Fatiha Suresinin Tefsiri

Fatiha Suresinin Tefsiri




Rahmân ve Rahim olan Allâh’ın adıyla.

" “Hamd âlemlerin Rabbi, Rahmân ve Rahîm, din gününün sâhibi olan Allâh’a mahsustur. Yalnızca sana tapar, yalnızca senden yardım isteriz. Bizi dosdoğru yola, kendilerine nimet verdiklerinin yoluna ilet; gazâba uğramışların ve saplanışların yoluna değil.” (Âmîn)

Hz. Peygamberden rivâyet edilmiştir ki:

“Allâhu Teâlâ şöyle buyurmuştur: Fâtiha Sûresi’ni üçe ayırdım: [Üçte biri Benim için], üçte biri kulum içindir; üçte biri de kulumla Benim aramdadır. Kulumun istediği kendisine verilecektir.”Fâtiha Sûresi’nin Allâhu \ Teâlâ için olan kısmı başlangıçtan “Din gönünün sâhibi” kısmına kadardır. Kul için olan kısım “Yalnızca sana tapar, yalnızca senden yardım isteriz’’ âyetidir. Allâhu Teâlâ ile kul arasında olan kısım ise “Bizi dosdoğru yola ilet” ten sonuna kadar olan kısımdır.

İyi bilin ki, Fâtiha bütün sûrelerin sultânıdır. Bunun içindir ki, hepsinden öncedir, hepsinden önce olmasına rağmen, hepsinden sonra da gelmiştir. Allâhu Teâlâ’nın kitâbının hem başlangıcı hem de sonu olmuştur. Güneş gibi ki, güneş de göze önce küçük görünür.

Fâtiha Sûresi’nin bir tarafı da “Elif-Lam-Mîm”e (Bakara Sûresi’ne) dayanır; işte sultanların/yöneticilerin de böyle olmaları, yâni faydalarının herkese şâmil olması için bir taraflarını halka yaslamaları gerekir. Fâtiha, namazın bütün rekatlerinde okunur ve bütün duâlar onunla tamamlanır. Dolayısıyla her sultanın/idârecinin de Fâtiha’yı ya nefsinde gerçekleştirmiş (tahakkuk), ya onunla ahlâklanmış (tahalluk), ya da onunla sürekli alâkadar (taalluk) olması lâzımdır; dördüncüsü olmamalıdır. Tahakkukta (Fâtiha Sûresi’ni özümsemede, nefsinde gerçekleştirmede) Suheyb (r.a.) gibi olmalıdır.

Zîrâ Hz. Peygamber onun hakkında şöyle buyurmuştur: “Suheyb ne güzel adamdır! O, Allâhu Teâlâ’dan korkmasaydı, yine de O’na isyân etmezdi.” Yâni eğer Allâhu Teâlâ’dan korksaydı kimbilir nasıl olurdu?! Tahalluk, verâ sâhibi bir âlim ve âmil (bildikleriyle amel eden) olmaktır. Taalluk ise, verâ sâhibi âlim ve âmillerin peşine yapışmak için ümmî î (bilgisine güvenmeyen ve değer vermeyen) olmaktır. İşte bu, adâletin ta kendisidir. Bu üçün dördüncüsü zulümdür. Sultan, adâleti nisbetinde dini ve dünyâyı mâmur ettiği gibi, zulmü nisbetinde de dini ve dünyâyı harap eder.

Adâlet sâhibi olan herkes zamanının mehdisidir. Her zorba da zamanının deccâlidir. “Zulüm kelimesinin anlamı, bir şeyi uygunsuz bir yerde kullanmaktır. Bunun için ‘Babasına benzeyen zulmetmiş olmaz’ ve ‘Kur-da çobanlık veren, zulmetmiştir’ denir.” Muhtâru’s-Sıhah’ta böyle târif edilmiştir.( 1) Allâhu Teâlâ ve insanlar indinde sevilen biri olmak isteyen bir sultânın âdil ve insaflı olması şarttır.

Fâtiha Sûresi’ne göre Allâhu Teâlâ’nın ahlâkı ile ahlâklanmak dört şekilde gerçekleşir:

1- Allâhu Teâlâ âlemlerin Rabbidir; sultanların da idâresi altındaki herkesi sâhiplenmesi gerekir. Yâni açları doyurmalı, susuzlara su vermeli, çıplakları giydirmeli ve gariplere barınacak yer bulmalıdır. Tıpkı hilâfeti esnâsında Hz. Ömer’in, halktan dilenen yaşlı bir Mecûsîye/ateşpereste davrandığı gibi davranmalıdır: Hz. Ömer o Mecûsî ihtiyara “Senin gençlik zamanlarında biz senden haraç/ vergi almıştık, şimdi ise sen geçimini temin edememektesin; o halde bizim sana beytülmaldan (devlet kasası) bir maaş belirlememiz gerekir” demiş ve ona maaş bağlamıştı.

2- Nasıl ki, Allâhu Teâlâ bütün kullarına karşı “Rahmân” ise, sultânın da idâresi altındaki herkese karşı merhametli olması, onların canlarını, mallarını ve ırzlarını koruyucu olması gerekir.

3-Âhiret işlerinde mü’minlere karşı “Rahîm” olmak; yâni okul, üniversite ve cami gibi âhirete yönelik faaliyet gösteren binâlar yaptırmak.

4- Sultânın “Din gününün sâhibi” olması demek, onun halkın iyi veya kötü amellerini karşılıksız bırakmamasıdır. “Din günü” demek, iki taraf arasındaki dâvâ ânı demektir; sultan bu durumda iki taraf ara-sında adâlet ve hukûk ölçüsünde hüküm vermelidir. Halk, böyle bir sultânın kendisine itâatle kulluk eden kulları mesâbesindedir. Böyle olursa o, ismen/zâhiren değil, gerçekten “mahmûd” (kendisine teşekkür edilen) olur. Hani derler ya: “İnsan, ihsânın/iyiliğin kölesidir.”

“Bizi dosdoğru yola ilet”e gelince; bu âyet, mü’minlere Hak’tan isteyecekleri en güzel dileği bildirmektedir ki, o da sirât-ı müstakime (düpdüz- gün yola), peygamberlere, velîlere ve sâlihlere bahşettiği yola iletmesidir (hidâyet). Zîrâ ilk yola (sırât-ı müstakim) ihlâslı mü’minler, riyâkârlar, münâfıklar, gazaba uğrayanlar ve sapmışlar hep birlikte girerler. Meselâ namaz bir sırât-ı müstakimdir; ona riyâ ve nifak karışırsa istikâmeti (düzgünlüğü) kalmaz. Diğer ibâdetler de böyledir. Hattâ gazâ (harbe çıkmak) dahi bir doğru yoldur. Savaşa katılan biri, eğer savaştaki bölüğünden kaçar k ve elinde olduğu halde kâfirlere/düşmana karşı savaşanlara yardım etmez- ise, onun bu davranışı doğru yol değildir. Muhâripler savaşta iken onların mallarını yağmalamak nasıl olur? Orasını da artık sen düşün! Böyle bir asker, olsa olsa şeytanın veya Deccâlin askeri olur.

İkinci yola gelince; o, ancak ve ancak peygamberler, velîler ve ihlâslı sâlihler gibi Cenâb-ı Hakk’in hâs/özel kullarının girdiği yoldur ki, işte her mü’minin Allâhu Teâlâ’dan dilemesi gereken düpdüzgün, dosdoğru yol (sırât-ı müstakim) bu yoldur. Zîrâ Allâhu Teâlâ onlara bu yolu “Kulumun istediği verilecektir” sözüyle vaat etmiştir.

Bir kimsenin Fâtiha’yı bu niyet ve şuurla ömründe bir kere okuması, dil ile günde bin kere okumasından çok daha hayırlıdır. Zîrâ insan böyle bir okuyuşla ömrü boyunca ulaşabileceği hayırlara bir defâda ulaşabilir.
Allâhu Teâlâ bizlere ve bütün mü’minlere bu hayra ulaşmayı kolaylaş'tırsın ve nasip etsin. Âmîn (kabul eyle), ey kabul edicisi dileklerin ve en merhametlisi merhametlilerin!

-----------------

(1)-Tırnak içinde tercüme ettiğimiz ibârelerin Muhtâru’s-Sıhâh’tan aynen alınmış olması ve bu eserin müellifi olan Muhammed b. Ebî Bekr. b. Abdülkâdir’in de 666/1268’den sonra vefat ettiği gözönüne alındığında, bu durum bu tefsirin Hz. Geylâni ye âidiyetini şüpheye düşürmektedir. Ne var ki, bu ibârelerin metne son­radan başkaları tarafından ilâve edilmiş olması da muhtemel görünmektedir. Zîrâ metinde bir kopukluk göze çarpmaktadır. Ayrıca, kaynak gösterilmek sûretiyle Muhtâru's'Sıhâh’tan alıntı yapılmaktadır. Oysa genellikle kadîm ulemânın, -tabiî ki Gavsı A'zam’ın da- kaynak gösterme aklinde bir üslûbu yoktur. Dolayısıyla yukarıdaki üslûb burada metne bir müdâhalenin olduğu ihtimâlini kuvvetlendirmektedır.

Dilaver Gürer , Abdülkadir Geylani(Risaleler)

Devamını Oku »

'Allah Onları Sever,Onlar da O'nu' Ayetinin Tefsiri

'Allah Onları Sever,Onlar da O'nu' Ayetinin Tefsiri

'...Allah onları sever, onlar da Allah’ı severler..' Maide/54

Gözbebeklerini dört açtılar... Sırların yüzündeki gaflet peçelerini kaldırdılar... Gayb âlemlerinin adamlarına cilâlı kalp aynalarını tuttular... Saçılıp dağıtılan vahiy kelâmlarından mânâ cevherlerini topladılar... Kıdem/ezel bahçelerindeki sırları fehim/anlayış pınarlarından içerek, it gezip tozdular... Ezel gelinlerini fikir taraklarıyla süslediler. Kalıba iltifat etmeyen kalplerle (vuslata) hazırlandılar. Bu kalıp/beden evleriyle ülfet etmiş kutsal ruhlara şâhit tutuldular. Kurumuş çamur heykelleri durumundan, akıllan sebebiyle kudsiyet mertebelerine yükseltildiler. Şanlı himmetleriyle vahdâniyet celâlinin cennetlerine tâlip oldular. Ruhlarının koku alma duyularıyla Kur’ân bahçesinin güzel kokularını koklamaya meylettiler...

Ruhların ma‘şûku, kalplerin mahbûbu ve tâliplerin emellerinin son noktası safvetine (saflığına, tertemizliğine) işâret olarak buyurdu ki: öyle bir kavim getirecek ki, O onları sever, onlar da O’nu.”

Oysa onlar adem/yokluk yataklarında ve gayb beşiklerinde uykuda idiler. Kerem mağarasının gençleri idiler. Kader, onların özlerinin zerrelerini çamur parçalarından ortaya çıkardı. Kusurlarını ıstıfâ/temizleme ateşinde giderdi. Mevhibe/bağış kalıpçısı ezel darphânesinde onların üzerine “Onları sever” satırını nakşetti. Onlar adem bohçasında oldukları halde onlardan “Onlar da O'nu sever” diye bahsetti.

Öyle bir kuş dili kelâmı ki, onu vaktin Süleymân’ından başkası anlayamaz. Öyle bir âşığın göz kırpmaları ki, Leylâ’nın Mecnûn’undan başkası onlardan bir işâret anlamaz.

Ezel kâtibi kıdem dîvânında/defterinde ruh levhalarının cilâlı berraklığı üzerine velâyet/yakınlık hokkasından çekilen ictibâ/seçkinlik kalemiyle “O onları sever, onlar da O’nu” satırlarını yazdığı zaman, onların şahsiyet ibâdethânelerinin ruhbanları henüz ademde/yoklukta idi; zâtlarının incileri gayb örtüsü sedefleri içinde idi; onların nefislerinin arkadaşları “Kün/Ol” sırrı ağacının gölgesi altında uyumakta idi. Kader müezzini “Fe/fekûn/Hemen oluverir” nesîminin esintisi ile onları uyandırıverdi. Onların vücûd/ varlık mumlarıyla dünyâ karanlığı aydınlanıverdi. Canları sûret köşkleri' ne yerleşti. Berraklıkları bulanıklık ile ve nûrları maddiyat karanlıklarıyla karıştı gitti. Ruhlar, bu uzak beldede garipler mahallesine yerleşti. Kıdem/;ezel tarafından kendilerine doğan şeylere hep iştiyâk duydular, kudsiyet yurdunda alışık oldukları şeyler için çok ağlayıp sızladılar. Aşağı ile yukarı arasında uzun müddet gidip geldiler. Onların zâtlarının zerreleri bu aşk ve iştiyâk fezâsında toz toprak oldu.

Kurbiyet meydanının genişliğine çıktıklarında, inâyet eli onların her birine, kader sâhibinin “muhabbet elbiselerinden kendileri için takdir ettiği elbiseleri giydirdi. Ünsiyet meclisi halvetinde onların havâsları/ özelleri için “O onları sever, onlar da O’nu” sancakları diktirdi. Onların gelişi şerefine “Koşuşun” denizinin sâhilinde şeref tahtları kurdurdu. Ezel dîvânı kâtibine, onlan “saâdet-i kübrâ (en büyük saâdet) defteri”ne kaydetmelerini emretti. Kitabının sonunu “Allâh selâmet yurduna eder.’’ ile bitirdi. Hitâbının başlığını “ Bana tâbi olun ki, Allâh da sizi sevsin” koydu. ‘’Muhakkak ki size Allâh'tan bir nûr gelmiştir.’’atının üzerinde onu bir elçi olarak gönderdi.

Ey insanoğlu! Sır tahtları toprak duvarlar içerisinde kurulur ve tevhîd çizgisinin bir noktası yakîn gözüne, “O ilktir (Evvel), sondur (Âhir), açıktır (Zâhir) ve gizlidir (Bâtın)” vücut/varlık binâsının temeli olarak görünür.

Dilaver Gürer , Abdulkadir Geylani(Risaleler)
Devamını Oku »

Hz.İbrahim'in '' Bu benim Rabbim (En'am 76) '' Demesi Hakkında

Hz.İbrahim'in '' Bu benim Rabbim (En'am 76) '' Demesi HakkındaŞöyle de açıklanmıştır: Hz. İbrahim'in "bu benim rabbim"demesi, kav­mine karşı delili ortaya koyması içindi. O, zahiren onlara uygun düşündü­ğünü göstermişti. Fakat yıldız kaybolunca delili ortaya koyup: Değişen bir şeyin Rabb olması mümkün değildir, dedi, Halbuki kavmi yıldızları ta'zim edi­yor, onlara tapınıyor ve yıldızlara göre hüküm veriyorlardı. en-Nehhâs der ki: Bu hususta söylenen en güzel açıklama, İbn Abbas'tan sahih olarak ge­len ve yüce Allah'ın: "Nur üstünde nurdur" (en-Nûr, 24/35) buyruğu hak­kındaki şu açıklamasıdır: İşte mü'minin kalbi böylece aziz ve celil olan Allah'ı'bilip tanır ve kalbiyle O'na delil getirir. O'nu bilip tanıdı mı, nuruna nur katılır.

İşte Hz. İbrahim de böyledir. Yüce Allah'ı kalbiyle bilip, diğer delillerle O'nun varlığına delil gösterince kendisinin bir Rabbi ve bir yaratıcısı oldu­ğunu kesinlikle bilmiş oldu. Yüce Allah ona kendisini tanıtınca, onun da Al­lah hakkındaki marifeti artmış ve şöyle demişti: "Beni doğru yola iletmişken benimle Allah hakkında mücadele mi ediyorsunuz?" (el-En'âm, 6/80)

Şöyle de açıklanmıştır: Bu, onların yaptıklarını reddeden bir üslupla soru ve azar anlamındadır. Yani, bu muymuş benim rabbim? Yahut bunun gibi birisi na­sıl rabb olur? anlamında olup soru edatı hazfedil mistir. Nitekim Kur'an-ı Ke­rimde bir başka yerde şöyle buyrulmaktadır: "Sen öldükten sonra onlar ebedi mi kalacaklar" (el-Enbiya, 21/34) anlamındadır. el-Hüzelî der ki:

"Beni teskin ettiler ve dediler ki: Korkma ey Huveylid O yüzleri tanımayarak dedim ki: Bunlar bunlar (mı) dır?"

Bir başka şair de şöyle demektedir:

"Ömrün hakkı için. -her ne kadar bilip anlayan birisi isem de- bilemedim. Onlar cemreye yedi (taş mı) attılar, yoksa sekiz taş mı?"

