Gece İzi

Gece İzi

Müslümanı öbür insanlardan ayıran özelliklerden biri de, bir gece yolculuğunun izini yüzünde taşıması­dır. Bu bir yorgunluk izi değil, bir sıhhat izidir. Miraç izidir bu...

 
Peygamber, Miracı bize sadece hâtıra olarak bı­rakmadı, bir gelenek olarak bıraktı. Her gün dönü­münde, namazın gelip kendisine ulvi bir çerçeve oldu­ğu yüce bir gelenektir miraç geleneği...

 
Muallâkatüsseba şairleri, kasidelerine, sevgilinin kabilesinin son konağından göç ederken bıraktığı izle­ri, son ateş kalıntısını, çadır kazıklarını, kararmış ocak taşlarını, kumaş parça ve kırıntılarını anmakla başlar. Müslümanı seçen cins bir göz de, her şeyden önce onun yüzünde miracının izlerini, bir gece yolculuğunun de­rin çizgilerini arar ve görür.

 
Bu yolculuğun kalk borusu, «Ey örtülere bürün­müş olan, kalk!» buyruğudur. Bu örtüler, yalnız yatak örtüleri değildir. Eşyanın hakikatla insan arasına giren örtüleri,, örtüleri, örtüleridir de. İnsanla Yaratıcı ara­sına giren örtüler, örtüler, örtülerdir de. Benzetmeyi sadece estetik alanda düşünelim: bu yolculuk, bir nevi âteş dansıdır. Her durakta, her figürde bir örtü, bir pelerin. bir şal atılır. Son durakta ruh, çırılçıplaktır. İşte orada, dünya örtülerinden soyunan ruha gök giyecekleri, ipekler giydirilir.

 
Müslümanlar, eşyanın ötesine sefer etmiş insanlar­dır. Bu yolculuklarından nice ulvi haberler getirmişler­dir. Peygamberlerin haberleri, bir Hz. Ebubekir haberi, bir Hz. Ali haberi, bir Muhyiddin-i Arabi haberi, bir îmam-ı Babbânî haberi...

 
«Tarikat» yol demektir. Fakat siz ona -gece yolu- diyebilirsiniz.

 
En kütlü kulunu, bir gece, Mescid-i Haram’dan Mescid-i Aksa'ya ulaştıran ve oradan da kendi katma yükselten Yaratıcımız, bu yolculuğu bize şart koştu. En «mahrem», en yakın mescitten, yani gönülden en «uzak» yâni en yabancısı olduğumuz ufuktaki mescide kadar, yâni enfüsten âfaka kadar bir gidiş-geliş, bir med ve cezir, yâni namaz, Peygamberin bu yolculuğu­nun bize dönük yüzünün bir geleneği olarak şart ko­şuldu. Ne mutlu bu şarta koşanlara, alınları bu ışıkla benekli koşu atlarına!

 

Bu yolculukta ay yarılır, gökler yarılır, cennet ve cehennem serilir ve toplanır. Peygamberlerin ve melek­lerin yeşil dünyasına girilir; ve ulaşan ulaşır Cebrail kanadınının yandığı son sınırlara!

 

İnsan toplulukları kervanlar gibi geçer aşağılar­dan. Konaklarlar, ateşler yakarlar, sofralar donatırlar;at kişnemeleri, haykırışlar, silâh sesleri, kılıç şakırtıla­rı, düşünceler içinde akıp giderler. Şanlı gece yolcusu bütün bunları da görmüştür, yüzlerce kere ta batıda kaynayan kızgın levhanın, güneşin batışını gördüğü gibi. *

 

Bırinci Cihan Savaşına her topluluktan insan katıldı. Ondan dönenlere sorunuz; size bir müslümanın anlattığını,ne bir fransız, ne bir İngiliz, ne bir alman, ne bir rus ,ne bir amerikalı anlatabilecektir. O, İkinci Cihan Savaşını bile birincisinde görmüş ve yaşamıştır. İçinden de en çok yaralanan odur. Dünya ve insan hesabına içi en çok kanayan odur. O, kendi ölçüsündeki miraç bilgisiyle bilir bunu.

 

Peygamberin iki büyük mucizesinin sim da müslümanlardadır. Ay'ın bölünmesi ve miraç mûcizesi. Şimdi insanlık sadece madde alanında bu iki mucize­nin sırrını arıyor, göğe çıkmak ve Ay’a ulaşmak istiyor. Müslümandaki bir gece yolculuğunun izlerini, miraç izlerini ilk ipucu olarak alsaydı, bu arayış, bir mutlu­luk olabilirdi.

Sezai Karakoç - Kıyamet Aşısırı
Devamını Oku »

Merhamet Ruhu

Merhamet Ruhu

 

 

Merhamet, bu yüce duygu, başkasını küçük gör­mekten doğan acımayla, ya da başkasının acısından zevk alışla karıştırılmamalıdır. Uzak olsun böyle bir merhamet! Tanrı uzak etsin!
Kapitalistin, sosyal hizmet adı altında kârından ayırıp, masrafına kaydettiği ve böylece vergisini azal­tarak devlet kesesinden ödediği, dolaylı reklâm, mer­hamet değil, merhamet kalpazanlığıdır. Uzak olsun- böyle merhamet! Tanrı uzak etsin!
Marksizmin kin ve öç, terör ve şiddet, özgürlük­lere kan kusturucu demir pençesini, uzatacağını vâdettiği (uzattığı bile değil), ekmeğin yaldızı olan, yok­sulun yoksulluğunu politika sömürüsüne kapital ya­pan yalancı işçi koruyuculuğunu, merhamet kavra­mıyla barıştırmak ne mümkün? Merhamet buysa,, uzak olsun bu merhamet! Tanrı uzak etsin.
Yürek katılığından, katı yüreklerden merhamet doğmaz. Merhamet, kalbin yumuşamasıdır.

Merhamet, kalbin üzerinden kara mührün kalk­masıdır. Kalb kararışından kurtuluştur.

İnançtan doğar Merhamet. Tanrı'ya inançtan.

Kendini putunu ve bütün putları önce gönülde kırmaktan doğar.

Nefslere değil, ruhların açılımına yardım elini uzatıştır merhamet. Şüphesiz, nefslere de o ruhlara yataklık yapmak için merhamet edilir.

İnsanın gücü yettikçe, kaldırabildiği kadarıyla, sı­nır tanımaz merhamet.

Halis niyetin verimidir merhamet. İki yüzlülük ve ard niyet kokan hiçbir fiil, merhametin repertuvarında yer alamaz.

Birkaç saf kızı bulup hastahanelerde hastalarına hizmet ettirmekle göz boyadıktan sonra Asyalıyı, Afrikayı gömleğine kadar soymak, Kapitalist Batı'nın ustalıklı merhamet ticaretinden bir tekniktir, başka bir şey değil.

Tankla ezen, halkları tankların paletlerine taka­rak kurtaran (!) merhamet, komünizmin siyaset mer­hametinden parlak bir levhadır.

Merhamet, başkasının cebinden aşırı kârla sağ­lanandan lütfen sunulan birkaç kuruşla uzaktan ya­kından alâkalı bir şey değil.

Merhamet, bütün varlığını Hak ve hakikat için adamaktır. Hem canını, hem mal varlığını. Hakikat için insanlık uğruna bütünüyle koşmayı en doğal bir insanlık özelliği bilmektir merhamet.

Merhamet, hakikat için, insanlık için, zulümle, sömürüyle, cinayetle savaşmaktır. Yalnız biriyle de­ğil, hepsiyle.

O, insanların insana tapmasına izin vermeyen yü­ce bir duygudur.

O, 'Tanrı verdiğini her an bütünüyle geri alır', korkusuyla titreyenlerin ruh halidir.

O, Tanrı armağanını başka kardeşlerine armağan etmekle en büyük mutluluğa erecek gün gibi aydın­lık gönüllerin eşsiz sevincidir.

O, kendi cehenneminden başkalarını koruma ti­tizliği, başkalarının ruh bahçesine gül fidanı taşıma arzu ve hareketidir.

Merhamet, verirken kendisinin vermediğini bil­mektir.

Aşktan doğar O: Ezel ve ebed aşkından.

Her yaratığa yaygın sevgi hâlesidir o.

Hasedle barışamaz. Cimrilikle bağdaşamaz. Onun yarısı, hilm, yarısı cömertliktir.

Sabır, tevekkül, rıza ve tevazuyla akrabadır. Tek başına, soyut bir merhamet olamaz.

Merhamet, somuttur. Kanla birlikte vücudda do­laşmadıkça, kâğıt üstünde kalmaya mahkûmdur.

Ruhta çakan diriliş şimşeğidir merhamet. Ondan yoksunluk, ölümden beter ölümdür.

Namaz ve oruçla süt kardeştir o. Aynı ana emzirmiştir onları öz memesinden.

Ne gizliyken değişir, ne açıkta gerçeğiyle.

Sessizce oluşur, gürültü patırtıyla değil.

Mevsim mevsim gelişir, iklim iklim zenginleşir.

Hamuru, öksüzün göz yaşından yoğrulmuştur.

Mayası, mazlumun ahıdır.

Merhamet, insanın kendini hesaba çekişinden doğan bir özdeğişim davranışıdır.

Kendini değiştirerek başkasının değişimine yol açmaktır.

Merhamet, bîr yandan ruhlara kök salmalı, bir yandan toplumda sistemleşmeli.

Geçmişte olduğu gibi, İslâm Medeniyetinin tam açılımı vakitlerindeki gibi.

Yeniden merhamet ruhu doğmalı insanlıkta. Kör­leşmiş, kötürümleşmiş, felce uğramış merhamet ru­hu dirilişini bütünlemeli bir kez daha.

Bir kez daha zulmün çelik ağı, kırılmalı merha­met ebabillerinin gagalarıyla.

Eziş fili, terör sırtlanı duraksamalı merhamet Kâbesinin önünde.

Balığı avlamak için oltanın ucuna takılan yeme merhamet azığı denemez. O zulüm azığıdır ancak.

«Politikada merhamet, aptallıktır.» İşte, insanlık tarihinin alnına yazılan yüz karası merhamet düşma­nı slogan!

Zulüm sloganlarını parçalamalı merhamet kılıcı. Kendisi de bir slogandan ibaret kalmamalı.

Merhamet, insan kardeşliğini, yani inanç kardeş­liğini ihya etmeli ruhlarda.

Tarih leş kokuyor. Çağ, veba ruhuyla titreşiyor. Cevher, akşamını haykırıyor. Bu basit daireyi söküp atacak olan merhamet ilhamı olacaktır.

Kimse, başkalarının kendisinin merhametine muhtaç olduğunu sanmamalı. Tam tersine, hepimiz merhamete muhtacız. Topumuz birden, merhamet ru­huna muhtacız.

Sezai Karakoç - Çağ ve İlham 2

 
Devamını Oku »

Sevgi Uygarlığı

Sevgi Uygarlığı...Uyandırılmış insan yetileri, sevgi toprağına kök salmazsa, onlardan kısa zamanda «şer çiçekleri» boy gösterir.

Sevgisiz uygarlık, Zakkum Ağacı gibi, insanlığa kötülükler yemişini verir.

Sevgi uygarlığı ise, her dalında iyiliklerden altın armağanların salındığı Tûba Ağacıdır.

Sevgilerin sevgisi Tanrı sevgisidir. Bütün sev­giler, O sevgi güneşinden varoluş ışığını alırlar.

Tanrı için sevmektir asıl sevgi. Bunun dışında­kiler, egonun, nefsin açılımları... Nefs şımartma, sev­gi olamaz.

İnsanlık tarihinde, köklü dönüm noktaları, özdeğışim dönemleri, sevgi devrimleriyle, sevginin gö­nülde yeniden dirilişiyle başlamıştır.

«Aşk kahramanı» demişlerdir ulular, bu yolun yolcularına, bu sebeple.

Çünkü: onlar, arzudan doğan bağlantılarda de­ğil, ruhun sevgi ışımasında fani olmuşlardır.

Onlar, kendilerini, Tanrı’nın büyük armağanı sev­giye, katışıksız saf sevgiye adamışlardır.

Sevgi kurtaracaktır dünyayı, insanlığı, Tanrı sev­gisiyle kenetlenmiş sevgi demeti.

Öcü, terörü, ezmeyi, bu nefs ve şeytan ateşle­rini, ancak sevgi şelâlesi söndürebilir.

Tanrı korkusu da gerçekte,Tanrı sevgisinin bir ayrıntısıdır. Onu koruyan örtüdür. Perdeyi aralarsa­nız altından Tanrı sevgisi çıkar.

Gerçek öğretiler, hep sevgi öğretileridir. Ancak, gerçek sevgiyi, fantezilerle, yada sevgi görünümlü aldatışlarla karıştırmamalı. Sevgi gösterisini, sahte sevgiyi, gerçek sevgi sanmamalı.

Hasedin, çekememezliğin kökünü kurutan, sev­gidir. Affeden, bağışlayan, yine sevgi.

