­ye ki, haksızlık yaptığı kardeşiyle kıyamet günü gelmezden ön­ce bu dünyada iken helalleşir! Zira orada ne dinar ne de dirhem vardır. Haksızlık yapanın sevabı varsa yapılan haksızlık kadarı alınıp haklıya verilir; şayet sevabı yoksa hak sahibinin günahla­rından alınarak haksıza yüklenir”.[18] Bu hadiste mü’minler uyarılıyor. Kul haklarının şefaat konusuna dahil olmadığı anlaşılıyor. Zaten Allah Teâlâ’nın kul hakkı dışında her türlü günahı affedebileceği biliniyor.

Şefaatin temel mantığı Allâh’ın rahmeti ve mağfiretidir. Bunu şöy­le açıklayalım: Varlık düzeninde etkili olan ilke rahmettir, mutluluktur, kurtuluştur. İlahî rahmet geneldir ve kapsayıcıdır. Gaybî yardımlar ve rahmani destekler, rahmetin gazabı geçişinin belirtilerindendir. Allâh’ın mağfireti ve günahları rahmet tecellileri ile giderişi, rahmet ve şefkatin gazaba üstünlüğünün bir diğer tanığıdır. Zira Allâh’ın rahmeti, gazabı­nı geçmiştir. İnsan mutluluğa ulaşmak için adım atsa ve çabalasa bile bu her zaman yeterli olmayabilir. Allâh’ın üstün ve büyük rahmeti vardır. Allah’ın rahmetini göz ardı ederek amele güvenmek ve onun sonucunda bir karşılık beklemek, mü’min inancına yakışmaz. Söz konusu İlahî rahmet, bütün varlıkları yetenekleri ölçüsünde kapsar. Bütün kurtuluşa erenlerin gerçek mutluluğa erişlerinde bu ilke etkili olmuştur. Kur’ân’da Kim o gün azaptan kurtulmuşsa Allah ona rahmet etmiştir”[19] buyrulu­yor. Demek ki rahmet olmasa kimse azaptan kurtulamaz. Allah Resulu ile kurtuluş için iki öğeye dikkat çekiyor: Amel ve Allâh’ın varlığa yönelen rahmeti...

İşte, şefaat, bu İlahî rahmetin tecellisi ile ilgilidir. Bu rah­metin tek sahibi Allâh’tır. Konu rahmetin gerçek sahibi açısından ele alı­nınca bu rahmet tecellisine “İlâhî mağfiret” adı verilir. Buna karşılık bu mağfiretin akış yolu, mecrası göz önüne alınırsa “şefâat” adı kullanılır. Şu halde, Allâh’ın mağfiretine nail olabilmek için hangi şartlar gerekiyorsa, bunlar şefaat için de geçerlidir. Akli açıdan mağfiretin tek şartı, ilgili ki­şinin mağfiret için gerekli yeteneği ve kabiliyeti haiz olmasıdır. Bir kimse Allâh’ın rahmetinden yoksun kalırsa, bu, Allâh’ın rahmetindeki sınırlılıktan dolayı değildir. Bu yoksunluğun sebebi, o kişinin mağfireti kabul yete­neği göstermemesidir. İlahî rahmet, sınırsız ve mutlaktır. Ancak, bu rah­met tecellisinin karşısında olanların kabul yetenekleri farklıdır. Bir kimse bu kabiliyetten tamamen yoksun olursa İlahî rahmetten hiçbir payı ola­maz. Şirk ve küfür böyledir. Bunlar, insanın mağfiret ile ilişkisini keserler.

Mağfiret ve şefaate erişebilmenin zorunlu şartı, Allâh’a îmândır; ancak bu da tek başına yeterli olmayabilir. Hiç kimse de şefaat ve mağfiretin gerçekleşmesi için gerekli bütün şartları kesin biçimde açıklayamaz. Bunun bilgisi sadece Allah katındadır. “Allâh, şirkin dışındaki günahları dilediği kimse için bağışlar”[20] buyrularak bir taraftan müjde verilirken diğer taraftan “dilediği kimse için” kaydı da getirilir. Ayrıca Onlar, Allah’ın hoşnut olduğu kimseden başkasına şefaat edemezler”[21] buyruluyor. Denilebilir ki, Kur’ân, şefaatin bütün şartlarını açıkça be­lirtmeyi münasip görmemiştir. Gönüllerin havf ve reca arasında kal­masını dilemiştir.[22]

Faruk Beşer’in ifadesiyle Hz. Peygamber (s.a.v.), ümmetine şefaat edecektir. Bu şefaat, onların durumuna göre farklı etkilerde olacaktır. Günahları az olanlar, bu şefaat sayesinde azaptan tamamen kurtulacak­lardır. Bazılarının da günahlarının yarısı, ya da daha azı veya daha fazlası silinecektir. Hatta büyük günah işleyenler dahi, eğer Allâh’a şirk koşmadan ölmüşlerse, bundan nasibini alacaklardır. Bunu şöyle de düşünebiliriz: Hapis cezalarına on yıllık bir indirim geldiğini varsayalım. Dokuz yıl ve daha aşağısı cezası kalanlar tamamen tahliye olurlar. Kırk yıl cezası olanların cezası ise otuz yıla düşer. Ama müebbet ceza alanlar bu indirimden yararlanamazlar. Allâh’a (cc) şirk koşarak ölenlerin cezası müebbettir. Dolayısıyla onlar bu şefaatten yararlanamazlar. Çünkü onlar zaten Hz. Peygamber’in ona icabet eden ümmetinden değillerdir.

Şefaat; ayrıcalık gözetme, kayırmacılık, torpil ve adaletsizlik midir?