Anlamın: "Sizin iddianıza göre benim rabbim budur" şeklinde olduğu da söylenmiştir. Nitekim yüce Allah bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: "İd­dia ettiğiniz ortaklarım nerede?" (el-Kasas, 28/74) Bir başka yerde de şöy­le buyru i maktadır: "Tad bakalım. Çünkü sen (dünyada) aziz ve kerim idin (imişsin)?" (ed-Duhan, 44/4?) Yani sen kendi kanaatine göre böyleymişsin.

Anlamın şöyle olduğu da söylenmiştir: Sizler, bu benim de Rabbimdir di­yorsunuz. Burada "diyorsunuz" anlamındaki kelimeyi hazfetmiştir. Hazf ise Kuran-ı Kerim'de çokça görülmektedir. Anlamın: Bu benim Rabbime delil­dir, olduğu da söylenmiştir.

İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 7/68-71.
Devamını Oku »

"Müşrikleri Öldürün" Emrinin Mahiyeti

"Müşrikleri Öldürün" Emrinin Mahiyeti



Yüce Allah'ın: "Artık o müşrikleri... öldürün" buyruğu, bütün müşrikler hakkında umumi olmakla birlikte sünnet, bunlar arasından daha önce el-Bakara Sûresi'nde (2/190. âyet 1. başlıkta) açıklaması geçtiği üzere kadın, ra­hip, çocuk ve benzeri kimseleri tahsis etmiş (bu genel hükmün dışında bı-rakmıştır. Nitekim yüce Allah kitap ehli hakkında da: "Cizye verinceye ka­dar..." (et-Tevbe, 9/29) diye buyurmaktadır. Ancak "müşrikler" lafzının ki­tap ehlini kapsamına almaması da mümkündür. Bu da cizyenin puta tapan­lardan ve diğerlerinden -ileride açıklanacağı üzere- alınmamasını gerektirir. Şunu bilmeli ki, yüce Allah'ın: "Müşrikleri öldürün" buyruğundaki mutlak ifade, herhangi surette olursa olsun onları öldürmenin caiz olmasını gerek­tirmektedir. Ancak, Hz. Peygamberden müsleyi yasaklayan haberler varid ol­muştur.



Bununla birlikte Ebu Bekr es-Sıddik (r.a)'ın irtidad edenleri ateşle yakma­sı, taşla öldürmesi, dağların tepelerinden atması, başaşağı kuyulara atması şek­lindeki öldürmelerine de âyetin umumi ifadesini kendisine delil almış olabilir. Aynı şekilde Ali (r.a)'ın, irtidat eden birtakım kimseleri yakarak öldür­mesini de bu görüşe meyletmesi ve lafzın genel oluşuna dayanarak bunu yap­mış olması ihtimali de vardır. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.[1]



  1. Müşriklerin Bulundukları Yerde Öldürülmelerinden İstisnalar:



"O müşrikleri nerede bulursanız..." buyruğu, her yer hakkında umumi­dir. Ebu Hanife -Allah ondan razı olsun- ise, dalıa önce el-Bakara Sûresi'nde (2/191-192. âyetler, 3. başlıkta) geçtiği üzere Mescid-i Haramı istisna etmiştir, Bununla birlikte (hükmün mensuh olup olmadığı hususunda) ilim adam­ları arasında görüş ayrılığı vardır. el-Hüseyn b. el-Fadl der ki: Bu âyet-İ ke­rime, Kur'an-ı Kerimde yüzçevirmekten ve düşmanların eziyetlerine sabre­dip katlanmaktan söz eden bütün âyetleri nesli etmiştir.



ed-Dalıhâk, es-Süddî ve Ata da şöyle demektedir: Bu âyet-i kerime yüce Allah'ın; "Bundan sonra ister karşılıksız serbest bırakın, ister fidye alın" (Muhammed, 47/4) buyruğu ile nesli edilmiştir ve hiçbir esir eli kolu bağlı öldürülmez demişlerdir. Esir ya karşılıksız serbest bırakılır, yahut fidye karşılığın­da bırakılır.



Mücahid ve Katade ise derler ki; Bilakis bu âyet-i kerime yüce Allah'ın: "Bundan sonra ister karşılıksız serbest bırakın, ister fidye alın" (Muhammed, 47/4) buyruğunu neshetmekte ve müşrik olan esirler hakkında öldürülmelerinden başka bir uygulama caiz bulunmamakladır.



îbn Zeyd her iki âyet de muhkemdir demektedir ki, doğru olan da budur. Çünkü, karşılıksız serbest bırakmak, öldürmek ve fidye almak, müşriklerle yaptığı İlk savaş olan -önceden de geçtiği üzere- Bedir gününden itibaren uy­guladığı hükümler olagelmiştir. Yüce Allah'ın: "Onları yakalayın" buyruğu da buna delildir. Yakalamak ise esir almaktır. Esir almak da, imamın uygun göreceği tercihe göre ya öldürmek için, yahut fidye almak için veya karşı­lıksız bırakmak için olur.



"Onları alıkoyun" buyruğu ise, sizin topraklarınızda tasarrufta bulunma­larını ve yanlarınıza girmelerini engelleyin; ancak, siz onlara izin verirseniz eman ile yanınıza girebilirler, demektir.[2]





  1. Müşriklerin Geçit Yerlerini Tutmak:





"...onların bütün geçit yerlerini tutun" buyruğunda geçen ve "geçit yeri" diye meali verilen; kelimesi, kendisinde düşmanın gözetlendi­ği yer, demektir. "Filanı gözetledim, gözetlemekteyim," denilir. Buyruk, onların gözetlenebilecekleri ve gafil yakalanabilecekleri yer­lerde onlar için oturun (pusu kurun) demektir. Âmir b. et-Tufeyl der ki:



"Ben kesin olarak biliyorum ve hiç de unuttuğumu sanmayın: Genç delikanlıyı ölümün gözetleyip durduğunu,"



Şair Adiy de şöyle demektedir:



"Ey Âzile, (hanımının adı) şüphesiz ki bilgisizlik genç olanın zevkin (e düşkünlüğün) den ötürüdür Ve hiç şüphesiz nefisler için ölümler gözetlemededir."



Bu buyrukta davette bulunmadan önce müşrikleri gatîl avlamanın caiz ol­duğuna delil vardır, ": Bütün" kelimesi zarf olarak nasbedilmiştir. ez-Zec-câc'ın tercihi de budur. Mesela; "Bir yolda gittim denildiği" gibi, "Her yolda gittim" denilir (ve "bütün, her" anlamındaki ke­lime nasbedilir). Yahut da bu kelime cer eden kelimenin düşürülmesinden ötürü de mansub gelmiş olabilir, İfadenin takdiri şöyle olur: "Bütün geçit yerlerinde, üzerinde gözetlemede bulunun" demek olur. Böylelikle ": Geçit yerleri" kelimesi geçtikleri yolun adı kabul edilir.



Ebu Ali ise, ez-Zeccâc'ı , "yol" kelimesini zarf kabul etmekte hatalı bulur ve şöyle den Yol, ev ve mescid gibi özel bir yerin adıdır. Dolayısı ile semaî olarak hazfın varid olduğu haller müstesna, bundan cer harfinin hazfedilme-si caiz olamaz. Nitekim Sibeveyh "Şam'a girdim, eve girdim" şeklindeki kullanışları nakletmektedir. Şu mısra da buna benze­mektedir:



"Tilkinin yolda sallanarak koşması gibi..."[3]



  1. Müşriklerle Savaşmanın Hedefi:



"Eğer tevbe edip" yani, şirkten vazgeçip "namaz kılar ve zekât verirler­se, yollarını serbest bırakın" âyet-i kerimesi üzerinde dikkatle durup dü­şünmek gerekir. Çünkü yüce Allah önce öldürülme sebeplerini şirke bağlamakta, daha sonra da: "Eğer tevbe edip..." diye buyurmaktadır. Asıl kaide de şudur: Öldürme, eğer şirk dolayısıyla sözkonusu ise, şirkin zevali ile bu emir de zail olur. Bu da namazın kılınmasını, zekâtın verilmesini gözönün-de bulundurmaksızın mücerred tevbe etmekle öldürme emrinin ortadan kalkmasını gerektirir. İşte bundan dolayı, namaz vaktinden ve zekât verme zamanından önce mücerred tevbe etmek dolayısıyla öldürme hükmü de or­tadan kalkmıştır. Bu ise, bu yönüyle gayet açıkça anlaşılan bir konudur. Şu kadar var ki: Şanı yüce Allah, tevbe etmekle birlikte iki şart daha sözkonu-su etmiştir ki, bunları boşa çıkarmanın imkânı yoktur. Hz. Peygamberin şu buyruğu da buna benzemektedir; "Ben insanlarla lâ ilahe illallah deyinceye, namaz kılıncaya ve zekât verinceye kadar savaşmakla emrolundum. Onlar bunu yapacak olurlarsa, benden kanlarını da mallarını da korumuş olurlar. Onun hakkı ile olması hali müstesna hesapları ise Allah'a aittir."[4]



Ebu Bekr es-Sıddik (r.a) da şöyle buyurmuştur: "Allah'a yemin ederim, na­maz ile zekât arasında ayırım gözetenlerle mutlaka savaşacağım. Çünkü ze­kât mahn hakkıdır." İbn Abbas da: Allah Ebu Bekir'e rahmet eylesin. O, ne kadar da fakih bir kimse idi demiştir.



İbnü'l'Arabî der ki: Böylelikle Kur'an ve Sünnet aynı gerçekleri dile ge­tirmiş olmaktadır. Namazı ve sair farzları helal kabul ederek terkedenin kâfir olduğu hususunda müslümanlar arasında görüş ayrılığı yoktur. Sünnetle­ri önemsemeyerek terkeden de fasık olur. Nafileleri terkeden için ise bir ve­bal yoktur. Ancak, nafilenin faziletini inkâr ederse kâfir olur. Çünkü o, bu tu­tumu ile Rasûlullah (sav)'m getirip haber verdiği bir hususu reddetmiş olmak­tadır. Ancak farz olduğunu inkâr etmeksizin ve terkini de helal kabul etmek­sizin namazı terkeden kimsenin hükmü hususunda ilim adamlarının farklı gö­rüşleri vardır. Yunus b. Abdulalâ dedi ki: Ben, İbn Vehb'i şöyle derken din­ledim: Malik dedi ki: Allah'a iman edip, rasûlleri tasdik eden, fakat namaz kıl­mayı kabul etmeyen kimse öldürülür. Ebu Sevr de; Şafiî mezhebinin bütün alimleri bu görüştedir, der. Hammad b. Zeyd, Mekhul ve Veki'in görüşü de budur. Ebu Hanife der ki: Böyle bir kimse hapse atılır, dövülür ama öldürül­mez. Bu, İbn Şihab'ın da görüşüdür. Davud b. Ali de bu görüştedir. Bunla­rın delilleri arasında Hz. Peygamberin şu buyruğu da vardır: "Ben insanlar­la la ilahe illallah deyinceye kadar savaşmakla emrolundum. Bunu diyecek olurlarsa, -onun hakkı İle olması müstesna- benden kanlarını ve mallannı korumuş olurlar."[5]

Bu görüşü kabul edenler derler ki: Onun hakkı ise, Hz. Peygamberin bir başka hadisinde şöylece dile getirilmiştir: "Müslüman bir kim­senin kanı ancak üç şeyden birisiyle helal olur: İmandan sonra kâfir olmak, yahut muhsan olduktan sonra zina etmek, ya da bir başka nefse karşılık ol­maksızın birisini öldürmek."[6]



Ashab-ı kiram ve tabiinden bir topluluğun görüşüne göre kasti olarak ve özrü bulunmaksızın vakti çıkıncaya kadar tek bir namazı terkeden ve onu eda etmeyi de kaza etmeyi de kabul etmeyip namaz kılmam, diyen bir kimsenin kâfir olduğu, kanının da malının da helal olduğu, müslüman mirasçılarının ondan miras alamayacağı ve tevbe etmesinin de istenmeyeceği görüşünde­dirler. Eğer (kendiliğinden) tevbe ederse mesele yok. Aksi takdirde öldürü­lür. Ve malının hükmü de mürtedin malı ile aynıdır. Bu, aynı zamanda İshak'ın da görüşüdür. İshak der ki: İşte Peygamber (sav)'dan şu günümüze kadar ilim ehlinin görüşü böyledir.



İbn Huveyzimendad der ki: Bizim mezhep alimlerimiz, namazı terkeden kişinin ne vakit öldürüleceği hususunda farklı görüşlere sahiptirler. Kimisi, na­mazın kılınması için uygun görülen vaktinin sonunda öldürülür derken, ki­misi de zaruret vaktinin sonuna kadar bırakılır demişlerdir. Bu konuda sahih olan görüş budur. Bu zaruret vakti de şöyledir: İkindi namazı vaktinden gü­neşin batacağı zamana kadar dört rekat kılabilecek bir süre, yatsı namazının çıkış vakti olan gecenin bitimine dört rekat kala, sabah namazı vaktinin bi­timi olan güneşin doğuşundan önce iki rekat kılacak kadar bir zamandır. İs­hak der ki: Vaktin gitmesinden maksat ise, öğle namazını güneşin batışına, ak­şam namazını da tan yerinin ağarması vaktine kadar ertelemesi demektir.[7]



  1. Gerçek Tevbe Ne İle Anlaşılır:



Bu âyet-i kerime "tevbe ettim" diyen kimsenin, fiilleri arasına tevbenin muhakkak olduğunu ortaya koyan hususlar da eklenmedikçe, bu sözüyle yetinilmeyeceğine delildir. Çünkü yüce Allah burada tevbe etmekle birlikte namaz kılmayı ve zekât vermeyi de şart koşmaktadır ki, bunların yerine geti­rilmesiyle tevbenin gerçekten yapıldığı ortaya çıksın. Faizi yasaklayan âyet-i kerimede de: "Şayet tevbe ederseniz ana mallarınız sizindir" (el-Bakara, 2/279) diye buyurmaktadır. Bir başka yerde de: 'Tevbe edenler, ıslah eden­ler ve açıklayanlar müstesna..." (el-Bakara, 2/l60) diye buyurmaktadır, el-Bakara Sûresi'nde bu anlamdaki açıklamalar (2/160. ayetin tefsirinde) geç­miş bulunmaktadır.[8]



[1] İmam Kurtubi, el-Camiu li- Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/131-132.



[2] İmam Kurtubi, el-Camiu li- Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/132.



[3] İmam Kurtubi, el-Camiu li- Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/132-133.



[4] Buhâri, iman 17, Salat 28, Zekât 1, İ'tisâan 2, 28; Müslim, İman 32-36; Ebû Dâvud, Cihâd 95; Tirmizî, Tefsir 88. sûre; Nesaî, Zekât 3; İbn Mace, Fiten 1; Darimi, Siyer 10; Müs-ned, IV, 8.



[5] Buhâri, iman 17, İ'tisâm 28; Müslim, îman 34-36; Tirmizî, îman 1, Tefsir 88. sûre; Ne-sai, Cihâd 1, Tahrîmu'd-Dem 1; tbn Mâce, Fiten 1...



[6] Buhûri, Diyat 6; Müslim, Kasâme 25, 26; Ebu Dâvûd, Hudûd 1; Tirmizi, Hudûd 1.5, Diyât 10; Nesaî, Kasâme 6,14, Tahrîmu'd-Dem 5, 11, 14; İbn Mace, Hudûd 1; Dârimi, Sîyer U; Müsned, 1, 61, 63...



[7]İmam Kurtubi, el-Camiu li- Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/133-135.



[8] İmam Kurtubi, el-Camiu li- Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/135.





Devamını Oku »

Îblis'in Yanlış Kıyası

Îblis'in Yanlış Kıyası

Yüce Allah'ın: "Dedi ki; Ben ondan daha hayırlıyım" buyruğu şu demek­tir: Beni ona secde etmekten alıkoyan, ona olan üstünlüğümdür. Bu, anlam itibariyle iblis'ten cevap mahiyetindedir. Nitekim: Bu ev kimindir? diye so­rarsak, muhatabın bize, bu evin sahibi Zeyd'tir demesi de bu kabildendir. Bu, bizzat cevabın verilmesi gereken kendisi olmamakla birlikte, cevap anlamı­na raci bir sözdür.

"Beni ateşten yarattın, onu da çamurdan yarattın." Böylelikle o, ateşin çamurdan daha üstün olduğu görüşüne sahip olmuştur. Buna sebep ise ateşin yükselmesi, yukarı doğru çıkması ve hafifliğidir. Ayrıca ateş, ışık sa­çan bir cevherdir.

