Hesap

Hesap

Toplumun zorlamalarıyla verdiğimizden çok, düzenli olarak kendi kendimize hesap vermezsek, kendi kendimizin kontrolünden çıkmış oluruz. İnsan gibi mü­kemmelleşmeye aday bir yaratığın dizginsiz, kontrol­süz, otokritiksiz yaşaması düşünülemez. Böylesi insan, hayvandan da aşağıya düşecektir, kutlu kelâmda işa­ret edildiği gibi. Çünkü: hayvan için yükselmek veya aşağıya düşmek diye bir şey yoktur. O içgüdüleriyle dış şartların karşılaşmasından doğan kombinezonu yaşar, bu iki faktörün kompozisyonunun dışına pek çıkamaz. İçgüdülerinin sınırlarıyla sınırlıdır davranışı, insansa, bu iki faktörden ayrı olarak, zihin ve ruh imkânlarıyla çok daha zengin, hayli alternatifli bir davranış tablosu­nu deneyebilir. Çok karmaşık kompozisyonlar yapabilir ve bu yaptığı kompozisyonun sağlandığı, derinliği, este­tiği ölçüsünde insandır. Meleklerden melekelerine bir soluk indiği ölçüde insandır. Bu yapının sağlamlığı için de otokritik duygusu keskinleşmiş olmalıdır insanın. «Hesap verme duygusu» kökleşmelidir insanın içinde. Her olaya bitiştirebilmelidir bu duygusunu insanoğlu.

İnsanın kendi kendisini hesaba çekmesi, kendine hesap vermesi, davranışlarını değer hükümleri bütü­nünün karşısına çıkarması ve onunla değerlendirmesi demektir. İnsan, sık sık kendisini vicdanında yargılamalıdır. Kendisi hakkında umutsuzluğa düşecek kadar sert olmamak ama bu yargılamadan hiç bir derleme payı almadan çıkacak kadar da yumuşak olmamalı insan. İnsan kendini tıpkı bir yabancıyı, bir başkasını yargılıyormuş gibi yargılamalidir içinde. Bu, insanın kendi kendisini hesaba çekmesinin ciddi ve başardı ol­ması için de, bir gün, bütün davranışlarından, gizlide ve açıkta yaptığı her şeyden hesap vereceğini hiç aklından çıkarmaması gerekir.

Evet, ister inansın ister inanmasın, insan, bir gün gelecek bütün yaptıklarından hesap verecektir. Kamın ve toplum önünde verdiği hesaptan ayn olarak bu dün­yada geçirilen her saniyenin hesabım verecektir. Müs­lümanlıkta öte dünyaya inanma, bir yönden de bu hesap vermeyi getirir. Suç varsa mutlaka onu dengeleyen bir ceza vardır. Suçu çağıran insan, cezayı da çağırmıştır. İster farkında olsun ister olmasın, suçu çağıran, cezayı da çağırmış, iyiliğe koşan, armağana da koşmuştur. İyi­lik cennetten bir öz, kötülük cehennemden bir öz taşır. Yarın, cehennem, özünün çekişiyle kötülükleri çektiği zaman, ona bulaşmış olanı da çekecektir. Cennet de, iyilikleri çektiği zaman, ona yapışmış olanları da çe­kecektir. Bu iki çekim arasında kalan insem, iyiliğiyle kötülüğünden hangisi artıksa o yana gidecektir. Daha doğrusu kötülüklerinin de hesabım verecektir; iyilikle­rinin de karşılığım alacaktır.

Bu dünyada bile, olup bitenler derin bir gözle gö­rebildiklerimiz, müsbet ilimlerle tesbit ettiğimiz gibi hesapla ve kitapladır. Gecenin gündüze dönmesi, ağaç­ların yaprak ve çiçek açmaları, ışığın gelişi, yıldızların hareketleri, derinin değişimi hep hesapla ve kitapladır. Her şey ölçülmekte, tartılmakta, biçilmekte. Eşya, olup biteni kaydetmekte, hafızasına geçirmekte. Bunlar, göz­le görebildiklerimiz, müsbet ilimlerle tesbit edebildikle­rimiz. Ya tesbit edemediklerimiz? Ve ancak, ruhumuz derinleştikçe sezer gibi olduğumuz hesap dünyası? Ya meleklerin kaydettikleri? İşte, öbürlerini gören insan, bu, gözüyle görmediği kayıtlara da inanır. Ve bir gün iğneden ipliğe hesap vereceğine de inanır. Dünyada gö­zümüzle gördüğümüz her şeyin bir hesap çerçevesinde olduğunu fark ettikten sonra, yaratıklara mahsus en yüksek ve en aşağı davranışları olan davranışlarımızın bir gün hesabının olacağını idrak etmemek ne demek­tir? Yükseliş de, yaratıklar içinde, insan içindir, düşüş de insan içindir. Bu yükseliş ve düşüşlerin de bir hesabı vardır.

Ellerimizin, ayaklarımızın, dilimizin ve gözlerimi­zin, kalbimizin ve dimağımızın şahitlik yapacağı bir hesap günü vardır. Bunu bilelim ve unutmayalım. Ço­cuklarımıza da bunu öğretelim. O çocuklara ki, bunu öğretmediğimiz için, annelerinin, babalarının, kardeş­lerinin, öğretmenlerinin katili oluyorlar. Ve asıl kendi kendilerinin katili oluyorlar.

Sezai Karakoç-Günlük Yazılar 2
Devamını Oku »

Günah Duygusu

GÜNAH DUYGUSU

Batıcılar, bizim günah duygumuzdan yakınıp dururlar..

Bu, güya hayatı olanca doluluğuyla yaşamaya engel oluyormuş!

Halbuki, İslamda günah, suçlarla ilgilidir..

Suç alanının sınırlarını, siyah bir halenin içine almaktadır günah çizgisi..

Suçluluk halimizin masumluk halimize karışmasına ve kaynaşmasına engel olmaktadır..Hayatın içinde bir masumluk kontrolü sağlamaktadır, bir bakıma bir şuurdur günah duygusu.

Bir yandan da hayayla, utançla sıkı sıkıya ilgilidir bu duygu..

İslam hayayı inancın bütünleyicisi kabul etmiştir..

Allah'tan utanma, günah konularına yaklaşmaktan bile alıkor insanı.. Utanan insanın düşüncesi yüzüne vurur..
Onun için kötülüğü düşünmek bile istemez utanan insan..

Utanış ve günah işleme korkusu, suç, haram ve günah alanlarından uzak tutar müslümanı..Böylece müslümanın hayatı, kendiliğinden bir arılık, bir temizlik kazanır.

Bu duygular, ruha bağışlanmış büyük manevi nimetlerdir..
Bağışlar ve armağanlardır.
Dinin, insanın yüklendiği borçları kolaylaştırıcı kuvvetleridir..

Mu'minler, öteye ve ötede hesap vermeye inanarak, Allah sevgisiyle yücelerek, Allah korkusu, günah işleme korkusu, Alahtan ve insanlardan utanma duygusu ile, kötüye karşı bir hisar kurmuşlardır ruhlarında..

Sağlam bir SURdur bu, şeytanın girişinden ruhu koruyan..
Sağlam bir kaledir bu, mazgallarından şeytanın taşlandığı..
Kurşun yerine taşa dizildiği..

Hıristiyanlıkta günah, gözle görülür, ele tutulur suçtan koparılmıştır..Yani suç ve günah açık-seçik belirlenmemiştir..İnsan doğuştan suçludur. Hiç bir suç işlemese bile yine suçludur. İnsan olduğu için suçludur.

Suç ve günah masum hayatın içine karışmıştır. Bir kader gibi insanı terketmez.. Gerçek bir suç, bir bakarsınız hıristiyanın gözünde suç değildir de veya suç değilmişçesine bir tavırla karşılanır da, hiç de suç olmayan bir tavır afedilmez bir suç sayılır..Hıristiyanlık soyut suçlarla suçlar insanı! Bir leke gibi doğuştan alında getirilen ve asla çıkmayan suçlarla..

Doğuda yüzyılımızda kadrolaşan batıcılar, ne İslam'ın gerçek, ne de hıristiyanlığın fantastik günah duygusunu kabul ederler..

Komünistlerse, adeta tam bir reaksiyon halinde dinin günah ve suç saydığı her şeyi mübah, mübah saydığı her şeyi de suç ve afyonlama kabul ederler..

Böylece zihinlerde ve gönüllerde suç sayılan haller üzerine insanların dünya görüşlerine göre ayrıldıkları bir vakıa olur. Dinin baskı altına alındığı yerlerde suç kavramı kesinliğini yitirir ve bulanır..

Her zaman suç işlemeye yatkın, daha doğrusu işlediğinin suç olup-olmadığını bile kavramakta güçlük çeken bir gençlik türer!

Bir zamanlar Fransız düşünürlerini uzun süre kıvrandıran "sebepsiz davranış" ve suç doğar.

Bugün Avrupa gençliğinin kaynayışının asıl sebebi de, bu sebepsiz suçların yayılmasından başka bir şey değildir.

Suç, mübah, sevap ve günah eşit olunca, genç adam kendini rahatlıkla içgüdülerinin akıntısına koyverebilmektedir.. Sorumsuz yaşayıştan kundakçılığa, adam öldürmeye rahatlıkla sıçramaktadır..

Elbet, meselenin bir de öbür yüzü vardır. baba nesli de, büyüklük ödevini, şefkati ve merhameti unutmuştur.. Çünkü o da, günah işleme korkusundan mahrumdur.

Sanki arzın üzerinde hiç ölmeden kıyamete kadar payidar olacaklardır..Öldükten sonra hesap verme düşüncesine ise asla yanaşmamaktadırlar.

Sözde, her şeyi akıla çözeceklerdir. Dinin terbiye etmediği bir aklın, içgüdülerin ve egonun nasıl bir bir kölesi olduğunu düşünmek bile istemezler.

Günah kompleksiyle donmuş, umutsuzluğa kapılmış bir insanı din de istemez!

Günah duygusu müsbet bir duygudur ama günah kompleksi bir tür hastalıktır.

Günah duygusundan mahrum bir insanlık, hayvanlığa yakındır..

Günah kompleksi ise hastalık işaretidir.

Orta ve doğru yol, insanı günah işlemekten koruyan günah duygusuna sahip olma halidir..

İnsan, yalnızken ve kalabalıktayken, her durumda ve her yerde işlediğini bu duyguyla ölçüp biçecek, tartacaktır.

O zaman kendisine ve başkalarına yarayışsız bir fiilden kaçınacaktır..

Ama bu duygu kaybolmuşsa vay insanın ve insanlığın başına gelene!..

Sezai Karakoç-Günlük Yazılar 2
Devamını Oku »

Uyarış

Uyarış

Gözleri korkuyla büyümüş bir kavmi, bir halkı uyar­mak demek, bir bakıma onun korkusunu arttırmak demektir. Evet, korkudan kurtarmak için korkuyu art­tırmak. Daha doğrusu, korkuyu değiştirmek. Bir ba­kıma daha şiddetli bir korkuyla değiştirmek. Ama bu yeni korkunun yanında, bitişiğinde bir sevgi duruyor. Öbür korkunun yanındaysa inkâr. Bu iki korku arasın­da soylulukla soysuzluk arasındaki fark cinsinden bir fark vardır. Kara bir korkuyla bal rengi bir korku farkı. İnsandan korkmakla Allah’tan korkma farkı.

Uyarıcılar, insan ruhundan, başka insanlardan ve eşyadan korkmayı koğar ve onun yerine Allah’tan kork­mayı aşılamaya çakşırlar. Öbür kavimlerden, tabiat­tan, kendi içinden gelen hayaletlerle sarsılmış bir halk, henüz tarihini bütünüyle tüketmemişse, uyarıcının şu sesini duyar kulaklarında: korkunuz!

Uyarıcı, muştalayabilmek için başlangıçta korku­tacaktır. O korku imtihanını veren ruh, muştuya yuva olma hakkını elde etmiş demektir.

Uyarıcının aşıladığı yapıcı bir korkudur. Korku yıkıntılarından kurtaran bir korku. Sevinç aratan, muştu çağıran, zafer umduran korku.

Uyarıcının sesinin yükselmesinden duyulan korku, aslında korku olmaktan çok bir ürperiştir. İnsan sezer, bir değişme olacaktır, ürperti gelecek zamanın ürper­tisidir. Ürperiş, insanı yeniye ayarlamaktadır, eskiden koparmaktadır. Yeni gelen, verdiği ürpertiyle, eskiyi kritik etmiştir insanın ruhunda.

Hazreti Yahya’nın sesi, kavmine bütün suçlarını bilmelerini, o suçlardan korkmalarını sağlamıştı. İşte Hazreti İsa müjdesini bu uyarışın üzerine bina etti.

Bütün uyarıcılar, birbirlerine böylece tarihin için­den el uzattılar. Birinin uyarışı, öbürünün uyarısıyla katmerlendi. Birinin ürpertisi öbürünün örneği oldu.

Bu insanlık, yalnız ilk çağlarında değil, sonraları da Ad ve Semud’un, Nuh, Lût kavimlerinin uyarışa kulak asm ayışlarının acı sonucunu duydu, dinledi. Bunlar, uyarışa uymamanın sembolleri oldular.

Çağımızda uyarma ödevi, müslüman öncülerindir. Bu öncüler, müslümanları ve bütün insanlığı uyaracak­lardır.

Bilim, düşünce, sanat, din, ahlâk alanında uyarma.

Uyarma, ülkelerin üstüne göksü bir çerçeve gibi iner. İnsan ondan korkar ilkin, fakat yine de onun bu dünyayı aşkın kaynağım az çok bilir.

Çağımızda büyük ateşler yanmış, olaylar, eşya de­ğişimleri kendi diliyle insanlığı uyarmıştır. Şimdi sıra, insanın inşam, açık ve seçik uyarmasına gelmiştir.

Şimdi bir kere daha sıra uyarmaya gelmiştir. Geriye dönüşsüz bir gelişmenin başında, insanın içindeki yıl­lanmış putatapıcılık kuşkularını arıtacak bir uyarma­ya.

Kitaplardan kitaplara, ruhlardan ruhlara sıçrayan bir uyarış kıvılcımına sıra gelmiştir.

Çan, ruhu yaralar durur. Ezanın uyarışına sıra gel­miştir.

Uyanış, bir uyarış sonucunda olursa verimlidir. Yok­sa, uyarışsız ayağa kalkan, çağın korkusuyla boğulabilir. Ama, uyanla uyanla uyanan tam uyanmıştır.