Bu noktada çoğu kez dile getirilen bir husus vardır: Şefaat; bir tür ayrıcalık gözetme, kayırmacılık, torpil ve adaletsizlik demek değil midir? Oysa burada doğru ile batıl olan şefaatin arasını iyi ayırt etmek gerekir. Gerçek şefaat, Allâh’tan başlar ve günahkâr kişiye ulaşır. Batıl anlamda şefaat anlayışında ise şefaat girişiminin günahkâr kişiden başladığı ve ara­cılar vasıtası ile Allâh’a ulaştığı sanılır. Gerçek şefaatte Allah, rahmet ve mağfiretini günahkâra eriştirebilmek için vesile, diğer bir deyişle şefaatçi tayin buyurmaktadır. Batıl şefaatte ise kendisine şefaat edileceği varsayılan kişi, diğer bir deyişle günahkâr, vesile ve aracıyı tayine kalkışmakta­dır. Dünyada örneklerine rastlanan batıl şefaatlerde suçlu kişi, şefaatçısını tayin eder. Gerçek şefaatte ise şefaatçi olan nebileri ve diğerlerini ve­sile kılan, tayin eden Allâh’tır. Diğer bir ifadeyle batıl şefaat anlayışında şefaat eden, günahkârın etkisindedir. Gerçek anlamı ile şefaatte ise durum aksinedir. Katında şefaat edilen Yüce Allah, şefaatçının şefaat etmesinde etkendir. Şefaatçi ancak O’nun iradesi ile günahkâr üzerinde etkili olur.[23]

Şefaat İtikadının Suistimali:

g. Son olarak şunu ifade edebiliriz. Günümüzde şefaat anlayışına karşı çıkışlarda pratikte görülen bazı olumsuz anlayışların etki­si vardır. Mesela, kişi şeyhinin eteğine yapışmakla kesin kurtu­lacağını düşünmektedir. Yine başkalarını da o şeyhe yapışmaya davet etmekte, onlara kesin kurtulacaklarını müjdelemektedir. Hatta ölen şeyhlerin türbesi ziyaret edilmekte, doğrudan onlar­dan şefaat beklenmektedir. Bu iş, farkında olmadan kişiyi kutsal­laştırmaya kadar varmaktadır. Ona bu yetkiyi kim verdi? Şefaatçi olduğunu nereden bilmektedir? Hele Kur’ân ve sünnete ittiba etme, cihâd ve emr-i bi’l-ma’rûf gibi konularda sıkıntılar var­sa ya da İslâm yanlış yorumlara tabi tutuluyorsa, böyle şefaat ve şefaatçi anlayışı şüpheleri kat be kat artırmaktadır. Tabii bu da şefaatin reddine sebep olmaktadır.

Bu red keyfiyeti, bir açıdan haklıdır. Ancak hadîslerde çerçevesi çizilen şefaat anlayışı böyle değildir. Yani papaza kızıp oruç bozmamak gerekir. Oysa gerçek şefaatte şefaat edecek olanı tayin edecek olan Allâh’tır. Peygam­berler bellidir. Kur’ân bellidir. Ancak, bunların kime şefaat ede­ceği çok açık değildir.Alimler şefaat edecektir. Ama hangi âlim bu belli değildir. O halde, dünyadayken falan âlim, şeyh vs. ke­sin şefaat edecek inancında olmak mümkün değildir. En fazla ya­pabileceğimiz şey, hüsn-i zanla hareket edip o insanlarla huku­kumuzu en güzel şekilde yaşamaktır. Sonuçta ahirette kimin pe­şinden gittiysek onunla birlikte haşrolacağız. Sâlih insanlarla bir­likte olmak elbette ahirette fayda verecektir.

Dediğimiz gibi ki­min salih amel işlediğini, kimin âlim kimin zâlim olduğunu hak­kıyla bilen Allâh’tır. Bize düşen zahire bakarak hüsn-i zanla ha­reket etmektir. Kur’ân ve sünneti yaşayan ulemâ saygıdeğerdir, fakat yine de falan kimse kesin şefaat eder düşüncesinde olmak güçtür. Şefaat beklemek için türbe ziyareti yapmak ise doğru de­ğildir. Türbeler, kabirler âhireti hatırlamak ve oradakilere duâ yapmak için gidilen yerler olmalıdır. Türbelere şefaat anlayışıy­la gitmenin şirke kapı arayabileceği noktalar var ki, çok dikkatli olunmalıdır. Türbede yatan kişiyi vesile kılmak ise başka bir şey­dir. Vesile kılmak için türbelere gitmeye de gerek yoktur. Tabii şunu da belirtelim ki, duâlarımızda vesile kılmak da şart değil­dir. Böyle yapanlar varsa da kimden istediklerini çok iyi bilme­lidirler. Onun için sağlam bir itikâda sahip olmak gerekir.[24]



[1] Buhârî, Rikâk, 11.
[2] Buhârî, Rikâk, 51; Tevhîd, 25.
[3] Ebu Dâvûd, Cihâd, 28.
[4] İbn Mâce, Zühd, 137.
[5] Buhârî, Tevhîd, 31.
[6] Buhârî, Tevhîd, 24.
[7] Buhârî, İlim, 33.
[8] Müslim, Salâtü’l-müsâfirîn, 42.
[9] Tirmizî, Kıyâmet, 11; İbn Hanbel, Müsned, III, 213.
[10] Silsiletu’l-ahâdisi’z-zaîfe, hd. no. 209.
[11] Müddessir, 48.
[12] Bakara, 255.
[13] Sebe’, 23.
[14] Zuhruf, 86.
[15] Necm, 26.
[16] Bk. Kemal Sandıkçı-Muhsin Koçak, Câmi‘u’l-usûl Tercüme ve Şerhi, XVI, 693-697; Fahruddîn er-Râzî, Mu’tezile’nin şefâati reddederken kullandı­ğı delillerin ve ehl-i sünnetin bunlara verdiği cevapların hepsini tefsirinde kaydetmiştir. Bk. Tefsîr-i Kebîr, (çev.) II, 499-523.
[17] İbn Hacer, Fethu’l-bârî, I, 262.
[18] Tirmizî, Sıfatu’l-kıyâme, 2.
[19] En’âm, 16.
[20] Nisa, 116.
[21] Enbiya, 28.
[22] Mutahharî, Adl-i İlâhî, s. 308-310.
[23] Mutahharî, Adl-i İlâhî, s. 310.
[24] Bkz. Yavuz Köktaş, Tüm Yönleriyle Akaid Hadisleri, s. 244-255.
***

ŞEFAAT HAK MIDIR? KİMLER NE ÖLÇÜDE ŞEFAAT EDEBİLİRLER, İZAH EDER MİSİNİZ?

