Hz Peygamber Dönemi İçtimai/Siyasi Dönem

islamda-cami

Medine Dönemi: İlkeden Eyleme İçtimaî Yapı Cami: Cemiyetin Kalbi

Mekke’de ilk Müslüman cemaatinin hususi bir ibadet yeri yoktu. Namazlar münferit veya cemaat hâlinde evlerde kılınmaktaydı. Secdeye varmak her yerde mümkün ve “yeryüzü Hz. Peygamber’e, dolayısıyla ümmetine temiz bir mescit” kılınmışken, Allah’ın huzuruna, tıpkı oluşma ve tesanüd sürecindeki toplumun bir yansıması olarak “cemaat” hâlinde çıkma arzusu, Mekke’den itibaren Hz. Peygamber’in teşvik ve vaatleri eşliğinde müminlerin derûnî arzusu olmuştur. Elbette bunda tevhidi dinlerin mabed çevresinde teşkiliyle ilintili olarak Ka­be’nin merkezî konumunun manevî etkisi vardır.

Nitekim Hz. Peygamber Hicret yolculuğunun nihayetinde henüz Medine’ye girmeden Küba’da Müslümanların varlık ve bağımsızlığının sembolü olarak İs­lâm tarihinin beş vakit açık ilk mescidini bina etti: Hicret sonrası yapılan ilk ic­raat; bir mescit inşaıyla Ran una Vadisinin ortasında Müslümanların birliğini temsilen irâd edilen ilk Cuma hutbesi ve topluca kılman Cuma namazı olmuştur. Medine’ye girildiğinde de durum değişmemiş, Mescid-i Nebevî; Peygamber’in çok yönlü sosyal rollerini, İslâm’ın bütün hayat alanlarını kuşatıcı dinî ve dünye­vî bütünlüğünü ve teşkilatlanmakta olan İslâm toplumunun cemaat saflarından hayata taşacak eşitlik ve dayanışmasını mekânı planda ikrar etmek üzere yapılan­dırılıştı. Peygamber Mescidi aynı zamanda İslâm’ın ilk homojen kurumudur; ilk vasfı da elbette bir mabed olmasıdır. Ancak mekânda; elçilerin kabul edildi­ği bir bölge, avlu duvarlarına bitişik ama kapıları içeri açılan Peygamber ve aile­sine ait evler, Suffa adı verilen bir yatılı okul, misafirhane ve zekât mallarının ko­nabileceği bir kısımla, diplomatik, askerî, İktisadî, hukukî diğer toplumsal fonk­siyonları da ifa etmesi düşünülmüştür. Bu plan, İslâm’ın toplumsal idealleriyle birlikte Peygamber’in rolleriyle tıpatıp uyumludur: Hz. Muhammed, merkezî ol­sun, talî olsun devlet başkanlığıyla cami imamlığını birleştirmiş bulunuyordu. Dinî liderliği/imamlığı yanında devlet başkanlığı, ordu komutanlığı, kanun koyu­culuk ve baş-kadılık ve irşad görevlerini bundan böyle Mescit’te ifa edecek, hal­kın güncel ve adlî problemleri burada dinlenerek çözümlenecek, müşavere ve müzakereler burada yapılacak, askerî kararlar burada alınacak, elçiler burada ka­bul edilecek ve dinî eğitim burada verilecekti. Muhammedü’l-Emîn’in, yönetici ile yönetilenler arasındaki engelleri kaldırmak ve toplumun bütün kesimlerine ulaşabilme hususundaki hassasiyeti müşahhas bir şekilde tecelli ediyordu: Mekâ­nın kapısı toplumun kadın, erkek, çocuk bütün kesimlerine gece gündüz açıktı.

Caminin, İslâm’ın kuşatıcı sosyal anlamını yansıtan bu fonksiyonu; “religi- on”ın mahdut sosyal çerçevesine veya sosyal bilimlerin, hayat alanlarım ayrıştırıcı parçalı yapısına rağmen müsteşriklerin de dikkatini çekmiştir: “İslâmiyet’in mahiyeti icabı, din ile siyaset bölünmez bir bütün teşkil etmekte idi. Her iki sa­hada da aynı şahıs; hükümdar ve başidareci, aynı bina yani cami de siyasî ve di­nî faaliyetin merkezi idi... Halife, Müslüman cemaatinin namazda imamı ve ha­tibi idi... Halifenin merkezde camilere karşı durumu neyse, valinin de eyaletler­de camilere karşı vaziyeti o idi. Vali, ’namaz ve kılıç’ için nasb edilmişti veya halka ’adalet dağıtır ve namaz kıldırırdı’.” Ya da “ordu nasıl aynı zamanda üm-met idiyse, emîr de aynı zamanda imam; mescitte, hâsseten hutbeyi irad ettiği cu­ma günleri, namaz kıldıran idi, ‘alel-harb ve’s-salât’ idi. Savaş ve ibadet beraber­ce onun selahiyeti cümlesindendi.

Sonuç olarak Mescid-i Nebevî; özel alan ile toplumsal/kamusal alan, kişi-sel/yicdânî din ile kolektif, siyasî, sosyal kurumlar arsında bir ayrılma veya bölünme olmadığının, nasıl kişisel bir inanç varsa aynı şekilde İslâmî toplum, devlet ve İslâm hukuku olduğunun evrensel ilanıdır…………

Aile: “içinizde daima marufu emreden münkeri nehyeden bir cemaat bulunsun diye"

Toplumsal planda bütün diğer hiyerarşilerle birlikte cinsiyet farklarını da yok eden dinî bir sistemin, aile için de bunu gerçekleştirecek kurallar vaz etmemesi düşünülemez. Bu açıdan hem grup, hem müessese, hem de terbiyevî ve ahlâkî bir nizam süreci olarak aile elbette İslâm’ın da merkezî dikkatinde olmuştur: Aile; sadece inanç ve ritüelleri değil, hakkında nass varit olan bütün kurumsal yapıyı kapsayan İslâm ’m ilk dönemlerinde, ibadetlerden sonra hakkında en çok hüküm olan kurumdur. Bu cümleden olarak fertlerin, davranışlarının temellendiği, şah­siyetlerinin şekillendiği, temel toplumsal bir yapı olan ailenin; bütün bir toplum­sal yapıyı hedef alan bir zihniyet ve tutum dönüşümünde yeni bir referans silsi­lesine muhtaç olduğu tartışılmaz. İman, ilim ve salih amel kavramlarının oluştur­duğu varlık-bilgi-değer yapılanmasının, İslâmî düşünce paradigmasının temelini dokurken en büyük dokunuşu sosyal yapının prototipi olarak aileye yapması ta­biidir. Bu dokunuş, fıkhî olduğu kadar sosyolojik ve psikolojikti de. Tıpkı siya­si ve İktisadî yapılanmada olduğu gibi aileye de öze tealluk eden ahlâkî ilkeler sunulmuş; şekillenme, sosyal akışkanlığa ve toplumsal şartlara bırakılmış, böy­lelikle tarihî gelişimi içinde kültürel bir bütünleşme sürecine sokulmuştur. Aile­de kadın ve erkeğin karşılıklı hak ve ödevleri, Kur’ân’ın kadın erkek eşitliği ve dengesi doğrultusunda devam etmiş; cahiliyeyle en büyük fark, kadına aile için­de ve toplumda, varoluşsal konumuna özdeş bir biçimde verilen haklarda belir­miştir. Başta, seçme veya sözleşme hakkı anlamındaki biat olmak üzere nikâh, hibe, şufa, ida, icare, iare, vekâlet, şirket, kısmet, dava, ikrar, vasiyet gibi sosyo­ekonomik tüm haklarda kadınlar erkeklerle eşit kılınmış böylelikle bütün top­lumsal alanları, kurumları, ilişkileriyle dinî hayatın temelindeki adalet prensibi­nin her şeyden önce ailede yaşatılması murad edilmiştir.

