İnsan Eşref-i Mahlûkattır



"Andolsun ki biz, âdemoğullarının üstün bir izzet ve şerefe mazhar kılmışızdır. Onlara karada ve denizde taşıyacak (vasıtalar) verdik. Onlara güzel güzel rızıklar nasib ettik. Onları, yarattığımız şeylerin birçoğundan cidden üstün kıldık" (İsra. 70).

Bil ki bu ayetin maksadı, Allah'ın insana verdiği o yüce ve kıymetli nimetlerinden bir diğer çeşidini dile getirmektir. Bunlar, sayesinde insanların başka varlıklardan üstün kılındığı nimetlerdir. Allah Teâlâ bu ayette, dört nimet zikretmiştir:

İnsan Ruhunun Önemi

Birinci Nevi: Bu "Andolsun ki biz, âdemoğullarının üstün bir izzet ve şerefe mazhar kılmışızdır"ayetinin anlattığı husustur. Bil ki insan ruh ve bedenden mürekkeb bir cevherdir. Binâenaleyh insanın ruhu, süflî âlemde (dünyada) mevcut bulunan en kıymetli rûh, bedeni de yeryüzündeki en kıymetli maddedir. İnsanın ruhundaki bu kıymetliliği şöyle izah edilir: İnsan ruhunun (nefsinin), üç asıl kuvveti vardır: Gıda alma (yeme), büyüme ve üreme. Canlıların ruhlarının, ister zahirî, ister bâtını olsun, iki kuvveti vardır: Birisi, hissetmeleri diğeri ise ihtiyarî olarak hareket etmeleridir. Binâenaleyh bu beş kuvvet, yani gıda alma, büyüme,üreme, his ve hareket, insan ruhu (nefsi) için de vardır. Ama insan ruhuna bunlardan başka bir kuvvet daha verilmiştir. Bu da, eşyanın hakikatini olduğu gibi idrâk eden, anlayan akıl kuvvetidir. Bu kuvvet, kendisinde marifetullah nurunun tecellî ettiği, Allah'ın kibriyasının ışığının parladığı bir kuvvettir. Bu kuvvet, mahlûkât aleminin ve emirlerin sır ve hikmetlerine muttalî olan, Allah'ın yaratıklarındaki çeşitli ruh ve maddeleri olduğu gibi anlayan bir kuvvettir.

Bu kuvvet, kutsi cevherlerin ve ilahî mücerred ruhların aşılaması ile meydana gelir. Bu kuvvet şeref ve fazilet bakımından nebatî ve hayvani olan o beş kuvvete nisbet edilemez. Durum böyle olunca, insan ruhunun (nefsinin), bu âlemde mevcut olan en şerefli ruh olduğu ortaya çıkar. Aklî kuvvetin faziletleri (üstünlükleri ) ile maddî kuvvetlerin noksanlıklarını bilmek istersen, bizim bu kitapta,"Allah göklerin ve yerin nurudur" (Nur.35) ayetinin tefsirinde yazdığımız şeyleri iyi düşün.Biz, orada aklî kuvvetlerin, maddî kuvvetlerden daha üstün ve yüce olduğunu anlatmak için,yirmi izah yaptık. Binâenaleyh bunları tekrar etmenin manası yok.

İnsanın Bedeninin Önemi

İnsan bedeninin, âlemdeki bütün maddelerden daha kıymetli olduğunu izah hususunda müfessirler, ayetteki, "Andolsun ki biz, âdemoğullarını üstün bir izzet ve şerefe mazhar kıldık"buyruğunu tefsir için, çok çeşitli faziletler (üstünlükler) zikretmiş ve şunları söylemişlerdir:

1) Meymûn b. Mihran, İbn Abbas (r.a)'ın, bu ayet hususunda "insan hariç, herşey ağzıyla alır yer, insan ise, eliyle alır yer" demiştir. Şöyle bir hâdise anlatılır: Harun Reşid'in yanında bir sofra hazırlanmış ve halife kaşık istemiş. Sofrada bulunanlar içerisinde İmam Ebû Yusuf da bulunmaktadır. Bunun üzerine Ebu Yusuf ona: "Hak Teâlâ'nın, "Andolsun ki biz,âdemoğullarını üstün bir izzet ve şerefe mazhar kılmışızdır" ayetinin tefsiri hususunda ceddin (atan) İbn Abbas (r.a)'dan: "Biz insanlara, sayesinde yemek yiyecekleri eller vererek, onu şereflendirdik" şeklinde bir açıklama rivayet edilir" dedi. Bunun üzerine Harun Reşid kaşığı bırakıp, elleriyle yemeğe başladı."

2) Dahhâk, bu ayete: "İnsana konuşma ve eşyayı birbirinden ayırdetme özelliği vererek, onu kerim kıldık" manası vermiştir ki, bu sözün özü şudur: Birşeyi tanıyan kimse, ya onu bildiğini başkasına bildirmekten acizdir, yahut da onu bildirmeye muktedirdir. Birinci ihtimale gelince,insan hariç, bütün canlıların durumu böyledir. Çünkü onun içinde bir elem veya lezzet meydana geldiğinde, o bu şeyleri tam olarak ve yerli yerinde anlatmaktan âcizdir. İkinci ihtimale gelince, bu insanın halidir. Çünkü insanın başkasına, tanıdığı, bildiği, hissettiği herşeyi anlatması, ona vâkıf olması ve onu çepeçevre kuşatması mümkündür. Binâenaleyh onun bu tür anlatımlara muktedir olması, nâtık (konuşan varlık) oluşundan kastedilen şeydir.

Bu izaha göre dilsiz insanın da bu vasfa dâhil olduğu ortaya çıkar. Çünkü o, kalbindekini ve kafasındakini bizzat dili ile başkasına anlatmaktan âciz ise de, onun bunu işaret, yazma ve benzeri yollarla anlatması mümkündür. Bu özellik, papağanda bile yoktur. Çünkü her nekadar bazı şeyleri söyleyebiliyorsa da, herşeyi tam ve mükemmel bir biçimde anlatıp söyleme gücü yoktur.

3) Atâ bu ayete, "Boyunu boşunu uzatmak, (dik yürütmek suretiyle) insanı şereflendirdik"manasını vermiştir. Bil ki bu söz tam değildir. Çünkü ağaçlar, insandan daha uzun ve diktir.Atâ'nın burada, "İnsanın aklî, hissî ve harekî kuvvetlerinin mükemmel olmasının yanısıra,boyunun da uzun olması" şeklinde bir kayıt koyması gerekirdi.

4) Yine Atâ bu ifadeyi, "Ona en güzel bir bünye vererek" diye tefsir etmiştir. Bunun delili, "O size suret verdi, hem suretlerinizi (şekillerinizi) de güzel yaptı" T(egâbûn,3) ayetidir. Allah Teâlâ, insanın yaratılışından bahsedince, "Suret yapanların en güzeli olan Allah'ın sânı ne yücedir"{Müminûn. 14) buyurmuştur. Yine o, "(Biz) Allah'ın boyası ile (boyanmışızdır),Allah'dan daha güze! boyası olan /cim?"(Bakara. 138) buyurmuştur. İstersen insanın herhangi bir uzvunu, mesela gözünü ele al: Cenâb-ı Allah gözbebeğini siyah olarak yaratmış,sonra o siyah noktayı, gözün akı ile kuşatmış, o akı da, kenarların siyahı ile kuşatmış, sonra da bu kenarları, göz kapaklarının akı (açık rengi) ile kuşatmış, sonra da göz kapaklarının beyazının üstünde iki siyah kaş yaratmış, bu iki siyah kaşın üstünde, ak alnı halketmiş, sonra da bu ak alın üzerinde siyah saçları yaratmıştır. Bu tek şey, sana bu konuda bir misal olsun.

5) Bazı kimseler, insan oğluna verilen en büyük şerefin, Allah'ın ona yazı yazma kabiliyetini vermesi olduğunu söylemişlerdir. Bu hususta sözün Özü şudur: İnsanın, istinbata (hüküm çıkarmaya-fikir yürütmeye) yarayacak, kafasındaki bilgisi az ve yetersizdir. Ama insan bir bilgi ortaya koyup, onu kitaplara yazdığında, bir diğeri gelip o yazılan şeyden istifade ettiğinde ve kendisindeki bilgiyi de buna kattığında ve bu iş böylece ard arda sürüp gittiğinde, her sonra gelen, öncekilerin bilgi ve tecrübelerine yeni birçok şeyler kattığında, ilim çoğalır, fazilet ve bilgi kuvvetlenir. Aklî araştırmalar ve şer'î (dinî) gayeler, en mükemmel noktasına ve zirveye ulaşır. Bunun böyle olmasının, ancak yazı ile mümkün olacağı herkesin malumudur. İşte bu mükemmel üstünlükten ötürü, Hak Teâlâ, "Kalem ile (yazmayı) öğreten Rabbinin adıyla oku.O, insana bilmediği şeyi öğretti" (Alak. 3-4) buyurmuştur.

6) Bu âlemdeki maddeler, ya basit, ya mürekkeb (bileşik) olurlar. Basit olanlar toprak, su, hava ve ateştir. İnsan, bunların dördünden de istifade eder. Toprak, bizim için tıpkı eğitip büyüten, bağrına .basan bir ana gibidir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Sizi ondan yarattık, yine ona döndüreceğiz ve bir kere daha (dirilişte) ondan çıkaracağız" (Tahâ, 55) buyurmuştur. Allah Teâlâ, yeryüzünü bize nisbetle birtakım isimlerle isimlendirmiştir: Bunlar, yatak, beşik, döşek gibi isimlerdir. Suya gelince, biz insanların, içme, çiftçilikte kullanma gibi, sudan elde ettiğimiz faydalar açıktır.

Hem Cenâb-ı Hak, içinden taptaze etler çıkarıp yiyelim, takınacağımız süz eşyaları çıkaralım ve gemilerin sularını yara yara gidişinden istifade edelim diye, denizleri de bizim emrimize vermiştir. Havaya gelince, bu bizim hayat kaynağımızdır. Eğer rüzgârların esişi olmasaydı, o pis kokular tamamıyla bu mamur (meskûn) yerlere hâkim olurdu. Ateşe gelince, yiyeceklerimiz ve içeceklerimiz onun sayesinde pişer, kaynar ve olgunlaşır. Ateş, karanlık bir gecede adetâ güneş ve ayın yerini tutar. Yine o, soğuğun zararını da bertaraf eder (bizi ısıtır). Nitekim şâir,

"Kim kışın bir meyve isterse, bilsin ki kışın meyvesi, ateşidir" demiştir.

Mürekkeb maddelere gelince, bunlar ya ulvî (semavî) tesirler, ya madenler, ya bitkilerdir.Hayvanlar ve insanlar, bu şeylere hükümran gibidirler ve bunlardan istifade ederler. Yine bunlar her çeşidi ile onların hizmetine sunulmuştur.

Binâenaleyh bu alem, tamamen ya ma'mur bir belde gibi, yahut da bütün menfaat ve iyilikleri insan için olan, hazır bir han,karargâh gibidir. İnsan o hanın, hizmet edilen reisi, itaat edilen padişahı gibi; diğer canlılar da, insana nisbette, onun köleleri gibidirler. Bütün bunlar, insana, Allah tarafından büyük şeref ve faziletin verilmiş olduğuna delalet eder. Allah en iyi bilendir.



Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 14/538-541
Devamını Oku »

Hz. Âdem'in Topraktan Yaratılması ve Bunun Hikmetleri



Sonra, Allah-u Teâlâ Hz. Adem'in yaratılışının keyfiyyeti hususunda birçok vecih zikretmiştir:

a) O, bu âyette de belirtildiği gibi, topraktan yaratılmıştır.

b) O, sudan yaratılmıştır. Allah-u Teâlâ, "O, sudan bir beşer yaratıp da, onu soy sop haline getirendir"(Furkan, 54) buyurmuştur.

c) O, çamurdan yaratılmıştır. "Ki O, yarattığı her şeyi güzel yapan, insanı yaratmaya da çamurdan başlayandır. Sonra O, bunun zürriyetini hakîr bir sudan meydana gelen nutfeden yapmıştır" (Secde,7)

d) O, çamurdan elde edilmiş bir hülâsadan, özden yaratılmıştır. Allah-u Teâlâ şöyle buyurmuştur:"Andolsun, biz İnsanı çamurdan (süzülmüş) bir hülâsadan yarattık. Sonra onu, sarp ve sağlam bir karargâhta bir nutfe yaptık"(Mû'minun, 12-13).

e) O, cıvık bir çamurdan yaratılmıştır. Allah-u Teâlâ, "Andolsun ki biz onları, cıvık bir çamurdan yarattık" (es-Sâffât, 37/I) buyurmuştur.

f) O, salsâl'dan, kuru bir çamurdan yaratılmıştır. "Andolsun, biz insanı kuru bir çamurdan, sûretlenmiş bir balçıktan yarattık" (Hicr, 26) buyrulmuştur.

g) İnsan, "acele"den yaratılmıştır. "İnsanlar aceleden yaratılmıştır"{Enbiya, 37).