İbn Abbas, el-Hasen ve İbnSîrin der ki: İlk kıyas yapan İblistir ve yanlış kıyas yapmıştır. Buna göre her kim dinde yalnızca kendi görüşüne dayana­rak kıyas yapacak olursa, Allah onu İblis ile birlikte koyar. İbnSîrin der ki: Güneşe ve aya da ancak kıyaslar yapılarak ibadet olunmuştur.

Hakimler şöyle demişlerdir: Allah'ın düşmanı, ateşin çamura üstünlüğü­nü iddia etmek bakımından hataya düşmüştür. Her ne kadar her ikisi de ya­ratılmış ve cansın olmak bakımından aynı derecede bulunsalar bile, çamur dört bakımdan ateşten daha üstündür:

  1. Sağlamlık, sükûn, vakar, temkin, hilm, haya ve sabır çamurun özünden gelir. İşte kendisi için takdir olunmuş mutluluktan ayrı olarak, Âdem'i tev-beye, alçak gönüllülüğe, yalvarıp yakarmaya iten sebep budur. Bunun sonu­cunda mağfirete, seçilmişlîğe ve hidayete mazhar olmuştur.

Hafiflik, serkeşlik, keskinlik, yükselmek ve kararsızlık da ateşin özünden­dir. İşte kendisi için takdir olunmuş bedbahtlıktan ayrı olarak, İblis'i büyüklenmeye ve bunda ısrar etmeye iten sebep budur. Bunun sonucunda ise o, helake, azaba, lanete ve bedbahtlığa hak kazanmıştır. Bu açıklamaları el-Kaf-fal yapmıştır.

  1. Rivayetler, cennetin toprağının hoş kokulu misk olduğunu [1] ifade et­mekle birlikte, cennette ateş bulunduğunu, cehennemde de toprak bulun­duğunu ifade etmemektedir.

  2. Ateş azaba sebeptir. Ateş, Allah'ın düşmanlarına azabıdır. Toprak ise aza­ba sebep değildir.

  3. Çamurun ateşe ihtiyacı yoktur. Ama ateşin bir mekâna ihtiyacı vardır, onun mekânı da topraktır.

Bu hususta beşinci bir sebep daha zikredilebilir, o da toprağın hem sec­de yeri, hem de temizlenme aracı olduğudur. Sahih hadiste ifade edildiği gi­bi. [2]Ateş ise, korkutma ve azap aracıdır. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmak­tadır: "İşte Allah bununla kullarını korkutuyor." (ez-Zümer, 39/161

İbn Abbas da der ki: İblis'e itaat kıyastan daha çok yakışırdı. Fakat o Rab-bine isyan etti. Sırf kendi görüşünden hareketle İlk kıyas yapan kişi odur. Nas-sa muhalefet halinde kıyas reddolunur.[3]





[1]Tirmizi, Cennet 2; Dârimî, Rikaak 100-. Müsned, II, 305, 445.

[2]-Buhâri, Teyemmüm 1, Salat 56; Müslim, Mescid 3-5; EbûDâvûd, Salât 24; Tirmizi, Mevâkıt 119: Siyer 5: Nesaî, Gusl 26; İbnMâce, Talıâre 90.

[3]-İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 7/289-290.
Devamını Oku »

Kâfirlerin Dünya Hayatındaki İyiliklerinin Ahirette Karşılığı Yoktur

Kâfirlerin Dünya Hayatındaki İyiliklerinin Ahirette Karşılığı Yoktur



Kâfirin işleri, eğer akrabalık bağlarını gözetmek, yoksulun ihtiyacını kar­şılamak, darda kalmış olanın sıkıntısını gidermek gibi iyilik türlerinden olur­sa, bunların sevabını almaz ve ahirette bunlardan faydalanmaz. Şu kadar var ki, bu iyilikleri karşılığında ona dünyada ihsanda bulunulur. Bunun delili ise Müslim'in Âişe (r.anha')'dan şöyle dediğine dair rivayetidir: Ey Allah'ın Rasûlü, dedim. İbn Cud'an, cahiliye döneminde akrabalık bağını gözetir, yoksu­la yemek yedirirdi. Bunun kendisine bir faydası olacak mı? Peygamber şöyle buyurdu: "Bunun kendisine faydası olmayacak. Çünkü o, birgün olsun: Rabbim, din (kıyamet) günü günahımı bana bağışla dememiştir."[1]



Enes (r.a)'dan da şöyle dediği rivayet edilmiştir Rasûlullah (sav) buyur­du ki: "Şüphesiz Allah hiçbir mü'mine (mükâfatı eksik verilmek suretiyle) bir iyiliğinde dahi zulmetmez. Dünyada da onun karşılığı ona verilir. Ahirette de ondan dolayı ona mükâfat verilir. Kâfire gelince o, dünyada Allah için yap­mış olduğu İyilikler karşılığında ona yemek yedirilir (ihsanda bulunulur). Nihayet âhirete gittiğinde, onun karşılığını görebileceği herhangi bir iyiliği kalmamış olur,"[2] İşte bu, (bu hususta) açık bir nastır.



Diğer taraftan şöyle de denilmiştir: Acaba bu doğru vaad gereğince, kâfi­rin, bu dünya hayatında iyiliklerine karşılık yedirilip ona bağışta bulunması muhakkak ve kaçınılmaz bir şey midir? Yoksa bu, şanı yüce Allah'ın: "... Biz de burada dilediğimize dileyeceğimiz şeyi çabucak veririz" (el-İsra, 17/18) buy­ruğunda sözü geçen Allah'ın dileği (meşîeti) ile mi kayıtlıdır? İkincisi bu hu­sustaki iki görüşün sahih olanıdır. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.



Kâfirin yaptığına "hasene: güzellik, iyilik" denilmesi ise, kâfirin bu husustaki zanni dolayısıyladır. Yoksa onun Allah'a yakınlaşmak üzere yapacağı her­hangi bir ameli sahih değildir. Çünkü Allah'a yakınlaştırıcı amelin sahih ol­masının şartı olan iman bulunmamaktadır. Ya da buna "hasene" deniliş sebebi, mü'minin hasenesine şekil itibariyle benzediğinden dolayıdır. Görül­düğü gibi bu hususta da iki görüş vardır.[3]







  1. Müslüman Olmadan Önce İyilik Yapanın İyiliklerinin Durumu:





Denilse ki; Müslim'de, Hakîm b. Hizâm'dan Rasûlullah (sav)'a şöyle de­diği rivayet edilmektedir: Ey Allah'ın Rasûlü, ben cahiliye döneminde iken ibadet kastıyla verdiğim sadaka yahut köle azad etmek veya akrabalık bağını gözetmek gibi bir takım hususlarda (benim için) ecir var mıdır, ne dersin? diye sorunca, Rasûlullah (sav) da şöyle buyurmuştun "Sen, geçmişinde yap­mış olduğun hayırlar üzere İslâm'a girdin."[4]



Buna şu cevabı veririz: Hz. Peygamberin: "Sen, geçmişte yaptığın hayırlar üzere İslama girdin" ifadesi konu ile ilgili aslî delillerin zahirine uygun de­ğildir. Çünkü kâfirin yüce Allah'a yakınlaşmak kastı ile yapacağı ibadetler sa­hih olamaz ki bu İtaati dolayısıyla sevap alması sözkonusu olsun. Çünkü Al­lah'a yakınlaşmak kastıyla itaatte bulunacak kimsenin kendisine yakınlaşmak istediği yüce Zatı bilip tanıması şarttır. Böyle bir şart bulunmayacak olursa, şarta bağlı olarak öngörülen hususun sıhhati de sözkonusu olamaz. Buna gö­re hadisteki mana şöyle olur: Eğer sen cahiliye döneminde güzel bir takım huylar kazanmış isen, bu huyların İslâmda da sana güzel alışkanlıklar kazandırmıştır. Çünkü Hakîm (r.a) altmışı cahiliye döneminde, altmışı da müslü-man olmak üzere yüzyirmi yıl yaşamıştı. Cahiliye döneminde yüz köle azad etmiş, yüz kişiyi de deve sırtında taşımış İdi. İslâm'da da aynı işleri yaptı. Bu, açıkça anlaşılan bir husustur.



Şöyle de açıklanmıştır: Kâfir iken işlemiş olduğu günahları müslüman ol­mak suretiyle düştüğü gibi, müslüman olması dolayısıyla (müşrik iken) yap­tıklarına karşılık Allah'ın onu mükâfatlandırması Allah'ın lütfu keremi açısından uzak bir İhtimal olarak görülemez. Asıl mükâfatını görmeyecek kişi, müslüman da olmayan, tevbe de etmeyen ve kâfir olarak ölen kişidir. Hadi­sin zarihinden anlaşılan da budur, yüce Allah'ın izniyle sahih olan görüş de bu olmalıdır. Daha önce yapmış olduğu hayırlardan sonra müslüman olup da müslüman olarak ölen kimsenin önceden yapmış olduğu hayırların mükâfatını, almaması ile ilgili olarak iman şartının bulunmadığını söylemek, hiç­bir şekilde değişmesi sözkonusu olmayan akli bir şart değildir. Şanı yüce Al­lah güzel bir şekilde İslâm'a bağlanan bir kimsenin (müslüman olmadan ön­ceki) amelini boşa çıkarmayacak kadar kerimdir. Nitekim, el-Harbî de bu ha­disi bu anlamda yorumlayarak şöyle demiştir: "Sen, geçmişte yaptıkların üzere müslüman oldun." Yani, bundan önce işlemiş oluduğun hayırlı amellerinin mükâfatı sana verilecektir. Nitekim bir kimseye: Sen bin dirhem üzere İslâm'a girdin, denileceği vakit, o bin dirhemi kendi payına eline geçirmiş ol­mak üzere İslâm'a girdiği anlaşılır. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.[5]







  1. Ebu Talib'in Özel Durumu:





Denilse ki: Müslim, Hz. Abbas'tan şöyle dediğini rivayet etmektedir: Ey Allah'ın Rasûlü dedim, Ebu Talib seni korur, sana yardımcı olurdu. Bunun ona faydası oldu mu? Hz. Peygamber: "Evet" diye buyurdu. "Ben onu her tara­fını kaplayan bir şekilde ateş içerisinde buldum da onu topuklarına kadar ate­şin ulaştığı bir yere çıkardım."[6]



Buna şöyle denilir: Kâfirin işlemiş olduğu hayırlar sebebiyle azabının bir bölümünün hafifletilmesi uzak bir ihtimal değildir. Ancak bu, Ebu Talib hak­kında varid olduğu şekilde ayrıca bir şefaatte bulunulmasını da gerektirmek­tedir. Kur'an-ı Kerim: "Artık şefaat edenlerin şefaati onlara fayda vermez" (el-Müddesir, 74/48) buyruğu ile onun dışındakilerin durumu hakkında haber ver­mektedir. Yine kâfirler hakkında: "Bizim bir şefaatçimiz yoktur ve candan, hiç­bir dostumuz da" (eş-Şuara, 26/100-101) diyecekleri de bize haber veril­mektedir. Müslim de, Ebu Said el-Hudrî'den şöyle dediğini rivayet etmekte­dir: Rasûlullah (say)'ın huzurunda amcası Ebu Talib sözkonusu edilince şöy­le buyurdu: "Kıyamet gününde belki benim şefaatimin ona bir faydası olur da bu sebepten ötürü topuklarına kadar ulaşacak bir ateşe konulur ve bundan beyni kaynar."[7] Hz. Abbas'ın rivayet ettiği hadiste de: "... ve eğer ben olma­saydım hiç şüphesiz ateşin en aşağı basamağında olurdu" dediği de kayde­dilmektedir.[8] Yüce Allah'ın: "Çünkü siz, fâsıklık eden bir kavim oldunuz" kâfirler oldunuz, demektir.[9]

----------------------------------------------

[1] Müslim, İman 365; Müsned, VI, 93.



[2] Müslim, Sifâtu'l-Münafikın 56; Müsned, III, 123, 283.



[3] İmam Kurtubi, el-Camiu li- Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/258-259.



[4] Buhârî, Zekât .24, Buyu' 100, Itk 12, Edeb 16; Müslim, İman 194, 195; Müsned, III, 402.



[5] İmam Kurtubi, el-Camiu li- Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/259-260.



[276] Müslim, İman 358.



[7] Buharî, Menakıbu'l-Ensâr 40; Müslim, îman 360; Müsned, III, 50, 55.



[8] Buhari, Menakbu'l-Ensâr 40T Edeb 115; Müslim, İman 357; Müsned, I, 206, 210.



[9] İmam Kurtubi, el-Camiu li- Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/260.
Devamını Oku »

''Allah Teâlâ'nın İndirdiğiyle hükmetmeyen...''Ayet Mealinin Tefsiri

''Allah Teâlâ'nın İndirdiğiyle hükmetmeyen...''Ayet Mealinin Tefsiri

“Allah Teâlâ'nın İndirdiğiyle hükmetmeyen, işte onlar kâfirle­rin ta kendileridir ... zalimlerin ta kendileridir fâsıkların ta kendi­leridir.” mealindeki ayetlerin hükmü, mutlak değil, mukayyeddir. Çünkü evvelden de dediğimiz ‘’lemyuseddek,lemyehkum’’ manasındadır. Nitekim Kurtubî diyor ki: «Kur’ân’ı reddetmek; yahud Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem'ln getirmiş olduğu hükmü inkar etmek sûretiyle Allah Teâlâ'nın hükmüyle hükmetmeyen kafirdir. Bu takdirde müslüman olduğu halde Allah Teâlâ'nın indirdiğiyle hükmetmeyen, fâsık ve âsidir.

Bu, ibnu Arabi' nin de görüşüdür. İbnu Arabî dedi ki: “İbnu Abbas, Câbir bin Zeyd, ibnu Ebî Zâlde, İbnu Şübrume, Şa'bî'nin de mezhebleri budur. Nitekim Tâvus ve başkası da dediler ki: Bu, İslam dîninden mü'mini çıkaracak küfür değildir."

Binaenaleyh bir kimse, nezdindeki kanunla hükmedip: "Bu Allah'tan gelmiştir" diyorsa, deyişi tebdil olduğundan, küfrü icab ettirir. Amma hevâ-i nefs ve ma'siyete mebnî hükmediyorsa, hakkında mağfiret umulan günahtır. Ehli Sünnet velCemaatin görüşü de budur.»

Kurtubî'nin bu nakilleri gayet makuldur. Bir kimse ortaya koymuş olduğu görüşü için: "Allah'ın hükmü budur" dese ayrıdır, ki rahibler ve hahamlar da böyle yaptılar; bu küfürdür. Çünkü bu tebdil yani istihlâl-i ma'iyettir. Amma: "Nefsimin hevâsıdır" diyorsa, vaz'î kanunla hükme­den kafir olmaz. Çünkü bunda Allah'ın hükmünü değiştirmek yoktur. Hristiyan ve yahudiler, Allah'ın hükmünü tebdil ettikleri için, tehdid ve tenkid edildiler.. Alûsî de, Kurtubî'nin sözlerine benzer izahatta bulun­muştur.

Netice-i meram, Allah'ın hükmüne rıza göstermeyen yahud hafife alan yahud reddeden her hâkim, kafirdir. Reddetmeyen, fâsık ve âsidir.

Terfîln, yani hükmü fâsık hâkime yahud kafir hâkime havale etme­nin, diğer fıkhî meseleleri vardır. Fıkıh kitablarına havale.. Zalimi zalime şikayet etmekte küfür yoktur.



İsmail Çetin-Ehli Sünnetin Nazar İtikadın Ölçüsüdür
Devamını Oku »

Allah Yolunda Öldürülenler Diridirler


"Allah yolunda öldürülmüş olanlar için "Ölü''ler demeyin, bilâkis onlar diridirler, fakat siz farkına varmazsınız "(Bakara, 154).

Bu Ayetin Mâkabliyle Münasebeti Ve Nüzul Kıssası

Bil ki bu ayet, Al-i İmran süresindeki, "Aksine onlar diridirler, Hableri yanında
rızıklandırılıyorlar" (Al-i imran, 169) ayetinin bir benzeridir. Bu ayetin, bir önceki ayetle olan irtibatının izahı şöyledir: Sanki şöyle denilmektedir: Dinimi yerine getirmekte sabır ve namaz ile yardım isteyiniz. Bu yerine getirmede, benim düşmanlarıma karşı mallarınız ve canlarınızla cihâd etmeye mecbur otur, bunu yapar ve bu yolda canlarınız giderse, canlarınızı boşuboşuna harcadığınızı (verdiğinizi) zannetmeyin. Aksine biliniz ki sizden öldürülenler  benim katımda diridirler."Bu ayetle ilgili bazı meseleler vardır: 101[101]

Birinci Mesele

İbn Abbas (r.a) şöyle demiştir: "Bu ayet Bedir şehidleri hakkında nazil olmuştur. O gün müslümanlardan ondört kişi şehid edilmişti. Bunlardan altısı muhacirlerden, sekizi ise ensardandı. Muhacirlerden olan; "Ubâde b.el-Hars b. Abdul-Müttalib, Ömer b. Ebî Vakkas, Zü'ş-Ştmâleyn, Amrb. Nufeyle, Âmir b. Bekr ve Mihca b. Abdullah idi. Ensardan olanlar; Sa'id b. Hayseme, Kays b. Abdu'l-Münzlr, Zeyd b. el-Hars, Temim b. el-Hümâm, Râü b. el-Muallâ,Hâlise b. Surâka, Muavviz b. Afra veAvf b. Afra.,.Sahabe-i Kiram,"Falanca öldü, falanca öldü"diyorlardı. Cenâb-ı Allah, o şehidler hakkında, "öldüler" denilmesini nehyetti."