Sevginin ölümü, putların doğumu olur. Her yön­den putlaştırma fışkırır o vakit. Putlaştırma, görünüş ne olursa olsun, gerçekte, sevgisizlikten, katışıksız korkudan doğar.

Sevgi bir zafer kutlamasıdır. Ortak zaferin kat­lanışı. Putlaştırma ise yenilgiyi kabulleniştir. Putlaş­tıran kişi, öldürülmüş ruhunun kanını, içi altın kap­lamayla sıvanmış kendi kafatasında, zafer sarhoşuna sunan zavallı tutsaktır: Sevgi ise, gelen muştu İçin düzenlenmiş şöleni aydınlatacak meşaleyi tutuştu­rur.

Feragat ve fedakârlıklar çilesine, insan, ancak, sevgiyle katlanabilir. Sabır ve tevekkülün özü, dop­dolu sevgi özüdür.
Sevgiyle aşılır bu dünya. Ruh dünyasına onunla girilir. Şeytanı yenen metafizik güç, sevgidir. Tanrı­nın rahmetine açılan kapı sadece odur.

Durumalış özdeğişiminin manivelasıdır sevgi. Di­riliş kubbesini ayakta tutan sütun, o sütundur.

En kolay erdiricidir o. Ama ne güç erilir ona!

İnsanın kendini sevmesi, ona erişmesine engel­dir.

Evet! insan, gerçek sevgiye ulaşabilmek için,önce kendini sevmekten vazgeçmek zorundadır.

Bir başka deyişle, bu, şöyle de anlatılabilir. in­san kendini «seviyorsa», kendini sevmekten vazgeç­melidir. Çünkü : kendini gerçekden seven, ego sev­gisinden kendini korumak zorundadır. Kendi egosu­nun sevgisine saplanan kişi, ruhunun, asıl sevgiye, mutlak sevgiye açılmasına engel olan bir sevgiye saplanmıştır.

Donmuş, taşlaşmış sevgi melekesini harekete geçirmedikçe, insana ve insanlığa kurtuluş yoktur.

Sevgi aptallık değildir; zekâyı aşan bir zekâ, duy­guyu aşan bir duyarlıktır. Hoşgörü, yöntemi; af, ge­leneğidir, ama, zalime, nefs bataklığına saplanana, kendi putuna tapana, ya da başkalarının putunu yü­celtene af, merhamet ve hoşgörü göstermek, sevgi göstermek anlamına gelmez. Onlara acınır. Onları uyarmak, asıl sevgi budur. Yoksa, sevgi gösterme adına, onları bu saplantıda bırakmak, tam tersine, on­lara düşmanlık göstermek demektir.

Hile sevgiyi yenemez, sadece kendini yener. Ri­ya, sevgiyi örtemez, ancak kendini örter. Kuvvet, sevgiyi deviremez, ancak kendini devirir.

Sevgi öğretilerinin temeli olan peygamberlerin öğretilerine, İslâm öğretisine, Kur'ân öğretisine, on­ların sevgileriyle

Tanrı sevgisine ulaşma yoludur Doğru Yol, Gerçek Yol.

Sevgide dirilmektir, ruhun kurtuluşu.

Diriliş, bir sevgi devrimidir. Ruhun ölümünü ha­zırlayan öçlerin, ezmelerin, çekememezliklerin devril­mesi yoluyla sevgide ruhun dirilişini gerçekleştirme yöntemidir, diriliş.

Sezai Karakoç - Çağ ve İlham 2
Devamını Oku »

Hakikat Doğrultusunda

Hakikat Doğrultusunda
İslâm doktrini’n in durumu, hristiyanlık ve budizm gibi sadece, tek insanın kendi varoluş problemiyle ilgili değildir. O, fizikötesi, tabiatüstü ve insanüstü ile insan benliğinin ilişkisi, yani Allah’la insan arasın­daki bağıntı ve öte âlem yaşantısı yönünden bütün dinlerden daha derin ve hakikat özlü bir varoluş bil­dirisine ve hikmet icazına sahip olduğu gibi, ondan ayrılmaz ve onun tabiî sonucu ve uzantısı sayılabi­lecek bir toplum ve devlet düzeni sistemine de ma­liktir. Bu insan ve toplum anlayışı, bu metafizik ve pozitif hayat tarzı sentezi, tabiat ve tarihle karşıla­şınca bundan dır kültür ve medeniyet doğmuştur ki buna bütün dünya tartışmasız «Islâm Medeniyeti» adını vermekte tereddüt etmemiştir. Halbuki, buna karşılık, bir hristiyanlık veya budizm medeniyetinden bahsedilemez.

Bir hıristiyanlık ve budizm yaşantısı ve bu yaşantının, kişi sınırından toplum, hatta dev­lete yansıması, tarihî bir vakıadır ama, çok defa bu yansımalar, doktrinlerin özüne zıt olduğundan olum­suz sonuçlar doğmuş ve büyük çatışmalar sonucun­da geri kendi alanlarına dönme zorunda bırakılmışlardır. Tersine, İslâm, devlet ve toplum hayatına ha­kim olduğu ölçüde, insan, benliğiyle ve çevresiyle daha mutlu bir uyuma kavuşmuş, insanlık, medeniyet ve kültür bakımından en büyük açılımlarından birine ulaşma imkânını elde etmiştir.

İslâm Medeniyeti’nin orijinalliğini, büyük düşü­nürler, tarihçiler ve tarih filozofları kabul etmişlerdir. Etmeyenlerin itirazı da sadece bir noktada toplanlanmaktadır. Onda da, kaynağında judeo - chretien (yani yahudi - hıristiyan) bir tesir bulunduğu iddiasına dayanıyorlar. Daha ileri gidenleri de, hukukunun ro­ma hukukundan, müzik ve mimarisinin de Bizans mü­zik ve mimarisinden, tasavvufunun da hint mistisiz­minden geldiğini yazmışlardır. Bunlar, İslâmî anlaya­mayan ya da bilerek onu hakikatıyla göstermek is­temeyen, görevli veya gönüllü İslâm aleyhtarı yarı -bilginler veya yarı- düşünürlerdir.

İslâm, sadece arap düşüncesinin, bir açılımı de­ğildir. İslâm, insanlığın malı Hakikat Medeniyeti'dir. İlk insandan başlayan Hakikat Medeniyeti’nin gelişi­minin sonunda vardığı en mükemmel ve üstün açılı­mının adıdır. Sonradan asıllarından saptırılarak, baş­ka medeniyetlerle kaynaştırılarak değişik sistemlerin ve dünya görüşlerinin birer unsuru haline getirilen yahudilik ve hırîstiyanlığın ilk özlerinin hakikat uy­garlığından doğduğu gerçeğini belirterek, onları ası!- farıyla kendi özyapısında bulundurduğunu bildirmesi, İslâmın, bütün insanlığın hakikati ve medeniyeti ol­ması özelliğinden ileri gelmektedir.

Kur’ân, açıkça hakikatin, ilk insandan-beri bildi­rildiği ve inananların bulunduğu gerçeğini söylüyor. Ondan ayrılanları uyarıyor. Bütün insanlığı tekrar hakikatta birleşmeye çağırıyor. Hukuk, bilim, sanat ve hikmet bakımından ise, İslâm Medeniyeti, temelini tamamen Kur'an'dan alınıştır.Öbür medeniyetlerin etkileri, mahallî örf ve âdetlere verilen değer, diğer medeniyetlere bakışda değerleri alıp özümleyici bir hoşgörü ve genişlik tanımasından doğmaktadır. Ke­lâm da, tasavvuf da tamamen Kur‘ân-ı Kerîmeden doğ­muşlardır. Ancak, İslâm düşünür ve hekimleri Yunan felsefesini didik didik inceleyerek, onun yaşamaya değer taraflarını Büyük İslâm Medeniyeti yapısında eritmişlerdir.

Zaman zaman, bu eski medeniyetlerle karşılaşma ve hesaplaşmalardan, aşırı ekoller doğ­muşsa da, bu ekollerin İslâm Medeniyetine hakim olamayarak tasfiye edilmesini, doğan müsbet ekoller sağlamışlardır. Imam-ı Gazâli, Muhyiddin-i Arabi, Mevlâna Celâleddin-i Rûmî, İmam-ı Rabbanî gibi ön­derler, bu sapma ve bozulma yollarını tıkamışlar, Is­lâm Medeniyetinin kendi öz doğrultusunda gelişim ve açılımını yapmasında üzerlerine düşen görevleri ye­rine getirmişlerdir.

Bundandır ki, Islâm Medeniyeti, Medine, Şam ve Bağdat Siteleri dönemlerinden sonra, bir Maveraün-nehir, Hint ve Osmanlı rönesansları ve varyasyonları dönemiyle son yüzyıllara kadar, Hakikat ve İnsanlık Medeniyeti olarak gelmiştir.

Ancak, Batıda, çok yazımızda belirttiğimiz gibi, antik medeniyetin, akıl ve materyalizm yönünde bîr gelişimiyle, yeniden - doğuşa gitmesi ve bunun do­ğurduğu tekniğin, İslâm dünyasınca dengelenmekte zamanında davranılmaması, Medeniyetimizi derin bir bunalımla karşı karşıya bırakmış, bunun doğurduğu panik de, Medeniyetin özcülüğünden biçimciliğine,oradan da Batı taklitçiliğine ve sonunda da marksist deney hayranlığına yol açmıştır.

**
Şimdi, medeniyet ve kültürümüz, bir yandan ye­niden diriliş’inin çilesi, öbür yandan bu dış baskı ve etkilerle hesaplaşmanın ölüm kalım günlerindedir.

Biz, yeniden özcülüğün ve köke dönüşün yolu açılarak yeni bir yeniden - doğuş yoluna dönüş ve -giriş savaşının, yani medeniyet ve kültürde yeni bir neslin boy göstermesi girişiminin başladığını ve sür­mekte olduğunu her fırsatta söyledik ve söylüyoruz.

Diriliş, nöbet eridir. Bu savaşta, sıranın kendisin­de olduğu inanç ve bilinci içinde, gücünün yettiği kadar, Ebedî İslâm Çağrısı’nın bir nöbet eri hizmet­lisi olarak, bu vazifeye kendisini adama isteğinde ve işinde, sapmama ve şaşırmama duasında ve dileğindedir.

 

Sezai Karakoç - Çağ ve İlham 2
Devamını Oku »

Yankı

Yankı

Bu ramazan, Kur’an-ı Kerim’in insanlığa inişinin 1400. yıldönümüdür. Kur’an, bundan bin dört yüz yıl önce bir kadir gecesinde indi. Ve onun bize gelişinin üzerinden bin dört yüz kadir gecesi geçti. Arı, kendi­ne gelen vahiyle nasıl peteğini örer ve balını yaparsa, müslümanlar da kendi peygamberlerine gelen vahiyle, Kur’an’dan yayılan ışıklarla eşsiz bir medeniyet kur­dular. Yeryüzünde Kur’an şehirlerini yaydılar. Kur’an gerçeklerinden, Kur’an’ın sanatından, Kur’an’m sesin­den insan ruhunu bir hakikat sitesine çevirmek birinci işleri oldu müslümanların.

Kur’an’ın inişiyle, dünyaya, öteki dünya da inmiş oldu. Kur’an’m aşılmaz lehimi ve kaynağıyla müslümanın ruhunda iki dünya kaynaşmış ve birleşmiş oldu.

Bin dört yüz yıldır ki, o, bizim hayat ışığımızdır, gö­ren gözümüz, çalışan kalbimizdir.

Hayatımızın hiç bir çizgisi olmadı ki, oraya, Kur’an-ı Kerim’in tuttuğu bir ayna ve bir ışık bulunmasın. Ya­şayışımızın nice çizgileri, vücuttaki kan damarları gibi, Kur’an çizgileridir.

Atalarımız, her yıl Kur’an’ı bir baştan sona okurlar­dı. Böylece Kur’an-ı Kerim, yavaş yavaş onlann ruhları­na geçerdi. Onun yapraklarına eğile eğile babalarımızın ve annelerimizin yüzünü bir Kur’an aydınlığı kaplardı. İşte bunun için bir müslüman daha ilk bakışta yüzün­den tanınır.

Kur’anla olan bu yakınlık ve dostluk, adetâ kardeş­lik, mü’minin ahlâkını, Kur’an ahlâkıyla donatır.

İslâm medeniyetinin her alanında, unsurları derle­yip toplayarak kaynaklara çıkınız. Göreceksiniz ki, bu kaynaklar gide gide Kur’an’a varacaktır.

Kur’an-ı Kerim, Allah’ın insanlığa armağan ettiği büyük bir medeniyetin ulu kitabıdır.

Tek noktası bile eskimeyen, ölmek nedir bilmeyen diri ve diriltici, içi mucize dolu kitabı.