ı) Allah-u Teâlâ şöyle buyurmuştur: "Andolsun ki biz insanı, bir meşakkat içinde yarattık" (Beled, 4).

Hükemâ şöyle demiştir: Âdem'in topraktan yaratılması, birçok sebepten dolayıdır:

1- Mütevazi olsun diye.

2- Örtücü ve bağışlayıcı olsun diye...

3- Toprağa çok bağlı olsun diye.. Çünkü Hz. Âdem, yeryüzündekilere halife olmak için yaratılmıştır.

Nitekim Cenâb-ı Hak, "Muhakkak ki, ben, yeryüzünde bir halîfe yaratacağım" (Bakara. 30) buyurmuştur.

4- Allah-u Teâlâ kudretini izhâr etmek istedi ve bundan dolayı, cisimlerin en çok ışık saçanı olan ateşten şeytanları yaratarak, onları dalâletin karanlıklarına müptelâ kıldı; cisimlerin en latifi olan havadan melekleri yaratarak, onlara son derece büyük güç ve kuvvet verdi; cisimlerin en kesifi olan topraktan Adem (a.s)'i yarattı, sonra ona muhabbet, marifet, nur ve hidâyet verdi; deniz sularının dalgalarından gökleri yaratıp, onu havaya asılı bıraktı.. İşte bütün bunları, bunların yaratılışı, Allah-u
Teâlâ'nın hiçbir şeye ihtiyacı olmaksızın müdebbir ve hiçbir şeye başvurmaksızın da hâlık olduğuna apaçık bir delil ve burhan olsun diye yaratmıştır.

5- İnsan, şehvet, gazab ve ihtiras ateşini söndürsün diye topraktan yaratılmıştır. Çünkü bu tür ateşler,ancak toprak ile söner. O'nun sudan yaratılışı ise, kendisinde, eşyanın şekilleri tecelli edebilecek bir saflık ve arılıkta olsun diyedir.Sonra, Allah-u Teâlâ, yoğun olan latîf olanla karışıp da, çamur haline gelsin diye, suyla toprağı
birbirine katmıştır. Bu, "Ben muhakkak çamurdan bir insan yaratıcıyım" (Sad. 7) âyetinin ifâde ettiği husustur.

Hak Teâlâ dördüncü mertebede, "Andolsun, biz insanı çamurdan (süzülmüş) bir sülâleden yarattık"(Mü'minun, 12) buyurmuştur. Buradaki sülâle kelimesi, ism-i mef'ul manasındadır. Çünkü "sülâle",çamurun cüzlerinin en latîf ve iyi kısmından süzülüp, alınmış olandır.



Sonra Cenâb-ı Hak, altıncı mertebede, insan için şu üç nevî sıfatı zikretmiştir:






a) O, salsâldandır. Salsâl: Hareket ettirildiği zaman içinden ses veren çömlek gibi, çın çın ses çıkaran kuru şey demektir.




b) Hame’dendir. Hame, bir müddet su içinde kalıp, rengi siyahlaşan şey demektir.




c) Kokusu değişmiş olandır. Nitekim Cenâb-ı Allah, "İşte yiyeceğine,içeceğine bak, henüz bozulmamıştır" (Bakara. 259) buyurmuştur.






Hz. Âdem’in yaratılışıyla ilgili zikredilmiş olan âyetlerin arasını te’lîf etmek



için söylenebilecek olan sözün hepsi budur.




Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/360-362.
Devamını Oku »

Bütün Rahmetler Gerçekte Allah’tandır


Sen, Allah'tan bir rahmet sayesindedir ki, onlara yumuşak davrandın...(Al-i İmran,159)

Bil ki, bu âyet-i kerime, Hz. Muhammed (s.a.s)'in ümmetine karşı rahîm olmasında, Allah'ın rahmetinin âmil olduğuna delâlet etmektedir. Bu âyetin hakikatini düşündüğün zaman onun, bütün rahmetlerin, ancak Allah'a ait olduğuna delâlet ettiğini anlarsın..

Bunun izahı birkaç yöndendir:

a) Eğer Allah Teâlâ, kulunun kalbine hayra, rahmete ve lütfa davet eden bir his ve istidâd yerleştirmemiş olsaydı, kul bu hususlarda hiçbir şey yapamazdı. Allah Teâlâ insanın kalbine davet edici bu sebepleri, duyguları atınca, şüphesiz ki kul bu fiilleri yapar. Bu takdire göre, rahmet ancak Allah'tandır.

b) Allah'ın dışındaki bütün merhametli varlıklar, rahmetine mukabil, ya bir cezadan kurtulma şeklinde, veya bir sevabı ve mükâfaatı elde etme şeklinde veyahut da güzel bir isim yapma gayesiyle bir karşılık bekler. Böylesi beklentilerden uzak bir durum farzetsek bile, bu durumda ondaki sebep de, kendi cinsinden olan varlıklara karşı duyulan bir rikkat, acıma ve şefkat duygusu olmuş olur.

Binaenaleyh, acı içinde kıvranan bir canlı mahlûku gören kimsenin kalbi rikkate getir, üzülür; onu elem içinde müşahede etmesinden dolayı acı duyar, bundan dolayı da kalbindeki bu rikkati, acıma hissini uzaklaştırmak için, o canlıyı bu elemden kurtarır. Eğer onda, bu maksatlardan herhangi bir şey bulunmamış olsaydı, ona kesin olarak merhamet etmeyecekti. Ama Cenâb-ı Hakk'a gelince, O'nun merhameti hiçbir gayeden ötürü değildir. Binaenaleyh, rahmet ancak Allah'a aittir.

c) Allah'ın dışında merhamet eden her varlık ancak, merhamet ettiği o kimseye ya bir mal vermek suretiyle, veyahut da, belâ ve sıkıntı veren şeylerden herhangi birisini ondan uzaklaştırmak suretiyle merhamet edebilir. Ama ne var ki, merhamet edilen kimse bu maldan, ancak uzuvları salim ve sıhhatli olduğu takdirde istifade edebilir. Uzuvların sıhhatli olması ise, ancak Allah'tandır.

Binaenaleyh, gerçekte rahmet ancak Allah'a aittir. Ama görünürde, Allah'ın rahmet etmesine yardım ettiği herkes "rahîm" diye isimlendirilmiştir. Nitekim Hz.Peygamber (s.a.s),'Merhamet edenlere. Rahman olan Allah merhamet eder..." Allahu Teâlâ da, Hz. Peygamber'i vasfederken, "Mü'm'inlere karşı çok şefkatli, çok merhamet edicidir {rahimdir)" (Tevbe. 128) buyurmuştur.

Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/156-157
Devamını Oku »

Dünya Zevkinin Özellikleri



"Bilin ki, dünya hayatı, ancak bir oyundur, bir eğlencedir, bir süstür, aranızda bir öğünç (vesilesi)dir, mallarda ve evlâtlarda bir çoğalıştır...''(Hadid Suresi,20.Ayet)

...

Sonra Cenâb-ı Hakk, dünya hayatını şu vasıflarla nitelemiştir:

1) "Dünya hayatı bir oyundur" buyurmuştur. Oyun ise, onları cidden yoran çocukların yapacağı bir iştir. Uğrunda bu yorgunlukların çekildiği bu şeyler ise, vermeden sona erer.

2) "Dünya hayatı bir eğlencedir". Eğlence de gençlerin yapacağı bir şeydir. Eğlenceler de sona erdiğinde, genel olarak geride, sadece bir hayıflanma ve hasre: duygusu kalır. Bu böyledir, zira insan, eğlenceler sona erdikten sonra, malının,ömrünün gittiğini, lezzetin ve zevkin son bulduğunu ve ortada herhangi bir şey kalmamasına rağmen, nefsinin bunlara karşı bir iştiyak ve özlem duyduğunu görür.Böylece de, zarar verici şeyler birbirini izler.

3) "Dünya hayatı bir süstür". Süs ve süslenme, kadınların adetidir. Zira, süsten ve süslenmeden elde edilmek istenen şey, çirkin olanı güzelleştirmeye çalışmak yıkım ile yüzyüze olan bir binayı onarmak ve noksan olan şeyi tamamlama hususunda çaba göstermek demektir.

Halbuki, arızî olan şeyin, zatî olana mukavemet gösteremeyeceği malûmdur. Dolayısıyla, dünyanın kendisi, zâtı gereği son bulan, zâtı gereği fasit olan bir şey olunca, daha nasıl, insan, bu bozuk şeyleri, bu dünyadan silmeye muktedir olabilir? İbn Abbas ise, ayetin manasının şöyle olduğunu söylemiştir: "Kâfir kimse, ahiret için çalışma değil de, hayatı boyunca hep dünya süsünü elde etmekle meşgul olur ve bu tıpkı, "Ey mağrur, aklanmış kimse, senin hayatın bir yanılma ve gaflettir" denilmesi gibidir."

4) "Dünya hayatı, fanî ve zail sıfatlarla, aranızda bir övünç vesilesidir." Bu övünme ya neseb bakımından, yahutta güç, kuvvet, asker, taraftar... bakımındandır. Halbuki, bütün bunlar son bulucudur.

5) "Dünya hayatı, mallarda ve çocuklarda bir çoğalma vesilesidir." İbn Abbas şöyle der: "Kişi, malını, Allah'ın gazabının söz konusu olduğu yerler için cem eder, o mal sayesinde,Allah'ın dostlarına tepeden bakar ve o malını, Allah'ın gazabına sebep olacak yerlerde harcar. Dolayısıyla bu mal, üst üste, istiflenmiş, zulmetler misâlidir. Cenâb-ı Hakk, dünyadakilerin mutlaka bu kısımlardan biri ile ilgili olacağını bildirmiş olmaktadır. Yine Cenâb-ı Hakk, dünyanın durumunun, bu hususlardan hali olmayınca, kişinin bunlardan yüz çevirip de, kendisini, ahiretini mamur edecek şeylere yöneltecek olanları yapması gerektiğini beyân buyurmuştur.

Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 21/319-320.
Devamını Oku »

İmanın Serencamı


"Onların Rableri nezdindeki mükafaatı, altlarından ırmaklar akan, Adn cennetleridir. (Hepsi de), içinde ebedî, daimî kalıcılardır. Allah bunlardan razı olmuşlardır. Bunlar da O'ndan razı olmuşlardır. İşte bu (saadet), Rabbinden korkanlara mahsustur" (Beyyine, 8).

Bil ki, bu ayetin tefsiri açıktır. Ama biz, bu ayetteki incelikleri, şöyle birkaç mesele içinde zikredelim:

1.Bil ki, insan iyice düşünürse kendisinin belalar ve sıkıntılar içinde yaratıldığını görür. Evvela, Allah onu en pis bir şeyden, en dar bir mekanda yaratmıştır. Derken o dar ana rahminden dünyaya ağlayarak çıkar. Ama bu çıkışı uzaklaşıp serbest kalmak için değil, merhamet celbetmek için hapisten şikayet etmek içindir. Nitekim hapisten çıkan kendisine acındırmak için feryad eder. Ama o çocuğa merhamet edilmez, üstelik, rahimde bağlı değilken, ebe onu bir güzel sarıp bağlar. Çok geçmeden beşiğe konur, yine iyice bağlanır. Derken, bir zaman geçince de, onu, bir hocaya teslim ederler. Ki, hocası onu, okulda alıkor ve öğretmek için de ona, arasıra dayaklar atar.

Ve bu iş, insanın, buluğ çağına gelinceye değin devam eder. Bundan sonra da, akıl ve mükellefiyet çivileriyle adeta çivilenir. Derken, mükellef, kendisini şaşırmış bir vaziyette bulur ve "Benden herhangi bir kusur sudur etmediği halde, benim hakkımda bu işlemleri yapan kimdir" der, o faili buluncaya değin tefekkür ve düşüncelere dalar. Bunu müteakip o faili, alimlere benzemeyen bir alim, hadislere benzemeyen bir kadir olarak bulur. Böylece de, bütün bunların, şeklen mihnet ve çile, ama hakikatte ise, kerem ve rahmet olduğunu anlar. Böylece de şikayeti bırakır, şükre yönelir. Derken, mükellefiyetin, kulun kalbine, o failin ihsan ve lütuflarına, O'na taat ve hizmette bulunmak suretiyle mukabelede bulunma düşüncesi gelir. Böylece de kalbini, O'nu tanımanın hükümranlığına bir mesken haline getirir.

Binâenaleyh, Cenâb-ı Hak adeta, "Ey kulum, beni öylesine tanı ki, artık hiçbir kuvvet o bilgiyi oradan çıkaramazsın" demek ister. Yahutta Cenâb-ı Hak, ta önceden, marifetullah tutkusunu oraya, kalbe yerleştirir de, bunun üzerine, bu kalbin sahibi olan kul, "Ya Rabbi, benim kalbime, meme emme arzusunu indirdin, ama ben, daha sonra onu çıkardım.. Baba, ana, dünya sevgi ve arzularımı da böyle yaptım. Ama, ben onların tümünü kalbimden çıkardım. Senin sevgine ve marifetine gelince, ben onları kalbinden çıkarmayacağım.." der. Sonra, bu marifet ve muhabbet, kalb arazisinde kalakalınca, o kaynaktan bir takım şeyler ve kanallar açılır. Artık, insanın gözüne ulaşan kanaldan, ibret alma hasıl olur. Münacaatlarını ve tesbihatlarını dinleme meydana gelir.