Diğer müfessirlerden ise şu görüş rivayet edilmişir: "Kâfirler ile münafıklar, "İnsanlar, hiçbir fâidesi olmaksızın sırf Muhammed'in rızasını kazanmak için kendilerini öldürüyorlar" demişlerdi de bu ayet bunun üzerine nazil olmuştur." 102[102]

İkinci Mesele

Kelimesi, mahzuf bir mübtedânın haberi olduğu için merfudur. Bunun takdiri şöyledir"Onlar ölülerdir demeyin.'103[103]

Şehitlere Ölü Denmez, Onlar Diridir

Üçüncü Mesele

Bu ayetle ilgili çeşitli görüşler vardır:

1) "Onlar şuanda diridirler." AllahuTeâlâ sanki onları, sevabını onlara ulaştırmak için
diriltmiştir.Bu görüş, müfessirlerin çoğunluğunun görüşüdür. Bu, kendileri kabirlerinde bulundukları halde, itaat edenlere, nail oldukları sevabın ulaştığına delildir.Şayet, "Biz onların bedenlerinin kabirlerde ölü olduğunu müşahede ettiğimiz halde, sizin bu görüşünüz onlar hakkında nasıl doğru olabilir?" denilirse, deriz ki:"Bize göre, hayâtın var olması için bünye şart değildir. Allahu Teâlâ'nın, bütün unsur ve zerreleri bir araya getirmeye ve birleştirmeye ihtiyaç duymaksızın, bu zerrelerden herbirinde hayatı tekrar yaratması imkânsız değildir."

Mu'tezile'ye göre ise, Allahu Teâlâ'nın hayat sahibi varlığın mahiyeti için zorunlu olan cüzlere, unsurlara hayatı iade etmesi, onları tekrar diriltmesi ve diğer uzuvların gerekli olmaması garip görülemez.. Yine Allah'ın onları, artık görülmez, müşahede edilmez olduklarında da diriltmesi imkân dahilindedir.

2) Esamm şöyle demiştir: Yani, "Onları ölüler olarak isimlendirmeyiniz, onlar hakkında, "diri şehitler" deyiniz."

Yine müşriklerin, Cenâb-ı Hakk'ın, "Bir ölü iken kendisini dirilttiğimiz kimse......kimse gibi midir?" (Enam, 122) ayetinde belirttiği gibi, "onlar, din hususunda ölmüşlerdir" deyip de,bunun üzerine de Allah'ın, "Ey müslümanlar, Allah yolunda şehid olanlara müşriklerin dediğini söylemeyiniz; fakat siz, onlar dinde diridirler, fakat onlar, yani müşrikler, Hz. Muhammed'in dini üzere öldürülenlerin, dînî bakımdan diri olduklarını Rablerinden olan bir hidâyet ve ömür üzere olduklarını bilemezler" demesi mümkündür. Nitekim anlatılan bir hikayede şöyle rivayet edilmiştir: Adamın birisi birisine şöyle der: "Senin gibi bir kimseyi halef bırakan kimse ölmez."

Hipokrat'ın ise öğrencilerine, "İradenizle ölünüz ki, ruhunuzla diriltilesiniz" dediği
anlatılmaktadır.

3) Müşrikler şöyle diyorlardı: "Muhammed'in arkadaşları kendilerini öldürüyor, hayatlarını heba ederek, bu dünyadan hiç bir şey elde edemeden çıkıyor ve bir hiç uğruna ömürlerini tüketiyorlar..." Bunu söyleyenler, işte müşriklerdir. Onların, âhireti inkâr eden "Dehriyye" itikadına bağlı olmaları veya, ahirete inanıp da Hz. Muhammed (s.a.s)'in nübüvvetini inkâr etmeleri muhtemel olduğu için, onlar bu sözü söylemişlerdir. İşte bundan dolayı Cenâb-ı Hak,"Müşriklerin, onlar ölüdürler, diriltilmeyecekler, dünyada katlandıkları sıkıntıların faydasını da göremiyecekler, demesi gibi demeyin; fakat ancak biliniz ki onlar diridirler, yani onlar diriltilecekler ve cennette kendilerine mükâfatlar verilecek, nimetlendirileceklerdir deyiniz"
buyurmuştur.

Cenâb-ı Hakk'ın, (!) sözünü, "onlar diriltilecektir" şeklinde tefsir etmek tuhaf değildir.

Nitekim Cenâb-ı Hak, " Muhakkak ki iyi kullar naîm cennetindedirler; günahkârlar ise, çılgın bir ateş içindedirler.(İnfitar, 13-14); "O ateşin duvarları onları kuşatmıştır " (Kehf,29):

Muhakkak ki münafıklar, ateşin en alt tabakasındadırlar" (Nisa. 145) ve."İman edip güzel amel işleyenlere gelince, onlar nimetler cenneti fçfndedfrter"(Hacc.56) buyurmuştur. Yani onlar, "böyle olacaklar" demektir. Bu görüş Ha'bî ve Ebu Müslim el-İsfehaninin tercihidir. 104[104]

Kabir Azabının Delilleri

Bil ki ulemânın ekserisi, birinci görüşü tercih etmişlerdir. Buna şu hususlar da delâlet etmektedir:

a) Kabir azabına delâlet eden ayetler. Nitekim Cenâb-ı Hak,"Dediler ki"Ya Rabbi bizi iki defa öldürdün, iki defa da dirilttin" (Mümin, 11) buyurmuştur. Ayette zikredilen iki ölüm, ancak kabirde de hayatın meydana gelmesiyle mümkün olur. "Boğuldular ve bir ateşe sokuldular"(Nûh, 25) ... (Fâ harfi ta'kibiyye içindir) ve, "Sabah akşam ateşe tutulurlar. Kıyametin koptuğu gün, (şöyle seslenilir): "Firavunun hanedanını azabın en çetinine sokunuz!" (Mümin,46)...Kabir azabının varlığı sübut kazanınca, kabirde mükâfaatın olabileceğine hükmetmek de gerekir. Çünkü azab, Allah'ın kulun üzerindeki hakkıdır; se-/âb ise, kulun Allah üzerinde olan hakkıdır. Buna göre azabı düşürmek, mu-kâfaatı düşürmekten daha güzeldir. Cenâbı Hak azabı kıyamete erteleyip, hatta bazan onu kabirde gerçekleştirdiği gibi, aynı şekilde O'nun
kabirde sevabı vermesi daha uygun olur.

b) Eğer ayetin mânası, 1. ve 2. maddelerdeki gibi olursa, Allahu Teâlâ'-nın,"Fakat siz,
hissedemezsiniz" ifâdesinin bir anlamı kalmaz. Çünkü mü'minler, şehidlerin kıyamette diriltileceklerini ve onların Allah'tan olan bir nûr ve hidayet üzere ölmüş olduklarını bilmeseler bile, hitap onlaradır. Böylece durumun, bizim dediğimiz gibi, Allah'ın onları kabirde dirilteceği hususu bilinmiş olur.

c) Allahu Teâlâ'nın,''Ve onlar, henüz kendilerine yetişmemiş olanlar hakkında müjde vermek isterler" (Al-i. İmrân. 170) ayeti, öldükten sonra dirilme vâki olmadan önce, Berzah âleminde bir hayatın bulunduğuna bir delildir.

d) Hz. Peygamber'in şu [Tirmizi,Kıyame 26]sözü: "Kabir, ya cennet bahçelerinden bir bahçedir, veya cehennem çukurlarından bir çukurdur. Kabirdeki azâb ve mükâfaat hususundaki haberler,mütevâtir derecesinde gibidir. Hz. Peygamber (s.a.s) namazının sonunda, azabından sana sığınırım derdi.[Ebu Davud,Edeb 105]

e) Cenâb-ı Hakk'ın, "onlar diridirler" sözünden maksadı, "onların diriltilecekler)" manası olsaydı, bu hususta sadece onların zikredilmesinin bir manası olmazdı. Ebu Müslim, buna şu şekilde cevap vermiştir: "Allah Teâlâ onları özellikle zikretmiştir, zira onların cennetteki dereceleri daha yüce, menzilleri daha şereflidir. Çünkü Cenâb-ı Hak,"Kîm(ler) Allah'a ve Resulüne itaat ederse, işte onlar Allah'ın kendilerine inamda bulunduğu peygamberler, sıddîkler, şehidler ve salihler ile beraberdir" (Nisa, 69) buyurmuştur. Allah onları yüceltmek için bilhassa zikretmiştir."Bil ki bu cevap zayıftır. Çünkü peygamberlerin ve sıddîklerin derecesi, Cenâb-ı Allah onları zikretmemiş olsa da, daha büyüktür.

f) İnsanlar, şehidlerin kabirlerini ziyaret eder ve onlara saygı duyarlar. Du da bazı
bakımlardan bizim söylediklerimize delildir. Ebu Müslim kendi görüşüne tercihe sebeb olarak,Al-i İmran süresindeki, Aksine onlar Rableri katında diridirler" (Al-i İmran, 169) ayetini zikretmiş ve "Ayette belirtilen, "Allah'ın katında oluş," mekân bakımından bir oluş değil,cennette bulunuş manasınadır. Halbuki cennetliklerin ancak kıyametin kopmasından sonra cennete girecekleri malumdur" demiştir.

Ona şöyle cevap veririz: "Bahsedilen, "Allah'ın katında oluş"un ancak cennette olmakla olacağını kabul etmiyor, aksine onlar kabirde veya bir başka yerde oldukları halde, bunun derecelerinin yükseltilmesi ve ilâhi müjdelerin kendilerine ulaştırılması manasında olduğunu söylüyoruz." [107]

Beden-Ruh Münasebeti, Kabir Azabının Ruhanî Olması Meselesi

Bil ki ayet hakkında bir başka görüş daha vardır. O da, "Kabir azabının veya mükâfaatının bedenlere değil ruhlara verildiği görüşüdür. Bu görüş, ruhu bilmeye bina edilmiştir. Bu görüşte olanların sözünün özüne işaret ederek diyoruz ki: Onlar şöyle demişlerdir:"İnsanın şu görülen heykelden (bedenden) ibaret olması mümkün değildir. Bu mümkün olmayışın iki sebebi vardır:

1) Bu bedenin cüzleri devamlı büyür, gelişir, serpilir, noksanlaşır, mükemmelleşir ve erir,zayıflar.. İnsan, İnsan olması bakımından, hayatının başından beri hep devam eder. Bakî olan, bakî olmayandan başkadır. Herkesçe "ene-ben" lafzıyla kendisine işaret edilenin, bu heykelden başka olması gerekir. [108]

"Ben" Dediğimiz Şey Nedir?

2) Ben, benim, bütün parçalarımdan ve cüzlerimden habersiz olduğum halde de, "ben"olduğumu bilirim. Bilinen, bilinmeyenden başkadır. Kendisine, uî "Ben" diye işaret ettiğim, bu âza ve cüzlerden başkadır. "İnsan hissedilemez.çünkü hissedilen şeyler, o şeylerin yüzeyi ve rengidir. Fakat şüphe yok ki insan sadece görünen rengi ve yüzeyinden ibaret değildir.

Âlimler bu noktada kendisine "Ben" diye işarette bulunulan şeyin ne olduğu hususunda ihtilâf etmişlerdir. Bu husustaki görüşler çoktur. Ancak bunların en özlüsü şu iki görüştür:

A) Maddi cüzler, bu heykelde (bedende), ateşin kömürde, yağın susamda ve gülsuyunun gülde hareket edip (sirayet etmesi) gibi hareket ederler. Bu görüşte olanlar iki grupturlar:

1) Cisimlerin heykellerine (sadece görünen maddelerine) inanan kimseler. Bunlar şöyle derler: "Bu cisimler, insanın heykelinin meydana geldiği diğer cüzlere denktir. Fakat irâde ve ihtiyar sahibi olan Kadir Allah, kişinin ömrünün başından sonuna kadar, bazı cüzleri ibkâ eder.

İşte o cüzler herkesin "Ben" sözüyle işaret ettiği cüzlerdir. Sonra o cüzler, Allah'ın onlara verdiği bir hayat ile diridirler. Bu hayat zail olduğu zaman o cüzler ölür." Bu çoğu kelâmcıların görüşüdür.

2) Cisimlerin çeşit çeşit olduğuna inanan kimselerdir. Bunlar insanın ömrünün başından sonuna kadar devam eden cisimlerinin mahiyet ve hakikat itibarıyla şu heykeli meydana getiren cisimden farklı olduğunu, o cisimlerin zatları gereği diri olduklarını, zatları gereği idrâk olunduklarını; bu bedenle (heykel ile) birleşip, ateşin kömürde sirayet edişi gibi onda hareket ettiği zaman, şu heykelin o ruhun nurlarıyla nurlanıp onun hareketiyle hareket edeceğini iddia etmişlerdir. Sonra şu heykel devamlı zayıflama, çözülme ve değişmededir. Ne varki o cüzler olduğu gibi devam eder ve mahiyet itibariyle çürüyen heykelden farklı olduğu için kendisine çözülme arız olmaz. Bu beden bozulunca, o nûrânî lâtîf olan o cisimler, eğer saîdler cümlesinden ise, bedenden ayrılarak, göklere, mukaddes ve mutahhar âlemlere giderler. Eğer şakiler cümlesinden iseler cehennem ve belâlar âlemine giderler.

B) Herkesin "Ben mevcudum" diye işaret ettiği şey mekân tutan bir şey olmadığı gibi, bir mekânda bulunan şey ile de bulunmaz. O, ne bu âlemin içindedir, ne de dışındadır. Onun bu şekilde olması, Allah gibi sayılmasını gerektirmez. Çünkü selbî (menfî, negatif) hususlarda müşterek (benzer) olmak, mahiyet itibarıyla aynı olmayı gerektirmez. Bu görüşte olanlar, şu şekilde delilgetirmişlerdir: Malumatta gerçek manada tek başına müstakil olan şey vardır. Binaenaleyh onu bilmenin tek hak olması gerekir. Bu sebeple böyle bir ilimle nitelendirilmiş olanın da tek gerçek olması gerekir. Halbuki cisimlerin her parçası veya cisme giren her şey gerçek ferd (müstakil bir şey)değildir. Buna göre, işte bitarafımızdan "O, bu tek tek şeyleri bilir" diyebileceğimiz şeyin ne cisim, ne de cismânî olmaması gerekir.

Malumatta (bilinmede) gerçek tek olan şeye gelince şüphesiz bu, birşeyin varlığında bulunan bir şeydir. Bu mevcud eğer gerçek ferd ise, bizim varmak istediğimiz sonuç da budur.Eğer mürekkeb ise, bu durumda mürekkeb olan,ferd terden meydana gelmiştir. Binaenaleyh her halükârda ferdin bulunması gerekir. O, malûmatta ferd (tek) olduğu zaman malumda da ferd olur. Çünkü o ferde (tek'e) taalluk eden bilgi, eğer bölünürse onun cüzlerinden herbiri veya bazısı,yâ o malumla bilinmiş olur ki bu imkânsızdır. Çünkü o zaman cüzün (parçanın) bütüne denk olması gerekir. Bu da imkânsızdır. Ya da o şey, ilim bakımından o malumun cüzlerinden olmaz. Buna
göre bu cüzler biraraya geldiği zaman, ya bir fazlalık ortaya çıkar ki bu,o tek ferdi bilmektir.

Bu durumda o malumu bilmek, bundan Önce takdir ettiğimiz o şeyler değil de, ortaya çıkan şu yeni durum olmuş olur. Sonra bu yeni durum eğer bölünebilirse, mesele geri dönmüş olur.

Eğer bölünmezse, zaten elde edilmek istenen netice de budur.Malumda bölünmeyi kabul etmeyen bir ilmin bulunması durumunda, bu ilimle mevsuf olan da aynı olması durumuna gelince.mevsûf eğer taksimden önce mevcud ise, bu, cüzlerden herbiri veya bir kısmı olur.