Çok evlilik ilga edilmiş, nikah tek taraflı olarak erkeğin iradesiyle değil, iki taraflı iradeyle oluşan bir akit hâline getirilmiş, evlilik kolaylaştırılıp boşanma zorlaştırılmıştır. Aile tıpkı Hz. Peygamber’in ailesinde olduğu gibi istişare, ilim, paylaşma, infak, umut ve dinî tecrübe mahalli hâline getirilmiştir. Peygamber’in Hz. Fatıma’ya gösterdiği sevgi ve saygı, bir yandan kadına karşı cari bütün ay­rımcı geleneksel tutumları ezip geçerken diğer yandan İslâmî hükümler söz ko­nusu olduğunda bu sevginin hiçbir imtiyaz ve iltimasa sebep olmaması, imanın, ailede de belirleyiciliği açısından sünnetin bütünü gibi model teşkil etmiştir. Mekke’de imanla imtihan olan Müslüman aile, Hicret’le birlikte sosyal intibaka ilaveten yuvasını ve ailesini kaybetmeyle karşı karşıya kaldı. Mekke’nin tehdit unsuru olarak da kullandığı bu hüzün, “kardeşlik”in ailevi ve toplumsal sıcaklı­ğında teselli buldu. Savaş, maddî yoksunluklar, içtihadî, psikolojik, toplumsal sorunların hallinde daima ailenin güven, istikrar, huzur ortamından istifade edil­di. Bu toplumsal bütünlük, Hz. Peygamber’in doğrudan Kur’ân ahlâkım yansıtan davranış modelleri ve İlmî tedrisatıyla ivme kazanıyordu: Sahabe; dinî eğitimin tekâmül ettirici etkisinden faydalanıyor, Kur’ân ezberleniyor, ayetlerin tefsiri ha­yata geçiriliyor, Peygamber’in sözleri iştiyakla kaydediliyor, fıkıh öğreniliyor, tecessüs teşvik ve takdir ediliyor, gece gündüz ilim teatisinde bulunuluyordu. Bir yandan da zina, zıhar, kan davası gibi geçmişe ait olumsuz değer içeren bütün ge­lenekler “ayaklar altına” alınıyordu...

Bu toplumsal tabloya; görünürlüğü nasıl bir yapı çerçevesinde gerçekleşebilir, Müslüman, gayrimüslim, kadın, erkek, yaşlı, genç, yetim, yolcu, yerli, yabancı bü­tün kesimlerini bir arada tutan, tabiat ve çevreye, savaş ve barışa ilişkin ahlâkî ilke­lerin ve bütünüyle sosyal ilişkilerin tâbi olduğu hukuk kurallarını düzenleyecek ve uygulayacak bir idari yapıya, bir kontrol mekanizmasına ihtiyacı var mıdır, gibi so­mlar yöneltmek ise bizi “İslâm’da Siyasî Yapı”nın kapısına götürecektir,

SİYASÎ YAPI

Yoksa onlar, câhil iye idaresini mi arıyorlar? iyi anlayan bir toplum için hükümranlığı Allah’tan daha güzel kim vardır?” Islâm'da siyasî yapı, genelde bir gerçekleştirme sahasıdır, ahlâkî-siyasî alan­daki ilkelerin fizikî dünyada sergilenişidir. Hayatın belli alanlarıyla ilgili değiş­mez ahlâkî ilkeler getiren Islâm, siyasî alan için de aynı yolu takip etmiş, böyle­likle diğer alanlarla bir bütünlüğün sağlanmasını istemiştir. Bu bağlamda fert ve toplum, sınıflar, iş ve ahlâk, sanat, iktisat ve tefekkür, hukuk ve siyaset, sosyal hayatın her yönü ve faaliyeti, değerler ve normlar, tevhid inancının rengini, biçi­mini ve hâkimiyetini yüklenir. Islâm düşüncesi, dini; bireysel ve toplumsal plan­da ahlâkla neticelendirerek teoriyle pratiğin, imanla amelin tevhidini sağlamıştır. Niteliği itibarıyla dünyevî bir kurum olan devlet de bu tevhidî işleyişin dışında değildir. Hz. Peygamber’e hayattayken ittiba edenler, hem dinî bir cemaat hem de siyasî bir toplutuk (ümmet) olarak örgütlenmişlerdir. Bu bölümün amacı, ana hatlarıyla bu örgütlenmenin ilkesel ve yapısal özelliğini ortaya koymaktır.

İlkeler

İslâm'da siyaset, tıpkı İktisadî faaliyet gibi kendi başına amaç olmayıp hu­kukla birlikte dinin korunması ve yaşatılmasındaki en önemli araçlardandır. Si­yaset; Allah, insan, toplum ve tabiat arasında kurulan ontolojik tasavvura dayan­makta ve siyaset düşüncesi bu bütünlük içinde anlam kazanmaktadır. İslâm'a gö­re gerçek hâkimiyet sahibi, tüm kâinatı ve insanı yaratan Allah’tır. Fakat İdarî yetki anlamında hâkimiyetin kullanımı ümmete bırakılmıştır. Hâkimiyet sembo­lü olarak arş, kürsi, emr, emanet, mülk, velâyet kavramları kullanılmıştır. Allah, gönderdiği son Peygamber vasıtasıyla insanın ve toplumun inşaı için temel ilke­leri (kat’iyyât) vaz etmiş, fiiliyatta bu ilkelerin nasıl ve hangi mekanizmayla uy­gulamaya yansıtılacağı zanniyyât alanına bırakılmıştır: Kat’iyyât-zanniyyât ayı­rımıyla toplum ve siyasetin tüm alanları birebir belirlemelerde bulunmak suretiy­le kontrol altına alınmaya çalışılmayarak zaman ve mekân çeşitliliğine bağlı farklılıkların ve değişimin yönetilmesi mümkün olmuştur.  Allah’ın hükümran­lığı sosyal âleme inince, küllî iradenin muradı olarak, eşref-i mahlûkât olan in­san iradesi de işin içine girmiştir. Söz konusu İslâm olduğunda, insanı yaşanan ve yaşayan her şeye hem şahit kılan hem de onlardan sorumlu tutan bir dinin yö-netim/yönetilme meselesini de söz konusu edeceği zaten aşikârdır.

