Hz.Adem ve Hz.Musa'nın Tartışması Kuran'a Aykırı mı ?

Hz.Adem ve Hz.Musa'nın Tartışması Kuran'a Aykırı mı ?

Muttefekun aleyh olan bir rivâyete göre “Hz. Âdem ve Mûsâ münakaşa ettiler. Mûsâ, Âdem’e: ‘İşlediğin günahla insanları cen­netten çıkaran ve onları şekavete (bedbahtlığa) atan sensin değil mi!’ dedi. Âdem de Mûsâ’ya: ‘Sen, Allâh’ın risâlet vermek sûretiyle seçti­ği ve hususi kelâmına mazhar kıldığı kimse ol da, daha yaratılmamdan önce Allâh’ın bana yazdığı bir işten dolayı beni ayıplamaya kalk (bu olacak şey değil)!’ diye cevap verdi.” Resûlullâh devamla dedi ki: “Hz. Âdem, Mûsâ’yı ilzam etti! (hacce Âdem Mûsâ=Âdem Mûsâ’ya hüccet ile gâlib geldi)”(Buhari,Kader 11,Enbiya 31,Tefsir Taha 1-3,Tevhid 37;Müslim,Kader 13;Muvatta,Kader 1;Ebu Davud,Sünnet 17;Tirmizi,Kader 2)



Bu hadîsin kader tartışmasıyla ilgili olduğu açıktır. Şunu belirte­lim ki, zahiri ilk bakışta müşkil bir durum arz etmektedir. Çünkü Hz. Âdem, işlediği günahı kadere havale etmektedir. Bu yüzden olacak ki, günümüzde bu hadîsi çeşitli açılardan tenkîd edenler vardır. Buna göre, hadîs buram buram isrâiliyât kokmakta olup bazı noktalardan Kur’ân’a aykırıdır. Mesela;



1-Kur’ân’a göre her şeyi bilen Allâh’tır. Hadîse göre, Hz. Mûsâ her şeyi biliyor.



2-Kur’ân’a göre, Âdem’i şeytan saptırdı. Hadîse göre, Âdem, in­sanları saptırdı.



3-Kur’ân’a göre, Âdem, Rabbine asi oldu. Kınıyor. Hadîs ise kınanamayacağını söylüyor.



4-Kur’ân’da Âdem, “Biz nefsimize zulmettik” diyor. Mûsâ ise Allâhın takdir ettiği kaza bu, demiyor. Şeytan ise tevbe edememe­sinin sebebi olarak, “beni sen saptırdın” diyor. Âyet, onların ne­fislerinin kurbanı olduğunu söylüyor; “zulmettik” diyorlar. Ri-vâyet ise Âdem’in kader kurbanı olduğunu söylüyor.



5-Kur’ân Âdem’in günahından mes’ul olduğunu, ardından tevbe ettiğini söylüyor. Bu rivâyet Âdem’in günahına mecbur olduğu­nu söylüyor.



6-Kur’ân’a göre sorumlu olan Âdem’dir. Rivâyete göre ise Âdem “Beni saptırdın” diyerek sorumluluğu Allâh’a atan şeytanı ha­tırlatıyor.



7-Kur’ân’a göre, Allâh, Âdem’den geçmişte söz almış, ama onu azimli bulmamıştır. Rivâyete göre Âdem in İlâhî talimata rağ­men, yasak ağaçtan yemesi kaderdir. Bu, şu manaya gelir: Al­lâh, önce bir şeye yaklaşmayın diye yasak koymuş, ardından da onu kader kılmıştır. Bu, Allâh’a iftira değil de nedir?



8-Kur’ân, “herkes yaptığının rehinidir” diyor. Rivâyet ise “Âdem yaratılmadan önce takdir edilen şeyi yapmıştır, o zaman kına­namaz” diyor. O zaman şeytan da kınanamaz. Şeytan da kendi rolünü oynamıştır.





Bu tenkîdlerin özeti şudur: Herkes yaptığından sorumludur. İşle­nen günahı hiç kimse kadere yükleyemez. Ancak hadîs, işlenen güna­hı kadere yüklemekte, işlediği günahından dolayı Hz. Âdem’i sorumlu tutmamaktadır. Durum böyle ise şeytanın itirazları da yerinde olmakta­dır. Şeytanlaşmış insanların da işledikleri günahları kader yüzündendir.

Hadîs, sahîhdir. Bir  kere, şu konuda icmâ olduğunu bilmek gerekir:Kişi yaptığı işlerden sorumludur. Hiçbir şekilde günahını kadere yükleyemez.Günahını ve de inkarlarını kadere yükleyenler müşriklerdir. Mü’min, günahını itiraf eder ve Allâh’tan af diler. Bütün bunlar, Hz. Adem de, Hz. Mûsâ da bilmektedir. O halde, bu hadîste ne kast tedilmektedir?

Şimdi rivâyeti tahlil etmeye çalışalım:



1-Bu rivâyette geçen münakaşa olayının zamanı ve yeri konusunda farklı değelendirmeler ileri sürülmüştür: Bazı âlimlere göre, âhirette cereyan edecektir. Bazı âlimler ise, dünyada ve Hz. Mûsâ (a.s.) devrinde cereyan ettiğini, Cenab-ı Hak, Hz. Mûsâ (a.s.)’ın Âdem (a.s.)’ı gör- me talebi üzerine, onu dirilterek karşılaştırmış olabileceğini söylemiştir.

Bazı âlimler de, bu iki peygamberin berzah aleminde karşılaşmış olabileceklerini söylemiştir. Bu durumda, Hz. Mûsâ (a.s.)’ın vefatından sonra ruhları semâda karşılaşmış olmalıdır.

İbnu’l-Cevzî, bunun bir darb-ı mesel olabileceği ihtimali üzerinde de  durmuştur. Bu durumda mâna şudur: “Eğer onlar karşılaşsalardı, aralarında böyle bir tartışma geçecekti. Bu temsilde Hz. Mûsâ (a.s.)’ın isminin R geçmesi, ağır tekliflerle gönderilen ilk peygamber olması sebebiyledir.”



2-Hz. Âdem (a.s.)’in kaderinin yaratılmazdan önce yazıldığı konusuna gelince; bir başka rivâyette “40 yıl önce” ifadesi vardır. İbnu’t-Tîn: “40 yıldan maksat, âyet-i kerîmede geçen ‘Ben yeryüzünde bir halîfe ya­ratacağım.’ (Bakara, 30) ifadesi ile Hz. Âdem (a.s.)’e ruhun üflenmesi  arasında geçen müddettir.” der. Bazıları: “Bu müddetin başlangıcı, levhalara yazılma zamanıdır. Sonu da Hz. Âdem’in yaratılma zamanıdır." demiştir. İbnu’l-Cevzî, şöyle der: “Allâh’ın kadîm olan ilmi, ma’lumâtm tamamım mahlûkâtm hiçbiri yaratılmazdan önce kuşatmış idi. Ancak, bunları farklı zamanlarda yazdı. Nitekim, Sahîh-i Müslim’de gelmiştir ki: ‘Allâh; miktarları, yeri ve gökleri yaratmazdan elli bin yıl önce takdir etmiştir.’ Öyleyse, bilhassa Hz. Âdem (a.s.)’in kıssasının, yaratılışından kırk yıl önce yazılmış olması câizdir. Bu miktar, ona ruh üflenmezden önce toprak olarak bekleme müddeti de olabilir; bu da câizdir. Nite­kim, yine Sahîh-i Müslim’de geldiğine göre, Hz. Âdem (a.s.)’in toprak halinde şekillenmesi ile ona ruhun üflenmesine kadar kırk yıl müddet geçmiştir. Bu hal, bir küll olarak miktarların semâvât ve arzın yaratılı­şından elli bin yıl önce yazılmış olmasına aykırı olmaz.”

Mâzirî de şunu söyler: “Bundan murad, Allâh’ın bunu, Hz. Adem (a.s.)’in yaratılışından kırk yıl önce yazmış olmasıdır. Fakat bundan şunun kastedilmiş olması muhtemeldir; Allâh bunu meleklere açıkladı ve­ya bu tarihi izafe ettiği bir fiilde bulundu. Aksi takdirde Allâh’ın meşîeti ve takdiri, kadîmdir.”

En doğrusu da şudur: Hz. Âdem (a.s.)’in “Allâh bunu, beni yarat­mazdan önce bana takdir buyurdu.” şeklindeki sözü ile “Tevrat’ta bu­nu yazdı.” demeyi kastetmiş olmasıdır. Çünkü bir başka rivâyette şöy­le gelmiştir: “Hz. Âdem, Mûsâ’ya sordu: “O yaptığın işin üzerime ya­zılması işinin, Tevrat’ta, yaratılmamdan kaç yıl önce vuku bulduğunu gördün?” Hz. Mûsâ: “Kırk yıl!” diye cevap verdi.”

Nevevî şöyle der: “Onun takdirinden murad, Levh-i Mahfûz’a ve­ya Tevrat’a veya Elvâh’a yazılmasıdır. Kaderin kendisinin kastedilme- si, câiz değildir. Çünkü o, ezelîdir. Hak Teâlâ Hazretleri, gelecek ha­diseleri ezelden beri bilir. Onun ilmi, sonradan oluşmaz.”[İ.Canan,Kütübü Sitte,(Akçağ yay.)XIV,29-31]



3-Hadîste geçen “Allâh’ın bana yazdığı bir işten dolayı beni ayıpla­ma!” ifadesi, kişinin iradesini yok saymak değildir. İradeyle ve bilinçli olarak yapılan işler ile diğerlerini ayrı tutmak gerekir. Bu konuyu bir­kaç noktadan incelemek gerekir:

a-İnsanın aklını meşgul eden ve zihnini yoran hadiselerden biri­si de, Hz. Âdem (a.s.)’in cennetten çıkarılışı, dünyaya gönderi­lişi ve bu hadiseye de şeytanın sebep oluşudur. Bazı kimselerin aklına şöyle bir soru gelmektedir: “Eğer şeytan olmasaydı, Hz. Âdem (a.s.) cennette kalacak ve biz de orada mı bulunacaktık?”

Bu konunun izahında, Cenab-ı Hakk’ın, Hz. Âdem’i (a.s.) yarat­mazdan önce meleklerle olan konuşmasına dikkat edelim. Bakara Sûresi’nde şöyle anlatılmaktadır:

“Hani, Rabbin, meleklere, ben yeryüzünde bir halîfe yaratacağım, dedi. Onlar, Bizler hamdinle sana teşbih ve seni takdis edip dururken, yeryüzünde fesat çıkaracak, orada kan dökecek insanı mı halîfe kılıyor­sun, dediler. Allâh da onlara, sizin bilemeyeceğinizi herhalde ben bili­rim, dedi.” (Bakara, 30)

Âyet-i kerîmenin mealinde de görüldüğü gibi, Cenab-ı Hak, daha Hz. Âdem (a.s.) i yaratmadan önce insan nev’ini yeryüzünde var edeceğini haber vermektedir. Yani insanların cennette değil de, dünyada yaşayacaklarını bildirmektedir. Şeytanın Hz. Âdem (a.s.)’i aldatması,insanın dünyaya gönderilmesine sadece bir sebep olmuştur.

Diğer taraftan, meleklerden farklı olarak, insana nefs ve şehevî hisler verilmiştir. Bu hislerin akislerinin görülmesi için insanların dünyaya gönderilmesi, onlara bazı sorumlulukların verilmesi ve bir imtihana tabi tutulması gerekliydi. Ta ki, insan bu imtihan ve tecrübe sonunda ya cennete layık bir kıymet alsın, yahut cehenneme ehil olacak i bir vaziyete girsin. Bu açıdan, Hz. Âdem’in dünyaya gönderilmesi, Allâh’ın takdiriyledir.

b-İslâm âlimleri Hz. Âdem (a.s.)’ın yasak ağaçtan uzak durması yönündeki İlâhî emre uymamasının Allâh a bir isyan ve büyük fi günah sayılıp sayılmayacağı konusunu tartışmışlardır. Bu tartışma, daha çok Tâhâ Sûresi’nin 115 ve 121. âyetlerinin üslûbundan kaynaklanmaktadır. Bu sûrenin 121. âyetinde Hz. Âdem g ve Hz. Havvâ’nın şeytana aldanarak yasak ağacın meyvesinden yedikleri belirtildikten sonra. "... Böylece Âdem, Rabbine âsi olup yolunu şaşırdı.” denilmektedir. Bu âyetteki “asâ” faili Zemahşerî’ye göre, Hz. Âdem’in büyük günah işlediği anlamına gelmez; o, küçük günah, başka bir tâbirle zelle işlemiştir. Bunun “âsi oldu” fiili ile ifadde edilmesi, insanlar için bir uyarı maksadı taşımakta, bir bakıma onlar: “Sakın, büyük günah  şöyle ursun, önemsiz hataları bile küçümsemeyiniz!” şeklinde uyarılmaktadır.

Kur’ân-ı Kerîm’de geçen âyetleri daha iyi anlamak için önce o âyetle ilgili diğer âyetlere bakmak ve ona göre değerlendirmek gerekir. Nitekim konunun açıklandığı bir başka âyette Hz. Adem (a.s.)’ın bunu bilerek değil, unutarak yaptığı açıkça ifade edilir. (Taha, 115) Âlim­ler, Tâhâ Sûresi’nin 115. âyetinde geçen, “And olsun ki biz daha ön­ce Adem’e emir vermiştik; ancak, o unuttu ve biz onu azimli bulmadık.” mealindeki ifadeyi göz önüne alarak, Âdem’in yasaklanmış ağaca günah işleme azmi olmaksızın dalgınlıkla yaklaştığım belirtmişlerdir. Nitekim Hasan el-Basrî “Vallahi, o unuttuğu için âsi oldu.” demiştir.

Ayrıca Islâm âlimlerinin kanaatine göre, bu olay Âdem cennette iken, yani peygamber olmadan önce cereyan etmiştir. O zaman ne ümmet ne de cemaat vardı. Âdem’in kasıtsız olarak işlediği bu hata, töv­be etmesi üzerine Allâh tarafından bağışlanmış, yeryüzüne indikten bir müddet sonra da kendisine peygamberlik verilmiş, böylelikle o; ilk in­san, ilk baba ve ilk peygamber olmuştur.

“Derken şeytan, onlardan gizli bırakılmış o çirkin yerlerini (avret mahallerini) kendilerine açıklayıp göstermek için ikisine de vesvese ver­di ve ‘Rabbiniz size bu ağacı başka bir şey için değil; ancak iki melek olacağınız, yahut ölümden kurtulup ebedî olarak kalıcılardan buluna­cağınız için yasak etti.’ dedi. Bir de onlara, ‘Ben sizin iyiliğinizi isteyen­lerdenim.’ diye yemin etti. İşte bu şekilde, ikisini de aldatarak o ağaç­tan yemeye tevessül ettirdi. Ağacın meyvesini tattıkları anda ise, o çir­kin yerleri kendilerine açılıverdi ve üzerlerine Cennet yaprağından üst üste yamayıp örtmeye başladılar. Rableri de (Ben size bu ağacı yasak etmedim mi? Şeytan size apaçık bir düşmandır, demedim mi?’ diye ni­da etti.” (A’râf, 20-22)

Bundan sonra Âdem, Rabbinden (vahiy yoluyla) kelimeler belleyip aldı ve şöyle diyerek Allâh’a yalvardılar: ‘Ey Rabbimiz kendimize yazık ettik. Eğer bizi bağışlamaz ve bizi esirgemezsen herhalde en büyük za­rara uğrayanlardan olacağız.’ dediler.” (A’râf, 7/23)

“Sonra Rabbi onu seçti (peygamber yaptı) da tövbesini kabul bu­yurdu ve ona doğru yolu gösterdi....” (Tâha, 122-123)

Aslında Hz. Âdem (a.s.) ve eşinin şeytanın iğvâsma kapılmaları, piş­manlık duymaları ve tövbe etmeleri, tövbelerinin kabul edilmesi, cen­netten çıkarılmaları gibi hadiseler, onların soyunun dünya hayatına ait macerasının bir hulâsası gibidir. Bu ilk hata ve daha sonraki gelişmele­rin, yeryüzünde insanlar da harâmlara yaklaştıktan sonra ataları Âdem gibi samimiyetle tövbe ederlerse tövbelerinin kabul edilebileceğini, gü­nah karşısında insan için bir tövbe ve af müessesesinin daima işleyece­ğini, insanın böylelikle kemâle ereceğini gösterdiği düşünülebilir. Bu­na göre Hz. Âdem (a.s.) unutarak meyveyi yediği için kader’in ızdırarî kısmına girebilir. Bundan dolayı sorumlu olmaz.



c-Kaderi ikiye ayırabiliriz; Izdırarî kader ve ihtiyarî kader, “izdirarî kader”de bizim hiçbir tesirimiz yoktur. O, tamamen irademiz dışında yazılmıştır. Dünyaya geleceğimiz yer, annemiz, ba­bamız, şeklimiz, kabiliyetlerimiz, ızdırarî kaderimizin konusu.Bunlara kendimiz karar veremeyiz. Bu nevi kaderimizden dolayı mesuliyetimiz de yok.