Bin dört yüz yıldır, savaşlara onu okuyarak başlı­yoruz. Zaferlerimizde, getirdiği yardımcı melekler or­dusuyla en büyük pay sahibi yine odur. Zafer sonunda onun adalet ve merhametiyle esirlere ve yenilenlere insanca davranmış ve tarihimizi lekelemekten korumuşuzdur. Kendi yanlışlıklarımız veya kader gereği yenilmişsek bizi avutan ve onulmaz umutsuzluklardan koruyan, yine şanı büyük Kur’an olmuştur.

Kur’an, insana şifa, toplumlara şifa, medeniyetlere şifa ve tarihe şifa olmuştur.

Ölülerimizi son yolcu edişte ancak onunla yolcu edebilmişizdir. Ölümün dağ ağırlığını ondan başka hafifle­tecek zaten hangi kudret olabilir ki?

Kur’an’ın her çağa hitap eden ayn bir mucize dili var. 20. Yüzyıl da, ayin bölünmesi, mi’raç mucizeleri­nin, dünyacı bir yorum ve usûlle peşinde değil midir?

Her yıl gelen Kadir gecesi, Kur’an’ın mucize yüklü ağırlığıyla, arştan dünya’nın göğüne indiği kutlu gece­dir. O gece okunan Kur’anlar, yukardan kâinatın üstü­ne inen Kur’an’a, yeryüzünden yükselen bir yankıdır.

Bin dört yüz yıldır dünya zamanın üstünde bir kö­pük gibi bu yankıyla çınladı durdu. Dünya kayalığı, arşa, onun yankısıyla, mahcup olamayacağı yüksek bir cevap verebildi.

İnsan, arştan gelen soruya Kur’anla arşın cevabını verdi.

Kıyamete kadar da bu cevabı verebilmemiz için,

Kur’an’ın bizi bırakmayacağına dair Allah’ın sözü var­dır.

Ne mutlu meşalesi Kur’an olan bir ümmete!

Sezai Karakoç,Günlük Yazılar 2
Devamını Oku »

Bayram

Bayram
Ve bayram. Bugün ,dünya yüzündeki bütün müslümanlar, şehirler içinde, bizzat , şehirler ve ülkeler arasında da bütün ulaştırma vasıtalarıyla birbirlerine uğrayarak , geçirilen bir aylık orucun üstün insana mahsus nimetlerini kutlayacaklar. Bir müslümanın eli öbür müslümanın eline, onun eli de başka bir müslümanın eline, böylece bütün müslüman eller birbirlerine kenetlenecek, horasanla kaynaşmışcasına kaynaşacaklar ve bütün müslüman dünya, kopmaz, yıkılmaz bir bina kuracak.Evlerden evlere barış taşınacak, muştu götürülecek, yüzleri Kur'an neşesi saracak. Her müslüman , Kur'andan bir ayet gibi kalbini öbür müslümanlara götürücek.İşte bu eşsiz bayram yalnız bizimdir.

Bütün yıl müslümanlığın yıpranması için çalışanlar bile bu bayramın güçlülüğü karşısında ondan uzak duramıyacaklar, katılacaklar bizim bayramımıza.Bayram onları bile kavrıyacak, kuşatacak.

Ah , ne olurdu , hiç olmazsa bayramımızı bize bıraksalardı.

Bayram ki , taştan değil, rüzgar çizgilerinden değil, yaprak hışırtısından değil, bir tarih ilhamından, müslümanların aydınlık gönüllerinden gelen bir şuur hafifliğidir, geliyor ve bizi ak çeşmelerin ışığıyla dolduruyor.

Bakıyorsunuz, sabahleyin ufkun doğu kesimi kızarırken bütün müslümanlar camileri doldurmuş, güneşin doğuşunu bekliyorlar. Sonra güneş bir mızrak gibi çıkıyor ve zamanın kalbine bayram nişanını, işaretliyor. Toplar atılıyor ve namaz sarıyor vücutları ve ruhları.

Ve imam mü'minlerin arasında yükseliyor, bir tarafında sanki cennet, öbür tarafında adeta cehennem, hutbesini bütün insanlığa okuyor.

Bu , hutbe islama çağrıdır. Çelik ve beton arasında boğulan insana bir hürriyet çağrısıdır bu hutbe.

Hürriyetin ancak kurtuluş içinde bir anlam ifade edeceğini ilan eden evrensel bir bildiridir bu hutbe.

Vücuda olan tutsaklıktan , zamana olan tutsaklıktan,maddi manevi putlar korosuna olan tutsaklıktan kurtuluşa açılan bir çağrı kapısıdır bu hutbe.

Kur'an'dan bir yaprak, havada bir sancak gibi sallanır, işte size bayram hutbesi.

Bayram namazından sonra toplumdan alınan güçle yüklü olarak evlere dönülür. Evlerde bekleyen çileli ömrün hayat arkadaşı ve evlerin bin renkli çiçekleri çocuklar.İşte bugün bir tatlı söz işitmek için hayatın bütün ağırlığını paylaşmayı göze alan çileli eşler ve anneler,, ve evlerin canlı bayramları çocuklar.

Ve evlerden evlere bir barış armağanı, bir muştu haberi gibi gönderilen çocuklar.

Ve her vakit namazından sonra yalnız bayram günleri kılınan namazlara mahsuz namaz sonu tekbirleri.Sanki bayram tertemiz bir mendil ve beş vaktin tekbirleri de onun ölümsüz düğümleri. Kalbin aydınlık mühürleri tekbirler.

Evlerden evlere taşınan armağanlar.Evleri doldurup taşıran armağanlar.

Topraktan yükselen bir mehtap,bayram akşamları.

İşte ulu geçmişten elimizde bir bu bayramlar kaldı. Onlara sıkı sarılalım da hiç olmazsa bu son peygamber armağanını olsun elden kaçırmıyalım.

Bu şuur içinde kutlu olsun bayramlarınız müslümanlar.!

Sezai Karakoç(Sütun)
Günlük Yazılar 2

-------------------------
Devamını Oku »

Oruçta Acıkır

Oruçta Acıkır

Oruç hiç gecikmeden, yolunu şaşırmadan, tam saatinde, dinç ve genç, tarihin dinamizmini de özünde gaybın üfleyişi gibi taşıyarak geldi. Mademki geldi, onu iyi tanımak gerek.Oruç boş bir çerçeve olarak veya bir mevsim gibi sadece tabiatın bir parçası olarak gelmedi. Tarihin bir parçası olarak geldi.

Dolu geldi. Kendindekini boşaltacak. Giderken de dolu gidecek. Dolu gitmeli.

Her yılın orucu, büyük Oruç kitabına, sabırla ve meleklerin üslubuyla işlenmiş bir sayfa, bir yaprak gibi eklenir

Taşların, ağaç kovuklarının, toz zerrelerinin bile, en keskin bir hafızayla şahitlik yapacağı büyük Hesap Gününde, şüphesiz, Oruç Kitabı, en büyük şahitler arasında, dosyasında en çok belge bulunduran suç ve sevap araştırıcıları arasında görünecektir.

Demek ki , oruç , çağımıza , göklere mahsus nişanlarla donanmış büyük ve yetkili bir şahit olarak geliyor ve geldi.

Siz sanmayın ki, oruçta yalnız siz susar, siz acıkırsınız. Oruç da susar oruç da acıkır. Çünkü: Oruç da canlıdır. Sizin gibi. Hatta sizden fazla. Çünkü: onda, ölümün eriteceği et ve kemik de yok. İnsan, sağken bile ölümle karışıktır. Biz hayatla ölümün karıştığı bir terkibiz. Sağken, hayat, ölüme baskındır ve ölümü kullanır. Sonra yaşlandıkça, ölüm güçleri yavaş yavaş artar ve ölüm yüzdesi hayat yüzdesinin üstüne çıkar bir gün. İşte o gün ölmüşüzdür; ölüm hayatı kullanmaya başlamıştır. Toplum yaşayışında da böyle. Ecel olarak gelen ölüm, bu hayat - ölüm çatışmasını kesin bir sonuca bağlar. Ama oruç yüzde yüz olarak diri saf olarak diridir. Net diridir, insan gibi brüt olarak diri değil.

Bizden daha canlı, daha cıvıl cıvıl olan bu gök varlığı orucun susadığı su , acıktığı yemek nedir öyleyse ?

Şairin şair için dediği:

Cins şaire mahsus yiyecekler

Deniz yosunlar? mavilik meduzalar?

tarzında

Oruca, gök şahidi oruca mahsus besinler,

Yükseltilen dualar, derinleşen secdeler,

Kur'an sesiyle aydınlanan ikindiler,

Allah adıyla diriltilen geceler

diyebiliriz belki.

Evet, Oruç da susar, oruç ta acıkır. Orucun susadığı ve ab-ı hayat gibi kanamadığı su, " Kur'an sesi ", acıktığı " namaz ", örtündüğü " merhamet ", kuşandığı giyindiği, Allah'ın adının yükseltilmesi yani " cihat "tır.

Ve orucun da iftarı vardır. Oruç müminin kalbinde iftar eder. Onun sofrasında, işte saydığımız, göğe mahsus yiyecekler bulunur. Yalnız insan orucu özlemez, oruç ta insanı özler. Ramazan ayı gelince, sıla-i rahm edenler gibi, meleklerin bile önünde eğildiği insana koşar. Oruç, insana acıkır ve koşar gelir.

Oruç geldi, öyleyse oruca yiyecek taşımalı, su sunmalı, orucun lambasını yakmalı, örtüler atmalı üzerine ki, geldiğinden daha zengin gitsin. Verdiğinden daha çok alsın. Yanına gideceği eski oruçlara katacağı, söyleyeceği çok şeyler bulunsun. Çağımız Müslümanlarının portresini eski çağ müminlerinin portrelerinin yanına çizecek ya, bizim öyle bir portremizi çizsin ki, ilerde gün olur ki, o portreyi bize gösterirler, utanmayalım ondan o zaman.

Oruç geldi, ondan bize ölümsüz bir şeyler katılacak demektir. Giderken, bizden de ona ölümsüzleşecek bir kaç şey katılmalı.
Sezai Karakoç-Günlük Yazılar 2 (Diriliş yay.)
Devamını Oku »

Put

Put

Put diken, puta tapmayı hortlatan, puta tapan asırdır bu asır. İnsanlığın en büyük yanılgısı, ortak sevgi ve saygı alanında oldu çağımızda. İnsan, kalbinin bağını Tanrıdan kopararak eşyaya, güçlü görünen insanlara, düşüncelere ve sistemlere bağlıyor. Bu bağlanışı şöyle veya böyle ölçülü bir bağlanış sanmayın. Bu, aklın veya sağduyunun kabul edeceği veya mazur göreceği bir ilgi değil, irrasyonel bir bağlanış, âdeta bir tapıştır. İnsan çağımızda gönül tarlasına durmadan put dikiyor. Kendi türettiği eşyaya, kendi kurduğu sisteme veya kendinin yücelttiği insana tapmak yoluyla kendine tapmaya çalışmakta belki de. Kendini dolaylı yoldan putlaştırmanın boş deneyinde.”

 

Aslında insanın kendini veya başkasını put­laştırması, sonuç olarak, aynı yere çıkar: Şifası güç bir aşağılık duygusu saplantısına.Tarihî bir aşağılık duygusunun pençesinde kıvranmakta insanlık.

 

Bu kompleks nasıl oluştu? Tarihçilerin ve ta­rih düşünürlerinin üzerinde şiddetle durması gereken önemli nokta, İnsanlığın çağdaş trajedisine sebep olan put dikiciliğinin temeli burada ya­tıyor.

 
Görünen olgu şu ; Rönesanstan bu yana sürekli olarak ortadan kaldırılmaya çalışılan din duygusunun, inancın yerini insan kültünün, do­layısıyla put örüşünün alışı. Bu da, giderek, aşa­ğılık duygusunun insan ruhunda çöreklenmesine sebep oluyor. Ancak, İnsanın kendi kendine bile itiraftan çekindiği bu mahkûmluk psikolojisi, so­mut plâna maskeler takarak çıkma zorunluluğu­nu duyuyor. Putlar maske görevini yapmakta. Güçleriyle İnsanlara boyun eğdiren kişilerin yüz­lerine bu maskeler geçirilmekte, böylece faniliğin örtüldüğü sanılmakta; ve onların iğreti bir ebe­dîlik örtüsüne büründüklerine İnandırılmaya çalı­şılmakta İnsanlık.

 
Rönesansta Batı din İlgisini zayıflatmakla birlikte büsbütün koparıp atmamıştı. Uzun yüz­yıllar Batı put kinci peygamberi putlaştırarak dolaylı yoldan puta tapıcılığını korumaya çalış­mıştı. Ama ne de olsa bu yanm puta tapıcılıktı. Tam putlaştırıcılık girişimi, Fransız devrimiyle başlar Batıda. Bu dinsizlik veya yeni din girişim­leri, ya da liderlerin, devrim öncülerinin kendi kendilerini putlaştırmaları bir nevi erken oluşlar olarak başarısızlığa uğramıştı. Ama, görülüyor ki, çağımızda antik dünya politeizmi, yeni kişiler ve adlar etrafında, dirilişini, daha doğrusu hortlayışını yapmak istiyor.

