Akıl,Şeriat ve Nübüvvet

Akıl,Şeriat ve Nübüvvet

Akıl şimşeği inâyet ufuğundan, fikir gâyelerinin hudûdunun ötelerin'den çakan bir nûrdur. Onun ışıklar hidâyet aynasının cilâlı yüzüne  vurunca, sâhibi maddiyât karanlıklarında onun ışığıyla, onun aydınlatmasıyla yol bulur. Böylece onun talep kuşunun başarı kanatları kuvvetlenir ve teveccüh ettiği yönde felâh/kurtuluş sabâhı sökmeye başlar.

Akıl ancak ezelî inâyet ağı ile avlanan bir gayb kuşudur. Nimetlerin bahşedildiği taraftan gelen bir vâriddir. Onun sıfatları mücevher gibidir. Nûrânî bir özü vardır. Semâvî bir melektir.

O senin rûhun için “Kutsal Rûh/Cebrâîl” mesâbesindedir. Senin kah binin, sırrının peygamberlerine yüce semâlarından vahiy indiren ve Rab- binden sana gayb hediyeleri getiren bir Cibrîldir. Sıfatının kesafeti onunla letafet bulur. Amel sedefin onunla cevherleşir. Adaletin ölçüsü ve hükmün dili odur. O cömertlik yolu ve hikmetler mâdenidir. Nimetlerin merkezi ve fikrin direğidir. Anlayışın rehberi ve sırrın tercümânıdır.

Şerîat; takdirin kesin hükmüdür. Risâletin hâkimi onun şâhididir. Onun izzet sultânı kemâl ve beka devletinde tektir. Hikmet melikleri onun celâlinin heybetine itaat ederek boyun eğmişlerdir. Hüküm memleketleri
onun iclâlinin azameti karşısında korkuyla eğilmişlerdir. Belâğat kuşları onun korusunda uçmuşlardır. İlim çocukları onun hidâyet ve irşâd sütüyle beslenmişlerdir. Onun kahredici gücünün kılıcı kendisine muhâlefet ve düşmanlık edenleri helâk eder. İslâm’ın sağlam delilleri onun himâye ipine sarılmışlardır. Her iki âlemin işleri onun etrâfında döner. İki dünyânın menzillerine ona sarılmak sûretiyle ulaşılır.

Nübüvvet; izzet/şeref nârlarından bir nûrdur. Kutsal Rûh’un/Cebrâîlin mührüyle mühürlenmiştir. Kuvveti kudret ile faaldir. Mânâsı güzellik bahçesidir. Zâhiri, Allâhu Teâlâ’nın âdetleri yırtan (hârikulâde) fiilleri ile desteklenmiştir. Bâtınında vahiy bulunur. O, Kutsal Rûh’un gözüdür. Ezel sırrının mânâsıdır. Kıdemin hükmünün neticesidir. Kaderin mânâsının dayanaklarının müşâhededir. Hayat sırlarının idrâk edildiği yerdir. Kıdem ile hâdisin birbirinden ayrıldığı mevkidir.

Vahiy; nübüvvet ufuğunda, risâlet feleğinden doğan taptâze bir dolunaydır. Risâlet onu Allâhu Teâlâ’nın kelâmından alır. Beraberinde Kutsal Rûh vardır. İlim tomarları onun önünde açılır. Sır defineleri onun önünde ortaya çıkarılır. Ebedî ilim hazînelerinin anahtarları ondan zuhur eder. Kâinât işlerinin haberleri ondan alınır. İlim, akıl, âlem, bilgi, şevâhid/ilham, rüsûm (zâhitî bilgi), îtilaf/ülfet, ihtilaf, mürekkeb/terkipli ve müsennâ/ i ikili uzaklıkların mesâfeleri onda katedilir. Onun hakikatinden vicdânî/derûnî bir mânâ ve sâdece açık bir vahiy yoluyla öğrenilebilen rabbânî bir sır keşfedilir.

O, kıdem hazîneleriyle gayb fezâlarını delen bir ezel posacısıdır. Memleket emininin eli altında olan ebed haberlerinin definesidir. O, ezel meclisinde kader kâtibi kimi yazdıysa ona peygamberlik fermânını getiren melek ordularınm kumandanıdır. Onun nûru (sâhibinin) kalbinin berrak aynasında parlar ve orada dünyâ ve âhiret ahvâli tafsilatlıca, hükümleri birer birer ve haberleri inceden inceye belli olur. Sonra vahyin ışıklarının parıltıları sâhibinin sır cevherinin parlak aynasına yansır ve onun inâyet gözü Rabbinin en büyük âyetlerini görür. “Refik-i A’lâ”ya (Cebrâîl) arkadaş olur. İşte o zaman Nebî, kalbinin nûru için bir kandilliktir. Kandillikte nübüvvet fânusu vardır; fânusta risâlet lambası... Risâlet lambası vahiy fitiline asılmış olan bir nûrdur. Vahiy, vahyedenin gayb sırrıdır.

Peygamberler ezel gaybı memesinin çocuklarıdır. Vahiy sırrına muhâtab olmuş kişinin (Cebrâîl’in) nedîmleridir/arkadaşlarıdır. Huzûr-ı kudsînin mukîmidir onlar. Hakk’ın elçileridir. Ufuk-ı a’lâ’da (en yüce ufukta) dikilen izzet revakları/direkleri ancak onların yücelikleri uğruna dikilir. En yüce makamda serilen şan yaygısı ancak onların şerefi ve heybetleri ile dokunmuştur. En şerefli kutsal savmaalarda/ibâdethânelerde oturan hiçbir nûrânî şahıs yoktur ki, peygamberlerin yüceliklerinden onun yanında bir celîs/arkadaş olmasın.En yüce tesbîhin gölgesine sığınmış hiç-bir mânevî lütûf yoktur ki, onların güzelliğinden onun yanında bir enîs olmasın! Kurbiyet makamlarına yükselmiş hiçbir sıddık yoktur ki, onun yükselişi onların kuvvetleriyle olmasın! Yolu Mevlâ’ya giden hiçbir velî yoktur ki, onların yolu onun yolu olmasın! Beşerin mükerremliğine işâret eden hiçbir ulu bayrak yoktur ki, onların şerefi o bayrağın direği olmasın. Kullar için inşâ edilmiş olan hiçbir yüce saray yoktur ki, binâsı Ibrâhîm (s.a.v.)’in binâsı (Kâ‘be) üzere olmasın!

[B]

“Seyr ilallâh” (Allâh’a seyr) ma‘rifet nûru nisbetinde gerçekleşir. Ma‘rifet ise aklın kuvveti nisbetinde olur. Akıl da “Biz taksim ettik defterindeki kişinin nasîbi kadardır.

Akıl ve şeiat, mü’minin kalp pencerelerine ışıklarıyla girmiş iki nûrdur. Onlar kalpte, suyun şarapla ve letâfetin rüzgârla karıştığı gibi bir- birleriyle karışmışlardır. Tıpkı rûh nûrunun ceset karanlığı üzerine mühürlendiği gibi, nebilerin şahsiyetleri de akıl aynasının parlak yüzeyine mühürlenmiştir. Akıl, fikir avcısıyla gayb göğünden gelen hikmet/hüküm kuşlarını avlamak için, kalp sırlarının bahçelerinde akan ruh sularının mecrâlarına yerleştirilmiş bir ağdır.

Nübüvvet, yakîne bitişik olan akıl gözü üzerinde mânevî olarak parlayan bir nûrdur. Bütün aydınlanma kabiliyetleri, ışıklarım ve ışıklarının parlaklıklarını ondan alır. Karanlığın sabâha ve bedenin rûha ulaşmak için gösterdiği infiâl ondan kaynaklanır. Bu nûr İlâhî cömertliğin, sırf lütfundan ve rahmetinin genişliğinden dolayı sûretlerin bâtınlarına ve bedenlerin sırlarına koymuş olduğu bir nûrdur. Akla, bir varlığın iki mahalle dönüşmesi ile oluşan zarûrî bir ilim giydirilmiştir; onda iki cevherin bir arazı bulunur; öyle iki cevher ki, birisi güzellerin en güzeli, diğeri çirkinlerin en çirkini.

Nübüvvet güneşi, nârlarım ve sırlarının feyezânını/taşkınlığını sâdece İlâhî emirler ile bunun için hazırlanmış akıl şehirleri üzerine gönderir.

Nübüvvet, Âdemoğullarından bazılarını ezelî irâde yollarında “Rab- bin dilediğini yaratır ve seçer” fermânı üzere yürüten gaybî bir hidâyettir.

Dilaver Gürer , Abdülkadir Geylani(Risaleler)
Devamını Oku »

Mü'minin Kalbinde Parlayan İlk Yıldız

Mü'minin Kalbinde Parlayan İlk Yıldız

Mü'minin kalbinde parlayan ilk yıldız "hüküm yıldızı"dır; sonra "ilim ayı", sonra "ma'rifet güneşi" gelir. Mü'min, hüküm yıldızının ışığıyla dünyâya bakar. İlim ayının ışığıyla âhirete bakar. Ma'rifet güneşinin ışığıyla Mevlâ'sına bakar.. Nefsi mutmainne bir yıldızdır. Kalb-i selîm bir aydır, saf/tertemiz sır, bir güneştir. Nefsin makâmı kapıdadır. Kalbin makâmı huzurdadır. Sırrın makâmı ise özel odada, Cenâb-ı Hakk’ın huzûrundadır.
Kalbe Cenâb-ı Hak telkinde bulunur. Kalp nefs-i mutmainneye telkinde bulunur. Nefis dile imlâ eder/yazdırır. Dil de halka aktarır. Nefsin varlığı töhmet mahallidir. Kalbin varlığı şüphe makâmıdır. Sır saflaştığında acâiplikler/muhteşemlikler gelir.

(Rızkını) nefis ile aldığın sürece haram yemektesin demektir. Değişken bir kalp ile aldığın sürece yiyeceğin şüphelidir. Sırrın sâf olduğu zaman ise gerçekten helâl yiyorsun demektir.

Kadere rızâ; kalbin kurbiyet bulmasına, fazilet evine girmesine, (ilâihi) fetih yemeğinden yemesine ve ünsiyet şarâbından içmesine vesîle olur. 

Sufilerin sırları yeryüzünün dağları ve varlığın direkleridir. Ünsiyet münâdîsi onlara, nefse yapılan iltifattan daha tatlı sözler fısıldar. Onlara der ki:

“Sıkıntıdan sonra rahatlık gelecek. Bu dağınıklıktan sonra cem (bir araya gelme, toparlanma) olacak. Bu acılığın yerini tatlılık alacak. Bu zilletin ardından izzet ve şeref yer alacak. Bu fenâdan/yokluktan sonra varlık bulacaksın.”

İşte o zaman kurbiyet yüzü bu makâmın sâhibini karşılar. Onu önüne alır. Halk ile onun arasına bir set koyar. Cenâb-ı Hak hüküm, ilim ve kurbiyeti, san’atının nûrunu ve nûru ile mâsivâya nazar eden sûfîlerin kalplerinin âdetlerini yırtan hârikulâdelikleri onun kalbinde bir araya getirir. Onları “İlâhî cemâle nazar cenneti”ne sokar. Kâinâta nazar ettikleri vakit şöyle yalvarırlar:

“Ey şaşkınların rehberi! Sana götüren en kısa yolu bize göster!”

Şaşkınlıktan ne yapacaklarını bilemezler. Kâinâtın tesbîhâtına dahi meyletmezler. Âlemlere iltifat etmezler. Bunun üzerine re’fet/merhamet ve muhabbet eli onlara uzanır. Onların kalp ellerinden tutar, lütûf odalarına koyar, ünsiyet kanatları altına ve kurbiyet lezzetine götürür. Üzerlerindeki sefer elbiselerini çıkarır, menzillerinde konuk eder, huzur-ı İlâhîye onları yerleştirir. Onların her birinin kalbine kapılar açar da böylece onlar her kapıdan O’nun mülkünü, saltanatını, celâlini ve cemâlini görürler.

Onların kalpleri Cenâb-ı Hakk’ın irâdesinin icrâ mahalli, ilminin hazîneleri ve sırrının sûretleri olur. Sırları/iç âlemleri her ne zaman kalp evinin etrâfını dolaşsa, ilim ve sırlarla karşılaşır. Bu evin sâkini olurlar. Oradaki hazîne ve defîne odalarını görürler. Her taraftan onlara bast/ferahlık gelir. Kanatları kuvvetlenir. O tarafın otağlarına doğru uçarlar. Rab- leriyle berâber olurlar. Eğer düşecek olsalar yine bu evin avlusuna düşerler. Mülkün Rabbinin önünde istedikleri gibi hareket ederler. Onlar duâları makbul, mahbûb ve meczûb (Hak tarafına çekilmiş) kimselerdir. Kalp, Rab ile berâberdir. Sır, sır ile berâberdir. Kalb, kapısı ne zaman açılacak olsa, sır gözüyle Rabb’in cemâlini görür; perde kalkar...

Ey insanoğlu! Sıddıkların göğüsleri âlemlerin Rabbinin sır mahzenidir. İlim yıldızları ve ma'rifet güneşleri oradadır. Melekler bunların ışığıyla aydınlanır.

Dilaver Gürer , Abdülkadir Geylani(Risaleler)
Devamını Oku »

Hz.Muhammed (a.s) Hakkında

Hz.Muhammed (a.s) Hakkında


Nûrânî savmaa/ibâdethâne sâkinlerinin burunları “Ben çamurdan bir beşer yaratacağım” ıtırını kokladıklarında ve en yüce melekût “Ben yeryüzünde bir hatife yaratacağım” nârlarıyla aydınlandığında, kudsiyet savmaalarının azizlerine “ Sürelini tamamlayıp, rûhumdan üfledikten sonra onun için hemen secdeye kapanın” dendi.

Toprak “ Teşbih ederler” dilinin burunlarında bir misk oldu. Âdem dâmâdı/gelini “Muhakkak ki Allâh [Âdem’i] seçmiştir” elbiseleri ile süslendi. Melekler “Ona kendi rûhumdan üfledim” nûrunun yüceliğine secde ettiler.

Mûsâ (a.s.) “Muhakkak ki ben AJlâh'ım” lezîz nağmesini şakıyan bir bülbül dinledi. Kıdem/ezel şarabını “Seni Ben seçtim” kadehleri içinde da-ğıtan bir sâkî ile tanıştı. Mûsâ (a.s.)’m sevinciyle Tûr’un her tarafı deprendi. Dağ eteklerini onun [ayakları] altına serdi. Mûsâ (a.s.) “Kutsal Vâdi’de” ağacının altında durdu. İçine, sâkîyi görme iştiyâkı düştü. Sarhoşluk neşesi gövdesini coşturdu. Aşk defterine, hasretinin şiddetiyle ve kendi elleriyle “Bana görün!” diye yazdı. Elinde kalem değişti/hareket etti; “Beni göremezsin!” diye yazıverdi. “Tecellî etti” şimşeğinin ışığı akıl gözüne parlayıverdi. “Baygın düştü” ateşi olmasaydı, dağ bir cennet olmuştu.