İkinci kısım kader ise, irademize bağlıdır. Biz neye karar verecek sek ve ne yapacaksak, Allâh ezelî ilmiyle bilmiş, öyle takdir etmiştir Mesela siz evleneceğiniz bir aday tipi belirliyorsunuz ve arıyorsunuz Allâh da sizin istediğiniz vasıflara sahip birkaç kişiyi önünüze çıkarıyor. Siz de bunlardan birini iradenizle beğenip kabul ediyorsunuz. Allâh’ın alacağınız eşin kim olduğunu ezelde bilmesi kader, fakat sizin iradenizle seçmeniz cüz’i irade dediğimiz insanın mesuliyet sınırlarıdır.(1)

Burada işin esası, Hz. Peygamber’in “Hz. Âdem Hz. Mûsâ’ya hüc­cet ile gâlip geldi” derken neyi kastettiğidir. Hz. Adem, masiyet ve günahına kaderle mi hüccet getirdi? Kaderi ileri sürerek mi masiyet ve günahını mazur göstermeye çalıştı? Böyle kabul edilmesi halinde Kur’ân’a aykırı olacağı açıktır. Ancak burada bir kaç ihtimalden bah­setmek mümkündür:
1-Evet, günaha karşı kaderi ileri sürmek, kadere dayanmak câiz değildir. Ama musibetlere karşı, başa bir musibet geldiğinde ka­dere dayanmak, kaderi hüccet getirmek câizdir. İnsan fakir ola­bilir, hastalanabilir, bir yakını ölebilir, ürünü telef olabilir, malı zayi olabilir, hataen birini öldürebilir. Bu gibi durumlarda ka­dere dayanmak, kadere sarılmak câizdir. Zira bu, bir Rab ola­rak Allâh’tan razı olmaktır. Allâh’ın takdirine rıza göstermek­tir. Nitekim hadîste bu durum geçer: “Başına bir musibet geldi­ğinde ‘şöyle şöyle yapsaydım’ deme! Fakat ‘bu, Allâh’ın kaderi­dir. Allâh dilediğini yapar de!”.(Müslim,Kader 34) Bir örnek verelim: Arabasını hız sınırını aşarak veya yanlış kullanan biri bir kazaya sebebiyet verse, ardından “bu kaderdir” deyip kaderi ileri sürse, câiz de­ğildir. Ama kendi halinde seyreden birine bir başka araba gelip çarpsa, arabasına çarpılan, “bu kaderdir” deyip Allâh’a sığınsa, bu câizdir.

Bunu hadîse uyguladığımızda şöyle bir tablo ortaya çıkar: Bir kere, Hz. Mûsâ, günahından dolayı Hz. Âdem’i kınamamıştır.

Zira onun Allâh’a tevbe ettiğini, Allah’ın onun tevbesini kabul ettiğini bilmektedir. Hz. Mûsâ Âdem’i günahından dolayı kınasaydı, Âdem ona şöyle cevap verirdi: “Ben günah işledim, tevbe ettim. Allâh da tevbemi kabul etti”. Ardından da Hz. Mûsâ’ya şöyle derdi: “Sen de birini öldürdün, levhaları yere attın!”. An­cak böyle konuşma olmamıştır. O halde, Hz. Mûsâ, onun gü­nahını değil, başına gelen musibeti delîl olarak getirmiştir. Hz. Âdem’in başına gelen musibet, onun cennetten çıkmasıdır. Gü­nah ise, yasak meyveden yemesidir. Dikkat edilirse, Hz. Mûsâ, yasak meyve meselesini değil, cennetten çıkmasını gündeme ge­tirmektedir. Zira Hz. Âdem’in başına gelen bir musibettir. Hz. Âdem’in böyle bir soruya cevabı kaderle olmuştur. Yani kader­le delîl getirmiş, kaderi ileri sürmüştür. Bir anlamda “cennetten çıkmam, başıma gelen bir sonuçtur, musibettir, Allâh’ın benim­le ilgili bir takdiridir, ona razıyım” demek istemiştir.



2-Bu hadîsi tevbe ettikten sonra günaha karşı kaderi ileri sürmenin caiz olduğuna delîl olarak ileri sürenler de vardır. Buna göre or­tada bir günah işlenmiştir. İşlenen bu günah için kader öne sürülmemektir. Kişi günahı kendinden bilmektedir. Bu arada tev­be etmiştir. Günahıyla ilgili bir tartışma söz konusu olduğunda tevbe ettiği için o günahı da kaderinden bilmesinin tabir-i caiz­se “Demek ki, böyle bir şey yaşayacaktık” demesinin mahzuru yoktur. Hz. Mûsâ’nın, işlediği günahtan dolayı Hz. Âdem’i kı­nadığını varsayarsak, Hz. Âdem’in “Evet, günah işledim, tev­be ettim, demek ki, bütün bunları yaşayacaktık, Allâh’m tak­diri böyleymiş, bunun için mi beni kınıyorsun?” demesi müm­kündür.



3-Bir kere bu hadîs, bizlere kadere ait sırlı bir meseleyi anlatıyor. Her şeyin kitâbeti, daha o şeyler olmadan önce yapılmıştır. Di­ğer taraftan hadîs Hz. Âdem’in söyledikleriyle, Hz. Mûsâ’nın söylediklerinin bir mukayesesini yapıyor ve ardından da Hz. Âdem’in galebesine işaret ediyor.



Efendimiz, “Âdem, Mûsâ’ya galebe çaldı” derken Hz. Mûsâ’nın dü­şüncesinin yanlış olduğunu söylemiş olmuyor. Belki Hz. Âdem’in görüşünün daha şümullü olduğuna dikkati çekiyor. Kaderde iki yön vardır. Birincisi, herşeyin Cenâb-ı Hakk tarafından bilinip tesbit edildiği tayin ve takdirlerinin yapıldığı yöndür ki bu, kaderin Cenâb-ı Hakk’a bakan yönüdür. İkincisi ise insan iradesini ilgilendiren yöndür.

İşte Hz. Mûsâ, Hz. Âdem’in cennetten çıkarılması hâdisesini, kaderin sadece insan iradesini ilgilendiren yönünü esas alarak değerlendirmiş ve söylediklerini bu açıdan söylemişti. Halbuki Hz. Âdem mesele, ye hem Cenâb-ı Hakk’ın tesbit ve takdiri açısından hem de kulun İradesi açısından bakmış ve bir yönüyle makam-ı cem’e göre konuşmuştu. Meseleye böyle bakması sebebiyle de bu mevzuda Hz. Âdem, Hz. Mûsâ’ya üstün gelmişti. İnsan iradesi, harici vücudu olmamasına rağmen, Cenâb-ı Hakk’m yaratmasına bir şart olması dolayısıyla işlenen hatalara mercidir. “Satıcı isabet edetı bütün hayırlar Allâh tan; bütün şerler ise senin nefsindendir” (Nisâ, 79) ayeti bize bu ölçüyü veriyor. Fakat meselenin diğer tarafında da “Meşîet-i İlâhî” vardır. İnsan, Al-lâh’ın dilediğinden başka hiçbir şey dileyemez. İşte, “Siz ancak Allâh’tn dilediğini dileyebilirsiniz” (İnsan, 30) âyeti de bize bu dersi vermekte­dir. Allâh öyle bir Hâkim-i Mutlak’tır ki, bütün iradeleri ters yüz eder ve kendi vereceği hükmü verir.

Sizin irade dediğiniz şey, bir kaşık sudan ibarettir ki, ancak um­mana katıldığı zaman neye yaradığı ortaya çıkar. Zâtında o bir hiçtir; ama Allâh (c.c.) cihanı bu hiç üzerine kurmuştur. O zaman da bu hiç olan irade, cihan kadar bir kıymet kazanmıştır. Kader meselesine böy­le ihatalı bakmak gerekir. Bu bakış cem’ makamım temsil eden bir ba­kış keyfiyetidir.

Şu âyetler bu da’vayı aydınlatır mahiyettedir: “Hayır, şüphesiz bu Kur'ân, bir öğüttür. Dileyen kimse öğüt alır. Allâh dilemeksizin öğüt alamazlar. O, kendisinden korkulmaya daha layıktır ve bağışlamaya da daha ehildir.” (Müddessir, 54-56).(2)

Son olarak hadîsle ilgili bazı lafızların üzerinde durmak istiyo­rum: Müslim, Ebû Hureyre’den rivâyet edilen bu hadîsin neredeyse tüm lafızlarını kaydetmiştir. Hz. Mûsâ’nın Hz. Âdem’i kınama cüm­leleri şöyledir:

1-“Ey Âdem, sen babamızsın, bizi hüsrana uğrattın, cennetten çı­kartan...”

2-“Sen insanları doğru yoldan saptıran ve insanları cennetten çı­karan Âdem’sin!..”

3-“Sen bizi cennetten çıkaran babamızsın...”

4-Sen, Allah'ın eliyle yarattığı, ruhundan üflediği, meleklere secde ettirdiği, sonra insanları hatanla yeryüzüne düşüren Âdem’sin!...”

5-Sen, hatanın cennetten çıkardığı Âdem’sin!..”



Bu lafızları iki şekilde anlamak mümkündür:
a-işlediğin hata sebebiyle hüsrana uğradık. Sen insanları doğ­ru yoldan çıkarmadın, işlediğin hata sebebiyle insanlar doğ­ru yoldan çıktı. Sen cennetten çıkmamıza sebep oldun.



b-Râvîler, lafızlarda tasarrufta bulunmuştur. Zira, hadîsin kay­nağı birdir. Bu lafız farklılıkları, lafızların manayla nakle­dildiğini ve tasarrufun ortaya çıktığını gösterir. Buna göre, esasen lafızda “sen bizi hüsrana uğrattın veya iğva ettin, ya­ni doğru yoldan saptırdın” gibi ifadeler yoktur. Söz konu­su olan lafız “Sen bizim cennetten çıkmamıza neden oldun” ifadesidir. Hatta şunu da demek mümkündür: Hadîs, “bi­zi” işe karıştırmadan sadece “hatanın seni cennetten çıkart­tığı Âdem’sin” şeklinde de anlaşılabilir. Yani, “bizi şöyle ve­ya böyle yapan...” ifadeleri, muhtemelen tasarruftur. Esas lafız, son maddede geçen ifadedir. Bu da Âdem’in başına ge­len musibeti sadece ona hasretmektedir. “Sen, hatanın seni cennetten çıkarttığı Âdem’sin”. O kadar. “Bizi çenetten çı­kartan veya hatan sebebiyle insanların yeryüzüne düştüğü Âdem’sin” değil.(3)


(1)-http.//www.sorularlaislamiyet.com/article/16871

(2)- )-http.//www.yeniümit.com.tr.(konusuz/detay/kitap-ve-sünnet-perspektifinde-kader-689#.UW5pf69rNjo.

(3-)-Yavuz Köktaş-Tüm Yönleriyle Akaid Hadisleri,syf;278-286

----------------

Yavuz Köktaş - Kurana Aykırı Görülen Hadisler
Devamını Oku »

Kadere İman Kuran'a Aykırı Mı ?

Kadere İman Kuran'a Aykırı Mı ?




Kaderle ilgili (aşağıda zikredeceğimiz) hadîslerin şu âyetlere aykırı olduğu ifade edilmektedir:
‘İnsan için ancak çalıştığı vardır!” Necm, 39.

“Allâh, kulları için zulüm dilemez” Mü’min, 21.

“De ki: Hak Rabbinizdendir. Artık dileyen inansın, dileyen inkâr etsin” Kehf, 29.

“Bir toplum kendi nefislerinde olanı değiştirmedikçe, Allâh, o toplumun durumunu değiştirmez’’ Rad, 11.

“Sizi o yarattı, kiminiz küfredendir, kiminiz îmân eden. Allâh, yaptıklarınızı görmektedir.” Teğâbün, 2.

“Biz, onu (insanı) yola hidâyet ettik. İster şükreder, ister küfreder.’’ İnsan, 3.

“Eğer Allâh dileseydi, onları bir hidâyet üzerinde toplardı.” En’âm, 35.

Ayrıca bu âyetlerin yanında bazı îmân esaslarının sayıldığı âyetlerde de kadere îmânın zikredilmediği iddia edilmektedir.

Bütün bu âyetlerde insanın sorumluluğu vurgulanmaktadır. Aslın­da kimsenin buna itirazı yoktur. Ancak, hadîsler sanki böyle düşünen­lere göre, insanın sorumluluğunu ortadan kaldırmakta, onları fiile icbar etmektedir. Konuya girmeden kısaca şunu belirtmekte fayda var­dır: Bu âyetler, insanların tercihler yapabileceğini, bu tercihlerinden de sorumlu olduğunu vurgulamaktadır. Fakat mesele, bu tercihleri yarata­nın kim olduğudur. Bu âyetlerden insanın tercihlerini kendinin yarat­tığı çıkmaz. Oysa aşağıda da göreceğimiz gibi Allâh, her şeyi bilir; ama bilmesi insanı icbar etmez; insanın iradesini kullanarak tercihler yap­masına izin verir, ama tercihleri sadece O yaratır.

Şimdi önce “kader” lafzının geçtiği “kadere îmân” ile ilgili bazı ha­dîsleri kaydedelim:

1-Meşhur Cibril hadîsi: Abdullah b. Ömer’in, babası Hz. Ömer’den naklettiği hadîs şöyiedir: “Bir gün Rasûlullah (s.a.s.)’in yanında bulun­duğumuz sırada âniden yanımıza, elbisesi bembeyaz, saçı simsiyah bir zat çıkageldi. Üzerinde yolculuk eseri görülmüyor, bizden de kendisi­ni kimse tanımıyordu. Doğru Peygamber (s.a.s.)’in yanına oturdu ve dizlerini onun dizlerine dayadı. Ellerini de uylukları üzerine koydu ve ‘Ya Muhammedi Bana İslâm’ın ne olduğunu söyle’ dedi. Rasûlullah (s.a.s.): ‘İslâm; Allâh’tan başka ilâh olmadığına, Muhammed’in de Al­lah’ın Rasûlü olduğuna şehadet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, ramazan orucunu tutman ve gücün yeterse Beyt i hac etmen­dir’ buyurdu. O zat: ‘Doğru söyledin’ dedi. Babam dedi ki: Biz buna hayret ettik. Zira hem soruyor, hem de tasdik ediyordu.

‘Bana îmândan haber ver’ dedi. Rasûlullah (s.a.s.): ‘Allâh’a, Allâh’ın meleklerine kitaplarına, peygamberlerine ve âhiret gününe inan­man, bir de kadere, hayrına şerrine inanmandır’ buyurdu. O zât yine:

‘Doğru söyledin’ dedi. Bu sefer:

‘Bana ihsandan haber ver’ dedi. Rasûlullah (s.a.s.):

‘Allâh’a O’nu görüyormuşsun gibi ibadet etmendir. Çünkü her ne kadar sen onu görmüyorsan da, o seni muhakkak görür’ buyurdu. O zat:

‘Bana kıyâmetten haber ver’ dedi. Rasûlullah (s.a.s.) ‘Bu meselede kendisine sorulan, sorandan daha çok bilgi sahibi değildir’ buyurdular.