 
Nietzsche, hıristiyanlık insan ve Tanrı ideasının yerine Dionizos yorumu içinde kendi insanüstü kültünü koymak İstedi. Marx’tan daha çok etkin bir değişime sebep olabilirdi o, eğer felsefesinde kollektif bir unsur olsaydı. Tam tersine kitleden ve yığından, korku, ürküntü ve adetâ tiksintiyle bahsetti. O, yeni bir varlık düşledi, bu ne insan, ne Tanrıydı. Tanrıya ve insana gereksinme duymayan yeni bir varlık. Ancak bu tür devlere ütopyalarda bile yer yoktur, olsa olsa masallarda bulunabilirler. Öte yandan, Nietzsche’nin felsefe­si masal gibi tatlı ve hoşa gidici de değildi. Ço­cuksu bir tarafı vardı ama bir de öbür yüzü var­dı bu felsefenin. Bütün dikkatleri üstüne çekmek istemesine rağmen, bu felsefenin teklif yanı bir gerçekleşme şansına sahip değildi. Ancak felse­fenin öbür yüzü, yani red yanı bir hayli etkili olmuştu. Zaten zayıflamış bulunan hıristiyanlık adetâ ölümcül bir darbe aldı. Kendini deccal ola­rak ilân eden Nietzsche, samimiliğini yitirmiş olan hıristiyanlığın kâğıttan anıtını Dionizos hançeriyle deldi. Olsa olsa yufka yürekli bir deccaldı o! Çağın yakında asıl deccalları sökün ettirecek bir iklime gebe olduğunu haber vermişti bu iddiasıy­la. Felsefesi hiç bir kollektif öz- taşımadığı için ferdî bir çıkış olarak kalan Nietzsche, gerçekte nefret ettiği yığınların deccalını vaktinden önce kendi şahsında görme yanılgısının kurbanı oldu. Yığınlara tek önerisi olabilecek Dionizos coşkusu da, ancak kâğıt üstünde ve şiir metinleri olarak kalmaya mahkûmdu.

 

Yunanlılardaki tanrı çokluğu, adetâ yığın halinde tanrı ideası karşısında Nietzsche’nin ir­kilmesi gerekmez miydi? Belki de bu sebeple O da birinden yana çıkıyordu : Dionizos’tan yana. Apollon, adetâ, Dionizos’u daha iyi belirtmek İçin bir kontrpuan olarak duruyordu bu öğretide, Nietzsche, Dionizos'u yakın buluyordu kendine (Aslında burda O’nun trajik kader ironisi yatı­yordu : yakıcı aklın uçurumundan kaçarak coş­kuya sığınmanın kurtarıcı imajıydı denebilir Dio- nizos O’nun için.). Nitekim: çılgınlık nöbetlerin­de kendini Dionizos olarak görüyordu. Biraz daha yaklaşıp bakalım : Dionizos neydi? Dionizos, ken­dini yitererek kurtuluşa ermek demekti. Bu an­lamda, Nietzsche’nin üstün - insan görüşü de tek kişinin tanrılaşması gibi bir olmaza saplanıp ken­di büyüklüğünün sarhoşluğunda, daha doğrusu çılgınlığında kayboluş, kendi uçurumlarında çın­layan bir vitiş sesi olmaktan öteye geçemedi. Ve geçemezdi de.

 
Nietzsche, Dionizos yüksek fırınında küle dö­nüştü. Ama bu külün üstüne savrulduğu Avrupa ruh çölü, putlar ormanının zakkum kozalaklarını sergilemekte gecikmedi. Deccal palyaçosu filozo­fun lâneti cehennem çiçeklerini açtı nihayet ça­ğın alacakaranlığında : faşizm ve komünizm, kı­zıl ile kara, deccal silüetleriyle donattılar ufukla­rı. Bu ideolojiler, ırk ve toplum maskeleri altında şahıs kültünü yaygın hale getirdiler.

 

Birinin tu­zağı tarih ve mit, öbürününkü ekmek ve öçtü. Çin, geçerliğini yitirmiş tanrılarının yerine Devrim ön­derini koydu. Mao, anlaşılıyor ki, Çinlinin öz ru­hunda, bir şer tanrısından başka bir şey değildir (Çin inançlarına göre, ancak şer tanrıları vardı) Ondan korkulur, ondan çekinilir. Herkes ona uy­mak zorunda hisseder kendini. Konfüçyüs bunu önermişti: «Rüzgârın önünde eğilen başaklar gibi başeğin.».«Kızıl kitab»ı, Çinli, bir incil gibi de­ğil, bir tevrat gibi okuyor. O, ona bir umut ve muştu değil, bir korkudur. Marx, Lenin v.b. hep insan çehreli putlar olarak sunuldu çağın insanı­na, bilhassa gençliğine. Çevresinde mit hâreleri. Sözleri de dua ve kutsal kitap gibi öğretildi. Bir Devrim mistikliği doğuruldu. Yavaş yavaş dinin yerine devrim, din önderleri yerine de devrim ön­derleri konuldu.

 
Batı, Hazreti İsa'nın tanrılığına artık inan­mıyor gerçekte. Ondan kurtulmakta ama İslâmın Tanrı kavramına, «mutlak» kavramına ulaşamı­yor bir türlü. Hz. İsa yerine bir takım çağdaş ki­şiler tanrılaştırılmak isteniyor. Şahıs kültü temel­de değişmiyor. Gerçi bu Batıda komünist ülkeler­deki gibi adetâ zorlamasız bir akış kazanmış de­ğil. Batının bunalımı biraz da bu kült değiştirme­den doğuyor. Doğudaki kadar kesin ve keskin ol­mamakla birlikte, yani belki biraz anonim, biraz da yaygın olarak, şahıs kültü Batının ruhunu ya­kıyor yine de.

 

Ekonomi putları, politika putları, devrim ve ideoloji, müzik, spor, sinema putları. İrili ufaklı putlarıyla Batı ve Doğu, Hz. İbrahim'in, hakika­tin şimşeği olan baltasına muhtaç. Adetâ onu bek­liyor.

 
Ah, ne olurdu, Hz. İbrahim'in, Hz. İsa'nın ve son Peygamberin hakikat şimşeği, bir diriliş meş’alesi gibi, insanlığın üzerinde kamçısını şaklatsaydı da, birden aydınlanan çağın gecesinde bu meş'alenin altında put homongoloslarının ecin­niler gibi şeytanların bilinmedik ormanlarına, doğru kakıştıklarına tanık olsaydık.

 

Sezai Karakoç-İslamın Dirilişi
Devamını Oku »

Ölüm Dikkati

Ölüm Dikkati

Ölüme dikkatini yitirmiş bir uygarlık içindeyiz. Ölümün yeter bir vaiz olduğunu unutmuş bir uygarlık. Gerçek uygarlık ateşse, kül olan bir uygarlığı yaşıyoruz. Külü eşeleyip ardındaki ve altındaki ateşe erişmedikçe, kaybettiğimiz, alt üst etmek suretiyle kaybettiğimiz dikkat hiyerarşisi­ni, etkisi yeniden iliklerimize ulaşacak denli oluş­turabileceğimiz şüphelidir.

 
Evet, çağın dikkati bulanık ve kirlidir. Ölü­me bakışımızı yitirdiğimiz için deri uygarlığını yaşıyoruz. Deri, tırnak, tüy ve benzeri vücut uzan­tıları nasıl asıl vücudun yerini tutmazsa, insanla zamanın karşılaşmasından doğan, çakan şimşek ve tutuşan meşaleyi değil de kullanılan kavların külünü protoplazması yapmak istediğimiz hayat tarzı gerçek medeniyet olamaz. İşte bu kül ve ka­buğu yaşamaktır temel yanlışımız. Çağımızın onulmaz yanlışı.
Ruh, şimşeğe, aleve alışıktır, aşıktır ve has­rettir. Doğu edebiyatlarının temel motiflerinden olan -pervane- örneğinde olduğu gibi, o, sürekli olarak, külde, kabukla, deri ve tırnakta yaşaya­maz. İç hararetimizle yaşar o; yoksa, eşyanın so­ğukluğunda tiril tiril titrer.

 

Evet, ruh, ebediyetten ırak, günübirlikte ya­şayamaz hep. Batı uygarlığının günübirlikleri yanyana getirerek sanısını verdiği yapma ebedi­likte bile. Çünkü : ebedîlikle ebedilik sanısı aynı şey değildir ve aynı şey olamaz.

 
Ruh, ölüm dikkatinde yaşar, ölüm dikkati­nin aleviyle yıkanmış bir ebedîlik hücresinde çi­lesini doldurur ve onu yaşatan balözünü orada emer.

 
Ölüm dikkati, ölümü define, hazine gibi ya­kalamak. Bir ağaçtaki tazelik, dirilik gibidir uy­garlık için ölüm dikkati. O, uygarlığın sağlığının güvencesidir; ölümle uygarlık arasına her zaman için belirli bir mesafe kor. Uygarlık böylece ölüme bulaşmaktan korunmuş olur, onu unutma sığlı­ğına da saplanmadan. Çünkü: bu dikkatin var­lığı sebebiyle ölüm her zaman uygarlığın karşı­sında bir ayna gibi duracaktır. Uygarlık her za­man kendini ölümün aynasında seyrederek ben­lik bilincini yitirmemenin sırrıyla yoğrulma şan­sına erer. Gerçek otokritik, yaşatıcı otokritik ruhu bu şekilde doğar. Bu dikkattir ki, ölümsüzlükle ruh arasına yerleşen eşya düzenini şeffaflaştırır. Onun bir perde olmasına engel olur. Eşya düze­ni, sonsuzluğu ortadan kaldırarak yerine geçmek istediği her sefer bu dikkatin ağına çarpmalı ve radara çarpan yabancı bir ışık gibi kendi yerine yansımalı. Batı uygarlığının yaptığı gibi, inceltil-
miş, soyutlanmış eşyayı sonsuzluk yerine, sonsuz­luğu da Tanrı yerine koymak mümkün değildir. Bunu yapmak, uygarlığı çarpıtmak demektir. Bu­nu yapmak, çarpılmak demektir. İşte, Batının, dolayısıyla bütün dünyanın çağımızda içine düş­tüğü uygarlık bunalımının temelinde bir açıdan da bu gerçek yatmaktadır.

 
Kavramların birbirinin yerini alışı, genel bir kaymayı gösterir. Bu, bir uygarlığın temel felse­fesinin gelişmesi sonucu beliren dinamizm demek değil. Tam tersine, o felsefenin aydınlığını yitir­meye başlaması, bulanıklaşması, dağılmaya yüz tutması olayı başgöstermiş demek.

 
Sonsuzluk, Tanrı’dan gücünü alır. Adetâ, ruh­la Tanrı arasındaki mesafenin adıdır. Sonsuzluk, Tanrı değil, ruhun Tanrı’ya ulaşmak için aşmak zorunda olduğu yoldur. Ruh, bu mesafeyi katetse Tanrı mı olur? Hayır, işte insanın putlaştırılmâ- sı yanlışı buradan doğuyor. Tanrı, sonsuzluktan da ötede, sonsuzluğu aşmış ruhtan da ötededir. Öte kavramından, öteden de ötede. Sonsuzluğu aşmış ruh, Tanrının varlığında yok olduğunu du­yar. Bu da insanın ulaşacağı en son noktadır. İs­lâm uygarlığı, bu temel kavramlara böylesine ay­dınlık bir tanım getirdi. Sınırlar koydu. Böylece ruhun, toplumun ve uygarlığın sağlam bir varo­luş görüşünde devamı esas alındı. İslâm uygarlı­ğının serabından yola çıkan Batı uygarlığı ise bu sanrı sanatında ustalaştı, uzmanlaştı. Eşyanın zengin kombinezonlarından bir sonsuzluk çiçeklendirmeğe, o sonsuzluk sanısının eşyadaki salkımlanışım da tanrılık göreviyle donatmağa doğ­ru gitti.

 

Tek Tanrı inancının bulanık mirası ola­rak daha önceki uygarlık döneminden yadigâr kalmış hıristiyanlıkla da yavaş yavaş ilgisini za­yıflatan bir şimdiki zaman krizini yaşamaya baş­ladı böylece.