Ayıldıktan sonra “Seni tenzîh ederim; tevbe ettim” dedi. Devleti sona ererken ona dendi ki:

“Ey Mûsâl Risâlet kalemini ‘Beşikte iken insanlara konuşur’un sahibine teslim et. Benim tevhîd kitabıma ‘Ben Allâh’ın kuluyum! diye yazması ve risâlet defterine ‘Benden sonra ismi Ahmed olan bir rasûlü müjdeleyici olarak’’ satırını nakşetmesi için diviti/hokkayı ona ver...”

“Her türlü eksiklikten münezzehtir O ki, kulunu bir gece götürdü (isrâ)” Rasûlullâh (s.a.v.)’ın şerefinin tâcı oldu. Rabbi onu semâvât ehline gösterdi.

“Kuluna Kitâb'ı indirdi” izzetiyle onu zînetlendirdiğinde onun risâletinin güzelliği daha da parladı.

Ahmed (s.a.v.) damâdının göründüğü gece en yüce melekûtun nûrları zayıf kaldı. Onun güzelliğinin ihtişâmmdan dolayı nûrânî şahısların göz bebekleri kamaştı. Meleklerin gözleri onun nûrunun aydınlığına bakamadı. Onlara dendi ki:

“Ey en yüce, en parlak ve kutsal semânın sâkinleri! Nûr saçan bir kandil olarak gönderilmiş olan peygamberin ışığından istifâde edin. Siz enbiyânın imâmının himâyesi altındasınız.”

Bu yeryüzü güneşi zuhur edince, gökyüzü güneşi gizlendi. Yesrib yıldızının doğmasından dolayı gök yıldızları utançlarından saklandılar. Nûrlar, Ahmed (s.a.v.)’in nûru içinde kaybolup gitti... En şerefli ve kutsal savmaa- ların/ibâdethânelerin azizleri “O hevâ-yı nefsânîden konuşmaz”ın sâhibine bakmak için ortaya çıktılar.

Ona dendi ki:

“Ey vücûdun/mahlûkatm efendisi! Senin Tûr’un “Isrâ” gecesidir. Senin için nûr, Reffeftir; Kutsal Vâdi ise “Kâb-ı kavseyn (O’nunla arasındaki mesâfe bitişik iki yay kadar kaldı)”dır. Senin için en güzel nağmelerle şakıyan bülbül, “Sonra da kuluna vahy ettiğini vahyetti”dit. Mûsâ’nın matlûbu, senin için “Göz ne kaydı, ne de aştı” sicillinde/defterinde tecellî etmişti. Sen nebiler dîvânına kaydedilmiş en son harfsin. Sen “İşte bunlar üstün kıldığımız rasûllerdir” fermânına yazılmış en büyük satırsın. Senin düğünün “ufuk-ı a’lâ”da yapılmıştır. Bu düğünün hikmetlerinden birisi de “[O gece] Rabbinin âyetlerinden!delillerinden en büyüğünü görmüştür” âyetidir. Vücûdun alnına takmak için senin şerefinden öyle bir taç yapıldı ki, daha önce böyle bir taç hiç yapılmamıştı.”

Peygamberlerden hiçbirisi “Kulunu gece yürüttü” izzetine ulaşamadı. “Kâb-ı kavseyn (iki yayın birleşmesi)” bahçesinin kokularından bir koku koklayamadılar. Onlardan hiçbirisinin bizâtihî yüzüne “Ey Nebi! Selâm senin üzerine olsun”diye hitâb edilmedi. Onlar “Ev ednâ (ya da daha yakın oldu)” perdesinin gerisinde durdular da, “Yaklaştı ve sarktı”nın sâhibi öne geçti. Kevn/mevcûdat gelinleri süslü elbiseleri içinde ona (s.a.v.) göründü. O, onlara meşgûliyet nazarıyla iltifat dahi etmedi; aksine “Göklerini uzatma/bakma” edebiyle edeptendi.

İşte Kutsal Vâdi; nerede Mûsâ?!
İşte Kustal Ruh; nerede Isâ?!
İşte “Yıkanacak ve içilecek soğuk su!”; nerede Eyyûb?!

Akıllar gayb meydanlarında ne kadar çok sefere çıktı?! Fikirler o güzelim yuvalarını bırakarak, bu en yüce şereften bir nebze esinti alabilmek, bu en azîz/değerli bahçeden bir nefis koku koklayabilmek ve o denizin dalgalarına dalıp eğlenmek için o yücelik bahçelerine doğru ne kadar çok uçtular?! Ama isteklerine ulaşabilmek için yol bulamadılar. O tarafın marifet lisanları hâl-i itiraf ile şöyle seslendiler:

“Ey peygamberlerin hâtemi/mührü! Kutsal Rûh sensin! Varlık bedeninin rûhu sensin! Kâinat bahçesinin gülü sensin! İki âlemin hayat kaynağı sensin. Vahiy incileri, ruh gerdanlığın üzerinde senin için dizildi! Kıdem/ ezel bahşişinin esintileri senin için esti. Kader “Rabbm sam ihsanda bulunacak ve sen de râzı olacaksın”sancağını senin için dikti. En yüce melekût âlemleri seni övme kokusuyla misk gibi koktu. Şerîat lambaları senin ilim nârlarınla aydınlandı. Hüküm semâları senin kelime lambalarınla ışıdı.”

Peygamberler, şâhitlikleri esnâsında, o kendilerinden önde olduğu halde ve onun yüceliğine uymak için saf saf oldular. Kader münâdîsi onlara şöyle seslendi:

“Ey saâdet yuvasının ve halk üzerindeki hüccetin sâkinleri!
Bu, yücelik kameridir!
Bu, aydınlık güneşidir!
Bu, nebiler tâcının incisidir!
Onun güzelliğine karşı gözbebeklerinizi dört açın.
Onun aydınlığına karşı gözleriniz üzerindeki perdeleri kaldırın.
Onu, risâlet gerdanlığı incilerinin güzelliğinin şerefi ve eşi bulunma- I yan bir inci olarak bulacaksınız.

Vahiy elbisesi nakış nakış onunla süslenmiştir.
İtiraf lisânıyla “Bizden hiçbirimiz yoktur ki, onun belli bir makâmı olmasın” ı okuyun...”

[B]

Muhammedi şahıs ve Ahmedî şekil, Hâşimî nesebden geldi. Onun [ menkıbeleri eşsiz oldu. Onun âyetleri/delilleri melekûtî (Melekût âlemine mahsus bir güzellikte) idi. Onun işâretleri gayba âitti. O, özel keremlerle şereflendi. “Cevâmiu’l-kelîm” ona tahsis edildi. Kevn-i külli (kâinat) çadırının direkleri onun şerefine yükseldi. Ulvî/yüksek ve süflî/alçak âlemlere mahsus varlık safları onun yüceliğine göre tanzim edildi. O “Mülk âlemi” kitabının kelimesinin sırrıdır. Halk ve felek fiillerinin manâsıdır. Mevcûdat binâsı kâtibinin kalemidir. Âlem gözünün insanıdır. Varlık mührünün kalıbıdır. Vahiy memesinin süt çocuğudur. Ezel sırrının hâmilidir/taşıyıcısı- dır. Kıdem/ezel lisânının mütercimidir. İzzet sancağının sancaktarıdır. Şan ve şeref tepesinin mâlikidir/sâhibidir. Nübüvvet gerdanlığının ortasındaki taştır. Risâlet tâcının incisidir. Enbiyâ alayının komutanıdır. Peygamberler ordusunun kumandanıdır. Hazret (ilâhî huzur) erbâbının imamıdır. Sebepte ilk, nesebde sondur.

O, her türlü bozulmadan sâlim kalmış olan “fıtratı/Islâm’ı” desteklemek için, sıkıntı perdelerini yırtıp parçalamak için, zor işleri kolaylaştırmak için, sinelerindeki vesveseleri silmek için, ruhlardaki kederi gidermek için,
gönül aynalarını parlatmak için, bâtın (iç âlem) karanlıklarını aydınlatmak için, kalp fukarâlarını zenginleştirmek için, nefis esirlerini kurtarmak için, kabz/darlık vahşetini gidermek için, bast/ferahlık ünsiyetini celbetmek için, gaflet topluluğunu dağıtmak için, sevinç gruplarını bir araya getirmek için, şakâvet dirisini öldürmek için, saâdet ölüsünü diriltmek için, azgınlık zincirlerini kırmak için, hidâyet sancağını yükseltmek için, gönül sâhiplerini visâle erdirmek için, hasret definesini güzel yüzün üzerine saçmak için, dostların birbiriyle buluşmasını sağlamak için, muhabbet ateşini tutuşturmak için, ruhların daha önce verdikleri ahdi hatırlamaları için, özlerin kerem yurdunda verdiği andlarını yenilemeleri için... Nâmûs-ı Ekber (Kur’ân-ı Kerîm) ile gönderilmiştir.

Şerîat ağacının hikmet çiçekleri onun suyuyla açmıştır. İlim bahçesindeki hüküm meyveleri onu görmekle yeşermiştir. Ayet/delil şahısları onun kalkmasıyla birlikte ayağa kalkmıştır. Mûcize defineleri onun zuhûruyla ortaya çıkmıştır. O, fasih konuşanlar arasına gönderildi; ama onun fasâhati karşısında o belâgat sâhiplerinin dili tutulmuştur. Bütün diller onun vecizliği etrâfında toplanmıştır. Onun işâretinin şerefi önünde onların ma‘rifet akılları başlarını secdeye koymuştur. Hepsi de topluca onun kafilesine katılmıştır. Fasâhat onun “İnsanlar ve cinler bir araya gelse dahi (Kur’ân’ın bir benzerini meydâna getiremezler)” sancağı altına girmiştir. Onun “cevâmiu,l-kelîm”liği karşısında diğerlerinin fehim/anlayış güneşleri tutulmuştur. Onun hikmet güneşleri karşısında onların fikir ayları görünmez olur.

Rûh-ı Emîn (Cebrâîl) ona âlemlerin Rabbi katından geldi de, onu Burak’a bindirdi ve ezelî celâlin cemâliyle müşerref kılmak ve ebedî izzetin kemâlinin huzûruna erdirmek için yedi kat göğü delip geçti. O gece sanki revaklarla süslenmişti; sanki ufuklar üzerine otağlar kurulmuştu. Zaman, çiçekli bahçenin kokusunu etrâfa yayıyordu...

Seherden sonra fecr/şafağın ışıklarıyla ortalık aydınlandı. “Bir gece kulunu yürüttü” kudretiyle sevinç âlemi onun önüne dürüldü. Hüküm erbabı “Onu bana getirin; onu kendime yakın edeceğim” sebebiyle ona il- tifatlar yağdırdı. Gökyüzünün ve melekût âlemlerinin hepsi “Âyetlerimizi ona göstermek için” elbisesi içinde ona arz edildi. Her iki âlemin gelinleri, sırları, işleri, insan ve cin ilimleri “Muhakkak ki o, Rabbinin en büyük âyetlerini görmüştür” meclisinde onun için süslenip hazırlandı. Peygamberlerin başları “O en yüce ufukta olduğu halde” ona selam verdiler. Gök sâkinlerinin emirleri göklerin kapısında oturup onun kendi taraflarına gelişini gözetlemekle emrolundu. Mülk melikleri Sidre-i Müntehâ’ya kadar ona eşlik ettiler. Onların eşrâfı onun doğuşunu müşâhede etmek ve onun güzelliğini seyretmek sûretiyle gözlerini sevindirmek istediler. Onların akıl ‘Sidre-i Müntehâ’ları ve ilimlerinin zirveleri onun güzelliğinin nûruna boğuldu; tıpkı gök kapılarının onun ışığının aydınlığına boğulduğu gibi.

Nûrânî şahsiyetlerin gözbebekleri onun celâli karşısında afalladı. En yüce âlemin sâkinlerinin gözleri onun cemâli karşısında dehşete düştü. Onun heybeti karşısında en yüce otağ ehlinin boyunları büküldü. Nûrânî ibâdethâne erbâbınm başları onun izzeti karşısında eğildi. Onun şânının kemâli karşısında rûhânîlerin gözleri faltaşı gibi açıldı. Mukarrebûn melekleri saf saf oldular. Teşbih edenlerin tesbîhatları ile kudsiyet âlemi mensuplarının yüzleri güldü. Tenzîh yurtları vecde gelenlerin nefesleri ile güzel güzel koktu. Kürsü ve arş, onu görme sevinciyle coştular, raks ettiler. Onun gelişinin verdiği ferahlık ile güzellik cennetleri süslendi. Kevn/varlık onun varlığıyla coştu. Yüce mekânlar alçak yerlere karşı onu görmekle iftihar etti. Semâ eyvanları onun ışığıyla aydınlandı. Yüce Keyvân (Satürn) ışıltılarla yüceldi. Sırlar, seçilmiş göz için ortaya döküldü. Nûrların sâhibi için perdeler kaldırıldı. Rûh-ı Emîn (Cebrâîl) “Bizden hiçbirimiz yoktur ki, onun belli bir makâmı olmasın” dâiresine kadar ona eşlik etti ve orada ona dedi ki:

“Ey karîb/yakın olan habîb! Bundan sonra Allâhu Teâlâ ile kendi başına buluşmak için hazır ol!”

Ve onu nûrun içine gönderdi. Kendisi geride kaldı. “Kutlama esnâsında uzunlar kısalır (sevinç ânında merâsim kalkar)!”

Peygamberler mahremiyet salonunda hizmet ayağı üzerinde beklediler. Meleklerin rûhâniyetleri celâl/yücelik mi‘râtlarında övgüler dizmek için ayağa kalktılar. Âşıkların ruhları, “belki dönüşü esnâsında onun hayat bahşeden kokusundan bir koku alabiliriz” diye şevk mertebelerinde heyecanla beklediler.

Bu yolculuk Levh-i A‘zâm (Levh-i Mahfuz) sayfaları üzerinde yazı yazan vahiy kâtiplerinin kalemlerinin çıkardığı seslerin duyulduğu yere kadar sürdü. Nûr Refref i üzerinde Ufuk-ı Âlâ’ya (en yüce ve en son ufuk) kadar gitti. Oradan şevk kanatlarıyla “Yaklaştı ve sarktı” makâmına uçtu. Kerem teşrifâtçısı onu “Kâb-ı kavseyn (iki yayın birleşmesi yakınlığı)” bahçesinde ağırladı. “Ev ednâ (yâhut daha da yakın oldu)” döşeğini onun için hazırladı.

O, en yüce taraftan “Sana selâm olsun, ey Nebî!” nidâsını işitti. Sevgili onu ikramla karşılıyordu. O Celîl, onun karşısına selâm ile çıkıyordu. Ürkeklik sıkıntısının yerini ferahlık aldı. Vahşet/soğukluk gitti, ünsiyet/ sıcaklık geldi. “Kuluna vahyedeceğini vahyetti” hitâblarıyla kendine geldi. “Gerçekten de O’nu önceden bir kere daha görmüştü” ile ona mükâşefeler bahşedildi. Ağzını açtı; oraya ezelî ilim denizinden damlalar düştü. Onunla geçmişin ve geleceğin her şeyini öğrendi.