‘O halde bana alâmetlerinden haber ver’ dedi. Peygamber (s.a.s.):

‘Cârıyenın kendi sahibesini doğurması ve yalın ayak, çıplak, yoksul koyun çobanlarının bina yapmakta birbirleriyle yarış ettiklerini görmendir buyurdu. Babam dedi ki:

Bundan sonra o zat gitti. Ben bir süre bekledim. Sonunda Allah Rasulü bana: 'Ya Ömer! O soru soran zatın kim olduğunu biliyor sun?’ dedi. ‘Allâh ve Rasûlü bilir’ dedim.

‘O Cibril’di. Size dîninizi öğretmeye gelmişti’ buyurdular.”(Müslim,İman,1)

Burada kısaca Cibril hadîsi üzerinde durmakta fayda vardır. Tespitlere göre, Cibril hadîsi şu sahâbîler tarafından nakledilmiştir:

İbn Ömer-Hz. Ömer-İbn Ömer-Ebû Hureyre-Ebû Zerr -Ebû Hureyre- Enes b. Mâlik- İbn Mes’ûd- İbn Abbâs -Ebû Âmir Cerir b. Abdillah- Umeyr b. Katâde.

Cibril hadîsiyle ilgili ulemâ tarafından sıhhati konusunda en ufak bir şüphe duyulmamıştır. Bu hadîsin geneli itibariyle sahîh ve meş­hur oldulememiz mümkündür. Bununla birlikte zayıf ve illet­li tarîkleri de vardır. Ancak bu zaaflar şiddetli değildir.ğunu söy

Kettanî gibi hadîsin mütevâtir olduğunu söyleyenler vardır. Fakat sened ve metin itibariyle tevâtürden bahsetmek mümkün gözükmemek­tedir. Bununla birlikte, rivâyet farklılıkları ve kullanılan değişik lafızlar bir kenara bırakılırsa, Cibril’in insan sûretine girerek Hz. Peygamber’e îmân, İslâm, ihsan ve kıyâmet zamanı gibi konularda soru sorma­sı, rivayetlerin bütününün üzerinde duruduğu bir konu olması hasebiy­le manevî mütevâtir olarak kabul edilmelidir.

Cibrîl hadîsinin belki de ihtiva ettiği konulardan en önemlisi, kade­re îmân meselesidir. Bu konu, hadîsin bütün tarîkleri göz önünde bulun­durulduğunda çok büyük bir kısmında yer almaktadır. Kader konusunu içermeyen rivâyetler, genelde Ebû Hureyre’den nakledilmiştir. An­cak hepsi böyle değildir. Ebû Hureyre-Ebû Zerr kanalıyla gelen tarîk­lerde kader konusu mevcuttur. Yine Ebû Hureyre’den nakledilen Uma- re b. Ka’ka’a rivâyetinde de kadere îmân bulunur. Kadere îmânı içer­meyen tarîklerin kadere îmânı içeren tarîklere göre eksik olduğu söy­lenebilir. Cibril hadisinin aslında kadere îmân konusu bulunmaktadır.(1)

Şu kadarı ifade edilmelidir ki, belki Cibrîl hadîsine dayanarak ka­der konusunun manevî mütevâtir derecesine ulaştığını söylemek zor­dur. Fakat kader konusundaki farklı lafızlarla farklı sahâbîlerden rivâ- yet edilen bütün hadîsler topluca değerlendirildiğinde rahatlıkla ma­nevî mütevâtir seviyesine çıktıklarını söylemek mümkündür. Kaldı ki, bu hadîslerin manasını Kur’ân da açık bir şekilde desteklemektedir.

Sıhhati üzerinde ittifak olan Cibrîl hadîsiyle ilgili, ne var ki, özel­likle son zamanlarda Cibrîl hadîsinin sıhhati üzerine bugüne kadar bi­linenlerin aksi istikametinde bazı tereddütlü yorumlara da rastlamak mümkün hale gelmiştir. Hüseyin Atay, bu konuda gel-gitler yaşamış, kadere îmân yerine altıncı şart olarak “Allâh’ın inâyetine inanmayı sa­lık vermiştir! Süleyman Ateş, bir okurunun Cibrîl hadîsi hakkındaki so­rusuna “Bu hadîs, çok sağlam denilen kaynaklarda var; ama bana göre, uydurmanın ince ayarlısıdır. Kadere, hayır ve şerrin Allâh’tan olduğu­na inanmak Peygamber döneminin konuları değildir. Kur ân da inanç esaslarını belirten âyette kader konusu yoktur... Gerçi Kur ân da Al-lâh’ın, olacak her şeyi önceden yazdığına dair ayetler vardır ama bu husus, îmân esasları arasında sayılmamıştır. Kadere iman sorunu, ikin­ci, üçüncü asırlarda çıkan mezhep ve kelâm tartışmalarının ürünüdür. İşte bu adamlar düşüncelerini, Peygamber diliyle onaylatmak istemiş­lerdir. Çok kurnazlık yapılmıştır.” şeklinde, İlmî olmayan bir değerlen­dirmede bulunmuştur.

Hayri Kırbaşoğlu, bir eserinde söz konusu hadîsi ızdıraba örnek olarak göstermiş; geniş Müslüman kitleler nazarında en tartışmasız ve üzerinde tamamen ittifak edilmiş bu hadîsin metinlerinde hiçbir ihtilafın bulunmadığı kanaatinin yaygın olduğunu, gerçekte ise çeşitli rivâyetleri arasında ciddi problemler bulunduğunu -kaderin zikredildiği ve edilmediği rivayetleri örnek göstermek süretiyle- ifade etmiştir.(2)

Sonuç olarak yukarıdaki değerlendirme dikkate alındığında kade­re îmân konusunun îmân esaslarından olmadığını söyleyenlerin iddi- alarmın kıymeti haiz bir tarafı bulunmamaktadır. Hadîsin bazı tarîklerinde kadere îmân bahsinin bulunmadığı doğrudur. Ancak bu problem değildir. Hadîsin çoğu tarîkinde bu ifade vardır. Kırbaşoğlu’nun ızdırab iddiası delilsizdir. O, ızdırabı da gelişigüzel ve usulden bağımsız olarak kullanmaktadır. Hadîslerde en ufak ihtilaf veya farklılık gör­düğünde ızdırab damgası vurabilmektedir. Mi’râc hadîslerini de böyle değerlendirmiştir. Oysa rivâyetleri uzlaştırma veya rivâyetler arasında tercih imkânı bulunmaktadır. Buna göre, kadere îmân ifadesi, hadîsler­de sabittir. Ayrıca, Cibrîl hadîsi vesilesiyle kadere îmânın îmân esasla­rında bulunmadığını söyleyenler, diğer hadîs ve âyetlere bakmamakta­dır. Bilindiği gibi, hadîslerde oldukça fazla, Kur’ân’da ise yeteri kadar, kadere îmân vurgulanmaktadır.

2-Câbir b. Abdullah’dan rivâyet edildiğine göre Resûlullâh (s.a.v.) şöyle dedi: “Bir kul, kadere, hayır ve şerrin Allâh’tan olduğuna, başına geleceği takdir edilen şeyin mutlaka geleceğine ve gelmeyeceği takdir edilen şeyin de kesinlikle gelmeyeceğine inanmadıkça mü’min olmaz.”(Tirmizi,Kader,10)

3-Diğer rivâyet: “Kişi şu dört şeye îmân etmedikçe mü’min olamaz;Allâh’tan başka hiçbir ilah ve otoritenin olmadığına,Benim Allâh’ın Resûlü olduğuma ve beni hak ile gönderdiğine,Ölüme ve ölümden sonraki dirilmeye,Kadere.”(Tirmizi,Kader,10)

4-İbn Deylemî’den rivâyet edilmiştir: Ubeyy b. Kâ’b’in yanma var­mıştım. Kendisine: “İçimde kaderle ilgili bazı şüpheler belirdi. Bana bu mevzuda birşeyler anlat. Umulur ki Allah bu sayede kalbimden bu şüp­heyi giderir” dedim.

“Eğer Allâh, göklerinde ve yerlerinde bulunan halka azab etseydi, onlara zulmetmiş sayılmazdı. Eğer onlara rahmetle muamele etseydi, bu, (onlar için) amellerinin karşılığından daha hayırlı olurdu. Eğer sen Allâh yolunda Uhud (dağı) kadar altın harcasan, kadere îmân etmedik­çe (kaderde) sana isabet eden şeyin sana (mutlaka) erişeceğini, (kader­de) sana isabet etmeyen şeyin de sana erişemeyeceğini bilmedikçe, Al­lâh bunu senden kabul etmez. Eğer bundan başka bir inanç üzerinde Ölürsen cehenneme girersin” dedi. Sonra Abdullah b. Mes’ûd’un ya­nına vardım. O da (bana) buna benzer sözler söyledi. Sonra Huzeyfe b. el-Yemân’m yanma vardım. O da aynı şeyleri söyledi. Sonra Zeyd b. Sâbit’e vardım. O da bana Peygamber (s.a.v.)’den buna benzer söz­ler nakletti.(Ebu Davud,Sünne,16;A.Hanbel,Müsned,V,183) Elbânî’ye göre sahîhdir. Müsned’i tahkik edenlere gö­re de sahîhdir.

İbn Deylemî’nin aynı rivâyeti İbn Ebî Asım’ın Kitâbu’s-sünne sin­de geçer.(3) Burada Zeyd b. Sâbit’e sorar. Zeyd de merfuan Hz. Pey­gamberden yukarıdaki ifadeleri nakleder. Ancak bu iki kaynakta ka­dere îmân etmedikçe” açılarak “hayrı ve şerriyle kadere îmân etme­dikçe” ifadesi geçer.

5-Enes anlatıyor: Resûlullâh (a.s.) dedi ki:

“Üç şey vardır ki îmâ­nın aslındandır:

-Lâ ilâhe illallah diyene saldırmamak, işlediği herhangi bir güna­hı sebebiyle bu kimseyi tekfir etmemek, herhangi bir ameli se­bebiyle de İslâm’dan dışarı atmamak.

-Cihâd; bu Allâh’ın beni peygamber olarak gönderdiği günden, bu ümmetin Deccâl’e karşı savaşacak en son ferdine kadar ce­reyan edecektir; onu, ne imâmın zâlim olması, ne de âdil olma­sı ortadan kaldıramayacaktır.

-Kadere îmân.(Ebu Davud,Cihad,35)

6.İmrân b. Husayn’dan rivâyet edilmiştir: “Bir adam, ‘Ey Allâh’ın Resûlü! Cennetlik ve cehennemlikler (Allâh tarafından önceden) bilinmekte midir?’ diye sordu. Hz. Peygamber, ‘Evet’ dedi. Adam, ‘öyleyse insanlar niye amel etsinler?’ dedi. Hz. Peygamber, ‘Herkese ne için yaratıldı ise, kendisine o kolaylaştırılacaktır’ buyurdu.”(Buhari,Kader,2;Müslim,Kader,9-10;Ebu Davud,Sünnet,17)

Kader, demişken; burada kaderin nasıl algılandığına dair kısa bir hatırlatmada bulunmamız gerekir: Kadere îmânın iki boyutu vardır;

1-Allâh’ın her şeyi bilmesi

2-Allâh’ın her şeyi yaratması.

Ehl-i Sünnet, her ikisini kadere îmânın vazgeçilmez unsurları olarak kabul ederken; Kaderiyye, ikinci şartı reddetmiştir. Oysa Kur’ân’a | bakıldığında —mesela, “O, sizi ve yaptıklarınızı yaratandır âyetinde olduğu gibi- Allâh’ın her şeyin yaratıcısı olduğu apaçık görülür. Ehl-i Sünnet, bu iki boyutu kabul ederken, kulun mecbur olduğunu da söylememiştir.

Görüldüğü gibi, hadîslerde kader kelimesi kullanılarak kadere îmân  vurgulanmaktadır. Son hadîste kader kelimesi kullanılmasa bile ona işaret edilmektedir. Kadere îmân, Allâh’ın olmuş ve olacak her şeyi bilmesi ve zamanı geldiğinde halketmesidir. Kadere îmân, Allâh’ın kâinatın yaratıcısı olmasının, kâinatın hükümdarı olmasının ve kâinatı her an  kontrol altında tutmasının da bir neticesidir. O, meliktir, O, âlimdir, O kayyûmdur. Kâinat, O’nun dilemesi ve izniyle ayakta durmaktadır, ; O, böyle bir Rabb’dir. O Rabb’i bu şekilde bilmek ve bellemek lazımdır. Biz, O’nu bir beşer olarak hakkıyla takdir edemesek bile O’nun öğrettiği kadar takdir etmek durumundayız. Yoksa, onu hakkıyla takdir! edemeyen Ehl-i Kitâbm durumuna düşeriz.

Günümüzde kadere îmâmn îmân şartlarından olmadığını iddia  edenler vardır. Bunların böyle bir yargıya varmalarının temel nedeni, halk arasındaki yanlış kader anlayışıdır. Buna göre, başımıza gelenler, alın yazısıdır. Bizler mecbur, zorunlu varlıklarız. Ne yaparsak yapalım, hayatımızda değişikler yapamayız. Bir kere, kaderimiz yazılmıştır. Bu, arabesk bir kader anlayışıdır. Doğrularla yanlışlar iç içe girmiştir. Doğ­rudur, başımıza ne gelmiş ise bu kader planında cereyan etmektedir- Ama başımıza ne geleceğini bilmiyoruz ki, şimdiden “kaderimiz bu” di­yerek sorumluluktan kaçalım! Tabii buradan diğer bir aşırı sonuç ortaya çıkıyor: İnsan, özgür iradeye sahiptir. Her ne yapıyorsa kendi yarattığıdır; her yaptığı kendi elindedir.

Bununla birlikte, halk arasında -ki halkın hepsi de böyle düşün­mez- böyle bir kader anlayışının varlığına dayanarak kaderi inkâr et­mek söz konusu olamaz. Zira kader; Allâh’ın, mutlak ilmine bağlı ola­rak, olmuş-olacak her şeyi bilmesidir. Allâh’ın her şeyi bilmesi, kulla­rı icbar anlamına gelmez. Allâh’ın bilmesi, bizim eylemlerimizin sebe­bi, zorlayıcısı değildir. Zira kullar, özgür iradeye sahip olduğu gibi; bir saniye, bir salise sonra ne olacağını de bilmemektedirler. Onlara dü­şen, iradeleriyle hareket etmek, sorumluluklarını yerine getirmektir.