Evet, şefaat haktır. Birçok ayet ve hadiste şefaatten bahsedilmekte ve böylece onun hakkaniyeti dile getirilmektedir. Yeri geldikçe bu ayet ve hadisleri zikredeceğiz. Biz şimdi önce, sorunun ikinci şıkkı olan “Kimler ne ölçüde şefaat edebilirler?” sorularını cevaplamakla mevzua başlamak istiyoruz. Zaten bu kısma verilecek cevap bir cihetle şefaatın hakkaniyetinin de izahı olacaktır.

Peygamberler, evliya asfiyâ ve şehîdler -derecelerine göre- Cenab-ı Hakk’ın onlara bahşettiği seviyede şefaat edebilirler ve edeceklerdir. Ancak, bu mevzuda da yine, zirve Allah Rasulü’dür. O ki fetanet-i azama sahiptir. Her Nebi kendisine bahşedilen sınırsız, fakat bir defaya mahsus şefaat hakkını dünyada kullanırken o, bunu ahirete saklamıştır.. ve ahirette “şefaat-ı uzmâ”nın sahibi olacaktır. Onun “hammâdun”, denilen ümmeti, “Livaül’hamd”in altında toplanacak ve “Makam-ı Mah-mud”un sahibi unvanıyla O’nun tarafından yapılacak şefaatte herkes payına düşenle şereflenecek ve kurtuluşa ereceklerdir.

Dünya fâni ve geçicidir. Burada çekilen sıkıntılar da bir cihetle işlenen günahlara kefaret sayılır. Ancak insanların perişan ve derbeder olacakları ve kendilerini kurtaracak yeni bir amele de fırsat bulamayacakları bir gün gelecektir -ki, biz ona ahiret diyoruz-işte o gün, Allah Resulü bütün insanlığı içine alan şefaatıyla ortaya çıkacak ve “en büyük şefaat” ma’nâsına “şefaat-ı uzmâ”sıyla şefaat edecektir. Elbette Allah Rasulü’nün şefaatının da bir sınırı vardır. Zaten, bütün şefaatlar ancak Cenab-ı Hakk’ın izni ve koyduğu ölçü nispetinde olacaktır ki “İzni olmadan katında hiç bir kimse şefaat edemez” mealindeki ayet de bize bunu anlatmaktadır (Bakara, 2/ 255).

Şefaat Edecek Olanlar Hissi Davranabilir Diye...

Bunun böyle olması da gayet tabii ve normaldir; zira, şefaat edecek olanlar da hissî davranabilir, ölçüyü kaçırabilir ve merhamet-i ilahîden fazla merhamet ileri sürmüş olabilir.. böylece de Rabb’e karşı sû-i edepte bulunmuş olabilir. Onun içindir ki, Allah (c.c.) bir mizan, ölçü ve denge vaz’etmiştir. Kim, kime ve ne ölçüde şefaat edebileceği bir takdire bağlanmıştır. Cenâb-ı Hakk’ın bütün icraatında bir adalet ve denge olduğu gibi, ahirette vereceği şefaat salahiyetinde de bir adalet ve denge vardır. Eğer bu şekilde bir tahdid ve sınır konulmuş olmasaydı, bazı kimseler şefaatı da dengesiz olarak kullanırlardı. Nitekim belki de sınırsız bir şefaat salahiyeti onların hislerini galeyana getirerek mesela, bazı insanların Cehennem alevleri içinde cayır cayır yandıklarını görünce, şefkatleri kabaracak, kafir-münafık-mücrim tanımadan herkesin Cennete girmesini talep edeceklerdi. Halbuki böyle bir talep bazen, milyarlarca mü’minin hukukuna tecavüz de olabilirdi

Çünkü şefaatin, böyle şahısların hislerine bırakılmasında, günahkâr, sapık, kâfir herkesin, bu hissî şefaatten faydalanma ihtimali vardır.Bu ise, bütün varlıkların hukukuna rağmen, dağlar cesametinde günah taşıyan kâfire de merhamet edilmesi demektir. Oysaki kâfir, kainatta, Allah’a ait bütün güzellikleri, bütün nizamları, bütün hikmetleri inkâr, tezyif ve tahkir ettiğinden, mekanlar çapında cinayet işlemiş olacaktır ki, hayatının her dakikası yüzlerce cinayetle karalanmış böyle kapkaranlık bir ruha merhamet, merhamet adına saygısızlığın en büyüğü olsa gerektir. Efendimiz, şefaatının büyük günah işleyenlere olduğunu ifade etmişler ve “Benim şefaatim ümmetimden büyük günah işleyenleredir” buyurmuşlardır. O her hususta olduğu gibi bu mevzuda da bir denge ve muvazene insanıdır. Zaten bütün ümmet O’nun bu ifadeleriyle teselli bulmakta ve Allah Rasulü’nün şefaatına nail olmayı ummaktadır.