Bir ölü gibi çağların kıvrımında katlanıp kalmış olan insanlık, bir uyarışla uyanırsa, geri dönüşsüz, batmasız bir dirilişe doğru gidecektir. Ricat yolunu kapayan uya­rıştır.

Peygamberimiz, ricat yolunu kapamıştır. Kur’an, uyarışla ve müjdesiyle ricat yolunu kapamıştır. İleriye çevirmiştir insanı.

Şimdi yeniden çağımızın içinde, Kur’an’ın «ey örtü­lere bürünmüş olan! Kalk ve uyar!» sesi çınlayacaktır.

Sezai Karakoç-Günlük Yazılar 2
Devamını Oku »

Yapraklar Çevrilirken

Yapraklar Çevrilirken

Tarihin yaprakları çevriliyor. Her sayfa döndükçe, bir ateş rengi, yangın kokusu yayılıyor ortalığa.

Bir bakıyorsunuz, Hazreti İbrahim’i ateşe atmışlar. Neden atmışlar? Onları Allah’a çağırdığı için. Putlara, insanlara tapmamalarını öğütlediği için. Çağlarını kri­tik ederek geçici, yalan ve ölücü olanı gösterdiği için. Ölmeyeni, kaba ve gerçek olanı gösterdiği için attılar ateşe Hazreti İbrahim’i. İnsanlar onu yakmak istedi ama ateş yakmadı. Ateş neden yakmadı? Gerçi bu bir mucizedir ama mucizelerin de hikmetleri vardır. Haz­reti İbrahim’in tebliği ateşe tesir edecek bir yüksekliğe erişmişti de ondan ateş onu yakmadı. Hazreti İsmail’in teslimiyetinin bıçağa tesiri gibi. Hazreti İsmail o kadar teslim olmuştu ki, bıçağın kesiciliğinin ötesine geçmiş­ti. Bıçak neyi keser? Bıçağın kesmesi için azıcık ta olsa bir sertlik, bir red, bir mukavemet, bir direniş gereklidir. Hazreti İsmail, Allah’ın iradesi önünde o kadar yumuşamış, o kadar kendinden geçmişti ki, bıçak kesecek bir şey bulamamıştı. Bıçak, lisan-ı hal ile yükselen bu teslimiyetin dilinden anlamıştı.

Mucizeler başlı başına bir tebliğdir. İnsanlara ve eş­yaya tebliğ. O tebliğ eşyaya ulaşınca, eşyanın diretişi kayboluyor ve mucizenin iradesine boyun eğiyor. Eşya­nın tabiatında bir değişim yapıyor mucizelerin tebliği.

Derken tarihin yaprakları çevriliyor. Firavun as­kerleriyle, Hazreti Musa ve ona inananların peşinden gidiyor. Fakat Kızıldeniz yarılıyor, önden gidenlere yol veriyor ve Firavunla askerlerini boğuyor. Halbuki on­lar Hazreti Musa ve bağlılarını ayni suda boğmak isti­yorlardı. Neden istiyorlardı? Hazreti Musa Firavun’un gururunu kırmak istemişti, firavun kavminin zulmünü ortadan kaldırmak istemişti. Onları Allah’a ve Allah’ın yoluna çevirmişti. Onun sesini su duydu, fakat firavun ve adamları gurur yüzünden duyamadılar. Hazreti İbrahim’in de nasıl ki sesini ateş duymuştu ama Nem­rut ve adamları duyamamışlardı. Nemrut ve adamları ateşi bir vasıta olarak kullanmak istemişlerdi. Fakat ateş zulme alet olmamak için ve hakikatin kılıcı olmak için Hazreti İbrahim’in tarafına geçti. Firavun ve kavmi de suyu bir vasıta olarak kullanmak istemişlerdi. Ama su zulme alet olmamak için Hazreti Musa’nın yanma geçti.

Ve derken tarihin yaprakları çevriliyor. Hazreti Zekeriya’yı şehit ediyorlar, Hazreti Yahya’nın başını kesiyorlar. Niçin? Onları, sapıklıktan döndürmek, unuttukları Allah yoluna çağırmak istedikleri için. Hazreti Isa’ya da ayni şeyi yapmak istediler. Ama başarıya ula­şamadılar. Çünkü, zulme verilen müddet bitmişti. Koca imparatorluktan, bir kaç munis müminin sözleriyle yı­kılacaktı. Zulme verilen müddet ve mühlet sınırlıdır,bir gün gelir biter, ama hakka, adalete verilen mühlet ebedidir, bitmez.

Ve derken tarihin yaprakları bir kere daha çevrildi, peygamber kendilerini din ve dünya saadetine çağırdı­ğı için onu öldürmek istediler. Ama Allah’ın tedbiri, in­sanın tedbirinden çok üstündür. Allah inşam bir örüm­cek ağıyla da, bir güvercin yuvasıyla da korur. Sonra Medine, İlâhî bir site oldu. İnkarcılar, puta tapıcılar, mümin kardeş, baba ve oğullarını öldürmeğe geldiler. Ama Bedir’de, en keskin kılıçlarla karşılaştılar, inanmışlığın ve meleklerin, yerlerin ve göklerin kılıcıyla. O zaman gözlerine atılan bir avuç topraktan kör oldular. «Attın attın ama sen atmadın, sen atmadın. Allah attı, Allah attı.»

Yapraklar döne döne, üst üste yığıldı ve bu çağa gel­dik. Çağımızda insan yine unuttu hakikati. Yine guru­ra kapıldı. Kendi çağının Allah’ın çağından üstün oldu­ğunu sandı. Yirmi yıl arayla iki dünya cehenneminde yandı. Yine uslanmadı. Yine isyan, inkâr bataklığına saplandı. Yine ateşi ve suyu, müslümanları, müminle­ri ezmekte kullanabileceğini sandı. Şimdi onu deniyor inançsızlar, inkârcılar. Bu demektir ki, Allah’ın çağrısı­na kulak tıkıyorlar ve cezayı çağırıyorlar. Büyük cezayı çağırıyorlar. Tarihten bir yaprak daha çevrilirken, kor­karım bu sefer, tarihin kalın cildi kafalarına inecek.

Sezai Karakoç-Günlük Yazılar 2
Devamını Oku »

Gece ve Yalnızlıkla Konuşmalar

Gece ve Yalnızlıkla Konuşmalar

Akşam, yine de gündüzden parçalar taşır. Görüşmeler, konuşmalar, yüzler, kelimeler geceye karışık olarak gelir. Onun için, akşam, bir şok değildir. Yavaş yavaş İnen bir gündüz perdesidir. Fakat vakit ilerleyip gündüzün izleri çekilince, kristal bir cam kesmesinin, gece­nin içine düşersiniz.

Ve sessiz bir kuzgun gibi kanatlarıyla sizi örten gece der ki:

—Gecenin değerini bil, insanoğlu! Namazda Kur’an sesi bile geceleri yükselir. Gece okunan Kur’an, gün­düz okunandan daha çok sevap getirir; bu da Kur’an’ın sözü. Batının da gecesi batmıştır, Doğunun da çağımız­da. Alkol, şehvet ve kumar buğusuna batmıştır, insanın çağdaki çıkmazı, biraz da, gereğiyle kullanılmamış bir gecenin israfından doğmuyor mu? Çağımızda gece israf edilmiştir, gece israf edilmiştir. Ben, devrinizde, insan derisi tarafından yağmalandım insanoğlu!

Sonra yerinde silkinen kuzgun yavaş yavaş örselen­miş bir kartala dönüşür:

—Ben, büyük yalnızların, ermişlerin gecesiydim; şim­di kalabalıkların gecesi oldum. Çizgilerimi raptettiler; ekranlara çizildim. Pelerinimden yakalandım. Sesimin kabuğu ele geçirildi. İncim, bir gözyaşı gibi eriyip gitti. Banş ve muştu doğurganıyken, bir savaş aleti oldum.

Her gece böyle sızlar içimde gece. Bir gece, yine Ge­ceyi dinledim dinledim... Sonra ona dönüp dedim ki:

-Ruhumun ikiz kardeşi Gece, sen de çileni doldu­ruyorsun. Gecenin içinde bir gece vardır ve sen onu doğuracaksın. Bütün bu sıkıntıların, doğum ağrısı. Işıklardan kaçarak, eski, beyaz, yalnız taş yapıların kı­yılarında dolaş. Sıcaklığını o taşlar emsin ki kendine gelebilesin, kendini bulabilesin.

Daha neler söyledim bilmiyorum. Sonra yavaş ya­vaş gece, rengini kaybetti. Artık ne beyazdı, ne siyahtı; som yalnızlıktı.

Baktım, gece artık gece değildi. Gecede som yalnızlığı gördüm.

Ah, ben yalnızlığı gördüm, bir ordudan daha güçlü bir yalnızlığı gördüm. Yalnızlık bana bir Mısır ehramı­nın duvan gibi yöneldi ve dedi ki:

- Doğum, batım sana kurban olsun insanoğlu, sen, kalbimin şimşeğine dayanabilir misin? Âdemin yaratıl­dığı ana bir ben dayandım, başkası değil. Hz. İsa’nın doğumuna ben şahit oldum, kimse değil. Ashab-ı Kehfin uykusuna karışan bir benim, başkası değil. Ben, Hızır’ın has eriyim, başkası değil. Ben vahyi ta­şıyan Cebrail’i gördüm Peygamberle birlikte, başkası değil. Gece benim sisimdir. Sisimi tuttular, ama beni yakalayamadılar. Bana yaklaştıkça ben geri çekildim. Geri çekildikçe kat kat içime katlandım. Alanım daral­dı, ama yoğunluğum arttı. Ve kendimi gelecek zaman­ların en büyük çocuğuna sakladım. Gelecek zamanların büyük kentlerine o çocukla birlikte gireceğim. Kalaba­lıklar boyun eğecek buyruğuma.

Sonra yalnızlık sarardı, sonbaharını yaşadı. Sonra kırmızılaştı, kışın ateşinde yandı. Sonra morardı, sön­müş bir köz oldu. Sonra yeşile döndü, baharı başladı. Sonra duruldu, aydınlandı, beyaz bir yüz kazandı. Sonra simsiyah oldu. En başta gecenin siyahlığından çıkmıştı; en sonra, «siyah nur» dedikleri gizlinin gizlisi oldu. Bu siyah, öbür siyahlığın tam tersi... Faniliğin yok olduğu alanın rengi. Gerçek yokluğun rengi. Baktım, yalnızlık­tan artık ses yok. Onun çok yakınında başka bir hışırtı vardı, ötelerin ayak sesi, hafif, örtük trampet sesleri...!
Devamını Oku »

Yorulmayan İlhamlar Uğruna

Yorulmayan İlhamlar Uğruna

Düşünmek bir bakıma sormasını öğrenmektir. Ka­fanızdaki düşünceleri, eşyaya ve eşyanın ötesine soru yöneltecek bir tavra kavuşturursunuz, işte bu düşün­mektir. Metotlu şüphe, sormaktır. Bulanık şüphe, ce­vap fırsatı tüketilmiş soruların pıhtısıdır. Vakit bir pıh­tı vakti midir, siz şüpheye batmışsınızdır. Işığa götüren sorular vardır, şüpheye batıran sorular vardır.

Bilgin de soru soran bir adamdır. Eşyadan cevap ko­parmasını bilen adamdır.

Çocuğun ilk ağlayışı bir sorudur. Yaşamak için açılmış yepyeni bir sorudur. Dünyayı sora sora öğrenir ço­cuk.

Ezberletilmiş sorular da vardır. Belli cevaplar alın­sın diye ezberletilmiştir bu sorular.

Nesiller vardır ki, soruları da ezberletilmiştir, ce­vapları da. Kalıcı bir eser bırakmadan, kâğıt üstündeki nesiller gibi gelip geçer bu nesiller.

Soru, bir esere dönüşen soru, büyük bir emekle hak­kedilir. Hakkedilmeyen soruların cevabından korku­lur.

Eser de bir sorudur. Gelecek zamanın insanı verecektir bu sorunun cevabını.

Yazar, düşündüren adamdır. Düşünene, soru sorma­sında yardıma olandır.

İnsan vardır, geçtiği yere düşünce izi bırakır. Alınlarda derin düşünce izleri bırakır gider. Çok sonra fark edilir bıraktığı iz.

Bir vakit gelir, soru, düşünce de aşılır, cevap kendi­liğinden gelir.

Bir insanın, hayatında da bu böyledir, bir toplulu­ğun hayatında da.

İlham, düşünce ve ruh çilesi çeke çeke sorusuz cevap almağa hak kazanmış üstün insanın hakkettiği bir ba­ğıştır, İlâhî bir bağıştır.

Çağ vardır, ilham doludur, çağ vardır kısırdır.

Şimdi, Ortadoğu ülkeleri, ezber sorular döneminden araştırmalı soru dönemine geçiyor. Bir gün de gelecek ilham dönemine geçecek.

Gel, ey vücudunda peygamberlerden hatıralar taşı­yan toprakların ilhamı!

Bir gün gelecek, yalnız insana değil, nerdeyse taşa toprağa ilham gelecek.

İşte biz günlerden o günü, vakitlerden o vakti soru­yoruz.

Döktüğümüz soru terleri o ilham vakitleri içindir.

Analara, ilham vaktinin çocukları için bir ilham gel­sin diyedir.

Kafamızı çarptığımız cehennem yapılı amansız soru­lara katlanmamız, o ilham vaktinin hatın içindir.

Çekilen çile, ne dünya için, ne bir yudumluk hayat için; geleceklerin ufkunda ilahi siteyi canlandıracak ilhamlı düşünceler için.

Gölge ne düşünürse düşünsün, güneş kendi kavsini çizer, yolunu tamamlar.

Soru düşünceye çıkar, düşünce ilhamın önünde boyun eğer. Nasıl ki ilham da vahyin önünde boyun eğmiştir.

İlhamın vahye boyun eğdiği gibi, düşünceler gelen ilhama, sorular da ilhamlanmış düşüncelere boyun eğerse, değeri er hiyerarşisi böylece kurulursa, insan ve toplum, kalb sağlığı içinde, zaman ve tarih içinde, var olmanın alanına ayağını basmış demektir.

Batı sorudur, Soru, batıda hafakan haline varmıştır çağımızda. Çağımızda batının buhranı, biraz da ilham­dan uzak olmanın hafakanıdır.

Şimdi bu hafakan bütün dünyayı sarmıştır. İlhama yatkın doğu topraklan da şimdi ayni sorularla sarsılı­yor. Ama, bu soruların cevabı gelecek. Batılıya gelen cevaplar gibi değil, değişik cevaplar olarak gelecek.