Ve bu durum, bütün uzuv ve organlar için söz konusudur. Bunun üzerine Allah Teâlâ, "Ey kulum, sen, kalbini, benim için tıpkı bir cennet yaptın ve orada bu sürekli ebedî çayları ve nehirleri akıttın. Sen, onca acziyyetine ve kusuruna rağmen, böyle yaptın. Ama cömertlik, kerem ve rahmet ise, Bana daha çok yakışır. O halde, al sana, senin cennetine mukabil benim cennetimi." demiştir.

İşte bu yüzden Cenâb-ı Hak, "Onların, Rableri nezdindeki mükafaati, altlarından ırmaklar akan, Adn cennetleridir" buyurmuştur. Belki, kaim ve rahim olan o Rab, şöyle demek istemiştir: "Kulum, bana, nesi var nesi yok, hepsini vermiştir. Ben ise ona, mülkündekilerden bazısını verdim. Halbuki, cömertlik ve kerem, ondan çok, Bana yakışır. İşte bu sebeple, pek yerinde olarak, ben de bunun sürekliliği ve ebediliği, verilen şeyin kısmî ve cüzî olması ve sebebiyle meydana gelen noksanlığı onarıcı olsun diye verdiğim her kısmî ve cüzî şeyi sürekli ve ebedî, daim kıldım.

...

Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 23/321-322.
Devamını Oku »

Gizli ve Açık Günahı Bırakma Emri


"Günahın açığını da, gizlisini de terkedin. Çünkü günahı irtikab edenler mutlaka kazandıklarının cezasını göreceklerdir"

(En'âm, 120).

Bil ki, Allah Teâlâ, haram kılınan şeyleri iyice anlattığını beyan buyurunca, bunun peşinden, "Günahın açığını da, gizlisini de terkedin..." emriyle haram kılınan şeylerin tamamen terkedilmesi gerektiğini ifade eden beyanını getirmiştir.

Âyette geçen ism (günah) kelimesinden maksat, günahı gerektiren her şeydir. Alimler, günahın açığı ile gizlisinin ne olduğu hususunda şu izahı yapmışlardır:

a) Günahın açığı, alenen zina etmek; gizlisi ise, onu gizlemektir. Bu hususta Dahhâk şunu söylemiştir: Cahiliyye insanları, gizli olduğu sürece zinanın helâl olduğunu söylüyorlardı. İşte bunun üzerine Cenâb-ı Hak, zinanın gizlisini de, aşikâr olanını da haram kılmıştır.

b) Bu yasak haram kılınan her şey hakkındadır. Bu görüş, en doğru olan görüştür. Çünkü genel (umumî) olan bir lafzı, delilsiz olarak sınırlamak (muayyen bir şeye tahsis etmek) caiz değildir.

Daha sonra, şu da ileri sürülmüştür: Bu ifadelerle, "sizin alenen ve gizli olarak yapmış olduğunuz şeyler..." manası kastedilmiştir.. Yine, şu anlamlar da verilmiştir. "Yaptığınız ve niyet ettiğiniz şeyler.." İbnu'l-Enbarî de şöyle der: "Cenâb-ı Hak bu ifadeyle, "Her bakımdan günahı terkedin..." manasını kastetmiştir. Nitekim sen, "Ondan, kati surette hiçbir şey almadığını..." kasdederek, dersin.."

Başkaları da şöyle demektedir: Âyetin manası: "Gizlenmesi ve saklanması sebebiyle bir günahın günah olmaktan çıkmayacağını bildirerek muttak surette günahı yasaklamaktır." Cenâb-ı Hakk'ın, "Günahın açığım terkedin" ifadesinden muradın, "günaha yeltenmekten nehyetmek.." olduğu da söylenebilir. Allah, daha sonra, kişiyi bu günahı istememeye sevkeden şeyin, insanların korkusu değil de, Allah korkusu olduğunu belirtmek için de, "gizlisini de.." buyurmuştur. Yine başkaları ise, "günahın açığı" ifadesini, uzuvların fiilleri ile; "gizlisini..." ifadesini de, kibir, hased, kendini beğenme ve müslümanlara kötülük düşünmek kabilinden olan kalblerin fiilleri diye tefsir etmişlerdir.

Bu açıklamaya göre bu ifadenin içine, inanç.azim ve karar, tefekkür ve teemmülde bulunmak, zan, temenni ve iyi olan şeyleri tenkit etmek gibi hususlar da girer. İşte bu açıklama ile de, "Fiiliyata dökülmediği sürece, kalblerde bulunan şeylerden dolayı Allah insanları sorumlu tutmaz" diyenlerin görüşünün yanlışlığı ortaya çıkmış olur. Çünkü Cenâb-ı Hak, bu âyetle, günahın her çeşidini yasaklamıştır.

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Çünkü günahı irtikab edenler, kazanmakta oldukları yüzünden cezalandırılacaklardır" buyurmuştur. Iktiraf kelimesinin ne manaya geldiği, daha önce geçmişti. Bu tabirin zahiri, Allah'ın günahkâr kimseyi mutlaka cezalandıracağına delâlet etmektedir.

Ancak ne var ki müslümanlar, günahkâr kimse tevbe edince, Allah'ın onu cezalandırmayacağı hususunda ittifak etmişlerdir. Alimlerimiz, buna ikinci bir şart olarak da şunu ilave etmişlerdir: Allah Teâlâ, günahkârı (tevbe etmeden de) affedebilir ve onu cezalandırmadan vazgeçebilir.

Nitekim Hak Teâlâ, "Şüphesiz ki Allah, kendisine eş koşulmasını bağışlamaz. Ondan başkasını, dileyeceği kimseler için, bağışlar.." (Nisa, 48) buyurmuştur.

Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 10/147-149
Devamını Oku »

Mü'min ve Kâfir Bakımından Dünya Hayatı


"Dünya hayatı bir oyundan, bir oyalanmadan başka bir şey değildir. Ahiret yurdu ise, sakınacaklar için elbet daha hayırlıdır. Halâ düşünmüyor musunuz?"

(En'âm, 32).

Bu âyette birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele


Bil ki, öldükten sonra dirilmeyi ve Kıyameti inkâr edenlerin, dünyaya olan arzulan, onun lezzetlerini elde etme istekleri büyük olur. İşte bu sebeple, Allah Teâiâ, dünyanın değer­sizliğine ve önemsizliğine dikkat çekmek için bu âyeti zikretmiştir.

Bil ki, dünya hayatının bizzat kendisini kınamak mümkün değildir. Çünkü, uhrevî saadetleri kazanmak ancak bu dünya hayatında söz konusudur. İşte bu sebepten dolayı bu âyetin tefsirinde şu iki görüş ileri sürülmüştür:

1) Buradaki hayattan kastedilen, kâfirin hayatıdır. İbn Abbas şöyle demektedir: "Allah bu âyette şirk ve nifak ehlinin hayatını kastetmiştir. Bunların hayatının bu şekilde tavsif edilmesinin sebebi şudur: Mü'minin yaşayışında salih ameller mevcuttur. Binâenaleyh onun hayatı bir oyun ve oyalanma olamaz."

2) Bu âyet, mü'min ve kâfirin hayatı hakkında umumî bir ifâdedir. Binâenaleyh bundan murad, bu hayatta elde edilen lezzetler ile bu hayatta elde edilmek istenen güzel ve hoş şeylerdir.. Cenâb-ı Hak, dünya hayatını bir oyun ve oyalanma diye adlandırmıştır; çünkü insan, oyun ve eğlence ile meşgul olurken, ondan lezzet afır. Sonra bu lezzet aldığı şeyler sona erip bitince, bunlardan geriye sadece bir nedamet ve pişmanlık kalır. İşte bu dünya hayatı da böyledir. Bu da sona erdiğinde, geriye sadece bir tahassür ve nedamet kalır.

Bil ki, dünya hayatının oyun ve oyalanma diye isimlendirilmesi şu şekillerde izah edilmiştir:

a) Oyun ve eğlencenin süresi azdır; çok çabuk sona erer, zeval bulur. Bu dünya hayatının süresi de böyledir.

b) Oyun ve eğlence, mutlaka pekcok durumda, istenilmeyen şeylere sebebiyyet verir. Dünya lezzetleri de böyledir...

c) Oyun ve eğlence, işlerin zahiriyle aldanma sırasında meydana gelir.. Ama iyice düşünülüp, işlerin esası araştırılıp ortaya konulduğunda, geriye asla oyun ve eğlence diye bir şey kalmaz.. Oyun ve eğlence de böyledir, çünkü bunlar çocuklar ve gafil cahillere uygun düşen şeylerdir. Ama aklı başında olan zeki kimselere gelince, onlar çok nadiren oyun ve eğlenceye dalarlar..

Dünyanın hoş şeylerinden lezzet alıp, iyi şeylerinden de faydalanma da, ancak işlerin hakikatlerinden habersiz olan gafil kimseler için söz konusu olabilir.. Ama muhakkik olan hikmet erbabına, hükemâya gelince, onlar bütün bu iyi denilen şeylerin birer aldatmaca olduğunu; esasında bunların nazar-ı dikkate alınacak bir tarafı olmadığını bilirler.

d) Oyun ve oyalanmanın makbul bir neticesi yoktur.. Böylece bütün bu izahların toplamından, dünyevî lezzet ve durumların, bir oyun ve oyalanma olduğu; gerçekte nazar-ı dikkate alınacak bir tarafı olmadığı sabit olmuş olur.. Yüce Allah, bunu beyan edince, bundan sonra "Ahiret yurdu ise, müttaktier İçin elbet daha hayırlıdır" buyurmuş, âhireti hayırlı olmakla tavsif etmiştir.

Dünya İle Âhiret Hallerinin Mukayesesi

Dünya ile âhiret hallerinin pekçok yönden farklı oluşları da, durumun böyle olduğuna delâlet eder:

1) Dünyanın iyilikleri değersiz; âhiretın iyilik ve hayırları ise, yüce ve âlîdir. Durumun böyle olduğunu şunlar da göstermektedir:

a) Dünyanın hayırları, ancak iki şehevî duyguyu yerine getirmedir.. Ki bu da, son derece değersiz ve önemsiz bir iştir. Bunun böyle oluşunun delili şudur: Bütün önemsiz canlılar, bu konuda insanla müşterektirler.. Hatta çoğu kez o canlıların bu husustaki durumu, insanınkinden daha mükemmeldir. Çünkü, deve daha çok yer; horoz ve serçe daha çok cima yapar; kurt, daha çok parçalayıcı ve yok edicidir; akrep daha fazla acı vericidir..

Bunların değersizliğine delâlet eden bir diğer husus da şudur: Bunlar eğer çok değerli ve yüce şeyler olsaydı, bunları çokça yapmak, kıymetin ve değerin artmasını gerektirirdi... Böylece de ömrünün tamamını yemeye ve cinsî münasebete vakfeden insanın, insanların en şereflisi ve en yüce dereceyi haiz olanı olması gerekirdi.. Halbuki durumun böyle olmadığı, aksine bu gibi insanlara kin duyulduğu, kötü ve değersiz kabul edildiği; hayvan, köpek veya bunlardan daha aşağı bir şekilde nitelendiği, aklın bedâhetiyle malum olan bir husustur.

İnsanların bu gibi şeylerle iftihar etmeyip, tam aksine bunları gizlemeleri de bunların âdi olduklarına delâlet eder. İşte bundan dolayı insanlar, cinsî münasebette bulunurken bu fiili gizli yaparlar ve bu gibi fiilleri insanların yanında ulu orta yapmaya kalkışmazlar.

İşte bu da bu gibi fiillerin şeref değil, aksine bir eksiklik icap ettirdiğini gösterir. Durumun böyle olduğuna şu da delâlet etmektedir: İnsanlar birbirlerine sövdüklerinde, bu hususta ancak, cimâya delâlet eden lafızları söylerler.. Eğer bu lezzet çeşidi, birtakım noksanlıklar cinsinden olmasaydı, durum böyle olmazdı.. Bu lezzetlerin özünün, birtakım elem ve acıları gidermeye yönelik olması da buna delâlet eder..

İşte bu sebepten dolayı daha fazla aç ve daha çok ihtiyaç içinde olan kimsenin, bu tür şeylerle lezzet duyması daha mükemmel ve daha ileri derecede olur. Durum böyle olunca da, gerçekte bu lezzetlerin bir hakikatinin bulunmadığı ortaya çıkar..

Yine bu lezzetlerin çok çabuk değişmesi, sona ermesi ve son bulması da, bunu göstermektedir. Böylece, yaptığımız bu izahlarla dünyevî lezzetlerin değersizliği sabit olmuş olur..