Yok eğer o ilmin tamamıyla mevsuf olursa, bu takdirde o bir tek şey bir çok eşyaya birden dahil olmuş (nüfuz etmiş) olur ki bu imkânsızdır. Veya o dahil olan şeyin cüzleri mahallin (yani girdiği yerin) cüzlerine taksim edilmiş olur ki bu takdirde de o dahil olan.taksim edilmiş olur. Halbuki biz o dahil olan şeyin bölünmeye kabil olmadığını farzetmiştik. Yahut, o mahallin cüzlerinden herbiri, dahil olanın (hallin) bir kısmı ila değil de tamamı ile muttasıf olması durumu olabilir. Bu takdirde de bu mahal, o dahil olandan (hailden) boş (hâlî) olmuş olur.

Halbuki biz onunla mevsuf olduğunu varsaymıştık. İşte bu da bir tenakuzdur.Her mekân tutan şeyin bölünebilir olmasına gelince, bu, atomu yok sayma hususunda zikredilen delillerle isbat edilir. Onlar sözlerine şöyle devam ederler: "Böylece herkesin, "Ben varım" diye işaret ettiği şeyin bir mekânda olmadığı ve bir mekânda bulunan şeyle bulunmadığı (mütehayyizle kâim olmadığı) ortaya çıkmış olur. Sonra deriz ki: Bu mevcudun, mutlaka cüz'iyyâ-ti.idrâk etmesi gerekir. Zira aksi halde karşımda duran cismin, meselâ at değil de bir insan olduğuna hükmetmem mümkün olmaz. Bir mevcudu bir sıfatla niteleyenin, haklarında hüküm verdiği (nitelediği) şeyleri müşahede etmesi, cüz'îyi ve külliyi idrâk etmesi gerekir; tâ ki o külliyi esas alarak o cüz'î hakkında hüküm verebilsin. Külliyatı idrak eden nefsin bizzat kendisidir.

Cüz'iyyâtı idrâk eden de odur. O halde buna göre cüz'iyyâtı idrâk eden herkesin lezzet
duyması ve acı duyması imkânsız değildir." Bu görüşte olanlar şöyle devam ettiler: "Bunun böyle olduğu sabit olunca, biz deriz ki: Bedenden ayrılan bu ruhlar, kıyamet günü Allah onları bedenlerine döndürünceye kadar, elem veya lezzet duyarlar. Orada da bedenler için lezzetler ve acılar meydana gelir." İşte bu, insanlardan bir grubun söylediği bir sözdür.Bunlar sözlerine devamla şöyle dediler: "Bu görüşün çok güçlü bir delili olmadığını farzetsen bile, yanlışlığına dair de bir delil yoktur. O halde bu, şeriatın te'yid ettiği, Kur'an'ın zahirinin desteklediği ve Allah'ın kitabında kabir azabının ve mükâfaatının olduğuna dâir şek ve şüpheleri izâle eden bir
izah şeklidir. Bu sebeble bu görüşe varmak gerekir. "

İşte bu görüşün izahı hususunda özetle anlatılan husustur. Allah işlerin hakikatini bilendir.Bu görüşte olanlar şöyle demişlerdir: "Bu görüşü şu husus da te'yid eder: Kabir azabı veya mükâfaatı ya şu bünyeye, ya da onun bir parçasına gelir. Birincisi mükâbere (delilsiz iddia) dir. Çünkü biz bu bünyenin paramparça olduğunu ve dağıldığını görüyoruz. Öyle ise sevab ve azabın bu bünyeye geldiğini söylemek nasıl mümkün olur? O zaman ancak şöyle denebilir: Allah Teâlâ, o küçük cüzlerden birini diriltir, azab ve ikâbı ona verir. Bu mümkün olursa, şöyle de denebilir: İnsan, sadece ruhtur.

Çünkü ruh dağılıp parçalanmaz. Binaenaleyh şüphe yok ki azab ve mükâfaat ona gelir, sonra Allah Teâlâ, kıyamette ruhları bedenlere döndürür ve böylece cismânî haller, ruhanî hallerle birleşmiş olur. 109[109]



Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 4/74-81

Devamını Oku »

Kul Emrindeki Kırk İncelik



Deki: Ey kafirler ..." (Kâfirûn, 1).

...

Bil ki sûrenin başında "(De ki)" demesinin şu incelikleri vardır:

1) Hz. Peygamber (s.a.s), bütün işleri hususunda, rıfk ve yumuşaklıkla hareket etmekle emrolunmuştu. Nitekim Hak Teâlâ, "Eğer kaba ve katı kalbli olsaydın, onlar senin etrafından dağılırlardı"{Al-i imran, 169), Allah'dan olan bir rahmet sayesinde sen onlara yumuşak oldun, mü'minlere karşı son derece şefkatli ve merhametli oldun. Çünkü, "Biz seni ancak alemlere rahmet olarak gönderdik"(Enbiyâ, 107) buyurmuştur] Hz. Peygamber (s.a.s), insanları Allah'a en güzel şekil ve yol ile çağırmakla memurdu Çünkü Allah Teâlâ, "Onlarla en güzel bir şekilde mücadele et" (Nahl, 125) buyurmuştur. Durum böyle olunca ve Hz. Peygamber (s.a.s) onlara, "Ey kafirler" diye hitap edince, onlar, "bu kabalık sana nasıl uygun düşer" dediler. Hz. Peygamber (s.a.s) de, "Ben böyle söylemekle emrolundum. Bunu kendiliğimden söylemiş değilim'' diye cevap verdi. O halde, ayetin başındaki "De ki" sözüyle murad edilen, işte bu hususun ortaya konmasıdır.

2) Hz. Peygamber (s.a.s)'e, "En yakın akrabalarını inzar et"(şuara, 214) denilip, o da, "De ki: Ben sizden akrabalarına duyulan sevginin dışında sizden herhangi bir ücret istemiyorum" (şura, 23) ayetinden anlaşıldığı üzere akrabalarını sevip, dolayısıyla akrabalık ve neseb birliği, sert bir tavrın ortaya konulmasına mani gibi olunca, Hak Teâlâ, Hz. Peygamber (s.a.s)'e sert ve kaba davranmasını açıkça emretmiştir. İşte bu yüzden ona "De ki:" denilmiştir.

3) Hz. Peygamber (s.a.s), "Ey peygamber, Rabbinden sana indirileni tebhğ et. Eğer böyle yapmazsan, görevini yapmamış olursun"(Mâide, 67) denilip, kendisine indirilen şeylerin hepsini tebliğ etmesi emrolunup, Hak, Teâlâ ona, "(Ey Habibim) De ki: Ey kafirler..." buyurunca, Hz. Peygamber, sanki, "Allah Teâlâ bana, vahyettiklerinin tümünü aynen tebliğ etmemi emretti. Bana indirilen şey ise, "De ki: Ey kafirler..." ifadesinin hepsidir. Binâenaleyh ben de bunu insanlara, aynen indirildiği gibi tebliğ ediyorum" demek istemiştir.

4) O kafirler, bir yaratıcının varlığını, kendilerini yaratan ve rızık verenin o olduğunu kabul ediyorlardı. Nitekim Hak Teâlâ, "Şayet "gökleri ve yeri kim yarattı?" diye sorsan, onlar, "Allah" derler"(Lokman,25) buyurmuştur. Kul, başkalarından kendine gelince tahammül edemeyeceği şeylere, efendisinden gelince katlanır. Hz. Peygamber (s.a.s) de eğer "Ey kafirler" demiş olsaydı, onlar bunu, Hz. Peygamber (s.a.s)'in bir sözü olabileceğini düşünüp, belki de buna tahammül edemeyerek, Hz. Muhammed (s.a.s)'e eziyet edebilirlerdi. Ama bu ifadenin başında, "De ki" emrini duyunca, onun, bu sert ifadeyi, gökleri ve yeri yaratandan naklettiğini anlamış olurlar da buna katlanabilir ve Hz. Peygamber (s.a.s)'e olan eziyetleri artmaz.

5) Cenâb-ı Hakk'ın, "De ki" ifadesi, Hz. Muhammed (s.a.s)'in, Allah katından bir elçi (peygamber) İmasını gerektirir. Binâenaleyh her nezaman ona, "De ki" denilse, bu ifade, onun peygamberliğinin kesin olduğu hususunda, yeni yayınlanmış (ilan edilmiş) bir belge gibi olur. Bu, Hz. Peygamber (s.a.s)'in alabildiğine yüceltildiğini gösterir. Çünkü bir padişah, memleketin idaresini, adamlarından birine havale edip, o adamı için, her ay ve her yıl yeni belgeler yazıp gönderince, bu, padişahın o adamına çok önem verdiğine ve her gün onun şeref ve saygınlığını artırma niyeti içerisinde olduğuna delalet eder.

6) Kafirler, "bir yıl senin ilahına biz ibadet edelim; bir yıl da sen bizim ilahlarımıza ibadet et" deyince, Hz. Peygamber (s.a.s) sanki, "Bu hususta Rabbimin emrini sorayım" demiş de, Allah Teâlâ da, "Ey Resulüm "De ki: Ey kafirler, ben sizin taptıklarınıza tapmam" demiştir.

7) Kafirler, Hz. Peygamber (s.a.s) hakkında kötü şeyler söylüyorlardı. Allah Teâlâ da kafirleri bundan menediyor ve bu hususta onlara cevap veriyor, mesela, "Sana buğzeden (yok mu), işte asıl zürriyetsiz olan odur"(Kevser, 3) buyurmuştur. Buna göre Hak Teâlâ burada da şöyle demiştir: "Onlar senin hakkında kötü şeyler söyleyince, bizzat Ben onların cevabını veriyorum. Binâenaleyh onlar Benim hakkımda kötü şeyler söyleyip, ortaklarım olduğuna inanınca, buna da bizzat sen cevap ver ve "Ey kafirler, sizin taptıklarınıza ben tapmam" de."

8) "Onlar sana "ebter" (zürriyetsiz) dediler. Şimdi eğer sen onlardan, kısas yoluyla hakkını almak istersen, onları söylediğin şey hususunda sadık olmak şartıyla, kötü sıfatları ile zemmet ve (mesela), "Ey kafirler..." de." Şimdi bu iki şey arasındaki fark şudur: Onlar, seni, senin fiilin olmayan ve senden kaynaklanan bir şeyle ayıpladılar. Sen ise onları, onların fiili olan şeyle ayıplıyorsun.

9) Senin, "Ey kafirler, sizin taptıklarınıza, ben tapmam" demen halinde, onlar, "Bu senin mi, yoksa Rabbinin mi sözü? Eğer Rabbinin sözü ise, Rabbin, "Ben bu putlara ibadet etmem" demiş olur. Halbuki bizbu ibadeti, Rabbinden değil, senden istiyoruz. Yok eğer bu, senin sözün ise, kendiliğinden, "Ben bu putlara ibadet etmem" demiş olursun. O halde daha niçin, sana bunu söylemeyi Rabbinin emrettiğini söylüyorsun" derler. Ama Hak Teâlâ, ayetin başında, "De ki;" deyince, böyle bir itiraza mahal kalmaz. Çünkü "De" ifadesi, Hz. Muhammed (s.a.s)'in, putlara tapmaması ve onlardan uzak kalmasının, Allah tarafından ona emredildiğine delalet eder.

10) Eğer, ayet "Ey kafirler..." şeklinde indirilmiş olsaydı, Hz. Peygamber (s.a.s), hiç şüphesiz o zaman bunu aynen okuyacaktır. Çünkü onun, vahiy hususunda hainlik yapması mümkün değildir. Fakat Hak Teâlâ "Peki..." buyurunca, bu, bu vahyin onlara tebliğ edilmesi gerektiği hususunda bir te'kid gibi olmuş olur. Te'kid ise, bu işin çok önemli olduğunu gösterir. İşte böylece bu ifade, onların söyleyip, Hz. Muhammed (s.a.s)'den yapmasını teklif ettikleri şeyin, son derece yanlış ve çirkin bir şey olduğuna delalet etmiş olur.

11) Hak Teâlâ sanki şöyle demek istemiştir: "Korkunca, tahiyye yapmak caizdir. Fakat şu anda, senin kalbini Biz, "Hiç şüphesiz Biz sana kevseri verdik" ve "Sana buğzeden (yok mu), şüphesiz zürriyetsiz olan odur" ayetlerimizle takviye ettiğimize göre, artık onlara aldırmaman, dönüp bakmaman ve "Ey kafirler, ben sizin taptıklarınıza tapmam" demen gerekir.

12) Allah Teâlâ'nın kuluna doğrudan doğruya hitab etmesi, o kulun yüceliğini gösterir. Baksana Allah Teâlâ, Kıyamet günü kafirlere konuşmayacağı hususunu, kafirlerin hor ve hakirliğini gösteren şeyler cümlesinden saymıştır. Binâenaleyh Hak Teâlâ, şimdi, "Ey kafirler" demiş olsaydı, bu şifahi bir hitab olması açısından, ta'zimi; onları küfürle tavsif etmesi açısından da bir eziyeti gerektirirdi. Eziyet de ikram ve ta'zim İle onarılmış olurdu. Ama Hak Teâlâ, "De ki: Ey kafirler..." buyurunca, bu hitab edilme şerefi Hz. Muhammed (s.a.s)'e; küfürle tavsif etme olan hor ve hakir kılma da o kafirlere yönelik olmuş olur. Dolayısıyla burada, evliyaullahın (Allah dostlarının), tazimi; Allah düşmanlarının İse hor ve hakir kılınmaları hususu yatmış olur ki bu son derece güzel bir şeydir.

13) Hz. Muhammed (s.a.s) de onların kavmindendi ve onlara karşı alabildiğine şefkat ve re'fet içindeydi. Onlar da, Hz. Muhammed (s.a.s)'in yalan söylemediğini kesinlikle biliyorlardı. Şimdi çocuğuna çok şefkat duyan, son derece doğru ve yalandan uzak olan bir baba, kalkar da çocuğunu büyük bir ayıpla tavsif ederse, eğer o çocuğun aklı varsa, kendisine son derece şefkatli bu babasının, kendisini ancak, söylediği bu hususta doğru olduğu ve gizleyemeyecek bir durumda olduğu için böyle söylediğini bilir. İşte bu sebeple Hak Teâlâ, "Sen onlara son derece şefkatli ve yalandan alabildiğine uzak olduğun halde, onları bu şekilde tavsif ettiğini, dolayısıyla da kendisinin bu kötü sıfatı {kafirlik sıfatını) taşıdıklarını bilebilmeleri için, onlara "(Ey resulüm), "Ey kafirler" de" buyurmuştur. Çünkü bu, bazan onları, böylesi kötü sıfatlardan uzaklaşmaya ve sakınmaya sevkedebilir.

14) Akrabanın niyet etmesi ve vahşice davranması, başkalarının eziyetinden daha ağır ve çetin gelir. Binâenaleyh ey Resulüm, sen de, onların kabilesindensin, onlar arasında büyüdün. Haydi onlara, "Ey kafirler" de. Belki böylece bu söz onlara daha ağır ve çetin gelir de, onları küfürden uzaklaşmaya ve bu hususta düşünüp araştırmaya sevkedici olur.

15) Hak Teâlâ sanki şöyle demek istemiştir: Biz Asr Sûresi'nde "İman edip, salih ameller işleyen ve de biribirlerine hakkı tavsiye eden, sabrı tavsiye eden kimseler müstesna, bütün insanlar zarardadır" buyurduk. Kevser Sûresi'nde de, "Hiç şüphesiz Biz sana kevseri verdik..." diye beyanda bulunduk. Sen de, "O halde Rabbin için namaz kıl ve kurban kes" (Kevser, 2) emrimizin gereği, iman edip salih amelde bulundun. Geriye üzerinde, karşılıklı hakkı ve sabrı tavsiye etme hususu kalmıştır. Bu iş ise, senin onları lisanen ve aklî delillerle, Allah'dan başkasına ibadetten alıkoymandır. O halde, "Ey kafirler, ben sizin taptıklarında, tapmam" de."

16) Hak Teâlâ sanki şöyle demektedir: "Ey Muhammed, hani ben kısa bir zaman için, sana vahiy göndermeyince, kafirlerin, "Allah Muhammed'i terketti ve ona öfkelendi" dediklerini unuttun mu? Hani bu, sana çok güç gelmişti de Ben sana Duhâ Sûresi'ni indirmiş ve kuşluk vakti ile kararlığını iyice döktüğünde geceye yemin ederek, Rabbinin seni terketmediğini ve sana öfkelenmediğini bildirmiştim. Binâenaleyh sen, benim seni bir ay kadar bir müddet için yalnız (vahiysiz) bırakmaması kabullenemeyip, kalbin için yalnız (vahiysiz) bırakmamamı kabullenemeyip, kalbin bundan hoşnud olmayıp, aleme, "Rabbin seni terketmedi ve sana kızmadı" diye ilan ettiğine göre, şimdi beni bir aylığına terketmene ve onların ilahlarına tapmakla meşgul olmana kalbin razı olur mu? Şu halde, ben o töhmeti reddettiğime göre, sen de, bütün aleme karşı, bu töhmeti reddederek, "Ey kafirler, ben sizin taptıklarınıza tapmam" diyerek ilan et.