Batıda soru düşünceye dönüşmekte, düşünceler de ufukta bir çizgi olarak kendi içine kıvrılmaktadır. Do­ğuda ufuk açıktır. Sorular kimi zaman düşüncelere, kimi zaman da düşünceleri de atlayarak ilhama çıkar.

Doğu, bilerek bilmeyerek cevabını ilhamdan ister.

Ve sorular biter, düşünce yorulur, ilham ne biter ne yorulur.

Sezai Karakoç-Günlük Yazılar 2
Devamını Oku »

Eskimeyen

 

EskimeyenHer şey eskir şu dünyada. Eskimeyen hakikattir.

Dünyada, sanki eskime, biricik kuraldır. O kurala karşı koyma da yaşamanın şartı. Canlı bir özle karşı konulur, eskimeye karşı durulur.

Dağ, taş, ağaç, yıldız ve gök eskir. Eskimeyen haki­kattir.

Eskitmeyen, eskimeye karşı koyan canlı öz ruhtan doğmadır. Ruh da İlâhî bir kaynaktan.

Ay, güneş, su, ateş, zaman ve saat eskir. Eskimeyen hakikattir.

Canlılığın ve diriliğin mayası, evet, İlâhî bir kay­naktan geliyor. Kaynağa en yakın bir alevden. Eşyanın şahdamarında atan nabız, bu yakınlığın ateşiyle diri. Şurda burda bu yakınlığın, bu canlılığın ateşi yakılmış. Bahar, yeşil bir ateş harmanı.

Düşünceler, sistemler, doktrinler, kapitalizm, ko­münizm, sosyalizm eskir. Eskimeyen hakikattir.

Canlılık bir kaynaşmada, bir bağdaşmada gerçek­leşiyor. Eskimeyse, bir çözülüş, bir kopuş, bir ayrılışla başlıyor. Bir araya gelen düşünceler bir senteze ulaşı­yor. Ve gün geliyor, yıpranan bir tertip eriyor, çözülü­yor. Tahliller tahlilleri eskitiyor, tepkiler tepkileri es­kitiyor.

Evet, tahliller, terkipler, yazılar, incelemeler, dene­meler eskir. Eskimeyen hakikattir.

Yenilenme, mecazî olsun, hakikî olsun ölümden sonra dirilme, tazelenme, onarılma, düşmüşken ayağa kalkma, unutulmuşken hatırlanma, yorulmuşken din­lenme, uzaktaki kelimeleri yaşama alanına çeken çağrışım,bütün bunlar, ruhun, eskimeye karşı donandığı kuvvetlerdir.

Devletler, milletler, haklar, vatanlar, ocaklar, yurt­lar eskir. Eskimeyen hakikattir,

Propaganda, reklâm, hatır enflasyonu, yaşatmak için kullanılan yaşatıcı özden mahrum her vasıta ömrü uzatamaz.

Bütün bunlar eskir. Eskimeyen hakikattir.

İnsan niçin yaratıldı? İnsan eskimeyen bir hakikat için yaratıldı. Eskimeyen, eskitilemeyen bir hakikat için.

Gün gelir, kıyamet bile eskir. Eskimeyen hakikat­tir.

Bir gömülüştür gidiyor. Zamana ve toprağa bir gö­mülüştür gidiyor. Gömülen gözleri de beraber sürük­lüyor. Gözler de beraber gömülüyor. Ama hakikati eskitecek yok. Hakikati, kim gömebilir? Hakikati kim eskitebilir?

Tören, şatafat, şölen, bal ve yağ, şarap ve zehir es­kir. Eskimeyen hakikattir.

Şehvet etin eti, etin kemiği yalan yere canlı tutuşu­dur. Eti ve kemiği asıl canlı tutan ruhtur. Ruh gittikten sonra, hangi şehvet, insanı hayatta ve ayakta tutabi­lir? Ruhun çekildiği toplumdan, sonsuzluğun şarkısı mı yükselir? Hayattan sonra ölümün geldiği gibi, ruh gelirse, ölümden sonra da bir hayat gelir.

Ölüm ve hayat, tarih ve tabiat eskir. Eskimeyen ha­kikattir.

Her şey eskir. Eskimeyen hakikattir.

Sezai Karakoç - Günlük Yazılar 2
Devamını Oku »

Yolu Yenen

Yolu Yenen

Gidiyoruz, gidiyoruz, gidiyoruz, sonra dönüp arka­mıza bakıyoruz ki, bir çuvaldız yol gitmişiz. Bir masal içinde yaşıyoruz da onun için mi? Yoksa kaskatı gerçek­ler mi zahmet çokluğunu, alınmış yol gibi gösteriyor? Yoksa dümdüz sanılan yol, bir tabakadan ansızın bir başka tabakaya düşüş yüzünden, içice girmiş çemberler gibi dolambaçlı da ondan mı?

Belki.

Ama yolun çetinliği, sonunda, ulaşılacak olanı bü­yütmektedir. Yani, bir bakıma, hedeften, varılmak is­tenen noktadan sonrasını kolaylaştırmaktadır. Sen, yolla uğraştıkça, varmadığın hedef de yerinde duracak değildir. Belki de hedef de seni artık beklemeyecekte kendi kendini kurmaya kalkacaktır. Ama bu yine senin eserindir. Sen yolla uğraşmasan, yolun son ucunda böy­le bir karıncalanma ve kımıldanma beklemek hakkın olamaz. Ama sen yolun kendisiyle uğraştıkça, hedefe varmak umudu hiç kaybolmayacak demektir. Hedefin şuurunu zorluyorsun demektir. Elbet, «her güçlükten sonra bir kolaylık vardır». Sen, ileriye doğru hamle ya­pıp, içinde ilerlediğin tabakaların toprak damarlarının elverişsizliği yüzünden döne döne yine ayni noktaya, çıkış noktasına dönsen bile, kazançlısın. Çünkü, nokta ayni nokta olsa da, sen artık eski sen değilsin. Yol iler­lememiş de olsa sen ilerlemişsin. Kaybettiğin mesafele­ri ve zamanı elverişli ilk rüzgârda geri alabilirsin. Bir şey ki, ilerde oluşmaktadır, sen ona yetişeceksin.

Şartlar hazır olmasa da, insan hazır oluyor ya, bu da ilerlemenin ta kendisidir. Sen etten gözleriyle değil, zi­hin gözleriyle, iç gözleriyle bu ilerlemeyi görenlere bak ey ideal arkadaşım! Sen konuşanlara değil, susanlara bak.

Büyük alınyazıları, çetinliklerden yazılmıştır.

Bayram, asıl zindandan ve asıl kurbandan gözlen­miştir.

Yepyeni bir dünya, hep sabırdan ve imândan bek­lenmiştir.

Bırak, kara basın, inkâr basını, onlar bizimle uğraş­sın. Nasıl olsa bir gün onlarla uğraşan, evlerinin için­den çıkacaktır. Bu bir İlâhi bağıştır: kutlu çocuk, Musa, firavunun sarayında yetişecektir.

Döne döne ayni noktaya dönsen bile bu yolda dön, yine dön! Çünkü bu dönme, Mevlâna’nın dönmesidir.

Yalnız ayakların değil, sesin de var. Gidemediğin yerleri çağırabiliyorsun ya. Hem ilerle, hem çağır. Sen gidemesen bile, çağırdıkların sana gelecektir.

Sen asıl öze bak, mayaya bak. O düzelince hepsi bir­den düzelecektir. Teker teker suyu, toprağı, havayı ılıklaştıramazsın. Bahar gelince hepsi birden ısınacaktır. Öyleyse, sen ayrı ayrı suya, böceğe, ağaca, taşa bakma, bahara bak.

İnsanın içindeki baharı gözle, baharı bekle.

Yola ne bakıyorsun, yolcuya bak. Yolu nasıl olsa gi­decek olan o değil mi?

Yolun çetinliğinden ve uzunluğundan, bitmezliğinden ne yakınıp duruyorsun? Her doğan gün, gidiş gücü­nü tazeledikten sonra.

Kitaptan gelen bad-ı saba, ruhunu ve vücudunu ile­rilerin esintisiyle doldurduktan sonra.

Kendime böyle dedim; size de böyle derim.

Sezai Karakoç-Günlük Yazılar 2
Devamını Oku »

Kelimeler

Kelimeler


Kelimeler, üzüm bağlarının yakalandığı floksera hastalığı gibi bir hastalığa yakalanmış. Kelimeler, hastalıklı üzümler gibi pas tutmuş. Soylu koşu atlan arabalara koşula koşula nasıl biçim ve ruhunu yitirir­se, inançsızlığın radyoaktif tozlarıyla yüklü bir bulutun üzerine çöktüğü günümüzün kelimeleri de, öylesine, deforme olmuş, atla eşeğin arasından fırlayan yaratı­ğın kaderini yüklenmiş. İnsanın özünden uzaklaşmış, kopmuş, neredeyse eşyanın arasına karışmış. Konuşan insan, sarf ettiği her kelimenin, etten kopan her parça gibi ruhdan kopan bir parça olduğunu unutmuş gitmiş. Yazar, bilmem kaç kelime kullandıktan sonra ömrünü tamamlamayacak da, kelimeler halinde döküldükten sonra eritilip yeniden kullanılan kurşun cinsinden bir kelime madenine sahipmişçesine bir güven çizgisinde. Halbuki, tekrar tekrar eritilerek kullanma katsayısı büyük sayılara ulaşabilecek kurşunun bile bir firesi vardır. Kelimelerin firesi, büründükleri et ve kemik olan kurşundan daha az değil, kurşunun firesinden daha az değil.


Dua olup hep gök katına çıkarılacağına, cüruf olup yeraltına indirile indirile, gün yirmi dört saat kurşun bulamacına batınla çıkanla, ruhla, Kutlu Kitapla, Cebraille dostluğunu yitirmiş, eşya ülkesine sürgün edilmiş, üslûbuna tertip hatalarından doğan bir üslûp ortak olmuş, berrak bir dağ kaynağı gibi akan yazıların ağırlığım çekemediği, ancak kırık, dörtgen kenarlı, sert köşeli latin vadisinde yaşayabilen cüzzamlı kelime­ler...


Soyluluğunu mermer mezar taşlarına, kurumuş çeş­melerin kitabelerine, cami duvarlarının boy erişmez yüksekliklerine, mavi bir kan damlayan çinilere soyunarak, yirminci milât yüzyılının konfeksiyon işi ruhuyla donanarak uçak postalarına yetiştirilen fabrikasyon verimi kelimeler.


İlhamdan, vahiy terbiyesinden, sadık rüya ateşin, den, dağ yakısından, zeytin, çam ve hurma ağaçlarının çiğlerinde yıkanmış olmaktan, seherden ve pınar çağıltısından, sancak hışırtısından, secde zuhurlarından, tekbir ve salâvatların bereketinden mahrum kelime­ler.


Çağın kelimeler iklimi.


Bir Kanunî’nin kelimelerine bakınız, bir de Kosigin’in kelimelerine bakınız; aradaki farkı anlayacak, kelime­lerin yakalandığı biçim değil, öz, dil değil, ruh hastalı­ğının sırrına ereceksiniz.


Kaybolan kelimeler, kullanılan kelimeler, kullanılı­şı azalmış veya artmış kelimeler ve bu azalış artışların matematik ifadeleri, kelime muhtevalarının genişleyen ve daralan alanları, bu genişleme ve daralmanın geo­metrik ifadeleri aransa ve dillerin üç buutlu, hatta bir de zaman ve tarihi katarsak dört buutlu, derinlikli tab­loları yapılsa, insanın kendini yeniden kurarken hangi noktadan yola çıkacağının ilk ipuçları belirecektir.


İnsan, bu kelimeler tablosunda can vermeden, ke­limelerin kıyametini çağıran sûr, insanın kıyamet sûrundan önce üflenmeden, sözlere can veren, kelime­lere balrengi bir fecrin ölümden sonraki dirilmesini ba­ğışlayan İlâhi kelâma dönmek gerek.


Sezai Karakoç-Günlük Yazılar 2

Devamını Oku »

Diriliş

Diriliş


Kışa bakarsanız, kış, görünüşüyle hiç de baharı, hele yazı vâd etmez. Yaza bakarsanız, yaz, sonbaharı, hele kışı çağıracakmış gibi hiç gözükmez. Ama insan, tecrü­beleriyle bilir ki, yaz ve güzden sonra kış gelir. Kıştan sonra da bahar ve yaz. Bunun gibi, toprağa ve çürü­meye terk edilen ölüye bakarsanız, yalnız ona bakar ve karşılaştırma duygunuzu çalıştırmazsanız, her yerde ve her şeyde ölüden diri, diriden ölü çıkartan Allah’ın kudretini görmezlikten gelirseniz, ölümden sonraki dirilmeyi inkâra zorlayan şeytana kolaylıkla avlanırsı­nız. En ufak bir zehir karşısında etiniz bir reaksiyonda bulunuyor ve kemiğiniz sızlıyor, yani vücudunuz bir cevap ve bir hesap veriyor da, ruhunuzun, günah ve sevapları için hesap ve cevap vermek üzere, ona bağlı vücudunuzla birlikte, yarın, Yaratıcının karşısına çık­maması mümkün mü?


İnsan, öldükten sonra dirilecek ve hesap verecektir. Yoksa bu hayat, başlar başlamaz biten bir şarkıdan farksız olur. Rüya hayata göre neyse, bu dünya hayatı da öte dünya hayatı önünde odur. Bir bakıyoruz, güneş doğmuş, sonra yükselmiş, sonra tam ortaya gelmiş, sonra sararmış ve eğilmiş, sonra batmış. Ama, yarın gene güneş doğacaktır. Hayat da güneş gibi doğum, yükselme, iniş ve batış çizgilerini taşır. Fakat yine bir doğum olacak. Hattâ, denebilir ki, ölümden sonra insanın dirilmesi, güneşin yarın doğmasından daha kesindir. Çünkü: insan, güneşten bin kere daha doğmaya daha çok lâyıktır. İnsanın anlamı, güneşten üstün. Güneşi, ayı ve toprağıyla bu dünya bir zifaf odası gibi hazırlandı da, insan ondan sonra geldi. Zifaf odası insan için midir, insan, zifaf odası için mi? İnsan, mu­hakkak öleceğini bildiği halde, yine kalbinde, hep ebedi yaşayacakmışçasına bir duygu taşımaktan da geri durmaz. Bu, ölüm korkusundan dolayı değil, Ölümden sonraki hayatın belli belirsiz izini taşıdığımızdan doğuyor.