Hallac-ı Mansur İle İlgili Bir Menkıbe

Hallac-ı Mansur bir gün bu hadisi şerh ederken, cezbeye gelir ve ölçüyü kaçırarak, Efendimiz’e hitaben “Ey Nebiler Sultanı! Niçin böyle sınır koydun da bütün insanlar için demedin. Sen bütün insanlara şefaat etmeyi talep etseydin, yine de Rabbin Seni mahrum bırakmaz ve Sana bu salahiyeti bahşederdi” gibi laflar eder. Tam bu esnada Allah Rasûlü temessül ederek, başındaki sarığı onun boynuna sarar ve: “Bunu başınla öde, sen zannediyor musun ki ben o sözü kendimden söyledim” der. Hallac kolu kanadı biçilip bir ağaç gibi budanırken dahi tebessüm ediyordu. Çünkü biliyordu ki, bu hüküm âli bir mecliste verildi ve o hükme rıza göstermek gerekirdi...Evet, belki de Hallac’ın dediği gibi, Allah Resulü Cenab-ı Hakk’dan bütün insanlara şefaat etmeyi talep etseydi, Rabb’i O’na bu salahiyeti verirdi. Ancak O, Allah’a karşı bizim anlayamayacağımız ölçüler içinde saygılıydı.Rabb’in dediğinden başkasını demiyor ve verilen salahiyet sınırlarını da asla zorlamıyordu..

Şefaat Herkese Ve Sınırsız Bir Ölçüde Değildir

Rabb’in koyduğu şefaat ölçüsünde, şefaat edilecek şahısların buna hak kazanmış olmaları da yer almaktadır. Nitekim bu ma’nâ ile alakalı olarak, mealen şöyle buyurulmaktadır: “Artık şefaatçıların şefaatı onlara fayda vermez” (Müddessir, 75/48). Bununla da anlıyoruz ki, şefaat herkese ve sınırsız bir ölçüde değildir. Kim, kime şefaat ederse, muhakkak kabul görür diye bir şart da yoktur. Bütün işlerde olduğu gibi, bunda da İlâhî meşiet esastır. Kâfir işlediği küfrüyle ta işin başında, bu şefaat dairesinin dışında kalmıştır. O’na hiç kimse şefaat edemez, etse bile ona fayda vermez.

Kur’ân-ı Kerim’de Cenâb-ı Hakk bize bir dua öğretiyor. Bu dua ile himmetin âli tutulması gerektiği hususuna da işaret ediliyor. Dua şudur: “Rabbimiz, bize gözümüzü aydınlatacak eşler, zürriyetler bağışla ve bizi müttakilere imam kıl” (Furkan, 25/74). Yani, Allah’ım çocuklarımız, hanımlarımız, gözümüzü aydınlatacak hüviyette olsun. Bize öyle hayat arkadaşları ver ki, din adına bize teşviklerde bulunsun. Evlatlarımız da, daima arkamızdan hayırlar göndersin ve onlar sebebiyle rahmet çağlayanları üzerimize doğru çağlasın dursun! Bizi sadece muttaki olmakla da bırakma, onlara imam ve önder kıl. Bize öyle lütuflarda bulun ki, şu, İslam’a hizmet boyunduruğunun yere konduğu dönemde ve dine hizmetin âr kabul edildiği bir zamanda, dinine hizmet ettir ve müttakîler önünde bize, imamlık payesi ihsan eyle!

Zaten O vermek İstemeseydi, İstemeyi Vermezdi

Böyle bir anlayış, himmeti âli tutmanın ifadesidir. Cenâb-ı Hakk’dan O’nun öğrettiği usûl içinde şefaat edebilme salahiyeti talep etmektir. Zaten O vermek istemeseydi, evvela istemeyi vermezdi. Madem ki istemeyi verdi ve nasıl istememiz gerektiğini de öğretti, öyleyse istediğimizi de verecektir. O’nun sonsuz rahmetinden bunu umuyor ve bekliyoruz. O’nun için burada dikkat edilmesi gereken hususun iyi anlaşılması lazımdır. Evet, Rabbimiz’den sadece Cennetin bir köşesine bizi kabul buyurmasını istemek, himmetin düşüklüğüne delildir. Halbuki Allah (c.c.) bize himmetimizi yüksek tutmamızı öğretmektedir. Evet himmetimizi yüksek tutmalıyız, tutmalı ve O’ndan, müttakilere bizi imam kılmasını, onlara şefaat edebilme salahiyetini vermesini talep etmeliyiz...

Efendimiz bir hadislerinde, ahiretten bir tabloyu şöyle anlatırlar: Allah (c.c.), Hz. Nuh’a soracak: “Sen, sana düşen vazifeyi hakkıyla yerine getirdin mi?” O büyük peygamber cevap verir: “Evet Ya Rabbi, yerine getirdim. Bana verdiğin tebliğ vazifesini kusursuz edâ ettim.” Bunun üzerine Cenâb-ı Hakk, Hz. Nuh’dan şahid ister. O da Ümmet-i Muhammed’i şahid gösterir. Bunun nasıl olacağı sorulunca da, şöyle cevap verir: “Sen onları ümmetlere şahid kıldın.. onlar da ellerindeki Kitap’ta gördüler ki Nuh vazifesini yapmış. Ve işte ben de onları bugün kendime şahid olarak gösteriyorum.”  Evet, ayet öyle diyordu: “İşte böylece, sizin insanlar üzerinde şahidler olmanız, Rasul’ün de sizin üzerinize bir şahid olması için sizi ümmet-i vasat (dengeli ve orta bir ümmet) kıldık” (Bakara, 2/143). Şefaat haktır ve gerçektir. Bütün büyükler Cenab-ı Hakk’ın koyduğu sınır dahilinde şefaat edeceklerdir. Şahid olmak da bir bakıma şefaat kabul edilecekse, eğer, Ümmet-i Muhammed bu ma’nâda bütünüyle şefaat edecektir. Şefaatı inkar edenlerin, dünyada da ukbada da kazanacakları bir şey yoktur. Çünkü Allah (c.c.) orada kullarına, kulları O’nu nasıl bilip tanımışlarsa, öyle muamele edecektir...(2)
***

(1) Yavuz Köktaş, Kurana Aykırı Görülen Hadisler, İnsan yayınları, s. 97-107.
(2)- https://sorularlaislamiyet.com/sefaat-nedir-aciklayabilir-misiniz-kuranda-peygamberimizin-bize-sefaat-edecegine-dair-ayet-var-mi

Devamını Oku »

Ahirette Allah'ın Görülecek Olması,Kuran'a Aykırı mı ?