Ama ruhanî mutluluklara gelince, bunlar çok şerefli, yüce, kalıcı ve kudsî olan birtakım mutluluklardır... İşte bundan dolayı bütün mahlûkat, insanlar arasında ilmi çok ve dünyevîmaddî lezzetlerden alabildiğine kaçınan birisinin bulunduğunu hayal ettiklerinde, onlar tabii olarak ona saygı duyar, hizmet eder ve kendilerini o kimsenin hizmetkârı ve kölesi kabul eder ve ona nisbetle, kendilerini günahkâr addederler..

İşte bu da, asıl ve selîm fıtratın, maddî lezzetlerin değersizliğine, manevî lezzetlerin derecesinin de çok mükemmel olduğuna şehâdet ettiğini gösterir..

b) Ahiretin hayırları, dünyanın hayırlarından daha üstündür.. Bunu, şöyle diyerek izah ederiz: Farzedelim ki bu iki çeşit hayır, üstünlük ve şeref bakımından müşterek olsunlar.. Ancak ne var ki, yarın Kıyamet günü için vaadedilmiş hayırları elde etmek, kafi olarak malum olan bir şeydir.. Ama, dünyanın yarını için vâdedilen hayırlara ulaşıp onları elde etmek ise, kat'î olarak malum olmayan, hatta zannedilen bir durum dahi değildir.. Zira, bu günün sabahında hükmünü tam manasıyla yürüten nice hükümdar vardır ki, aynı günün sonunda toprağın altında olur.

Yine nice büyük ve kudretli emirler, yöneticiler vardır ki, sabaha melîk ve emîr olarak girer, ama akşam vakti hakir bir esir olur!.. İşte bu farklılık da, bu iki çeşit hayır arasında bir farklılığın bulunmasını gerektirir.

c) Farzet ki insan dünyada bu günden başka, diğer bir gün daha bulsun.. Ancak insan, biriktirmiş olduğu mallardan, güzel şeylerden ve lezzetlerden faydalanmasının mümkün olup olmadığını bilemez.. Ama, biriktirmiş olduğu saadet getiren bütün şeylere gelince, o, ahiret yurdunda ondan faydalanacağını kesin olarak bilir.

d) Farzedelim ki o, bunlardan faydalansın. Ancak o kimsenin, dünyevî hayırlardan faydalanması, arzulanmayan şeylerin bulaşmasından ve insana korku veren haramların o faydaya karışmasından asla hâlî ve uzak kalamaz. İşte bundan ötürü "Kim yaratılmamış olan şeyi isterse, hem kendisini yormuş, hem de o nimete kavuşmamış olur" denilmiş, buna karşılık, "o nedir ey Allah'ın Resulü?" diye sorulmuş, Hz. Peygamber (s.a.s) de: "Birgünün tamamının (mutlu ve neşeli geçeceğini düşünerek) sevinmek..." buyurmuştur.

e) Farzedelim ki bu kimse, yarın bu mallardan ve güzel şeylerden faydalansın. Fakat bu faydalar sonlu, fânî ve gidicidir. İşte bu faydalar ne zaman daha kuvvetli, daha lezzetli, daha mükemmel ve daha fazla olursa, bunların yok olup sona ermesi ile duyulacak olan keder ve hüzün de o nisbette çok ve güçlü olur. Nitekim şâir el-Mütenebbi şöyle demiştir.

"Bana göre üzüntünün en şiddetlisi, sahibinin, daha sonra kendisinden ayrılacağım kesin olarak bildiği bir mutluluktan dolayı olanıdır."

Binâenaleyh söylediğimiz açıklamalarla, dünyevî saadet ve hayırların böylesi büyük eksiklik ve kusurlarla muttasıf (içice) olduğu, âhiret saadetlerinin ise bu kusur ve ayıplardan uzak olduğu, bundan dolayı da âhiret hayatının daha mükemmel, daha üstün, daha kalıcı, takvaya daha uygun, arzu edilmeye daha layık ve uygun olduğuna kesin olarak hükmetmek gerektiği sabit olur.

Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 9/395-398
Devamını Oku »

Allah ın Her Şeyi İhata Etmesinin Manası



"..Allah her şeyi kuşatıcıdır"(Nisa,126) buyruğunun iki izahı vardır:

1) Bundan murad, ilim ile ihata etmek, kuşatmaktır.

2) Bundan murad, kudret ile kuşatmaktır. Nitekim Allah Teâlâ, "Size, henüz güç yetiremediğiniz daha diğer (ganimetler de..." (Fetih,21)buyurmuştur.

Bu görüşte olanlar şöyle demişlerdir: Bir kimse, "Allah Teâlâ'nın, "Göklerde ne var, yerde ne varsa hepsi Allah'ındır" buyruğu, O'nun kudretinin kemaline delalet edince, eğer biz, "Allah her şeyi kuşatıcıdır" tabirini de, Allah'ın kudretinin kemali manasına hamledersek, burada lüzumsuz bir tekrar yapılmış olur" diyemez. Çünkü biz diyoruz ki, âyetteki "Göklerde ne var, yerde ne varsa Allah'ındır" buyruğu ancak, Allah Teâlâ'nın kadir ve göklerdeki ve yerdeki şeylerin maliki olduğunu ifade eder; ama göklerde ve yerdeki şeylerin dışında kalan ve bunlardan farklı olan hususlarda da Kadir olduğunu ifade etmez.

Binâenaleyh, Allah Teâlâ, "Allah her şeyi kuşatıcıdır ' buyurunca, bu ifade, bu gökler ve yer dışındaki nihayetsiz makdurata (güç yetirilebilecek şeylere) kadir olduğunu ve bütün kainat ve mümkinattaki kaza ve kader zincirinin ancak, O'nun icadı, tekvini ve ibdaı ile inkitaya erdiğini gösterir...

İşte bu sözün açıklaması budur. Fakat birinci görüş daha güzeldir: Çünkü biz, uluhiyyetin ve vaad ile vaîdi yerine getirmenin, ancak kudret ve ilmin birlikte bulunması ve kamil, mükemmel manada mevcut olmasıyla tahakkuk edeceğini, binâenaleyh bu ikisinin beraber zikredilmesi gerektiğini açıklamıştık... Kudret ilimden önce zikredilmiştir, çünkü usul ilminde de sabit olduğu gibi, Allah'ı bilmek, O'nun kadir olduğunu bilmektir. Sonra, Allah Teâlâ'nın kadir olduğunun bilinmesinin peşinden, O'nun alîm olduğu da bilinir. Çünkü bir fiil, meydana gelişiyle bir kudrete delalet eder ve kendisinde bulunan sağlamlık ve muhkemlik ile de, ilme delalet eder. Şüphe yok ki, birincisi ikincisinden önce gelir.

Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 8/341-342
Devamını Oku »

Günah Örtmenin Manası



Cenâb-ı Hak daha sonra ''(Allah) iman eden kimselerin de günahlarını örtmüş, affetmiş ve hallerini iyileştirmiştir" (Muhammed,2)buyurmuştur.

Bu ifadede, "yok etti, sildi" kelimeleriyle meydana gelen müjdeye bir işaret vardır. Çünkü birşeyi silip-yoketmek, başka birşeyin onun yerine konulduğunu ifade etmez. Ama örtme (setr), bunu ifade eder. Çünkü eskimiş yahut kirlenmiş bir elbiseyi örtmek isteyen kimse, onu aymsıyla örtmez.

Onu, ancak temiz ve güzel bir elbiseyle örter. Hele hele, cömert bir padişah, herhangi bir kulunun, eskimiş elbiselerini örtmek istediğinde, ancak pek pahalı olan, yüksek kaliteli bir elbisenin getirilmesini emreder. Binâenaleyh bu, padişah ve padişahın sevdiklerinin arasını örtmek ve perdelemek olmaz. "Mağfiret" de böyledir. Çünkü mağfiret ve tekfir (bağışlama), mana bakımından aynıdırlar.

Binâenaleyh bu, "İşte bunlar, Allah'ın, kötülüklerini iyiliklere değiştirdiği kimselerdir" (Furkan, 70) ayetinde anlatılan şeyin aynısıdır. Ayetteki, "hallerini iyileştirmiştir" ifadesi de, biraz önce bahsettiğimiz günahların hasenelere (iyiliklere) dönüştürülmesine bir işarettir.

Günahın Sevaba Dönüştürülmesi

Eğer, "Cenâb-ı Hak, günahları haseneye nasıl dönüştürür?" denilirse, biz deriz ki: "Bu şu manayadır: Allah, o kimseye günahlarından sonra, yaptığı iyilikten ötürü iyilik yapan kimseye davrandığı gibi davranır."

Buna göre şayet, o soruyu soran; "Problem çözülmedi, hâlâ devam ediyor. Hatta arttı bile.. Çünkü Allah Teâlâ, eğer iyiliklere verdiği mükâfaat gibi, kötülüklere de mükâfaat vermiş olsaydı, bu, günah-işlemeye bir teşvik olmuş oturdu" derse, biz deriz ki: Biz, Allah'ın, günahlara karşı mükâfaat verdiğini söylemedik. Ancak, Cenâb-ı Hakk'ın, kişinin yaptığı kötülüklerden sonra, iyiliklere verdiği şeylerle, bu kimseye mükâfaat verdiğini söyledik. Çünkü mü'min bir günah işlemiş, daha sonra da işin farkına varıp pişman olmuştur.

Derken günahım itiraf edip, kendini hakir görerek, Rabbisinin huzurunda duruvermiştlr. Böylece de ilahî rahmete, hiç günah işlemeyen ve Rabbisinin huzuruna gönül rahatlığı ile varan kimseden daha yakın olmuş olur. Böylece günah, pişmanlığın bir şartı olmuş olur. Bu sevap ise, günaha değil, kişinin duyduğu pişmanlığa verilmiştir.

Buna göre sanki Cenâb-ı Hak şöyle demek istemiştir: "Kulum günah işledi, ama bana döndü. Binâenaleyh onun fiili kötü ama, benim hakkımdaki zannı güzeldir. Çünkü Benden başka bir melce, bir sığınak bulamamıştır, böylece ancak benim lütfuma güvenmiştir. Zann ve güven, kalbin amelidir. Fiil ise, bedenin amelidir. Kalbin ameline itibar etmek daha evlâdır. Baksana, uyuyan ve baygın olan kimsenin, bedeninin hareketleri nazar-ı itibara alınmaz. Yine hareketsiz hale gelmiş olan bir felçlinin de ancak kalbinin niyeti nazar-ı dikkate alınır.

Ruhun ve bedenin durumu, padişahın önünde at oynatan, kılıç ve süngüsüyle padişahın düşmanlarını savuşturan, sıçrayıp-zıplayan bir at üzerindeki süvarinin durumuna benzer. Bu arada o at, sıçrayıp zıplarken, tepişmesi sebebiyle, padişahın elbisesini kirletmiştir. Şimdi o süvarinin yaptığı iş nazar-ı dikkate alındığında, hiç atın fiiline ve bu zararına iltifat olunur mu?

Aksine eğer, o süvari böyle bir savunma yapmasa ve atı da, padişahın elbisesini kirleterek ona eziyet verseydi, bu durumda süvari sorumlu olurdu. Aynen bunun gibi, ruh süvari; beden ise onun atı gibidir.

Binâenaleyh eğer kişinin ruhu, Allah'a ibadet ve zikirle meşgul olur da, bedeninden kötü birşeyler sâdır olursa, buna iltifat edilmez. Aksine onun bu hali normal kabul edilir. Tepen atın terbiyesi hususunda daha çok uğraşılır. Duran, sakin olan atın ise, yakası bırakılır. Eğer bu kimsenin ruhu, Allah'ın zikri ve ibadetiyle meşgul değilse, bedeninin fiillerinden dolayı sorumlu tutulur."

Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 20/68-69.
Devamını Oku »

Hz. Peygamber (s.a.s)'in İstiğfarı





Allah'dan başka hiçbir tanrı yoktur. Hem kendinin, hem de mü'minlerle, mü'minlerin günahının bağışlanmasını iste. Allah, dolaştığınız yeri de, banndığınız yeri de bilir" (Muhammed, 19)

....

Ayetteki, "Günahının bağışlanmasını iste" ifadesi şu iki şekilde açıklanabilir:

1) Bununla Hz. Peygamber (s.a.s)'e hitab edilmiş; ama mü'minler kastedilmiştir. Bu, uzak bir ihtimaldir. Çünkü zaten ayette mü'minler ve mü'mineler ayrıca zikredilmişlerdir. Bazı kimseler de, "Günahını" ifadesinin, "Ehl-i beytinin (ailesinin), mü'minlerin, yani ehl-i beytin dışındaki ümmetinin günahı için istiğfar et" manasında olduğunu söylemişlerdir.

2) Bu hitab, bizzat Hz. Peygamber (sa.s)'edir. Bahsedilen "günah" ise, Peygamber (s.a.s) açısından, daha efdal olanı terketmeden ötürüdür. Yoksa Peygamberimiz hata, günah işlememiştir.

3) Güzel olan ve istidlale dayanan bir izaha göre, bununla, Hz. Peygamber (sa.s)'in güzel amellere ve kötü amellerden kaçınmaya muvaffak kılınması kastedilmiştir.