Medeniyet ve kültürler de böyle. Bir medeniyetin ölümü yaklaşmış sanırsınız, işte tam o sırada öyle bir çiçeklenme gösterir ki şaşarsınız. Sanırsınız ki, bir me­deniyetin kışı onu ölüme götürmektedir. Fakat ansızın o medeniyetin yeni bir baharı geliverir. Kültür yeniden filizlenir, yeniden boy atar. Ağaç yeniden yapraklanır ve yemişlenir.


Çağımızda İslâm kültürü de işte böyle yeni çiçeklen- meye gebedir. Tükenen ve son ucuna varan, insanların atılımlarıdır. Fakat belli bir süre dinleniş, kabuğuna çekilişten sonra yeni bir atılım gelir. İslâm dünyasının her yanında böyle bir kültür hamlesinin işaretleri belir­miştir. Bunlar gün geçtikçe zenginleşecek, kökleşecek ve sonunda boy verecektir. Toprak sert, taş kuvvetlidir. Fakat, tohumun içindeki kımıldanış, en sert toprağı yaracak ve en ağır taşı yerinden kaydıracak güçtedir. Nice mezarlar görürsünüz; dikilen fidan bütün mezarı kaplamış, mezar taşını da yerinden sökmüş, hatta yut­maya başlamıştır.


Siz Allah’ın yolu silinip gidecek, kaybolacak mı sa­nıyorsunuz? Siz, dünya, hep karanlıklar içinde, zulme bulanmış doktrinlerin deneme tahtası olarak kıyamete kadar sürüklenip gidecek mi sanıyorsunuz? Siz, Kur’an dipdiri ışıklarını saçıp dururken, insanda ve eşyada en ufak bir değişiklik yapamayacak mı sanıyorsunuz? Siz, insanın bu gururunun bir sonu gelmeyecek mi sanıyor­sunuz? Siz Allah’ın verdiği mühletin dolmayacağını, hep şeytanın kölesi olmakta devam edeceğinizi mi sanı­yorsunuz? Siz, vaktin bir putataparlık bataklığına sap­lanıp kaldığım ve bir daha ordan kurtulamayacağım mı sanıyorsunuz? Siz, gömdüğünüz hakikatlerin bir daha açıklanamayacağını, sandukaların yarılıp açılamayacağını mı sanıyorsunuz? Siz böyle sanıyorsanız, iyice biliniz ki, büyük bir aldanış içindesiniz. 

Devamını Oku »

Kutlu Kitap

KUTLU KİTAP Bin dört yüzyıldan beri bir tek harfi bile yıpranmamış bir mucizedir,hayat fışkıran bir mucizedir Kur’an-ı Kerim.Dünya,haşr gününde hesaba çekilse,kur’an-ı Kerimin kendisine gönderilmesini bir kurtuluş belgesi,bir şan belgesi olarak ileri sürer ve beraat eder.Ruhları Kur’anın mehtabıyla aydınlanmış Müslümanlar ,ölümü,kristal camı geçen ayışığının kolaylığı ile aşarlar ve hesap masasının önünde gülümseyerek dururlar.Kur’an-ı Kerim,inananlara,Allahın güzelliğinden bu dünyada gösterilşmiş bir işaret,bir örnektir.Onu okuyan ,Sina Dağına çıkar,Hazreti Musayla birlikte Allahın büyüklüğü önünde yere kapanır,Kızıldenizin yarıldığını görür,denizin sularının iki yana açılarak yol verdiğini,arkadan gelen gurur heykeli ordunun üzerine de bir cehennem gibi çullandığını gözleriyle görür;Cebrail,hazreti Meryemle konuşurken sanki yanındadır. Hazreti İsa ve havarileriyle birlikte gök sofrasının başındadır;Bedir savaşında düşman gözüne meleklerle birlikte kum ve toprak atandır. Hazreti İbrahimle birlikte bir Pazar günü putları kırandır.Ad ve Semud kavimlerini alıp götüren sesi kulaklarıyla işiten,şehirleri döndüren kasırgada yaprak gibi dönen,Lut kavminin dönüştüğü tuz kayalarına eliyle dokunanadır.  Allahın yarattığı güzellikleri Kur’anla görür Müslüman.Kur’anla düşünür,Kur’anla anlar,hilkatin sırrına Kur’anla erer.Müminin gözünden bakan o,elini kımıldatan o,geçmiş zaman geleceklerin üzerine yürümesin diye,şimdiki zaman parçalanıp yok olmasın diye,Kur’an zamanın anlamını ve yorumunu getirmiştir.”Her şey Allahın önünde fanidir” prensibinin içinde eşyanın rüzgar gibi savrulduğunu görür Müslüman.Kur’an en ilerde olandır.kim ki onunla beraberdir,oda ilerdedir.kim ki ona karşıdır,geridedir.öbür medeniyetler kur’an medeniyetinin yanında ölüdür.Ondan ışık alan,dirilir.onun ışıklarından kaçan,mezarsız ölüdür. Kur’an yolundan ayrılanlar sabahları cin çarpmışcasına,yataklarından kalkarlar.Ab-ı hayat Kur’andır.İksir Kur’andır.Şifasız dertlerin doktoru Kur’andır.Genç nesli olgunlaştıran,olgun nesli genç tutan,kadına iffet erkeğe vakar bağışlayan,toplumlara haşmet ve heybet getiren,mutluluğun mimarı,muştu şiiri,ölümü yenen teselli,ruhun zafer takı,kalbin rahmet anıtı Kur’andır.  Müslümanlar Kur’andan uzaklaştı uzaklaşalı gün yüzü görmediler.İnsanlık aya çıksa ,Zühreyi bir martı gibi avlasa,Merihten petrol getirse,Kur’ana dönmedikçe ruh yıkıntısını ,çöküşünü durduramayacaktır. Bize getirdiğin namazlarla,oruçlarla,hacla,zekatla,hayat bağışlayan kısasla,Allahtan başkasının önünde eğilmeyen peygamber örnekleriyle,ay bölen ,ölü dirilten,susuz kayadan pınar fışkırtan,büyücülerin en ustalarını mahcup bırakan ve terbiye eden,bir asaya ruh üfleyen mucizelerle ne kutlu bir kitapsın şanlı Kur’an!Bizi terk etme ,bizi bırakma,bizi hep hatırla ve bizi bağışla.Bize merhametinle şahit ol,bizden davacı olma öte dünyada. Taşıdığın vahiyden bir sabır izi düşür üstümüze.Korkusuzluğundan,tevekkülünden,imanından armağanlar sun bize.karıncadan ses duyur,hüthütten haber ver bize.  Cennetleri bize,cehennemleri inançsızlıkta gönülleri kurum bağlamış olanlara yaklaştır ey kutlu kitap! Biz ki,kıyamet kopmadan kıyamete dair ayetlerinle kıyameti bir parça yaşamış,ona inanmış olanlarız,bizi bugün ve o şiddet gününde ateş işlemez örtüne bürümendir umudumuz.  Her sabah beklenen sensin.Gün ışığıyla ,yağmurlarla,rahmet getiren rüzgarlarla beklenen sensin.Bilerek bilmeyerek insanın ve çağın aradığı ve beklediği sensin.


Bin dört yüzyıldan beri bir tek harfi bile yıpranmamış bir mucizedir,hayat fışkıran bir mucizedir Kur’an-ı Kerim.Dünya,haşr gününde hesaba çekilse,kur’an-ı Kerimin kendisine gönderilmesini bir kurtuluş belgesi,bir şan belgesi olarak ileri sürer ve beraat eder.Ruhları Kur’anın mehtabıyla aydınlanmış Müslümanlar ,ölümü,kristal camı geçen ayışığının kolaylığı ile aşarlar ve hesap masasının önünde gülümseyerek dururlar.Kur’an-ı Kerim,inananlara,Allahın güzelliğinden bu dünyada gösterilşmiş bir işaret,bir örnektir.Onu okuyan ,Sina Dağına çıkar,Hazreti Musayla birlikte Allahın büyüklüğü önünde yere kapanır,Kızıldenizin yarıldığını görür,denizin sularının iki yana açılarak yol verdiğini,arkadan gelen gurur heykeli ordunun üzerine de bir cehennem gibi çullandığını gözleriyle görür;Cebrail,hazreti Meryemle konuşurken sanki yanındadır.


Hazreti İsa ve havarileriyle birlikte gök sofrasının başındadır;Bedir savaşında düşman gözüne meleklerle birlikte kum ve toprak atandır. Hazreti İbrahimle birlikte bir Pazar günü putları kırandır.Ad ve Semud kavimlerini alıp götüren sesi kulaklarıyla işiten,şehirleri döndüren kasırgada yaprak gibi dönen,Lut kavminin dönüştüğü tuz kayalarına eliyle dokunanadır.



Allahın yarattığı güzellikleri Kur’anla görür Müslüman.Kur’anla düşünür,Kur’anla anlar,hilkatin sırrına Kur’anla erer.Müminin gözünden bakan o,elini kımıldatan o,geçmiş zaman geleceklerin üzerine yürümesin diye,şimdiki zaman parçalanıp yok olmasın diye,Kur’an zamanın anlamını ve yorumunu getirmiştir.”Her şey Allahın önünde fanidir” prensibinin içinde eşyanın rüzgar gibi savrulduğunu görür Müslüman.Kur’an en ilerde olandır.kim ki onunla beraberdir,oda ilerdedir.kim ki ona karşıdır,geridedir.öbür medeniyetler kur’an medeniyetinin yanında ölüdür.Ondan ışık alan,dirilir.onun ışıklarından kaçan,mezarsız ölüdür.


Kur’an yolundan ayrılanlar sabahları cin çarpmışcasına,yataklarından kalkarlar.Ab-ı hayat Kur’andır.İksir Kur’andır.Şifasız dertlerin doktoru Kur’andır.Genç nesli olgunlaştıran,olgun nesli genç tutan,kadına iffet erkeğe vakar bağışlayan,toplumlara haşmet ve heybet getiren,mutluluğun mimarı,muştu şiiri,ölümü yenen teselli,ruhun zafer takı,kalbin rahmet anıtı Kur’andır.



Müslümanlar Kur’andan uzaklaştı uzaklaşalı gün yüzü görmediler.İnsanlık aya çıksa ,Zühreyi bir martı gibi avlasa,Merihten petrol getirse,Kur’ana dönmedikçe ruh yıkıntısını ,çöküşünü durduramayacaktır.
Bize getirdiğin namazlarla,oruçlarla,hacla,zekatla,hayat bağışlayan kısasla,Allahtan başkasının önünde eğilmeyen peygamber örnekleriyle,ay bölen ,ölü dirilten,susuz kayadan pınar fışkırtan,büyücülerin en ustalarını mahcup bırakan ve terbiye eden,bir asaya ruh üfleyen mucizelerle ne kutlu bir kitapsın şanlı Kur’an!Bizi terk etme ,bizi bırakma,bizi hep hatırla ve bizi bağışla.Bize merhametinle şahit ol,bizden davacı olma öte dünyada.
Taşıdığın vahiyden bir sabır izi düşür üstümüze.Korkusuzluğundan,tevekkülünden,imanından armağanlar sun bize.karıncadan ses duyur,hüthütten haber ver bize.



Cennetleri bize,cehennemleri inançsızlıkta gönülleri kurum bağlamış olanlara yaklaştır ey kutlu kitap!
Biz ki,kıyamet kopmadan kıyamete dair ayetlerinle kıyameti bir parça yaşamış,ona inanmış olanlarız,bizi bugün ve o şiddet gününde ateş işlemez örtüne bürümendir umudumuz.



Her sabah beklenen sensin.Gün ışığıyla ,yağmurlarla,rahmet getiren rüzgarlarla beklenen sensin.Bilerek bilmeyerek insanın ve çağın aradığı ve beklediği sensin.


Sezai Karakoç,Günlük Yazılar 2

Devamını Oku »

Millet Özü

Millet Özü


Bir halkın gücünü ve özelliklerini tanımak kolay bir iş değildir. Kendini bir ideale adamış insanlarla, gelecek zamanı avlamakta ve yumuşamış bir maden gibi elinin altında istediği gibi yoğurmakta usta devlet adamları, işte halkın bu değişmeyen karakterini anlar ve sezerler de, bu sezgi, onları başarıya götüren ilhamın ta kendisi olur. Kalbleri haktan, halktan gelen gerçek ilhamlarla dolmayan bir insanın sürekli bir başarıya ulaşmasına imkân yoktur, tarihe ve gelecek zamana yeni bir biçim vermeği bir meslek gibi benimsemiş olanlar için. Keli­meleri birer küçük ve olağanüstü hayat parçalan gibi yaşamayan, kelimelerde kaplan avına çıkmayan şair nasıl şair olmazsa, yüreği adalet duygusuyla taşmayan, kabarmayan bir yargıç nasıl iyi bir yargıç olamazsa, önüne düşmek istediği halkın sabrım ve atılganlığını, korku ve umutlarım, sertliğini ve elastikiliğini, cezbe ve ihtiyat şartlarım, coşkunluk, taşkınlık ve kabuğuna çekilme anlarım zamanında ve tam hesap edemeyen bir ülkü adamı, bir devlet ve politika adamı da kısa zamanda başarı çizgisinin dışına atılır, olayların kıyısında bir deniz sisi gibi erir ve kaybolur.


Bir halkın sürekli refleksleri ancak kendisi için tarihî kritik anlarda çıplak olarak ortaya çıkar ve adeta gözle görülür bir hal alır. Savaş, ihtilâl, büyük ekono­mik krizler gibi durumlarda dayanıklılığını kaybetme­yen milletler, büyük milletlerdir. Yoksa öbür zaman­larda, normal vakitlerdeki görünüş insanı aldatabilir. Bir halk görürsünüz ki, normal günlerde nerdeyse yı­kılacak, kendi kendine devrilecektir. Bu halkın en ufak bir savaşa bile dayanamayacağını sanırsınız. Fakat bir de, hatta en çetin tarafından bir savaş gelip çatmaya görsün, o halkın, yıllar yılı o savaşa mermer gibi karşı koyduğunu, daha dinamik ve enerjik bir kuvvet tablosu sunduğunu görürsünüz. Bunun tersi de doğru. Normal vakitlerde en verimli yağmurlara gebe bir bulut gibi ve en uzak ufuk hayallerine iştihalı yelkenlerini hemen açacakmış gibi duran bir halkın da, en ufak bir sar­sıntıda, yerin dibine battığını görmemiz mümkündür. Çünkü, halklar, kuvvetlerini derinliklerinde ve göste­rişlerini yüzeylerinde saklarlar. Halkın varlığı tehlike­ye düşünce, derinliğinde binlerce yıl içinde biriktirdiği kuvvetler taşarak yüzeye çıkar ve kurtarma ödevlerini görürler, cam kesen elmas gibi tarih urunu keserler. Kültürleri yüksek, din duygulan derin ve yüce, tarihle­ri yoğun milletlerin derinliklerinde daha çok bu «millet özü» birikir.