O yüce ve ihsânı herkese şâmil olan Yaratıcı’nm lisânı (Hz. Peygamber) şöyle dedi:

“Burası kerem/iyilik makâmıdır. Nîmet arsasıdır. Rahmet madenidir. Fazilet cennetleridir. Fütüvvet/yiğitlik yurdudur. Hayır kaynağıdır. Cömertlik kurallarına göre ihvânı ikramdan mahrum etmek hoş olmaz. Vefâ hükümlerine göre dostları ayrı tutmak hoş değildir.”

Kendisine bağışlananları merhamet duygulan içinde dostlarına da dağıttı. Orada nâil olduğu iyilikleri onların üzerine de saçtı. Mertebesinin şerefinden ve bereketinden dostlarını da nasipdâr etti. Tıpkı kendisini andığı gibi onları da andı. O tek başına geldiği bu makamda ve Rabbine olan münâcâtında onları unutmadı ve şöyle dedi:

“Selâm bizim üzerimize ve Allâh’ın sâlih kulları üzerine olsun.”

Sevgili ona şöyle seslendi:

“Ey efendilerin efendisi! Ey cömertlik erbâbının imamı! Yüceliğin evveli de, sonu da şenindir. Açık ve gizli övünç sana âittir. Mürüvvet, vefâ, fütüvvet ve safa sana mahsustur. “Biz senin göğsünü açmadık mı/ferahlatmadık mı?! Belini büken yükünü üzerinden alıp atmadık mı?! Senin zikrini/ şânını yükseltmedik mi?!” Biz ezelde senin şerefini peygamberler arasında en yüce yere koymadık mı?! Kırmızıya da (cinler) siyaha da (insanlar) seni peygamber olarak göndermedik mi?! O en yüce şeref defterinde (Illiyyûn) senin ismini kazımadık mı?! “Ben sizlere benden sonra gelecek ve adı Ahmed olacak bir peygamberin müjdecisiyim” diyen îsâ’yı senin müjdecin yapmadık mı?!

Hani O (Hz. Mûsâ) diyordu ki: ‘’Rabbim! Göğsümü aç/ferahlat.” Sana da deniyor ki: ‘’Biz senin göğsünü açmadık mı/lferahlatmadık mı? ” O diyordu ki: ‘’Rabbim! Bana görün!” Sana da deniyor ki: ‘’Rabbini görmedin mi!” Sen dünyâda ümmetine şâhitsin; âhirette ise istediğine şâhit olacaksın. Şerîat hazırlığını ‘’Bitirince hemen yeni bir işe koyul” Ümmetin hakkında ‘’Rabbine yönel.”

Âşıklar ile sevgilileri arasındaki mektuplar yerlerine ulaştı... Onlar arasında vuslat rüzgârları esti. O İlâhî hitâbın murâdı olan, İlâhî cezbe ile çekilmiş olan (Hz. Peygamber) şöyle dedi:

“İlâhî! Nimetini umuyoruz. Bizleri korumanı diliyoruz. Bizler senin ahit beşiğinin çocuklarıyız. Lütûf sütünün bebekleriyiz. Cömertlik göğsünün yavrularıyız. Senin ihsânlarının çokluğu karşısında diller âcizdir.
Nimetlerinin bolluğu ve güzelliği karşısında gözler hayrandır/şaşkındır. O dilleri çöz! Beyân/açıklama perdelerini aç. Mâneviyâtımıza kuvvet ver!..”

O Celîl ona şöyle seslendi:

“Biz senin üzerinden celâl/yücelik (şiddet) perdelerini kaldırmadık mı.’’ Kibriyâ (büyüklük) perdesinin arkasında ve azamet mertebesinin yukarısında olan şeyleri görmek için seni kemâl sıfatlarıyla kuvvetlendirmedik mi?!

Bütün bunlarla birlikte senin kalbini hikmet yuvası yaptık. Dilini fasâhat mahalli yaptık. Bedenini belâğat mâdeni yaptık. Zikrini îcaz (münkirleri âciz bırakma) kaynağı yaptık.

İsrâ/Mi‘râc seferinden döndüğün zaman kullarıma haber ver ki, “Ben gerçekten de Gafûr ve Rahîm’im ”m Mahlûkatıma ulaştır ki, “Ben çok yakınım. Bana duâ ettiği vakit duâ edenin duâsına icâbet ederim.”

O risâlet ve celâletin sâhibi, bütün hamdleri, şükürleri, övgüleri, me-dihleri ve senâları kendinde toplayan bir lisan ile şöyle dedi:
“Ben Seni övecek söz bulmaktan âcizim; Sen kendini övdüğün gibisin.’’
Sonra yaşadığı bu âleme geri dönmeye başladı. Meleklerin büyükleri, yüzlerini onun ayaklan için yere seriyorlardı. Rûh-ı Emîn onun önünde övünç örtüsünü taşıyor ve meleklerin safları arasından ta’zîmle ona yol açıyordu. Hz. Adem onun celâl tuğlarını yükseltiyor, Hz. İbrâhîm onun heybet bayraklarını dalgalandırıyordu.

Hz. Mûsâ da, âdetâ batı tarafından habtbine münâcât ediyordu. Hani gözleri habîbine bakmıştı da, tekrar tekrar O’na bakmak istemişti. Kader ona Tûr tarafından “Emrimizi vahyettik” diye seslenmişti.

Bu sırada Hz. Isâ, yeryüzüne ineceğine ve Kâb-ı Kavseyn sâhibi ile ilgili gökyüzünde olup bitenleri yeryüzündekilere haber vereceğine dâir Mevlâ’sı adına yeminler ediyordu!

İşte böyle... Onun (s.a.v.) önünde “îşte bu bizim atamızdır.’’ askeri “Kendisine nimetler bahsettiğimiz bir kul" marşını okuyordu. Onun şerefinin tâcı “Muhammedün Rasûlullâh (Muhammed Allâh’ın peygamberidir) ” idi. Elbisesinin süsü “Göz kaymadı ve aşmadı” idi. Onun izzet ve şerefinin münâdîsi, varlığın bütün katmanlarında ve bütün safhalarında şereflenmeyi emretmek sûretiyle şöyle seslendi:

“ Muhakkak ki Allâh ve melekleri nebî (Muhammed) üzerine salât ve selâm
ederler. Ey îmân edenler! Sîzler de ona bol bol salavat getirin ve selam edin.”

Hz. Peygamberin Cesedi

Hz. Peygamberin cesedi onun rûhunun kandilliğidir. Kandillikte vahiy ışığının fânusu vardır. Onun kendisine inen vahyi tebliğ etmesi bir lambadır. Nübüvvet nûru kalp kandilliği fânusuna yayıldığı zaman nûr üstüne nûr olur. O’nun gönül aynası tertemizdir; gaybın gaybını onunla görür. Ona belîğ/edebî bir lisan ile hitâb edilir. Onunla akıl gözünün mele-i a’lâ’yı (yüce topluluk) görmesi için bir pencere açılmıştır. Ezelin latif defineleri ona sunulmuştur. Hâdis/mahlûkât ile Kadîm/Cenâb-ı Hak arasındaki tercümandır o.

Dilaver Gürer , Abdlkadir Geylani(Risaleler)
Devamını Oku »

Hz.İbrahim (a.s) Hakkında

Hz.İbrahim Hakkında

İbrahım yavrusu, kıdemin lütûf ve ihsan beşiğinde, kerem ağacının gölgesinde büyüdü. Fazilet yelpâzesi “Biz İbrahim’e rüşdünü (doğru yolu bulma kâbiliyetini) önceden vermiştik” nesimi ile onu serinletti.

Kader; zerrelerin zerrelerini ve canların ruhlarını “Rabbin (onlardan ahit) aldığı zaman” toplayıp, “Ben sizin. Rabbiniz değil rmyim?”in kölelerine hitâb ettiğinde, İbrâhîm (a.s.)’ın fasîh ve saâdet lisânı o yakınlık ve muhabbet minberi üzerinden “Belâ/Evet Rabbimsin” diye hitâb edenlerin ilklerinden idi. Onun sır kulaklarında “İbrâhîm’e selâm olsun” nağmeleri çınlıyordu. Ezel sâkîleri “Allâh İbrâhîm’i halîl (candan dost) edinmiştir" hâlis şarabının kadehleriyle onun etrâfinda dönüyorlardı.

İbrâhîm aşkının verdiği divânelik ve sarhoşluk ile cûşa geldi de coştukça coştu. Şevk, bütün şiddet ve ihtişâmıyla onun kalbini istilâ etti. Kara sevdânın sultânı gönlüne taht kurdu. “Onları şâhit tuttu da hazır olanlar içerisinde öylece kaldı. Tâ ki, zaman otağı içinde Nemrûd b. Ken’ân devletinde onun zuhûr etme vakti geldi. Aklını başından alan o âşıklık çöllerinde bu nesimin kokusunu koklayarak, “Belâ/Evet, Rabbimizin” yalnızlığının tâlibi olarak büyüdü. Muhabbet uğrunda leke sürülmek ona zevk verdi, hoş geldi. Şevk onun zihninin meşgûliyetini sürekli yeniledi. Aşk ise onun içindeki defineyi dürtükledi durdu.

O celîl/yüce olan Halîl, mağaradan çıktı. Vecd onun kalbindeki ateşi tutuşturmuştu. Fikrinin nazarı dehşete düştü. Sırrını felek gelinlerinin yüzüne doğrulttu. Hâlinin münâdîsi güzelliğinin sohbet arkadaşına dedi ki:

“İşte, senin için de benim için de bir göz aydınlığı!’’ Gözlerinin ışıkları itibar arasatlarını aydınlattı. Küçük bir şimşek çaktı; “İbrâhîm’e göklerin ve yerin melekûtunu gösterdik” bulutu onun üzerine ağdı. Fikrinin nazarım, kendisini müjdeleyen gözbebekleriyle, şevk aceleciliğinin kınasıyla ve aşk sarhoşluğunun coşkunluğuyla âlem meydanlarında ve yüce bahçelerde gezdirdi. Kalp gözüne matlûbunun alâmetinden başka bir yansıma ve sır nazarına da mahbûbunun zannından başka bir parıltı belirmedi. Her ne zaman kendisine bir şey gözükse, sâkînin ellerinde kadehler ile kendisine hitâb ederek belirdiğini zannetti. Halbuki gece kevn/varlık elbisesini karanlığına boyamış ve onu çadırının eteklerinin üzerine yaymıştı.

Felek bostanı çiçeklendi. Gökyüzü aydınlandı. Kazânın/kaderin dişleri gülümsedi. Vücûdun/varlığın yüzü o nesîmi dehşete uğrattı. Nûrların güzelliği bulut perdelerini onun üzerine çekti. Gözlerin gezebildiği her yer hicâp/perde kesildi. Gökçadır bütün kemâli ve nazı ile gelinler gibi süslendi. Yüce kubbe sağdan soldan çalım satan sarhoşlar gibi bezendi. Gökbahçe gezegen çiçekleriyle donandı. Yüce deniz göktaşı/yıldız incileriyle kabardı.
Yıldızların menzilleri doğularda ve batılarda farklı farklı sıfatlarla göründüler.

Müşteri, çakırkeyifliğe garkolmuş meftun âşık gibi; ya da sarhoşluk derdindeki sevdâlı gibi... Merih, divâne âşığın kalbindeki sevdâ ateşinin lazerine konmuş bir cezve gibi... Süreyyâ, hicrandan eriyip bitmiş âşık gibi; sevdânın şiddeti onda baş ve gözden başka bir şey bırakmamış. Cevzâ, sevgilinin ruh memleketine girip, onun kalbini ele geçiren muhabbet sultânının otağı gibi...

Sabâ rüzgârı dostların canlarına “Duâ eden var mi? Tevbe eden var mı? Kapıya buyurun” dâvetini yapan sevgilinin elçisi gibi...

İşte böyle... Kara sevdâ âşığın kalbini harap eder. Vecd, tâlibin rûhunu yakıp kül eder. Şevk dâimâ sevgiliden bahsettirir. Divânelik mahzun kalbi istilâ eder... İbrahim’in üzerinde aşk-ı kadîm zuhur ediverdi. İşte tam bu makamda iken Zühre yıldızının yüzünün güzelliği, sanki bir sâkî gibi,
“pâdişâh” ordusunun alayları arasında uzun eteklerini sürüye sürüye edâlı bir şekilde yürüyerek ona göründü. Her yer onun ışıklarıyla aydınlanıyordu. Sanki O’nun kemâl ayının bir hâlesi gibiydi. Nazar lisânı fikir anlayışına dedi ki:

“Eğer bu, muktedirlerin tasarrufu gibi kendi irâdesi gereğince yürüyebiliyor ve seçilmişlerin gezmesi gibi gök menzilleri arasında dilediği şekilde dolaşabiliyor ise ben de kalbimden gelen muhabbetin lisânı ile ona: İşte benim rabbim!” derim.

Fakat eğer hallerindeki sıkıntıları gideremiyor ise, başındaki hâli ile sonundaki hâli birbirini tutmuyor ve bu sebeple kaderin taht-ı tasarrufunda kalıyor ise, çeşitli hâdiseler onu da istediği yöne çeviriyor, kendine zarar veren hasmına karşı kendini savunmaktan âciz ise, o halde matlûb ondan başkasıdır; duâ edenin duâsına icâbet edendir, karşılık verendir.”

İbrâhîm, sanki ufûl/kayboluş atları iki saf olmuş da o, onların arasına sıkışmıştı. Ya da, birbirine hücûm eden iki ordunun arasında kalıvermişti!

(Yıldızlar) bir müddet göründükten sonra zulmet denizinde garkoldu. Ufuk mânâlarında sessizce kayboldu ve gizlendi.

Onun (Zöhre yıldızının) durumunun hakikati ibrâhîm (a.s.)’ın fikrinin nazarında açıklığa kavuştu. Bunun üzerine yakîn safâsının diliyle “Ben batardan sevmem” dedi.

Sonra ay, kemâl burcundan doğarak, güzelliğinin bütün parlaklığıyla yükseldi. Parlak ışıklarının ortalığı kaplamasıyla birlikte gökyüzü eyvanı aydınlandı. O ihtişâmlı devletinin gücüyle ışık ordularını etrâfa gönderdi. İbrâhîm (a.s.) dedi ki:

“Bu daha yüce bir sultan, bunun derecesi daha yüksek; eğer gidişâtı düzensizlik ve bozukluk gibi şeyler göstermezse, bir batıp bir doğmazsa... o zaman anlayış lisânımla bunun için ben de ‘İşte benim rabbim bu!’ derim.

Onun o göz kamaştıran güzelliği de gizlilik ve görünmezlik perdesiyle ortadan kayboldu. Ufuk kudreti, onun aydınlığını kaptı ve güzelliğinin üzerine kapandı. Kader onun varlık belirtisini adem/yokluk kılıcıyla kesti attı. Engin denizin diplerine doğru perişanca boğulan biri gibi batıp git' ti. Onun varlığına delil sâdece geride bıraktıkları kaldı da bunun üzerine İbrâhîm nebilerin tahkik lisânıyla şöyle dedi:

“Eğer Rabbim bana doğru yolu göstermezse, ben gerçekten şaşkınlardan olacağım.”