Bunun izahı şöyle yapılabilir: İstiğfar, bağışlanmayı istemektir. Bağış (mağfiret) ise, kötü olan şeyi örtmek manasınadır. Dolayısıyla, günahtan korunan kimse, nevasının çirkinliklerinden doğacak kötülükleri örten kimsedir. Mağfiret isteme "Bizi rezil-rüsvay etme" demektir. Bu ise, bazan Hz. Peygamber (s.a.s)'de olduğu gibi, bazan kişinin günahtan korunması sebebiyle ve günaha düşmemesi sebebiyle; bazan da mü'min ve mü'mineler hakkında olduğu gibi, günah meydana geldikten sonra örtülmesi sebebiyle olur. Ayette şöyle bir incelik vardır: Hz. Peygamber (s.a.s)'in üç hali vardır:

-Allah kendisi ile ve başkalarıyla Allah'a karşı olan vazife ve hareketi; O'nu bir bilip, öylece inanmasıdır.

-Kendisine karşı hali, günahlardan dolayı, istiğfar etmesi ve bu konuda, Allah Teâlâ'nın ismetini (muhafazasını) istemesidir.

-Mü'minlere karşı vazifesi ise, onların bağışlanmasını isteyip, onlar için Allah'a istiğfar etmesidir. yani "Allah sizin dünyada, âhirette gece ve gündüzdeki her türlü halinizi bilir.

Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 20/103.
Devamını Oku »

Hz. Peygambere Uymanın Farz Oluşu



Bil ki uymak, tâbi olmak, gerek sözleri ve gerekse fiilleri hususunda Hz. Peygamber'e tâbi olmayı içine alır. Sözleri hususunda uymaya gelince bu, mükellefin, Hz. Peygamber (s.a.s)'in gerek emir ve nehiy, gerekse terğîb ve terhib hususunda söylemiş olduğu buyruklara uymasıdır. Fiilleri hususunda O'na uymaya gelince, bu da ister yapma, isterse yapmama hususunda olsun, kendisine tâbi olunan kimsenin yaptığı şeylerin, benzerini yapmaktan ibarettir.

Böylece Allah'ın, "Ve ona tabi olun "buyruğunun, her iki kısmı da içine aldığı sabit olmuş olur. Emrin zahirinin, vücûb ifade ettiği sabittir. Dolayısiyle "ve ona tabi olun" buyruğu bütün emir ve yasaklar hususunda Hz. Peygamber'e uymanın vacib olduğuna bir detil olmuş olur. O halde delilin tahsis etmiş olduğu durumlar hariç, Hz. Peygamber'in yaptığı her şeyde ona iktidâ edip uymak vacibtir. Bu tahsis edilen hususlarda, Hz. Peygamber'e has olan işler olduğu, ayrı bir delil ile sabit olan şeylerdir. Buna göre şayet, "Hz. Peygamber'in yapmış olduğu o şeyi, muhtemeldir ki Hz. Peygamber kendisine vacib olduğu için yapmıştır; bunu, kendisine mendub olduğu için yapmış olması da muhtemeldir.. Hz. Peygamber'in, bu işi, bir mendûb olarak yapmış olduğunun kabul edilmesi halinde, biz onu, bize vacib diye kabul edip yaparsak, bu ona uymamak ve ona uymayı terketmek olur.. Halbuki ayet-i kerime, ona uymanın farz olduğuna delâlet etmektedir..Böylece, Hz. Peygamber (s.a.s)'in o fiili yapmasının, o şeyin bize vacib olduğuna delalet etmediği sabit olur" denilirse

biz deriz ki: Fiilleri hususunda ona uymak, kendisine tâbi olunanın yaptığı o fiilin benzerini yapmaktan ibarettir. Bunun delili şudur: Bir kimse bir şeyi yapar, sonra da bir başkası o fiilde ona uyarsa, "O, ona uydu" denilir; eğer o şahıs, o fiilin mislini yapmazsa, "o, ona o hususta muhalefet etti" denilir.. Şu halde, kendisine tabi olunan kimsenin fiilinin bir mislini yapmak, ona uymak olup, ayet de, uymanın vacib olduğuna delâlet edince, o zaman Muhammed ümmetinin, Hz. Peygamber (s.a.s)'in fiilinin benzerini yapmaları gerekmiş olur. Burada geriye şu husus kalmaktadır: Biz, Hz. Peygamber (s.a.s)'in, o şeyi, bir vücûb olarak mı, yoksa mendüb olarak mı yaptığını bilemeyiz. Bu cümleden olarak biz diyoruz ki, sebep ve saiklerin, niyetlerin keyfiyyeti bilinemez.. Açık bir fiili hissen bilinen bir şeyi yapmak ise, herkese malumdur.

Binâenaleyh, kapalı ve gizli oldukları için, niyet ve sebeplerin durumunu incelemeye yönelinmemesi ve bizim, riayet edilmesi imkan dahilinde olan şeylerden oldukları için de zahirî, açık ameller hususunda Hz. Peygarnber'e uymanın vacib olduğuna hükmetmemiz gerekir. Böylece, bu tür bir şüphe zail olmuş olur. Bunu şu şekilde de ifade edebiliriz: Bu ayet, delilin tahsis etmiş olduğu durumlar hariç, bu hususta temel kaidenin, Hz. Peygamber (s.a.s)'in yaptığı her fiilde, o fiilin mislini yapmamızın bize vacib olduğuna delâlet eder.

Bunu iyice anladığın zaman biz deriz ki: Biz, herhangi bir amelin vacib olduğuna hükmetmek istediğimizde, "Hiç şüphesiz, bu işi yapmak, onu yapmamaktan daha efdaldir, üstündür" deriz. Durum böyle olunca, bu durumda biz, Hz. Peygamber (s.a.s)'in o şeyi, genel anlamda yapmış olduğunu bilmiş oluruz.. Çünkü, Hz. Peygamber'in bütün ömrü boyunca, efdat olanı terketmeye devam etmiş olmasının caiz olmayacağı hususunda zaruri bilgi mevcuttur. Böylece, Hz. Peygamber (s.a.s)'in, işte bu yol ile. efdal olanı kesinlikle yapmış olduğunu anlamış oluruz.. Ama O'nun, en güzel olanı yapmış olduğu hususuna gelince, bu şüpheli bir durumdur. Şüpheli olan ise, açıkça malum olana karşı koyamaz..

Böylece, Hz. Peygamber (s.a.s)'in efdal olan tarafı işlemiş olduğu sabit olmuş olur, Bu sabit olunca, Cenâb-ı Hakk'ın bu ayetteki, "ve ona tabi olun" emrinden ötürü, bu uymanın bize de vacib olması gerekir. İşte bu, hükümleri bilme hususunda kıymetli bir kaide, külli bir kanun olup, bazı nasslara delâlet etmektedir.. Çünkü Cenâb-ı Hak, "Peygamber, kendi hevâsından söylemez. O,kendisine ilkâ edilegelen bir vahiyden başkası değildir" (Necm. 3-4) buyurmuştur.. Binâenaleyh, Allah'ın, "Ve ona tabi olun "buyruğundan dolayı, onun yaptığının benzerini yapmak bize vacib olur.

Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 11/108-110.
Devamını Oku »

İlâhi Lütuflar



Daha sonra Cenâb-ı Hak, bunun izahının ardından 'Ve her fazilet sahibine kendi fazlını versin'(Hud, 3)buyurmuştur ki, bununla uhrevî mutluluklar kasdedilmiştir.

Bu ifâdede bazı incelikler vardır:

Birinci incelik: Ayetteki bu ifâde, "Her faziletliye, Hak Teâlâ, fazlının gereğini ve neticesini verir" manasınadır. Durum böyledir, çünkü insan, Allah'tan başkasıyla meşgul olmaktan alabildiğince uzak olup, marifetullah'ı elde etme arzusu da çok ileri derecede olduğunda, kalbi melekûtun nakşının kaşı ve sayesinde lâhutî kutsiyyetin tecelli ettiği bir ayna olmuş olur. Fakat zulmânî (karanlık) bedenî alaka ve ilgiler, o ruhanî nurları bulandırır. Binâenaleyh bu alâkalar silinip yok olduğunda, o nurlar ışıldar, ışıklar alabildiğine parlar ve mutluluk sebebleri birbirini kovalar. İşte Hak Teâlâ'nın, "Her fazîlet sahibine, kendi fazlını versin" buyruğundan maksad budur.

İkinci incelik: Bu, âhiretteki mutluluk derecelerinin farktı farklı olduğuna bir dikkat çekmedir. Çünkü o dereceler, dünyada gerçekleşen derecelere göre belirlenmiştir. Binâenaleyh Hak'tan başka herşeyden yüz çevirip, sadece Hakk'a kulluğa yönelmek, nihayetsiz derecelerde olunca, ahiret mutluluğunun dereceleri de sınırsızdır. İşte bu sebebten ötürü, "Allah her fazilet sahibine, kendi fazlını versin" buyurulmuştur.

Üçüncü incelik: Allah, dünya menfaatları hususunda, "Sizi, güzel nimetleriyle faidelendirsin":ahiret saadeti hususunda da, "Her fazilet sahibine, kendi fazlını versin" buyurmuştur. Bu, dünyanın ve âhiretin bütün hayırlarının ancak Allah Teâlâ'dan olduğuna, O'nun yaratması.var etmesi,vermesi ve cömertliği ile olduğuna delâlet eder. Rahmetli babam hoca efendi şöyle derdi: "Eğer sebebler olmasaydı, hiçbir kimse şüpheye düşmezdi. Çünkü insanların çoğunun aklı kıttır. Onların akıllarının, bu fânî vasıta ve sebeblerle meşgul olması, akıllarını, herşeyin Allah'dan olduğunu müşahede etmekten alıkor, kör eder. Fakat ilâhî bilgilere dalanlar, hakikat nurlarının denizlerinde yüzenler Allah'ın dışındaki herşeyin, zatı gereği mümkin ve Allah'ın yaratmasıyla ancak var olabilen varlıklar olduğunu anlarlar.

Böylece onların bakışları mâsivallah (Allah'ın dışındaki herşey)den kesilir ve onlar zarar verenin, faydalı olanın, verenin, vermeyenin hep Allah olduğunu anlarlar." Allah Teâlâ bütün bu halleri beyan buyurunca, "Eğer yüz çevirirseniz, ben sizin başınıza gelecek büyük bir gün ün azabından korkarım" (de!)" buyurmuştur. Durum böyledir, zira Allah'tan başkasına ibadetle meşgul olan, dünyada âdeta kör olur. Binâenaleyh dünyada kör olan, ahirette de kör olur, yolca da daha şaşkındır. Bunu ortaya koyan şudur: Kim, dünyayı, onun leziz ve güzel şeylerini elde etmeye yönelirse, dünyaya olan sevgisi artar, tabiatı dünyaya meyleder ve dünyaya olan arzusu büyür. Binaenaleyh böylesi kimse öldüğünde, yanında o şiddetli sevgisi ve meyli kalır da, esas mahbûbuna ulaşamaz.

Bu durumda da belası artar, şakiliği tam olur. O günün azabı hususunda, işte bizce bilinebilen bu kadarcığıdır. Fakat o hallerin teferruatını dünya hayatında olduğumuz sürece bilemeyiz. Daha sonra da Allah Teâlâ "Dönüşünüz ancak Allah'adır. O herşeye hakkıyla kadirdir" buyruğu ile de mutlaka Allah'a dönülüp varılacağını beyân etmiştir.

Bil ki Allah Teâlâ'nın bu hitabında şöyle bir incelik vardır: Bu söz, hasr (sadece) manası ifâde eder. Yani, "Dönüşünüz başkasına değil, sadece Allah'a olacaktır" demektir. Binâenaleyh bu ayet, orada Allah'dan başka bir yöneticinin ve tasarruf edenin olmadığına delâlet eder. Durum, bu dünya hayatında da aynıdır. Fakat bazı insanlar, sebeblerle meşgul olunca, müsebbib'ül-esbâb (sebeblerin müsebbibi, yaratıcısı) olan Allah'a ulaşmaktan âciz olmuşlar ve bu dünya hayâtında herşeye güçlerinin yeteceğini sanmışlardır. Fakat ahiret yurdunda, bu yanlışlık da ortadan kalkacaktır. İşte bundan ötürü Cenâb-ı Hak, "Dönüşünüz ancak Allah'adır' hitabı ile bu hasrı beyan etmiştir. Allah Teâlâ daha sonra "O, herşeye hakkıyla kadirdir" buyurur. Ben derim ki: Bu ifâde, bir bakıma büyük bir tehdid, bir bakıma da büyük bir müjdedir.

Büyük bir tehdid oluşu şundandır: Ayetteki "O, herşeye hakkıyla kadirdir" buyruğu da, kendisinin herşeye kadir oluğuna, O'nun hüküm ve takdirini geriye çevirecek, meşietine mânı olacak bir güç, kuvvet bulunmadığına delalet eder. Pekçok ayıplarla ve büyük günahlarla, böylesi bir hâkimin huzuruna dönüp varmak gerçekten zordur. Bu ayetin büyük bir müjde oluşu da şöyledir: Çünkü bu, o hâkimin, çok büyük, bir kudret ve ululuk sahibi, kulun da son derece zayıf ve aciz olduğuna delâlet eder. Güçlü, kudretli ve kuvvetli hükümdar, helakle yüzyüze âciz birisini gördüğünde, onu helakten kurtarır."(Güce) sahib oldun, binâenaleyh iyi davran, güzel muamelede bulun" darb-t meseli de bu manada söylenmiştir.