Genel olarak İslâm dünyasına ve özel olarak halkı­mıza baktığımızda, millet oluş vakıasında beliren ka­rakterinin çok yüksek olduğu tarihin en acı tecrübele­riyle kesin olarak ortaya çıkmıştır. İki yüz yıldan beri Batı’mn üzerimize boşalttığı kültür lavı, ekonomik yı­kıntı tohumlan ve bizzat savaş ateşleri, hangi toplum ve halk olsaydı, onu çoktan kül etmeye yeter de artardı. Milletimiz ve halklanmız buna dayanmıştır. Kaybımız büyüktür, ama yok olmamışızdır. Şimdi rövanş günleri gelmekte ve yaklaşmakta, kin ve öç bize yakışmaz ama, bize zehir gibi koşanlara bizim şifa gibi koşacağımız va­kitlerin horozlan ötmekte, evrensel bir dirilişin sesleri yükselmekte.


İki yüz yıllık karartıcı propagandaya, savaşların her türlüsüne, Birinci Cihan Savaşı’na, en aşırı reform ve devrimlere, ansızın bastıran bir ihtilâle dayanmışızdır. Ve bugün ayaktayız. Yarın daha çok ayakta olacağız.


Bir de, Batı’nın Doğu’ya sürdüğü, Doğu’nun üzerine saman alevi Yunanistan’a bakınız, kendini gittiği yeri yakan bir şimşek sanır ve göstermeğe kalkar da, sonun­da en ufak bir ateşle çevrilince intihara kalkışan akrep gibi kendi iğnesini kendi kalbine nişan alır.


Sezai Karakoç-Günlük Yazılar 2

Devamını Oku »

Cuma'nın Anlamı

Cuma'nın Anlamı

 

 

İslâm ruhunun yeniden doğuşunda, ruhumuzun İslâmla yeniden aydınlanışında, ölü kalblerimizin dirili­şinde, cumayı, cuma namazı etrafında toplanan gücü, yoğunluğu anlamak ve kavramak, belki de, en önemli «harekete getiren ilk motiflerden biri olacaktır.

 

Cuma, belki de bir gün Asya’da ve Afrika’da müslümanın direnişinin ilk adımı olacaktır.

 

Cuma, kendisine açılan yeni dünyalarda islâmda dirilmenin ilk tohumu olacaktır.

 

Cuma namazı, îmam-ı Âzam Ebû Hanife sistemi içinde bir bakıma bir «devlet namazıdır. Yani müslümanların kendi devletlerini gerçekleştirmelerinde mih­ver, merkez rolünü oynayan namaz. Bu açıdan, cuma namazı insanı, «imam fikrine, «İmam fikri de «dev­let» idesine götürür. Devlet, imam, namaz ve insan, cuma tapınmasında bir bütünlük, kutsal bir beraberlik içinde Allaha yönelir, imam, müslümanları kendileri­ne din ve dünya işinde önderlik yapmak için seçtikleri «baş» demektir. Devlet, İslâm toplumunun içe doğru ve dışa karşı yaşayış kuruluşu demektir. İşte, cuma nama­zı, her hafta, bu «baş»la toplumu, devletle halkı bir araya getiren, Allah huzurunda birbiriyle hesaplaştıran, birbirine bağlılık derecelerini Allahın önünde kontrol eden, imtihana çekeri, bu kutsal afinitedeld çürüyüş ve gevşeyiş noktalarım eriten, bu sıkı bağlı­lığı tazeleyen ve dirilten, adeta her hafta bir ab-ı hayat iksirinden geçiren, kevserle arıtan kutlu bir tapınma­dır.

 

îmam-ı Şâfi sisteminde de cuma namazı bir nevi «toplum namazı»dır.İmam mı toplumdan öncedir, top­lum mu imamdan önce? Yani -toplum ancak bir baş etrafındaki toplaşmayla meydana gelir- düşüncesiyle -var olan bir toplumdan kaçınılmaz olarak bir baş do­ğar- düşüncesi arasındaki fark. Gerçekte bu bir sistem farkıdır, bir realite farkı olmaktan çok. Realitede ikisi aşağı yukarı aynı kapıya çıkmaktadır. Biri «baş»tan topluma doğru gitmekte, öbürüyse toplumdan başa varmakta, fakat eninde sonunda «baş» ve -toplum- cuma namazının zaruri öğeleri olmaktadır. İmamıyla, toplumuyla var olan zamanlarında İslâm kitlesinin cu­ması, bu iki sistemi birbirinden ayrılmazcasına birleş­tirmektedir. Ancak sarsıntı zamanlarında, buhran günlerinde, İslâm toplumun un zayıflama veya ölüm kalım vakitlerinde, çırpmış, bir «baş» doğurmak veya bir «toplum» doğurmak, daha doğrusu birisini ortaya çıkarır ve öbürünü kurarken birinden birine öncelik tanımak şeklinde belirebilir. Böylece, bu iki büyük ima­mın sistemleri, hal veya şartlara, aksiyon adamlarının ve topluluklarının mizaçlarına uygun bir kurtuluş yo­lu seçmelerinde usul alternatiflerini arttırmakta, im­kânları genişletmekte, sonuç da değişmeyeceğine göre Ulu Peygamberin sözü uyarınca ikisi arasındaki nüans bir rahmet kaynağı olmakta.

 
Cuma namazı ve daha geniş anlamıyla cuma, önümüze müslümanın önüne geniş anlam ufukları aç­maktadır. Cuma, yahudilerin cumartesileri ve hristiyanların pazarlarının aksine, bir iş ve hareket günüdür, toplumsal ve siyasal yakınlaşma ve bağdaşmaların hafta içinde birike birike en büyük yoğunluğuna erdiği vakittir. Pazar ve cumartesi, bir çözülüş bir tatil bir duruş bir ara veriştir yahudi ve hıristiyan toplumları için. Bu oluşa ve akışa hep dünya açısından bakıştan ileri gelir. Hayatı sırf dünya hayatı görmek, o dinleri hiç olmazsa haftada bir günü dine ayıra­bilme çabasına sürüklemiştir. Hâlbuki islâmda zaten her an ve her gün, her vakit ve her zaman, din ve dün­ya ayrılmaksızın bir akış ve oluş gerçekleştirildiğine göre,ayrıca ihtiyaç yoktur. Beş vakit namaz ve içi­mizdeki İslâm ve iman ruhu, her anı ve zamanı günün dönüm noktalarını İlâhi birer bekçi gibi sürekli olarak kollamaktadır. Din ve devlet, dünya ve ahiret düşünce­leri, duygu inanış, düşünce ve davranışlarımızda dai­ma bir arada mütalâa edilmektedir. Bu bakımdan, cu­ma namazı, tapınma açısından haftalık bir yoğunlaş­ma Olduğu kadar ve daha çok, dinle dünyayı, ahiretle bu âlemi, devletle toplumu, başla topluluğu birbirinden ayırmağa zorlayan etkenler ortadan kaldırma hikme­tiyle yüklü olarak gelmekte, dinî-içtimaî bir kurum ola­rak islâm toplulumunu diriltmekte ve tazelemektedir.

 

Cami, böylece, islâm toplumu ideasında sadece bir tapmak olmaktan fazla bir şeydir. Cami, sadece bir ta­pmak olmak demek olsaydı, o zaman «mâbed» kelime­sinden, «mescid» kavramından ayrı olarak «cami» fikir ve ismine lüzum olmayacaktı. Halbuki, cami, mâbed ve mescid kavramlarının anlamını da içinde taşıyarak, devlet ve toplumu bir araya getiren «toplayıcı» bir ku­rum olmaktadır. Devlet başı, devlet adamları ve halk, her cuma cami tarafından bir araya getirilerek karşı­laştırılmakta ve kaynaştırılmak tadır. Cami, islâm toplumunun Kur’an hükmüyle diri ve sağlam, islâm terazisiyle dengeli bir forumu, agorası ve parlamentosu­dur. Hutbe, devlet başının İslâm toplumuna haftalık bir tebliği, bildirisi, Allaha yönelerek o toplumun başı olarak dua ve niyazı, halka dönerek buyruğu ve öğüdü­dür. Hutbe, İslâm toplumun un devlet başı ağzından in­sanlığa bir kurtuluş çağrısı, müslümanlara da iyiye, daha güzele, daha doğruya gitmeleri için imam tara­fından yöneltilmiş bir buyrultu, bir sestir.

 

Evet, cuma, cami, hutbe ve imam, bir sestir. Her an yaşayan islâmın yükselen sesidir. Ezan bu sesin pro­logu, dua epiloğu, hutbe ve namaz da esas metnidir adetâ. Aydınlar ve halk, bir araya gelerek bu sesi ruh­larına geçirirler ve camiden evlerine ve işyerlerine, ödevlerine dönerken bu sesi yaymanın şuurunu güçlen­miş bulurlar yüreklerinde. «Allahın eli topluluğun üs­tünde olur» her zamandan çok o an. Vahiy ve hadis, Kur'ân ve Peygamber sözü, devlet başlarının ve uyruk­larının ikisine birden aynı zamanda ve yüzyüze ödev ve sorumluluklarım, hak ve yetkilerini hatırlatır, yeni­den bir kere daha kesinlikle çizer. Böylece devlet ve toplum hayatında, bir pürüz ve leke kalmaz. Her cuma tabii bir biat, kelimenin bütün yetersizliğini unutma­dan söyleyelim, bir nevi referandum, bir seçim taze­lenmesi olur. Adına hutbe okunan imama bağlılığı, halkın cumaya gelişinden ve gelişindeki aşk ve şevk­ten anlaşılır.

 

Tarihteki İslâm toplumları caminin bu dini içti­mai ve siyasi anlamını bütünleştirmek için, ilim yuva­larını, medreseleri de onların çevresine, avlusuna yerleştirmişlerdi. Böylece cami aynı zamanda ilim merke­zi de oluyordu. Bu, zaten Peygamber zamanında, Ashab-ı Suffanın Mescid-i Nebevide oturmasıyla fiilen başlamıştı.Kendini tamamen dinin yayılmasına ve ilme adayanlar caminin ayrılmaz bir parçası idiler.Günlük toplum ve devlet hayatının yönetim merkezi olduğu kadar cihad ve ilim hayatının da kaynağı idi cami. Cami, geçmişte İslâm medeniyetinin doğurgan kurumuydu, denebilirse, ana rahmiydi.

 
Cami, şüphesiz en ideal anlamına Peygamber efen­dimiz zamanında sahipti. Peygamber efendimiz, müslümanlara orda beş vakit namaz kıldırıyor, devlet işlerini orda yönetiyor, önemli meseleleri konuşmak için şûra halindeki ashabını orda topluyordu.Hatta oturdu­ğu kutlu evi de Mescide bitişik, kapısı doğrudan doğru­ya ona açılacak şekilde idi.

 
Şüphesiz önemli olan mekânların yakınlığı değil­dir, ruh birliğidir. Bu bakımdan daha sonraki dönem­lerde islâm devletlerinde yönetim ve oturma yerleri ca­miden biraz uzaklaşmışsa, biz dar ve katı yorumlarla onları kınayacak değiliz. Kendimiz, caminin en ideal ani amma doğru yönelmeli, fakat tarihteki görünüş de­ğişikliklerini bir anda mahkum etmek sertliğinden uzak durmalı, kimbilir hangi şart ve haller altında olu­şan bu vakıaları, derinlemesine inceleyecek olan İslâm medeniyet tarihçilerine bırakmalıyız. Bırakalım geç­mişteki oluş ve değişmeler için onlar hüküm versin; biz de şimdiki zamanımıza ve önümüzdeki zamana ba­kalım. Bu söz yanlış anlaşılmamalıdır. Bu demek de­ğildir ki, tarihi incelemekten ve anlayıp kavramaya ça­lışmaktan uzak duralım. Tam tersine her müslüman, elinden geldiğince tarihi mümkün olduğu kadar daha çok derinlemesine ve genişlemesine bilmeye çalışmalı, ondan gerekli dersi, öğüdü almalıdır. Kasdettiğimiz,acele verilecek hükümler ve genellemelerdir. Bu hü­küm ve genellemeleri, bütün hayatını o sahaya vermiş yetkililere bırakmak ve bu yetkili tarihçileri yetiştir­mek için elimizden geleni yapmaktır bize düşen. Bir örnek olarak İmamlıktaki Vekâlet müessesesi gösterilebilir. Bu bir zaruretten doğmuştur. Ama bundaki aşırılıklar yetkililerce her zaman tartışılabilir ve tar­tışılmalıdır.

 
Bizim esas üzerinde durduğumuz nokta, kaybolan ruhtur. Yine camiler vardır; imamlar, cuma namazla­rını kıldırmaktadır. Ama gerçekte, ;cami anlamından uzaklaşmış, cuma namazı da toplu olarak kılman bir namaz olmaktan öteye gitmeyen bir duruma gelmiştir. Camiler, ilim, devlet ve toplumun bir araya geldiği sü­rekli uygarlık kaynağı olmaktan çıkmış, sadece tapı­naklar halinde yaşar olmuşlardır. Bunu söylerken de elbette ideal anlamı önündeki durumunu çiziyorum ak­tüel olanın. Yoksa, herşeye rağmen ve asgarî anlamda hâlâ camilerin, en mazlûm ve mağdur bir çağında bile, müslümanların manevi hayat merkezi olarak kendili­ğinden ve terkedilmiş bir şekilde de olsa, ilk anda göze çarpmaz olsa da önemli bir ödev gördükleri gerçeğini unutmuyorum. Bunu unutmak, asırların hayat ve me­deniyet merkezi olmuş camilerimize bir haksızlık ola­caktır. Onlarda yaşayan hatıraların bile, anlayabilsek ve sırrına ermeğe çalışsak, dirilişimizin ve uyanışımı­zın canlı tohumlan olarak ayakta durduğuna şüphe yoktur.