17) Müşrikler, Hz. Peygamber (s.a.s)'den bir yıl kendi ilahlarınıza, kendilerinin de bir yıl onun ilahına tapmayı tekfif edince, Hz. Peygamber (s.a.s) sustu ve bu konuda birşey söylemedi. Bu sükut, Hz. Peygamber (s.a.s)'in, onların dediklerinin hak olduğunu kalben onayladığı için değildir. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.s), onların bu tekliflerinin batıl olduğunu kesinkes biliyordu. Fakat o, onlara ne şekilde cevap vereceğini, yani bu işin imkansızlığına dair aklî deliller getirmek ile mi, yoksa onları bundan kılıçla (savaşla) menetmekle mi, yahut da Allah'ın onlara azab indireceğini söylemekle mi cevap vereceğini düşündüğü için durmuştu. Ama o kafirler, bu duru şu ganimet (fırsat) bilerek, "Muhammed, bizim dinimize meyletti" demişlerdi. İşte bu sebeple Hak Teâlâ sanki şöyle demek istemiştir: "Ey Muhammed, senin bu hususta duraklayıp cevap vermemen, aslında doğrudur. Fakat bu, bir batılı doğurmuştur. Binâenaleyh o batıl-asılsız düşünceyi bertaraf etmek için, onarımda bulun ve hakkı açıkça ilan ederek, "Ey kafirler, ben sizin taptıklarınıza tapmam" de.

18) Hz. Peygamber (s.a.s), Rabbi ona Miraç gecesinde, "Beni öv, medh-.ü sena et" deyince, uluhiyyetin heybeti, ona hükümran olarak, "Ben sana layık övgülerde bulunamam" dercesine susmuştu ve bu susma son derece güzel olmuştu. Buna göre Hz. Peygamber (s.a.s) adeta, "Hz. Allah'ın heybetini nazar-ı dikkate aldığın için, O'nu övüp sena etme hususunda durakladın, sustun. Binâenaleyh, düşmanlarını zemmetme hususunda lisanını söz ve salıver de, "Ey o kafirler, ben sizin taptıklarınıza tapmam!" de... Böylece, susman da, Allah için, konuşmanda Allah için olsun.." denilmek istenmiştir. Şöyle bir izah da yapılabilir: "İlahî huzurda bulunmanın azamet ve heybeti, senden konuşma gücünü aldı. Binâenaleyh sen, burada söyle ki, senin sözünün heybeti de, o kafirlerden, konuşma gücünü alsın, celbetsin.."

19) Cenâb-ı Hak, Hz. Muhammed (s.a.s)'e, "Sen onların taptıklarına tapma" demiş olsaydı, bu sözden, Hz. Peygamber (s.a.s)'in lisanen, "Sizin taştıklarınıza tapmam.." demesi gerekmezdi. Ama, O, Hz. Muharnmed'e, bizzat lisanı ile, "Sizin taptıklarınıza tapmam.." demesini emredince, Hz. Peygamber (s.a.s)'e, onların taptıklarına asla tapmaması gerekmiştir. Eğer böyle yapmış olsaydı, onun sözü yalan olmuş olurdu.

Böylece, Cenâb-ı Hak, Hz. Muhammed (s.a.s)'e, "De ki, ben sizin taptıklarınıza tapmam..." buyurunca, bu sözden, Hz. Peygamber (s.a.s)'in bunu, bu hususu, kalbi, lisanı ve uzuvlarıyla kabullenmediği neticesi çıkar. Ama Allah Teâlâ, Hz. Muhammed (s.a.s)'e, "Onların taptıklarına tapma" demiş olsaydı, bu sözden, Hz. Muhammed (s.a.s)'in, onların taptıklarına tapmadığı neticesi çıkardı, ama, Hz. Peygamber (s.a.s)'in, bu hususu kabullenmediğini lisanen ortaya koyması neticesi ortaya çıkmazdı. Halbuki, alabildiğine kabullenmemenin ise, ancak hem o işi bizatihi terketmek, hem de o işi lisanen yadırgama, yapmamayı bildirme ile olacağı malumdur. İşte bu yüzden, Cenâb-ı Hakk'ın, Hz. Muhammed (s.a.s)'e, "De ki..." buyurması inkardaki ileri bir derece ve şiddeti ifade eder. Bu sebeple Cenâb-ı Hak, "De ki: Ben, sizin taptıklarınıza tapmam..." buyurmuştur.

20) Tevhidin, yani Allah'ın bir olduğunun ifade edilmesi ve ortakların bulunmadığının dile getirilmesi, arifler için bir cennet; müşrikler için de ateştir, cehennemdir. Binâenaleyh, sen, sözünü, muvahhidler için bir cennet; müşrikler için de bir cehennem yap da, "Ey o kafirler, ben sizin taptıklarınıza tapmam!.." de.

21) Kafirler, "Siz, bir yıl senin ilahına; sen de bir yıl, bizim ilahımıza ibadet et" deyince, Hz. Muhammed (s.a.s) sustu ve "Eğer ben bunlara şifahen reddiyede bulunursam, gücenirler ve kalblerinde, İslâm'a karşı bir nefret meydana gelir..." düşüncesine kapıldı. Bu sebeple, Cenâbı Hak, adeta, Hz. Muhammed (s.a.s)'e, "Ey Muhammed, niye reddetmedin de sustun?.. Onların sana va'd ettikleri, dinini kabul etmeleri hususunda da bir arzu içine girmene gelince, bu hususta senin onlara ihtiyacın yoktur. Çünkü biz sana, "Kevser"i verdik. Onlardan korkmana gelince de, biz senden bu korkuyu "Sana buğzeden (yok mu)? Asıl zürriyetsiz olan işte odur..." buyurmak suretiyle izale ettik. Öyleyse, onlara bakma ve onların sözlerine aldırma da, "ey o kafirler, ben sizin taptıklarınıza tapmam" de..." demek istemiştir.

22) "Ey Muhammed, ben, senin hakkını, kendi hakkıma üstün tütüp da, "Kitaplılardan ve müşriklerden küfredenler..."(Beyyine, 1) dediğini, böylece küfür meselesinde, ehl-i kitabı, müşriklerden önce getirdiğini unuttun mu? Çünkü, ehl-i kitabın tenkitleri, senin, müşriklerin tenkitleri ise, benim hakkımda idi. Böylece ben, senin hakkını Benim hakkımdan üstün gördün de, kınama hususunda, (Beyyine Sûresi'nde), senin hakkını benim hakkımdan önce getirdim... Sen de, böyle yapmıştın. Çünkü, onlar, (Uhud'da) senin dişini kırınca, sen, "Allahım, kavmime hidayet nasib et... Zira onlar bilmiyorlar" demiştin. Ama, Hendek Savaşı'nda, onlar seni, kılacağın namazdan alıkoyduğunda ise, "Allahım, bunların karınlarını ateşle doldur..." demiştin. Binâenaleyh, burada da, sen onlardan ister kork, ister korkma, benim hakkımı kendi hakkına üstün tut da, onların sözlerini kabullenmediğini ortaya koy ve "Ey o kafirler, ben sizin taptıklarınıza tapmam... de."

23) Cenâb-ı Mak adeta şöyle demek istemiştir: "Zeyd'in karısı (Zeyneb) hadisesi, bu hadiseye nisbetle önemsizdir. Ama ben orada, o hususta, senin, kalbinde bir şey saklayıp da onu senin izhar etmemene rıza göstermedim. Tam aksine sana, itap yollu, "Allah'ın ortaya koyacağı şeyi içinde tutuyor, insanları sayıyor, dedikodularından korkuyorsun... Halbuki, sayılmaya daha layık olan ise Allah'tır" dedim. Şimdi ben, o önemsiz hadisede, senin, meseleyi ortaya koymana ve ancak insanların dedikodularına aldırmamana razı olurken, şimdi bu meselede —ki bu, en büyük meseledir—, senin susmana nasıl razı olabilirim? O halde, açık seçik olarak, "Ey o kafirler, ben sizin taptıklarınıza tapmam..." de.."

24) Ey Muhammed, Ben sana, "İsteseydik, her beldeye bir uyana gönderirdik..." (Furkan, 51) dememiş miydim? Sonra ben, bunca gücüme rağmen, senin tarafını gözettim; senin kalbini hoşnut etmeyi yeğledim ve aleme, "Ben bu risalet görevini, Hz. Muhammed (s.a.s)'le başkaları arasında müşterek yapmayacağım. Tam aksine, bu risalet görevi başkasının değil, onundur" diye haykırdım. Çünkü ben, "Fakat o, Allah'ın elçisi ve peygamberlerin sonuncusudur"(Ahzab,40) dedim. O halde sen, senin tapınılma hususunda, başkalarının benim ortağım olmalarının aklen imkansız olduğunu bildiğin için, senin böyle bir ortaklığın olamayacağını, aleme haydi haydi haykırman ye "Ey o kafirler, sizin taptıklarınıza tapmam" demen gerekir.

25) Cenâb-ı Hak adeta şöyle demiştir: "O topluluk sana geldiler. Onların sana; senin de, onların dinine uyman hususunda seni arzulandırdılar da, sen de, bu hususu kabullenmeme ve reddetme hususunda sustun. Halbuki ben, sana yapılan biati, Bana yapılmış biat addetmemiş miydim? Çünkü Ben, "Sana biat edenler yok mu? Onlar aslında Allah'a biat etmişlerdir" (Fetih, 10) demiş, böylece sana yapılan bağlılığı, Kendime olan tabi oluş addetmiştim. Çünkü Ben ayrıca, "Ey Resulüm, de ki, eğer Allah'ı seviyorsanız, bana uyun ki, Allah da sizi sevsin..."(Tevbe,3) dedim. O halde, sen de bunu, açıkça ifade et ve "Ey o kafirler, sizin taptıklarınıza tapmam..." de.

26) Cenâb-ı Hak adeta şöyle demek istemiştir: "ben sana karşı, bir babanın çocuğuna karşı duyacağı şefkatten daha fazla şefkat duymadım mı? Hem sonra, kişinin babasının yanında aç ve çıplak kalması, yabancıların yanında tok kalmasından daha güzeldir. Nasıl böyle olmasın ki?! Açlık, onlar içindir. Zira onların putları hayattan uzak ve aç, bütün sıfatlardan ise soyutlanmışlardır.

Ve üstelik onlar, ilimden nasibsiz, takvadan halidirler. Sense Beni denedin. Ben seni yetim, kaybolmuş ve fakir bulmadım mı? Senin kalbini genişletmedim mi? Ebû Bekir es-Sıddîk'ı, sana bir hazine; Ömer el-Faruk'u heybet; Osman'ı (mali yönden) bir destek; Ali'yi de, ilmin kalesi olarak vermedim mi? Senin beldeni harap etmeye çalışırlarken o fil ordusunun hakkından gelmedim mi? Kuş ve ya yolculukları hususunda, atalarına kafi gelmedim mi? Sana, kevser'i vermedim mi? Senin hasmının zürriyetsiz olduğunu söylemeyi üstlenmedim mi? Senin deden (Hz. İbrahim), putları kırıp geçirdikten sonra bu putlar hakkında, "Niçin, duymayan görmeyen ve sana hiç faydası olmayan şeylere tapıyorsun?.."(Meryem,42) demedi mi? O halde, sen de bu putlardan uzak ve beri olduğunu açıkça ifade et de, "Ey o kafirler ben sizin taptıklarınıza tapmam" de."

27) Allah Teâlâ adeta şöyle demek istemiştir: "Ben sana, "Allah'ı, atalarınızı anmanız gibi ya da daha ileri derecede anınız... "(Bakara, 200) ayetini indirmedim mi? Hem sonra, birisi, senin iki baban olduğunu söylese, öfkelenir, bunu kesinlikle kabul etmez ve bu husustaki tavrını alabildiğine ortaya kor ve hatta, "Ben evlilikden doğmuş bir çocuğum... Zinadan doğmuş bir çocuk değil!" dersin. Binâenaleyh, sen, doğum hususunda bir ortaklığın bulunduğunun söylenmesi durumunda susmadığına göre, ibadetteki ortaklığın bulunması halinde nasıl susarsın? Tam aksine, bunu kabul edemeyeceğini ortaya koy ve bu hususu, çok net bir biçimde nefyederek, "Ey o kafirler, sizin taptıklarınıza tapmam..." de.

28) Cenâb-ı Hak adeta şöyle der: "Ben sana, "Yaratan, hiç, yaratmayan gibi olur mu? Tezekkür etmez misin?!"(Nahl, 17) ayetini indirmedim mi? Ve ben, yaratan ilah (Allah) ile, cansız putları, mabudiyette bir sayan, müsavi addeden kimselerin aklı olmadığına; tam aksine, mecnun ve deli olduklarına hükmettim. Sonra ben, yemin ederek, "Nûn... Kaleme ve yazdıkları şeylere yemin olsun ki, Sen, Rabbinin nimeti sebebiyle bir mecnun değilsin..."(Kalem, 1-2) dedim. Halbuki kafiler, senin mecnun olduğunu söylerler!.. Binâenaleyh sen, onların sözlerini, açıkça reddet. Çünkü, böyle demen, benim, şirk ayıbından beri ve uzak olduğunu; senin de, delilik ve cürüm kusurundan uzak olduğunu ifade eder. O halde sen, "Ey o kafirler, ben, sizin taptıklarınıza tapmam..." de..."

29) O kafirler, putlarına, "ilah" adını verdiler. Halbuki, isimde müştereklik, mana ve özde de müşterekliği gerektirmez. Baksana, erkek ve kadın, insan olma hususunda hakikat bakımından müşterektirler. Ama, daha bilgili ve iktidarlı oldukları için, yöneticilik kocaların payıdır. Yani kim daha bilgili ve daha iktidarlı ise, hüküm vermede, haklarının tümü onundur. Binâenaleyh, kesinlikle, kudret ve ilim namına bir şeyi bulunmayan kimsenin değer verip hüküm biçmede nasıl hakki olabilir?

Burada şu da denebilir: İki erkek ve kadının kendi hanımları olduğunu iddia etseler de, bu hususta anlassalar, bu caiz olmaz. Hatta, bunlardan herbiri, o kadının kendi eşi olduğuna dair beyyine getirse bile, bu kadının onlardan birinin hanımı olduğuna hükmedilmez. İki kimse arasında müşterek olarak alınmış olan cariye de, bunlardan biri için helal olmaz.

Binâenaleyh, iki koca için bir eşin olması ve cinsi münasebetin helal olması hususunda, iki efendi arasında bir cariyenin, bu manada kullanılması caiz olmadığına göre, iki mabûd arasında bir abid nasıl düşünülebilir?! Bunu da geçelim, kim, iki kocanın bir ay biri için, bir ay da diğeri için olmak üzere, bir kadının helal olduğu hususunda anlaşabileceklerini caiz addederse, kafir olur... Şimdi,, ilah ile put arasında bir anlaşmanın olabileceğini caiz gören, kafir olmaz mı? Buna göre Cenâb-ı Hak, Resulüne sanki, "Bu söz ve bu teklif, son derece çirkin bir söz ve tekliftir. Binâenaleyh, sen, bunu alamayacağını açıkça ifade et ve "Ey o kafirler, sizin taptıklarınıza tapmam..." de.."

30) Cenâb-ı Hak adeta şöyle demek istemiştir: "Hani ben sana, "Ey Resulüm, eşlerine söyle; eğer dünya hayatını ve onun süsünü istiyorlarsa..." (Ahzab, 28-29) ayetlerini indirdiğimi, sonra da sen, Aişe'nin dünyayı tercih edeceğinden endişelenip de ona, "Ebeveynine danışmadan, bu konuda sakın bir şey söyleme..." demiştin de, o da, 'Bu hususta mı ana-babama danışacağım?! Tam aksine ben, Allah'ı, Resûlüllah'ı ve ahiret gününü tercih ediyorum" demişti. Unuttun mu? Demek ki, nâkısâtu'l-akl olan kadın bile,benim rızama ters olan şeyler hususunda duraklamazken göklerin ve yerin Cebbarı ben olduğum halde, sen, benim rızam ve emrime ters olan şey hususunda duraklar mısın? O halde, "Ey o kafirler, ben sizin taptıklarınıza tapmam..." de..