Bu kader anlayışı, aynıyla, Kur’ân’da da vardır. Pek çok âyet ol­makla birlikte, bir kaç tanesini kaydetmekle yetinelim:

a-“(Ey Muhammedi) Sen hangi işte bulunursan bulun, ona dair Kur’ân’dan ne okursan oku ve (ey insanlar, sizler de) hangi şeyi yaparsanız yapın, siz ona daldığınızda biz sizi mutlaka görürüz.Ne yerde, ne de gökte, zerre ağırlığınca, (hatta) bu zerreden daha küçük veya daha büyük olsun, hiçbir şey Rabbinden uzak (ve giz­li) olmaz; hepsi muhakkak apaçık bir kitapta (Levh-i Mahfuz da yazılı)dır”(Yunus,61)

Kur’ân’da da bildirildiği gibi, Allâh, insanın içinde bulunduğu her durumu en ince ayrıntısına kadar bilendir. Çünkü zaten insanı da, in­sanın içinde olduğu bütün hal ve durumları da yaratan Allah tır. Bir an insanın kafasından geçen bir düşünceyi, aynı anda bedeninin herhan­gi bir yerinde oluşan bir ağrı hissini, o an elinde okuduğu kitabı, o ki­tabın hangi kitap olacağından o an okuduğu sayfaya ve o an okuduğu kelimeye kadar her detayı Allâh yaratır ve tüm bunlar, Allâh’ın sonsuz bilgisi dahilindedir.



b-“Şüphesiz ki biz, her şeyi (belli) bir ölçüye (kadere) göre yarat­tık.’’(Kamer 49)



c-“Gaybın anahtarları yalnızca O’n katindadır. Onları ancak O bilir. Karada ve denizde olanı da bilir. Hiçbir yaprak düşmez ki onu bilmesin.Yerin karanlıklarında da hiçbir tane,hiçbir yaş, hiçbir kuru şey yoktur ki apaçık bir kitapta (Allâh'ın bilgisi dahilinde, Levh-i Mahfûz'da) olmasın”.(En’am,59)

“Yeryüzünde ve kendi nefislerinizde uğradığınız hiçbir musibet yoktur ki, biz onu yaratmadan önce, bir kitapta (Levh-i Mafûz'da) yazılmış olmasın. Şüphesiz bu, Allâh’a göre kolaydır”.(Hadid,22)

Bütün bu âyetler, Allah’ın mutlak ilmini ve olayların kader planı çerçevesinde meydana geldiğini göstermektedir. Bu âyetlerde kader ke­limesi geçmiyor diye, kadere îmâna itiraz edilemez. Zira Allâh’ın tiim bilgi ve takdiratının yazılı olduğu, kitapta olduğu vurgulanmaktadır. Vakti geldiğinde bu yazılı olanlar yaratılmaktadır. Her şey bu yazıya göre cereyan etmektedir. Hatta burada yazıdan/kitaptan bahsedilme­si dikkat çekicidir. Bu yazının da Allâh’ın mutlak ilmi olduğu açıktır. Bizler de kader derken Allâh’ın bu mutlak ilmini kastediyoruz. Dola­yısıyla Allâh’ın bu mutlak ilmine, bu ilmin gereği olan olmuş ve olacak her şeyi bildiğine îmân etmekle yükümlüyüz.

Burada bir noktaya işaret etmemiz gerekir. Kamer Sûresi’nde gö­rüldüğü gibi, âyetlerde kader kelimesi geçmektedir. Ama buna “kade­rin manası, ölçü, denge, miktar vs..dir” denilerek itiraz edilmektedir. Hatta Kur’ân’da geçen “kader” kelimesinin sadece “doğa yasaları” olduğunu iddia edenler vardır. Oysa, hem bu âyet hem de konuyla alakalı diğer âyetler iyice düşünüldüğünde her şeyin bir kader ile, kade­re göre yaratıldığını vurguladığı görülecektir. Bunu, sadece kâinatta­ki hesap, ölçü ve denge ile izah etmek eksik olur. “Her şey” denildiği­ne göre buna kâinat dahil olduğu gibi, insan dünyası, insan hal ve dav­ranışları da dahildir. Kamer Sûresi’ndeki âyetin bağlamına bakıldığın­da sosyal ve tarihsel olaylardan bahsettiği görülür. Doğa yasalarından hiç bahis yoktur. Sosyal ve tarihsel olaylar ise insanın içinde bulundu­ğu olaylardır.

Buna göre, insan hal ve davranışları da ölçü ve denge an­lamında bir kader ile, bir kadere göre yaratılmaktadır. Nasıl ki karın, yağmurun yağışında, güneşin ışığında, dünyanın dönüşünde bir ölçü ve denge varsa, insan düzeninde de belki idrâk etmekte zorlandığımız bir ölçü ve denge vardır. Bu ölçü ve denge, şüphesiz, Allâh’ın ilminde ve halkındadır (halk edişinde / yaratmasında). Şüphesiz, emr de halk da Allah’a aittir. Bizler kâinatta, mesela hayvanlar aleminde olanların bir kadere göre olduğunu rahat bir şekilde idrâk edebiliyoruz. İnsan âle­mi dışında olanların belli bir programa, kader programına göre cere­yan ettiğini anlayabiliyoruz. Ancak insan âlemine gelince, kaderi anla­makta zorlanıyoruz. Bütün bir özgürlüğü insanın eline vermeye çalışı­yoruz. Oysa insan âleminin özgür irade içinde yaratılması da onun ka­deridir. Nasıl ki, hayvanların içgüdü ile hareket etmeleri onların kade­ri ise, insan âleminin de özgür irade içinde hareket etmesi, onların ka­deridir. Onlar, bu vasıfta yaratılmıştır. Bu kader, bu plan ve düzen içe­risinde hareket ediyoruz.(3)

Bir diğer husus da, kadere îmân reddedildiği için îmân esaslarının altı değil beş olduğu yanılgısıdır. İman esasları altı dahi olsa, onu al­tı ile sınırlamak doğru değildir. Tıpkı İslâm’ın şartlarını beşle sınırla­mak mümkün olmadığı gibi. Belki bunların îmân ve İslâm’ın en önem­lileri, en temelleri, en olmazsa olmazları, olduğu söylenebilir; ancak, îmân veya İslâm ilkeleri bunlarla sınırlanamaz. Dolayısıyla, îmân esas­ları beştir, diye diretmenin bir mantığı yoktur. Kur’ân’da Allâh’ın her şeyi bildiği yazılıdır; yaş kuru her şeyin kitapta kayıtlı olduğu ifade edil­mektedir. Şimdi buna îmân edilmeyecek midir? Aslında bütün bunlar, Kitâb’a îmânın içinde mündemiçtir. Dahası, bütün bunlar, Resûl’e îmâ­nın içinde mündemiçtir. Resûl îmân edilecek ne getirdeyse ona îmân edilecektir.

Kur’ân “gayba îmân eden mü’minlerden” bahsetmektedir. Ancak, Kur’ân’da îmân esaslarının sayıldığı âyetlerde “Allâh, peygam­berler, kitaplar vs.”‘nin yanında bir de “gayba îmân” sayılmamaktadır. Şimdi gayba îmân edilmeyecek midir? Burada, gayba îmândan mak­sat; Allâh, melek, âhiret vs.dir, denilebilir. Doğrudur. Aynen bunun gibi, kadere îmân da Allâh’ın sıfatlarıyla ilgilidir. Kader, Allâh’m ilim ve halk sıfatlarıyla ilgilidir. O halde, Allâh’m bu sıfatlarına îmân gerek­meyecek midir? Allâh, her şeyi bildiğini söyleyecek; her şeyi yarattığı­nı söyleyecek; biz ise “hayır, Allâh öyle her şeyi bilmez; öyle her şeyi yaratamaz; bazı şeyleri o yaratır bazılarım biz; veya her şeyi kul yara­tır” yahut “hayır, îmân şartlarının sayıldığı âyederde bu geçmiyor” di­yerek, kaderi inkâr edeceğiz. Bu, mümkün müdür?! Benzer bir şekilde,Kuran’da cinnin varlığı  geçmektedir. Kur’ân'da îmân esaslarının sayıldığı ayetlerde cinnin varlığına îman geçmediği için şimdi bu, îmân konusu olmayacak mıdır?

Sonuç olarak şu söylenebilir: Allâh için zaman söz konusu değildir. Her şeyi bilir. Her şeye gücü yeter. O’nun bilmesi, kulları icbar anlamına gelmez. Kul, yaptıklarından sorumludur. Çünkü irade, niyet ve tercih sahibidir. Kul, başına ne geleceğini bilmediği için niyet ve tercihlerde bulunur, bulunmak zorundadır. Kulun tercihlerini ise Allah yaratır. Allâh her şeyi bilir ve her şeyi yaratır. Allah’ın herşeyi bilmesi değil, ama her şeyi yaratması, bazılarınca kulun sorumluluğuna aykırı görülmüştür. Oysa Kur'ân’ın ifadesiyle Allah; hâlıktır, her şeyi yaratandır; emir de halk da O’na aittir. Ayrıca o, her an bir iştedir, yani yaratmaktadır. O, yaratmayı durdursa kâinat durur. Kul, yaptığı fulleri yaratmamış, onları tercih etmiş, kesbetmiştir. Diğer bir ifadeyle onlan “yapmıştır'’; ama yaratmamıştır. Zahir dünyada insa­noğlu, yapıp ettiği şeyleri kendi yaratıyor gibi algılamaktadır. Allah, “’sen atmadın, biz attık'’ buyurur.

Bu, manevî olarak kibri engelleme­ye matuf bir ifade olarak yorumlanabilirse de onda hakikat payı da vardır. Yani “sen atmadın (yaratmadın), biz yarattık”. Çünkü atılan şeyi insanın attığı herkesçe malumdur. Onun bir irade gösterdiği or­tadadır. Ama sonucu yaratan, Allah’tır.Mesela, yaşam ünitesine bağ­lı bir bebeğin veya kişinin yaşaması, o makineye bağlı kabul edilmek­tedir. Yahut birinin o fişi çekip çekmemesine bağlı zannedilmektedir. O fiş çekilse kişinin hayatına son verildiği düşünülmektedir. Şayet fiş çekihneseydi, kişinin daha uzun yaşayabileceği zannedilmektedir. Bu­nun bir misali de öldürme olayıdır. Katil, kişiyi öldürmeseydi, o da­ha uzun yaşayacaktı. Katil, kişinin ecelini belirlemiş oldu. Şayet “ka­til onu öldürmeseydi, o kişi yine ölecekti” dersek, katilin ne sorum­luluğu olabilir?!

Evet, bütün bunlar, zahir dünyada gördüklerimizdir. Doğrusu ak­lımızla idrâk ettiklerimiz de bu kadardır. Katil, adamı öldürdü. Öldürmeseydi, adam daha uzun yaşayacaktı. Ama biz sebepler dünya­sında yaşıyoruz. Kişinin “daha uzun” yaşayıp yaşamayacağını bilmi­yoruz. Katil onu öldürmeseydi, diyerek bu yargıya varıyoruz. Belki katil öldürmeseydi, başka bir sebeple ölecekti. Bu noktada bildiğimiz tek şey, her varlığın bir eceli olduğudur. Ecel geldiğinde ruh bedenden ayrılır. Peki, burada insan niçin sorumlu olmaktadır? Çünkü in­sana “öldürme! denilmiştir. İnsan, bu emre riayet etmediği için so­rumludur. Böyle değil de sebeplerin mutlak etkin olduğunu düşündü­ğümüzde onları tanrılaştırmış oluruz. Oysa sebepleri de yaratan Al­lah’tır. Bize düşen, niyettir; irade göstermektir. Sorumlu olduğumuz alan da budur.

Yukarıda verdiğimiz yaşam ünitesi örneğine bir daha bakalım. Şöyle düşünelim. İnsan, bir yaşam ünitesi makinesi yaptı. Bu makine, mesela, bebeğin nefes alıp vermesini sağlıyor. Biz, makineye dönüp “teşekkür ederim makine, sen olmasaydın, bebek ölürdü” desek isabetli olur mu? Biraz komik kaçar, değil mi? Ama zahirde, burada, hayatı makine sağ­lamaktadır. Oysa işin aslı öyle değil. O makineyi yapan bir insan var­dır. Esasen hayatı insan sağlamaktadır. Belki mecazen bunu makineye atfedebiliriz. Hakîkaten ise yapan, insandır. Asıl teşekkür edilmesi ge­reken de insandır. Makine, insan eyleminin bir yansımasıdır, o kadar. Başka bir gücü yoktur. Aynen burada olduğu gibi, insan da Allâh ın bir yaratığıdır. Allâh’ın eyleminin/fiilinin bir tezahürüdür.

İnsanı makine­ye benzetmek, doğru değil; ancak, meseleyi anlatmak için söylüyoruz. İnsan ancak bir fiili yapmaya niyet eder, onu yapar, kazanır, kesbeder. Ancak o fiili yaratamaz. Fiilinin bir tezahürüdür. İnsanı makine­ye benzetmek, doğru değil; ancak, meseleyi anlatmak için söylüaratmak, Allâh’a mahsustur. Olmaz ya, deni­lecekse mecazen insan yaratmış, denilebilir; hakikatte yaratan, Allâh tır. Zira insanın yaratmaya gücü yoktur; makinenin olmadığı gibi. Maki­neyi yapanın gücü olabilir. Dolayısıyla, insanı yaratanın gücü olabilir, diğer eylemleri yaratmaya. İşte bu noktada, Allâh’ın yaratmasını anla­makta güçlük çekiyoruz. Kalkıp insan özgür olsun, sorumlu olsun di­ye, yaratmayı insana atfediyoruz. Oysa bu, insana kaldıramayacağı yü­kü yüklemektir. İnsana yer açalım derken, Allâh’ı hükümranlığından ediyor, insanı onun tahtına yerleştiriyoruz. İslâm, insana sınırlı olarak yerini açmıştır. Bu da onun sorumluluğunu izaha yeterlidir. Batı zihni- yetinin bugün yapağı ise insana mutlak özgürlüğünü vermektir. Onun babşı, insan merkezli bir bakış açısıdır. Bu, tanrıdan boşalan yeri doldurmak için gerekliydi.Sonuçta dünyanın ne hale geldiği malumdur.Peki,biz Müslümanlara ne oluyor ?



(1)-bk.Bekir Tatlı,Hadis Tekniği Açısından Cibril Hadisi ve İslam Düşüncesine Yansımaları,Basılmamış Doktora Tezi,Ankara,2005,syf;254-257

(2)-H.Kırbaşoğlu,İslam Düşüncesinde Hadis Metodolojisi,Ankara,2000,syf;207

(3)-Yavuz Köktaş,Tüm Yönleriyle Akaid Hadisleri,syf;256-265

----------------

Yavuz Köktaş,Kurana Aykırı Görülen Hadisler

Devamını Oku »

Hz.İsa Nüzulu Kuran'a Aykırı mı ?

Hz.İsa Nüzulu Kuran'a Aykırı mı ?


Ebû Hureyre’den rivâyet edildiğine göre Resûlullâh (a.s.) şöyle bu- yurdu: “Hayatım elinde olan Allâh’a yemin ederim ki, Meryem’in oğlunun aranıza âdil bir hakem olarak inip haçı kırması, domuzu öt dürmesi ve cizyeyi kaldırması yakındır. O zaman mal öyle çoğalacak ki, kimse kabul etmeyecek.”

Konuyla ilgili pek çok rivâyet vardır. Klasik görüşe göre mütevâtir olduğu malumdur.

Önce Hz. îsâ’nın nüzûlüne yapılan itirazları belirtelim:

a-Hz. Isâ’nın refiyle ilgili Kur’ân’da açık bir nas yoktur.

b-Nüzûlü hakkında da sarih bir nas yoktur. Bu, Hristiyanlam inancıdır.

c-Konuyla ilgili hadîsler mütevatir değildir. Bunlarla akîde oluşmaz. Bunlar âhad hadîstir. Metinleri muztarib; manaları münker ve çoğunun râvîleri zayıftır.

d-Hz. îsâ’nın ruh ve bedeniyle diri olduğuna inanmak zorunlu bir şey değildir. Buna muhalefet eden kâfir olmaz.

Şimdi bunları değerlendirelim.

a-Hz. îsâ’nın ref’ine dair Kur’ân’da deliller vardır.

“Hani Allâh şöyle buyurmuştu: “Ey Isâ! Şüphesiz, senin hayatı­na ben son vereceğim. Seni kendime yükselteceğim. Seni inkâr eden­lerden kurtararak temizleyeceğim ve sana uyanları kıyâmete kadar küf­re sapanların üstünde tutacağım. Sonra dönüşünüz yalnızca banadır. Ayrılığa düştüğünüz şeyler hakkında aranızda ben hükmedeceğim.”(al-i imran,55)

Kahir ekseriyetin görüşü burada “dönüşünüz eveffâ”dan maksadın uyku ol­duğu yönündedir. Yani “Seni uyutacağım ve kendime yükselteceğim.” Katâde’ye göre âyette takdîm-te’hîr vardır. Yani “Seni kendime yüksel­teceğim ve (nüzûlden sonra) öldüreceğim.” Katâde, “teveffâ”yı ölüm anlamında değerlendirmiş, âyete de böyle mana vermiş. Doğrusu bu­na hiç gerek yoktur. Tevaffanın uykudaki gibi bir ölüm anlamına gel­diği söylenebilir.