 
İmam, cami, cuma, hutbe kavramlarının gerçek anlamlarını kaybedişi, sadece laik ülkelerde olmamış­tır. Laikliği kabul etmeyen İslâm ülkelerinde de cami ve cuma bütün anlamını korumuş değildir. Aslında kaybolan bir ruh vardır, onu laikliğe bağlamaktan çok, laikliği ona bağlamak daha doğrudur.

 

Ah, evet, cumanın anlamına kavuşmak, İmama erişmek islâm toplumunun doğmasına doğru koşmak. Cumayı islâm toplumunun doğuş ve diriliş kaynağı yapmak. İslâm aydınlarını derin derin düşündürecek olan konular da bunlardır.

 
Sezai Karakoç - Kıyamet Aşısı
 
Devamını Oku »

Orucun Ruhu

 

Orucun Ruhu
Yahudilikteki ve Hristiyanlıktaki perhizler artık tıbbın malı olmuştur. Tıp, ne zaman ve nelerden perhiz edileceğini aşağı yukarı kesinlikle söyleyebilmekte ve gerektiği zaman hastaya öğütlemektedir. Bu dinlerde perhizden tıbbın alanına girmeyen hiçbir şey kalmamıştır. Ama oruç öyle değildir. Tıbbın da onaylayacağı faydaları dışında o yine başlı başına bir tapınma olarak kalmaktadır. Bu, orucun, bedeni sıkıya alan, çile değirmeninde döndüren orucun yüce ve meleklerle örülü çehresinden, manevi bir yakuttan yoğrulmuş mayasından, Davud peygamberin örsünde yoğrulmuş hamurundan, İsa peygamberin tevekkül tasından, Hızır peygamberin getirdiği ab-ı hayatı içine çekmiş olan özünden, Büyük Peygamberin ellerinde Kur'an kevseriyle yıkanmış olan ruhundan doğan bir özelliktir.

Oruçta bütün bir din tarihini yaşarız biz. İftarın yaklaştığı saatlerde fırından ekmek almaya giden oruçlu, Ashab-ı Kehf'in nice yıllar uyuduktan sonra içlerinden birini şehre ekmek almağa gönderdikleri zamanki ruh hallerini bir parçacık yaşar. Evet, fırın artık o fırın, kent artık o kent değilse de, ramazan günü fırınlardan alınan ekmek yine o "ekmek"tir. İftar sofrası, Allah'ın Hazreti İsa'ya indirdiği "gök sofrası"dır bir parça. Peygamberimizin nice kereler ashabıyla oturduğu sofradan bir anlam taşımaktadır. Ocaklardı yanan ateş Nemrud'un yaktığı ateş değil, Hazreti İbrahim'i yakmayan ateştir. Oruç ayına kadar pek de dikkat etmeksizin etinden, sütünden, yününden, derisinden faydalandığımız hayvanlar, ağızlarımız melek mühürleriyle mühürlendiği andan itibaren yavaş yavaş anlam değiştirmeğe başlarlar. Ta kurban bayramında Hazreti İsmail'in kurtulmalığı olan koçun anlamına kavuşuncaya kadar. Taşlar bile dikkat eden için anlam değiştirir oruçta. Hazreti İsmail'in şeytana attığı taşlara dönüşmeğe başlarlar gözümüzde.

Oruç, toplum için, Hazreti Musa'nın Sina dağına gittiği ve dönüşünde halkını Altın Buzağıyı yapmış ve ona tapar olarak bulmuş olduğu o çileli günün imtihanından bir imtihandır. Manen, İslam toplumu Kadir gecesinde her yıl Altın Buzağıyı boğazlar ve bayrama onun sevinci içinde çıkar.

Oruç ayı boyunca, Halilullahtan (Allah dostu Hazreti İbrahim'den) Kelimullahtan (Allah'la konuşma şanının sancağı Hazreti Musa'dan), Ruhullahtan (Cebrail nefesinden oluşmuş Hazreti İsa'dan) ve nihayet Habibullahtan (en büyük dereceye, Allah'ın sevgilisi olma derecesine yükselmiş Ulu Peygamberden) müminlerin üzerine görünmez dünya armağanları yağar. Onlar ister ki müminler olabildikleri kadar kendilerine benzesinler, kendilerinin eriştiği bu ilahi nimetlerden görünmez rızıklar alsınlar.

Allah onların dualarını kabul eder ve biz Müslümanlar ilk bakışta tarihin içine gömülmüş gibi görünen bu ilahi nimetlerden, bu manevi rızıklardan oruç ayında, en çok oruç ayında her birimiz kendi çapımızda payımızı alırız. Oruç ayında coşan kalp ve ruh için, Kabe'yi yaparkenki Hazreti İbrahim, ilahi ateşin Sina dağını şimşek gibi titrettiğini gören Hazreti Musa, ölüyü dirilten Hazreti İsa, meleklerin yandığı sınırları aşan ve Miracını Allah'ı görerek, mecazın ve nisbinin bütün perdelerini sıyırarak tamamlayan Hazreti Peygamber ne kadar yakındır, ne kadar yakındadır.
Yalnız onlar mı? Ölüler ve diriler ne kadar yakındırlar. Ölülerimiz ve dirilerimiz ne kadar yakındırlar. Bir dağ başında olsak bile, güneş battıktan sonra bir kayanın yanına tek başımıza iftar soframızı açsak da, ölmüş babalarımız ve annelerimiz gözlerimizin önüne gelirler. Çocukluğumuzdaki o iftar öncesindeki manevi derinleşme, iftarın yaklaştığı anlardaki adeta çocuksu telaş, anne cömertliğini ve babanın iftar sofrasının başında güçlü bir tapınak sütunu gibi aileye gözleriyle kucaklayışı, gençlik, olgunluk ve ihtiyarlık yıllarında her ramazanda geri gelen ve peşimizi bırakmayan tatlı bir hatıralar örgüsüdür. Orucun getirdiği yumuşak ve ipeksi havada kadınlarımız ve çocuklarımız bize ne kadar yakındırlar. Oruç ayı, şeytanın çok evlerden kovulduğu aydır. Ailelerden sürgündür o. Belki o bile bir aileden, aile cennetinden kovuluşunda cennetten kovulduğu anları hatırlamaktadır.

Oruç, eşyayı ve evreni de bize yaklaştırmış değil midir? Onu daha derinden algılamakta, kavramakta değil midir? Oruç ayında gündüz daha gündüz, gece daha gece değil midir? Güneş daha güneş, su daha su toprak daha toprak, ay daha ay, yıldız daha yıldız, zaman daha zaman, mekan daha mekan, vücut daha vücut değil midir?
Ve nihayet ruh, daha ruh değil midir?

Sezai Karakoç (Kıyamet Aşısı, s.103)
Devamını Oku »

Bir Kişiyi Dirilten

Bir Kişiyi Dirilten

Bir kişiyi öldüren bütün insanlığı öldürmüş gibidir, bir kişiyi dirilten bütün insanlığı diriltmiş gibidir” der Ulu Kur’an. İslâmdan başka hiç bir din, hiç bir görüş, hiç bir ideoloji, hiç bir doktrin, Kur’an’dan başka hiçbir kitap, insancılığın ve insana değer vermenin bu son sınırına varamamıştır. Bir kişiyi, her kişiyi bütün insanlığın özü kabul etmektir bu. Her kişide insanlığın tümünü kavrayıcı ve kurtarıcı bir imkân, bir vâd bulmak, tümüne açılan bir pencere görmektir. Evet, bir insanı dirilten, ama tam anlamıyla dirilten, bütün insanlığı diriltmiştir. Bu, dirilişin ölüme üstünlüğünden ileri gelir. Dirilişten bir zerre, eninde sonunda ölümden bir dünyayı değiştirebilir. Bütün insanlık inkârın, reddin, inanmazlığın içinde yüzse, dünyada inanan, ama tam anlamıyla inanan tek kişi kalsa, yine insanlığın kurtulması için umut var demektir. Çünkü: O yanlışa saplanmış insanlık, hep kaybedecek, o doğruya yönelmiş kişi de hep kazanacaktır. Birinin kaybettiği alanı öbürü kazanacaktır. İnanmış ve inancının izinden ayrılmamış kişi için bir kayıp yoktur, hep kazanç vardır. O, tek başına bütün bir insanlığı kazanacaktır. Bu, inanmanın şanıdır. Korkunç karanlık tabakalarının bir bucağında bir ışık yanıyorsa, büsbütün karanlıklarda değiliz demektir. Bir el o ışığı tüm karanlıklar içinde gezdirebilirse, eşya az veya çok ışıktan nasibini alacak ve en yanık gönüllerle sabahı bekleyen yaratıklar güneşin bir gün doğacağından umutlarını kesmeyecekler demektir.

Bütün mesele o bir kişiyi diriltebilmekte. Bir kişinin dirilmesi demek, bütün insanlığın dirilmesi için gerekli sistemin doğması demektir. O doğan bir kişi, doğan güneşin ışıklarını dört yana saçması gibi bütün insanlığa inancın umutlarını ve muştularını saçacaktır. Başka bir dünyadan haberler getirecektir. Haber getirenlerden haberler verecektir.

İnsan inançla dirilir. Ebedi olan Allah’a inanarak, yüzünü O’na döndürerek dirilir. Diri’nin vahyiyle kutlanmış peygamber ruhlarının ışığından bir aydınlık almakla dirilir. Diri Kur’an’dan umut, ilâhi sevinç, ulu merhamet ve sonsuz hikmet dersi almakla dirilir. İnsan, müslüman olmakla dirilir. İslâm ve Kur’an, insanlığın diriliş çerçevesidir. Ondan uzaklaşan, aya çıksa da, yerin en derin tabakalarına inse de ölüdür. Onunla olan, zindanlarda da olsa diridir.

Bir kişiyi öldüren, bir anlamda bütün insanlığı öldürmüştür. İşte Batı ve Komünizm, insanları öldürmekle, daha önemlisi ruhlarını öldürmekle, bütün insanlığı öldürmek cinayetini işlediler. Onların yüzünden insanlık ölüm sularına erdi. Her yerden yükselen çığlıklar, acılar, akan kanlar, eziliş sesleri, kara ve kızıl renkteki bu ölüm emperyalizmlerinin bir insan, her insan ve dolayısıyla bütün insanlığı öldürmeye kalkışmasından doğdu. Asya, Afrika, Amerika, insanlığın adeta son bulduğu andaki umutsuzlukla kıvranıyor. Onları kurtarmak, diriltmek, onları umutsuzluğun karanlığından çekip kurtarmak, ancak onlara Allah’a inanmanın büyük umudunu, ışığını, kudretini ve sevincini taşımakla olacak.

Allah’ın sözüyle dirilen kişideki aşkın dayanılmaz bir gücü vardır. Kesin bir güzellik, yüce bir doğruluk, önüne geçilmez bir iyiliktir yayılan. Eşya ve nebat için güneşin ışığı neyse, Allah’ın sözü insan için odur. İnsanlığın gecesini gündüze çeviren odur.

Allah’ın sözüyle, kaditleşmiş ruhlara yeniden can vermek, ölmüş insanları diriltmek. Her müslümanın, yani diri insanın işi budur. Evet, müslüman, diri insan ve Allah’ın ismi ve sözüyle, ölmüş insanları dirilten insan demektir. Mezarlardaki ölüleri kaldırmaktan farksızdır hayatta iken ölmüş insanları diriltmek. Manevî anlamda ölmüş insanlardır bunlar. İnkârın, reddin, zulmün, şüphe ve tereddüdün kabrinde, kabir azabında kaynamaktadır bunlar.

Aslında ölü olduğu halde, kendini diri sananlar vardır. Yüreklerinde ilâhi sözün ateşini ve aydınlığını duymayan kişiler, ölüdürler. Asıl ölüler, mezarlardaki ölüler değil, bu ölülerdir.

Sezai Karakoç

(Diriliş Dergisi 1970)
Devamını Oku »

Sürekli Mucizeler

Sürekli Mucizeler

 

Öbür peygamberlerin mucizeleri kendi çağlarında görünmüş ve tamamlanmış, doğup batmış mucizeler­dir. Gerçi mucizenin tesiri sürüp gitmiştir kendisi sür­mese de. Hz. Musa'nın mucizesi büyü ve büyücüler, kâ­hinler devrini kapamıştır. O mucizeden sonra büyücü­lük bir daha dirilmemecesine ölmüştür. Hz. İsanın ölü­yü diriltme mucizesi de ancak kendi çağdaşları tara­fından görülebilmiş, tesiri de sembolik bir tesir olarak dinin dirilticiliği lehinde kaydedilmiştir. Peygamberlik dairesini tamamlayıp kapıyarak peygamberliğin baş­langıcı ve sonu olan Peygamberimizin bu cins mucize­lerinden başka bellibaşlı iki cins mucizesi daha vardır ki, yalnız kendine mahsustur diyebiliriz. Bu iki tür mu­cizeden birincisi, öbür mucizeler gibi bir vaka halin­de görünüp bir zaman içinde tamamlanmakla beraber, tesirleri de öbürleri gibi sürüp gittiğinden başka bir vasıf daha taşır. O vasıf ta, gelecek zamanlarda, il­min, gelişmesini o mucizelerin çığırında, izinde ara­makta olmasıdır. Gerçi bu arayış sınırlıdır, çok dar ve sığ bir çerçeve içindedir, öyle de olsa, mucizenin mih­veri etrafında dönüp durulduğundan, onun gelecek za­manı nasıl içine aldığını ve aşılmazlığını, ışık tutuculu­ğunu görmekte fayda sağlayacaktır.