31) Allah Teâlâ adeta şöyle demek ister: "Ey Muhammed, sen, "Kim, Allah'a ve Ahiret gününe iman ederse, töhmet mahallesinde durmaz..." dememiş miydin? Hatta bazı meşayih efendiler, kendisinden ayrılmayı isteyen müridlerine, "Hükümdardan korkma..." derler. Mürid, "niçin?" deyince de, şeyh, "Çünkü hükümdar, insanları, şu iki hatadan birine düşürür: İnsanlar, sultanın, onun, alim ve zahid kimselerle içli dışlı olduğu için, dindar olduğuna, yahut da, senin de hükümdar gibi fasık olduğuna inanırlar ki, bu ikisi de hatadır, yanlıştır.

Binâenaleyh, töhmet getiren yerlerden uzak durmanın gerektiği sabit olduğuna göre, ey Muhammed, senin bu söz ve teklif karşısında susman, sana, buna razı olduğun şeklinde bir töhmeti yöneltir. Özellikle, daha önce şeytan, senin okuman arasına, "Bunlar işte yüce kuğulardır. Şefaatları umulur" diye de bir söz sokmuşken... Öyleyse, sen kendinden işte bu töhmeti sil de, "Ey o kafirler, ben sizin taptıklarınıza tapmam..." de.."

32) Görünür alem olan bu alemde haklar, ikiye ayrılır:

a) Senin himayesi altında bulunduğun kimselerin hakkı ki, bu, senin mevlandır.

b) Senin himayen altında bulunan kimselerin hakkı ki, bu da, çocuktur. Ama, gel gör ki, biz, mevlaya yapılan hizmetin, çocuğun eğitilmesinden önce geldiği hususunda ittifak etmişizdir. Binâenaleyh, mecazi manadaki mevlanın hakkı önce olduğuna göre, hakiki manadaki Mevla'nın hakkı, haydi haydi önce olur. Öte yandan, rivayet olunduğuna göre, Hz. Ali (r.a), Ebû Cehil'in kızı ile evlenmesi hususunda Hz. Peygamber (s.a.s)'den müsaade istedi de, Hz. Peygamber (s.a.s)'in buna canı sıkılaraka, "İzin vermem, izin vermem, izin vermem." Çünkü Fatıma, benim bir parçamdır. Onu üzecek olan şey, beni üzer; onu sevindiren şey, beni sevindirir. Allah da, kendi düşmanının kızıyla kendisinin habibinin kızını bir araya getirmez..." demişti.

Buna göre Cenâb-ı Hak adeta şöyle demek istemiştir: "Sen orada, çocuğunun hakkını nazar-ı dikkate alarak, bu işin olamayacağını açıkça ifade ettin ve bunu, birkaç kez tekrarladın. Şu halde senin burada, Mevlâ'nın hakkını nazar-ı dikkate alarak, bunu kabul etmeyeceğini açıkça, tekrar tekrar söylemen daha evladır. O halde, "Ey o kafirler, sizin taptıklarınıza tapmam. Ve, kalbimde, habibe olan taat ile düşmanın taatını birleştirmem..." de.."

33) Ey Muhammed, sen, Ömer'e, "cennette bir köşk gördüm. Bunun üzerine, "Bu kimindir?" dedin de, sana, "Kureyş'ten bir gencin..." diye cevap verildi de, bunun üzerine sen de, "Kimdir o genç?" demiştin de, onlar da, "Ömer..." demişlerdi. Sen, "Ömer'in kıskançlığından korktum da, oraya girmedim..." dedin... Öyle ki, Ömer, "Ey Allah'ın Resulü, seni de kıskanır mıyım?" demişti. Şimdi buna göre, Cenâb-ı Hak adeta şöyle demek ister: "Sen, Ömer'in kıskançlığını nazar-ı dikkate alarak, onun köşküne girmedin... Şimdi sen, senin kalbine, Ben'den başkasının taatinin girmesi hususunda, Benim kıskançlığımdan çekinmez misin? Orada sen, bunun olamayacağını açıkça ifade et ve "Ey o kafirler, ben sizin taptıklarınıza tapmam... de..."

34) "Benim sana olan nimetimin, annenizi nimetlerinden aşağı olduğunu zanneder misin?"

Seni, terbiye etmedim mi? Seni, yaratmadım mı? Sana rızik vermedim mi? Sana, hayat, kudret ve akıl verip, hidayet ve tevfikimi sana nasib etmedim mi? Sonra sen, bir zamanlar, aklı henüz gelişmemiş olan bir çocuktun. Sadece, annenin terbiyesini biliyordun. Çünkü sen, annenden daha güzel, daha iyi ve daha cömert bir kadın, meme vermek için kucağına alsaydı, sen nefretini izhar eder ve ağlardın. Eğer o kadın, sana meme verecek olsaydı, "Ben, annemden başkasını istemem. Zira, bana ilk nimet veren odur" dercesine, ağzını yumardın. Şu halde, senin bu hususta nefretini ortaya koyman ve "Ben, Rabbimden başkasına ibadet etmem, zira O, bana en ilk nimet verendir" demen, daha evla ve uygundur. O halde, "Ey o kafirler, ben sizin taptıklarınıza tapmam..." de...

35) Yedirip içirme nimeti, akıl ve nübüvvet nimetinden daha aşağıdadır. Sonra sen biliyorsun ki, koyun ve köpek, yedirip içirme nimetini unutmazlar, kendisini doyurandan başkasına dönüp bakmazlar. Peki, insanın, kendisinin yokdan var edilmesi ve kendisine çeşitli nimetler lütfedil meşini unutması nasıl uygun düşer? Hele bu husus, mahlukatın en efdali hakkında nasıl düşünülebilir? O halde de ki, "Ey o kafirler, ben sizin taptıklarınıza tapmam..."

36) Şafiî'ye göre, nafakayı temin edemeyen kocanın karısından ayrılma hakkı vardır. Dolayısıyla sen, dost ve akrabalarından herhangi fayda ve destek bulamadığına göre, onlaria içice olsan bile, senin de onlardan ayrılma hakkın doğar. Çünkü, senin atan Hz. İbrahim, "Duymayan, görmeyen ve sana herhangi bir faydası olmayan şeylere niçin ibadet ediyorsun..."(Meryem,42) demiştir. Senin onlarla içice olduğun farzedilse bile, onlardan ayrılman ve onları terketmen gerekir, halbuki, kaldı ki, sen onlarla içice de değilsin. Şimdi, senin, onlarla içice olmaya yaklaşmayı düşünmen, sana uygun düşer mi? O halde, "De ki, ey o kafirler, ben sizin taptıklarınıza tapmam..."

37) Bu kafirler, aşırı ahmak oldukları için, ilahların çok oluşunu, tıpkı kendisi sebebiyle zenginliğin arttığı maldaki çokluk gibi zannetmişlerdir. Halbuki durum, hiç de böyle değildir. Tam aksine bu durum, kendisi sebebiyle ihtiyaçların arttığı, ailedeki çokluk gibidir. O halde, ey Muhammed, de ki, benim tek bir ilahım var. Geceleyin, O'nun için namaz kılar, gündüz de onun için oruç tutarım. Ama, henüz ben, O'nun verdiği nimetlerin zerrelerinden tekinin hakkını bile ödeyemedim. O halde-, daha nasıl, ben, birçok ilahlar uydurup onlara ibadet edebilirim? Binâenaleyh, "Ey o kafirler, ben sizin taptıklarınıza tapmam!" de.

38) Cebrail (a.s), Hz. Meryem için, insan şekline girince, Hz. Meryem, "Doğrusu ben senden Rahman'a sığınırım. Eğer sen fenalıktan bihakkın çekinen isen (çekil yanımdan)" (Meryem, 18) dedi ve Allah'ı bırakıp da Cebrail (a.s)'e meyletmekten, Allah'a sığındı. Şimdi sen, mükemmel bir insan, bir erkek olmana rağmen, görülen putlara meyletmeye razı olur mu? O halde, "De ki, ey o kafirler, ben sizin taptıklarınıza tapmam..."

39) Ebû Hanife'ye göre, kocanın, nafakayı temin edememesi veya, arız olan bir cinsî iktidarsızlık sebebiyle eşlerin birbirlerinden ayrılma hakları doğmaz. Zira koca, ailenin işlerini üstlenen birisidir. Binâenaleyh, kusurlu olması sebebiyle, kocanın bu işleri deruhte etmesinden kaçınması doğru olmaz. Şimdi, Cenâb-ı Hak da, "Herhangi bir kusuru olmadığı halde, senin işlerini üstlenen benim. Binâenaleyh, benden yüz çevirmen nasıl düşünülebilir. O halde, de ki, "ey o kafirler, ben sizin taptıklarınıza tapmam.." denilmek istenmiştir.

40) Bu kafirler, kendilerini yaratanın Allah olduğunu kabul etmektedirler. Çünkü Cenâb-ı Hak, "Şayet sen onlara, gökleri ve yeri kim yarattı diye soracak olursan, "Allah" derler"{Lokman, 25) buyurmuştur. Yine bir başka ayetinde de, "Bana söyleyin bakalım, onlardan arzın herhangi bir kısmını yaratan var mıdır?" (Ahkaf, 4) buyurmuştur. Buna göre, Cenâb-ı Hak adeta, "Bu ortaklık, eğer, "Müzara'a" ortaklığı ise, bu batıldır. Çünkü, tohum, emek, sulama ve koruma... hepsi benden. Putların yaptığı ne?.. Veyahut da bu ortaklık, "vücûh-şöhret" ortaklığı otur. Halbuki bu da olamaz. Baksana putlar, benden daha çok meşhur ve benden daha çok tanınmışlardır. Veya bu ortakçılık beden ortaklığıdır. Halbuki bu da olamaz; çünkü, böyle bir ortaklık cins birliğini gerektirir...

Veyahut da bu ortaklık, "inan ortaklığı" (eşit derecede ortaklık)dır. Bu da olamaz; çünkü burada bir nisab-oran olması gerekir?.. Ama, putların nisabı nedir? Yahut da Cenâb-ı Hak şöyle demek istemiştir: Bu, bir ortaklık değildir. Ne var ki putlar, cebren ve zorla, mülkten paylarını almaktadırlar. Dolayısıyla, Cenâb-ı Hak sanki şöyle demek istemiştir: "Siz, ne biçim cahil kimselersiniz? Yaptığınız bu putlar, sinekten daha acizdir. Allah " Allah'ı bırakıp da taptığınız o putlar, kesinlikle, bir sineği dahi yaratamazlar"(Hac, 73) buyurmuştur. Binâenaleyh, tohumu yaratan da, onu toprağa atan da, emeği veren de, sulayan da, koruyan da benim. Ama, gel gör ki, sinekten daha aciz olan kimseler zorla ve cebren, benden pay alıyorlar. Bu, akıllı kimseye yakışan bir hüküm değildir. O halde, "Ey o kafirler, ben, sizin taptıklarınıza tapmam" de.

41) Varlık alemindeki her zerre, akılları, Cenâb-ı Hakk'ın zatını ve sıfatlarını tanımaya davet etmektedir. Cenâbı Hakk'ın kanunlarını bilmeye davet edenler ise, salat-ü selam onlara olsun, peygamberlerdir. Her sinek, karasinek ve sivrisinek, Cenâb-ı Hakk'ın zat ve sıfatlarının bilinip tanınmasına davet edince, Cenâb-ı Hak, "Şüphesiz Allah, sineği, hatta küçüklükte ondan daha ileri olan bir mahluku mesel olarak getirmekten çekinmez..." (Bakara,26) buyurmuştur. Bu böyledir, zira bu sinekler, zat ve sıfatlarınızın sonradan yaratılmış olmaları sebebiyle, Allah'ın kudretinin tanınmasına; o ilginç yapılarıyla, Allah'ın ilminin ne denli yüce olduğuna ve zat ve sıfatlarının belli bir ölçüde tutulmuş olmaları sebebiyle de, Allah'ın irade sıfatının mevcudiyetine sevkederler.

Buna göre Cenâb-ı Hak sanki, "Bu gibi şeylerden niçin sakınırsın?" demek istemiştir. Rivayet olunduğuna göre, Hz.Ömer (r.a), halife olduğu günlerde, pazara girdi ve bir işkembe alarak, geri döndü. Bunu, uzaktan, Hz. Ali (r.a) gördü ve onu karşılar ve ona, "Niçin yolunu değiştirdin?" der. Bunun üzerine Hz. Ali (r.a), "Utanmayasın, çekinmeyesin diye..." deyince, Hz. Ömer (r.a), "Benim olan şeyi taşımaktan niye çekineyim..." dedi. Şimdi, Cenâb-ı Hak da adeta şöyle demek istemiştir: "Ömer, dünyevi gıdası olan o işkembeyi taşımaktan çekinmeyince, sana dini bir gıda (ders) veren o sinekten bahsetmekten niçin çekineyim?".

Öte yandan Cenâb-ı Hak sanki şöyle demek ister: Nemrud, Allah'tık iddiasına girişince, o sinek, onun ilah olamayacağını haykırmaya başladı. Binâenaleyh, bu kafirler, seni şirke davet edince, sen onlara bunun olamayacağını haykırmak ve açıkça bunu reddetmez misin? O halde de ki, "Ey o kafirler, ben sizin taptıklarınıza tapmam..." Firavun, uluhiyyet iddiasında bulununca, Cebrail (a.s) onun ağzını çamurla tıkadı. Şimdi, eğer sen, güçsüz ve acizsen, herhalde, Nemrud'a musallat olan sinekten daha aciz değilsin. Eğer güçlü isen, Cebrail (a.s)'den daha kuvvetli değilsin.

Binâenaleyh, bu teklifin kabul edilemez bir şey olduğunu açıkça ifade et de, "Ey o kafirler, ben sizin taptıklarınıza tapmam..." de.

42) Cenâb-ı Hak adeta, şöyle demek ister: "Ey Muhammed, sen, bizatihi lisanen, "Ben sizin taptıklarınıza tapmam..." de. Ve bunu bana borç olarak bırak. Çünkü ben, senin bu borcunu en güzel bir biçimde öderim. Baksana, o hristiyan, "Muhammed'in, Allah'ın Rasulü olduğuna şehadet ederim" deyince, ben, "Hristiyanlıktan uzaklaştığını açıkça ifade etmediğin sürece bununla yetinmem..." dedim. Binâenaleyh Ben, her mükellefe, senin dinine muhalif her dinden ayrıldığını lisanıyla, açıkça ifade etmesini farz kıldığıma göre, sen de, Benden başka her mabudu açıkça reddedeceğini kendine vacib kıl da, "Ey o kafirler, ben sizin taptıklarınıza tapmam..." de.

43) Hz. Musa (a.s)'nın fıtratında sertlik vardı. Binâenaleyh, Cenâb-ı Hak onu Firavun'a gönderince, ona, 'Ve ona yumuşak söz söyleyiniz..." (Tahâ, 44) denildi. Cenâb-ı Hak, Hz. Muhammed (s.a.s)'i de insanlara peygamber olarak gönderince, aşırı derece merhametli olduğuna dikkat çekmek için, ona, sertlik göstermesi emredildi de, ona, "De ki, ey o kafirler, ben sizin taptıklarınıza tapmam..." denildi.

Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 23/487-497.
Devamını Oku »

Kalem Suresi 42.Ayet Tefsiri



O gün hakkın emri şiddetlenip iş büyümeye başlar.

Âyette geçen "sâk" kelimesi, lügatte, topuktan baldıra doğru bacağın incik yerine denir. Bundan ağacın gövdesi gibi herhangi bir şeyin aslına da denir. Burada "Sâk" mutlak olarak zikredilmiş olup herhangi bir şeye nisbet edilmemiştir. Fakat Buhârî, Müslim, Nesaî, İbnü Münzir ve İbnü Merduye, Ebu Saîd (r.a)'den şöyle bir hadis rivayet etmişlerdir: Peygamber (s.a.v) Hazretleri'ni dinledim, şöyle diyordu: "Rabbimiz sâk'ını açar, derhal ona her mümin erkek ve kadın secde eder. Dünyada görsünler ve duysunlar diye secde eden kalır. O da secde etmeye gider, fakat beli tutulur kalır".