Ahirette Allah'ın Görülecek Olması,Kuran'a Aykırı mı ?


Ebû Hureyre’den rivâyet edilmiştir: “İnsanlar; “Ey Allâh’ın Resûlü!  Kıyâmet günü Rabbimizi görecek miyiz?” diye sordular. Hz. Pey- gamber onlara; “Bulutsuz bir günde ve öğle vaktinde güneşi görmekte zorlanır mısınız?” diye sordu. “Hayır!” dediler. Tekrar; “Bulutsuz ve  dolunaylı bir gecede ayı görmekte zorlanır mısınız?” diye sordu. Yine “Hayır!” dediler. Bunun üzerine Hz. Peygamber, şunları söyledi: “Ha­yatım elinde olan Allâh’a yemin ederim ki, (o gün) Rabbinizi görmek konusunda çekeceğiniz zorluk, ancak (bugün) ay ve güneşi görmek ko­nusunda çektiğiniz zorluk kadar olacaktır...’’(Müslim,Zühd,16)



Konuyla ilgili başka hadîsler de vardır.(Buhari,Mevakıt,16-26;Tefsir,50/1;Tevhid,24 ; Ebu Davud,Sünnet,20;Tirmizi,Cennet,16)



Ehl-i Sünnet âlimleri, cen­nette Allâh’ın görülmesini aklen mümkün, naklen vâcib görmüşlerdir. Aklen mümkündür, çünkü “Mademki, Allâh mevcuddur, öyle ise gö­rülecektir. Zira mevcut olan her şey görülür; öyle ise Cenab-ı Hak da görülecektir, fakat O’nu görmenin mahiyeti ve keyfiyeti meçhuldür.

Naklen vâcib olmasına gelince, yukarıdaki hadîsler ve onları teyid eden âyetler, bunun delilidir. Bu âyetler şunlardır:


a-“Yüzler vardır ki, o gün ışıl ışıl parıldayacaktır. Rablerine baka­caklardır (O’nu göreceklerdir)".(Kıyamet,21-22)



b-“Mûsâ, tayin ettiğimiz vakitte (Tûr’a) gelip de, Rabbi onunla ko­nuştuğu zaman, Rabbim! bana (kendini) göster, Seni göreyim! dedi. Rabbi: (ona şöyle) dedi: ‘Sen beni asla göremezsin, fakat şu dağa bak; eğer o yerinde durabilirse beni göreceksin.’ Rabbi o dağa tecellî edince, onu paramparça etti”.(A’raf,143)



Eğer Allâh‘ın görül­mesi imkânsız olsa idi, Mûsâ peygamber bu tür bir talepte bu­lunmazdı. Zîrâ Ehl-i Sünnet’e göre, bir peygamber, Allâh’ın sı­fatlarından habersiz olamaz.



c-“Güzel davrananlara daha güzel karşılık, bir de fazlası (ziyade) vardır. Onların yüzlerine ne bir toz (kara leke) bulaşır ne de bir horluk (gelir). İşte onlar cennet ehlidirler. Ve onlar orada ebedî kalacaklardır”(Yunus,26) Âlimler bu âyette “ziyâde” ile kastedilenin Al lâh‘ı görmek olduğunu söylemişlerdir ki, bunu teyid eden hadîs de bulunmaktadır.(Müslim,İman 297;Tirmizi,Cennet 16)

Bütün bunlara rağmen, rü’yetullahın Kur’ân’a aykırı olduğu ileri sürülmüştür. Buna göre, rü’yetullahı nefyeden âyetler şöyledir:


-“Gözler O’nu göremez (idrâk edemez); halbuki O, gözleri görür. O, eşyayı pek iyi bilen, her şeyden haberdar olandır’’.(En’am,103)



-“Mûsâ, belirlediğimiz yere (Tûr’a) gelip Rabbi de ona konuşunca,‘Rabbim! Bana (kendini) göster, sana bakayım’ dedi. Allâh da, ‘Beni (dünyada) katiyen göremezsin. Fakat (şu) dağa bak, eğer o yerinde durursa sen de beni görebilirsin.’ dedi. Rabbi, dağa tecellî edince onu darmadağın ediverdi. Mûsâ da baygın düştü. Ayılın­ca, ‘Seni eksikliklerden uzak tutarım Allâhım! Sana tövbe ettim. Ben inananların ilkiyim ‘ dedi.”(A’raf,143)



İlk âyette geçen idrâk kelimesi, bir şeyi her cihetiyle anlamak demek değil, mahdut olan bir şeyi ihata etmek anlamındadır. Bu bakımdan, idrâk ile rü yet aynı şey değildir. İdrâk hususi, rü’yet ise umumîdir. Âyette asıl vurgulanmak istenen husus; “Her göz sahibi, O’nu idrâk edemez.” demektir. İbn Kesir şöyle der: “Bu gözler idrâk edemez” demek kıyâmet gününde Allâh’ı göremez demek, değildir. Çünkü AlIlâh mü’min kullarına, dilediği gibi görünecektir. Fakat gözler, Yüce AlIlâh’ın azamet ve celâlini mahiyetiyle idrâk edemezler.”

Cenab-ı Hakk’ın idrâk etmesi ise, yarattığı her mahlûku hakkıyla  bilmesidir. O, her latif olanı bilir, gözleri de idrâk eder. Zira gözü veren O’dur. Çünkü, meselâ; gözü veren zât, hem gözü görür, hem ince  bir mana olan gözün gördüğünü görür.


“Sözünüzü ister gizleyin, ister açığa vurun; bilin ki, O, göğüslerin  özünü bilir. Yaratan bilmez olur mu ? O, latiftir, ( en ince içleri görüp bilmektedir) ve her şeyden haberdardır.”(Mülk,13-14)



Buradan da anlaşılıyor ki; rü’yet genel, idrâk ise özeldir. Her idrâk rü’yettir, fakat her rü’yet idrâk değildir.”