Bu kitabın musannifi der ki: Ömrümü ilim hizmetinde ve kitap okumada tükettim. Hiçbir şeyde ümidim yok. Son derece zelil ve kusurluyum. Fakat kerim kimse, kadir olduğunda bağışlar. Ya Ekreme'l-Ekremîn, Ya Erhame'r-Râhimîn. Ey ayıplıların ayıplarını örten, çaresizlerin duasına icabet eden! Senden rahmet kovalarını evladım ve ciğerparelerimin üzerine akıtıp bizi fazlınla, atfınla, cömertliğinle, kereminle kurtarmanı niyaz ederim.

Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/503-505
Devamını Oku »

Doğruluğun Lüzum ve Fazileti, Yalanın Çirkinliği



Ayet(Tevbe,119), doğruluğun (sıdk'ın) faziletine ve derecesinin yüceliğine delalet etmektedir. Durumun böyle olduğunu, şunlar da teyid etmektedir:

a) Rivayet edildiğine göre birisi Hz. Peygamber (s.a.s)'e gelir ve: "Ben, sana iman etmek isteyen birisiyim. Fakat içki içmeyi, zina etmeyi, hırsızlık yapmayı ve yalan söylemeyi de severim. İnsanlar senin bütün bunları haram kıldığını söylüyorlar. Ben ise, bunların hepsini bırakmaya takat getiremem. Eğer sen bunlardan sadece birisinden vazgeçmemi kâfi görürsen, sana iman ederim" der. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.s): "Yalanı bırak" buyurur. O da bunu kabul eder ve müslüman olur.

Hz. Peygamber (s.a.s)'in yanından ayrılınca, birileri ona içki sunarlar. O, (kendi kendine) "Eğer içersem, peygamber de bana içip içmediğimi sorar ve ben de yalan söylersem, verdiğim sözde durmamış olurum. Yok eğer doğru söylersem, o zaman da bana hadd (içki cezası) uygular" diye düşündü ve içki içmedi. Sonra ona birileri zina teklifinde bulundular, Aynı düşünce hatırına gelince, ona da yanaşmadı, Hırsızlık meselesinde de böyle oldu. Bunun üzerine bu şahıs, Hz. Peygamber (s.a.s)'e gelerek "Yaptığın, ne kadar güzel! Sen beni yalandan men edince, bütün kötülük kapılarını bana kapatmış oldun" dedi ve herşeyden tevbe etti.

b) İbn Mes'ûd (r.a)'un şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Size doğruluk gerekir. Çünkü doğruluk insanı birre (iyiliğe) yaklaştırır. Birr de cennete yaklaştırır. Hiç şüphesiz kul doğru olur ve böylece Allah katında sıddîk (dosdoğru) olarak yazılır. Aman yalandan sakınınız! Çünkü yalan insanı fücura (günaha), fücur da cehenneme yaklaştırır.

Hiç şüphesiz adam yalan söyler ve böylece Allah katında kezzâb (yalancı) diye yazılır. Baksana insanlar için (Doğru oldun, doğru söyledin); (iyi oldun), ve (azdın, günaha daldın), (yalan söyledin) ifadeleri kullanılır."

c) Cenâb-ı Hakk'ın Kur'an'da iblisten naklettiği, "O, "senin izzetine andederim ki, içlerinden ihlâsa erdirilmiş mü'min kulların müstesna, onların hepsini muhakkak azdıracağım" (Sâd. 8283) ifadesi hakkında şu söylenmiştir: "İblis böyle bir istisna yapmıştır. Çünkü eğer o bu İstisnayı yapmamış olsaydı, bütün insanları yoldan çıkarma iddiasında yalancı olmuş olurdu. Böylece o yalandan kaçınarak bu istisnayı yapmıştır. Binâenaleyh yalan iblisin bile kaçındığı birşey olduğuna göre, müslümanın ondan kaçınması haydi haydi şart olur.

d) İmanın, diğer taatlardan değil de doğruluktan (sıdktan) sayılması, doğruluğun faziletine; küfrün de, diğer günahlardan değil de yalandan sayılması, yalanın kötülüğüne delâlet eder. Alimler yalanın kabîh (kötü ve çirkin) olmasını gerektiren şeyin ne olduğu hususunda ihtilaf etmişlerdir. (Ehl-i sünnet) alimlerimiz onun kabih olmasını gerektiren şeyin, yalanın hem âlemin hem de insanın işlerini bozması olduğunu söylemişlerdir. Mu'tezile ise, yalanın kabih olmasını gerektiren şeyin, bizzat yalan oluşu olduğunu söylemişlerdir.

Bizim delilimiz,Hak Teâlâ'nın. ''Ey iman edenler, eğer bir fâsık size bir haber getirirse, onu tahkik edin (araştırın).Yoksa bilmeyerek bir topluluğa sataşırsınız da yaptığınıza pişman olursunuz'' (Hucurât. 6)ayetidir. Bu,fâsığın sözünü kabul etmeyin. Çünkü çoğu zaman onun sözü yalan olur. Böylece o yalanı kabul etmekten dolayı, sonunda pişman olacağınız bir iş yaparsınız" demektir. Binâenaleyh bu, Allah Teâlâ'nın iyilikleri ihlal eden bir neticeye götürmesi ihtimalinden dolayı, yalan olabilecek şeyleri reddetmeyi vacib kıldığına delâlet eder. Şundan dolayı,yalanın kabîh olmasını gerektiren şey, onun zararlara sebeb olmasıdır.

Kadî da kendi görüşüne şu şekilde delil getirmiştir: "Bir kimse bir menfaat elde etme veya bir zararı giderme çabasına girer ve onun bunlara ulaşması da yalan ve doğru söylemesi ile mümkün olursa, bu durumda onun doğruyu bırakıp yalana başvurmasının caiz olmayacağı aklın bedaheti ile anlaşılır. Şayet o kimsenin bu neticeye ulaşması iki doğru ile mümkün olmuş olsaydı, o zaman onun bu iki doğrudan birisini bırakıp diğerine başvurması caiz olurdu.

Binâenaleyh eğer yalan, bir menfaatten veya bir zararı gidermeden ötürü güzel olmuş olsaydı, yalanın durumu, doğrunun durumu gibi olurdu. Bu böyle olmadığına göre, yalanın sadece her halükârda kâbih bir şey olmuş olduğu anlaşılır. Bir de eğer yalan hasen (güzel) olmuş olsaydı, bir maslahat (fayda) söz konusu olduğunda, Allah'ın onu emretmesinin caiz olması gerekirdi. Bu da, Allah'ın haberlerine güvenmeme neticesine götürürdü." Kadî'nin tefsirinde yaptığı izah işte budur.

Onun birinci iddiasına şöyle cevap verilir: "İnsanlarca, yalan, âlemin maslahatlarını (düzenini) bozduğu için, taa ömrünün başından itibaren, yalanın çirkin bir iş olduğu kabul edilince, bu onun gözünün önünden hiç ayrılmayan ve hayali kaybolmayan bir suret olmuş olur. Bu suretin bu hususta hüküm vermesi sözkonusu olursa, onda kökleşmiş adet onun kabîh (çirkin) olduğuna hükmeder. Bundan dolayı eğer siz insanın böylesi bir âdetten uzak bulunmasını ve neticeye ulaştırma bakımından yalan ile doğrunun eşit olduğunu farzetmeniz halinde bir tercihin olabileceğini kabul etmeyiz."

Kâdî'nin ikinci deliline de şöyle cevap verilir: Size göre Allah Teâlâ'nın yalan söylemeyişinin sebebi şudur: "Allah yalan söylemez, çünkü çirkindir. Allah bu çirkinliği irtikâb etmez, çünkü yalandır!" Binâenaleyh Allah'dan yatanın sâdır olmasının imkansız olması gerekçesi ile bu manayı kabul etmeniz halinde devr-i fasit lâzım gelir ki, devir bâtıldır.

Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/222-224
Devamını Oku »

Kalbler Allah'ı Anmakla Rahatlar



Bil ki, "Haberiniz olsun ki kalbler ancak zikrullah ile mutmain olur"(Ra'd 28) ayeti ile ilgili, son derece dakik ve ince sırlarla dolu bahislerimiz vardır. Bunlar birkaç yönden izah edilir:

1) Varlıklar üç kısımdır: Tesir altında kalmayan, müessir olan varlıklar; müessir olmayan ama tesir altında kalan varlıklar ve herşeyde müessir olup, hiçbir tesir altında olmayan varlık. Hiçbir şeyden müteessir olmayan müessir varlık, ancak Hak Subhânehû ve Teâlâ'dır. Müessir olmayıp, müteessir olan varlıklar ise, cisimlerdir. Çünkü bunlar, çeşit çeşit sıfatları ve birbirine zıt tesirleri (etkileri) kabul eden varlıklardır. Bunların ancak, kabul etme hususiyeti vardır. Bazan müessir, bazan müteessir olan varlıklara gelince, bunlar rûhânî varlıklardır. Bu böyledir, çünkü bunlar, Hz. Allah'a yöneldikleri zaman, O'nun meşîetinden, kudretinden, tekvininden ve İcadından feyezan eden tesirleri kabul etme durumuna gelirler. Cisimler âlemine yöneldikleri zaman ise, onlar üzerinde tasarrufta bulunmaya iştiyak duyarlar. Çünkü cisimler âlemini yöneten, ruhlar âlemidir.

Bunu iyice anladığın zaman, bil ki, kalb, ne zaman cisimler âtemini araştırmaya ve müşahede etmeye (seyre) yönelirse, o esnada bir daralma ve çarpıntı ile o cisimler âlemini ele geçirip, onda tasarrufta bulunma konusunda şiddetli bir tamayül meydana getir. Ama kalb, Hz. Allah'ın azametini araştırmaya ve müşahedeye yöneldiği zaman ise, kalbte samedanî nurlar ve ilahî ışıklar hasıl olur. İşte kalb o zaman sükûna erer. Bundan dolayı Hak Teâlâ ''Haberiniz olsun ki kalbler ancak zikrullah (Allah' anma) ile mutmain olur" buyurmuştur.

2) Kalb, ne zaman bir hâle vâsıl olursa, oradan, ondan daha şerefli bir diğer hale geçmeyi arzular. Çünkü cisimler aleminde bulunan her saadet ve mutluluğun üstünde, lezzet duyulan ve gıbta edilen, bir başka mertebe vardır. Ama kalb ve akıl, marifetullah ve samedanî nurlar ile, mutluluğu isteme noktasına ulaşınca, artık o noktada kalır ve karar bulur. Böylece de oradan başka bir yere geçmeye kendinde güç bulamaz. Çünkü saadet bakımından, bundan mükemmel ve yüce bir derece yoktur.

İşte bu manadan ötürü Allah Teâlâ "Haberiniz olsun ki kalbler ancak zikrullah ile mutmain olur" buyurmuştur.

3) Hayat iksirinden, bakır madenine bir damla düşse, o bakır altın haline gelir ve bütün çağlar ve zamanlar boyunca, ateşten hastl olan erimeye dayanarak bakî kalır. İşte bunun gibi, Allah Teâlâ'nın celal ve azamet iksiri insanın kalbine düştüğü zaman, onu hiçbir değişme ve bozulmayı kabul etmeyen, bakî, saf ve nûrânî bir cevher haline dönüştürmesi haydi haydi evladır. İşte bundan dolayı Hak Teâlâ, "Haberiniz olsun ki kalbler ancak zikrullah ile mutmain olur" buyurmuştur.

Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/ 449
Devamını Oku »

Görme ve İşitmede Hangisinin Daha Önemli Olduğu



Onlardan sana kulak verenler vardır. Fakat sağırlara, üstelik akıllan da çalışmazken sen mi duyuracaksın? Onlardan sana bakanlar vardır. Fakat görmeyen körlere sen nasıl doğru yolu göstereceksin? Şüphesiz ki Allah insanlara asla zulmetmez. Fakat insanlar kendi kendilerine zulmederler" (Yunus,42-44)
........

İbn Kuteybe, bu ayete dayanarak, duymanın, görmeden daha üstün olduğunu ileri sürerek şöyle demiştir: "Allah Teâlâ bu ayette, duymanın olmamasını, aklın gitmesi ile birlikte zikretmiştir. (Yani aklın çalışmamasını, işitmenin olmayışı ile irtibatlandırmıştır.) Fakat basiretin çalışmamasını ise görmenin kaybolması ile birlikte zikretmemiştir. Binâenaleyh işitmenin, görmeden daha efdal olması gerekir."

İbnü'l-Enbârî, bu delilin geçersiz olduğunu söylemiş ve şöyle demiştir: "Allah'ın bu ayette, işitme ile birlikte olmadığını söylediği (akletme işi), görme ile birlikte olmadığını söylediği (basiret) şey ile aynıdır. Çünkü Allah Teâlâ, gözlerin görmesini değil, kalbin görmesini kasdetmiştir. Kalbin gördüğü şey yani basireti ise. kalbin aklettiği ve anladığı şeydir."