- Mücmel bir ifadeyle Kur'ân, siyasî faaliyetlerin genel prensiplerini vaz etmiş, uygulamaları muhataplarının içtihadı tutumlarına bırakmıştır. Yani Kur’ân-ı Ke­rim'de devletin şekil ve yapısıyla idari teşkilatı tanzim eden açık emirler yoktur. Siyasetin dinamik yapısı dolayısıyla; bütün insanlarca benimsenebilecek, her za­man ve mekânda uygulanabilecek genel ilkeler yanında hükümdar ve Peygamberler’in övülen ve yerilen idare tarzlarından ilkesel örnekler vermekle yetinilmiş, bir yandan da bu ilkeler, ahlâkî ve hukukî prensiplerle bireysel ve toplumsal planda takviye edilmiştir. Vahiyle bildirilmemiş meselelerin hallini istişareye devreden emirlerden ayrı olarak siyaset ve idare, diğer deyişle devlet, Nisâ’ suresinin 57- 58. ayetlerinde siyasî düstur mahiyetinde şu dört emirde temelini bulur: 1. Ema­netleri ehline vermek, 2. Adaletle hükmetmek, 3. Allah’a, Peygamber’e ve mümin emirlere itaat, 4. İhtilaf hâlinde Allah’a ve Rasulü’ne başvurmak. Görüldüğü üze­re Kur’ân’ın öngördüğü genel siyasal düzen; hürriyet, adalet, düzen, barış, hoşgö­rü, eşitlik, özgürlük, hukukun üstünlüğü ve danışma esaslarına dayanmaktadır. Haddi zatında Şeriat’ın gayesi; İslâm ümmetini, zulüm ve sapkınlığın sebep ola­cağı fitneye meydan vermeyecek şekilde organize etmeyi gerektirir. Zira dinî prensiplerin ve ahiret inancının yönlendirdiği ahlâkla bunun katalizörü olan iba­det, İslâm’ın temel unsurlarıysa da; beşerî zafiyet ve yanılsama, insanoğlunun de­netimini üstlenecek bir otoriteyi kaçınılmaz kılmaktadır. İşte devlet, bu otorite ve ilişkilerin düzenlenmesini üstlenir: İslâm dini bütün insanlık için ilelebet geçerli olan evrensel esasları vaz etmekle kalmamış, kurduğu devlet eliyle bu prensiple­rin neşir ve tatbikini sağlamayı hedeflemiştir. Sonuç olarak İslâmî anlayışa göre din, devlet, toplum ve diğer kurumlar, içten fonksiyonel farklılaşmaları olan fakat dini/ahlâkî temeller etrafında bütünleşmiş bir sistem oluşturur.

Selma Karışman, İslam Medeniyeti Özel Sayı, Hece Dergisi
Devamını Oku »

İslam Medeniyeti Açısından Sünnet

Hz. Peygamber sahip olduğu otoritesini, mutlak otorite olan Yüce Allah’tan almıştır. Risalet onun otoritesinin yegâne kaynağıdır. Dabaşî’ye göre bu otorite, göklerin ve yerin hükümranlığı kendisine ait olan Yüce Allah tarafından yetkilendirilmesi suretiyle meşru kılınmış ve şahsına mahsus Risâlet vasfı sayesinde karizmatik kimlik kazanmıştır. Dolayısıyla karizmatik bir şahsiyet olan Hz. Pey­gamber, söz konusu otorite ve karizması ne kişisel gayretlerinden ve dehasından, ne kabile, kavim ve geçmiş ecdadından ve ne de kendisine inanmış, bağlan­mış olan ashabından almıştır. Elbette, Risâlet sonrası Allah’ın kendisine tanıdığı bu otoritenin insanlar tarafından kabullenilmesi, ancak Mekke’den Medine’ye uzanan bir süreçte gerçekleşmiştir. Bu süreç içerisinde insanların ona inanmakla otoritesini kabullenmelerinde, onun beşerî yönünün, güvenilir bir şahsiyet oluşu­nun getirdiği sevgi ve saygıın katkısını da inkâr edemeyiz. Ancak Risâlet olma­saydı, belki de bu şahsiyetin, Mekke’deki diğer Haniflerden pek de fazla farklı bir yönü olmayacaktı. Bu sebeple onun karizmasıın sahabe ve insanlar nezdinde yerleşmesinde, elbette onun kendisine sonsuz güven duyulan bir insan, âdil bir hâkim ve devlet yöneticisi olmasının, ölçülü, disiplinli ve başarılı bir komu­tan oluşunun da rolleri de büyüktür.

Zaten Dabaşî’nin de belirttiği gibi, karizmatik otorite, farklı otoritelerden olu­şan bir settir. Siyasî, dinî, ya da rûhânî bir dizi meşrûiyyet alanlarından oluşur. Muhammed (s) yalnızca İslâm toplumunun başı olarak mülahaza edilmiyordu, o aynı zamanda Allah’ın Peygamberi olarak, dinî otoritenin nihâî kaynağı idi. Ör­neğin Medine’den Mekke’ye hacca giderken otoritesinin bir cephesiyle liderlik ederken, cemaatla namaz kılarken otoritesinin bir başka cephesiyle imamlık edi­yordu. Çünkü onun karizmatik otoritesi değişik şekillerde tezahür ediyordu. O bir askerî komutan, Müslüman askerler için bir generaldi. Müslüman toplumun İdarî aygıtının siyasî lideriydi. Ümmet ve Allah arasında aracı olan dinî liderdi ve gelecek  nesillerdeki tüm Müslüman velilerin zihin ve kalplerine ilham veren rûhânî bir liderdi. Onun (s) karizmatik hareketi Arabistan’ın siyasî kültüründe kelimenin tam anlamı ile bir devrimdi. Kendisinin başarısı, kokuşmuş, ya da müflis bir siya­sı kültürün üzerinde yükselmiyordu. Onun karizmatik otoritesi yeni bir sosyal da­yanışma düzeni tesis etti. Geleneksel Arap pratiklerine ters düşecek biçimde kan kardeşliği yerine din kardeşliğini ikame etti. Kabilecilik ve kavmiyetçilik fikri ye­rine, ümmet fikrim yerleştirdi. Hz. Cafer’in deyişiyle “güçlünün zayıfı yediği” bir toplumda, zayıfların ve mazlumların sığmağı ve himayecisi oldu, haksıza karşı haklının yanında yer aldı. Kısaca ideal bir ümmet oluşturabilmek için, hayatın çe­şitli alanlarına ait sosyal kurumlardan kimisini tamamen reddederken, kimisini de ıslah etti. Gerektiğinde de kendine has alternatiflerini üretti. Böylece, Muhammed (s)’in nebevi otoritesi, geleneksel Arap otoritesinin yerini en kapsamlı tarzda aldı. Geleneksel otoritenin kimi unsurlarının yeni tanımla birleştirilmesine rağmen, Muhammedi otorite selefinin işlevselliğine hiç yer bırakmadı.