“Vefât” kelimesi “Ölüm” ve “uyku” manasında kullanılır. Kur’ân’da şöyle geçer: “O, geceleyin sizi ölü gibi kendinizden geçirip alan (uyu­tan) ve gündüzün kazandıklarınızı bilen, sonra da belirlenmiş eceliniz ta­mamlanıncaya kadar gündüzleri sizi tekrar diriltendir (uyandırandır) ”(en’am,6)Diğer âyet şöyledir: “Ama gerçek koruyucu Allâh, insanların ruhları­nı Ölümleri  ise belirli bir süreye kadar salıverir. Muhakkak ki bunda, düşünen kimseler için ala­cak ibretler vardır.”(zümer,42) Bu sırasında, ölmeyenlerin ruhlarını ise uykuları sırasında alır. Hakkında ölüm hükmü verdiği rûhu tutar, vermediği rûhu âyetlerde “teveffâ”, uyku anlamındadır. Uy­ku hâli, ölüme benzemektedir. Bu durum teveffâ/vefât kelimesiyle ifa­de edilmiştir. Kur’ân’ın bu dilsel yapısı malumdur. Bir kelime yeri gel­diğinde 4-5 anlamda kullanılır. Nasıl ki, tevaffa burada uyku manasına geliyor, Hz. ısâ örneğinde de uyku anlamına gelmektedir.

“Oysa onu öldürmediler ve asmadılar. Fakat onlara öyle göste­rildi. Onun hakkında anlaşmazlığa düşenler, bu konuda kesin bir şüphe içindedirler. O hususta hiçbir bilgileri yoktur. Sadece zanna uyuyor. Onu kesin olarak öldürmediler. Fakat Allah onu kendisine yükseltmiştir. Allâh, üstün ve güçlüdür, hüküm ve hikmet sahibidir ,”(Nisa,157-158) Bu âyet oldukça açıktır, Allâh Hz. îsâ’yı diri olarak katma yükseltmiştir. Hz. İsâ yeryüzünde ölüp defnedilmiş olsaydı ve ref ile maksat onun ruh/makamının yükseltimesi kastedilseydi, öldürme ve asmayı nefyederken kar­şıtı olarak ref in kullanılması herhalde hoş olmazdı. Zira öldürülme meşinin ve asılmamasının karşıtı diri olarak ref edilmesidir, ölmesi de­ğil. Aksi olsaydı, yani ölseydi, Allâh şöyle buyururdu: '‘Onu öldürmediler ve asmadılar. Bilakis, onu biz öldürdük.” Âyetten sadece ruhun refi nasıl çıkarılabilir! Allâh, onu öldürdükleri veya astıkları iddiala­rını boşa çıkarmak, iptal etmek için ref kelimesini kullanmıştır. Sade­ce ruhun ref i, öldürme ve asma iddialarını iptal etmez ki! Bir insan öl­dürülmüş veya asılmış olmakla birlikte ruhu Allah a yükselebilir. Ama âyet özellikle öldürülmediğini ve aşılmadığını vurgulamakta ve ardın­dan ref kelimesini kullanmaktadır. Burada ref ancak diri olarak yük­seltilmesi anlamına gelir.

Bunlarla birlikte Hz. îsâ’nın nüzûlüne delâlet eden âyetler de var­dır. Şöyle ki:

1-“O, beşikte de, yetişkin çağtnda da insanlarla konuşacak, silik­lerden olacaktır,”(al-i İmran,46)

“Ey Meryem oğlu îsâ! Senin üzerindeki ve annen üzerindeki nime­timi düşün. Hani, seni Rûhu’l-Kuds (Cebrâîl) ile desteklemiştim. Beşik­te iken de, yetişkin iken de insanlara konuşuyordun.’’

Âyette geçen “kehlen” kelimesi, kendinden önceki zarfın mutealIlkına ma’tuftur. Dolayısıyla onun hükmüne dahil olur. Bu durumda mana şöyle takdir edilir: “İnsanlarla beşikte bebekken ve yetişkin ola­rak konuşacaksın.” Hz. îsâ’nın bebekken insanlarla konuşması açık bir mucizedir. Yetişkinken de konuşması böyle olmalıdır. Ancak bir insanın yetişkin, orta yaşlarında insanlarla konuşması alışılmış bir şeydir, muci­ze değildir. Bununla birlikte orta yaşlarda konuşması da bebekken konuşması gibi mucize olması gerekir. Bu mucize de tam orta yaşlarında göğe yükseltilmesi, kıyamete yakın nüzûlü ve insanlarla konuşmasıyla gerçekleşebilir. Muhaddis ve tarihçilerin çoğunluğu Hz. îsâ’nın 33 ya­şında ref edildiğini kabul etmiştir.

2-“îsâ, sadece, kendisine nimet verdiğimiz ve Isrâiloğulları’na ör­nek kıldığımız bir kuldur. Eğer dileseydik, içinizden yeryüzünde sizin yerinize geçecek melekler yaratırdık. Şüphesiz o Kıyâmetin (kopacağı­nın) bir bilgisidir. (Ve innehu le-ilmun li’s-sâ’a) Artık onun hakkında as­la şüphe etmeyin, bana uyun, bu doğru bir yoldur.’’(Zuhruf,58-60)

Âyette geçen “innehu”daki “hu” zamirinin Hz. îsâ’ya raci olma­sı en uygun olanıdır. Zira bir üstteki âyet, bunu desteklemektedir. Bu durumda onun nüzûlü kıyâmetin emarelerinden olur. Başka bir oku­yuş da bu anlamı te’yid eder: “Ve innehu le-alemun li’s-sâ’a.” Yani Hz. îsâ, kıyâmetin gerçekleşmesinin alamet ve delilidir.

3-“Ehl-i Kitâb’dan her biri, ölümünden önce ona muhakkak îmân edecektir. Kıyâmet gününde de o, onlara şâhid olacaktır.”

Burada “kable mevtihi” ifadesinde geçen zamirle ilgili olarak iki ihtimal vardır:

1-Hz. Isâ’nın ölümünden önce.

2-Ehl-i Kitâb olan insanlar ölmeden önce.

Taberî’nin ve çoğu müfessirin sahih kabul ettiği tevîl şöyledir: “Ehl-i Kitâb, muhakkak îsâ ölmeden önce ona inanacaktır.”

b-Hz. îsâ’nın nüzûlü ile ilgili hadîslerin mütevâtir olmadığı iddia­sına gelince; bu, doğru değildir. Bu hadîsler, pek çok sahabîden nakledilmiş ve manen tevâtür oluşmuştur. Ancak âhad olsa bile sıhhati sabit olduktan sonra ona inanmak gerekir. Zira bu ha­dîsler, kalpte bilgi ve itminan hâsıl edecek dereceye ulaşmıştır.

c-Metinlerin muztarib olduğu iddiası ise doğru değildir. Konuy­la alakalı bazı hadîslerde ayrıntı; bazısında ihtîsâr olabilir. Bu, onların muztarib olduğu anlamına gelmez. Ümmet, hadîslerin delâlet ettiği Hz. îsâ nın nüzûlü konusunda ittifak sağlamıştır .

d-Hz. Isâ’nın nüzûlüyle ilgili hadîslerin inkârına gelince; bazılarına göre bu durum, insanı kâfir kılar; bazılarına göre ise kâfir kılmasa da bid’at ve dalâlet sahibi kılacağı âşikârdır. Bize göre de gerekçesiz inkâr eden kâfir olur; ancak bir te’ville (Kurana aykırı, İsrâiliyyât vb.) reddeden bid’at işlemiş olur.

Devamını Oku »

Kıyamet Alametlerinin Varlığı,Kuran'a Aykırı Mı ?

Kıyamet Alametlerinin Varlığı,Kuran'a Aykırı Mı ?





Kıyamet alametlerine dair pek çok hadis vardır. Burada kıyamet alametlerini reddeden bir anlayışa değinmek uygun olacaktır. Mese­la S. Ateş şöyle der:

“Âyetin açık ifadesine göre ansızın gelecek olan kıyametin gelmez­den önce zuhur edecek alametleri de olamaz. Çünkü gelmezden önce birtakım alametleri görünecek olsa, ansızın değil, tedricen ve yavaş ya­vaş gelecek demektir. Alametlerinden geleceği anlaşılır. Bu ise, ansızın gelme değildir... Doğrusu şudur ki: Peygamber’e verilen gayb bilgisi, ona vahyedilen Kur’ân’dır”.[1]

Bu ifadelerden iki şey ortaya çıkmaktadır:

1. Ansızın gelen bir şeyin alameti olmaz. Dolayısıyla kıyamet ala­metleri uydurmadır.

2. Hz. Peygamber’e verilen gayb bilgisi ona vahyedilen Kur’ân’dır, yani Kur’ân’la sınırlıdır.

Aslında mesele Hz. Peygamber’in Allâh’ın bildirmesiyle gaybden ha­ber verip veremeyeceğinde düğümlenmektedir. Gaybdan haber vermesi imkân dahilinde ise kıyamet alametlerinden bahsetmesi de mümkün ola­caktır. Aşağıda gaybî hadisler bölümünde Hz. Peygamber’in gaybı bilip bilemeyeceğine temas edilmiştir. Burada sadece önce Ateş’in bazı çelişki­lerine temas edeceğiz; ardından, “ansızın gelme” meselesini ele alacağız:

“Hz. Peygamber’in gayb bilgisi, ona vahyedilen Kur’ân’dır” iddia­sında bulunan Ateş, tefsirinin başka bir yerinde şöyle der:

“Habeş kralı Necaşi vefat ettiği zaman Hz. Peygamber, bir muci­ze olarak onun öldüğünü ashabına haber vermiş ve ‘Habeşistan’da bir kardeşiniz öldü, ona namaz kılınız!’ demiş, namazgâhta ashabını iki saf yaparak Necaşi’ye namaz kıldırmıştır”.[2] Hz. Peygamber, bir mucize eseri olarak Necaşi’nin ölümünü ha­ber veriyorsa, bu gaybden haber veriyor anlamına gelir. Oysa bu ha­ber Kur’ân’da yoktur. Bazen Ateş’in galeyana gelip coştuğu anlar da vardır. Ama bu hal­de önceki fikirlerini unutmuş gibidir. Şu ifadeler ona aittir:

“Batı’dan dalga dalga gelen Haçlı ordularının vahşi saldırılarından İslâm’ı ve Müslümanları korumak için canlarını kale gibi siper eden Sel­çuklular; ‘İstanbul elbette fetholunacaktır; onu fetheden kumandan, ne güzel kumandan ve onu fetheden asker, ne güzel asker’[3] mealindeki Peygamber övgüsüne mazhar olan Fatih Sultan Mehmet ve orduları; İslâm’ı Viyana’lara, Saraybosna’lara kadar götüren Osmanlı mücâhidleri de elbette bu ayeti kerimenin işaretine dahildirler”.[4] “İstanbul elbette fetholunacaktır” ifadesi Kur’ân’da yoktur. Kıyametin ansızın gelmesi meselesine gelince konuyla alakalı iki ayet vardır:

“Sana kıyameti, ne zaman gelip çatacağını soruyorlar. De ki: Onun ilmi ancak Rabbimin katındadır. Onun vaktini O’ndan başkası açıklayamaz. O, göklere de yerlere de ağır gelmiştir. O size ansızın gelecektir. Sanki sen onu biliyormuşsun gibi sana soruyorlar. De ki: Onun bilgisi ancak Allah katındadır. Ama insanların çoğu bilmezler”.[5] Bu ayette kıyamet saati, kıyametin koptuğu andır. Bunu Allah’tan başka kimse bilemez. “Sanki sen onu biliyormuşsun gibi sana soruyor­lar” ifadesi “Sen de kesinlikle kıyametin kopacağı anı bilmiyorsun” de­mektir. Bu durum kıyametin alametlerinin bilinemeyeceği anlamına gelmez.

Diğer ayet şöyledir: “Çünkü Allah, benim de Rabbim, sizin de Rabbinizdir. O’na ibadet edin. İşte bu, doğru yoldur. Ama aralarından çıkan guruplar, bir ihtilafa düştüler. Acı bir günün azabı karşısında vay o zul­medenlerin haline! Onlar farkında değillerken kıyamet gününün kendi­lerine ansızın gelmesinden başka bir şey mi bekliyorlar?”[6] Burada da ayet, kıyametin kopuş anından bahsetmektedir. Bu an­sızın gerçekleşecektir. Çünkü Allâh’tan başka hiç kimse kıyametin ne zaman kopacağını bilmemektedir. Cibrîl hadisi diye bilinen hadis, bu durumu teyit etmektedir. Burada Cebrail (a.s.); iman, İslâm ve ihsan kavramlarının ne ifade ettiğini Hz. Peygamber’e sorduktan sonra, kıyametin ne zaman kopacağını sormuş ve şu cevabı almıştır: “Bu meselede kendisine soru sorulan, sorandan daha bilgili değildir”.[7] Dolayısıyla, ilgili ayetler, kıyametin alametinden değil, kıyametin kopuş anından bahsetmektedir. Bununla birlikte “ansızın gelen bir şe­yin alameti” olmaz iddiasına biraz daha yakından bakabiliriz.

1. İlginçtir; “ansızın gelen bir şeyin alameti olmaz” diyenler, şu ayeti görmezden gelmektedir: “Onlar, kıyamet gününün ansızın gelip çatmasını mı bekliyorlar? Şüphesiz onun alâmetleri gelmiştir/belirmiş­tir. Kendilerine gelip çatınca ibret almaları neye yarar!”[8] Burada çarpıcı bir şekilde Allah Teâlâ hem kıyametin ansızın gele­ceğinden hem de alametlerinin belirdiğinden bahsetmektedir. Demek ki, ansızın gelme ile alametlerin belirlemesi birbirine aykırı değildir. Alametlerin belirmesi ise Kur’ân’ın nazil olması ve Hz. Peygamber’in gelmesidir. Ancak bu durum alametlerin bu kadar olduğunu veya baş­ka olmadığını göstermez. “Alametler gelmiştir” demek “gelmeye baş­lamıştır, süreç devam etmektedir” anlamına gelir.

Burada Muhammed Sûresi’nin ayetini ısrarla “alametler gelmiş ve bitmiştir” şeklinde düşünen bir anlayışa işaret etmek gerekir. Oysa bu­na gerek yoktur. Ayetin mazi siğasıyla gelmesi, işin olmuş bitmiş oldu­ğunu değil, kesinliğini vurgulamak içindir. Yani muhakkak alametler gelmiştir. Buradan başka alametin olmadığı anlaşılmaz. Muhakkak ala­metler gelmiştir ve gelmeye de devam edecektir. Bu noktada bizi te’yid eden bir ayet de Ye’cûc ve Me’cûc’un kıyamet alameti olarak geleceği­ni haber veren ayettir. Demek ki, alametler belirmeye devam edecek­tir. Diğer taraftan, ayette alametler anlamındaki kelime tekil değil, ço­ğul olarak gelmiştir. Şayet alametler tek olsaydı, herhalde tekil olan “şart” kelimesi kullanılırdı. Dikkat çekicidir; bu ayette mazi siğasının geçmişte olmuş bitmiş fi­iller için kullanıldığını söyleyenler “iktarabet’i-sâ’a... (kıyamet yaklaş­tı, ay yarıldı)” ayetini “kıyâmet yaklaştı, kıyamet arefesinde ay yarılacaktır” şeklinde yorumlamışlardır. Bu çelişkilere gerek yoktur.Kur’ân ve sünnet bütünlüğü esas olmalıdır. Kur’ân’da bazen ahiret sahneleri mazi siğasıyla anlatılır. Bunların hepsi vurgu ve muhakkak gerçekleşe­ceği anlamına gelmektedir.