Sonra ortaya aydınlık ordularının bütün heybetiyle birlikte güneş sultânı çıktı. Soğuk nefesleri ısıttı. Sıkıntılı göğüsleri ferahlattı. Uzayan bakışları rahatlattı. Aydınlık alaylarının otağlarını gök eyvanına kurdu. Parıltı taburlarının revaklarını fezâ ufuklarına yerleştirdi. Yüceliğinin süvârilerini de masmâvi bir elbise üzerindeki yaldızlı bir işleme gibi gök' yüzüne saldı. Gezegenlerin ışıklan utançlarından dolayı onun izzet ve şe' refi önünde secde etti. Doğuş ve batışın bütün yönleri onun heybetinin kemâline boyun eğdiler. Parlak yıldızların askerleri onun ihtişâmlı salvosu karşısında hezîmete uğradı. Akıp giden parlak aylar onun eşsiz güzelliği i yanında görünmez oldu. Îbrâhîm dedi ki:

“Bu en büyükleri, en azametlileri, en parlakları, en aydınlıkları, en yüceleri, en ihtişâmlıları... Eğer seyrinde, akıp gidişinde kahrın cezbelerinden i sağlam kalabilirse, gidişâtında değişim darbelerinden etkilenmezse, o zaman r ben de onun için sırrımda fikir lisânımla ‘İşte benim rabbim bu!’ derim.”

Onun devleti de nakil ve taşınma karşısında hafif kaldı. Batıp kaybolma örtüsüyle o da gizlendi. Tagayyür/değişim kudreti onu da çekip götürdü.
Kader süvârîleri ona da saldırdı. Ufuk eyvanı onun kayboluşuyla birlikte karanlığa gömüldü. Şafak kuşağı semânın dört bir yanını dolanmaya başladı. îbrâhîm (a.s.)’ın itibârının hâkimi, ihtiyârının/seçiminin şâhidine şöyle dedi:

“Vasıfları sürekli değişen bir devlet gördüm; bu devletin kendinden hâriç bir ‘pâdişâh’ı olmalı. Sapasağlam işleyen bir memleketin, onu çekip çeviren, idâre eden bir Mevlâ’sının da olması gerekir.”

Zümrütten bir eyvan... Lâcivert bir renk... Kudret masmâvi düzlüğün üzerine yıldız cevherlerini döşeyiverdi. Hikmet eli o düzlüğün aşağı taraflarını bulut örtüsüyle örtüverdi. Ve karanlık bir gece... Dalgaları birbirine vuran denizin kabarması gibi... Dolunayın yüzü gibi aydınlık bir gündüz... Üzerine hikmet yorganı örtülmüş ve sağlam yapısıyla kıdemin/ ezelin sübûtuna işâret eden bir yatak... Ezel, hâtırların çözebileceği şeylerden değildir ki!... Araz ve cevherin niceliğine de girmez. Tevhîd lisânı, anlayış insafıyla İbrâhîm’e dedi ki:

“Ey halîl! Hareket ve sükûn; görünürlük ve gizlilik, renkler ve varlıklar, asıllar ve teferruatlar, tavâlî/doğuşlar ve levâmî/parıldamalar... Bunların hepsi ademden/yokluktan sonra, ezel irâdesinin kudreti ile inşâ edilmiş olan şeylerin vasıflarıdır. Ezelî fiilleri kendi fiillerinle mukâyese etmeye kalkışma. Akıl gözüne görünen şeyleri ehadiyetin vasıflarına örnek gösterme!”

Sonra ezel münâdısi, kerem ve lütûf lisânıyla ona şöyle seslendi:

“Ey Îbrâhîm! İzzet cânibine doğru yürü. Kudret perdelerine yapışmaya bak. Ehadıyet celâlinin himâyesine teveccüh et. Ezelî kemâlin kapısında bekle. Memleketini yönetmede Ferd/Bir olan Hâlık’ı maksat edin. Vâhid olan ve mahlûka benzerlikten münezzeh olan Rabb’e ibâdet et. O’na olan yolculuğunda ve itimâdında ilk ayağını O’nun şirkten berî olması tepesine, ikinci ayağını ise ‘Ben yüzümü gökleri ve yeryüzünü yaratan tarafına döndürdüm’ zirvesine bas.”

Ibrâhîm (a.s.) arzusuna nâil olmanın sevinciyle dedi ki:

“Kendisine itiraz yolu olmayandan yüz çevirme daha ne kadar sürecek?! Nâfile ve farzlarda kesin ve yeryüzü boyunca apaçık hüccet/delil sâhibi olan için bu kadar geri durmalar niye?! Ben yüzümü, gökleri ve yeryüzünü yaratan tarafına döndürdüm.”

Dilaver Gürer , Abdülkadir Geylani(Risaleler)
Devamını Oku »

Mükaşefe ve Müşahede

Mükaşefe ve Müşahede

Allahu Teâlâ’nın fiillerinden, akla üstün gelen, şekli ve kalıbı kıran bazı keşifler evliyâya vâki olur. Bu da iki türlü gerçekleşir: 1-Celâlî müşâhede. 2-Cemâlî müşâhede.

Celâl ve azamet müşâhedesi kalbe havf/korku, endişe, ürperti, darlık ve büyük bir sıkıntı bırakır. Bunların uzuvlarda da belirtileri görülür. Hz. Peygamberin namaz esnâsmda sadr-ı şeriflerinden (şerefli göğüslerinden) havfin şiddetinden dolayı, kaynayan tencerenin çıkardığı sese benzer bir ses duyulur ve kendilerine Allâhu Teâlâ’nın azametinden ve celâlinden keşifler vâki olurdu. Buna benzer şeyler İbrâhîm Halîlu’r-Rahmân (a.s.)’dan ve Emîrü’l-Mü’minîn Ömerül-Fârûk (r.a.)’tan da nakledilir.

Cemâl müşâhede ise, insanların kendi durumlarına uygun olarak, kalplerine vâki olan nûrlar, sevinçler, lütûflar, hoş kelâmlar, tatlı sözler, mevhibe müjdeleri, yüce menziller ve Allâhu Teâlâ’ya kurbiyet gibi şeylerdir.

İnsanların kısmetleri husûsunda, Cenâb-ı Hakk’tan bir fazilet ve rahmet olarak, kalem kaldırılmış ve dünyâ hayâtı boyunca, mukadder olan ölüm zamanı gelinceye kadar insanlarla ilgili şeyler O’nun tarafından takdir edilmiştir. Bu, insanların Cenâb«ı Hakk’a olan şevklerinin şiddeti sebebiyle muhabbette ifrâta düşmemeleri içindir. Böyle olacak olsaydı onlar kuraklıktan çatlayan topraklara dönerler, helâk olurlar ve kendilerine yakîn, yâni ölüm gelinceye kadar yerine getirmeleri gereken kulluk vazifelerinde zayıf düşerlerdi.

O, insanlara lütfundan ve hilminden dolayı, kalplerini terbiye etmek için ve onlara şefkat olsun diye böyle davranmaktadır. Zîrâ O insanlara karşı Hakîm’dir, Alîm’dir, Latiftir ve Raûftur. Bundan dolayıdır İri, Hz. Peygamber’in müezzini Bilâl’e şöyle buyurduğu rivâyet edilmiştir.

“Kalk, ey Bilâl! Bizi rahatlat!”

Yâni, bizi namaza kaldır ki, bu cemâl müşahedenden anlattığımız şeyleri görelim, demektir. İşte bu sebepledir ki, Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:

“Benim göz aydınlığım namaz içindedir.”

Dilaver Gürer , Abdulkadir Geylani(Risaleler)
Devamını Oku »

Hz Aişe (r.a) Hakkında

Hz Aişe (r.a) Hakkında

Ezelî irâde, Muhammedi gayreti bazı seferlere çıkma husûsunda harekete geçirdi. Hz. Peygamber o eşsiz,inciyi de bu yolculuğunda kendisine hemdem yapmıştı. Hizmetini görmesi, sabah akşam çadırını kurması için kölesi Misteh’ı onun (Hz. Âişe) emrine vermişti.

Kâfile dinlenmek için bir yerde konakladı. Uyku onların rahatsızlıklarını dindirdi. “Kul”u (Mistah) geceleyin uyku bastı ve uyuyakaldı.

Ehadiyet irâdesi, Âişe safiyye ve stddîkasım ihtiyâcını gidermek için yuvasından dışarı çıkmak üzere harekete geçirdi. O, bunun için mahfilinden dışarı çıktı.

Kudret eli, gerdanlığının düğümünü çözdü. Cevherler boynundan yere dağıldı. Onları tekrar boynuna dizmek için uğraştı durdu.

Kader şöyle nidâ etti:

“Ey Cebrâîl! O gerdanlığının birkaç tânesini kaybetti. Sen onların yerine yenilerini koy!”
Mistah uyandı. Develerini yürüttü. Olup bitenden haberi yoktu.(İfk Hadisesi) Medine’ye ulaştığında onu (Hz. Aişe) göremeyince aramaya koyuldu. Bu sırada kader, sırların definesini kazıyor ve şerlilerin ifk/iftirâ kıvılcımları da çakmaya başlıyordu.

Bu durum vahiy memesinin çocuğu, ezel sırrının hâmili, gayb emânetlerinin muhâfızı ve hamd sancağının sancaktarına ulaşınca, onların iftirâ gözlerindeki remzi anladı. Ona onların müşrikliklerinin işâretleri göründü. Kalbi elem duydu. Keder okunun delmesiyle gönlü yaralandı. Sır kristali kırıldı. İşleri dağıldı. Hz. Peygamber, sevgisinin remizlerini gizli bir tarzda göstererek ve şefkatinin lütfü ile Hz. Âişe’ye şöyle dedi:

“Babanın evine dön! Bana senin hakkında haber gelecektir!”

Bunun üzerine o, inci gibi gözyaşları döktü. Hıçkırıklara boğuldu. Düğün günü yasa döndü. Gecesi hüzünlerle zifiri karanlık oldu. Isttrâbının nefesleri göklere yükseldi. Sabır onun yanından kayboldu. Dedi ki:

“Suçsuz olduğum ve haksızlık etmediğim halde neden dolayı oraya I buraya sürülüyorum, uzaklaştırılıyorum! Yoksa bu, hicranlı sevgilinin iç ] âleminin şikâyeti yüzünden midir?!”

Ona şöyle seslenildi:

“Ey sıddîka ve hakîkaten seyyide/hanımefendi! Belâ, velâyet kadar olur. Zafer sabra bağlıdır.”

Ne var ki, kıssa/olay duyulup gussa/sıkıntı ortaya çıkınca, onun sabır ayı helâk oldu. Yükselen nefeslerinden dolayı his yıldızları batıp kayboldu. Yüreğinin yangınından dolayı inci gibi gözyaşları döktü. Dümdüz olan elifinin beli gönül kırıklığı yüzünden bükülüverdi.

Mahbûbundan ayrılığının müddeti uzadı. Matlûbundan aldığı hayat enerjisi yok oldu. Dedi ki:

“Yâ İlâhîl Zeliller Senden yardım diler. Mazlumlar Senin iletine sığınır. Mahzunların hüznünü Senden başka kim nefeslendirir?! Mustariplerin duâsına Senden başka kim icâbet eder?! Benim suçsuzluğumdan en haberdar olan ve benim durumumu en iyi bilen Şensin!”

Ya‘kûbiyye evine çekildi. Firkati Hz. Yûsuf un hâlinin bir benzeri oldu. Odasının karanlığı hüzün Yûsuf unun hapsine döndü.

Habîbin cânibinden gelen “keyfe tiküm (nasılsınız/hastanız nasıl)?’’ nesîminin esintisi ona uğradı da bunun üzerine şöyle dedi:

“Ben ki, fasâhat evinde büyümüşüm, zıtlarla fasîh konuşanın en yakın arkadaşıyım: (Tîkünfdeki) “te” (tâ harfi) yakındaki muhâtap içindir, “ke” (kâf harfi) uzaktaki gâip içindir. “Enti”nin (bayan için ‘sen’ zamiri) te’sinin bu kelimenin kâfındaki yeri nerede? “Hâzihî”nin (bayanlar için ‘bu* zamîri) he’sinin (hâ harfi) “tîküm”daki yeri neresi? Çoğul mîmi (mîm harfi) zikredilen kişilerden birisi için tahsis de gerektirmez. Uzun zaman
oldu ki, ben hicran çekenin gözüyüm; gâibin/uzaktakinin kalbinin siyah noktasıyım; sevgilisinin cemâlinden uzak kalmış kimsenin ünsiyetinin reyhanıyım. Fakat zamanın değişen halleri ve (insanın üzerine) saldıran anları var. Yâ Rab! Üzüntüden boğuldum. Hüznümün harâreti beni yakıp kül etti. Bu dert benim belimi büktü. Fikrimin karışıklığı beni darmadağın etti!..”

En yüce âlemin melekleri daha fazla dayanamayıp feryâd ü figân ettiler. kudsiyet yurdunun sâkinleri çeşit çeşit teşbihlerde bulundular. Nûrânî savmaaların ruhbanları sızlandılar. Nûrânî cisimler ve rûhânî ruhlar dediler ki:

“Ey İlâhımız! Nübüvvetin tertemiz örtüsünün kalbinin safâsına keder çöktü. Şeref denizinin bir incisinin gönül cevheri parça parça oldu. Risâlet bahçesinin reyhanı fâsıkların iftirâsıyla solup kurudu. Vahiy memesinin çocuğu münâfıkların yalanı yüzünden sütten kesildi.”

İlâhî memleketin postacısına ve melekler ordusunun kumandanına dendi ki:

“Yâ Cibrîl! Ezel gaybının levhalarından, aybı gayb lisânıyla temizleyen on yedi âyet al. Ben o âyetleri ezelde ve kaderden önce söylemiştim. Onları kıyâmete kadar Âişe’nin elbisesinin yeni için bir süs yaptım.”

Ezel postacısı “fazilet efendisi”ne Nûr Sûresi’ndeki sürûr/sevinç âyetlerini indirdi.

Sıddîka, âyetlerin haykırışını duyup müjde işâretlerini görünce dedi ki:

“Zayıfa güç veren, hakîre izzet bahşeden, mazlûma acıyan ve kederi gideren (Allâhu Teâlâ) sübhândır. Vallâhi, Rabbimin benim hakkımda Kur’ân/âyet indireceğini ve vahyinde Nebisine (s.a.v.) benden bahsedeceğini zannetmiyordum. Fakat O’nun Rasûlullâh’a benim suçsuzluğumu ve masumluğumu rüyâsında göstermesini umuyordum.”