 

Bu tür mucizenin iki büyük örneği; şakkul-kamer ve miraç mucizesidir. Göğe füzeler fırlatıldığı, gezegenlere ulaşılmasına girişildiği bu «feza çağı»nda, miraç mucizesinin anlam ve hikmetleri biraz daha fazla anlaşılmıyor mu? Peygam­ber, bütün gezegenler dünyasını ve gök katlarını geç­tikten soma« fiziği aşkın ebediyet dünyasını da görmüş ve yaşamıştır ki, bugünkü ilim henüz bunun hayal edil­mesine bile cesaret edecek bir durumda değildir. Muci­ze ta o zamandan, ilmin bugünkü gelişimini görmüş, bu gelişime işaret etmiş ve adeta ona o zamandan mey­dan okumuş, onun asla ulaşmıyacağı bir fizik ve fiziği aşkın yükselişi gerçekleştirmiştir. Yine, aya varmak ve sırlarını çözmek için çırpındığımız bu dönemde farkına varıyoruz ki, şakkulkamer mucizesiyle, bir parmak işa­retiyle ay ikiye bölünmüş ve bunun için aya gitmek ge­rekmediği gibi sonra bu iki parça buluşarak birleşmiş­tir. Bu iki mucize adeta lisan-ı hal ile diyor ki: «daha hiç bir işareti bile yokken, ilminizin eninde sonunda alacağı yönü şimdiden görüyoruz ve ulaşmayı hayal bile edemiyeceğiniz bir gerçekleş t irişle sizi uyarıyo­ruz; ey insanlar, ilerde bilginiz bu doğrultuyu aldığın­da gurura kapılmayınız. Allahı unutmayınız ve onunla yarış yaptığınız zannına kapılmayınız, size verilen bil­giden ötürü daha çok hamd edici olunuz.» Belki, batılılar bu mucizeleri inkâr edeceklerdir, ama en azından bin üçyüz küsur sene önce açıkça ilân edilen bu muci­zelerin peşinden şimdi bir kaplumbağa gibi seğirtmek­te olduklarını, yani müsbet bilgilerin yönüne daha o zamandan hem de değer hükmüyle birlikte işaret edil­miş olduğu gerçeğini inkâr edemezler. İşte bu mucize­ler, çağımızda bir kere daha anlamlarıyla çağdaş ve aktüel olmuşlardır.

 

İkinci tür mucizeler ise, hiç kesilmeksizin sürekli olarak devam eden mucizelerdir. Bu mucizelerin başında, Kur ân-ı Kerîm yer alır. Kur'an-ı Kerim, her zaman yeni, her zaman taze, her zaman diri, her zaman kadim, her an bir su kaynağı gibi içinden çağlayıp duran bir mucizedir. Bu mucize, vahyin ilk geldiği günden bugüne kadar bir gün bile, bir tek kelimesinde bile fevkalâdeliğini yitirmeden sürüp gelmiştir. Her çağda milyonlarca, hatta yüz milyonlarca insan mucizenin önünde kendinden geçmiş ve secdeye kapanmış, onun aşkına ölüme bile seve seve başını uzatmıştır. Ve bu mucize bugün de aynı kuvvetle, hat­ta gün geçtikçe tesirini arttırarak sürmektedir. Kur’ân yine İslâm dünyasını diriltmekte, ışığını genç gönüllere salmaktadır. Hatta müslüman olmayan doğu ve batı dünyası da, onun mucize yanma kolay kolay itiraza bi­le girişememekte, zaman zaman da bunu şu veya bu tarzda itiraf etmektedir.

 

Bir açıdan namaz ve oruç da, Peygamberimizin bu sürekli mucizelerindendir. Namaz bir müslumanı en keskin çizgilerle müslüman olmayanlardan ayırır. Fizik bakımından bile ayırır. Oruca gelince, en zayıf çağla­rımızda bile, ramazan ayı geldi mi, islâm dünyasında esen uhrevi bir bad-ı saba, onu inkâr karanlığına gö­mülmüş ülkelerden bıçak kesimi ayırır. Bir Kâbe çevre­si bir Sultanahmet havası, bir Eyyüpsultan semti nasıl öbür yerlerden bir çırpıda ayrılıyor. İnsanı ta yüreğin­den kavrıyor, insanın özüne tesir ederek onu öbür in­sanlardan ayırıyorsa, ramazan ayında müslüman ülke­ler de böyle bir yücelikle dolup taşarak Avrupadan, Çinden, Rus ülkesinden, Amerika görünüşünden bir bakışta seçilir, farkedilir, ayrılır. Ramazan ayı bir mu­cize ayı olarak ruhun olağanüstülüğüyle dolup taşar. Gördüğümüz en mütevazı evde bile düşünülemiyecek ne harikalar oluşur. Çünkü oruç başlıbaşına bir me­lek ülkesinin dünyaya çağrıldığı ay olmanın dışında hergünkü zamandan daha çok ve katmer katmer do­nanmıştır namazla da, Kur’ânla da. Oruç, topluma inen bir takva gibi gelmiştir. Her yıl gelen bir takva muci­zesidir oruç. Sürekli bir mucizedir.
Sezai Karakoç - Kıyamet Aşısı
Devamını Oku »

Utanış

SÜREKLİ MUCİZELER   öbür peygamberlerin mucizeleri kendi çağlarında görünmüş ve tamamlanmış, doğup batmış mucizeler¬dir. Gerçi mucizenin tesiri sürüp gitmiştir kendisi sür¬mese de. Hz. Musa'nın mucizesi büyü ve büyücüler, kâ¬hinler devrini kapamıştır. O mucizeden sonra büyücü¬lük bir daha dirilmemecesine ölmüştür. Hz. İsanın ölü¬yü diriltme mucizesi de ancak kendi çağdaşları tara¬fından görülebilmiş, tesiri de sembolik bir tesir olarak dinin dirilticiliği lehinde kaydedilmiştir. Peygamberlik dairesini tamamlayıp kapıyarak peygamberliğin baş¬langıcı ve sonu olan Peygamberimizin bu cins mucize¬lerinden başka bellibaşlı iki cins mucizesi daha vardır ki, yalnız kendine mahsustur diyebiliriz. Bu iki tür mu¬cizeden birincisi, öbür mucizeler gibi bir vaka halin¬de görünüp bir zaman içinde tamamlanmakla beraber, tesirleri de öbürleri gibi sürüp gittiğinden başka bir vasıf daha taşır. O vasıf ta, gelecek zamanlarda, il¬min, gelişmesini o mucizelerin çığırında, izinde ara¬makta olmasıdır. Gerçi bu arayış sınırlıdır, çok dar ve sığ bir çerçeve içindedir, öyle de olsa, mucizenin mih¬veri etrafında dönüp durulduğundan, onun gelecek za¬manı nasıl içine aldığını ve aşılmazlığını, ışık tutuculu¬ğunu görmekte fayda sağlayacaktır.   Bu tür mucizenin iki büyük örneği; şakkulkamer ve miraç mucizesidir. Göğe füzeler fırlatıldığı, gezegenlere ulaşılmasına girişildiği bu «feza çağı»nda, miraç mucizesinin anlam ve hikmetleri biraz daha fazla anlaşılmıyor mu? Peygam¬ber, bütün gezegenler dünyasını ve gök katlarını geç¬tikten soma« fiziği aşkın ebediyet dünyasını da görmüş ve yaşamıştır ki, bugünkü ilim henüz bunun hayal edil¬mesine bile cesaret edecek bir durumda değildir. Muci¬ze ta o zamandan, ilmin bugünkü gelişimini görmüş, bu gelişime işaret etmiş ve adeta ona o zamandan mey¬dan okumuş, onun asla ulaşmıyacağı bir fizik ve fiziği aşkın yükselişi gerçekleştirmiştir. Yine, aya varmak ve sırlarını çözmek için çırpındığımız bu dönemde farkına varıyoruz ki, şakkulkamer mucizesiyle, bir parmak işa¬retiyle ay ikiye bölünmüş ve bunun için aya gitmek ge¬rekmediği gibi sonra bu iki parça buluşarak birleşmiş¬tir. Bu iki mucize adeta lisan-ı hal ile diyor ki: «daha hiç bir işareti bile yokken, ilminizin eninde sonunda alacağı yönü şimdiden görüyoruz ve ulaşmayı hayal bile edemiyeceğiniz bir gerçekleş t irişle sizi uyarıyo¬ruz; ey insanlar, ilerde bilginiz bu doğrultuyu aldığın¬da gurura kapılmayınız. Allahı unutmayınız ve onunla yarış yaptığınız zannına kapılmayınız, size verilen bil¬giden ötürü daha çok hamd edici olunuz.» Belki, batılılar bu mucizeleri inkâr edeceklerdir, ama en azından bin üçyüz küsur sene önce açıkça ilân edilen bu muci¬zelerin peşinden şimdi bir kaplumbağa gibi seğirtmek¬te olduklarını, yani müsbet bilgilerin yönüne daha o zamandan hem de değer hükmüyle birlikte işaret edil¬miş olduğu gerçeğini inkâr edemezler. İşte bu mucize¬ler, çağımızda bir kere daha anlamlarıyla çağdaş ve aktüel olmuşlardır.   İkinci tür mucizeler ise, hiç kesilmeksizin sürekli olarak devam eden mucizelerdir. Bu mucizelerin başında, Kur ân-ı Kerîm yer alır. Kur'an-ı Kerim, her zaman yeni, her zaman taze, her zaman diri, her zaman kadim, her an bir su kaynağı gibi içinden çağlayıp duran bir mucizedir. Bu mucize, vahyin ilk geldiği günden bugüne kadar bir gün bile, bir tek kelimesinde bile fevkalâdeliğini yitirmeden sürüp gelmiştir. Her çağda milyonlarca, hatta yüz milyonlarca insan mucizenin önünde kendinden geçmiş ve secdeye kapanmış, onun aşkına ölüme bile seve seve başını uzatmıştır. Ve bu mucize bugün de aynı kuvvetle, hat¬ta gün geçtikçe tesirini arttırarak sürmektedir. Kur’ân yine İslâm dünyasını diriltmekte, ışığını genç gönüllere salmaktadır. Hatta müslüman olmayan doğu ve batı dünyası da, onun mucize yanma kolay kolay itiraza bi¬le girişememekte, zaman zaman da bunu şu veya bu tarzda itiraf etmektedir.   Bir açıdan namaz ve oruç da, Peygamberimizin bu sürekli mucizelerindendir. Namaz bir müslumanı en keskin çizgilerle müslüman olmayanlardan ayırır. Fizik bakımından bile ayırır. Oruca gelince, en zayıf çağla¬rımızda bile, ramazan ayı geldi mi, islâm dünyasında esen uhrevi bir bad-ı saba, onu inkâr karanlığına gö¬mülmüş ülkelerden bıçak kesimi ayırır. Bir Kâbe çevre¬si bir Sultanahmet havası, bir Eyyüpsultan semti nasıl öbür yerlerden bir çırpıda ayrılıyor. İnsanı ta yüreğin¬den kavrıyor, insanın özüne tesir ederek onu öbür in¬sanlardan ayırıyorsa, ramazan ayında müslüman ülke¬ler de böyle bir yücelikle dolup taşarak Avrupadan, Çinden, Rus ülkesinden, Amerika görünüşünden bir bakışta seçilir, farkedilir, ayrılır. Ramazan ayı bir mu¬cize ayı olarak ruhun olağanüstülüğüyle dolup taşar. Gördüğümüz en mütevazı evde bile düşünülemiyecek ne harikalar oluşur. Çünkü oruç başlıbaşına bir me¬lek ülkesinin dünyaya çağrıldığı ay olmanın dışında hergünkü zamandan daha çok ve katmer katmer do¬nanmıştır namazla da, Kur’ânla da. Oruç, topluma inen bir takva gibi gelmiştir. Her yıl gelen bir takva muci¬zesidir oruç. Sürekli bir mucizedir.
İnancın yarısı utanç. Ama nasıl utanç? Kalbden ansızın fırlayarak kızartısını yüze vuran kanın utancından, Peygamber neslinin duvarları önünde kendi duvarını yükseltmeyip yıkmaktan, Peygamber karşısında sesini yükseltmeyip indirmekten, kul olma şuuru içinde,her saniye '' mutlak bir göz'' tarafından, her kımıldanışının gözlendigine inanmaya ve ona göre davranmaya kadar ulaşan bir utanç,yani hayâ.

 

Bu ulu utanç, bu yüce utanç, inanmaktan doğar. Utanma, insanın kendi üstündeki bir kuvvet önünde aldıgı ruh durumlarından biri olduguna göre (insanın kendine karşı utanması da, kendini iki ''ben'' e ayırarak bir ''ben'' ini öbür ''ben'' inin önünde egdirmesi demek degil midir?), inanmayan insanın utanacagı bir üstü ve dolayısıyla utancı yoktur.

 

Batı, hıristiyanlıktan devraldığı kırık dökük utan­mayı Rönesanstan sonra büsbütün yitirdi. Her şeyi tam olsa da, utanmayı yitirmiş bir medeniyet, sağlıksızdır. Çünkü, diri olmak Allah önünde utanmak demektir. Utançsız insan paslıdır. O zaman da Ona Allahın nuru vurmayacak demektir. Allahın nurunun vurmadığı insan ise diri değildir. Yahudi, bütün inancını kaybetmiş bir eski zaman kalıntısıdır. Peygamberlerin Önünde ulanmayıp seslerini yükselttiklerinden bu yana, her şeye sahip olsalar da bu tarihi ukde yüzünden mutsuzdurlar. Utançsız adam mutsuzdur.

 

Komünizm, bir inançsızlık ve ona bağlı olarak bir utançsızlık dinidir.

 

Müslümansa her şeyden önce Allahtan utanır. Ya­ratılmış olmaktan utanır. Daha doğrusu, yaratılmış ol­ma şanının hakkını verememekten korkusu ve utancı vardır. Allahta yok olmak, insanın ruhuna bütünüyle utanma yerleşmesi ve başka her türlü duygunun koğulmasıyla gerçekleşir. 'O, peygamberlerden, hesap tu­tan meleklerden, kitaptan, sahabeden ve velilerden, dosttan, eşsiz dosttan utanır. Baharda açan çiçekten, çiçekten çiçeğe koşan andan, güzün solup ağaçlardan yere düşen yapraklardan utanır. Onların hesabına de­ğil, kendi hesabına, onların vazife dikkatlerine ayak uyduramamaktan, onların kelimeler üstü bir dille öğdüğü tek var olan Alahın önünde, kısa veya uzun sü­ren bir dalgınlıkta kendini bir varlık saymış olmak­tan utanma.

 

Utanma inançtan hiç kopmaz. İnançla birlikte var ve inancın yokluğuyla yoktur. Dinin buyurduğu ve ger­çekleştirdiği utanç, inancın gaybla ilgili yanının bir nevi psikolojisi, ümanizmasıdır.

 

Evet, bizim ümanizmamızın birinci sütunu, haya­dır. İslâm ümanizması, mimarîde, sonsuzluk duygusu­nu veren kubbe yumuşaklığıysa, şiirde na'tsa, insanda da hayadır. İslâm ahlâkına sonsuzluk duygusunu ve­ren, sonsuzluk salıntısını yerleştiren hayadır.
Tövbenin, aşkın ve sevginin başlangıcı utançtır. Sabır, utancın gelecek zamana çevrilmişidir adeta Ağırbaşlılık ve vekar, süreklilik kazanmış, durulmuş,derinleşmiş, aydınlanmış, kalbin huzuruyla kaynaşmış bayadır.