Pek çok örnekle görüleceği üzere o, inananlar üzerindeki karizmasını ve oto­ritesini asla suistimal etmemiş, onu bir baskı aracı olarak kullanmamış, zorlama yoluyla hiç kimseden mutlak itaat beklememiştir. Rasul-ashab ilişkilerinde Hz. Peygamber’in saygın bir otoritesi, bunun karşısında ise ashab-ı kiramın makul ölçülerde kendini gösteren hür iradesi ve insiyatifi söz konusudur. Bir tarafta Kur’an ve Sünnet terbiyesinde yetişmiş sahabenin medeni cesareti, bireysel gö­rüşlerini ifade etme özgürlüğü, çeşitli ortamlarda rahatlıkla serd ettikleri sahabe öngörüsü; diğer tarafta ise, onların samimiyetine inanan, onlara güvenip taleple­rini ciddiye alan, görüşlerinden yararlanan Rasul-i Ekrem in engin hoşgörüsü vardır. İlk bakışta hem siyasi ve askeri bir lider, hem de son peygamber olan Ra­sul-i Ekrem’in otoritesi ile bunun karşısında ashab-ı kiramın insiyatifınden veya onların özgürlüklerinden söz etmek biraz garip gelebilirse de durum gerçekten böyledir. Bir tarafta hoşgörülü bir otorite, müsamahakâr bir idare; diğer tarafta ise gerektiğinde onun yoluna canım ve malını ortaya koyan, gerektiğinde de, İs­lâm toplumunun menfaat ve maslahatı adma ona itiraz etmekten, onu eleştirmek­ten geri kalmayan gayet medeni bir irade vardır. Burada not edilmesi gereken diğer bir husus ise, Hz. Peygamber’in, otoritesini zorla sağlamış bir lider olma­masıdır. Zira Kur’an’ın açık beyanına göre Hz. Peygamber “zorlayıcı” olmadığı gibi (88/22), "Dinde zorlama da yoktur.” (2/256)

Fazlur Rahman’ın dediği gibi, “Hz. Peygamber hükümler verirken, ahlakî ve hukukî emirlerde bulunurken, Kur’an dışında rakipsiz bir otoriteye sahip olmuş, hatta normal olarak böyle bir otoriteyi uygulamıştır. Nitekim Kur’an, Allah Ra-sûlü nün örnek davranışlarından da söz etmiştir. Bu nedenle vahyin yanında birde örnek davranış yani,Hz. Peygamber’in sünneti yer almıştır. Ayrıca Hz. Pey- gamberin hayatı ve karakterinin dinî bir ruhla yoğrulduğunu söyleyen Fazlur Rahman, bu sebeple sahâbilerin onun hayatını normatif dînî bir örnek olarak algıladıklarından şüphe duymamak gerektiğini ifade etmektedir. Ona göre Hz. Peygamber in sahâbileriyle istişare etmesine, verdiği kararlara arasıra bazı çev­relerde itiraz edilmesine ve bizzat Kur’an’ın bazen onu eleştiriye tabi tutmasına rağmen (9/44; 80/1) onun dinî otoritesi bağlayıcı idi. Bu sebepledir ki Hz. Pey­gamber ve sünnetini anlamada sahabe arasında yaklaşım farklılıkları mevcut ise de, onlar genel ve bir bütün olarak onun otoritesine daima bağlı kalmışlar, ona zevkle, şevkle itaat edip uymuşlardır.

Yine tekrar hatırlatmalıyız ki varlığı itibarıyla bir beşer, ama misyonu itibarıy­la vahy ile desteklenmiş bir Rasul olan Hz. Peygamber’in, liderlik vasfından onun nübüvvet vasfını tecrit etmemiz mümkün değildir. O, nasıl bir beşer-Rasûl ise, ay­nı şekilde lider-Rasûldür. Nitekim bazı rivayetlere göre Hz. Peygamber, melik-ne- bî yani kral-Peygamber olmayı değil, kul-nebî olmayı tercih etmiştir. Ahmed Özel’in tespit ettiği gibi “Allah’ın Rasulü kul-nebî tercihini yapmış olmakla bera­ber bu tercih temelde melikliğin gösteriş ve debdebesinden uzaklaşma niteliğin­deydi. Yoksa Allah’ın Rasulü ömrünün sonuna kadar sosyal ve siyasal olayların içinde kalarak idareci rolünü sürdürmüştür. Hz. Peygamber’in bu yönü, peygam­berliği manevî bir kılavuz olarak gören kimi kesimlerin onu anlamamasına yol aç­mıştır. Peygamberliği Hz. Isa’mn şahsında manevî hayata kılavuz olma şeklinde gören ve anlayan batıkların, çoğu zaman inkarlarına mesnet olarak Hz. Peygamber’i sosyal ve siyasal hayata fazla angaje olmuş görmelerinin sebebi, yeni bir sos­yal düzenin kurucusu olan ve manevî hayat kadar maddî ve sosyal hayatta da in­sanlara kılavuz olma görevi yüklenmiş bulunan Rasûlullah’ın manevî uygulama­larının beşeri faaliyetleriyle örtülü olmasıdır. Din ile hayatın maddî olanlarının birbirinden ayrıldığı modem dünyada, yalnızca manevî hayatı değil, yeni bir sos­yal ve siyasal düzen kurmayı da içeren bir “peygamberlik” misyonu birçokları ta­rafından kavramlamamakta, bu durum onlara imkânsız gibi gözükmektedir.”

Geçirdiği gayet tabiî ve mütevazı hayatından çok iyi bilmekteyiz ki Rasul-i Ekrem, birçok kraldan daha fazla imkâna sahip olmasına rağmen, krallığa özen­mek şöyle dursun, en küçük davranışıyla dahi krallara benzemekten şiddetle ka­çınmıştır. Onun devlet başkam ve komutan olarak geçirmiş olduğu Medine dö­nemindeki hayatı ile siyasî ve askeri liderliğinin olmadığı Mekke dönemindeki hayatında önemli hiçbir fark yoktur. O, sahabenin kendisine bir kral gibi davran­malarına meydan vermediği gibi, onlardan gelen diğer krallar gibi tahtlar, yatak­lar ve lüks giysiler edinmesi yolundaki tekliflere de asla iltifat etmemiştir. Pey­gamberlik öncesinde olduğu gibi, sonrasında da, oldukça sade, mütevazı bir ha­yat tarzım tercih etmiştir. En çok imkâna kavuştuğu Medine’de dahi diğer kral­lar gibi saray, saltanat, şatafat vb. lüks bir yaşam tarzına tevessül etmemiştir. O, hayatının bu yönleriyle de bütün müminler için en güzel örnekleri sergilemiş, ta­rihe ahlâk-ı hamiden in eşsiz misallerini altın harflerle yazdırmıştır…