2. Ansızın gelme ile ilgili ayetlere baktığımızda onların kâfirlerle alakalı olduğunu görürüz. Bu, şu demektir: Siz Allâh’a ve Peygamber’e inanmıyorsunuz. Kıyamet ansızın gelip çattığında haliniz nice olacak­tır!Kıyametin ansızın gelmesi, kâfirler için söz konusu olacaktır. Çün­kü onlar kıyamete inanmıyorlar. Böyle bir şey beklemiyorlar. İlelebet yaşayacaklarını, dünyanın süreceğini zannediyorlar. Böyle zanneden in­sanlara Allah, “ansızın başınıza geldiğinde, beklemediğiniz bir anda ba­şınıza geldiğinde bakalım ne yapacaksınız?” buyurmaktadır. Ansızın gelme meselesini müminler için de düşünebiliriz. Sonuçta kıyametin kopuş anını kimse bilmediği için kıyamet herkes için ansızın olacaktır. Bununla birlikte ayetlerin bağlamına baktığımızda kâfirlere yönelik bir eleştiri var. Onlar dünyayı eğlenceye alıyor, ahirete inan­mıyorlar. Kıyametin ansızın geleceği vurgulanarak onlara bu durumda hallerinin, akıbetlerinin kötü olacağı hatırlatılıyor. Böyle bir hatırlat­mayı müminlere yapmaya gerek yoktur. Mü’minler, kıyametin kopacağına da, ahirete de inanmaktadır.

Dipnotlar:

[1] Tefsir, II, 148.
[2] Tefsir, II, 163. Rivayet için bk. Müslim, Cenâiz, 62; Tirmizî, Cenâiz, 48.
[3] İbn Hanbel, Müsned, IV, 335.
[4] Tefsir, III, 19.
[5] A‘râf, 187.
[6] Zuhruf, 64-66.
[7] Buhârî, İman, 37; Müslim, İman, 1; Ebu Dâvûd, Sünnet, 15.
[8] Muhammed, 18. (1)
***

(1) Yavuz Köktaş, Kuran'a Aykırı Görülen Hadisler, İnsan Yayınları, s. 144-147.

Devamını Oku »

Dirilerin Ağlamasıyla Ölüye Azap Var Mıdır ?



Dirilerin Ağlamasıyla Ölüye Azap Var Mıdır ?


İbn Ebî Müleyke anlatıyor: “Mekke’de Osman b. Affân’ın kızı öl­müştü. Cenâzesine katılmak üzere gittik. îbn Ömer ve İbn Abbâs da cenazeye gelmişlerdi. Ben de onların arasında oturuyordum. Abdullah b. Ömer, karşısında oturan Amr b. Osman’a; “Şu ağlamayı neden kes­miyorsun? Resûlullâh (a.s.) ‘Ailesinin ağlamasından dolayı ölüye azap edilir’ buyurdu” dedi. İbn Abbâs da, “Hz. Ömer de böyle bir şey söy­lüyordu” dedi ve sonra sözlerine şöyle devam etti:

“Ömer’le birlikte Mekke’den yola çıkmıştım. Beydâ mevkiine gel­diğimizde, bir ağacın gölgesinde bir yolcu gördü. Bana;

“Git şu yolcuya bak, kimmiş?” dedi. Ben de gidip baktım; Suheyb imiş. Gelip Ömer’e söyledim. Bana;

“Çağır onu!” dedi. Suheyb’e gittim;

“Haydi, mü’minlerin emirinin yanına gidelim” dedim.

Bilahare Hz. Ömer suikasta maruz kaldığında Suheyb eve geldi ve ağlamaya başladı:

Vah kardeşim... Vah can dostum!..” diye feryat ediyordu. Bunun üzerine Hz. Ömer;

“Ya Suheyb! Resûlullâh (a.s.); ‘Ailesinin bazı, ağlamasıyla ölü azap görür buyurduğu halde bana ağlıyor musun?” dedi.

ibn Abbâs sözlerine şöyle devam etti:

“Hz. Ömer vefat edince, bu hadîsi Hz. Âişe’ye sordum. Hz. Aişe;

“Allah Ömer’e rahmet eylesin! Hayır! Vallâhi Resûlullâh (a.s.); 'Ailesinin ağlamasıyla ölüye azap edilir’ demedi. Ama O; ‘Ailesinin ağlamasıyla Allâh kâfirin azabını arttırır’ buyurdu. Size Kur’ân kâfidir. Yüce Allâh; ‘Hiçbir günahkâr, başkasının günahını yüklenmez’(İsra,15;Fatır 18) buyuruyor. Bu söz üzerine İbn Abbâs; “Güldüren de ağlatan da Allahtır dedi. Îbu Ebi Müleyke dedi ki: “Bunun üzerine İbn Ömer artık bir şey demedi. (Buhari,Cenaiz 33;Müslim,Cenaiz 9;Nesai,Cenaiz 15)



Burada ölüye ağlamak konusundaki iki rivayetin, iki görüşün mez-cedildiği görülmektedir. Hz. Âişe’nin getirdiği açıklama şüphesiz önemlidir. Gösterdiği âyet de bu konuda çok güçlü bir delildir. Akla ve İslâm’ın temel mantığına uygun olan da şüphesiz budur. Buna göre ailesinin kendisine ağlamasından dolayı Müslüman’a mezarda azap edilmesi câiz olmaz.

Ancak Hz. Âişe’nin “Kimse başkasının günahını çekmez” âyetini sadece Müslüman ölüler için bir delîl kabul etmesi, Hz. Peygamber “Âişenin kendisine ağlamasından dolayı Allâh kâfirin azâbını arttırır” bu­yurdu diyerek aynı âyetin kâfirler için hüküm ifâde etmediği neticesi-ne varması, kanâatimizce çok isabetli gözükmemektedir. Kanâatimiz­ce bu âyet, Hz. Âişe’nin doğrusu budur diye rivâyet ettiği; “Ailesinin ağlamasıyla Allâh kâfirin azabını arttırır” hadîsine de aykırı düşmekte­dir. Çünkü âyetin hükmü mutlaktır, kâfiri de kapsamaktadır. Akıl da, âilesinin kendisine ağlaması yüzünden bir Müslümana azap edilmesini makûl görmediği gibi, bir kâfire bu yüzden azap edilmesini de makûl görmez. İşlemediği bir suçtan dolayı ceza görmek, ne Müslüman için ve ne de kâfir için söz konusudur.

Dolayısıyla merfû ve sahîh olan bu hadîsi Hattâbî’nin de işaret et­tiği şekilde anlamanın daha uygun olacağını zannediyoruz:

“Bilindiği üzere câhiliye döneminde insanların, âile efrâdına, öl­dükten sonra kendisine ağlamalarını, feryatlar etmelerini, hatta bunun için ağlayıcı kadınlar tutmalarını vasiyet etme âdetleri vardı. İnsan ölün­ce de âilesi onun bu vasiyetini yerine getirirdi. İşte böyle bir durumdan ölünün de sorumlu tutulması makûl görülebilir. Çünkü vasiyet etmek süreriyle o günahın işlenmesine bizzat ölü vesile olmuştur. Bu durum­da, ölünün Müslüman veya kâfir olması da farkletmez; her ikisine de aynı hüküm uygulanır”.Hattabî’den önce Buhari’nin Sahîh’inde aynı kanaati ortaya koyduğunu belirtmeliyiz.

---------

Yavuz Köktaş-Kurana Aykırı Görülen Hadisler
Devamını Oku »

Hadislerde Sayılan Eti Yenilmesi Haram Olanlar,Kuran'a Aykırı Mı ?

Hadislerde Sayılan Eti Yenilmesi Haram Olanlar,Kuran'a Aykırı Mı ?


Hadîslere göre, Hz. Peygamber, yaban eşek etinin yenilmesini harâm kılmıştır. Yine Resûlullah yırtıcılardan azı dişli olanların etlerini yemekten nehyetmiştir. Bu konular, pek çok hadîs kitabında geçmek­tedir. Ümmetin bu iki hususta icmâa yakın bir görüş birliği vardır. (bk. Buhârî, Zebâih, 28,29,31,34,37; Müslim, Sayd, hd.no. 2918; 4903; 4907; 4920; 4921; 4923.)



Bu hadîslerin şu âyete aykırı olduğunu iddia edenler vardır: “De ki: Bana vahyedilenler içinde leş, kan ve domuz etinden başka yenil­mesi harâm bir şey görmüyorum. ” (En‘âm, 145) Oysa âyet ile hadîsler arasında bir çelişki yoktur. Zira âyet o zamana kadar zikredilenler dı­şında bir harâm bulunmadığını haber vermektedir. Ondan sonra bazı harâm yiyecekler Hz. Peygamber’e bildirilmiştir. Aynı şekilde, Allâh, En‘âm Sûresi indiği andaki mevcut hükümden bahsediyor. Allâh, Pey­gamberin diliyle “bana vahyedilenler içinde... bulamıyorum” buyurur. Bu, “o anda” demektir. Ondan sonra bulamayacağı anlamına gelmez. Zira En‘âm Sûresi’nin -üç âyet hariç- Mekkî olduğunda icmâ vardır. Ondan sonra pek çok âyet inmiş, hükümler getirilmiştir. Mâide Sûre- si’ndeki, içkinin tahrîmi bundan sonra olmuştur. Aynı şekilde, hadîslerde geçen yiyecekler de bundan sonra harâm kılınmıştır. Bu tahrîr Kur ân la çelişme değil, Kur’ân üzerine ziyade hüküm vermektir. Zira Allâh, Resûlünün diliyle bunları harâm kılmayı murâd etmiştir. Hadîste yer alan harâmların Medine’de vaki olduğu da bir gerçektir. Zira onları nakledenler içinde bulunan Ebû Hureyre ve Ebû Sa’lebe, hic­retten epey sonra Müslüman olmuştur.

Diğer taraftan, sadece En‘âm Sûresi’ndeki âyetin harâm olmayan şeyleri bilmeye kâfi geldiği iddia edilemez. Yani “âyette sayılanlardan başka harâm yoktur, bunların dışındakiler helâldir” demek mümkün değildir. Çünkü bizzat Kur’ân’m kendisi, En‘âm Sûresi’nde belirtilen­lere ziyadede, -buna ziyade yoluyla açıklama da denilebilir- bulunmuş­tur. Mâide Sûresi 3. âyette bunlar sayılmıştır. Şöyle ki;

“Leş, kan, domuz eti, Allâhtan başkası adına kesilenler, -canlan çıkmadan önce kesmemişseniz, boğulmuş, bir yerine vurularak öldürül­müş, düşüp yuvarlanmış, başka bir hayvan tarafından süsülmüş, yırtıcı hayvan tarafından yenmiş olanları- dikili taşlar üzerine boğazlananlar ile fal oklarıyla kısmet aramanız size harâm kılındı; bunlar fâsıklıktır.'

Bu âyetle önceki âyetlerin hükmüne açıklık getirilmiştir. “Meyte” denilince ne anlaşılması gerektiği vuzuha kavuşturulmuştur. Yeni bir hüküm gelmemiş, meyte sadece açıklanmıştır denilebilir. Oysa âyetten kafada soru işaretlerinin olduğu anlaşılmaktadır. Ki, sonra gelen âyet bu istifhamlara açıklık getiriyor. Belli ki, Mâide âyeti sonra gelmiş, ba­zı harâm unsurları vuzuha kavuşturmuştur. Onun için sadece En‘âm veya Bakara Sûresi’ndeki ilgili âyetler harâm etleri bilmeye kâfidir, de­nilemez. Kâfi olsaydı, Mâide Sûresi’nin 3. âyeti nâzil olmazdı. Dolayı­sıyla, sünnetle de En‘âm Sûresi’nde sayılanlara ziyadede bulunmaya, di­ğer bir ifadeyle yeni bir açıklama getirmeye herhangi bir mani yoktur.

Ayrıca, bu meseleyi Süleyman Ateş’in tenkidleri çerçevesinde de ele almak mümkündür. Onun tenkidleri, bir anlamda hadîsleri tenkid edenlerin de görüşlerini temsil etmektedir. Ona göre, “De ki: Bana vahyolunanda leş veya akıtılmış kan yahut domuz eti -ki pisliğin ken­disidir-ya da günah işlenerek Allâhtan başkası adına kesilmiş bir hay­vandan başka yemenin harâm olduğuna dair bir ifade bulamıyorum.(En âm, 145) şeklindeki âyet burada sayılan dört türün dışında yenilmesi harâm olan bir hayvanın bulunmadığını belirtmiştir. Bilindiği gi

Bi Hz. Peygamber, bu âyette sayılmayan yaban eşeği, (Buhârî, Zebâih, 28) azı yırtıcı hayvanlar (Buhârî, Zebâih, 29) gibi bazı hayvanla­rın yenilmesini yasaklamıştır. Ateş, bu tür hadîslerin mezkûr âyete muhalif olduğunu söyleyerek şu izahları yapar:

“Hz. Peygamber in yaban eşeğinin, katırm, azı dişli yırtıcı hayvan­ların, pislik yiyen hayvanların etlerini harâm kıldığını rivayet edilir. Fakat kendi aralarında çelişkili olan bu hadîslerin, yüzde yüz Hz. Pey­gamberin sözleri olduğuna ve bu âhâd haberlerinin, âyetin genel ve ke­sin hükmünü değiştirebileceğine inanmıyoruz... Medîne devrinde inen Bakara Sûresi’nin 173. âyetinde ‘Allah size ancak leşi, kanı, domuz eti­ni ve Allâb’tan başkası adına kesileni harâm kıldı’ buyrularak yine dört cins et harâm sayılmış ve bu husus .. hasr edatıyla pekiştirilmiştir.”(Yüce Kur’ân’ Çağdaş Tefsiri, III, 246)

Müfessir Fahreddîn er-Râzî’nin de bu görüşte olduğu belirtilmelidir. (Bk. Mefâtthu’l-gayb, XIII, 129-183.)

Bu ifadelerden Ateşin iki gerekçeyle, ilgili hadîsleri dikkate alma­dığı anlaşılmaktadır:

En‘âm Sûresi’ndeki âyetle Bakara Sûresi’ndeki âyet birbirini teyid etmekte ve hasr edatı bu dört cinsin dışındaki etlerin kesin olarak helâl olduğunu göstermektedir.

Hasr edatıyla sadece bu tür et harâmsa hadîste belirtilenler âye­te ters düşmektedir. O halde hadîsler dikkate alınmamalıdır.