İkinci âyete gelince, bu tamamen dünya ile alakalıdır. “Şu dünya­da beni asla görmezsin” demektir. “Asla görmezsin” ifadesinden “hiç­bir zaman” gibi bir mana çıkaranlar vardır. Oysa buna gerek yoktur. ! Allâh, bu dünyada asla görülemeyeceğini vurgulu bir şekilde ortaya koymaktadır.

Mu’tezile ve Cehmiyye mezhepleri, rü’yetullahın mümkün olduğu­nu söylemenin Allâh‘ı yarattıklarına benzeteceği düşüncesiyle, rü’yetullah’ı kabul etmezler. Bu mezheplere göre, rü’yetullah’ın mümkün ol­duğunu kabul etmek, Allâh‘ın cisim olduğunu iddia etmeye benzer ki, Islâm dîni akidesinin tevhîd kuralına göre bu imkânsızdır. Bu sebeple Mu’tezile ve Cehmiyye mezheplerine göre Allâh'ın âhirette görülmesi kabul edilemezdir; çünkü hiçbir âyette Allâh gözlerle görülür, denilme­miştir. Bilakis aksini ifade eden âyet vardır. Buna göre, “Gözler O’nu göremez (idrâk edemez); halbuki O, gözleri görür. O, eşyayı pek iyi bilen, her şeyden haberdar olandır”.(En’am,103)

Malumdur ki, letâfet, kesâfetin zıddıdır, incelik manasınadır; Bir ismi “Latîf” olan Cenab-ı Hak, yarattığı her mahlûkun her şeyini, bü­tün incelikleriyle bilir, kullarına lütuf ve keremde bulunup, onlara karşı son derece şefkat ve merhamet eder.

İnsan, her gördüğü şeyi idrak edemez. Su üzerinde ihtisası olma­yan bir insan, bir nehre baktığında sudan başka bir şey göremezken, bir elektrik mühendisi o nehrin arkasında şelâleleri ve elektrik cereyanını müşahede etmektedir. Büyük bir deryaya bakan bir insan, o deryanın derinliklerinde nelerin olduğunu idrâk edemez; inci, mercan ve yakut gibi paha biçilmez mücevherâtı göremez. Aynı şekilde âmi bir insan, güneşe bakınca onu bir elma kadar zanneder, ama bir astronomi âlimi, o güneşin bu dünyadan bir milyon üç yüz bin kat daha büyük olduğu­nu, onda nice patlamaların meydana geldiğini bilir ve görür.

Sıradan bir insan, kanı, kırmızı bir su olarak görürken; bir doktor, o kan içindeki milyarlarca alyuvar ve akyuvara nazar edebilmektedir.

Botanik ilminden habersiz olan bir kişi, bir bitkinin yüzüne bakıp dururken; o fende terakki etmiş ve ihtisas yapmış bir kişi, onda giz­li olan birçok hikmetleri ortaya çıkarmakta ve bir eczacı ise onlardan ilâç yapmaktadır.

Fahreddin Râzî, idrâk ile rü’yetin farkını şöyle izah etmektedir;

“Rü’yet ikiye ayrılır:

Birincisi: Sınırları ve sonu olan bir şey, bu sı­nırlar ve son ile görüldüğü zaman, o şeyin görülmesi, idrâk ile ifade edilebilir. Bu takdirde rü’yet ile aralarında bir fark olmayabilir.

İkincisi ise; hudutsuz ve nihayetsiz olan bir şeyin görülmesidir ki; onun idrâk edilmiş olduğu anlamına gelmez. Buna göre, rü’yetin bazen idrâkle birlikte, bazen de idrâkten ayrı olarak meydana geldiğini söyle­mek mümkündür. Şimdi her iki halde de “rü’yet” kelimesinin kullanıl­ması mümkün olsa ve mesela, “falan şeyi gördüm” denilmek süretiy­le, hem mücerred rü’yet, hem de idrâkle birlikte rü’yet kastedilmiş ol­sa bile; idrâk kelimesinin kullanılması ve mesela, “falan şeyi idrâk et­tim” denilmesi, idrâk etmeksizin mücerred rü’yetin kastedilmiş oldu­ğuna delâlet etmez.

Bundan da anlıyoruz ki; rü’yet genel, idrâk ise özeldir. Her idrâk ruyettir, fakat her rü’yet idrâk değildir.”

Şunu hemen ifade edelim ki, göz her şeyi göremediği gibi akıl da her şeyi anlayamaz, idrâk edemez. İnsan; sesi duyar, kokuyu hisseder, ama göremez. Cenab-ı Hak insanı bunları görecek bir kabiliyette ya­ratabilirdi, ama bazı şeylerin görülmemesi de büyük bir nimettir. Eğer insan, mesela, elindeki mikropları görseydi, asla yiyip içemezdi. Karın­canın ayak sesini duysaydı, bu dünya onu daima rahatsız eden gürültü­lü bir hane haline gelirdi.



Yavuz Köktaş - Kurana Aykırı Görülen Hadisler
Devamını Oku »

Hadislerde Geçen En Şiddetli Azaba Uğrayacak Kimse İfadeleri,Kuran'aAykırı mı ?



Hadislerde Geçen En Şiddetli Azaba Uğrayacak Kimse İfadeleri,Kuran'a Aykırı mı ?