 
Evet, Batı uygarlığı, kendisine yadigâr kal­mış son inanç sistemiyle de ilgisini tüketince, ölüm dikkatini yitirmiş ve böylece de aynayı kır­mış oldu. Kendi yüzünü seyrettiği aynayı kırmış oldu. Ölüm aynası kırılınca, yavaş yavaş ışığın ye­rini karanlık, hakkın ve adaletin yerini terör, merhametin yerini jenosid, aşkın yerini egosentri- sizm aldı.
Tannevinde saf bağlayarak, mihrab yönün­de, kıble doğrultusunda, Allah önünde, daha doğ­rusu huzurunda secdeye kapanmaktan kaçan in­san yığınları, tanrılaştırdıkları kişilerin tabutları­nın önünden geçerek onu ölüme teslim ederken anısı önünde eğiliyorlar. Ölüm dikkati, mücerret ölüme ve ölümden ötesine dikkat ve bu dikkatin uygarlığın enine boyuna verimlenişi ve genel an­lama renk katışı biçiminde olmayıp sadece ölene dikkat, hem de ölüler arasında seçme yaparak, ayrıcalık gözeterek , hayattaki değerlendirişler­den kopmayarak ve koparmayarak sadece ve sa­dece ölmüş olana dikkat tarzında biçimleniyor ça­ğımızda. Çağımızın uygarlığı, her güçlü uygarlık gibi, ölüme inişler, ölümden çıkışlar yapma zorun­da olduğunu unutmuş görünüyor. Kendini ölüm­le denemekten kaçıyor.

 

Ölümle fanilik tozlarına ve terlerine batmış insanı, insanlığı, bir aydınlı­ğa, ışığa, -umuda ve sevince döndürmüyor.
tnsan ruhunu ölümle yıkamak. Ölümü, ebedilik abdesti gibi bilmek. Ebediyetin kapılarını güm güm vururken ölümle teyemmüm etmiş ol­mak. Ölmeden önce ölmenin yolunu araştırmak ve bunu bin bir dallı bir ağaç gibi ruhta ve top­lumda sistemleştirmek. Öldükten sonra dirilme­nin (basubadelmevtin) abstre ve konkre anlam­larına ermek ve bunu pratik yaşantının her sa­niyesinde bile gözcü ve bekçi kılmak. Ölüm dik­katini, ruhumuzun en iç niyetlerinden, en dış dav­ranışlarımıza, toplumun yığın olaylarına, uygar­lığın en geçici ve en kalıcı kuruluşlarına bir göz­cü kılmak. Sansür edici olarak değil, eğitici ola­rak.

 
Ölüm dikkati derken, ölümün eski Mısır Me­deniyetinde olduğu gibi hayatın üzerine kâbus’ gibi çökmesini, ölümü de ticarileştiren veyâ en­düstrileştiren İsrailoğlu yorumlamasını, fantezileştiren, yersiz bir estetik telâşına batıran hıris- tiyanlık tutarsızlığım değil, hayatla altın oranda denge kuran İslâm uygarlığının tutumunu öneri­yoruz.
Ölüm dikkati, «Mizan», ilkesine uyar İslâm Uygarlığında. Mizan İlkesi dediğimiz, bir kefesin­de dünya, öbür kefesinde ahiret olduğu farzedilen sembolik bir terazide dengeyi gösteren dilin ölüm olmasıdır. Yoksa zamanla Doryan Gray’in portresine dönüşen yüzüyle dünyanın şer yönüne kayan Batı kalbinin ilkesi değil.
Ölüm ve hayat karşısında ölüm dikkati de­neyinden kaçan ve sınavını veremeyen tarih dö­nemleri, yeni, derin ve güçlü yağmurlarla yüklü bir uygarlık itişiyle yerini çarçabuk terk eder.

İslamın Dirilişi-Sezai Karakoç
Devamını Oku »

Peygamber İzi


Peygamber İzi


Vahiy nişanı, Peygamber izi: işte insanın yitirdiği cennet işaretleri. Kalbi diri tutan öz ve işaretler. Çekilişi inşan kalbinde onulmaz bir boş­luk, bir anlamsızlık doğuran kutsal söz ve ruh. İnsanın hayvana, bitkiye ve eşyaya dönüşmeye yüz tutmasıyla uygarlığın parça parça olma teh­likesi önünde çığlık çığlığa gelmesi, fakat çığlık­larını yüreğinde boğma zorunda kalışı. Geçmiş zaman, şimdiki zaman ve gelecek zamanın aynı zamanın bölünmez akışından çıkar gibi olmaları. Soyut, ruhu aklın yakıcılığıyla kavururken yüre­ğin kuruyuşu..

Zamandan «kadim» sökülüyor, «mucize ruhu» iğnelerle çıkarılıyor, «vahiy dirili­ği» çekiliyor; insan, eşyada ruhsuz bir kımılda­ma olmaya mahkûm oluyor. Daha doğrusu ken­dini mahkûm ediyor buna. Kitleleşmenin akıntı­sına kaptırmış kendini. Kolayın ağında insan ba­tıyor. Yığını yığın olmaktan çıkafıp insan toplu­mu haline getirecek bir eğiliş, tek kişiye eğiliş, insan malzemesinde insanı arama eğilişi gittikçe tükeniyor; onun yerine insanın malzemeye indirgenmesi yeğ görülüyor.İnsan, malzemesinden ibaretmişçesine kuruluyor kentler, dolduruluyor tarih bantları. Bu gidişte insan tarihinin silineceği ve yerini yapma bir tabiat tarihinin alacağı muhakkak.

Peygamber izi, İnsan tarihini jeolojiden, tabiat tarihinden, fizikten ayırıyor, onu ayrı bir ki­şilik kazanmaya çağırıyor. Peygamber izi ,insan alınyazısına alabildiğine ve olabildiğine genişlik ve özgürlük bağışlıyor; buna karşılık, tabiatın sınırını aşmamaya, çizgisinin dışına taşmamaya ayarlıyor. Bu, sadece insan için değil. Tabiatın da lehinedir bu. Tabiat da kendi sınırını aşıp İn­sanın yerini almaya doğru gidince soysuzlaşacaktır. Üstesinden gelemiyeceği bir görev yüklenme­ye kalkışınca, tabiat, bunu ödemeye mecbur olu­yor. Tabiatın «azizleştirilme»si, tabulaştırmadan çok totemleştirme şeklinde oluyor. Ve insanlık, bu «totem»i, ayda, yılda, bir şölende veya potlaçta değil, «her gün» durmaksızın «yiyor!» İnsan­lık durmadan tabiata acıkıyor. Durmadan kendi­sine tabiattan ziyafet çekiyor. Tabiat, putlaştırılmasının cezasını çekiyor: tükeniyor.

Fizik, fizik ötesinin yerini alamaz. Nasıl ki, 17. milâdî yüzyıldan bu yana insan, fiziği fizik ötesinin yerine koyma denemesine girişmenin, böylesine bir kolaya kaçışın, gittikçe artan, fa­kat farkına varamadığı için önleme girişiminde bulunmadığı, zaten önlemek istese bile önleyeme­yeceği, ancak bağışlanmasını dileyerek sakınabi­leceği veya etki alanının dışına çıkabileceği ce­zasını çekmekte. Ceza adetâ çarpılma şeklinde ortaya çıkıyor. Evet, insanlık, ürküttüğü tabiat cinleri tarafından çarpılıyor! Fizik ötesi, fizikten öc mü alıyor diyeceksiniz. Görünüş böyle de olsa, gerçekte fizik, kendi kendisinden öc almış olu­yor, sonuç olarak. Kendisine yasak olan alana girdiği için, tabiat, çok sade kanunlarından doğ­ma gücüyle karşılayamayacağı fizik ötesinin şo­kuyla çarpılıyor. Şüphesiz, gerek tabiat, gerek fizikötesi, insanın alınyazısına katılmaları yönün­den bizi ilgilendirmekte.

Onların serüveni gerçek­te kendi serüvenimizdir. Daha doğrusu, onların varoluş maceraları, öbür yüzleriyle bizim oluş ma-ceramızdır. Bu yüzdendir ki, tabiatın israfı, insanın israfıdır. Tabiatın çarpılışı bizim çarpılışı­mız, tabiatın tükenişi bizim tükenişimizdir.

Peygamber izi, bize, biz insanlığa tükenmez­lik yolunu gösterdiği halde, biz, biz insanlık ne­den, neden tükenme yolunu seçtik! O izi izleye­cek gönül zenginliğinden bizi hangi şeytanî tut­ku mahrum etti? Tarih içinde, Rönesanstan baş­layarak, 17. ve 18. yüzyıllarda adetâ dönülmez bir doğrultu alan fiziği ve tabiatı, fizik ötesi gö­revlerle donatma aldanışı, kendi benliğimizi ol­duğu kadar, eşya dünyasını da, enfüsümüzü ol­duğu gibi, bizi dıştan çevreleyeni de, yani âfakı da çıkmazlardan çıkmazlara sürükledi. Yerin al­tından, en derin tabakalardan çıkarılıp bir takım endüstri işlemlerinden geçirildikten sonra yeryü­züne madenî bir plâka gibi kapatılan ve gün geç­tikçe tabiata ve insana nefes alınacak bir aralık bırakmamaya başlayan petrol ürünlerinin dönüş­tüğü plâstik madde, ruhumuzun karşısına dikilen konkre bir absürdite sayılsa yeridir. Dünyanın, tabiatın ve insanın üzerine madenî veya plâstik bir kapak örtülüyor, kaderin aşırı tabiatçılığa bir cevabı olarak. Ve insan, tabiatla birlikte boğazına geçirilen bu kapak yüzünden boğuluyor adetâ. İn­san ruhu, aşırılığını, peygamber izinden ayrılma­yı pahalı ödüyor. Cezasını adetâ kendi eliyle ve­rir gibi. İntihar eder gibi.

Sezai Karakoç-İslamın Dirilişi
Devamını Oku »

Propaganda ve Hakikat

Propaganda ve Hakikat

Propaganda, bir güç ve bir sanattır, bunu itirafa mecburuz. Ama, kim ve hangi düşünür, hangi aklı başında bir bilgin kalkıp da bize propagandanın hakika­tin bir zorunlu unsuru, parçası olduğunu söyleyebilir.

Ey zalim çağ, çağımız, yirminci yüzyıl! Hangi çağ senin kadar hakikatı arka plana atmak için propagan­daya dayanmıştır.

Propaganda, hakikati duyurma olduğu ölçüde meşru kabul edilebilir. Ama bunu aştı mı, bundan öte­ye gitti mi, onu örtme, gözlerden ırak tutma aracı olur.

Kapitalizm, ilân ve reklâmı maliyete sokan ekono­mik sistemin adıdır. Hatta, adeta reklâm, günümüzde maliyetin baş unsuru olmuştur. Komünizm ise, bunu ekonomi şuurlarından da taşırarak bütün alanlara yay­mayı bir ilke yaptı.

Artık bu sistemlere göre, kendi başına bir hakikat yok, propagandayla isteneni hakikat diye kabul ettir­me hakikati vardır!

Yine bu çağda ve bu sistemlerledir ki, propaganda bir bilim dalı olabilmiştir!

Ne ters bir gelişme !Bir kişinin önce yazar olduğunu, romancı olduğunu, şair olduğunu, devlet adamı ol­duğunu kabul ettireceksin, sonra o ne yapıp yapacak, yazar, romancı, şair, devlet adamı olacak !

Evet, çağımızın korkunç inancı: propagandasını yapmayan, yapamayan hakikat, hiçtir, yoktur.

Evet! İşte insanlık bunalımının, çözümü gerçek­ten güç bir çıkmazı daha: hakikat, kendini propagan­da etmeden nasıl var olabilecek?

Sun’i ipek, sun’i cevahir, sun’i gıda ve sun’i düşün­ce, inanç ve ahlâk panayır ve pazarında, propaganda­nın bin renkli yalancı ışıklan altında, hakikat, nasıl ürkmeden boy gösterebilecek? Bir takım ışıklar ki, dünya güzelini acuze ve ucube gösterecektir, bir ta­kım renkler ki akı karaya, karayı aka boy ayacaktır.

Propagandanın ışıkları.. Karanlığın ışıkları.. Bu ışıkta hakikat kendini nasıl gösterebilecek ve o nasıl görülebilecektir?

Saniyeler, dakikalar, hatta yıllar ve yüzyıllar pro­pagandanın olsa da, çağlar, medeniyetler ve ebediyet­ler hakikatindir.

Evet, soru bu kadar çetindir. Tek cevabı var bu­nun: hakikat, işte odur ki, duruşuyla, kendi özündeki mucizeyle propagandayı etkisiz hale getirecek, ve pro­pagandasın bilinip kabul edilecektir.

 

Sezai Karakoç-Sur Yazıları (4)
Devamını Oku »

Düş ve Gerçek

 

Düş ve Gerçek

Nice düşler vardır, gerçeklerden daha gerçektir. Çünkü gerçekler dediğimiz şeyler, gelecek zaman rüz­gârının ufak bir üfürüşüyle savrulup giderler. Düşle­nen nice şeyler de, bin engeli aşarak, pürüzleri aralaya­rak yavaş yavaş kaderlerimize yaklaşır ve gerçekleşir; gerçekleşir gerçekleşmez de temellenir ve kalır.

Nice zalim doktriner düşler uğruna, nice gerçekler hallaç pamuğu gibi atılmış, nice ocaklar sönmüş, nice ülkeler batmış, nice medeniyetler vahşete dönmüştür.