İbn Kuteybe, kendi görüsüne Kur'ân'dan başka bir delil de getirerek şöyle der: "Allah, Kur'ân'da ne zaman görmeyi ve duymayı birlikte zikrederse, çoğunlukla duymayı, görmeden önce zikretmiştir ki bu da. duymanın görmeden daha efdal olduğuna delâlet eder."

Bazı kimseler, bu konuda şu delilleri de ileri sürmüşlerdir:

1) Peygamberlerden âmâ olan olmuştur. Ama Peygamberlerden hiçbirinin sağır olması caiz değildir. Çünkü bu, peygamberlik görevini tam yapmaya manidir. Zira peygamber, kendisine soru soranları duyamazsa, onlara cevap veremez, dolayısıyla da Allah'ın şeriatını tebliğden âciz kalmış olur.

2) Duyma kuvveti, duyulacak şeyleri (sesleri) her yönden duyar. Ama görme kuvveti, görülebilecekleri ancak tek bir yönden görür. O yön de gözün önüne gelen cihettir.

3) İnsan, hocasından öğrenerek ilim elde eder. Bu da ancak, duyma kuvveti sayesinde olabilir. Binâenaleyh insanın ilmi kemâllere ermesi ancak duyma kuvveti ile elde edilir. Bu, görme kuvvetine dayanmaz. Dolayısıyla duyma görmeden daha efdaldir.

4) Hak Teâlâ, "Şüphesiz ki bunda kalbi olan yahud kendisi huzur-u (kalb) içinde olarak kulak veren kimseler için elbette bir öğüt vardır " (Kehf. 37) buyurmuştur.Ayetteki "kalb" ile, akıl kasdedilmiş ve duyma aklın eşi, ikizi kılınmıştır. Bu husus, "Eğer biztdinler veya aklımızı kullanır insanlar olsaydık şu cehennemlikler içinde yer almazdık " ayetiyle de kuvvet bulur. Binâenaleyh o müşrikler, duymayı, cehennem azabından kurtulmanın sebebi olarak zikretmişlerdir.

5) İnsanın, diğer canlılardan ayrıldığı hususiyeti, konuşması ve söz söyleyebilmesidir. İnsan, konuşmadan ve sözden, duyma kuvveti sayesinde istifade eder. Dolayısıyla duymanın alanı, insanın asıl üstünlüğünün gerçekleşmesine vesile olan konuşmanın alanıdır. Görmenin taalluk ettiği alan ise, renklerin ve şekillerin algılanması alanıdır ki bu insan ile diğer hayvanlar arasında müşterek olan bir husustur. Binâenaleyh duymanın görmeden daha üstün olması gerekir.

6) İnsanlar peygamberleri görürler ve sözlerini dinlerler. Ama peygamberlerin peygamberliği, onlarda görülen sıfatlar sebebiyle değil, duyulan sesler sebebiyledir. Duyulan da onların sözleri, Allah'ın kanunlarını tebliğ etmeleri ve ilâhî hükümleri beyân etmeleridir. Binâenaleyh duyulanın, görülenden daha üstün olması gerekir. Dolayısıyla,duymanın görmeden üstün olmuş olması gerekir. Duymanın görmeden daha üstün olduğunu söyleyenlerin delillerinin hepsi budur.

Bazı kimselerde görmenin duymadan daha üstün olduğunu söyleyerek şu delilleri getirmişlerdir:

1) İnsanlar meşhur darb-ı meselde "görmeden daha ileri bir açıklama olamaz" demişlerdir. Bu da, idrâk çeşitlerinin (duyuların) en mükemmelinin görme olduğuna delâlet eder.

2) Görme kuvvetinin vasıtası "nur" (ışık), duyma kuvvetinin vasıtası ise havadır. Nûr, havadan daha kıymetlidir. O halde görme kuvveti, duyma kuvvetinden daha kıymetlidir.

3) Görme organı olan gözün yaratılışındaki ilâhi hikmetin mucizeleri, duyma organı olan kulağın yaratılışındaki harikalardan daha çoktur. Çünkü Allah Teâlâ, akılda bulunan yedi sinirden birini görme aleti kılmış ve gözü yedi tabaka ile üç rutubetli (sıvı) kısımdan teşekkül ettirmiş, gözün hareketleri için çeşitli şekillerde pek çok kas yaramıştır. Kulak ise böyle değildir. Birşeyin yaratılışına daha fazla itina gösterilmesi, onun başka şeylerden üstünlüğüne delâlet eder.

4) Göz, yedi kat göğün üstünde olanı da görebilir. Kulak ise, kendisinden bir fersah uzaklıkta olanı bile duyamaz. Binâenaleyh görme, daha faziletli ve üstündür. Bu izah ile, karşı görüşte olanların, "Duyma her yönden olur, görme ise tek bir yönden olur" şeklindeki sözleri defedilmiş olur.

5) Peygamberlerden pek çoğu dünyada, Allah'ın kelâmını dinlemişlerdir. Ama âlimler, peygamberlerden birinin Allah'ı dünyada iken görüp görmediği hususunda ihtilaf etmişlerdir. Hem sonra Musa (a.s), kendi isteği ve talebi olmadığı halde Allah'ın kelâmını dinlemiştir. Ama Allah'dan, kendisini göstermesini isteyince, Cenâb-ı Hak, "Beni katiyyen göremezsin" (A'raf, 143) buyurmuştur. Bu da, görmenin, duymadan daha efdal olduğuna delâlet eder.

6) İbnü'l-Enbârî şöyle demiştir: "Duyma, görmeden nasıl üstün olabilir? Çünkü göz ile yüzün güzelliği, gözün olmaması ile de yüzün çirkinliği ortaya çıkar. İşitmenin olmaması ise, insanda (görülen) bir kusur meydana getirmez. Araplar gözlere, "Kerîmeteyn" (iki kıymetli şey) dedikleri halde, kulaklar için böyle birşey . söylememişlerdir. Cenâb-ı Hak da,bir kudsî hadiste, "Ben, kimin gözünü giderir (kör edersem), o da buna sabredip, benden bunun mükâfaatını beklerse, onun için cennetin dışında hiçbir mükafaata razı olmam"buyurmuştur.

Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/389-391
Devamını Oku »

Ahirette Dünya Hayatını Bir Saat Gibi Görmenin Sebebi



..O gün, sanki onlar gündüzün bir saatinden başka kalmamışlar zannedecekler...(Yunus,45)

.....

Alimler, bu az görmenin sebebi hususunda şu izahları yapmışlardır:

1) Ebu Müslim şöyle demiştir: "Onlar ömürlerini dünyayı taleb etme ve onun lezzetlerine düşkünlükle zayi edince, ömürlerinden kesinlikle istifâde edememiş olurlar. Binâenaleyh, o ömrün varlığı, âdeta yokluğu gibi olur. İşte bundan dolayı da onlar bunu az görmüşlerdir. Bunun bir benzeri de Cenâb-ı Hakk'ın, "Halbuki onun çok yaşatılması, kendisini azabtan uzaklaştırıcı değildir" (Bakara, 96) ayetidir."

2) Esamm şöyle demiştir: "Onlar âhiretin dehşetini görüp müşahede ettikleri için, bu süre onlarca az görülmüştür. İnsanın korkusu büyüyünce zahiri şeyleri unutur."

3) Bu, onların, dünyada kalışları, ahirette ve ebedî azâb içinde kalışlarına nisbetle az görülmüştür.

4) Haşir meydanında uzun müddet duracakları için, onların dünyada kalışları, onlara az görülmüştür.

5) Bundan maksad şudur: Onlar, tıpkı dünyada tanıştıkları gibi, kabirlerinden çıkarken tanışırlar. Ne var ki o tanışmayı sadece pek az etkileyen ölüm sebebiyle, daha önce tanışmamış gibi olurlar.

Ben de derim ki: Bu konuda sözün özü şudur: Kâfirin azabı, devamlı ve sırf zarar olup, hakîr kılınma ve zelil olma ile içiçedir. Zararı hissettirip tattırmak, lezzeti tattırmaktan daha kuvvetli ve müessirdir.

Bunun delili şudur: Lezzetlerin en güçlüsü, cinsî münasebetten duyulan lezzettir. Fakat Atlah korusun, kulunç ve diğer sancıların acısını duymak, cinsî münasebetin lezzetini duymaktan daha müessir ve etkilidir. Hem, dünya lezzetleri, adîliğine rağmen, katıksız ve saf olmayıp, aksine birçok üzüntü ve kederlerle içiçedir. karışıktır. Ve o lezzetler, çeşitli elem ve âfetler tarafından baskı altına alınmıştır.

Öte yandan diğer bir husus da şudur: Dünya lezzetlen, dünyevî hayatın bazı noktalarında tahakkuk eder. Âhiretin elem ve kederleri ise, kesinlikle . son bulmayan ebedî ve sermedîdir. Dünyanın bütün ömrü, ebedi olan âhirete nisbetle, mevcut âlem gibi milyonlarca âleme nisbetle bir zerre, {bir atom) gibidir.

Bunu iyice kavradığında biz deriz ki: Kâfirin, dünyada aldığı lezzet, ahirette başına gelecek azablara kıyas edildiğinde, bu, bir zerrenin()bütün âleme nisbeti gibi olur. Binâenaleyh Cenâb-ı Hakk'ın, "Sanki onlar, gündüzün bir saatinden başka kalmamışlardır" ifadesi, bahsettiğimiz gibi şiddetli azaba nisbetle, o lezzetlerin azlığına ve önemsiz olduğuna bir işaret olmuş olur.

Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/393-394
Devamını Oku »

Dünya Hayatı Hakkında Bir Mesel



"Dünya hayatının hâli,gökten İndirdiğimiz bir su gibidir ki onunla yeryüzünde, gerek insanların gerek hayvanların yiyeceği bitkiler bitip birbirine girer. Tam yeryüzü zinet ve ihtişamını takınıp süslendiği, sahipleri de oraya kesinlikle hâkim olduklarım sandıkları bir sırada gece veya gündüz ona emrimiz gelivermiştir ve sanki dün hiç yokmuş gibi, onu tâ kökünden koparılıp biçilmiş bir hâle getirmişizdir. İşte biz iyi düşünecek kimseler için, ayetleri böyle açıklarız" (Yunus. 24).

Bu ayetle ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

....

Dünya Hayatının Bitkiye Benzetilmesinin Sebebi

Bil ki dünya hayatının bitkilere benzetilmesi, Kâdî(r.h)'nin. özetlediği şu manalara gelebilir:

Birinci izah: İnsanın, dünya ile ilgili olarak harcayıp bitirdiği bu dünya hayatının neticesi, kendisinden istifâde etme hususunda fazla ümitlenildiği halde ümitsizliğe düşülen bu bitkilerin neticesi gibidir. Çünkü genel olarak dünyaya sımsıkı sarılan kimse, bu dünyaya meyledip, dünya ile ilgili arzusu büyüyünce, ölüm ona ansızın gelip çatar.

İşte bu, Hak Teâlâ'nın, "Nihayet kendilerine verilen o şeyler yüzünden (tam şımarıp) ferahlandıkları zaman, onları ansızın tutup yakalayıverdik ve artık o anda onlar bütün ümitlerinden mahrum kaldılar" (En'âm, 44) ayetinde anlatılan husustur. Yani, onlar bütün ömürlerini dünyaya harcadıkları halde, dünya hususunda; aslında ister istemez ahirete gittikleri halde, ahiret hususunda da ziyana uğradılar.

İkinci izah: Allah Teâlâ, bu ekin için makbul ve övgüye değer bir netice hasıl olmayacağı gibi, dünyaya aldanıp, onu seven kimse için de, makbul bir neticenin meydana gelmeyeceğini beyân buyurmuştur.

Üçüncü izah; Ayetteki teşbih, Hak Teâlâ'nın "Biz onların yaptıkları her amelin önüne geçtik ve bunları saçılmış (hiçbir değeri olmayan) zerreler yaptık." (Furkan.23) ayetinde ifâde edilen husus gibidir. Binaenaleyh bu yokedici sebebler meydana geldiği için. çiftçinin ekme gayretlerinin tamamen boşa çıkması gibi, dünyaya aldananın gayretleri de böyle boşa çıkar.

Dördüncü izah: O bahçenin sahibi, kendini yorarak ve gönlünü sıkıntıya sokarak, bahçesini imâr edip, kalbini ondan istifâde etmeye bağlamıştı, yani ondan istifâde edeceğini umuyordu. O yokedici sebebler meydana gelince, daha önce Katlandığı o İtina, gelecekte kendisi için çok şiddetli bir mutsuzluğun doğmasına sebeb olmuştur. Bu mutsuzluk da, onun kalbinde meydana gelen hayıflanmadır.

Kalbini dünyaya bağlayan ve kendisini dünyayı elde etmek için yoran kimsenin durumu da böyledir. Bu, kimse de ölüp, elde etmek istediklerini elde edemeyince, dünya sebeplerini meydana getirme hususunda katlandığı o gayret ve itina, ahirette büyük bir mutsuzluk sebebi olur.