 

Müslümanlar bir bakıma her şeylerini kaybettiler. Yalnız utangaçlıklarını yitirmediler. Hatta, kendilerine yalnız bu utanma kaldığından mıdır nedir, bunda ken­di içine kapanacak ve meydanı islâmı sabote edenlere bırakacak kadar aşırıya gittiler.

 

Bu utancın sınırı, utanmanın da yalnız Allahın rı­zasını kazanmak için olmasıdır. Yoksa, Allah düşma­nından utanmak, utanmak değil korkmaktır. Böylesi bir korkuysa, utançtan ayrılmayan inancı da dinamit­lemek demektir. Allah düşmanından utanmak yok, onu en şiddetli bir şekilde utandırmak vardır.

 

Yeni yetişen müslüman gençlik, bir yandan, utan­manın bu hastalık dercesine varmış olanıyla, bir yan­dan da farkında olmadan, batıdan gelen utançtan mah­rumluk duygusuyla şartlanıyor. Bu birbirine zıt iki psi­kolojiyi birden yaşamanın med ve cezri arasında salla­nıyor. Bu dediğimiz küçük bir otokritiktir. Zaten, utanç sahibi olma, sürekli bir otokritik demektir..

 

Bize gerekli olan, bir/yanında vekar, bir yanında alçakgönüllülük, bir yanında inanç, bir yanında İslâm, bir utanç dengesi.

Sezai Karakoç - Kıyamet Aşısı
Devamını Oku »

Tövbe Kıvamı

Tövbe Kıvamı
Bu dünyada günahın da bir ödevi vardır; sevabı toy bir sevap olmaktan kurtarır. Sevap denene denene sağlamlaşır. İslam toplumu, Kur’an’ın kurduğu bir ruh ve şuur dünyası, birliğidir. Bu dünyanın ayakta durması için içgüdü dünyasından kan alıp onu süte çevirmesi lazımdır. Sütle kan aynı kaynaktan geliyor ama ne kadar farklıdır. Birini içmek şiarımızdır, birini içmekse haram...İşte Kur’an, bir toplumda, ruhlardan öyle bir örgü örmektedir ki, o toplum, kan toplumu olmaktan çıkıp süt toplumu oluverir.
Fecir, seher ve secde toplumu oluverir. Süte kan karışmaya başladımı sütün özü, sütün kıvamıda bozulmaya başlamış demektir. Ve sütü kıvamına, kendine döndürecek olan da tövbedir. Zaten, bu dünyada, bütün iş, bir kıvam işi değil midir? Hristiyanların günah çıkartması, tövbe kıvamını sağlamaz. Çünkü, günah çıkartma, günahı yok etme niyetini söze, çevirmektedir. Sözde fiilde birbirinin alternatifi olduğundan, söze çevrilen niyet, içten dışa koymakta, böylece fiilde gerçekleşme şansını yarı yarıya, hatta daha çok kaybetmektedir. Halbuki tenhalarda işlediğimiz günahları tenhalarda tövbe yoluyla çıkarmalıyız.

 

Topluluklarda işlediğimiz günahları da (suçlarıda) ceza yoluyla yine topluluklarda ödemeliyiz.

 

Tövbe bizi, günah işlemek kuvvetini de ondan dönmek kudretini de veren Allah karşısına çıkartır. Yüreğimizin en samimi titreyişiyle ününde titrediğimiz ve secdeye kapandığımız Allah, günahı bizden rüzgarın tozu toprağı süpürmesi gibi uzaklaştırır. Papazın günahı var etme gücü olmadığı gibi yok etme gücü ve yetkiside yoktur. Allah’ın tövbeleri kabul etmek için bir aracıya ihtiyacı mı vardır? Yoksa günahları kendi yerine bağışlaması için bir vekile mi?

 

Günahların öyle bir özü, cevheri vardır ki, onlar ancak asıl kaynaktan gelen tepkiler ve direnişlerle yok edilebilir, değiştirilebilir. Kalbinin bütün samimiliğiyle Allah’ın önünde yere kapanmış bir müslümanın günahı, ansızın gelen bir şimşeğin yıktığı ağaç gibi devrilir, yanar tövbe zamanı. Müslüman da bu kül yığının içinden taptaze ve yemyeşil bir bahar sürgünü gibi çıkar ve gider.

İşte dönüşsüz tövbe...
Evet, insanların olduğu gibi toplumların da tövbeleri vardır. Toplum, tövbesi, üstelik, kişilerin gelecekte ki durumlarını da sağlama bağlayan bir tövbedir. Böylece tövbe, psikolojik bir vaka olmaktan daha da ileriye gidip tarihi ve sosyolojik bir mucize özelliği kazanıyor.

 

Evet, her zaman diri bir mucize olan Kur’an, gerek insanı, gerek toplumları, ruhunda taşıdığı tövbe ettirici mucize taşlarıyla, mermeriyle yeniden örer, yeniler. İçimize yerleşen ve kadim (eski) mezarlar gibi katmerleşen kirlilik duygusunu bir kağıt gibi yıkar. Günü geçmiş ve geçerliliği kalmamış evraklar gibi yakar. Tövbe ruh için işte böyle bir ülkedir...

 
Devamını Oku »

Nimetleri Kutludur

Nimetleri Kutludur
Müslümanın nimetleri kutludur. Müslüman, nimet­leri'kutlu bilir. Bir batılının, bir komünistin, bir puta- tapanın gözünde, yenilen ve içilenler... tarınlaşmamışsa maddeleriyle neyseler ondan ibaret bilinir ve öylece de­ğerlendirilirler. Hatta, lûgatlarında «nimet» kelimesini tam karşılayacak bir kelime bile yoktur. Nimeti tanrı­laştırmaksa, her şeyden önce nimete zulümdür. Çünkü: nimetin her tarafından kulluk sızar. Nimetler de, her türlü güç ve imkânlarını Yaratıcının görülmesine çevi­rirler. Nimetin tüketilme özelliği biraz da burdan geli­yor. Her nimet, sanki, insanda insana bir haz sunarak fani oluyor ve aradan çekilirken insanı Yaratıcısıyla başbaşa bırakıyor. Sanki nimetin ödevi, kendiliğinden bir ruh ve şuur gücüyle Yaratıcıya dönmeyen insanı içgüdülerinden yakalayarak Allaha çevirmek, Allahla insan arasına bir köprü kurmak ve sonra aradan en alçakgönüllü bir biçimde çıkmaktır. Nimet ve sofra, Allahın önünde fani olmanın ne zengin tablosudur! İşte böylece, her şey birbirine nimet olarak, her şey birbirinin içinde yok olarak çekiliyor ve ortada yalnız O kalıyor!
İslâmda, adeta, nimet, emek için değil, emek, ni­met içindir. Emek, peşin bir nimet şuurdur. Yoksa, her kişi» eninde sonunda, az çok bir rızka ulaşacaktır. Ama önce fiille sonra sözle ve kalble nimetin fizikötesinden gelen çerçevesini idrak etmeyenin, yani alınteri dökme­yenin (emek, hamd ve şükürle nimeti karşılamıyanın) ulaştığı rızkla, müslümana gelen rızk arasında, daha doğrusu bu iki nzka kavuşma tarzı arasında, doldurulamıyan bir uçurum vardır.

 

Bunun için hiç bir kullanılma değeri kalmasa da, yerde bir kuru ekmek parçası bile görse, bir müslümanın onu kaldırıp ayak altından kurtarması geleneği, yalnız bizim medeniyetimizde görülen bir saygı örne­ğidir ve bu gelenek ne güzel bir gelenek ve ne güzel bir örnektir! Hele o ekmek parçasının bütün nimetlerin sembolü olduğu düşünülürse..«

 

Müslüman, nimetlerde gök sofrasından (maide-den) bir iz bulur. İşte belki de bundan, Cennet nimet­leri, yine de, Kur’anda dünya nimetleriyle canlandı­rılmaktadır.

 

Nimetleri, bir de zihin ve ruh nimetleriyle birlikte düşünen insan, nasıl sürekli bir mucize karşısında ol­duğumuzu fark eder. Güzün dallardan mercan gibi sal­lanan narlar örneği dudaklarımızdan dökülen ve çağ­ları aşan bir çift söz de bir nimettir. Allahı zikir edenin gönlünde doğan nur da bir nimet... Güneş, uzayan de­niz, bir çam ormanı, göz ve vücut için nasıl bir nimet­se, düş, yerinde ve gereğinde hayal, düşünce, ses, ahenk duygusu, sevgi ve sempati, coşuş, kuvvet ve kud­ret... bütün bunlar da nimetlerdir.Batmakta olan bir topluluğun içinden çıkan gerçek bir ender, bir nimettir. Peygamberler, veliler, kahra­manlar, şehitler ve gaziler, hep hep nimettir insanlığa Asker, bir millete bir nimettir. Biraz da bundan, kerlik ocağı kutludur.

 

Nimetlerin çevresini bir din halesi sarmıştır. Bir ışık. İşte, dua, hamd ve şükür, bu haleyi meydana geti­ren din ışıklarıdır.

 

Cömertlik ve cimrilikte bundan ötürüdür ki, nerdeyse, imanla ilgili görülmüştür.

 

Fakat, nimetlerin bu yüce yanı görülmeyince, bu kez aynı nimet, en büyük bir ceza gibi çarpar insanı. Nimetin çarpmasından hiç bir insan ve millet kendini kurtaramaz.

 

Komünistler, çağımıza kan ve ateşle girdiler. Ek­mek tanrılaştırıldı böylece. Ekmek, bir nevi, yunanlıla­rın savaş tanrısı haline getirildi. Halbuki, nimet Alla­hın önünde başeğdiren, barışa götürendir.
Ne Grek, ne Roma, ne sonraki batı medeniyetinde bir nimet değerlendirişi, düşüncesi ve şuuru vardır. Yalnız islâmdadır bu.

 

Yahudi, kadri bilinmeyen bir nimetin çarptığı bir ırktır. Müslümanların çöküş yıllarında, nimete verilen değer en mücerredinden en müşahhası olan ekmeğe doğru bir küçülme, bir büzülme, bir gerileme belirtir. Git git yalnız ekmeğe olan saygı kalmış, öbürlerine olan saygı ortadan kalkmıştır. İşte, şimdi, yeniden, ek­mekten başlayarak, en mücerred nimetlere doğru ge­lişen bir nimet değerlendirmesinin çığırım açmak zo­rundayız.,.
Sezai Karakoç - Kıyamet Aşısı
Devamını Oku »

Hicret Mimarisi

Hicret Mimarisi
Onlar, hicret adamıdırlar. İçlerinde hep bir hicretin sızısını duyarlar. Ocakta ateş mi var? Yakında sönecektir, bilirler. Yol tepeye mi çıkıyor, biraz sonra inecektir yamaçtan, farkındadırlar. Şimdi kılıç gibi doğan güneş, sonra bomba gibi batacaktır. Yeşil ağaç kuruyacak, su çekilecek, karakış yazı kovalayacak ve kovacaktır.* (kovalayacak, kovacak)

 
Batılı insan, turist olur, olabilir, ama hicret adamı olamaz. Müslümansa, turistken de hicret adamıdır. Bu dünyada hicrettedirler. Bu çağda hicrettedirler. Bu ülkede hicrettedirler. Takvimleri hicretle başlar.

 
Çile bir hicrettir. Çilesini bitiren Müslüman, hicretini bitirip Medine’sine ermiş olandır.

 
Her namaz, bu yerlerden bir hicrettir. Oruç, vücudun eşyadan hicretidir. Hac bir hicrettir. Zekat bile malın maldan hicretidir. İşte Müslüman, en büyük yakınlığa ermek için bu iç içe hicret pınarlarında yunan(yıkanan) kişidir. Müslüman, hicretle gusl etmiş kişidir. Müslüman, hicretle teyemmüm etmiştir.

 
Hz. İbrahim’in Arabistan yolculuğu, Hz. Yusuf’un Mısır’a köle olarak gidişi, Hz. Musa’nın Sina Dağı’na çıkışı, bütün bunların hepsi, Büyük Hicret’in sembolik muştucularıdır. Fetihler ve zaferler de hicret yemişleri, hicretin yemişleri. Tarikat “yol” demektir, derviş bir hicret eridir; tasavvuf bir hicret düğünü…

 
İçimizde, durmamacasına Mekke’den Medine’ye gidip geliyoruz. Mekke’yle Medine arasında hicret edip duruyoruz. Ne mağaralardan geçmiyoruz. Ne ağlar korumuyor bizi. Ne yılanlar ısırmıyor…

 
Her Müslüman, bir hicret dönemi geçirecektir hayatında. Fakat, bir gün gelecek, hicret bitecektir. Bitecektir, ama ölünceye kadar gönlünde hicretin acı ve haz karışık verimini duyacak ve tadacaktır her Müslüman.

 
Hicret, başlangıçta kanla karışık bir süt akımıdır. Sonra kan azalır, azalır, en son arı duru bir süt kalır. Sütse İslam’ın şiarlarındandır.

 
Bu çağın insanı, dünyaya kendini o kadar yerleşik saymaktadır ki hicretin gök sofrası nimetlerinden haberli bile değildir. İçinde bir hicret mimarisi yoktur da ondan, ölüme karşı hazırlıksızdır. Ölümün sesi, onun için bir göç alarmı değil, bir yamyam tamtamıdır. O, ölüm önünde yamyamlarla kuşatılmış bir beyazın duygusunu taşır. Çocuk kaçıran bir al karısıdır ölüm onun için. Evin önünde kişneyen, hicret zamanını sezip de kişneyen saf kan Arap atı değil.

 
Ama Müslüman, ölümden önce ölüme hicret etmiş kişidir. Ölüm, ona nice yarış birincilikleri kazandırmış bir koşu atı değil midir?

 
Akıncı, bir bakıma bir hicret adamıdır. Asker, bir bakıma bir hicret adamıdır. Şehit, hicretini donanıp giden kişidir. Gaziyse hicretten dönendir.

 
Biz, birkaç yüzyıldır hicret köprüsünü yıktık. İçimizdeki Mekke ve Medine birbirinden koptu. Kişiyle toplumun arasındaki birbirine göç ediş mimarisi çöktü. Ahiretin bu dünyadaki izi olan hicret adamı özelliğini anlamaz olduk. Bu dünyaya yerleşmek istedik, o yüzden bir sürgüne mahkum edildik. Kendi kendimizden sürgün edildik. Çağdan sürüldük. Kendi ülkemizde sürgünüz şimdi.

 
(Sezai Karakoç, Kıyamet Aşısı, s. 24-26)
Devamını Oku »