Nice hakikatten emzirilmiş düşler de vardır ki, ilk anda anlaşılmasa ve gerçekleşmemesi için reddin ve direncin kayalarına çarpa çarpa vakitlerden vakit­lere kalsa da, bir gün insanlar çaresizliğin dar boğazın­da onu hatırlarlar ve onun kendileri için tek kurtuluş rüyası olduğunu hatırlarlar.

O düşler rahmanilikle yıkanmış düşlerdir. Çıkardan doğmayan, toplumun ruhundan fışkıran, tarihin maneyî şuuraltından göğeren rüyalardır.

O düşleri toplumun gerçek önderleri, sözleri ve fiil­leriyle anlatmak isterler. Bu düşler ilk anda topluma anlamsız, güncel olmayan, önemsiz gibi gelebilir.

Çünkü: o düşler yorumlamayı gerektirir.

Olaylar yorumlar bu düşleri. Kimi zaman da ne yazık ki, çok acı şekilde yorumlar.

Nice gerçeklere daldığını sanan kişiler, çıkarın pe­şinde koşmaktan başka bir şey düşünemeyenler, her ile­riye ait idealistçe düşleri hayal diye bir kenara itenler, bir gün acı gerçekle karşılaşınca her şeyi anlarlar, ama iş işten geçmiş olur.

Düş ve gerçek üzerine kafa yormuş gerçek aydın­lara sahip olmak, bir toptum için bu türlü sukut-u ha­yallere karşı tek garantidir.

Aydınların düşüncelerini ve bilgilerini, gerçek inanç ve sevgiyle, çıkarsız çileyle yıkamaları onlara toplum hakkında hakikî düşler ve yorumlar ilham eder .

İnsanlığa gerekli olan, denenmesi Maketle bitecek ütopyalar değil, saf gönlün, arı zihnin ve yüce ruhun getirdiği, bağdaştırıp sistemleştirdiği, gerçek bilimin onaylayacağı ve sağlıklı toplum sezgisinin benimseye­ceği, gerçeğin güvencesi düşlerdir.

Yani hakikat ruhuna adanmış erlerin düşleri.

Sezai Karakoç - Sur Yazıları (4)

 
Devamını Oku »

Doğru Olan

 

Doğru Olan

Tabiata baktığımızda, Allah’ın, yaratıklarına soy­larını sürdürmek için adeta eşsiz bir güç bağışladığını görürüz. Yararlı ya da zararlı nice kuş, böcek ve bitki­nin, yaşamak, nesillerini sürdürmek için ne kadar tut­kuyla bir savaş verdiklerine bakınca, bu bağışın, aklı aşan çapını az çok anlamış oluruz. Ne kışın dondurucu soğuğu, ne yazın yakıcı sıcağı, ne fırtına, ne. sel, ne kar, ne bildirleriyle yaptıkları mücadeleler, bu zayıf ya da güçlü bin bir çeşit yaratığın yeryüzünden silinmesine sebep olabiliyor. Ancak tarih çağlan içindedir ki, bazı cinslerin soyunun kesildiğini gözlemliyoruz:

Düşünceler de böyle. Yararlı ya da zararlı düşün­celeri de kökten yok etmek, hemen hemen imkânsızdır. Bu sebepdendir ki, zararlı düşünceyi yok etmekten çok, yararlı olanı geliştirmek, güçlendirmek ve sonucu onun almasını sağlamak, daha etkili bir yol olacaktır. Bir denge sağlamak ye üstünlüğü, doğru, gerçek, iyi ve gü­zel olanın elde etmesine çalışmak, zararlı, kötü, çirkin yalan ve yanlışı karşılayacak ve yenecek denge unsur­larına yardıma olmak, daha tabiî, hilkatin kanunlarına daha uygun, daha olumlu, daha yapıcı ve sonuç ola­rak daha başarılı bir metod olur düşüncesindeyim.

Toplumlunuzun ve medeniyetimizin tarihi baktığımızda, yabancı ye zararlı akımlarla savakta hep di­rekt metodun tercih edildiğini saptıyoruz. Sonuçta ise, nice kötü, çirkin ve yanlışın gelip yerleştiğine ve onca savaşa rağmen adeta ruhlarda ve kurumlarda saltanat kurduğuna şahit olundu ve olunuyor. Oysa, kötü, çir­kin ye yanlışla mücadele için sarf edilen emek, para vs., iyi, güzel ye doğru için sarfedilseydi, daha etkili olurdu sanıyorum. Toplum sağlam oldukça zararlı et­kileri karşılayabilir. Bir bağışıklık kazanır onlara kar­şı. Onlardan büsbütün habersiz olduğu zaman, boş bu­lunduğu bir vakitte, ansızın, sürpriz bir şekilde onla­rın istilâsına uğrayabilir. Onun içindir ki, toplumda ay­dın bir kesim, dünya da olup bitenlerden, düşünce ve sanat akımlarından hep haberdar olmalı ve daha onlar ülkeye ve topluma gelmeden onu karşılayıcı düşünce­ler, akımlar ve kurumlar geliştirilmeli ve kurulmalıdır.

Hep iyiye, hep güzele, hep doğruya bakınız. Hep onlardan yana çıkınız. Hilkatin ak ve olumlu tarafına yatırım yapınız. Korkmayınız, yanlış hiç bir zaman doğrudan daha güçlü değildir. Çirkin de güzelden da­ha etkili olamaz. Yalan, hakikat kadar ömürlü olabilir mi?

Zorluk, yalanın kendini gerçek, çirkinin güzel, yanlışın doğru göstermesinden kaynaklanıyor. Baki’-nin:

Bâtıl hemişe bâtıl ü bihudedir velî

Müşkil budur ki suret-i hakdan zuhur ede

dediği gibi, yanlışın kendini gerçek şeklinde gösterme­sinden aldanış ve yanılgı doğuyor.

İnsana düşen, hep yanlıştan, çirkinden ye kötü­den yakınıp durmak değil, sakince ve kendine güvene­rek/ doğru’yu, güzeli, gerçeği ve iyiyi desteklemektir. Bundan ötesi için korku yoktur. Ezelî kanun işleyecek­tir.

 

Sezai Karakoç - Sur Yazıları (4)
Devamını Oku »

Yüce Sorumluluk

 

Yüce SorumlulukHayatta, çoğu kez, kaçış, beklenenin aksi sonucu  doğurur. Toplum hayatında, sorumlulukları sırtından  atan, sorunları çoğaltmaktan, böylece de her kişinin  de, bizzat kendisinin payına düşecek yükü de arttırmaktan başka bir şey yapmış olmaz.

İnsan sorumluluk yüklenmesini bildiği, sorumlulukları omuzlamaktan kaçınmadığı ve bu sorumlulukları karşılayabildiği ölçüde değerlenir.

Bir toplum, sorumluluğa duyarlı insanların topluluğu olduğu sürece yükselir ve yücelir, sorumluluktan r kaçanlar fazlalaştıkça da düşer, geriler.

Sorumluluk, hayatın som bilinçle dolması demektir.

Umudunu tam yitirmiş olanlar, kaçışta teselli ararlar. Toplumda üstüne düşeni yapmamak için, alda­tıcı ve boş felsefelere sığınırlar. Oysa, görev, bekleyiş içindedir hep. Bu bekleyişe cevap verme uzadıkça, prob­lemler ağırlaşır. Ve belki de kişiler bir fasit dairenin içine yuvarlanırlar. Problem ağırlaştıkça kaçış artar, kaçış arttıkça problem daha da ağırlaşır.

İslâm Medeniyeti Tarihi, bize en ağır şartlarda bi­le seçkin ¡kişilerin nasıl görev üstlendiğini gösteren sa­yışız onur örnekleriyle doludur.

Toplumlunuz, savaşta ve barışta, görevi kutsal bi­len inanmış çocuklarının fedakârlıklarıyla eşsiz tarihi­ni gerçekleştirmesini bilmiş şuurlu bir toplumdu.

Milletimizin özde aynı Millet olduğundan kimse kuşku duymasın. Bir takım dönemlerde ona verilmek istenen görüntülerin yanlış olduğu her zaman ve bugün de ortaya çıkmıştır.

Ona, yeniden kuruluşunda medeniyetinin özüne uygun bir sorumluluk düzeni verilebilirse, o, her za­manki yüksek karakterini göstermesini bilecektir.

Sezai Karakoç - Sur Yazıları (4)

 
Devamını Oku »

İleriyi Görmek İçin

 

İleriyi Görmek İçin

İnsan en yanılan yaratık olduğu gibi, en uzağı gören yaratıktır da. Hayvan da, içgüdüsüyle, şimdiki za­manı ve gerektiği kadar da ileriyi görür ya da öngörür. Ama, akıl, bu içgüdünün direkt doğrultusunu do­lambaçlara çevirdiğinden kimi zaman yanılgıların kay­nağı olur. Kimi zaman da içiçe girmiş düğümleri, kör­düğümleri çözecek kadar (hesaplı ve hünerlidir. Ama öngörü, ya da uzak görüşlülük dendi mi, daha çok, bugün henüz bilimin çevreleyemediği iç dünya bilgi ve deneylerinin sonucunda ulaşılmış, kazanılmış, edi­nilmiş, daha doğrusu bizde olup da uyandırılmış mele­keler söz konusudur. «İlm-i ledün» denilen biliş atmos­feri.

Bu uz görüşlülüğe eriş, biliniyor ki, bambaşka bir eğitimin sonucunda mümkün oluyor. Örneklerden bili­yoruz bunu. İçgüdünün sınırını aşma, aklın takıldığı noktalardan kurtulma, arzuların ve ihtirasların göz- bağlâyıcı etkilerinden sıyrılma, eşya ve çağ handikap ve şokunu savma yetisi, ancak, (kişiliği, üstün bir ideal ve hakikat çilesinde pişirmekle oluşuyor ve ay gibi gün gün büyüyüp dolunay oluyor.

Bu yüzdendir ki, eskiden yönetici kadroları ayrıca bu manevi okullardan da geçiyor ve geçiriliyorlardı. Hatta isteyen herkes.

Toplumlarda, insanlar gibi, birbirine göre, uzak görüşlü olma bakımından farklıdırlar. Manevi değerle­re önem veren toplumlar daha yüce idealler taşıyor ve Tarih sorumluluğunu bu şekilde yükleniyorlar ve ha­fifletiyorlar. Ama nice akıllı gibi gözüken, nice harika­lar doğurmuş toplumların da, ileriyi görmek hasletin­den nice yoksun ve nice mahrum olduğunu görmek, in­sanı şaşırtır ve hüzne boğar.

Bugünün Avrupası, bir de bu gözle görülse.

Sezai Karakoç - Sur Yazıları (4)

 
Devamını Oku »

Düşünce ve Hayat

 

Düşünce ve HayatHayat, düşünce üretir; düşünceden hayat doğar. Bu, bir yaradılış mucizesidir. İnsan hayatla düşünceyi adeta özdeşleştiren, düşüncenin âteşini kuran, hayat düşüncesini yaşayan ve düşüncede hayat arayan var­lık...

Düşünce, çok yöne açılma özelliğini taşıyor. Bir yanıyla, cezbeye,bir yanıyla duyguya, sezgiye açılır. İnsan melekelerinin tam orta noktasında duran, hepsi­ne açık, ve hepsinin de biıbiriyle ilgisini sağlayan bir meleke. Eksen meleke, merkez meleke. Ve düşüncenin de merkezinde bilim çekirdeği yer alır. Düşünce, bilimi doğuran ve onun etrafında bir hale gibi duran zihin yemişi.

Düşünce de vahiy gerçekliğinin ışığında hayat bu­lur; ondan doğar, ondan beslenir ve onunla yaşar.

Bu yüzdendir ki, Kur’an-ı Kerim, insanlığı hep dü­şünmeye çağırıyor, düşünceye, çağırıyor.

Düşünce, hayatın seviyesini yükseltir.

Düşünce, iç güdülerin üstüne yükselmemiz için göklerden gelen bir çağrıdır.

Taklitten, düşünceyle kurtuluruz.

Cezbe ye vecd, ancak düşünce temeline dayanınca sağlam olur.

İslâm Medeniyeti, aynı zamanda bir düşünce me­deniyetidir.

Diriliş, düşünceye değer vermemiz, düşünceyi gün­deme getirmemiz demektir.

Olaylar üzerine düşünmek, tarih üzerine düşün­mek, sanat üzerine düşünmek, hayat üzerine düşün­mek, ölüm üzerine düşünmek: yeni insanlık kuşağına düşen görev, bu olacaktır.

Ancak, böylelikledir ki, insanlık bir takım saplan­tılardan kurtulacaktır. Aktüel trajedisini doğuran bü­tün saplantılardan...

Sezai Karakoç - Sur Yazıları (4)

 
Devamını Oku »

Zaman ve İnsan

 

Zaman

Zamanın problemleri hızla eskiyor ve bu problem­lere bağlı kimi tartışmalar, giderek anlamsızlaşıyor, gü­lünçleşiyor, traji-komik bir görünüm alıyor.