Hz. Peygamber kendisine vahiy gelmeyen konularda Yüce Allah’ın ‘’işlerinde onlara danış, karar verdiğinde ise Allah'a dayan!” (3/159) buyruğu gereği ashabıyla sık sık istişare ederdi. Nitekim Ebu Hureyre, “Rasûlullah’ın asha­bıyla istişare ettiği kadar, ashabıyla istişâre eden başka bir kimse görmedim” de­mektedir. Bu nedenledir ki, onun ortaya koyduğu tasarruflarından hatta sünnet­lerinden bir kısmının, ashabıyla yaptığı istişareye dayandığı görülmektedir. Rasûlullah istişâre esnasında gelen teklifleri değerlendirmiş, bazı teklifleri uygun görmemiş, bazısını ise kabul etmiş ve ona göre hareket etmiştir. Mesela Hz. Pey­gamber, namaza çağrı konusunda yaptığı istişârede, kendisine sunulan ateş, bo­ru ve çan tekliflerini diğer dinlerin uygulamaları olması sebebiyle reddetmişti. Bedir esirleri hakkında yaptığı istişârede, Ebu Bekr’in teklifini beğenerek kabul etmiş ancak İlâhi irâde bunu uygun bulmamış ve indirdiği itâb âyetleriyle (8/67)» bu istişare sonucu alman esirlerin fidye karşılığı salınması kararını düzeltmişti. Bütün bunlardan anlaşılıyor ki Rasûlullah namaza çağrı gibi dini bir şiardan tutun da, ifk hadisesinde eşi Hz. Âişe’nin durumuna varıncaya kadar, savaşa çıkıştan, savaş usûlüne, barış ve esirlere yapılacak muâmeleye kadar değişik alanlarda ashabıyla istişâre etmekteydi.

Rasûlullah (s) istişareye önem verdiği gibi hemen her alanda ashabının fikir­lerine, isteklerine ve tekliflerine de önem vermiş kendisine sunulan önerilerden uygun olanlarını kabul etmiştir. Nitekim Bedr Savaşı’nda, Hz. Peygamber’in ko­runmasına yönelik Sa'd b. Muaz’ın bir çardak yapılması teklifini memnûniyetle kabul etmiş, Hendek Savaşı öncesinde Selman’ın hendek kazılması önerisini derhal tatbik etmiş, gerek yaşlanması ve gerekse insanların çoğalması üzerine, Temim-i Dâri’nin, minber edinme teklifini reddetmemiş, çevre devletlerin baş-kanlarına davet mektubu göndermek istediğinde, ashabın acemlerin mühürsüz mektubu kabûl etmediklerini söylemeleri üzerine de bir mühür edinmişti.

Ancak sahâbeden gelen talepler Hz. Peygamber’in içtihadı dışında kalan had­lerin uygulanması, kul hakları vb. hususlarda olursa onları geri çevirmiştir. Nite­kim Benî Mahzûm Kabilesi’nden hırsızlık yapan bir kadının eli kesilmemesi için Hz. Peygamber'in çok sevdiği bir kimse olan Üsâme’yi ona şefaatçi olarak gönder­diklerinde Hz. Peygamber "Allah’ın hadlerinden birisi hakkında aracı mı oluyor­sun?” diyerek Üsame’ye sert tepki göstermişti. Sonra da ashaba hitap ederek ön­ceki insanların soylu biri çaldığında bırakıp, şuadan insanlar çaldığında ise cezalandırdıklarını belirtmiş, Allah'a yemin ederek kızı Fâtıma dahi çalsa, onu da ce­zalandırmaktan geri kalmayacağını belirtmiş ve söz konusu aracılığı reddetmişti.

Hz. Peygamber’in Medine’de temellerini attığı devlet idaresinin arka planın­da Kitab, hikmet, nebevi fetanet, basiret ve feraset vardır. O, Kur’an’m mübelli- ği okluğu gibi, aynı zamanda onun tatbikçisiydi. Dolayısıyla onun idaresi elbet­te emanet, ehliyet, adalet ve hak-hukuk temellerine dayanmaktaydı

Bünyamin Erul, İslam Medeniyeti Özel Sayısı, Hece Dergisi
Devamını Oku »

Dünyayı Dönüştürücek Bir Tebliğ İçin Karineler

Kur’an, “Şüphesiz, Allah katında idin İslâm’dır''Al-i İmran: 19) ve “Bunlar (iman edenler) işte felaha  erenlerdir” (Bakara: 5) ayetleri çerçe­vesinde, insanın/insanlığın kurtuluşunu iman etme ve İslâm’a tabii olma şartına bağlamıştır. Din ve iman hakikatleri, burada İslâm düşüncesinin içerdiği za­aflardan bağımsız şekilde doğrudan ki­şilerin Allah’a teslimiyetiyle ilgili bir mesele olarak mütalaa edilmeyi gerek­tirir. Nitekim toplum ve siyaset konula­rıın tümüyle dışında, kişilerin tekil dünyasıyla ilgili evrensel bir nitelik, bir ha­kikat anlamı taşımaktadır. İslâm düşüncesinin merkezinde de esasen sözkonusu evrensellik vardır, değilse de olmak zorunluğundadır. Bu daha açık ifadesiyle insanın/ihsanlığın kurtuluşu demek olan yani hidayet dediğimiz bir meseleyi ikrar anlamına gelmektedir. İslâm’ın sosyal, siyasal tezahürlerinden ve birtakım ege­menlik arzularından bağımsız olarak bir tür varlık-yokluk anlamı içerir. Dolayı­sıyla insanlığın gerek bahsi edilen evrensel hakikatten (muştudan) haberdar edil­mesi gerekse bu muştuyu akledebilir bir yetiye ve duyarlığa kavuşturulması ko­nusunda ceht göstermek mü’min, Müslüman şahsiyetlere sorumluluk olarak ve­rilmiştir. Dahası bireysel bir sorumluluk olmaktan öteye, doğrudan cemaat(ler)e ve topluma verilmiş bir görevdir de. İnsanları Allah’a/Kur’an’a iman etmeye ve İslâm’a çağıracak çalışmalar yapmak, buna ehil vasıfta insanları yetiştirip göre­ve koşmak Müslümanlar için birer farz-ı kifaye hükmündedir. Kişilere ve/veya şartlara bağlı olarak bunun farz-ı ayn haline gelebileceğini de göz ardı etmeme­li. Dinin “apaçık” hakikatleri bağlamında tebliğ görevinin savsaklanamayacağı muhakkaktır. “Bir insanı dirilten bütün insanlığı diriltmiş gibidir” mesajından hareketle her bir insanoğlunun hakikatle tanışmasını sağlamak ne kadar önemliy­se, farklı sosyal, kültürel, zihinsel özelliklere sahip kesimlere de hakikatin uygun bir dil ve metotla götürülmesi elzem niteliktedir. Her insan farklı bir kozmostur denebilir, bu yüzden hakikati dile getirmekten çok “doğru” şekilde dile getirme­nin daha bir önem taşıdığı yadsınamaz. Bugün, Allah’ın varlık ve birliğinden ve­ya İslâm dininden haberdar olmamak gibi bir ihtimalden neredeyse bahsedileme-yecek bir dünyada yaşıyoruz. Ama mesele iman etmenin ve Müslüman olmanın ne demek olduğu, kurtuluşumuzun ancak böyle mümkün olabileceği konusunda insani an aydınlatma cehtini göstermektir. Buysa insanların dahası insanlığın/çağın birikimine ve ruhuna nüfüz edebilme yeti ve donanımını haiz ehliyet sahip­leriyle yapılabilecek işlerdendir………