Bu hadiste ise Sâk kelimesi, "onun sâkı" şeklinde zamirle bir tamamlama halinde zikredilmiştir. Bundan başka İshak b. Raheveyh Sened'inde, Taberâni, Darkutni Kitabu'r-rü'yet'inde ve Hakim sahih diye ve İbnü Merduye ve diğerleri de İbnü Mes'ud'dan Hz. Peygamber (s.a.v)'in şöyle buyurduğunu rivayet etmişlerdir: "Allah kıyamet günü insanları toplar ve buluttan gölgeler içerisinde iner de bir seslenici şöyle seslenir: "Ey insanlar! Sizi yaratan, size şekil veren, sizi rızıklandıran Rabbiniz, sizlerden herbir insana dünyada taptığı, kendine veli tanıdığına gitsin." der. Ve dünyada ilâh tanıdıkları şeyler onlara görünür, şekilleriyle karşılarına dikilirler.

Hz. İsa'ya tapanlara İsa (a.s.)'ın Şeytanı görünür. Uzeyr'e tapanlara da keza, hatta ağaç, odun ve taşa varıncaya kadar herbirinin taptığı kendilerine gösterilir. Müslümanlar da diz çökmüş, göğsüne doğru yaslanmış bir durumda kalır. Onlara da yüce Allah görünür ve kendilerine: "Siz niye herkesin gittiği gibi gitmiyorsunuz? denilir. Onlar, "Bizim, derler, bir Rabbimiz vardır ki henüz görmedik". O vakit buyurur ki: "Siz Rabbinizi görseniz ne ile tanırsınız?" "Onunla bizim aramızda bir alâmet vardır, görsek onu tanırız." derler. "O nedir?" buyurur. Derler ki: "Sak'tan açar".

O vakit Rahman, Sâk'ını açar, müminler hemen secdeye kapanırlar. Münafıklar ise sırtları tabak tabak içlerine şişler saplanmış gibi olur. Bu gibi hadislerde nasıl olduğu kavranamıyacak müteşabih bir anlam vardır ki yüce Allah onu zamanı gelince fiilen bildirecektir. Bizim anlayacağımız: "Sâk'ın açılması" gerçeğin ortaya çıkması, insanlardan dalgınlık perdelerini sıyırarak bir şiddet ve dehşetle, hakkın vereceği hükmün doğru yolda olanlara rahmet ve bâtıl yolda olanlara öfke saçarak görünmeyen âlemden görünen âleme çıkmasını ifade eden ilâhî bir işarettir ki nasıl olacağını şimdi anlatma imkanımız yoktur.

Bu bakımdan burada da gibi bir simge vardır. Fakat müteşabih âyetlere mânâ verme sevdasına düşen birtakım kimseler bunlardan Allah'ı cisim şeklinde gösterme ve onu başka bir varlığa benzetme, yani "Hiçbir şey ona benzemez." (Şura, 42/11) âyetinin zıddına olarak Allah'ı cisimlere benzetme sevdasına kapılmışlar, gizemci sofilerden birtakımları da, bunun tam aksine bu âyeti dış mânâsına yorumlayarak hakiki olmayan bir görünme anında aynen öyle olacağına inanmışlardır.
 Zemahşeri der ki: "Sâk'ı açmak, baldırı açmak tabirleri, durumun şiddeti ve belânın çetinliğini anlatmak için misal olarak verilen sözlerdir. Bunun aslı korku, dehşet ve hezimet anında ve örtülü kadınların kaçarken paçalarını sıvamaları ve o sırada baldırlarını açmaları meselesindendir."


Fahreddin er-Râzi de şöyle der: Sâk'ın tefsirinde dört ayrı izah şekli vardır:


Birincisi: Şiddettir. İbnü Abbas'a bu âyetin tefsiri sorulduğunda şöyle demiştir: Size Kur'ân'dan bir şey gizli geldiği zaman onu şiirde araştırın. Çünkü şiir Arab'ın Divan'ıdır. Şairin şu sözünü işitmediniz mi?


"Senin kavminin boyunları vurmayı bize gelenek haline getirdi. Savaş, bize, birden bire alevlendi".


 O gam, keder ve sıkıntı günüdür. Mücahid de ibn Abbas'tan bu günün, kıyametin en şiddetli ânı olduğunu rivayet etmiştir. Dilciler bu anlamda birçok beyit rivayet etmişlerdir. Bunlar dilcilerin, "sâk" kelimesinin şiddet mânâsında mecaz olarak kullanılmış olduğunu itiraf etmeleri demektir. Yüce Allah'a hakiki mânâda "sâk" yani bacak isnat etmenin kesin delillerle imkansız olduğu bilindiğinden bunun mecaz olduğu ortaya çıkar.


İkinci görüş: Bu, Ebu Saidi Dariri'nin görüşüdür. Bir şeyin sâk'ı demek, onu ayakta tutan aslı demektir. Yani "durum aslında ortaya çıktığı, açıldığı gün" demektir. Kıyamet günü her şeyin hakikatleri ve asılları ortaya çıkacaktır.


Üçüncü görüş: Cehennem'in sâkı veya Arş'ın sâkı veya korkunç bir meleğin sâkı demektir. Fakat âyet sadece bir sâk'a işaret ediyor. Bunun hangi şeyin sâkı olduğuna lâfızda bir işaret yoktur.


Dördüncüsü: Müşebbihe'nin yani Allah'ı cisme benzetenlerin tercih ettiği görüştür ki, bunlar, "bu âyetten maksat Allah'ın sâkıdır" demişlerdir. Oysa yüce Allah cisme benzemekten yücedir. İbnü Mesud hadisi gibi gelen bazı rivayetleri bir cismin baldırı şeklinde anlamak batıldır ve âyette "sâk" kelimesi belirli değil, belirsizdir.

Hâtim demiştir ki:
 "Harbin kardeşi harbe alışıp onunla tanışmış. Savaşçı yiğit kişi, eğer harp onu ısırırsa o da harbi ısırır ve eğer harp paçalarını sıvarsa o da sıvar."


İbnü Rukayyat da şöyle demiştir:


"O dehşet, ihtiyara oğullarını unutturur ve gözden sakınılan namuslu hanım kızların baldırlarını açtırır."


Şu halde âyetinin mânâsı, "hakkın emri şiddetlenip iş büyümeye başladığı gün" demektir. Yoksa ne baldır vardır, ne de açma. Nitekim, kolları kesik fakat aynı zamanda cimri olan adam hakkında "eli bağlı" denilir. Oysa ortada ne el vardır, ne de bağ. Bu ancak cimrilik için söylenmiş bir meseledir. Burada Allah'ın insan gibi baldırı olduğu zannına kapılana gelince, bu onun kavrama yetisinin darlığından ve beyan ilmini iyi bilmediğindendir. Onun aldandığı şey İbnü Mesud hadisindeki, "Rahman, sâk'ını açar." kısmıdır. Oysa bunun mânâsı, "Rahmanın emri şiddetlenip iş büyüdüğü zaman" demektir ki o da kıyamet günü "en büyük feryat" tır.


Bugün hakkında da iki görüş vardır:


Birincisi: Çoğunluğun görüşü. Bugün kıyamet günüdür.


İkincisi: Ebu Müslim'in görüşüdür ki bugün kıyamet günü değil, dünyadadır. Ebu Müslim şöyle der: Bunun kıyamet gününe yorumlanması mümkün değildir. Zira bugünün özellikleri anlatılırken "secdeye çağrılırlar" buyurulmuştur. Oysa kıyamet günü ne tapınma, ne yükümlülük vardır. Bundan maksat, ya kişinin dünyadaki son günüdür. "Melekleri görecekleri gün, o gün müjde yoktur." (Furkan, 25/22) buyrulduğu üzere melekleri müjdesiz olarak görürler. Sonra insanları görür, vakti gelince namaza çağırırlar kendisi namaza güç yetiremez. Çünkü o vakit "Daha önce iman etmemiş kimseye o gün imanı fayda vermez."(En'âm, 6/158) buyurulduğu üzere daha önceden îmana gelmemiş bir nefsin o anda îman etmesi fayda sağlamaz.


Yahut da hastalık, kocalık ve acizlik halidir. Oysa "Sağ salim kişiler oldukları halde secdeye çağrılıyorlardı". O zaman bugün başlarında bulunan dertleri yoktu. İşte ya ölüm sırasında başlarına inip gözleriyle gördükleri o korkunç olayın şiddetinden veya acizlik ve ihtiyarlıktandır. Şu bilinmelidir ki âyetin lafzını, Ebu Müslim'in dediği gibi yorumlamak mümkündür. Fakat onun, "Kıyamet gününe yorumlanması mümkün değildir." demesi doğru değildir. Çünkü bu secdeye çağırma yükümlülük yoluyla değil, başa vurmak ve utandırmak içindir .Ve secdeye cağrıldıklarında ellerinden güçleri alınacak ve güçleri ile kendilerinin arasına bir set çekilmiş bulunacaktır ki, vaktiyle sağ ve esenlikte iken yaptıkları aşırılık ve kusurdan dolayı kederleri ve pişmanlıkları artsın.


Ebu Hayyan da der ki: Sâk'ın açılması, olayın şiddetinden ve gittikçe büyümesinden kinayedir. Mücahid şöyle demiştir: Bu şiddet, kıyametin ilk saati olup en kötüsüdür. Hadiste gelen "O gün baldır onlara açılır." ifadesi de yine o günkü şiddete yorumlanır. Bu Arap dilinde yaygın bir mecazdır. Hâtim'in az önce geçen beytinden başka, bir diğer şair şöyle der:


"Baldırını açan, kıpkırmızı, etleri ta dibinden yontan bir senede nefsime, nefsimin korkusuna ve atların yiyeceklerine saldırmalarına şaştım."


Diğer bir şair de şöyle der:


"Paçasını sıvadı, saldırın. Harp size ciddileşti, siz de ciddileşin."


Bir başka şair ise şöyle der:


"Devamlı bir kötülüğün kızıştığı ve harbin bizimle bir ayak üzerine dikildiği zamanın önünde sabredin, dayanın."


Bir şair de demiştir ki:


"Savaş onlara paçasını sıvadı ve kötülükten bârihler ortaya çıktı." Bârih, avcının sağında görünüp de soluna doğru geçen ava denir ki Arap bunu uğursuzluk sayardı. Burada "bevârih" yerine rivayeti de vardır ki, "açık" demektir.


İbnü Abbas demiştir ki demek, demektir. Ebu Übeyde de demiştir ki: Bu kelime, şiddet mânâsını ifade etmede kullanılır. "Çemrendi" yani kol, etek ve paçasını sıvadı mânâsına denir. Bundan dolayı Arap kıtlık senesine "bu sene paçalarını sıvadı" der. "Sâk" kelimesinin belirsiz olarak getirilmesi de Zemahşerî'nin dediği gibi, alışılıp bilinen bir şiddetin dışında, bilinmeyen bir durumu göstermek içindir. "O çağırıcının, görülmemiş dehşetli bir şeye çağıracağı gün"(Kamer, 54/6) âyetinde olduğu gibi, "pek şiddetli korkunç bir durumun olacağı gün" denilmiş gibidir.


Bunlardan sonra biz de şunu kaydedelim ki:


Birincisi, herhangi bir isim tamlamasının asıl mânâsı, bir şeyin diğer bir şeye ait olduğunu göstermektir. Burada tamlanan ile tamlayan arasında, bir bütün ile onun bir parçası arasındaki bir oranın varlığı gerekmez. Bu oranın özelliği, tamlanan ile tamlayanın durumuna göre ortaya çıkar. Onun için "Hiçbir şey onun benzeri olamaz."(Şura, 42/11) vasfını taşıyan yüce Allah'a nisbet edilen herhangi bir şeyde el, ayak, baldır, ev, ruh gibi bir benzetmeyi andırsın veya andırmasın, bunların hiçbirinde tamlayanın tamlananın parçası olduğu anlamını çıkarmaya çalışmak doğru olmaz. Mesela "Allah'ın eli" tamlamasında, el'in Allah'ın bir parçası olduğu anlamını çıkarmak doğru olmaz. Zira yüce Allah cüzlere ve parçalara ayrılmaktan uzak bir tek varlıktır.


İkinci olarak, âyetin açıklanmasına delil olarak getirilen şiirlerde geçen "teşmir-i sâk" ile "keşf-i sâk" açıklamış oldukları gibi hakikat ve mecaz da aynı kaynaktan ve aynı mânâda olmakla birlikte, biz bunların aralarında, kullanılış şekillerine göre biraz bir fark da hissediyoruz. Teşmir-i sâk, paçayı sıvamak veya çemremek, yerine göre toplanmak, hazırlanmak, sakıncalı bir şeyden korunarak ciddiyet ve özenle işe sıvanmak, şiddet göstermek anlamlarını ifade ettiği gibi, "keşf-i sâk, veya "keşf an sâk" örtülü bir hakikatin içerden dışarıya, aşağıdan yukarıya doğru bir uçtan kendini açık bir şekilde göze veya kalp gözüne göstermesi, kendini tanıtması anlamını ifade eder.


Kuşkusuz bu, idrakin açıklığında bir şiddet ve heyecanın varlığını hissettirir. Fakat bu şiddetin bir korku veya arzu, bir güç veya zayıflık, bir elem veya lezzet ifade etmesi, ortaya çıkan bu hakikatin özelliği ile onu idrak edenlerin ona olan ilgilerine bağlıdır. "Harp baldırını açtı" ve "falan kahraman baldırını açıverdi" denilmekle "zafer baldırını açtı", "murat bir uçtan kendini gösterdi", "canân baldırını açıverdi" denilmesi arasında açıklık açısından bir fark olmaz ise de, ifade ettikleri etki ve heyecan açısından fark vardır. Onun için Neml sûresinde "Belkıs baldırını açtı"(Neml, 27/44) buyrulduğu şekilde Belkıs'ın baldırını açması onun gücünü değil, zayıflık ve kusurunu anlatmıştı.


Keşşaf'ın kısaca yapılan açıklamasında bu iki yöne de işaret vardır. Bir de Alûsî'nin naklettiği üzere Abd b. Humeyd'in rivayet ettiğine göre Rebi b. Enes demiştir ki: O gün örtünün kaldırılacağı, perdenin açılacağı gündür. Beyhakî de İbnü Abbas'tan, "Durumun anlaşılacağı, amellerin ortaya çıkacağı gündür." diye rivayet etmiştir.


Said b. Cübeyr bu âyette "sâk" kelimesinin yüce Allah'a nisbet edilmesini kabul etmemiş ve bu âyetin mânâsı sorulduğunda şiddetle öfkelenip şöyle demiştir: "Birtakım kişiler, yüce Alah kendi baldırını açar zannediyorlar. Oysa yüce Allah şiddetli durumu açıp ortaya çıkarır." O halde hadisi de bu şekilde anlamak gerekir.


İşte bu sunduğumuz sebeplerden dolayı biz burada, âyet-i kerimesinde "keşf-i sâk" tabirinden, müslümanın imanıyla beklediği ve suçlunun kaçındığı hakkın veya hak hükmün görünmeyen âlemden görünen âleme kendini bir uçtan göstermeye başlaması mânâsını anladığımız gibi, bunun ortaya çıkardığı şiddet ve dehşet içinde de suçlulara sırf elem olan korkunç bir kahroluş ve ezilme, müslümanlara da aynı korkunç olay içinde murat kapısını açan albenili bir heves ve yücelik heyecanı seziyoruz. Çünkü suçluların bütün ortaklarıyla beraber topuna şiddetli bir tehdit ve uyarı olan bu âyet, müslümanlara bir vaad ve müjde olmak üzere Peygamber'e hitap edilirken söylenmiştir. "gelsinler" emri, (gün) sözüyle ilgilidir. Yani "o gün gelsinler" demektir. "hatırla" gibi, metinde söylenmemiş olan bir fiille veya daha sonra gelecek olan "onları saracak" fiili ile alâkalı da olabilir.


Buna göre mânâyı şöyle özetleyebiliriz: Gelsinler, yahut haber ver ki gelecekler, o kıyamet günü ki şimdi bakışlardan gizli olan hakkın hükmü görünmeye, hakikat perdesi aşağıdan yukarıya açılmaya, müslümanların arzu ettiği, suçlulara ise düşüklük ve felaket olan gaye bir uçtan kendini göstermeye başlayacak. Ve secdeye çağrılacaklar. Hakka boyun eğmek istemeyen, istedikleri gibi hüküm verip fenalıktan korunmayan, istedikleri gibi yaşamayı arzu eden o suçlular, inkârcılar, ortaklarıyla beraber birer birer veya alay alay, "Kalkın bakalım vaktiyle tanımadığınız hakkın emrine boyun eğin, teslim olun, tam bir hürmet ve saygıyla secdeye kapanın, yüzlerinizi yere koyun, haddinizi anlayın." diye zelil etmek ve kınamak için çağrılacaklar. O zaman secdeye kapanmak için can atacaklar fakat güçleri yetmeyecek.

Elmalılı Hamdi Yazır - Kuran-ı Kerim Tefsiri
Devamını Oku »