Günü geçmiş çözümlere takılıp kalmış olanlarsa, zamanın dışında, olay akışının ötesinde kendi dünya­larında yaşayıp kavruluyorlar. Bu, zamanı aşma, ya da zamanın üstüne çıkma değil, düpedüz zamanın altında kalmahalidir.

Zaman, insanoğlunun soyutlama ve somutlama arasında kurduğu bir köprüden başka bir şey olmasa da, yine kendi üstüne katlanarak, Tarihi oluşturarak, başlı başına bir güç gibi etkisini göstermektedir. Ne kadar inkâr edilirse edilsin, zaman, kimi zaman, bir balyoz gibi iner olayların tepesine, kimi zaman bir yer­de bir bomba gibi patlar, kimi yerde kanatlarına tutu­nup uçtuğumuz bir rüzgâr, bir İlâhî lütuf rüzgarı olur.

Öyleyse, zamanı tanrılaştıranlardan ve onların aşı­rdığından uzak kalmakla birlikte, onu büsbütün yok saymanın felâketini idrak etmek, bir pürüzlü dünyada yaşadığımızı bilmek ve onun sorumluluğunu yüklen­mek zorundayız.

Tarihîn farkında olmak demek, mahkûmu olmak demek değildir.

İslâm dünyasının içine girip bir kaç yüzyıldır bir türlü çıkamadığı bunalımın kökünde, zamanla olan ilişkiyi ayarlama melekesini kaybetmemiz de yatmak­tadır.

Zaman üzerine düşünmemiz, onu süreklice değer­lendirmemiz, o bizi sürüklemeden, bizim onu düzenle­memiz, zamanı bir ihtiras gibi, ruhların tek atılım gü­cü gibi kullananların karşısında bir savunma sorunu­muzdur.

Zaman sorununu, ruhumuzda olduğu kadar, top­lum planında da gündeme getirme, bir Çıkış noktası olabilir, islâmın çağdaş atılımı için.

Zamanın gücünü bir lanet mistisizmi gibi kulla­nanlara karşı bir aşk silâhı yapmak, her aydının ödevi­dir zamanımızda.

Zaman, ne büyünün hammaddesidir, ne de sayaç­ların arkasındaki soyut ekran. Zaman, insan ruhunun eşyaya işlenmesindeki düzenlilik demektir.

Zamanın fethi, uzayın fethinden önemli ve aslın­da o fethin de sebebidir.

Kişinin ve toplumun zamanla olan hesaplaşması, Tarihle olan hesaplaşması, şimdiki zamanın tek garan­tisidir.

Tarihe, zaman açısından baktığımızda, ya onu aşı­rı kullananların taşkınlığı, ya hiç kullanmayanların durgunluğu ile karşılaşırız. Ancak, zamanı kullanması­nı bilenlerdir ki, medeniyetler kurmuşlar ve arkaların­da anlan unutturmayacak eserler bırakmışlardır. Za­manın nabzını elinden kaçıranlar ya da zamanı bir sel,bir çığ haline getirip sürüklenenler ise, zamanla olan yarışı yitirmişler ve zamanın gözünde arkeolojik 'mal­zeme olmuşlardır.

İslâm aydınlarının çözeceği çağdaş bilmecelerin, en büyüklerinden, biri de, zaman sim ve zaman bulmaca­sıdır.

Ne tarih ve zaman fobisi, ne de zaman ve tarih  manisi! İnsan için gerekli olan, zamapa bilincidir.

 

Sezai Karakoç - Sur Yazıları (4)

 
Devamını Oku »

İslam Disiplini

islam Disiplini

İslam, kişinin özel çalışma, mülkiyet ve miras haklarını tanırsa da bu haklar, liberal, kapitalist ekonomide olduğu gibi sınırsız değildir. Din ve ahlak  kurallarıyla gereğinde İslam devletinin karışmasıyla bu haklar bir disiplin altında tutulur. İslam devleti basit bir devlet değildir. Kişinin temel haklarına dokun-masa da, o hakların kullanılmasını toplum yararına sınırlandırabilir, ona yön  verebilir. Zaten, müslüman, aldığı din ve ahlak ruhuyla kendiliğinden bu hakları  müslümanların ve insanlığın yararına kullanacaktır. Müslümanın kişiliği oluşurken onun ruhuna mutlak hak sahibinin Allah olduğu pisikolojisi yerleşe­cektir. Müslüman tüccar, metre veya arşınını, müslüman bakkal terazisini kul­lanırken, meleklerin olanı, olduğu gibi kaydettiğini ve Allah’ın kontrol ettiğini unutmaz. Bunu bilmeyen ve unutanlar varsa işte o zaman İslam devleti işe el koyar.

Sezai Karakoç, İslam Toplumunun Ekonomik Struktürü
Devamını Oku »

Son Peygamber yada Yeniden Bulunmuş Cennet

Son Peygamber yada Yeniden Bulunmuş Cennet

O, Cennetin bir kapısı değil, Cennet’in ta kendisidir.

Cennetin sekiz rahmet kapısıyla ilintili olarak andığımız sekiz peygamber ve onlara bağlı öbür peygamberler, birer kurtuluş kapısı olarak hep O’na açılırlar.

Hazreti Âdem, her ne kadar ilk insan ise de, gerçekte O’nun hakikatından bir tecelli idi. Bu bakımdan öncelik nur-u Muhammedi, hakikat-ı Muhammedi’de bulunuyordu. Sadece bu nur ve hakikat, yaradılış sırrı ve hikmeti gereği, Hazreti Âdemle perdelendi.

Her ne kadar, insanlığı, Hazreti Nuh, kurtuluş gemisine aldıysa da, hakikatte asıl Kurtuluş Gemisi O’nun getirdiği İslâm’dır. Nuh’un Gemisi, O’na işaret etti. Rahmet perdelerinden bir perde oldu.

Hazreti İbrahim, O’nun Milleti’ni kurdu, O’nun adına putları kırdı, O’nun sevgisi ve sevgililiği ile Allah’ın Dostu oldu; Hazreti İsmail’e bedel kurban koç, O’nun sürüsünden, gayb sürüsünden geldiğini bildi.

Hazreti Yusuf’un hükümranlığı, O’nun tedbirinden bir nişan verdi.

Hazreti Mûsa, O’nun Toplumundan, Toplum kuruculuğundan bir muştuydu. Hazreti Mûsa’ya «sen göremezsin» dendi. Bu, «O görecek» demekti.

Hazreti Süleyman, O’nun Devleti’ni Levh-i Mahfuzdan yeryüzüne indirmek ve nakşetmekle görevliydi. Peteği yerleştirmekti ödevi. Bal özünü O dolduracaktı peteğe günü gelince.

Hazreti Yahya, umutsuzluğun en kabarık bir anında O’nun sesini yükseltti. Tebliğ sesini. Kılıçtan keskin sesi. Şehadeti, O’nun zuhurundan bir haberdi. O’na inen «kalk ve korkut.» buyruğunun somutlanışıydı.

Ve O’nun muştu cephesi, Hazreti İsa’da göründü. «Muştula!» kutsal buyruğunu duymuştu Hazreti İsa. O’na yönelen buyruğun.

Her peygamber O’nun bir cephesiydi. Bütün cepheler O’nda bütünlendi. Bu yüzden, «din O’nda tamam oldu.»

Yitik Cennet, Yeniden Bulunmuş Cennet’e dönüştü O’nda.

Bu yüzden, O’nda yeniden yaratılmış oldu insan. O, İnananlar Milletini yeniden Arza getirdi. İnananlar Toplumunu ve İnananlar Devletini kurdu. Kuralları bir daha değişmeyecek şeküde ortaya koydu. Putları kırdı ve Allah’ın tekliğini, benzersizliğini ilân etti. Korkuttu ve muştuladı. Savaştı, yendi ve affetti.

Meyva O’nda olgunlaştı. Ağaç O’nunla kemale erdi.

Mükemmeliyeti O getirdi. O’na vahyedilen kitap da son Kitap oldu. Kıyamete kadar geçerli Kitap.

İyiyi, Güzeli, Doğruyu diriltti. Kötüyü, çirkini, yanlışı ve yalanı yerle bir etti

O, Dümdüz Cadde’nin, Dosdoğru Yol’un sahibiydi. Hakikat Asfaltı’nın. Bir Yol ki, «bütün dağların üstünden aşar, o dağlar ne kadar yüksek olsalar da.»
Bunun için, veliler hep O’na doğru kanat çırpan kutlu kuşlar oldular.

Dünyayı zapteden fatihler, titreten cihangirler, O’nun önünde baş eğdiler.

O, diriliş peygamberiydi. Tek Tanrı inancının dirilticisi. Peygamberler yolunun, Hakikat Uygarlığının dirilticisi.

Metafizikle fiziği yerli yerine koyuşun, altın oranda dengeleyeciliğin dirilticisi.

Sanki bütün peygamberler yanında ve beraberindeydi. Eshabından her biri bir peygamberi temsil ediyordu. Hazreti Ebû Bekir Hazreti İbrahim’i, Hazreti Ömer Hazreti Mûsa’yı, Hazreti Osman Zekeriyya Peygamberi ve Hazreti Ali Hazreti İsa’yı. Ve öbür sahabelerden her biri bir peygamberi. Bunun içindir ki : «Benim sahabelerim, Ben-i İsrail Peygamberleri gibidirler» buyurdu.

İslâm, en büyük devrim, devrimden öte bir devrim oldu. Diriliş Devrimiydi O.

Miracında bütün peygamberlerle görüştü Son Peygamber. Sonunda da kimsenin ermediğine erdi : Allah’ı gördü. Ve cenneti ve cehennemi gördü. Görülmedik her rengi, her çizgiyi gördü. Yine de «gözü aslâ kaymadı.»

Yalnız insanlar değil, görmediğimiz idrâk edemediğimiz başka varlıklar, yaratıklar da O’nun ümmetinden oldular.

Bizzat Allah, O’nun âlemlere rahmet olarak gönderildiğini ilân etti. Artık aksinin olması mümkün müdür?

Kendinden öncekileri de kuşattı, kendinden sonrakileri de. Böylece, O’nun varlığı, yaradılış sırrının odak noktası, ağırlık merkezi oldu.

Cebrail’in durduğu sınırdan ileri geçti. O’nun Allah’la öyle yakınlık anları oldu ki, O anlara ne bir peygamber, ne bir melek âşinâ olabildi.

Eba Yezid-i Bestâmi’ye, verdiği sarhoşlukla akıl almaz sözler söyleten aşk, O’nun denizinden bir damlaydı.

Her peygamber ve veli, yanmış bir çıra idiyse, O yanmış çıraların ve makalelerin ormanıydı.

O geldi ve bütün kadehler kırıldı.

O geldi ve bütün gurur anıtları devrildi.

Mecusî ateşi söndü.

Sasani sarayı yıkıldı.

Onun izleyicileri Sokrat, Eflâtun, Aristo’dan kalanı aydınlığa çıkardılar.

İmam-ı Gazali, Muhyiddin-i Ârabi, Mevlâna Celâleddin-i Rûmî O’nu ululadılar, O’nun gölgesine sığındılar. Kutluluk ve mutluluk gölgesine.

O, tek tek mucizelerin değil, bütün mucizelerin olağan bir dokuda koluna güç verdiği Peygamberdi. Hira’dan başlıyordu bu gerçeklik mucizesi. Kan rengi mercan kayaların üstündeki taş dikenlerle yara bere içinde, ruh, ilerleyerek, hiç bir insanın ayak basmadığı bir bölgeye giriyordu. İlâhı kelimelerin tek tek işitildiği, Cebrail’in ufukları tuttuğu o akü üstü bölgeye. Ama, yine de dış âlem yerli yerindeydi. Döşek yerli yerinde. Kent ve yorgan yerli yerinde. Yorganın altmda da o ses devam ediyordu. «Ey örtülere bürülü peygamber! Kalk ve korkut.»

Çöl uzar, hurmalar sallanırken, o ayağa kalkmış, korkutmakta ve muştulamaktaydı. Bir işaretle ay ikiye bölünüyordu. Ama, buna da büyü diyeceklerdi.

Umutlar adetâ kayboldu ve zulüm kılıçları O’na doğru uzanırken, Hira’dan gelen levha değişecek, yeni bir perde açılacaktı : Hicret perdesi. Olağanüstü olan, bu kez, yol haline geliyordu. Hira, dağda, özdeğişimini yapmış, sır mağarasına dönüşmüştü. Bir dünya, mağarada kayboluyor, yeni bir dünya öbür ucundan Hicret yoluna çıkıyordu. Bir dünya batıyor, bir dünya doğuyordu. Kimse engel olamazdı gelen bu dünyaya.

Daralan göğüs genişliyordu. Medine, Mekke’nin karşısında yükseliyordu. Antik siteler çürümüştü. Yeni Site, İslâm Sitesi, gün ışığında, çiçeklerini açan bir ağaç gibi, bembeyazdı.

Ve atının, ya da devesinin üstünde peygamber ilerliyordu.