…."And olsun zamana ki, insan gerçekten ziyan içindedir. Ancak iman edip de sabrı tavsiye edenler, birbirlerine hakkı ve sabrı tavsiye edenler başka.” (Asr su­resi: 1-3 y)

İslâm ahlak dinidir, bize güzel ahlak sahibi olmayı emreder. Ahlakın izafi ta­rafları olmakla beraber, farklı şartlarda farklı şekillerde tezahür edebilecek temel unsurlarının olduğu da bir gerçektir. Hakka tecavüz etmemek, adaletsizlik, hayâ­sızlık, bencillik, gösteriş yapmamak, yalan söylememek (kandırmamak), feragatlilik gibi belli başlı evrensel kriterlerle cisimleşen ahlak anlayışı etrafında her bir insan/Müslüman iyilikle emretme, kötülükten nehyetme görevini yerine getir­mekle mükelleftir. Bunu, kendi çıkarımızı ve selametimizi sağlamaya dönük egoist bir tutumun icabı olmaktan öteye, bizatihi toplumun veya başka insanla­rın iyiliğine yapılması gereken bir davranış, bir uyan diye düşünmelidir. İslâm ahlakı dürüst, güvenilir ve adil olmayı gerektirdiği gibi, yaşadığımız dünyanın ve insanlığın bu istikamette ihyasını da Müslümanlar için bir borç telakki eder. İs­lâmî tasavvur, tevhit inancının (iman etmenin) yanı sıra kendisini böyle bir ah­lak şuuruyla ortaya koyar, konulmayı gerektirir. Ancak gerek tevhit inancının ge­rekse ahlaki ilkelerin sosyal, siyasal, hukuki sistematiğe ve model yapılara dö­nüştürülmesi -veya dönüştürülemezliği- meselesi, başka bir bağlamda değinildi­ği üzere apayrı bir sorunsal olarak ele alınmayı gerektirir. Burada İslâm’ın nihai talep ve amaçlarına ilişkin netleştirilmesi gereken derin düşünsel meselelerin ol­duğu kanaatindeyim. Oysa İslâm’ın iyi insan, iyi Müslüman olmayla ilgili temel ahlak ilkeleri gayet açık olup gündelik hayat başta olmak üzere hayatın hemen her alanında somut, kesin karşılıklarını bulabileceğimiz şeylerdir. Dolayısıyla her Müslüman, konumuna ve gücüne bağlı olarak iyilikle emretme, kötülükten nehyetme şuuru içinde hareket etmekle görevli durumdadır. İslâm Peygamberi­nin “Kötülüğü gücünüz yetiyorsa elinizle, yetmiyorsa dilinizle defedin, o da yet­miyorsa kalbinizle buğz edin” mealindeki tavsiyesi Müslümanlar için somut bir parola niteliği taşır. Kötülüğü tanımaya, anlamaya ve defetmeye yönelik çabala­yışlar bu bakımdan Müslüman olmanın gerekleri arasında sayılabilir. Müslüman, gerek şahsiyetiyle gerekse söz ve eylemleriyle (salih amellerle) çevresine güven ve iyilik telkin eden bir varoluş biçimi sergilemenin kendisini seçkin bir merte­beye (ahsen-i takvim’e) yükselteceğini bilen kimsedir. Nefsinin yönlendirmeleri yerine daima haktan, iyiden yana bir “irade”ye talip olmak, dahası bunu zulme ve cehalete karşı bir “isyan” şuuruna ve hareketine dönüştürmek onun bir alamet-i farikası haline gelmiş olmalı. Ve elbette “kendini tamamlamak için evren­sel aleme can ata[n]”(Topçu 2011,83) bir hareket perspektifini oluşturma endi­şesi içinde insanlık alemi/ruhu ile kuracağı münasebetlerin kodlarını tayin etme adına gösterdiği cehti, sahih ve sahici olma yolunda gerekli “sabır” ve “şuur” hamleleriyle temayüz ettirmekten de geri kalmamak gerektiğini bilmelidir.

Ali Metin, Hece Dergisi, İslam Medeniyet Özel Sayısı
Devamını Oku »

Modern Zamanlarda İslam Sanatı ve Estetiği Ne Söyler ?

Bugün İslam estetiği üzerine yapılmış çalışmalara baktığımızda, bu çalışmaların genellikle İslam’ın siyasette, sanatta belirleyici olduğu dönemlerden hareketle yapıldığı görülecektir. Bunda garipsenecek bir yan yok. Çünkü o dönemler, her türlü tartışmaya açık olmakla birlikte, İslam’ın egemen bir paradigma olarak hayatı kuşattığı ve dolayısıyla her alanda Müslümanların kendilerini ifade edebildiği dönemlerdir. Sanatın ve estetiğin bir hayat telakkisinden bağımsız düşünülemeyeceğini hatırlarsak, o zaman sözünü ettiğimiz estetik çalışmalarda, Müslümanların kendilerini en rahat şekilde ifade ettikleri dönemlerin esas alınması doğaldır. Bu nedenle İslam sanatı ya da estetiği başlıklı kuramsal arayışlar, söz konusu dönemin genel eğilimlerini yansıtacak şekilde kurgulanmaktadır. Örneğin Turan Koç’un İslâm Estetiği adlı kitabının bölüm başlıklarına bakmak bile bize fikir verebilir: “İslâm Estetiği ve Sanatının Ufukları”, “Güzellik ve Estetik Tecrübe”, “İslâm Estetiği ve Sanatının Kelâmî Boyutları”, “İhsanın Tezahürleri”, “İslâm Sanatı ve Resim.” Tevhid, ihsan, iman, güzellik, hakikat, bilgi, kutsal ve ulvilik gibi kavramlar kitapta sıkça karşımıza çıkar. Zaten Koç’a göre, İslam sanatının ne olduğunu kavramanın yolu nihai anlamda İslam’ın özünü anlamaktan geçer: “Kısaca İslâm sanatının temelini İslâm’a ait aslî değerlerin birliği ilkesi oluşturur. Bu sanatta güzel ile iyi, işe yarama ile zevk verme birbirinden bağımsız değerler olarak görülmez.” (Turan Koç, İslam Estetiği, İsam Yay. İst. 2008, s. 18).