Beşinci izah: Belki de Hak Teâlâ, bu teşbihi, âhirete inanmayanlar için yapmıştır. Çünkü biz, alabildiğine büyümüş olan ekinin, zinet ve güzellik hususunda da son noktaya ulaştığını görürüz. Ama daha sonra, alabildiğine süsünü takınmış o toprağa bir âfet arız olur ve böylece bütün o güzellikler silinip gider. O toprak daha sonra yeniden ikinci kez aynı süslerle süslenir.

Binâenaleyh Allah Teâlâ böyle birşeye kadir olanın, ahirette insanların amellerine, hayır ise hayır ile, şer ise şer ile karşılık verebilmesi için, canlıları orada yeniden diriltmeye de kadir olacağını göstermek için bu meseli (teşbihi) getirmiştir.

Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/351
Devamını Oku »

Sıkıntıya Duçar Olan Mümine Düşen İş



İnsana sıkıntı dokunduğu zaman yanı üstü, yahut otururken veya ayakta iken bize duâ eder. Fakat biz onun sıkıntısını giderdik mi, sanki kendisine dokunan sıkıntıdan dolayı bizi hiç çağırmamış gibi çekip gider, işte haddi aşanların yapageldikleri ameller, kendilerine böyle süslenmiştir" (Yunus. 12).Bu ayetle ilgili birkaç mesele vardır:

....

Bil ki, mü'min bir kimsenin başına bir sıkıntı ve belâ geldiğinde, şu hususları gözetmesi gerekir:

a) Onun, Allah'ın kaderine razı olması, gerek kalbi, gerek lisaniyle buna karşı gelmesi lazım gelir. Kula gereken budur; zira, Allah Teâlâ, her halükârda mâliktir ve kelimenin tam manasıyla hükümdar, bihakkın hâkimdir. Binâenaleyh, O'nun mülkünde ve mülkinde, istediğini istediği gibi yapma hakkı vardır. Yine o Allah, her halükârda hâkimdir. O, bâtıl ve abes, boş şeyler yapmaktan münezzeh ve uzaktır. O halde, O'nun yaptığı her şey, hikmetin ve doğrunun ta kendisidir.

Durum böyle olunca da, o kimse, Allah Teâlâ'nın, o sıkıntıyı onun üzerinde bırakması halinde bunun bir "adi"; onu gidermesi halinde de bunun bir fadl, lütuf ve ihsan olduğunu bilir. Böylece de, sabır ve sükut etmesi ve dövünmeyi terketmesi gerekir.

b) O kimsenin bu esnada duâ edeceğine, Allah'ın zikri ve senâsıyla meşgul olması daha efdal olur. Çünkü Cenâb-ı Hak, hadis-i kudsisinde: "Her kim, beni anmaktan, benden birşey istemeğe fırsat bulamazsa, ben ona. benden isteyenlere verdiğimden daha güzelini ve üstününü veririm"buyurmuştur.

Bir de, Allah'ı zikirle meşgul olmak, hak ile meşgul olmaktır. Duâ ile meşgul olmak ise, nefsin hissesini istemekle meşgul olmaktır. Birincisinin daha üstün olduğunda şüphe yoktur. Sonra, duâ etmesi halinde sıkıntının giderilmesinin, kendisinin dinî hayatı bakımından hayırlı olması şartına bağlanması gerekir.

Netice olarak diyebiliriz ki: Ona göre dinin, dünyaya tercih edilmesi, râcih olması gerekir.

c) Cenâb-ı Hak, o kimseden o belâyı giderdiğinde, onun, bütün gücüyle şükretmesi; bollukta ve sıkıntıda, darlık ve genişlik zamanlarında, bu şükürden uzak bulunmaması gerekir ki, işte belânın geldiği zamanda tutulacak en doğru yol budur.

Burada, bu bahsettiklerimizden daha üstün olan başka bir makam daha bulunmaktadır ki o da, tahkîk ehlinin şu sözüdür:

Bir nimet elde ettiğinde, o nimeti verenle değil de, nimetle meşgul olan herkes, belâ ve sıkıntı esnasında, o belâya duçar kılanla değil, belâ ile meşgul olur. Bu gibi kimseler de, devamlı olarak bir belâ içindedirler. Belâ esnasında, onun bir belâ içinde bulunduğunda bir şüphe yoktur. Ama nimetlerin elde edilmesi esnasında onun, o nimetlerin yok olmasına dair duyduğu endişeler, belâ çeşitlerinin en kuvvetlisi olur.

Böylece, her ne zaman nimet, daha mükemmel, daha leziz, daha güçlü ve daha üstün olursa, onun kaybedilme korkusu da, eziyyet cihetinden o nisbette şiddetli; ürküntü verme cihetinden de o nisbette güçlü olur.

Böylece, nimetle meşgul olan kimsenin, devamlı olarak belânın derinliklerinde bulunacağı sabit olur. Ama nimet verildiği zaman, nimet verenle meşgul olan kimseye gelince, onun, belâ isabet ettiği zaman da kendisine o belâyı verenle meşgul olması gerekir.

Nimet verenle, belâya mübtelâ kılan aynı olunca, o kimsenin bakışları devamlı olarak aynt gayeye, aynı matluba yönelik olur. Halbuki onun matlubu da değişmekten münezzeh ve tebeddülden beri olur. Kim böyle olursa, belâ ve nimet geldiği zamanlarda, mutluluklar deryasına dalmış ve nihaî mükemmelliklere ulaşmış olur. Bu tür beyânlar, sahili olmayan bir ummandır. Ona ulaşmak isteyen kimse, haber dinleyenlerden değil, bizzat görüp vasıl olanlardan olur.

Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/318-319
Devamını Oku »

Kıssaların Faydaları



"Sana, kıssa olarak bildirmekte olduğumuz bu haberler, helak olmuş emleketlerin haberlerindendir ki, onların kiminin izleri ayakta kalmış, kimi de biçilmiş ekin gibi yok olmuştur. Onlara biz zulmetmedik, fakat onlar kendi elerine zulmettiler. Allah'ın dışında taptıkları yalana tanrılar, Rabbinin azâb emri geldiği zaman, onlara hiçbir fayda vermedi. Ziyanlarını artırmaktan başka bir şeye yaramadı"(Hud,100-101)

Bil ki Allah Teâlâ, evvelki kavimlerin kıssalarından bahsedince,"Sana kıssa olarak bildirmekte olduğumuz bu haberler, helak olmuş memleketlerin haberlerindendir..." buyurmuştur.

Bu kıssaların zikredilmesinin faydası vardır:

Birinci Fayda: Sırf aklî delilden istifâde etmek, ancak kâmil kimseler için söz konusudur. Bu ise, çok nâdir olur. Ama, delilleri zikredip, sonra da onları, evvelkilerin kıssalarıyla tekid ettiğinde, bu kıssalar adeta o aklî delilleri akıllara sokan unsurlar olurlar.

İkinci Fayda: Allah Teâlâ, bu kıssalara, peygamberlerin tutunduğu çeşitli delilleri de karıştırmış, kâfirlerin o delillere karşı delil getirmelerinden o delilleri savuşturmak husunda ki şüphelerinden bahsetmiş, bazıları peşinden de, peygamberlerin o şüphelere karşı vermiş oldukları cevapları zikretmiş, daha sonra da küfürlerinde ısrar edip büyüklendikleri için, onların dünya azabına düştüklerini ve onların, hem dünyada ahirette lanet ve ceza içinde kalakaldıklarını belirtmiştir. Binâenaleyh, bu kıssaların ele alınması, delillerin ve şüphelere karşı verilen cevapların, münkirlerin girmesine, onların kalblerindeki katılık ve sertliğin yok olmasına vesile olmuştur. Böylece, Allah'a davet hususunda en güzel yolun, işte bu şey olduğu sabit olmuş olur.

Üçüncü Fayda: Hz. Peygamber (s.a.s), bu kıssaları, hiçbir kitap karıştırmadan ve hiç kimseden öğrenmeden anlatıyordu ki bütün bunlar, daha önce de anlattığımız gibi, O'nun peygamberliğine delâlet eden büyük bir mucize gibi olmuş olurlar.

Dördüncü Fayda: Bu kıssaları dinleyenlerin aklına şu husus yerleşmiştir: Sıddîkın zındıkın ve hakka uyanın, münafık olanın akibeti, er geç bu dünyadan ayrılmaktır. Ancak ne var ki mümin, dünyadan dünyada bırakmış olduğu güzet medihlerle ayrılır, ahirette de bol mükâfaat elde eder. Kâfir de, dünyadan, orada maruz kaldığı lanetlerle çıkar, ahirette de ilahî cezaya uğrar.

Binâenaleyh, dinleyenlere bu kıssalar tekrarlandığında, onların mutlaka kalblerinin yumuşaması, gönüllerinin boyun eğmesi, düşmanlıklarının da silinmesi gerekir ve onların kalblerinde, onları tefekkürde bulunmaya sevkeden bir korku meydana gelir. Bu, kıssaların zikredilmesinin faydalan hususunda, yazılmış olan güzel bir açıklamadır.

Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/113-114
Devamını Oku »

Âlemde Mutlak Tasarruf Sahibi Allah'tır



Eğer Allah sana bir zarar dokundurursa, onu,O'ndan başka giderecek hiçbir kimse yoktur. Eğer sana bir hayır dilerse. O'nun fazlını geri çevirecek hiç bir kuvvet de yoktur. O, bunu kullarından dilediğine eriştirir. O, çok affeden ve çok merhamet edendir" (Yunus. 107).

Bu âyetle ilgili birkaç mesele vardır:

Âlemde Mutlak Tasarruf Sahibi Allah'tır

Bil ki Allah Teâlâ, bu sûrenin sonunda, bütün mümkin varlıkların kendisine varıp dayandığını ve bütün kâinatın kendisine muhtaç olduğunu; akılların kendisine hayran kaldığını, rahmet, cömertlik ve varlığın kendisinden feyezan ettiğini beyân buyurmuştur. Bil ki bir şey, ya zararlı, ya faydalı yahut da ne zararlı ne faydalı olur. Bu iki kısım, hayır isminde müşterektirler.

Zarar, vücudî (var oluşla ilgili) bir durum olunca, pek yerinde olarak Cenâb-ı Hak bu hususta, "eğer Allah sana bir zarar dokundurursa (...)" buyurmuştur. Ama hayır, bazan vücudî, bazan da ademî olunca, tam yerinde olarak Cenâb-ı Hak bu hususta "dokundurma" fiilini zikretmemiş, aksine, "Eğer sana bir hayır da dilerse... " buyurmuştur. Ayet, zarar ve hayrın, Allah Teâla'nın kaza ve kaderi ile meydana geldiğine delâlet etmektedir ki, bu hususa küfür-iman, İtâat-isyân, sevinç-âfet, hayır-elemler; lezzetler, rahatlar ve yaralanmalar dahil olur. Böylece Cenâb-ı Hak şunu beyân etmiştir: "O, bir kimseye şer dilemişse, ondan, o şerri, zatından başkasının gidermesi mümkün değildir. Eğer bir kimseye de hayrı hükmetmişse.O'nun lütfunu da hiç kimse geri çeviremez." 401[401]

Ayetteki Bazı İncelikler

Ayetteki bir başka incelik de şudur: Allah Teâlâ hayır tarafını şu üç bakımdan, şer tarafına tercih etmiştir:

a) Allah Teâlâ, zarar dokundurmadan bahsedince, onu kendisinden başka giderecek kimsenin bulunmayacağını da beyân etmiştir ki, bu, O'nun zararları gidereceğine delâlet eder. Çünkü, olumsuzluktan yapılan istisna, isbât ifâde eder. O, hayrı zikrederken de, "ben onu defederim" dememiş, aksine "Kimse onu geri çeviremez" demiştir ki, bu da hayrın zâtı gereği matlub, şerrin de arızî olarak matlub olduğuna delâlet eder. Nitekim Cenâb-ı Hak, bir hadis-i kudsîsinde, "Rahmetim, gazabımı geçmiştir" demiştir.

b)Cenâb-ı Hak, hayrın sıfatı hakkında, "O. bunu kullarından dilediğine ulaştırır.." buyurmuştur ki bu da, hayır ve rahmet tarafının daha üstün ve baskın olduğunu gösterir.

c) Allah Teâlâ, O. çok bağışlayıcı ve çok merhamet edicidir" buyurmuştur. Bu da, rahmet tarafının kuvvetli olduğuna delâlet eder.

Bu ayette ilgili sözün neticesi şudur:Cenab-ı Allah yaratma.icad etme, var etme ve eşsiz bir biçimde yaratma hususlarında tek olduğunu, kendisinin dışında mûcid bulunmadığını ve kendisinden başka mabûd olmadığını beyân etmiş, sonra da hayrın bizzat; şerrin de arızî olarak irade edildiğine dikkat çekmiştir ki, bu konunun muhtevasında derin sırlar bulunmaktadır.

İşte, bizim bu ayet hakkında söyleyeceğimiz bundan ibarettir

Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/488
Devamını Oku »