Her şey olağandı. Olağanüstü olağanlaşmıştı. Gözlerin kazandığı keskin ışık da, körlük de bu noktadan gerekçesini alıyordu.

Bilmiyorlardı ki, asıl bu olağan görüntüdeydi patlayış. Oluş ve diriliş bu açılımdaydı. Her şeyin anlamı değişmişse, başka ne aranabilir, istenebilirdi?

Ve Sancak, Peygamber Sancağı dikildi Yeni Sitenin tepe noktasına. Şarap küpleri devrildi. Efendi köle ayrımı kalktı. Beyaz siyah farkı kalmadı.

Adalet, dopdolu bir bardaktı içilen. Şehitlik en yüksek mevki, en yüce rütbe, en ulu memuriyetti.

Ne kapitalin ezmesi, ne ezilişin öcü, ne bâtıl inanışlar saltanatı!

Hepsi Peygamber harbesinin bir vuruşuyla devrilmişti.

Ve bütün bunlar, olağan plandan ayrılmıyordu. Her şey, çadır, at, deve, kılıç, kent, pazar ve mescit çerçevesinde olup bitiyordu.

Hira’dan, o büyük yalnızlıktan sonra köprü dönem, hicret gelmişti. Ondan sonra da, düzenlerin büyük uyum dönemi geldi. Toplum ve devlet dönemi. Medeniyeti doğuran ve yoğuran dönem.

Toplumunu kurdu Peygamber. Böyle bir toplumu dünya, dünya olalı görmemişti. Her noktasından üstün insanların fışkırdığı toplumdu bu.

Bütün insanlığın yükünü omuzlamıştı Peygamber. İnsanlar bunu hissettiler ve etrafında toplandılar. Çölden doğdu yeniden hakikat medeniyeti böylece. Bir daha batmamak üzere doğdu. Yitik Cennet bir kez daha bulundu. Ve bu uygarlık, Yeniden Bulunmuş Cennet oldu. Cennet, buradan aslına uzar oldu.

İdeal site, ütopya olmaktan çıktı, Medine’nin kimliğinde reel hale geldi. Realite ve ideal buluştu insanın kalbinde ve ordan davranışları oluşturdu.

Hakikatin eylemi erdem, Toplumun her bucağım tuttu. Şiir, bilim, tasavvuf… musiki, mimari… savaş, barış ve düzen yeni ve yüceliğe ayarlı olarak tekrar doğdu bu erdemden.

«Kalk ve korkut!», «Kalk ve muştula» çetin çileler sonunda yemişini vermişti. En şahsî olandan en toplumsal olana, en reelden en metafizik olana uzayan gök armağanı doku örülmüştü. Pandorun kutusu yeniden sıkıca kapatılmıştı, insan, meleklerle selâmlaşıyordu, insan özgürlüğü alınyazısıyla barışmıştı. «Dinde zorlama yoktu.» «Kısasta hayat vardı.» Ama af ondan üstündü. Çünkü: hayat gibi sınırlı bir levhaya nişan almıyordu. O, ebediliği kucaklıyordu.

İnsan, yenilmez gibi görünen yalnızlığı aşmıştı. Oruç, namaz, hac hep onunla birlikteydiler. Aktüel, ipekten görünmez zincirlerle bağlanmıştı. Sürekli mucize çağıydı artık çağ. Dünyanın ikindisi uzuyor, insanların gölgesi uzuyordu. Her an batacakmış gibi görünen güneş batmaz olmuştu. Bu da yaradılış sınavının bölünmez sırrıydı.

Medeniyetin ölçüsü ve ilkeleri iyice belirgin kılınmıştı. Odağı ve ekseni tayin edilmişti. Ondan uzaklaşan her kıvrım, kendini nice saklarsa saklasın, barbarlığın, yalanın ve çirkinin rölyefi idi. Ve ona yaklaşan her eğri, düzelip dümdüz, dosdoğru oluyordu. Doğru Yol, apaçık, ortada, aydınlıkta duruyordu.

Ölüm de, yaşama da, bu dirilmenin önünde dize gelmişlerdi. Gök ve yer yeniliyordu kendini. Saç yine ağarıyordu, ama sadece fizik bir zorunlulukla. Yüz yine kırışıyordu, fakat, ruh, genç ve dipdiri kalmak şartıyla. Ebedi olan ab-ı hayat akıyordu gözler önünden. Her kapı çalmışında bir parça Hızır vardı. Ya da bütün olarak Hızır.

Bütün peygamberler ve kitaplar, içiçe, sabit anlamlarını almışlardı. Kavramlar eskimezliğin aynasında boy gösteriyorlardı. Işık gölge oyunları sonsuz bir yorum ve çoğaltım kapısını aralık bırakıyordu. Ve artık geçmişin inkârı ve geleceğin mahkûmluğu olamazdı. Doğu ve Batı, yeniden zaman ve mekân devrimiyle, dirilişiyle çalkalanıyordu.

İnsanların kendi kendilerini yönetmeleri çağını bütünüyle O açtı. Peygamberleri yadsıyarak değil, onlarla ve onların getirdikleriyle bütünleşerek.

«Selâm»la, «danışma»yla, «uzlaşma ve örgütlenme »yle onlar bundan böyle göksel siteyi yaşatacaklardı.

Çabanın değeri ortaya kondu. Çabasız eriş umudunu, bu yalancı umudu O’nun kılıcı yok etti.

Ses ve söz son sınırına varıp kıyamete kadar öylece yankılanacaktı bundan böyle.

İnsan, dış çizgi uygarlığından iç âleme açıldı. Buyurucu benlik, otokritiğe kavuştu. Kendini gereğinde kınayabilecekti. Sonra Rahmanı ilhamların yatağı oldu özbenlik. Kalb, ruh, sır, gizli, gizliden gizli iç varoluş dinamiği bilindi. Bütün engeller aşılıp Tanrı’ya varış yolu yordamı bellendi. Ve Tanrı’dan razı olan, Tanrı’nın razı olduğu yüceliklere ermenin yöntemi O’nun izindeki yol işaretleriydi.

Soyut ve somut, fizik ve metafizik, insanoğlunun ruh açılımlarına iklim, konum ve şart sağladı.

Toprağın kanadı, göğün zinciri insanın eline geçti.

Medeniyet böylece bir kez daha yeniden ve bir daha soysuzlaşmazcasına O’nun elleriyle doğruldu.

Özgürlük, eşitlik bütünüyle omuzlandı. Bir yük gibi değil, bir armağan ağırlığıyla.

Medeniyet, güvercin topuklarıyla yeniden geldi.

Hint, Selçuk, Osmanlı varyasyonlarıyla, ebedî uygarlık, sınırlarım kullanıyordu.

Absürdite, bir köşeye sıkıştırıldı. Gereken köşeye, bir yabancı gibi, bir veba gibi.

Sorumluluk, aşk ve neşeyle, görev hakla barıştı. Rahm adaletle, disiplin afla ayarlı bir düzene erdi.

Uygarlık, erdem ve mükemmellik ilkeleriyle yeniden kendi öz boyutlarını aldı.

Savaş başladı. Kötü ile iyinin, doğru ile yanlışın, gerçek ile yalanın, güzel ile çirkinin savaşı.

Peygamber bu savaşın önderi ve öncüsü. Böylece, yeni zaman, Hicret’le başlar gerçekte.

Din ve dünya, İslâm düzenlemesiyle yorum ve anlamlarına kavuşturuldu.

Ahd-i Atik dünyasından, doğudan batıdan, Mısır, Yunan ve Roma uygarlıklarından pozitif envanterde ne var ne yok derleyip toparlayacak ve gerçek bütüne ekleyecek potansiyel güç, Peygamber durum alışının bir özelliğiydi.

Yeni Batı, bu uygarlığın bir yanının abartılıp soyutlanmasıyla çiçekler gibi açılacak, fakat özünden mahrum olduğu için bir gün hazanının başladığını idrak edecekti.

Ah, O’nun kutlu elinin uzanışıyla, ne kadar yol açıldı. Ne öğretiler doğdu Mutlak Öğreti’den. Birbirine uyumlu, ayarlı öğretiler.

Hukuk, tıb, edebiyat, mimarî, musiki, yazı sanatı… sonsuz bir ufuk açıldı yeniden insanın önünde.

Kentler kuruldu, yetenekli ruhların melek kanatlarının şakırtılarını işittiği.

Sular, çeşmelerin zabt-u raptında, uygarlığa katılan başlı başına bir uygarlık oldu.

Her kapının ardında Uygarlığın nabzı vuracaktı bundan böyle.

Artık, kitaplar, göğsü genişleten kozmik ışıklardı.

Bir medeniyet vardı ki, medeniyetlerin ölçüsü sayabilirsiniz onu. Ondan uzaklaşmak düşüş, cehenneme doğru gitmek demekti. Ona yaklaşmak, Diriliş ve Cennetini bulmak anlamına gelecekti, ölçü, «Yücelik»ti.

Bir medeniyetin alınyazısı, dramı veya trajedisi, Yitik Cennet Yeniden Bulunmuş Cennet karşılığında gizliydi. Bu gizli, O’nun getirdiği Uygarlık Bütünlüğü’nde açığa çıkıyor, aydınlanıyordu.

Eleştiri ve başkaldırı yerli yerine konmuştu. Uyum ve beğeni de.

İdeal çizgiler en keskin ve kesin güvenlikleriyle çekilmişti tabiat ve tarihin taştahtasına. Realitenin uyum ve direnişleri hiç unutulmadan.

Mânevî önderler, devlet adamları, bilginler, şairler… hep o çizgilerden doğacaklardı.

Ne Nietzsche, ne Marx, yıkabilir bu Uygarlığı, olsa olsa, atsineğinin koşu atına Mûsallat oluşu gibi, onu yerinde kımıldamağa zorlamak gibi bir görevi üstlenmiş olabilirlerdi bilerek bilmeyerek.

Tanrı’nın zamanı boldur. Zamana muhtaç değildir O. Şeytana, kötüye, uyumsuza, inkâra, kara renge fırsat verişi bundandır. Ama insanın zamanı dardır, zamana muhtaçtır. O Zamanı iyi kullanmak zorundadır O. Onun için, Tanrı’nın bir sınav için Mûsallat ettiği bu yarasalara özgü ruh durumlarından korunmak zorundadır.
Bir Cennet bağışlanmıştır insana. Ve Cennetinin bekçiliğini, koruyuculuğunu yapma onurundan da mahrum edilmemiştir insanoğlu. Ne büyük onurdur bu.


Yitik Cennet

 
Devamını Oku »

Asıl Körlük Cehalettir...

Asıl Körlük Cehalettir...

Evet kör, asıl kör gözü görmeyen değil, ruh gözü, gönül gözü görmeyen, kör olandır. Çünkü : gözün kusurunu giderici veya gözsüzlüğün azabını azaltıcı çareler bulunabilir. Fakat ruh gözü, gönül gözü kapalı olanı Alah’tan başka kim hakikatlara aşina yapabilir? Bu insanlar, Kur’ân-ı Kerimde kalbleri mühürlü olmakla vasıflandırılıyorlar. Bu öyle bir mühürdür ki, mühürleyenden başkası açamaz onu. Hakikatle aralarına perde çekilmiştir bunların.

Bazı çağlarda insanlık da bu ruh sağın, ruh körü, ruh meflucu durumuna düşmektedir. Nuh Peygamberin, Salih, Hûd, Lût, Yunus peygamberin gönderildiği kavimler bu du­rumdaydı. Körleşmişlerdi, ruhları kararmıştı. Zekeriya Pey­gamberi, hakikat sistemini unutturmamaya, Yahya Peygambe­ri de diriltmeye çalıştığı için öldürdüler. Bu toplumlar ruhça tam donmuş, ölü hale gelmiş toplumlardı. Bu yüzden kendileri­ne hakikati söylemekten başka bir şey yapmayan ve böylece de kurtuluşlarına yardım eden yol göstericileri öldürmekle kar­şıladılar!

İşte böylesine körleşmiş ve sağırlaşmış, gerçeklere ruhu­nun kulaklarını tıkamış ve kapamış toplumlara ilâhı ceza gel­mekte ve onlar tabiat aracılığıyla korkunç bir şekilde cezalan­dırılmaktadır. Belki de tabiatın aracılığı bile görünüşten iba­rettir. Ses şeklinde, rüzgâr şeklinde, ateş ve deprem şeklinde, yükselen su şeklinde görünen ceza, belki de keyfiyetini bilemiyeceğimiz bir mahiyet taşıyor. Görünüşler böyle, ama gerçek­lerini ancak Allah bilir. Nitekim Kur’ân-ı Kerimde, yine bir takım kavimlerin meshe uğratıldıkları, yani maymun şekline dönüştürüldükleri bildirilmektedir. Biz dahi ruhça ; maymun şekline dönüştüğünü müşahede ediyoruz bir takım inançtan,ruh erdemlerinden yoksun kişilerin.Bu ruh meshi karşısında fiziki mesh ikinci planda kalır.

Sezai Karakoç,Sur Yazıları (3)
Devamını Oku »