O halde mazlûm, İlâhî yardımdan hiçbir zaman ümit kesmesin. Ezilen- lerin feryadına ancak sabırdan sonra yetişilir.
Dilaver Gürer , Abdulkadir Geylani(Risaleler)
Devamını Oku »

İnsan




Âdemoğlunun yaratılışı ne acâiptir! Yaratıcı onda ne enteresan defineler saklamıştır. Hevâsına tâbi olmazsa, bir melektir. Kesâfet onu kaplamazsa latîf bir mânâdır. Gaybın ilginç sırlarını saklayan ve bütün ilimleri kendinde toplayan bir hazînedir. Nûr ve zulmet dolu bir kaptır. İçinde, ruh gelininin ağyârın gözlerinden sûret örtüleri ile gizlendiği bir kalıptır. Kader, onun güzelliğini “Biz onları üstün kıldık”meclisinde, “Biz Âdemoğlunu şereflendirdik" elbiseleri içinde meleklere gösterir. Ondaki akıl, onun yaratılışının Şehâdet âleminden olduğuna bir işârettir. Sûret sedefleri, vücûd/varlık denizinde, ilim gemileriyle yakın nûrunun kemâle ermesi için ruh incileri taşır. Böylece o, rûh rüzgârı sâyesinde müşâhede “Cezâyiri”ne/adasına ulaşır.

Onun içindeki akıl sultânı ile hevâ sultânı, birbiriyle savaşmak ve dövüşmek için göğüs fezâsı meydanında karşı karşıya gelir. Nefis, hevâ sultânının en has askerlerinden iken, rûh, akıl sultânının en şerefli asker- lerindendir. İşte o esnâda hüküm müezzini onlar arasında şöyle nida eder:

“Ey Allâhu Teâlâ’nın süvârîleri! Atlarınıza binin! Ey Allâh’m askerleri! Hazır olun!”
“Ve siz, ey hevânm askerleri! Öne çıkın!”

Onlardan her biri kendi tarafının zafer kazanmasını arzu eder. Hasırlına gâlip gelmek için var gücüyle savaşır.

Tevfîk gayb lisânıyla şöyle der:

“Gâlibiyet benim yardım ettiğim tarafın sancağına bağlı olacaktır. Benim yardım ettiğim kimse dünyâda da âhirette de saîd/mutlu olacaktır. Ben kiminle berâber olursam, onu “Sadâkat makâmına/Sâdıklar meclisine” ulaştırıncaya kadar ondan ayrılmam.”

Tevfîk, Hakk’m velîsine koruyup gözetme gözüyle baktığı bir hüsn-i nazarıdır.

Ey oğul! Akla tâbi ol; o seni en büyük saâdet yolundan götürür. Nefsinden ve hevândan ayrıl. O zaman “aceb”i (Hakk’ın muhteşem işlerini) görürsün.

Ruh gaybî ve semâvîdir. Nefis yeryüzü toprağına âittir.

Latîf kuş, kesâfet yuvasından inâyet kanatlarıyla yücelik ağacına uçar. Kurbiyet dalında yuva yapar. Şevk dilinin nağmeleriyle şakımaya başlar. Ünsiyet nedîmi/arkadaşı ona kur yapar. Hakikat mücevherlerini marifetin kucakları arasından toplar. Kesîf kuş, vücûdunun karanlık kafesinde mahsur kalır. Kalıplar fenâya erince, geriye kalplerdeki sırlar kalır.

Cenâb-ı Hak eğer senin kalbine bir kere nazar edecek olsa, orayı kendi makâm-ı arşı derecesine yükseltir. Oraya ilmin hakikatlerini hediye eder. Orayı ma‘rifet sırlarının hazînesi yapar. İşte o zaman akıl gözüne ezelî cemâl görünür. Hudûs (sonradan olma) özelliği taşıyan her şeyden yüz çevirirsin. Sır gözün, kalp aynanda melekût âlemlerinin adamlarıyla karşılaşır. Ayetlerin hakikatlerini keşfetme/öğrenme meclisinde, fetih gelinleri sır/ gönül gözüne tecellî eder. İşte o zaman himmet levhanda mevcûdat yansımalarının izleri yok olur gider.

Ey insanoğlu! Aydınlık akıl, üstadların her türlü karanlıkta kullandığı bir fenerdir. Sâf/tertemiz fikirler ma'rifet erbâbının delilidir. Zanlar birbirine karıştığı zaman kadîm inâyet, yakîn yüzünün üzerindeki şüphe perdesini aralar. Deliller yetersiz kaldığında yetişen irâde, bâtıl fikirleri ortadan kaldırır.



Dilaver Gürer , Abdulkadir Geylani(Risaleler)
Devamını Oku »

Hayır ve Şer Allah'tandır

Hayır ve Şer Allah'tandır

Bir hadis-i kudsîde “Kullarımdan bazısına fakirlik layık olur, eğer ona zenginlik versem hâli bo­zulur; bazı kullarıma da zenginlik layık olur, eğer onu fakır kılsam hâli bozulur” buyrulmuştur. Bu hadis yukarıda adı geçenlerin hepsini içine alır. Herkesin istidat ve kabiliyetine gerektirirse ona göre mu­amele olunur. Mesela Zeyd’in tavır ve fiilleri Amr’ın  tavır ve fillerin­den iyi ve güzel iken, Zeyd’in fakir ve mihnette olup, Amr’ın zengin ve rahat olması, takdir olunanın ortaya çıkması demektir. Kendi nef­sini teberri ve kadere isnad etmek tam cehalettir. Çünkü “insanlar amellerine göre karşılık bulurlar, amel hayr ise hayır, şer ise şer bu­lur” mealince her şahsın istidadı İlahî takdiri kendi nefsine icab ve davet eder. Meselâ iki talebe bir üstadtan ilim tahsilinde olsalar,ahlâklarına uygun olarak biri heva ve hevesine tabi olup okumadan câhil kalsa ve cehaleti yüzünden fakir ve zillette olsa diğeri gayret ve himmet ederek alim olup ilmi sebebiyle nimet ve izzette olsa, imdi bu iki şahsın kaderleri böyle imiş demek kaderi hatalı saymaktır.

İki kardeşe babalarından miras kalsa, biri sefahata harcayarak fa­kir, diğeri tedbirli, akıllı olup israf etmeyerek zengin olsa, bu iki kar­deşin fakir ve zenginliğini kadere isnad etmek cehalet ve avamın iti­kadıdır. Belki kendilerine hareket ve fiillerinin etkisinin gereği olarak ilahı kaderi bu halde bulunmalarına davet ve icab ettirdi. Zira “Senin Rabbin kimseye zulmetmez. ” (Kehf, 49) “Biz onlara zulmetmedik lâ­kin onlar kendilerine zulmettiler ” (Hud, 101) ve daha bunların ben­zeri ayetler ve hadislerin delâletleri zulüm ve isyanın kula isnad olun­masını işaret ederler.

Hatta şeytan “Beni iğva ettin” (Hicr, 39) kelâ­mında iğvayı Hakk Teâlâ’ya isnadla yalancı, Hz. Adem “nefsimize zulmettik” kelamında zulmü kendi nefsine isnad ederek doğru oldu­ğu için şeytan kovulmuş ve Hz. Adem makbul olmuştur. Hayır ve şer Hakktandır demek, yaratmak ve hüküm Haktandır ama benimseme ve irade kuldandır diye inanmak gerekir. Eğer böyle olmazsa irade-i cüz’ıyeyı inkar ve Cebriye mezhebini seçmek lazım gelir. Cüz’î irade­nin gerek mahluk, gerek gayr-i mahluk olsun kulun hallerinin hepsinin varcağı  yercüz’î iradedir. Tedbirde kusur edip takdire bahane bulmak aptallıktır. İlmin maluma tabi olduğu meselesini bundan önce beyan ettik. Kısaca her kesim giriftar olduğu mihnet ve meşakkati kendi kazanır.

Hakk Teâlâ cömert ve kerim, feyyaz-ı mutlaktır. Feyyaz-ı mutlak­ta cimrilik olmaz, bir kimseye zulüm ve gadr etmez ve müstehab ola­na yardım ve ihsanda eksiklik etmesi ihtimali yoktur. Cüz’î irade de­mek, her bir şahsın ruhunun meyil ve hoşlandığı şey ve evsafından ibarettir. Ruhun meyli ve hoşlandığı hangi tarafa yönelmiş olursa o tarafı irade ve arzu etmiş olur.

İşte bu iradesi hasebiyle gerek hayır­dan gerek şerden ne türlü muamele ve mücazat olunmasına müstehak ve layık ise külli İlahî irade o türlü muamele ve mücazat olunmasına taalluk eder. Ona kader derler. Güya cüz’î irade dolabın mihveri, küllî irade dolab mesabesindedir. Cüzî irade her ne kadar küllî irade­nin hükmü altında ise de küllinin hükmü cüz’înin devran ve liyakatı-na tabidir. Bu takdire göre her bir şahsın gerek hayır ve gerek şer ile muamele ve hüküm olunmasını gerektiren sebebi yine kendi zatıdır. Hatta bazı muhakkikler, her bir şahıs kendi nefsinin hem hakimi ve hem de mahkumudur.

Doğrusu budur ki kısas ve kati olunmaya müs­tehak bir katilin gerek kendinde değilken gerek uyku basmasıyla ve gerek çeşitli sebeplerle akl-ı maaşına ani bir halel, bozukluk olsa o anda katile, “Sen ne türlü mücazat ve muamele olmak istersin” diye sorsalar, katil, öldürülmek istediğini söyler. Keza hayır ile mücazat olunmaya müstehak salih bir kimsenin kendisine, sana ne türlü mu­amele olunması lazımdır diye sorsalar, hayır ile muamele olunması lazımdır diye cevap verirler. Keza zengin bir adam fakir olsa fakir ol­masını kendi batını kendine hükmeder. Kıyas bunun üzerinedir.

Kısa­ca herkesin bulunduğu hali kendi nefsi üzere kendisi icab ve hükme­der. Ama zahirde bilmezler. Batın hallerden bir miktar haberi olanlar bilirler. İnsanlar her zaman ekicidirler, yani ektiklerini biçerler “Dün­ya ahiretin tarlasıdır” hadisinin manası vaktinde ekilen hayır ve şer’i vakti gelince bulursun demektir. Bu takrirden anlaşıldığı gibi, İlahî fiillerin hepsi hüküm ve mesalih üzeredir. İllet ve arazla malul değil­dir. Bir kimsenin, bu niçin böyle, demeye hakkı yoktur. “Örtüyü açarsan, ortaya çıkan şeyde hatır yoktur” hadisi bu manayı doğrular. Bu mesele her ne kadar avama göre kolay ve açık ise de havasa göre kolay değildir.



Aziz Nesefi,Hakikatlerin Özü
Devamını Oku »

Huda-i Mevhum

Huda-i Mevhum


Ey arif! Hakikatta malûmun olsun ki, Âdemoğullarından pek çok kimseler farazi ve sahte (mevhum ve masnu’) bir İlaha taparlar ve daima da tapmaktadırlar. Çünkü her şahıs kendi fikir ve hayalinde bir şey tasavvur eder. O tasavvur ettiği şeye İlah  diye inanıp ona tapar. Herkesin tasavvur ettiği şey onun farazi ve sahte İlahı olur. Bütün insanlar bu tasavvurdan ırak olmaz. İşte böyle olan kimseler bütün gün putperestleri gıybet edip ‘putperestler kendi elleriyle put­lar yapıp ona taparlar’ diyerek onları kötülerler. Kendilerinin de bütün ömürlerinde diğer putperestler gibi olduklarını ve daima öyle olmak istediklerinini bilmezler. Rablerin Rabbı, gerçek Ma’bûd ve mutlak İlah’dan gafildirler.

Bu meselenin hariçte misali şudur: Bir abid Hz. Hızır’ın vasıflarını işitmekle ona aşık olup gece gündüz onunla karşılaşmayı ve sohbet etmeyi temenni edermiş. Fakat Hızır ismini işittiğinde şu kıyafette şu görünüşte olmalı diyerek hayalinde bir görünüş tasavvur etmiş. Bir gün halvette Hz.Hızır kendi cismani kıyafeti ile o abide görünüp ‘İşte görmek istediğin Hızır benim’’demiş.Abid hemen Hz.Hızır’ın suretine bakıp görmüş ki kalbinde tasavvur ettiği kıyafette değil. Abid ona ‘Sen Hızır değilsin’ demiş. Hızır (a.s.) abdie, ‘Niçin ben Hızır değilim’ dediğinde âbid, ‘Benim tasavvur ve vehm ettiğim Hızır bu kıyafette değildir’ şeklinde cevap verince, Hızır (a.s.) ona şöyle demiş: ‘Öyleyse sen bana aşık değilsin; ancak kendi tasavvur ve kuruntuna aşıksın’. Ve sonra kaybolmuş.''



Aziz Nesefi,Hakikatlerin Özü
Devamını Oku »

Kaza ve Kader

Kaza ve Kader


Ey arif! Allah’ın hükmü, kazası ve kaderi vardır. Bunların her biri başka başkadır, yani zıt isimlerdir, eşanlamlı isimler değildir. Hakk’ın ezelî ilmi O’nun hükmüdür. Bildiği şeyleri ortaya çıkarmak O’nun kazasıdır. Ve o şeyleri var ettikten sonra birden yaratıp zahire çıkarması O’nun kudret ve kaderidir. Her şey O’nun kaza ve kaderiyledir. Bu âlemde ne olursa O’nun kudretiyle olur. Bütün işler O’nun kaderiyledir.

Ey arif! Hakk’ın ilmi O’nun hükmü demektir. O hükmün sebep­lerini yaratmak O’nun kazasıdır. O sebepleri birden meydana getirmek O’nun kudret ve kaderidir. Yakinen bildik ki âlemde yaratılmışın (hâdis) bir şeye sebebolması mümkün değildir. Buna göre O’nun kudretinden hariç âlemde bir nesnenin zuhuru ve hudûsu mümkün olmaz. Bütün eşya O’nun kudret ve kaderiyle olur.

Ey arif! Malûmun olsun ki, ayetlerle hadislerin arasında tenakuz şeklinde bazı hükümler görülürse de görünüştedir (sûrî). Hakikatte tenakuz yoktur. Ulemâdan kelâmcıların, tenakuzların varacağı yeri (mevrid) ve musarreflerini inceleyip tenakuz yokluğunu bilmeleri gerekir. Aynı şekilde bir hadiste “Kader kılınmış şey değişmez"", diğer bir hadiste ise “Kaderi duadan başka hiçbir şey geri çevirmez“ rivayet olunmuştur. Dua, daha aşağıda olanın (ednâ) daha vakardan (âlâ) talep etmesi manasınadır. İmdi, bu iki hadis arasında olan tenakuz görünüştedir. Birinci hadise göre kader değiştirilmez ve ikinci hadise göre kaderin reddi mümkündür.

Ey arif! Eğer bir kimse, kaderi redd mümkün değildir derse, bi­rinci hadise göre doğru demiş olur. Bir başka kimse, kaderi redd mümkündür, derse, ikinci hadise göre yine doğru demiş olur. Mesele­nin tahkiki şudur; eşyada değişme mümkündür, ama bütünde müm­kün değildir. Mümkün olan, bazı eşyadadır. Kaderin reddi yine kader ile mümkün olur. Meselâ bir kimse çok bal yese vücudunda sıcaklık ortaya çıkar. Hummaya dönüşerek ölme ihtimali olabilir. Hazık ta­bibe haber verilerek bu hararet vücuttan savuşturulmuş oluncaya ka­dar ona kâfur yuvarlığı verip bu öldürücü hastalıktan kurtulma imkâ­nı bulabilir. Hiç şüphe yok ki o hararet Hakk’ın kaderiyleydi. Kâfur yuvarlağının yenmesi de yine Hakk’ın kaderiyledir. Buna göre kaderi redd kaderle mümkün demektir. Eğer humma hastalığı sonuna gelip rutubet tamamen dışarı atılmış ve harcanmışsa, hazık tabib ona ne kadar ilaç verirse versin hastalık kaldırılamaz.