İslam’ın özü mahiyetindeki tevhid ilkesi, Müslümanların sanatı üzerinde de temel belirleyici olmuştur. Kutsal-dünyevi, dünya-ahiret, fizik-metafizik gibi ayrımların görünmediği İslam sanatında, her şey Allah’ın eşsiz yaratmasının delilidir.  Âlemler, ilahi uyumun gereği olarak düzenlilik, hesap ve takdirle yaratılmıştır. Böylesi bir uyum, aynı zamanda güzelin neşet ettiği vasattır, dahası duyularımızla algıladığımız âlem de bir bütün olarak güzeldir. Burckhard’a göre: “Sanatın özü güzelliktir ve bu da, İslamî terimlerle ifade edecek olursak, ilahî bir niteliktir; dolayısıyla ikili bir özelliğe sahiptir: olgu ve olaylar dünyasında görünüştür; güzel varlıkları ve güzel şeyleri âdeta bürüyen bir örtüdür; ama Tanrı’da veya bizatihî olarak bâtınî bir güzelliktir; o, bu âlemde tezâhür eden bütün ilahî sıfatlar içinde saf Varlık’ı en dolaysız bir biçimde hatırlatan ilahî bir niteliktir.” (Titus Burckhard, İslam Sanatı, (çev. Turan Koç), Klasik Yay. İstanbul 2005, s.1).

Allah’ın yarattığı her şey güzeldir; O’nun yarattıkları arasında çirkin, abes, lüzumsuz şeyler yoktur; şerri ve kötülüğü de yaratmaz: “Yedi göğü birbiriyle tam bir uyum içinde yaratan O, [ne yüce]dir: Rahmân’ın yaratışında hiçbir aksaklık göremezsin. Gözünü bir kez daha [ona] çevir: Hiç kusur görüyor musun?” (67/Mülk-3) (Meallerde Muhammed Esed’e başvurulmuştur). “O, yarattığı her şeyi en mükemmel şekilde yapandır” (32/Secde-7).

İslam sanatı mimetik değildir. Zaten Allah her şeyi güzelce yarattığı için, onun yarattıklarını taklit etmek, sadece güzel’in kopyası olacak ve bu kopyalama güzel’i, insanın eksiklikleriyle, kusurlarıyla sakatlayacaktır. Burckhard’ın da dikkat çektiği gibi, İslam sanatı daha çok Allah’ın güzel âyetlerine dikkat çekmek ve bu âyetlerle Allah’ı hatırlatmak, ima etmek üzerine kurgulanmıştır. Turan Koç’un, kitabında Gazzâlî’den yaptığı alıntı tam yerindedir: “Allah’ı bilmek (mârifetullah) insana has bir özelliktir. Gerek yer ve göklerde, gerek bitki ve hayvanlar dünyasında Allah’ın yarattığı hayret uyandıran güzellikleri inceleyerek, bu, insanın başını döndüren işin, sağlam düzenin, düzen veren bir yaratıcı, bir hüküm verici ve yerli yerine koyucu bir fâil olmadan gerçekleşmeyeceğini birazcık aklı olan herkes anlar.” (T. Koç, age, s. 103). Bu bağlamda sanat, bütünsel bir âlem tasavvuruna sahip insanların, yaratılmışların bütünsellik içindeki yerini, anlamını, işlevini anlamaya yönelik kaygısının estetik tezahürüdür diyebiliriz. Bu yaratıcı süreci Bruckhard şöyle özetler: “Sanat bir yandan nispeten biçimsiz olan bir malzemenin genellikle zahmetli bir şekilde ideal bir modele göre şekillenmiş bir nesneye dönüşmesinden ibarettir. İmdi bu şekillenme su götürmez bir şekilde ilahî gerçeklikleri temaşaya tâlip olan bir kimsenin kendi içinde ve yine karmaşık ve şekilsiz ama potansiyel olarak soylu bir hammadde rolü oynayan nefsinde (soul) tamamlamak zorunda olduğu eserin bir imajıdır. Öte yandan, temaşa nesnesi duyularla idrak edilebilen bir güzellikte hayal ve tasavvur edilir; çünkü bu güzellik aslında mahiyeti bakımından biricik ve sınırsız olan bizâtihî Güzel’den başka bir şey değildir.” (T. Burckhard, age, s. 227).

İslam sanatı ve estetiği hakkında bilinen nitelikleri daha fazla aktarmanın yazımız bağlamında bir anlamı yok. Buradaki kısacak hatırlatmamızda da görüldüğü üzere, İslam sanatının ve estetiğinin özü; yaratılmış her şeyi Allah’ın güzelce yaratışının bir âyeti olarak görmek ve güzellikler karşısında yaşanan heyecanı, hazzı, haşyeti… sanatın imkanları içinde, ama İslam’ın belirlediği tevhidi algıya uygun olarak ifade etmektir, dersek sanırım yanılmış olmayız.

Buradaki sorun, İslam estetiğine dair genel kabullerin günümüz modern sanatıyla ve estetiğiyle herhangi bir şekilde bağdaşmaması; günümüz sanatını ifadeden uzak olmasıdır. Yazımızın girişinde, İslam estetiği çalışmalarının İslam’ın belirleyici olduğu dönemlerden hareketle yazıldığını söylemiştik. Dolaysısıyla modern sanatı kapsamaması doğal karşılanabilir. Bu durumda ciddi bir soru doğmaktadır: Pekala son yüzeli-ikiyüz yıldır Müslüman sanatçılar ne yapmaktadır?

Modernleşme tarihimiz diyebileceğimiz bu süreçte, gündelik hayatı düzenleyen egemen paradigma yıllar içinde değişti. Bu öylesine radikal bir değişimdi ki, Müslümanlar kendilerini, hiç tanımadıkları, bilmedikleri bir dünyanın içinde buldular. Giyim-kuşamdan, yeme-içme alışkanlığımıza kadar gündelik hayatın her anını ve her yanını kuşatan bu yeni hayat içinde, zamanla eşyayla ilişki biçimimiz de değişti. Örneğin okurken hafif bıyık altından tebessüm ettiğimiz, Tanzimat dönemi romanlarındaki ‘yanlış batılılaşmış tip’ler, sözünü ettiğimiz yabancılığın en güzel örneklerindendir.

Tevhidi ilkenin belirlediği bütünsel tasavvur da aynı dönemde yıkıldı; her şey bölünüp parçalandı. Bugün sıkça karşılaştığımız İslam ve Sanat, İslam ve Bilim, İslam ve Tarih gibi çalışmalar, mezkur parçalanmışlığımızı göstermesi bakımından önemlidir. Çünkü bu tür çalışmalar; sanatı, bilimi, tarihi vb. disiplinleri İslam’ın içinde, İslam’la birlikte düşünemediğimizi, araya koyduğumuz ‘ve’ bağlacıyla İslam’la telif etmeye çalıştığımızı gösterir.