İbn Mes’ûd’dan rivâyetle Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: “Kıyâ- met günü Allâh katında en şiddetli azaba uğrayan kimse sûrct ya­panlardır”.(Buhari,Libas,hd.no.5950;Müslim,Libas,hd.no.2109)

Hz. Âişe’den rivâyetle Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: “Şüphe­siz sûret tasvir edenler, kıyâmet günü en şiddetli azaba uğrayacaklardır”.(Buhari,Edeb,hd.no.6159) Ebû Sa‘îd el-Hudrî’den rivâyetle Hz. Peygamber şöyle buyurmuş­tur: “İnsanların kıyâmet günü Allâh’a en sevimlisi, âdil imâmdır; in­sanların en çok buğzu celbedeni ve azab bakımından en şiddetlisi, zâ­lim devlet başkanıdır”.(Tirmizi,Ahkam,hd.no.1329)

Bu hadîslerin zahiri açıktır. Bununla birlikte hadîslerin zahiri Gâfir Sûresi’nin şu âyetine aykırıdır: “Onlar sabah akşam o ateşe sokulur­lar. Kıyâmetin kopacağt günde: Firavun ailesini azabın en çetinine so­kun (denilecek) (46. âyet)

Âlimler âyet ve hadîslerin arasını uzlaştırmada çeşitli yorumlar geliştirmiştir. Bunları şu şekilde sıralayabiliriz:



1-Ayet ve hadîslerdeki eşeddiyet (en şiddetli azaba düçâr olan) an­cak azabın cinsine göre değil, azap görecek olanların cinsine gö­redir. Firavun, ilahlık iddia etme bakımından azabın en şiddet­lisine sokulacaktır. Sûret yapanlar da sûret yapan veya yapma­yanlara nispetle azabın en şiddetlisine düçar olacaktır . Bir fark­la ki, sûret yapanın maksadı, tapınma/ilahlık ise Firavunla aynı derecede azaba sokulacaktır.



2-Ayetteki eşeddiyet, azabın cinsine göredir. Bu durumda mana şöyle olur: Âl-i Firavun, içinde bulundukları azabın nev’ine gö­re en şiddetli azabı göreceklerdir.



3-Âyette en şiddetli azabın Firavun ailesine tahsisi yoktur. Bila­kis onlar en şiddetli azap içerisindedir; bu azabın benzerini hak eden başkaları da en şiddetli azapta onlara ortaktır.



Ahmed b. Abdulaziz b. Mukrin’e göre, Âl-i Firavun’un kıyâmet gü­nü en şiddetli azaba sokulmasıyla sûret yapanların da böyle olması ara­sında bir tenakuz yoktur. Hadîslerde en şiddetli azabı hak edenlerin bazı vasıflarından bahsedilmiştir. Âyette ise bizzat isim verilmiştir ki, onlar da Âl-i Firavun’dur. Âyet ve hadîslerde azabı gerektirecek sebep, Allâh’ın yaratmasına benzetmedir. Bu ortak paydayla hem Âl-i Fira­vun hem de sûret yapanlar, en şiddetli azaba sokulacaktır. Zira tasvir­le ilgili bazı hadîsler, bu duruma işaret etmektedir. Hz. Âişe’nin nakli­ne göre, Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: “İnsanların kıyamet günü azap bakımından en şiddetlisi, Allâh’ın yaratmasına benzetenlerdir”.(Buhari,Libas,hd.no.5954;Müslim,Libas,2107)



Sûret hadîslerinde de maksat, Allâh’ın yaratmasına benzetmektir. Diğer bir ifadeyle, Allâh’tan başka tapılacak şeylerin resmini yapmak­tır. Bu niyetle resim yapan, kâfir olur. Böylece, Âl-i Firavun’un soku­lacağı yere sokulması çok da uzak sayılmaz. Bu maksatla resim yap­mayanlara gelince, bunlar, günahkâr olurlar. Günahın cezasıyla küf­rün cezası bir olmaz.(1)



(1)-bk.Ahmed.B.Abdulaziz,el-Ahadisu’l-müşkile el-varide fi tefsiri’l Ku’rani’l Kerim,syf;436-438)

---------

Yavuz Köktaş-Kurana Aykırı Görülen Hadisler

Devamını Oku »

Ölülerin Dirilerin Sesini İşitmesi,Kuran'a Aykırı Mı ?

Ölülerin Dirilerin Sesini İşitmesi,Kuran'a Aykırı Mı ?


Abdullah b. Amr anlatıyor: Hz. Peygamber, Ehl-i Kalîb’e (çukur, kuyu ehline) muttali oldu ve “Rabbinizin va’d ettiğini hak olarak  buldunuz” buyurdu. Ona “Ölülere mi duâ ediyor, sesleniyorsunuz?” diye sorulunca “siz onlardan daha iyi işitiyor değilsiniz, lâkin onlar ce­vap veremiyor” şeklinde cevap verdi. Hadîsi, Buhârî ve Müslim nakletmiştir.(Buhari,Meğazi 8;Müslim,Cennet,77) Hz. Peygamber ve Hz. Ömer arasındaki bu diyalog, Ebû Talha tarafından da nakledilmiştir.

Bu hadîsin bâtıl olduğu iddia edilmiştir. Zira işitme, görme ve ko­nuşma ölülerin değil, dirilerin vasfıdır. Bu hadîs, Kur’ân’a da aykırı­dır.(Rum 52;Fatır 22;Neml 80) Ayrıca Hz. Âişe bu rivâyeti âyetlere arz ederek tenkîd etmiştir. Rivâyet şöyledir:

İbn Ömer şöyle der: “Resûlullâh (s.a.v.) Bedir kuyularının başmda dikildi ve ölen müşriklere: ‘Rabbinizin size va’d ettiğini gerçek olarak buldunuz mu?’ dedi Sonra, ‘Onlar şu an benim ne dediğimi duyuyor­lar’ dedi. Bu durum Âişe (r.anha)’ya anlatılınca, o şöyle dedi: ‘Resûlul­lâh o sözüyle şunu söylemiştir: ‘Onlar, şu an onlara söylediğim şeyin gerçek olduğunu biliyorlar’. Sonra şu âyeti sonuna kadar okudu: ‘Sen ölülere işittiremezsin’ ”.(Buhari,Cenaiz,87;Meğazi 8-12)

Konuyla alakalı olarak şunları ifade etmek mümkündür:

1-Âyetlerde geçen “işittirmeme”, mecazî olarak Allâh’ın kalplerini mühürlediği kâfirlerle alakalıdır. Artık onlar hakkı işitemezler ve bun­dan faydalanamazlar. Bunun benzeri “Sen ancak âyetlerimize inanan­lara işittirebilirsin, onlar Müslüman olanlardır”(Rum 53) âyetinde geçmekte­dir. Buna göre işittirip işittirmeme, mecazîdir. Bu, Hz. Peygamber’in Bedir şehidlerine seslenişine aykırı değildir.

b-“Kabirdekilere işittiremezsin ” âyetine gelince, İbn Kesîr’in ifa­desiyle, ölüler -ki kâfirlerdir- hidâyet ve davetten faydalanamazlar de­mektir. Kabirdekiler nasıl ki, hidâyetten faydalanamaz, kâfirler de ölü gibidir; onlar da hidâyetten istifade edemezler. “Kabirdekilere işittire­mezsin” demek (kalpleri) ölenlere işittiremezsin, demektir.

İbn Receb’e göre bazen işitmek mutlak kullanılır ve bununla sözü idrâk edip anlamak bazen de bununla o sözden faydalanmak ve ona ica­bet etmek kastedilir. Bu âyetlerle anlatılan, birinci kastın değil de İkinci­nin olmayacağıdır. Zira bunlar hidâyete ve îmâna çağrıldığında hidâyet ve îmâna icabet etmeyecek olan kâfirlere hitap siyakındadır. Nitekim Allâh “Onların kalpleri var, onunla idrâk etmezler; gözleri var onunla görmezler...” buyurur. Bu âyetler, onların görmediğini ve işitmediğini bildiriyor. Zira bir şey faydası ve semeresi olmadığında bazen yok ka­bul edilir. “Ölülerin işitmesi” de bu kabildendir.

c-Bu konuda tarihte üç görüş oluştuğu söylenebilir. Şöyle ki:

1-Aslolan ölülerin işitmesidir. Kabirlerdeki ölülerin işittiği sahîh delillerle sabit olmuştur. Şankıtî’nin görüşüdür. Kadı Iyâz, ha­dîslerde beyan edilen işitmenin umumî olduğunu (Bedir’de öl­dürülenlere has olmadığını) söylemiştir. Nevevî de, “Kabirlere selâm vermeyi bildiren hadîsler, bunu iktiza etmektedir. Zahir ve muhtar olan kavil de budur” demektedir.(Sahih-i Müslim Tercüme ve Şerhi,XI,292)

2-Ölüler, genel olarak işitirler. Ama her halde, her zaman işitmez­ler. Ehl-i Kalîb ve benzeri hadîslerin gösterdiği gerçek budur. Bu, İbn Teymiyye’nin görüşüdür.

3-Aslolan, ölülerin işitmemesidir. Ehl-i Kalîb ve benzeri hadîsler, bu aslın istisnasıdır. Bu da umumun tahsîsi kabilndendir. Bu örneklerin dışında ölüler işitmezler. Bu görüşü Katâde, Ebu  Ya’lâ, Mâzirî, İbn Atiyye, İbnu’l-Cevzî, Kurtubî, Şevkânî, Alûsî, Elbânî tercih etmiştir. Tercihe şayan görüşün bu olduğunu söylemek mümkündür. Ölülerin işitmesinde aslolan, işitmemeleridir. Ancak, nasla sabit olan deliller kuvvetli olduğundan, sadece onlarda geçen hususlar kabul edilmelidir.

Hz. Âişe’den ölülerin işitemeyeceğine dair nakledilen habere gelince; ulemâ, bunun cumhûra muhalefet olduğu kanaatindedir. İbn Teymiyye’ye göre hadîs ulemâsı -Bedir’e şahid olmasalar bile- Enes ve İbn  Ömer’den nakledilen hadîslerin sahîh olduğunda ittifak etmiştir. Enes,  bunu Ebû Talha’dan rivâyet etmiştir. Ebû Talha da Bedir’e katılmıştır. İbn Hacer de cumhûrun Hz. Âişe’ye muhalefet ettiğini, çünkü İbn Ömer’e muvafakat eden başka hadîslerin olduğunu belirtir. Ebû Talha f rivâyeti, İbn Ömer’i teyid eder.

Süheylî, er-Ravzu’l-unf adlı eserinde şöyle demektedir: “Hz. Âi-şe orada bulunmamıştı. Başkaları ise orada bulundukları için Hz. Peygamber’in lafzını daha iyi bellemişlerdir. Nitekim onlar ona ‘Ey Allâh’ın Resûlü! Kokuşmuş bir cesed topluluğuna mı sesleniyorsun?’ de­yince, o (s.a.v.), ‘Siz benim dediklerimi onlardan daha iyi işitemezsiniz’ buyurdu.”

Hz. Âişe’nin âyetle istidlâline de genel olarak iki şekilde cevap ve­rilmiştir:

a-Bu âyet, sadece kâfirlerin îmâna daveti hakkında inmiştir.

b-Bu âyet, onlara duyuranın Hz. Peygamber olduğunu nefyetmiştir. Duyuran, sadece Allâh’tır. Bu demektir ki, Allâh dilerse on­lara duyurabilir. Dolayısıyla Allâh Teâlâ’nın “Sen ölülere işittiremezsin” âyeti, Nebî (s.a.v.)’in “Onlar şu anda işitiyorlar” ha­dîsine zıt değildir. Zîrâ işittirmek, işittirenden sesi kulağa ulaş­tırmaktır. O zaman, Nebî (s.a.v.)’in sesini onlara ulaştırmakla onlara işittiren Allâh’tır; Hz. Peygamber değildir. Böylece âyet' le hadîs arasını barıştırmak hâsıl olmuştur.

Çeşitli istidlallerle Hz. Âişe’nin fikrinden döndüğünü iddia edenler de olmuştur.

----------------

Yavuz Köktaş,Kurana Aykırı Görülen Hadisler
Devamını Oku »