Yıldızların ve feleklerin etkileri de böyledir. Mesela yaz mevsimi geldiğinde hava gayet sıcak olur. Bu sıcaklık Hakk’ın kaderiyledir. Bu harareti âlemden reddetmek mümkün değildir. Ama bir kimse yeraltı odası (seradib) yapar ve yaz döneminde orda oturursa kendi nefsin­den bu harareti uzaklaştırmış olur. Aynı şekilde kış mevsiminde hava gayet soğuk olur. Bu soğuğun Hakk'ın kaderiyle olduğundan şüphe yoktur. Bu kaderin âlemden reddi mümkün değildir. Soba ve ocaklık bulup kış günlerinde orada durursa, o soğukluğu kendi nefsinden uzaklaştırır. Diğer şeyleri sen buna kıyas et.

Ey arif! Kul tarafından ortaya konulan şeye tedbir derler. O şeyi Hakk Teâlâ yaratırsa ona takdir derler. “Kul tedbirle hareket eder, Allah takdir eder. ” Ama hakikat gözüyle incelense ikisi de İlahî ka­derdir. Kaderi yine Hakk’ın kaderiyle redd mümkündür. Kılıcı kılıç redd, askeri askerle redd, aklı akılla redd ve cehaleti cehaletle redd. Buna göre birinci hadisin musarrefi bütünde ve ikinci hadisin musarrefi bazılarında olup ikinci hadis arasında tenakuz olmadığı ke­sinleşmiş olur. Başka tenakuz şeklinde bulunan ayet ve hadisler de bu kıyas üzredir.

İmdi bu tahkik üzre şeriat ehlinin mezhebi Cebriyye ve Kaderiye’den uzak ve ayrı olur. Çünkü Cebriye tedbiri inkar edip,kaderi, reddmümkün değildir, “Kader kılınmış şev değişmez’’

Diyerek mutlak cebr de kaldılar. Kulların tedbirini ve cüzi ıradelerini toptan inkar ettiler. Kaderiye ise Hıristiyanlar ve Mecûsiler gibi Hakk’ın kaderinı bütün bütün inkâr ettiler. Kaderiye’nin hatası Cebriyenin hatasından daha büyük ve daha kötü olduğu açıktır. Hatta bir hadiste; “Kaderiye, bu ümmetin Mecusileridir"buyrulmuştur.

Cebriyye’nin câhillerine şu şekilde bir soru sorulur: Sîzler cüz î irade ve akılların tedbirini redd ve inkâr edip kaderin kaderle reddi mümkün değil diyorsunuz.Eğer nefs-ı emr'de sizin dediğiniz gibi olsaydı hocaların terbiyesinin, akılların tedbiri ve anlayışların düşüncesinin,aptalca ve abes olması gerekirdi. Hatta iyiliği emr ve kötülükten nehy etme de fayda olmazdı, bu soru gayet açık ve aydınlıktır. Açıklığınınn çokluğundan bu meselede ulemadan bir hayli cemaat hayrete düşüp sersemlediler. Kaderiye, Cebriye ve bazı bâtıl mezheplerin kurulması kader meselesini halledemediklerinden dolayı oldu.

Beyit

Dermiş ıkı milletin savaşı herkese özür,

Hakikati görmedikleri için efsane yolun vardılar!

Cebriye’nin Görüşlerini İptal İçin Diğer Bir Cevap

Muhakkikler kader sırrı hakkında şöyle söylemişlerdir: Alem ezelde İlâhî işlerde (şuûnât-ı ilâhîye)sinde iken her birinin mahiyeti ve gereğine Allah’ın ezelî ilminin taallukundan ibarettir. Öyle kı her bir ayn hariçte var olma zamanında, yani haricî varlığı hangi za­manda olması gerekiyorsa o gerektiği hal üzre zuhuruna ilmi taal­luk etmişti. Halbuki şuûnat ve a’yânlar kılınmış (mec’ûl) değildir. Kılanın (câil) kılması ona taalluk etmemiştir. İşte bu ilmi üzre hük­mü sabit oldu. Buna göre hükmü ilmine tabi oldu. İlmi de malûma tabı oldu. Şüphesiz Hak Teâlâ Hakîm’dir ve de Hakem’dır. Bir şey üzre kaza ve hüküm buyurmaz, ancak o şeyin ilmi hazretinde subûtu halinde ayn’ın ilerde kaza bulacak hallerine taalluk eden ilmi üzre hüküm buyurduğundan mahlukatta kesinlikle cebr ihtimali bulunmaz.’’Peki niçin falanı kafir,falanı mümin,falanı fakir, falanı zengin kıldı” diye sorulmaz. Herkesin hâli zatının gereği olmuş olur. Eğer bir kimse bu meseleyi anlamazsa ona “ Yaptığından sorulmaz ” (Enbiya, 23) cevabından başka cevap verilmez. Muhak­kiklerin meslekleri budur.

Aziz Nesefi,Hakikatlerin Özü(İnsan yay.)
Devamını Oku »

Alem Hakîkat-i Muhammediyye’nin Yansımasıdır

Alem Hakîkat-i Muhammediyye’nin Yansımasıdır


Sûfîler, anlatabildikleri kadarıyla, tecelliyatın kendisinden neş'et ettiği yani Hakk'ın umûr-ı dünyeviyyeye yönelik kısmı olan o Logos'a "Muhammedi Hakikat" demişlerdir. Hakîkat-i Muham- mediyye kavramı bedenlenmiş, Mekke'de doğmuş, Medine de vefat etmiş, Abdullah'ın oğlu, Âmine'den doğma Hazret-i Muhammed dediğimiz o şahs-ı mücessemin hakikatidir. Bu hakikat yara­tılmamış olması hasebiyle, zaman zaman Hazret-i Muhammed le hakîkat-i Muhammediyye arasında anlatımda farklılıklar olur. Şöyle söyleyelim: Bütün peygamberler, Hazret-i Muhammed de içlerinde olmak üzere, hakîkat-i Muhammediyye'nin yansımasıdırlar. Hakîkat-i Muhammediyye ile Hazret-i Muhammed arasında miraç hadisesi vukû bulmuştur. Hazret-i Muhammed(sav), kendi hakikatine miracda ermiştir.

Sûfîlere göre âlem, hakîkat-i Muhammediyye'nin yansıma­sıdır, demiştik. Buna siz âlemin ruhu da diyebilir veya değişik adlar verebilirsiniz. Bundan dolayı sûfîler der ki: İnsanlık, daha genel anlamıyla bütün mahlûkat iki kategoriye ayrılır. Bir tanesine ümmet-i davet denir, bir tanesine ümmet-i icâbet denir. Ümmet, topluluk demektir. Davet topluluğu şudur: İster mü'min, ister kafir ister Putperest, ister Türk, ister Arap, ister İngiliz olsun,

bütün yaratılan şeyler, nesneler kozmik anlamda bu ilk yara­tılanın yansımasıdır. Her şey ondan çıktığı için yaratılmış her şey hakîkat-i Muhammediyye'nin kozmik genlerini taşır. Bütün âlemde bu hakikatin parçacıkları vardır, o her şeyin atomlarma kadar sirayet etmiştir. Sûfîler der ki: Yeryüzünün tamamında hakîkat-i Muhammedi'nin kokusu, rengi vardır. Bu gözle ba­kıldığı zaman bütün kâinat Muhammedi'dir. Bütün insanlık Muhammedi'dir. İster Müslüman, ister kâfir, ister Hristiyan ol­sun, hepsi Muhammedi'dir. Hepsi Muhammed'in çocuklarıdır; sallallahu aleyhi ve sellem. Bunlara ümmet-i davet denir.

Ancak bunların içerisinde bir grup vardır ki fıtratlarında, zâti olarak kendi cevherlerinde yer alan bu hakîkat-i Muhammediyye'nin parçacıklarını dünya hayatlarında yaşarken Hakk'a olan iman basamaklarında, şeriat-i Muhammediyye'yi de zâhirde kabul etmek suretiyle itiraf ettiklerinde zâhirleri de bâtınlarına uymuş olduğundan, zâhirleri de bâtınlarının davetine icabet etmiş ola­cağından, Muhammedi olan kişi böylece zâhirde ümmet-i icâbet haline gelir. Yani iç daveti fıtrata cevap vererek "Amentü bike ya Resûlallah, fedake ebî ve ümmîya Resûlallah! Anam babam sana feda olsun ya Resûlallah veya dahîlek ya Resûlallah/" gibi ona teslimiyeti, bağlılığı, imanı ifade eden ifade biçimleriyle bu niyetini izhar eden kişi, aslında kendi içindeki fıtrata iman etmiştir. Bu açıdan, bunun aslında bir sağlamasını da yapmamız mümkündür. Bunu nasıl yapabiliriz?



Nübüvvetin Ortak Adıdır Muhammediyye

Bütün peygamberler, hakîkat-i Muhammediyye'den neş'et ettikleri için her bir peygamber Hazret-i Muhammed'in bir yö­nünün izhar edicisi olmuştur. Bundan dolayı nasıl Allah ismi, lafza-yı Celâl, Hakk'ın diğer isimlerine câmi ise, bütün isimlerini kuşatıyorsa, Allah'ın her bir ismi o lafza-yı Celâl içerisinde ihata ediliyorsa aynı şekilde Muhammed ismi de -sallallahu aleyhi vesellem İsa, Mûsâ, İbrahim, Üzeyir, Âdem aleyhimüsselâm ve diğer bütün peygamberlerde mânen mündemiçtir. Dolayısıyla Hazret-i Muhammed adeta bütün peygamberlerin toplamıdır, bütün peygamberlerin ortak adıdır. Belki de buna bir müessese adı diyebilirsiniz. Peygamberliğin adıdır Muhammediyyet. Nü­büvvetin ortak adıdır Muhammediyyet. Ondan dolayı her nebi, aslında o nübüvvet nurunun bir veçhesini yansıtmıştır hayatında. Bunu, dinler tarihine baktığımız zaman çok iyi görürüz.

Her bir nebide aşağı yukarı bazı özellikler öne çıkmıştır. Ama Hazret-i Muhammed(a.s) Efendimize baktığımız zaman, bütün nebilerin özelliklerini buluruz. İsa'nın şefkati de var, Mûsâ'nın celâli de. Kılıç da var, teşbih de. Ümmîlik de var, yüksek ilim de. Fakr da var zenginlik de. Bundan dolayı Hazret-i Muhammed'in mane­viyatı, insan fıtratında yerleşik olan bütün özellikleri kuşatabilen bir yöne sahip. Evlilik de var, çocuk sahibi olmak da, bir odaya kapanıp inzivaya çekilmek de. Yemek yemek de var, peş peşe savm-ı Dâvûd tutmak da. Tek başına yapılan ibadetler de var, topluca yapılan ibadetler de. Siyaset var, ekonomi var ama bunun yanında güçlü bir maneviyat da var. Cemaat de var, uzlet de. Fakat bir manastırda, tek başına icra edilen bir uzlet yok.

Sadece top­lumsallık, toplumsallığın ferdi ezdiği, öldürdüğü bir din anlayışı da yok. Bugün din temelli bazı teorilerin ileri sürdüğü gibi dini sadece sosyo-politik bir teoriye indirgeme anlayışı da yok. Diğer taraftan güçlü bir maneviyat var fakat toplumsal sorumluluk da var. Güçlü bir sanata zemin hazırlayacak malzemeler de var. Do­layısıyla hakîkat-i Muhammediyye'nin tecellisi bütün insanlıkta var olmasından dolayıdır ki bir insanın Müslüman oluşunda daha doğrusu Muhammedi oluşunda bir tür fıtratının sesine cevap verme, icabet etme gibi bir yaklaşım söz konusudur. Bunun için hakîkat-i Muhammediyye yönüyle Hazret-i Muhammedi tanı­yanlar, o şekilde ihtida edenler -Martin Lings gibi, Rene Guanon gibi- hep şunu itiraf etmişlerdir: "Biz aslında fıtratımızın sesine kulak verdik." Yani Muhammedi olmakla biz dönmedik, kendi içimizi keşfettik.

Mahmud Erol Kılıç - Tasavvuf Düşüncesi

Devamını Oku »

Zikirle Allah’ı Bulma

Zikirle Allah’ı Bulma


Allah'ın isimlerini zikretmek yani saymak suretiyle o isimlerin ruhaniyeti, manası kişiye gelmeye, aksetmeye ve üzerinde hakimiyet kurmaya başlar. Bir müddet sonra o kişinin artık sırf dili değil, bütün azalan zikretmeye, o ismi söylemeye devam eder. Buna giden yol önce dil ile yani lisanı hareket ettirmek suretiyle olur. Lisanı hareket ettirmek, "Allah, Allah...", "Lâ ilâhe illâllah, lâ ilâhe illâllah..." zikrine devam etmektir ki, bu da kişide bir müddet sonra hızlanır ve sabit bir nokta haline gelir. Bir kere "Allah" der ama o bir defa "Allah" demenin ardında, on bin "Allah" rezonansı vardır. Buna, "zikr-i dâim" denir. Zikr-i dâim, çok yüksek bir makamdır. Büyük âriflerin çıkabileceği makamdır. Onlar sayısallığı artık aşmışlardır. Çünkü onların hayatlarında Allahın mazhariyetinin dışında bir oluş kalmamıştır.

Onlar bir hadis-i kutside ifade edildiği gibi; "O kimseler beni o kadar çok anarlar, bana o kadar çok ibadet ederler ki, (ibadet, anmak demektir aynı zamanda) Allah'ın isimlerini o kadar zikrederler ki, bir müddet sonra ben ve o, o kadar yakınlaşırız ki, onlar benim gören gözüm, tutan elim, yürüyen ayağım olurlar."10 Allah'ın eli olur mu? Allah'ın ayağı olur mu? Allah'ın gözü olur mu? Bunlar ayrı birtakım konular ama Allah hadis-i kutside, 'olurlar' diyor. Demek ki, yeryüzünde hiç kimse Allah ile, Allah olarak, ilah olarak yolda, sokakta karşılaşmış değildir. "Allah adamı" olarak Allah bulunur.

Allah'ın yeryüzünde Zâtı ile bulunamaması yeryüzünün, şehadet âleminin doğasının Zât'ını kaldıramayacağından ileri gelir ki, kayıtlılık âlemi, kayıtsızlık âlemini kaldıramaz. Bu sebepten dolayı, Allah ancak isimleri ile tecellileri ile bilinir. Allah'ı mükemmel bir şekilde tecelli ettirebilecek tek varlık "insan"dır. Çünkü "ve alleme'l-esmâe külleha" buyruluyor. "Ben bütün isimlerimi âdeme yükledim, öğrettim, bildirdim, bellettim." Bu âyetin ifadesinden biz, hayvanat, nebatat, cemadat gibi insan dışındaki diğer varlıklarda da Allah'ın isimlerinin belirli oranda bulunduğunu görmekteyiz ama bütünü, küllü sadece insandadır. "Allah'a giden en güzel yol, Allah'ın mazhar-ı tammı olan insandan geçer."