Gerçekten âyede hadîslerin kesin olarak birbirine muhalif olduğunu söyleyebilmemiz için hasr edatının Ateş’in belirttiği anlamda olması gerek­mektedir. Bundan dolayı hasr edatının geçtiği bu âyederin hadîsleri dışla­yıp dışlamadığı üzen kesin olarak birbirine muhalif olduğunu söyleyebilmemiz için hasr edatının Ateş’in belirttiği anlamda olmasırinde durulmalıdır. Buna göre, âyetle hadîsler arasın­da açık ve kesin bir aykırılığın bulunduğunu söylemek zor görünmekte­dir. Aksine, âyetle hadîsler birbiriyle uyuşur durumdadır. Zira Allâh, âyet­te uDe ki: Bana vahyolunanda... harâm olarak bulamıyorum.” buyuruyor. Dolayısıyla, Hz. Peygamber o zamana kadar kendisine vahyolunanlardan başkasını harâm olarak görmemiştir. Ancak bu, daha sonra vahiy yoluyla yeni birtakım haramların bildirilmeyeceği anlamına gelmez. Elmalı M.Hamdi Yazırda bu kanaattedir. Ona göre Kur’ân ve sünnette bulunan şey, er, ır irine muhalif değildir. Yani hadîsler âyetlerdeki sınırlamayı nesh etmemiş, aksine bunu açıklayıp teker teker eti harâm olanları saymıştır.’’(Hak dini Kuran Dili,3,2075)

Hasr edatının geçtiği âyetleri sebeb-i nüzûl ışığında anlamak da mümkündür. Sebeb-i nüzûl bilgisinin faydalarından biri, hasr veya tah­sis şüphesini ortadan kaldırmasıdır. Bilindiği gibi, bazı âyetlerden ilk ba­kışta hasr manası anlaşılabilir. Ancak nüzûl sebepleri bilindiği zaman bu tür şüpheler ortadan kalkar ve hükmün sadece o âyette ifade edilen hu­suslardan ibaret olmadığı anlaşılmış olur. Yukarıdaki âyetlerde harâm sa­yılan yiyeceklerin dört hususa hasredilmiş olması, onların dışında harâm yiyeceklerin bulunmadığını göstermez. İşte burada hasrın ortaya çıkar­dığı tevehhüm, ancak sebeb-i nüzûl yardımıyla açıklığa kavuşturulab lir. Zira müşrikler, söz konusu âyette ifade edilen harâmlarm mubah ol­duğunu iddia ediyorlar ve bunu hararetle savunuyorlardı. Onlara göre, âyette sayılan yiyecekler esasen mubahtı ve harâm olması için hiçbir se­bep yoktu. Tam da böyle bir ortamda söz konusu âyet indirilerek, müş­riklere “harâm olacak bir şey varsa, sizin helâl kabul ettiğiniz yiyecekler­dir” şeklinde cevap verilmiştir. Yoksa az önce belirtildiği gibi, Allâh bu dört hususu harâm saymakla bunların dışındakilerin helâl olduğunu kastetmemiştir. Burada esasen amaçlanan, helâlin değil, harâmm ispatıdır. ”(Suyuti,el itkan,1.cild,39) Bu, tıpkı tartışma sırasında muhatapların birinin karşısındakine “Bunlar tamamen yalandır!” deyince muarızı “hayır, yalan diye bir şey varsa o da senin iddia ettiğin şeydir” demesine benzemektedir. Şüphesiz, bu ifa­de, tartışma üslûbunun özelliğinden kaynaklanmaktadır. Yoksa o, “dün­yada bundan başka yalan yoktur” anlamında söylenmiş bir söz değildir.(Muhsin Demirci,Tefsir Usulü,109-110)

Bu açıklamalardan anlaşıldığına göre, âyetlerle hadîsler arasında bir aykırılık yoktur. Bunun yanında hadîslerin âyetleri nesh etmesi gi­bi bir durum da söz konusu değildir. Burada söz konusu olan, sadece, hadîslerin âyetleri beyân etmesidir.

Devamını Oku »

Hz.Peygamber'e Verilen Maddi Mucizeler Kuran'a Aykırı Mı ?



Hz.Peygamber'e Verilen Maddi Mucizeler Kuran'a Aykırı Mı ?

Özellikle günümüzde Kur'ânda Allâh’ın Hz. Peygamber’e mucize vermediğini ifade eden âyetleri ileri sürerek Hz. Peygamber’in tek  mucizesinin Kur'ân olduğunu iddia edenler vardır. Öyle anlaşılıyor ki,  bu konunun üzerinde biraz durmamız gerekir.

Şu bir gerçek ki, eskiden beri Hz. Peygamber’in (maddî) mucizeler gösterdiği hep kabul edilmiştir. Hatta Mu’tezile, Şia gibi fırkalar bile bu olguya itiraz etmemiştir. Bu konuda müstakil kitaplar da yazıl­mış, Hz. Peygamber'in bu yönü ortaya konulmuştur. Ne var ki günü­müzde Hz. Peygamber'in tek mucizesinin Kur’ân olduğu yönünde bir iddia ortaya atılmış ve maddî mucizelere yönelik hadîsler reddedilmiş­tir. Bunun dayanağının da Kur’ân olduğu ileri sürülmüştür. Kur’ân’a göre Hz. Peygamber’e maddî mucize verilmemiştir. Dolayısıyla Ay’ın yarılması vb. mucizeler Kur’ân’a aykırıdır.

Aşağıda dayanak olarak ileri sürülen âyetleri ele alacağız; ancak burada hemen belirtelim ki, Hz. Peygamber’in en önemli mucizesi­nin Kur'ân olması, onun başka mucizesinin olmadığı anlamına gelmez. Mu'tezile de -Kur'ân dışında- maddî mucizelerin nübüvvetin ispatına yönelik birer delîl olamayacağını kabul etmektedir. Çünkü maddî mu­cizeler, ancak bir peygamberin nübüvvetini tanıdıktan sonra bilinebilir.Bu bakımdan maddî mucizeler nübüvvetin ispatında temel değil, talî bir meseledir. Kısaca maddî mucizeler sadece peygamberliği kuv­vetlendirmek içindir. Burada dikkat edilirse, Mu’tezile mucizeleri inkâr etmemekte, maddî mucizelerin nübüvveti ispata yönelik kabul edilme­sini eleştirmektedir. Elbette bu da tartışılır, ama mucizelerin varlığı ka­bul edildikten sonra sonuç itibariyle onların hangi amaca matuf oldu­ğu o kadar da önemli değildir.

Kâdî Abdülcabbâr’ın mucizelerin varlığını kabul etmede daha sarih ifadeler kullandığı görülmektedir. Ona göre, Kur’ân dışında Hz. Pey­gambere verilen mucizeler zorunlu olarak bilinenler ve istidlal yoluy­la bilinenler olmak üzere ikiye ayrılır. Birinciler hissî mucizeler türün­den olup, az bir yemekle büyük bir topluluğu doyurmak, taşların da­vete iştirak etmesi, hurma kütüğünün inlemesi, elindeki çakıl taşları­nın Allâh’ı teşbihi, çağırdığında ağacın yanına gelmesi bunlara örnek olarak gösterilebilir. Bu durum Mu’tezile’nin de kendi içinde farklı düşündüğünü göstermektedir.

Mucize, sözlükte başkasını aciz bırakan demektir. Istılahta ise pey­gamber olduğunu iddia eden kişinin, doğruluğuna delâlet eden fiil anlamına gelir. Mucizenin bazı şartları vardır: Doğrudan Allâh’tan olması, peygamberlik iddia eden kişinin iddiasını müteakip olması, iddiaya uygun olması, olağanüstü olması gibi. Bu tanım ve şartların kelâmcılara ait olduğu özellikle vurgulanmalıdır.

Kelâmcıların ama­cı ise mucizeyi nübüvveti ispatın bir aracı olarak değerlendirmektir. Dolayısıyla her mucizede bu şartların birlikte bulunması zorunlu de­ğildir. Mesela, mü’minlere yönelik mucizeler, peygamberliği ispat et­mek için değildir. Onlar, mü’minlerin kalplerini te’yid etmek için­dir. Mü’minlere yönelik derken, mü’minlerin mucize talep ettiği sanılmamalıdır. Mü’minlere yönelik hiçbir mucizede onlardan bir ta­lep gelmemiştir. Zira onların mucizelerle îmân etmek gibi bir sorun­ları yoktur. Ama bu tür mucizeler Allâh’ın mü’minlere bir ikramıdır, bir hediyesidir, lütfudur.

Esas itibariyle bir fiilin Allâh’tan olup peygamberin elinde olağanüstü bir hal kazanması, onu mucize kılmaya yetmektedir. Bu durumda iki tür mucize ortaya çıkmaktadır:

Müşriklere yönelik mucizeler: Bunlar, nübüvveti isbat içindir Asr-ı Saadetteki örneklerine baktığımızda yok denecek kadar az oldukları görülür. Hatta, sadece örneğin Ay’ın yarılması olayı olduğu bile söylenebilir.

Mü’minlere yönelik mucizeler: Bunlar nübüvveti ispat etmek için değildir. Bunlar hidâyet ve kalbe itminan verme kabilinden olan mucizelerdir. Örnekleri de çoktur.

Acaba Kur’ân Hz. Peygamber’e her iki tür mucizenin verildiğini ifade etmekte midir? Yoksa hiçbir mucizenin verilmediğini mi söyle­mektedir? Ya da müşriklere yönelik mucize gösterme konusunda Allâh istekli değil midir? Dolayısıyla müşriklere ve mü’minlere gösterilecek mucize konusunda doğal olarak bir ayrım mı ortaya çıkmıştır? Bu so­rulara cevap verebilmek için önce ilgili âyetleri kaydedelim, ardından da onları değerlendirelim:

“Dediler ki: ‘Ona Rabbinden bir mucize indirilse ya! (Ey Mu­hammedi) De ki: ‘Şüphesiz, Allâhın, bir mucize indirmeğe gücü yeter. Fakat onların çoğu bilmiyor.”

“Bizi, (Kureyşin istediği) mucizeleri göndermekten, ancak ön­cekilerin onları yalanlamış olması alıkoydu. (Nitekim) Semûd kavmine o dişi deveyi açık bir mucize olarak verdik de onlar bu yüzden zâlim oldular. Oysa biz, mucizeleri sırf korkutmak için göndeririz.’’

Bu âyetler açıkça mucize gönderme konusunda bir isteksizliği ortaya koymaktadır. Yukarıdaki ilk âyete gelince, onlar müşriklerin gönülle­rine uygun tarzda mucizenin gönderilmeyeceğini vurgulamaktadır. El­malılı, En’âm Sûresi 37. âyet çerçevesinde bu durumu şöyle belirtmiştir:

“İnen âyetleri duymadılar, inkâr ettiler de Peygamber’e kendi gö­nüllerince bir âyet, bir mucize indirilmesini hor görür bir itiraz şeklinde talepte bulundular. Allâh, bir mucize indirmeye şüphesiz kadirdir, indirmezse, güçlüğünden değil, hikmetindendir.” Bu hikmeti S. Ateş şöyle açıklamaktaiyorsa, bu yine onlara acıdığından dolayıdır. Çünkü istedikleri gibi hemen mucize in­se inen mucizeyi de çeşitli bahanelerle kabul etmeyecek, ona büyü di­yecekler, hatta onu doğal görüp başka mucize isteyeceklerdir.” Allâh’ın mucize göndermeme isteksizliğinin bir başka sebebi daha vardır. Bu sebep, yukarıda belirtilen Allah’ın acımasını da izah etmek­tedir. Bu, “Bizi, âyetler (mucizeler) göndermekten alıkoyan tek şey, ön­cekilerin bu âyetleri yalanlamış olmasıdır.” şeklinde âyette geçen husus­tur. Müşriklerin Hz. Peygamber’den, Mekke’de dağları yürütüp ovalar açmasını, ırmaklar fışkırtmasını, bağlar bahçeÎer yaratmasını, gökten hazineler indirmesini istedikleri, Kur’ân’da anlatılmıştır. Allâh, âyette müşriklerin istedikleri mucizeleri neden göndermediğini açıklamıştır.

Daha önceki milletler de mucize istemişler, fakat mucizeleri gördük­ten sonra da yalanlamışlar ve bu yüzden de cezalandırılmışlardır. Allâh, mucizeleri, korkutup uyarmak için gönderir. Mucizeleri gördük­leri halde yalanlayanlar cezalandırılır.

Burada mucizeler konusunda bir ayırımın ortaya çıktığı açıktır. Bu hususa Elmalılı dikkat çeker ve Allâh’ın kudretine delâlet eden mucizelerin üç kısım olduğunu belirtir:

“Mucizelerin bir kısmı her şeyi kapsar. Her şeyde O’nun bir ol­duğuna delâlet eden bir âyet vardır. Bir kısmı olağanüstüdür. Peygamberlerin mucizeleri böyledir... Mucizeler arasında inadına istek ve ıs­rar edilen bir kısım vardır ki, bunlara ‘âyât-ı mukteraha’ denilir. Bun­lar gösterildiği zaman inanmayanlar, Semûd kavmi gibi, kökleri kese­cek bir azap ile derhal yok edilmişlerdir.”

Öyle anlaşılıyor ki, Hz. Peygamber döneminde azabı gerektirecek bir mucize talebine karşılık verilmemiştir. Mucizelerin çeşitli kısımlara ayrıldığı bilinmektedir. Elmalılı’nm yaptığı tasnifin yanında başka tasnifler de vardır. Süleyman Nedvî’ye göre, mucizeler hidâyet, ilâhî yar-dım ve helâk mucizeleri şeklinde üçe ayrılır. Bu durum, en azından mucizelerin hepsinin eşit olarak değerlendirilemeyeceğini göstermektedir.Şimdi bu duruma göre mucizeleri değerlendirelim:

a- Allah, mucize gönderme konusunda isteksizdir. Zira geçmiş vimler sürekli bunları yalanlamış, akibetleri de kötü olmuşa Bu ümmetle ilgili olarak Allâh, maddî mucizelerle insanların îmân etmesini istememektedir. Bununla birlikte, Mekke döneminin ilk yıllarında mucize taleplerine Ay’ın yarılması olayıyla karşılık verilmiştir. Kamer Sûresi, Mekke döneminde inen  sûrelerdendir. En’âm Sûresi ise Mekke devrinin sonlarına doğru ve bir defada inmiştir. İsrâ Sûresi de Mekke döneminin sonlarında nâzil olmuştur. Mekkeli Müşrikler Kamer Sûresi’nde be­lirtildiği gibi Ay’ın yarılmasını “büyü” olarak değerlendirmişlerdir.

Müşriklerin bu yapısını bilen Yüce Allâh, muhtemelen on­ları maddî mucizelerle îmâna sevk etmeyi amaçlamamıştır. Bu durum maddî olarak hiç mucize gösterilmediğini değil, yok de­necek kadar az bir iki -belki de sadece Ay’ın yarılması- mucize gösterildikten sonra Allâh’ın rahmeti gereği mucize taleplerine karşılık verilmediğini ortaya koyar. Hatta Ay’ın yarılması ola­yında bile mucize göstermeye yönelik bir isteksizlik vardır. Zira olay, gece vuku bulmuştur. Çok kimse de buna muttali olama­mıştır. Bu da mucize gösterme konusundaki isteksizliğin başka bir delilidir. Ancak bu isteksizlik -dediğimiz gibi- bir tane dahi olsa, hiç mucize gösterilmediği şeklinde yorumlanmamalıdır.

b-Kur’ân’da mucize talepleriyle ilgili âyetlere baktığımızda hep sinin müşriklerle ilgili olduğunu görürüz. Dolayısıyla buralar da onlara yönelik hitaplarla Allâh’ın bir lütfü ve yukarıda geç tiği gibi İlâhî yardım olarak mü’minlerin karşılaştığı mucizele ri karıştırmamak gerekir. Kur’ân’da bu anlamda mucizeler bulunmaktadır. Mucizelerin illa da nübüvveti ispata ve meydan okumaya yönelik olması gerekmemektedir.

Esas itibariyle bir başkasının benzerini yapmaktan aciz olduğu şey, mucizedir. Mucize esas itibariyle böyle olmakla birlikte, muhatapları açı­sından farklı manalar ifade edebilir. Müşrikler için bir nübüv­veti ispat ve meydan okuma; mü’minler için İlâhî bir lütuf, tak­viye ve te’yid olabilir. Kur’ân’da bu tür mucize, yani olağanüs­tü haller bulunduğuna göre hadîslerde bu tür mucizelerin var­lığı yadırganacak bir husus değildir. Normal insanlardan, yani kâmil bazı insanlardan olağan üstüne benzer bazı hallerin sudûr ettiği bir vakıadır. Bu tür halleri, Allâh’ın güç ve kudreti altında bulunan Hz. Peygamber’e çok görmemek gerekir.

c-Bununla birlikte belirtmekte fayda vardır ki, gerçekten hadîs lite­ratüründe Hz. Peygamber’e isnâd edilen mucizelerin sayısı hayli kabarıktır. Bunların hepsi sıhhat açısından aynı değerde değil­dir. Bu rivâyetlerin ilk planda sıhhat açısından değerlendirilme­leri gerekir. Zira bunlar bir bütün olarak kabul edildiğinde Hz. Peygamber’i tarih üstü bir varlık gibi göstermektedirler. Hatta öyle olmuştur ki, her peygamberin mucizesine ille de Hz. Pey­gamberin elinde zuhur eden bir nazire bulunmaya çalışılmıştır. Bundan dolayı muhakkak bu tür rivâyetlerin değerlendirilmesi lazımdır.

d-Son olarak şunu vurgulamalıyız ki, Hâtib el-Bağdâdî, el-Fâkih ve'l-mütefakkih adlı eserinde Hz. Peygamberin mucize göster­mesinin manevî mütevâtir derecesine ulaştığını belirtmiştir. Ona göre, çeşitli mucizelerle alakalı olarak gelen rivâyetler haber-i vâhid olabilir, ama onların toplamı, mucizenin manevî mütevâtir derecesine ulaştığını gösterir. Mesela, mi’râcı -öyle olmamak­la birlikte- haber-i vâhid bir mucize kabul edelim. Hz. Peygam­berin parmaklarından su akması da ayrı bir mucize olsun. Ağaç­ların Hz. Peygamber’e selâm vermesi, başka bir mucize olsun; Ay’ın yarılması da öyle. Bütün bunların, ayrı ayrı düşünüldüğün­de, haber-i vâhid olduklarını kabul edelim. Ancak bütün bunlar­da ortak bir nokta vardır. O da Hz. Peygamberin mucize gös­termesidir. İşte, mütevâtir olan nokta burasıdır. Zira bu kadar farklı olay, farklı zaman ve mekânlarda anlatan râvîlerin yalan- da birleşmeleri düşünülemez.