Umum dindarların, umum Müslümanların kendilerine bildirilen, aynı zamanda Peygamber Efendimizin(sav) hadislerinde de tavsiye edilen esmaların adetlerine devam etmelerinin bir mahzuru yoktur. Çünkü bunlar hafifletilmiş, herkesin günlük olarak yapabileceği zikirlerdir. Mesela, namazdan sonraki tesbihatlar gibi. Ama bunun üzerindeki özel rakamlar, beş bin kelime-i tevhid ya da yetmiş bin kelime-i tevhid ile başlamak gibi hususlar, hiçbir dindarın kendi başına karar verip bunlarla meşgul olmaması gereken önemli hususlardır. Çünkü bu, özel bir ilimdir, özel ilim, ancak bir rehber, bir bilen eşliğinde elde edilebilir.

Sayının ve esmanın doğru tespit edilememesi, çok yüksek rakamlarla kişinin kaldıramayacağı enerjiyi çekmesi, birtakım problemleri beraberinde getirir. Dolayısıyla, öncelikli olarak kişinin gücünü tespit etmek gerekir. Eğer bir insanın pazıları, ayak kasları o kadar sıkleti kaldıramayacak güçte ise -halterci tabiri ile söylüyorum- o ağırlığın altına o kişiyi sokmak bir antrenör problemini doğurur. Bu da, bilimsel bir hatadır. Herkes kaldırabileceği yükün altına girmelidir. Ama halter sporunda her zaman yüz kilo üstü kaldıran insanlar da bulunmaktadır. Bunlara da, dünya şampiyonları denmektedir. Her ilimde şampiyonlar olabilir. Tabii herkes şampiyon olacak diye bir şart yoktur. Biz pazar torbasını kaldırabilirsek -beş kilo on kilo gibi- günlük hayatımızı da böylece sürdürmüş oluruz.

İsimler şemasını gözümüzün önünde şöyle bir canlandırabili­riz. Varlık katmanlarını insanlar, hayvanlar, bitkiler ve katı cisim­ler âlemi olarak ele alalım. Bütün âlemin Allah'ın isimlerinden meydana geldiğine inanarak, (Nitekim O'nun isimlerinden başka bir şey yok) tek tek isimleri yazalım. Mesela, ilk olarak Allah'ın "Mütekellim" ismini ele alıp şemaya yazdığımız zaman, bu çe­telede insan karşısında (+) yazabiliriz, çünkü insan konuşan bir varlıktır. Demek ki, Mütekellim ismi insanda zuhûr etmektedir. Hayvanat da -bize göre anlamsız dahi olsa- belirli sesler çıkar­dığından, onlar da Mütekellim ismini taşırlar. Bakınız insanlar ve hayvanlar Allah'ın el-Mütekellim isminde müşterek oldular. Kendisinden bir ses çıkmaması hasebiyle, Mütekellim ismi bitkiler âleminde noksandır. Dolayısıyla eksi (-)... Cemadata geldiğimiz zaman, orda da Mütekellim ismi noksandır, yine eksi (-).

Bu şekilde, doksan dokuz ismin yukarıdan aşağı şemasını yaptığımız zaman, sadece insanlık mertebesinin hepsinde artı (+) olduğunu, hayvanlar âleminin yetmiş küsur isimde kaldığım, ta elli küsur isimde kaldığını, cemadatın ise otuz-kırk isimde kaldığını görürüz. Allah'ın el-Alîm, el-Hakîm, el-Latîf, el-Habîr gibi isimlerinin hepsi ancak insanda zuhûra geldiğinden dolayı, insan bütün varlığın imamı, bütün varlığın kendine secde edeceği, kendine yöneleceği bir varlık oluyor.

O insan tanındığında Allah tanınır...

Mahmud Erol Kılıç - Tasavvuf Düşüncesi

Devamını Oku »

Zühd ve Manaları

Zühd ve Manaları

Zühd ve hakikati hakkında bazıları şöyle demişlerdir:

“Fuzulî (ihtiyaçtan fazla) olanı terk edip umuda Allah’a yönelmektir!

Bir kısım kimseler ise şöyle demişlerdir:

“Zühd, nefsi arzularından uzaklaştırıp; onu, kendisini gören, var eden (tekvin) ve Yaratan a yöneltmektir.”

Zühd, ahiret rahatı için dünya rahatını terk etmektir.

Zühd, insanlar arasında şöhret görüntüsünden kalbi soyutlamak ve tama- mini değil, zaruri ihtiyaçlarını karşılayacak şekilde nefsin hissesini almasıdır.

Zühd, dünyayı içindekilerle beraber terk edip, kalbi Yaratanına bağlanmaktır.

Kimi de: “Zühd, elleri tüm gâyelerdenhâlî kılmak ve kalbi itirazdan korumaktır.” demiştir.

Yahyâ b. Muaz er-Râzî (Allah ona rahmet eylesin) şöyle der: “Hay­rın tamamı zühddedir, zühd ise üç şey üzerine bina edilmiştir;Mahlukattan kopmak, alâkalara karşı koymak, bedeni/nefsi yönetmek.Bunları yapmada hayat meşgalelerinden ve şehvet duygularından kurtulmak vardır. Mahlûkatla alakayı kesmede ise AllahuTealaylaünsiyet kurma vardır.”

İbn Furek - Tasavvuf Istılahları

(Türkiye Yazma Eserler Başkanlığı)
Devamını Oku »

Hikmet ve Manası

Hikmet ve Manası

Hikmetin mânasına gelince kimileri bu konuda şöyle demiştir: “Hik­met, ilim ve ameldir.”



Kimileri: “Hikmet Kuranın anlaşılmasıdır.” demiştir.



Bazıları da Allah Teâlanın ‘’Dilediğine hikmet verir, hikmet verilene ise pek çok hayır verilmiş demektir.’’âyetinite’vil etmek suretiyle hikmetin nü­büvvet (peygamberlik) olduğunu söylemişlerdir.



Aslında fesadın girmesine izin verilmeyen her hüküm hikmettir. Doğru­luk (sıdk), vefa ve ihlâs şartına bağlı Allah için olan her tâat hikmettir. Allahın bütün fiilleri hikmettir. Çünkü Allah’ın bütün fiilleri O’nun murâd ettiği ve bildiği surette meydana gelmiş ve bunlardan her hangi birinin vuku bulması Allah'ın ilmine ve irâdesine aykırı düşmemiştir.



İnsanlardan kimi de şöyle demiştir: “Hikmetin mânası ilmin mânasındadır. Filan hakimdir (hikmet ehlindendir) denildiğinde, bununla o kimsenin âlim ve fiillerini muhkem (sağlam, hikmetli) yapan kişi olduğu kas­tedilir” Yine “Allah daima hakimdir.” denildiğinde daima âlimdir şeklinde anlaşılır. “Muhkem (işlerini sağlam ve hikmetli yapan) mânasında Allah daima hakimdir.” denildiğinde, bu durumda hikmet Allah’ın fiili sıfatla­rından olur.

İbn Furek - Tasavvuf Istılahları

(Türkiye Yazma Eserler Başkanlığı)
Devamını Oku »

Riya,Şirk,Kendini Beğenme ve Riya ve Nifak Arasındaki Fark



ay2

Haris el-Muhâsibî’ye riyanın aslının (ne olduğu) sorulduğunda o şöyle ' cevap vermiştir: “Riyânın aslı, dünya sevgisinden kaynaklanır.” Bunu biraz daha açıp delilini açıklaması istendiğinde, el-Muhâsibî: “Evet, açıklaya­yım. Kişi dünyayı sevdiğinde dünyada kalmayı ister. Böylece ehl-i dünya­nın yanında şöhreti ister ve murâdını elde etmek için de insanlar yanında görüşlerinin güzel görünmesini ister.” demiştir. “Riyânın mânası nedir?” diye sorulduğunda: “Yaptığı güzel amele karşılık övülmeyi istemektir.” ce­vabını vermiştir. “Riyakârlık yapanın alâmeti nedir?” diye sorulduğunda ise: “Şu üç haslettir: Topluluk içinde dinç» yalnızken tembel olur ve işleri­nin hepsinde insanlar tarafından övülmesini ister” demiştir.

Bazı kimseler tarafından nifak ve riyâ arasındaki farkın ne olduğu sorul­duğunda el-Muhâsibî şöyle demiştir: “Nifak (iki yüzlülük) kişinin kalben inandığının aksini dille söylemesidir. Nifak kelimesi, tünel mânasına gelen nâfıkat kelimesinden alınmıştır. O da iki kapısı olan aktavşan yuvası gibi­dir, birini kapatsan diğerinden kaçar. Münâfık ta böyledir. Münâfık diliyle (imana) girer, kalbiyle (imandan) çıkar. Yağcılık ise bir tür aldatmadır, bu da münafıklığın sıfatıdır.”

Haris el-Muhâsibî’ye riyâ ve kendini beğenme (ucb) arasındaki farkın ne olduğu sorulduğunda o şöyle demiştir: “Kendini beğenmenin sıfatı, amel anında nefsine bakıp başarı, marifet ve desteğin Allah’tan geldiği bilgisini unutarak onu çok (güzel amel olduğunu) görmesidir. Bu durumda olan kimse güzel fiiline karşılık insanların kendisini övmesini ister. Buna delil Allah Teâlâ’nın şu âyet-i kerîmesidir. “Huneyn savaşında size yardım etmişi.Hani çokluğunuz size kendinizi beğendirmişti. ” Bir şeyin çok olmasını iste­me kendini beğenmeden kaynaklanmaktadır.”

“Kendini beğenme hâli kalpten neyle zâil olur?” diye sorulduğunda o şöy­le demiştir; “Allah Teâlâ'nın ameli sende ortaya çıkarmasının, O’nun sana bir hibesi ve nimeti olduğunu bilmendir. Zîrâ Allah Teâlâ seni amele muvaffak eylemek suretiyle daha özel kılmıştır, senin kendi marifetin ve hak edişinle değil. Bunun Allah’ın nimeti olduğunu bildiğin zaman, nimete karşılık nimet verene şükretmek senin üzerine vacip olur. Böylece O’na hüsn-i zan besleyerek şükrünün kabul etmesini ümit edersin, düşmanın ameline engel olmasından ve ameline fesadın katışmasından korkarsın.”

“Kendini beğenme hâlini nefsten defetme hususunda bizi güçlü kılacak o hâlle ilgili biraz daha söylediklerine ilave edebebilir misin?” denildiğinde Haris el-Muhâsibî: “Evet, anlatayım. Senin olan veya senin olmayıp da beğendiğin şeylerden bana bir şey söyle. Eğer (beğenip yaptığın amel) hakkında bu be­nimdir dersen, gayb ilmini iddia etmiş olursun. Bunun senin olduğunu nasıl biliyorsun çünkü kabul edildiğini bilmiyorsun ve olmuş geçmiş bir engelden de emin değilsin. Eğer benim olmayan bir şeyi beğendim, söylersen, o zaman senin olmayan bir şeyi beğenmek akıl için nasıl caiz olabilir?” demiştir.

Şirke gelince o iki kısma ayrılır: Birincisi: Allah Teâlâ’nın şu âyetinde: “Al­lah kendisine ortak koşulmasını elbette bağışlamaz. ” zikrettiği şeydir. Bu da kaderde ve yaratmada Allahla beraber bir ortak olduğuna inanmaktır. Nitekim Kaderiyye ve Mecusiler bu görüştedirler. İkincisi: ibadette ortak koş­maktır. Bu da âyette: “Kim Rabbine kavuşmayı umuyorsa yararlı bir iş yapsın ve Rabbine ibadette kimseyi ortak koymasın’’ Allah Teâlâ’nın zikrettiği husustur. Ayrıca Hz. Peygamberden (s.a.) rivayet edilen bir hadiste O şöyle buyurmaktadır: “Şirk, ümmetimin içinde zifiri karanlık gecede yürüyen karıncanın ayak seslerinden daha gizlidir. ”  Buna örnek olarak kişinin bir yandan amelini gizleyip bir yandan da amelini gizlediğinin bilinmesini istemesi verilebilir.

İbn Furek - Tasavvuf Istılahları

(Türkiye Yazma Eserler Başkanlığı)
Devamını Oku »

Fakirlik ve Zenginlik



Fakirlik ve ZenginlikFakirlik ve zenginlik konusuna gelince, Ebû Bekir şöyle der: “Fakirlik üç kısma ayrılır: 1. Mahlûkât olarak Allah Teâlâ’ya muhtaç olmak. 2. Dünya mallarından mülk ve zenginliklerden herhangi bir şeye sahip olmama mâ­nasında fakirlik. 3. Nefis fakirliği ki Hz. Peygamber (s.a.) bundan Allah’a sığınmıştır.”

Fakirlik ve Zenginlik

Sûfilerin üzerinde konuşup faziletine işaret ettikleri fakirliğe gelince; bu konuda Cüneyd-i Bağdadîden rivayet edildiğine göre sadık fakirden ve onun cennete zenginlerden beş yüz sene evvel girmeye ne zaman müstahak olacağından sorulduğunda o şöyle demiştin “Eğer bu fakir, amellerini kalp­ten gelerek, Allah için yapıyor ve Allah’ın hududuna riâyet ediyorsa Nite­kim Allah Teâlâ’nın bir âyet-i kerîmede: “Sadakalarınızı, kendilerini Allah yoluna adamış olan fakirlere veriniz.” buyurduğu gibi bu durum, onun için insanlardan ümidin kesilip Allah’a muhtaç olduğunun açık şekilde tezahür ettiği bir durumdur. Fakir kimse, bu vasıflara sahip olduğunda, cennete zenginlerden beş yüzyıl önce girer ve kıyâmet günü bekleme ve hesâb sıkın­tısından kurtulur.”



Cüneyd-i Bağdadîden rivayet edildiğine göre o şöyle demektedir: “İnsa­nın (hakiki mânada) fakirliği ancak kıyamette ondan daha fakir kimsenin olmayacağını ikrar etmesiyle gerçekleşir.



Zenginlik de fakirlik gibi üç kısma ayrılır: 1, Gönül zenginliği. Bu her­kes tarafından istenilen ve övülen bir durumdur. 2. Mal zenginliği. Bu İh­tilâf konusudur. 3. Allah ile istiğnâ (Allah'tan gayrisinamuhtaç olmama).



Cüneyd-i Bağdadîye: “Allah Teâlaya ihtiyacı olmak (iftikâr) mı yoksa Allah Teâlâ ile istiğna (ihtiyaçsızlık) hâli mi daha mükemmel bir hâldir?” diye sorulunca o şöyle dedi: “Allah’a iftikâr hâli, Allah ile istiğnâ hâlini gerekti­ren bir hâldir. Allah Teâlaya ihtiyacı olma hâli sahih ve doğru olunca Allah  Teâlâ ile istiğnâ kemâle ermiş olur. Şu hâlde “İftikâr mı yoksa gınâ mı daha mükemmeldir?” denilmez. Çünkü bu ikisi, biri diğeri olmadan tamam ol­mayan iki hâldir. Sahih bir iftikârdandır sahih bir gına.”



Yusuf b. Hüseyinpe: “Zenginin alâmetleri nelerdir?” diye suâl edildiğinde o şöyle demiştir: “O’nun zenginliği dünya için değil, din içindir. Böyle bir zenginin ticareti, günah ve düşmanlık üzere yardımlaşan kimselerle değil, ka­zancında takva ve iyilikte yardımlaşan kimselerle hakka mani olmayan şekil­de olmalıdır O’nun kalbi, Allah’ı bırakıp malına taalluk etmez. Ne fakirliğin­den hoşnutsuzluk ne mülküne ünsiyet duyar. Zenginliğinde Allah’a muhtaç olduğu gibi fakirliğinde de Allah ile müstağnidir. İşte bu kimse kurtuluşa eren  ve kurtulan kimselerdendir. Hz. Peygamberden gelen bir haberde zikredildiği gibi bu kimse fakirlerden beş yüz yıl sonra cennete girecektir.'



Ömer b. Osman el-Mekkî’ye zenginlikten sorduklarında o şöyle demiş­tir: “İstiğnan zenginlik ile ise, müstağni olabilmek için zenginliğe muhtaç­sın demektir; istiğnân zenginlik ile değil de Allah ile ise, sen zenginlikten de t gaynsmdan da müstağnîsindir.”



Cüneyd-i Bağdâdî der ki: “Hakkın, gınanın hakikatiyle aziz kıldığı ne­fisten ihtiyaçlar ve zâilolur”



FAKİRLİĞİN ZENGİNLİKTEN DAHA ŞEREFLİ OLMASI




Alimler kanaatkar fakirin şükreden zenginden daha şerefli olduğu hak­kında fikir beyan etmişlerdir. Alimlerin çoğunluğu, kanaatkar Fakirin şük­reden zenginden hâl olarak daha şerefli olduğu görüşüne sahip olmuşlardır.

Bir kısım âlim ise, şükreden zenginin kanaatkar ve sabırlı Fakirden hâl olarak daha şerefli, olduğunu söylemiştir. Buna örnek olarak, Hz. Nuh, Hz. İbra­him, Hz. Mûsâ gibi büyük ve faziletli peygamberlerin zengin olduklarını, peygamberlerin azının Fakir olduğunu zikretmişlerdir. Mesela Hz. Nuh’un gemisi, Hz. İbrahim’in koyunları, Hz. Davut*un askerleri, Hz. Musa’nın  hâzineleri ve Hz. Muhammed’in -salevâtullâhi aleyhim (Allah hepsine rah­met eylesin)- Fedek arazisi vardı.



Bazı kimseler: “Zenginliği, (sahip olunduğunda) şükür ve sabır etmeyi gerektiren bir durumun ona nasip edildiği şeklinde (bir anlayışı) bulduk. An­cak fakirlik böyle olsa da, onda sadece sabretmeyi gerekli kılan bir durum  vardır. Bu noktada fakirlik, Allah’ın huzurunda bulunma ve Allah dışındaki şeylerden kalbi boşaltma noktasında zenginlikle ortak yöne sahiptir. Zengin­lik, Allah Teâlâ’nın onunla beraber şükrü gerekli kıldığı fakirlikte olmayan bir durumdur. Şükür, devamlı şükür etmeyi gerektiren bir nimettir. Sultânın emrine me’mûr kılınan elbet daha hayırlıdır kılınmayandan.” demişlerdir.



Bu hususta bir kimse şöyle demiştir: “Bu (tür) zenginlik mülkün sahi­binin (nasip ettiği) kaynaklar ile elde edilir. Çünkü mülkün sahibi ona kul­larına malını infak hususunda tasarruf ve idare yetkisi vermiş, yeryüzünün hazîneleri onun için sevk edilmiş, bunun için (gerekli olan) kaynaklar ona uzatılmıştır. Bîr taife, bu (durum bazen) mülk sahibinin kapı(sında bulunmakla): ikinci taife, bazen mülk sahibinin kaynaklarıyla; üçüncü taife, bazen mülk sahibine köle olmakla; dördüncü taife ise, bazen de vasıflarıyla yücelttiği mülk sahibinin habibi olmakla elde edilir (demişlerdir).



Böylece onu, sâlih ve acizlere yardım edip dini emirlerin hepsinin kema­le erdirdiği güzel yakînin itirafı kaplar. Bu durumda bazen o, temkin deni­zine dalar, bazen de, isteyen fakirlere mülk sahibinin malını tüketme hakkı olduğunu hatırlatır. Bu fakirlere, dini ikame etmek üzere yardım isteme taleplerine karşı cömert olmayı mülk sahibi mübâh kılmıştır. Bu durum­da zenginle fakir, efkâr (fikirlerde), ezkâr(zikirlerde), kurbiyet (yakınlık), ünsiyet (arkadaşlık), muhâdese (konuşma) ve mücâlese (bir arada oturma) hususunda müşterektir. Bu durumdaki kimse efendisiyle beraber olur ve ö, Allah’ın kullan için mallarını kullanma konusunda muhatap kılındığı şeye bakar. Çünkü Allah Teâlâ Nebi sine (s.a.) zenginlikle iyilikte bulunmuştur:



Allah Teâlâ şöyle buyuruyor: “ Ve seni bir yoksul iken zengin etmedi mi? Müfessirler, âyette geçen ‘ğabile” kelimesinin masdarı olan “iL*Jî” kelimesi­nin fakrmânasında olduğunu söylemişlerdir. Allah Hz. Peygamber i (s.a.) Hz. Hatice’nin malıyla zenginleştirmiştir. Zenginlik Allah’ın sıfatlarındandır. Allah’ı fakir olarak isimlendirmek caiz değildir. Çünkü Allah Teâlâ öv­güsü ve fazileti çok olan sıfatlarla vasfedilir.



Çoğu mütekaddimûn ve müteahhirûn âlimlerden oluşan diğer bazı kimseler ise, sabreden fakirin şükreden zenginden hâl itibariyle daha iyi ko­numda olduğunu, diyerek şu âyeti delil getirmişlerdir: “Şeytan, sizi fakirlik ile korkutur. ” Allah Teâlâ bu âyette, şeytanın kulları fakirlikle korkuttu­ğundan haber veriyor ki şeytanın korkutması ancak onun zenginliğe teşvik etmek suretiyle olur, insanın kendisi şeytana uyarak şeytanın Allah'ın kul­larım fakirlikle korkutup zenginliğe teşvik etmesini tasvip etmek istemesi nasıl olur? Zira Allah fakirleri Kur’ândakiâyetlerde övmektedir.“Allahınnasib ettiği bu ganimet mallan o hicret eden fakirlere aittir ki... "  ‘’Sadakalarınızı, kendilerini Allah yoluna adamış olan fakirlere veriniz.’’



Zenginleri şu âyetlerde yermektedir: "Kınamaya yol, ancak zengin ol­duktan hâlde gen kalmak için senden izin isteyenleredir.’’ "Nihayet, refah ve bolluk içinde olanlarını sıkıntıya uğrattığımızda, bakarsın ki onlar feryadı basarlar. ‘’ "Ne zayıflar üzerine, ne de hastalar üzerine ve ne de harcayacakları bir şey bulamayanlar üzerine bir günah yoktur."



Ayrıca Hz. Peygamber (s.a.) de şöyle buyurmuştur: "Ümmetimin fakir­leri cennete zenginlerinden beş yüz yıl önce ¡girecektir. ”



Rivayet edilir ki, kıyamet günü bir münadi şöyle seslenir: “Benim seçkin kullarım nerede?” Melekler şöyle den “Ey Rabbimiz! Senin seçkin kulların kimlerdir?” Bunun üzerine Allah Teâlâ: “Kanaat edenler ve fakirlik hükmü­ne (kaderine) razı olanlardır.” buyurur.



Allah cömertliği cimriliğe karşı faziletli kılmıştır. Şayet zenginlik fakir­likten üstün olsaydı; cimrilik cömertlikten, eli sıkı olmak eli açık olmaktan ve dünyalık bir şeyi yitirmekten müteessir olan kişi, sabredenden daha üs­tün olurdu. Cimrilik, fazla olan bir şeyi vermeyi men etmektir. Cömertlik İse; fâzla olan şeyin (vererek) noksanlaşmasını istemektir.



Allah malından severek vereni övmüş cimrilik yapanı da zemmetmiştir. "Cimrilik ettikleri şey kıyamet gününde boyunlartna dolanacaktır.” Aynı şekilde Allah kanaat ehlini de övmüştür: "Yüzsüzlükyapıp kimseden bir şey de isteyemezler.’’ Eğer zenginlik fakirlikten üstün olsaydı, isteyen (dilenci) kanaatkardan, bir şeyi talep eden, (ihtiyacından dolayı) fâzla olan şeyi iste­mekten çekinen iffetli kimseden daha üstün olurdu. Çünkü burada iffetli davranan daha fâziletli olan şeyi terk etmiştir.



İlmin cehalete olan faziletinden dolayı ilmi talep edenin sükût eden­den daha faziletli olduğunu görmüyor musun? Dolayısıyla kim dünyaya ve malına aşırı arzu içerisinde olursa, bu durum onun anlayışına göre daha faziletli olması gerekir.



Kim de mal ve dünyaya rağbet göstermezse (zühd), dünyada onun yerien aşağıdadır. Çünkü o en faziletli olan hususta dünyaya rağbet etmeyi (zühdü) tercih etmiştir. Dünyaya karşı gösterilen hırs zemmedilmiş, zühddeki faziletin övülecek husus olduğunda herkes birleşmiştir. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.), Ömer Ibn Hattab’a, “RÂzt olmaz mısın (istemez misin) dünya onların ahret bizim olsun? Onlara dünya hayatında dünyanın güzel­likleri acele olarak (hemen) verilmiştir, ” buyurmuştur. Bu hadise göre Hz. Peygamber (s.a.) çokluk (çok şeye sahip olmayı), zenginliği ve bol nimetler elde etmeyi dünyalık amel, "Ahiret bizim olsun, '’sözüyle de azlığı ve fakirliği ahretlik amel olduğuna hükmetmiştir, işte burada ahretin dünyaya karşı üstünlüğü gibi fakirliğinde zenginliğe üstünlüğü vacip/gerekli oldu. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.) şöyle buyurmaktadır. "Kim dünyayı severse ahretine zarar verir, kimde ahreti severse dünyasına zarar verir, öyle ise siz bâki olanı fani olana tercih edin.’’





İbn Furek - Tasavvuf Istılahları

(Türkiye Yazma Eserler Başkanlığı)
Devamını Oku »

Kulun Allah-u Teala'dan Razı Olması



Kulun Allah-u Teala'dan Razı Olması

Hâris el-Muhâsibî’ye mrızâdan sorulduğunda o şöyle cevaplamıştır: “Al­lah’ın hükmünde âdil olduğunu ve hiç bir hükmünde ithâm edilemeyeceği­ni kulun bilmesidir.” “Rızânın kaynağı neredendir?” denildiğinde o: “Allah hakkında hüsn-i zanda bulunmak ve O'nun, hükmünde zulümden beri olduğunu bilmektir.'’ demiştir. Bunu biraz daha açıklaması istendiğinde o şöyle devam etmiştir: “Allah Teâlâ’nın, yarattıklarının hayrına olacağını bildiği şeylerin gerçekleşmesini dilediğini, külfet olan ne varsa hepsini kul­lan için imtihan vesilesi kıldığını; akıllar basiretleriyle gördüğünde, kalpler yakînen idrâk ettiğinde, nefisler bilip ilimler de şâhidlik ettiğinde; kalpler bilir ki Hak Teâlâ birdir ve âdildir, O’nun misli yoktur. Böylece tüm âzâlar, hükmünde âdil olduğunu ve asla itham olunamayacağını bildikleri Hakk’a karşı gelmeyi bırakır.”



Haris el-Muhâsibîye: “Rızâ nedir?” diye sorulduğunda o şöyle demiştir: “Kalbin acı bir hükümde dahî sürür duymasıdır. Rızânın zıddı ise kızmak­tır, bu da kalbin olan bitenden bezginlik ve hoşnutsuzluk duyması ve mâ­lik olma hususunda rağbetinin çokluğudur. Kul, Allah Teâlâ’nın kendisini hakkındaki hükmünün yükünü O'nun kendisini görüp gözettiğini bildiği zaman (rızâyla) yüklenir; çünkü bilir ki Allah Teâlâ musibet ânında kulun kendisine ne denli muhtaç olduğunu görür ve rahmetini ona ulaştırır”



Hâris el-Muhâsibîye: “Râzı olan kimse, rızâsında sebât etmesini sağ­layacak ve rızâsının kadrini arttıracak bir hâle muhtaç mıdır?" diye sorul­duğunda o şöyle cevap verdi; "Evet. Rızâsını kaybetme korkusu ve Allah Teâlâ ya şükretmedeki taksirini bilmek, kişinin rızâda sebât hâlini kalıcı kılar ve Allah dan râzı oluşunun kadrini arttırır.



Huldi anlatıyor: Cüneyd’den rivayet edildiğine göre, Serî es-Sekatî’nin şöyle dediğini işittim: Yaşı genç, güzel yüzlü birisi benim yanımda durdu ve “Ey Üstadî Kul, Allah Teâlâ'nın kendisinden razı olduğunu bilebilir mi?” diye sordu. Ben: “Hayır, bilemez.” dedim. O ise şöyle dedi: “Evet, bilebilir,”

Ben: “Nereden bilebilir?” dedim. O şöyle cevap verdi: “Allah Teâlâ sevdiği ve râzı olduğu şeylere beni muvaffak kılar, çirkin gördüğü ve kızdığı şeyler­den de beni uzak tutarsa, o zaman Allah’ın benden râzı olduğunu bilirim.”



Yahyâ b. Muâz der ki: “Kim müdebbir olarak Allah’tan râzı olursa, Al­lah’ın her hükmü onu sevindirir.” Aynı şekilde der ki: “Yasaklar (mem-nû‘lar) hususunda Allah’tan râzı (memnun) olmayan kimse, ihsanlarda mâsiyetten kurtulamaz.”



(Ebû Hüseyin) en-Nûrî, Allah Teâlâ’nın “Kim Allaha iman ederse Allah onun kalbine hidâyet verir. "âyeti hakkında “teslimiyet ve rızâ”açıklamasında bulunmuştur.



Ebû Süleyman ed-Dârânî der ki; “Umarım ki rızânın bir kısmıyla rızıklanmışımdır. Zîrâ eğer Allah Teâlâ beni ateşe koysa ben buna râzı olurum.” Ona, falan kimsenin: “Allah’ım, ben senden razıyım, sen de benden râzı ol”! dediği söylendiğinde o şöyle demiştir: “Gerçekten râzı olsaydı ‘Al­lah’ım benden râzı öl!’ demezdi.” Sonra şöyle ekledi: “Ey bütün noksanlardan beri olan Allah’ım! Kul, Rabbine ‘Ben senden râzıyım.’ demeyi hak etmiyor!”

İbn Furek - Tasavvuf Istılahları

(Türkiye Yazma Eserler Başkanlığı)
Devamını Oku »