Yavuz Köktaş,Kurana Aykırı Görülen Hadisler

Devamını Oku »

İyiliklerin Ömrü Artırması,Kuran'a Aykırı Mı ?

İyiliklerin Ömrü Artırması,Kuran'a Aykırı Mı ?


Hz.Peygamber şöyle buyurmuştur: “Her kim rızkının bollaştırılmasını ve ecelinin te’hir edilmesini isterse, akrabalarıyla ilgilensin”.(Buhari,Edeb,12)

Bu hadîs şu âyete aykırı görülmüştür: “Ecelleri geldiğinde ne biri saat te’hir edilirler ne de öne alınırlar”.(Araf,34) Bu teâruzun üç şekilde cem edilebileceği söylenebilir:

a-Ömrün artması, taata ulaşılması sebebiyle ömrün bereketli kılın­masından kinâyedir. Zira sıla-i rahim, taata ulaşmaya sebep olur ve masiyetten korur. Benzer hadîsler de vardır. Sadaka verme­nin ömrü uzatması gibi... Bu, insanın manevî olarak huzur bul­duğu, dolayısıyla hayatı dolu dolu yaşadığı, ömrünün bereketli kılındığı anlamına gelir.

b-Ömrün artması, hakîkat de olabilir. Ancak, bu, ömürle ilgile­nen meleğin bilgisine nispetledir. Âyetin delâlet ettiği şey ise, Allâh’ın ilmine nispetledir. Mesela, meleğe şöyle denilir: Falanın ömrüsıla-i rahim yaparsa yüz senedir, yapmazsa altmış se­nedir. Allah’ın ilminde sıla-i rahim yapıp yapmayacağı önceden vardır. Allâh’ın ilminde olan, ne te’hir edilir ne de öne alınır. Meleğin ilminde olanda ise, artma-eksilme mümkündür. Şu âyet buna işaret eder: “Allâh dilediğini siler, dilediğini bırakır, Ümmü’l-kitâb O’nun katindadır”. Silme ve bırakma meleğin bil­gisine nispetledir. Ümmü’l-kitâb’da olan, Allâh’ın ilminde olan­dır ki, onda silme olmaz.

c-Bunun başka bir anlamı da ömrün uzaması, ölümden sonra ha­yır ve hasenat defterinin kapanmamasıdır. Bilindiği gibi sadaka, mal yanında ilim ve irfan ile de olmaktadır. Müminlere faydalı bir eser neşreden bir âlimin sevap defteri, ölümüyle kapanmaz. Bu ise onun ömrünün uzaması demektir. Zira ömrü uzadıkça hayır ve hasenatına devam edecek olan o zat, aynı işi ölümden sonra da yapabildiğine göre manen hayattadır demektir.

Yavuz Köktaş - Kurana Aykırı Görülen Hadisler

Devamını Oku »

Hz.Peygamber'in Gayb'den Haber Vermesi,Kurana Aykırı Mı ?

Hz.Peygamber'in Gayb'den Haber Vermesi,Kurana Aykırı Mı ?


Özellikle günümüzde Hz. Peygamber’in gaybı bilmediğine, dolayı­sıyla gaybdan haber veren hadîslerin uydurma olduğuna dair bir­takım iddialar vardır. Bu iddia sahipleri Kur’ân’a parçacı yaklaşmakta, âyetleri bir bütün içerisinde değerlendirememektedir. Şöyle ki:

Şu bir gerçek ki, Kur’ân’da Hz. Peygamber’in gaybı bilmediğini ifa­de eden âyetler vardır: “Ben size ‘Allah'ın hâzineleri benim yanımdadır’, demiyorum, gaybı da bilmem’’ Bununla birlikte Allah’ın, razı olduğu elçilerine gaybı bildirdiğini gösteren âyetler de bulunmaktadır: “Allâh gayb bilgisini kimseye göstermez, ancak razı olduğu elçiye gös­terir” O halde iki âyetin uygun bir te’vîlini yapmak durumundayız. Birinci âyet aslında Hz. Peygamber’in kendiliğinden gaybı bilemeyece­ğini vurgulamaktadır. İkinci âyet ise Allâh’ın dilediği elçisine gaybını bildirebileceğini ifade etmektedir. Âyetler bu şekile anlaşılırsa arala­rındaki zahiri teâruz da ortadan kalkar.

Hz. Peygamber in, gayb bilgisine Allâh’ın izniyle muttali olması mümkün olsa da onu her an her yönüyle gaybı bilen bir peygamber olarak telakki etmek zordur. Mevdûdî’nin dediği gibi, halk arasında­ki peygamberlerin olmuş olacak her şeyi bildiği, Allâh’ın onlara gayb ilminin hepsini verdiği” şeklindeki kanaatler yanlıştır şeklindeki düşünce de isabetli değildir. Hz. Peygamber’e gayb alemi hakkında pek çok bilgi verilmişse de, bunlar ümmetine bildirmemişti. Ama bununla birlikte “peygamberlerin gayb hakkındaki bilgisi, diğer insanların bil­mesi gerektiği kadardır” metine bildirilmemişti. Nitekim bir hadîsinde Hz. Peygamber, “Yemin ederim ki, benim bildiklerimi bilseydiniz, çok ağlar az güler­diniz.”(Buhari,Rikak,27) buyurmuştur.

Mevdûdî, peygamberlerin diğer insanlardan daha fazla gayb bilgisine sahip olduğuna dair aklî deliller de sunmuş­tur. Ona göre genelde insanlar gayba îmân etmeye ihtiyaçları olduğu kadar, gayba îmânda kalpleri tatmin olsun diye konuyla ilgili bilgiye de ihtiyaçları vardır. Bu durumda peygamberlerin görevlerini yerine getirebilmeleri için diğer insanlardan daha fazla şey bilmeleri gerekir. Nasıl ki, bir devlet idaresinde başbakan, bakanlar, valiler devletin ba­zı özel tutum ve politikasını bilir de halkın bunları bilmesi ülkeye fay­da yerine zarar getirirse, madde ötesi alemle ilgili bilgilerin bilinme­si de böyledir. Bunları da sadece Allâh’ın has kulları ve peygamber­leri bilebilir, diğer insanlar ise bundan habersizdirler. Bu gayb bilgisi, peygamberlere görevlerini yerine getirmede yardımcı olur. Fakat ge­nel olarak diğer insanlar bu bilgileri bilmeye mecbur değildir. Son ola­rak şu söylenebilir: Peygamberlerin gayb bilgisi, Allâh’ın bilgisinden az, diğer insanların bilgisinden çoktur. Bunu ölçmek için ise elimizde herhangi bir ölçek yoktur.

Sonuç olarak söylemek gerekirse; Allâh Resûlu gaybdan çok şeyi biliyordur. Bildikleri içerisinden bir kısmım bize açıklamıştır. Benzet­mek doğru ise, devlet yönetiminde olanlar da diğer insanlara nazaran çok şey bilirler, fakat her bildiklerini halkla paylaşmazlar. Bildikleri­nin bir kısmını halka açarlar.

Burada bir görüşe daha dikkat çekmekte fayda vardır. Buna göre Kur’ân, açıkça Resülullâh da dâhil kimsenin geleceği bilemeyeceğini söyler. Efendimiz de bunu tekrarlar. (Osman b. Maz’un’un hanımına “Vallahi yarın bana ne yapılacağını bile bilmiyorum” sözünü hatırla­yalım) Kıyâmete, onun alametlerine dair hadîsler Rasûlullah’ın bir tür tahminleri ve bu konudaki nasları ve olayları “okumalarıdır. Ve efen­dimizin okumaları bizim için çok değerlidir. Kehanet ve gelecekten ha­ber olarak değerlendirilmemelidirler.

Gaybî haberleri sadece tahmin ve okuma (yorum) olarak değer­lendirmek isabetli değildir. Bu görüş, bir açıdan, ilgili hadîsleri kabul eder gibi görünmekte, ama manayı saptırmaktadır. Elbette muhteme­len gaybla ilgili hadîsler içinde uyarı, teşvik, bazı şeyleri sezme kabilin­den olanlar vardır. Ama bilfiil ne olacağını ifade eden hadîsler de söz konusudur. Hatta uyarı ve teşviklerin dahi bir bilgiye dayandığını söy­lemek mümkündür. Şayet Allâh’ın Hz. Peygamber’e gaybından bir şey­ler bildirmesi mümkünse hadîsler yoluyla bize ulaşan gayb haberlerin­de yadırganacak bir şey yok demektir.

Aslında konu, bir açıdan, Hz. Peygamber’in Kur’ân dışında Allâh’tan vahiy alıp alamayacağı meselesiyle de ilişkilidir. Başka çalışma­larımızda konuyu detaylı ele aldığımızdan, şu kadarını söyleyebiliriz ki, Hz. Peygamber Kur’ân dışında Allâh’tan vahiy almıştır. Buna Al­lah Resûlüyle bir şekilde iletişim kurdu, kalbine ilka etti de diyebiliriz. Gaybî bilgilerin hepsi, bu tür vahye dahil olmaktadır.

Yavuz Köktaş,Kurana Aykırı Görülen Hadisler

Devamını Oku »

Harut ve Marut Kıssası,Kuran'a Aykırı Mı ?

Harut ve Marut Kıssası,Kuran'a Aykırı Mı ?




Bu kıssa kısaca şöyledir: Melekler Allâh’ın insanı yaratacağını söylemesi üzerine “Biz seni hamd ile teşbih ediyoruz. Orada kan dökecek birini mi yaratacaksın?” derler. Allâh, “şehvet duygusunu size ver­sem aynısını yaparsınız” buyurunca melekler buna hayret eder. Bunun üzerine Allâh onları denemek için aralarından iki melek seçmelerini is­ter. Hârût ve Mârût adlı iki melek insan kılığında yeryüzüne iner. Zühre ile imtihan edilirler. Zühre’ye sahip olmak isterler. Zühre, bir şart­la diyerek onları önce şirke, sonra çocuk öldürmeye davet eder. Onlar reddeder. En son, içki içmelerini ister, onlar içer. Akabinde hem zina ederler hem de çocuğu da öldürürler.(İbn Hanbel,Müsned,2,134)

Bu rivayetin müşkili olmadığını söyleyenler vardır. Onlara göre, bu melekler insan kılığına girmiştir. Bir insan olarak günah işlemişlerdir; Bu da mümkündür. Irâkî’ye göre, bu kıssayı ibn Ebi’d-Dünyâ ve Beyhaki, Ebû’d-Derdâ er-Rehavî’den mürsel olarak nakletmiştir. Bu kıssa, meşhur olup yirmiye yakın tarîkten nakledilmiştir. Bu tarîkler birbirini destekler. Münâvî’ye göre, İbn Hacer de aynı görüştedir. İbn Hacer,yasaya vâkıf olan kimsenin neredeyse onun kesinlikle vuku bulduğuna inanmak durumunda kaldığını belirtir. Suyûtî de bu kıssanın sahîh birsenedle nakledildiğini kaydeder.

Ancak genel kanaat, bu rivâyetin bâtıl olduğu yönündedir. Kâdî Iyâz,“Bu konuda Resûlullah’tan nakledilen sahîh veya zayıf hiçbir rivayet yok­tur” diyerek kıssayı reddeder. İbnu’l-Cevzî, bu rivayeti mevzû hadîsler içinde değerlendirmiştir. Ona göre bu hadîs sahîh değildir. Yahya b. Maîn, Ferec b. Fadâle’yi taz‘îf etmiştir. İbn Hıbbân, onun senedleri kalbettiğini, vahi metinleri sahîh senedlerle naklettiğini, onunla ihticâcın helâl olmadı­ğını belirtmiştir. İbn Kesîr de, bu kıssanın isrâiliyyâttan olduğunu, mut­tasıl bir senedle sahîh olarak Hz. Peygamberden nakledilmediğini söy­lemiştir. Aynı şekilde Târihu Bağdâd adlı eserin hadîslerini inceleyen Haldûn Ahdeb de kıssanın mevzû olduğu kanaatindedir. Ona göre bu kıssanın merfû olarak rivâyet edilmesi sahîh değildir.Müfessir ve muhaddislerin ekseriyeti bu kıssanın zayıf ve bâtıl olduğunu kabul etmiştir.

Ahmed b. Abdulaziz Mukrin’e göre, kıssanın Hz. Peygamber’e ref‘i sahîh değildir. Ref, bazı râvilerin hatasıdır. Doğru olan, bu kıssayı sahâbenin, Ehl-i Kitâb’dan Müslüman olanlardan aldığıdır. Bunu şu hususlar teyid eder:

İbn Ömer’den nakledilen bazı tarîklerde kıssa, Kâ‘bu -Ahbâr a dayanmakta, daha öteye geçmemektedir. Bu, bazı râvilerin kıs­sayı ref etmekle hata ettiğini gösterir.

Merfû‘ olarak gelen tüm tarîkler zayıftır.

Bu kıssayı -İbn Ömer dışında- nakleden sahâbilerin hiçbiri refi tasrîh etmemiştir.

Kıssa, Benî İsrâil kıssalarına benzemektedir.

-------------

Yavuz Köktaş,Kurana Aykırı Görülen Hadisler

Devamını Oku »

Kalplerden Geçen Şeylerden Sorumlu Muyuz ?



Kalplerden Geçen Şeylerden Sorumlu Muyuz ?


Hz.Peygamber şöyle buyurmuştur: “Allâh, konuşmadıkça veya  yapmadıkça nefislerinden geçirdikleri şeylerden dolayı üm­metimi affetmiştir.” (Buhârî, Talak, 11)

İbn Hacer ve Aynî bu hadîsin “Fakat Allâh sizi kalplerinizin kazandıği şeyle sorumlu tutar.” (Bakara, 225) âyetinin zahirine muarız oldu­ğunu belirtmiştir. Onların ifadesine göre, âyette kalp fiillerinin kalp­te istikrar bulmasıyla onlardan sorumlu olunması söz konusudur. Ha­dîs ise kalpten geçen şeylerden dolayı yapmadığı müddetçe kişiyi so­rumlu tutmamaktadır. Bu durumda mezkûr hadîs kalp fiillerinin kalp­te istikrar kılmamasına hamledilmelidir. Yani kişi, kalbinde kökleşme­miş, yerleşmemiş, azmetmediği düşüncelerden dolayı mes’ul değildir. Dolayısıyla mana, “Allâh kalpte istikrar bulmayan fiilleri affetmiştir.” feklinde olur. Allâh, geçmiş ulemâdan razı olsun. Bu, gerçekten güzel bir yorumdur.

Yavuz Köktaş - Kurana Aykırı Görülen Hadisler
Devamını Oku »