İnsanın yeryüzünde kendi otoritesini ihdas etmek için Tanrıyı öldürmeye kadar varan azgınlaşması, sanat ve estetik anlayışı da radikal bir biçimde değiştirdi. Belki insanlık tarihinde ilk kez ‘karşı estetik’ başlığı altında kötünün, sahtenin ve çirkinin güzelliğinden/estetiğinden söz edilir oldu. Ali Artun Modern Hayatın Ressamı’na yazdığı önsözde şunları kaydeder: “Modern sanatın sahnesi doğa olamaz, kenttir; kent doğa gibi ‘hakiki’ değil, sunidir; tanrısal değil şeytanîdir. Kahramanları da lanetlidir, kötüdür, çirkindir. Doğa cennetse, kent cehennemdir. (Buradan itibaren Sartre’dan bir alıntıyla devam eder)Baudelaire bir kentlidir: Ona göre ‘sahici’ su, ‘sahici’ ışık, ‘sahici sıcaklık, kentin suyu, ışığı ve sıcaklığıdır… sanatın malzemesi bunlardır.” (Charles Baudelaire, Modern Hayatın Ressamı,(çev. Ali Berktay), İletişim Yay. İstanbul 2009, s. 56).

Bu tarihe kadar neredeyse her zaman ve her toplumda sanat, güzelin peşinde bir arayışken, zamanla ‘kötünün estetiği’ne doğru yön değiştirdi. Baudelaire bunun bir zorunluluk olduğunu söyler, çünkü ona göre: “Antik sanattan saf sanat, mantık, genel yöntem dışında kalan şeyleri öğrenmeye çalışanın vay haline! Oraya fazla gömülünce şimdi’ye ilişkin belleğini de yitirir; içinde yaşadığı koşulların sağladığı haklardan ve ayrıcalıklardan vazgeçer. Burada gerçekten bir ayrıcalık söz konusudur, çünkü neredeyse bütün özgünlüğümüz, zamanın duyularımıza vurduğu damgadan kaynaklanır.” (C. Baudelaire, age, s. 217). Modernliğin ‘hemen, şimdi, burada’ vurgularıyla birlikte, sanat boş tuvallerin sergi salonlarında sergilenmesine ya da dışkıyla resim yapılmasına kadar geldi dayandı.

Böylesi gelişmeleri elimizin tersiyle itemeyiz. Zira bizler de modern zamanlarda doğduk, modern formasyonlardan geçtik ve artık eşyayla birer modern insan olarak ilişki kuruyoruz. İslam sanatı olarak bildiğimiz mimari, musiki, şiir, hat, tezhip ve minyatür; modern dünyada, -şiir dışında kalanlar- sanatın bir şubesi olarak bile görülmüyor. Şimdilerde, geleneksel sanat olarak tesmiye edilen sanatlar ya taklide düşüyor ya da ‘gelenekselle moderni buluşturma’ gayretiyle parodi, pastiş ve kiç gibi postmodernist sanatın niteliklerine bürünüveriyor. Ömer Lekesiz’in uzunca bir zamandır Yeni Şafak gazetesinde konuyla ilgili yazdıkları, şimdilik kuramsal arayışlar bakımından kayda değer nadir çalışmalardandır.

Selçuk Mülayim; kültür ve sanatta İslami motiflerin altını kalınca çizmeye çalışan yeni eğilimin, mimari ve el sanatlarında, ‘ötekiler’den ayrılmanın bir yolu olarak kendini dışa vurduğunu söylüyor: “İslâm’a ait olduğu var sayılan her şekil ve renk, Hint, Endülüs ya da Memlük kökenli olmasına bakılmaksızın aceleyle devşirilirken, yeni İslâm enternasyonali adına, tuhaf bir Esperanto doğmaktadır. Sanattaki bu eklektik yönelim, panik halindeki arayışlar sırasında ortaya çıktığından, ölçü, uyum ve esasları açısından ciddi, fakat daha çok ironik göstergeler sunuyor.” (Selçuk Mülayim, İslâm Sanatı, İsam Yay. İstanbul 2010, s. 197)

Sanatın, hayat telakkisinden bağımsız olamayacağını söylemiştik; yeni hayat telakkisi her anımızı ve her yanımızı kuşatmışken, metropollerde neredeyse tabii olanla yüz yüze gelme imkanımızı bunca yitirmişken, atalarımız gibi bir sanat ve estetik ortaya koymamız muhaldir. Bu izleri öykü ve roman üzerinden sürmek çok daha kolaydır. Örneğin Rasim Özdenören’in öykü kitaplarının başlıkları bile sözünü ettiğimiz parçalanmayı göstermek için yeterlidir: Hastalar ve Işıklar; Çarpılmışlar; Çözülme; Çok Sesli Bir Ölüm; Acemi Yolcu. Ya da Necip Fazıl Kısakürek’in şiirlerindeki modern insanın kaldırımlarda, otel odalarında geçirdiği cinneti hatırlayalım.

Atalarımız gibi salt güzeli, iyiyi, doğruyu yazamıyoruz; yazdığımız öykü ve romanlar mutlaka çatışma, gerilim, dram, trajedi, dağılma ve parçalanma üzerine kuruluyor. Marshall Berman’a göre modern olmak, paradoks ve çelişkilerle dolu bir hayat sürmek demektir: “Modern ortamlar ve deneyimler coğrafi ve etnik, sınıfsal ve ulusal, dinsel ve ideolojik sınırların ötesine geçer; modernliğin, bu anlamda insanlığı birleştirdiği söylenebilir. Ama, paradoksal bir birliktir bu, bölünmüşlüğün birliğidir: Bizleri sürekli parçalanma ve yenilenmenin, mücadele ve çelişkinin, belirsizlik ve acının girdabına sürükler. Modern olmak, Marx’ın deyişiyle ‘katı olan herşeyin buharlaşıp gittiği’ bir evrenin parçası olmaktır. Kendilerini bu girdabın tam ortasında buluveren insanlar buraya düşen ilk, belki de tek insanın kendileri olduğunu düşünürler; modernlik öncesi bir ‘Yitik Cennet’e dair sayısız nostaljik mitosu doğuran işte bu duygudur.” (Marshall Berman, Katı Olan Her Şey Buharlaşıyor, (çev. Ü. Altuğ-B. Peker), İletişim Yay. İstanbul 2004, s. 27-28) Bugün yazılan öykü ve roman, modernliğin yarattığı bütün bu parçalanmışlık, dağılmışlık, yalnızlık halleriyle savrulduğumuz hayat içinde yaşadığımız yabancılığımız, ruhsal gerilimlerimiz, çatışmalarımız, varoluşsal kaygılarımız ve cinnetimizle maluldür.

Gelenek ve modernlik arasında yaşanan yarılma, çatışma ve gerilim ister istemez eserlere yansımaktadır. Doğal olarak bu dönemin eserleri de iyiyle kötünün, doğruyla yanlışın, güzelle çirkinin arasında salınıp durmaktadır. Çünkü kötü, çirkin, zararlı gibi fuhşiyatın tamamının men edilemediği, tersine giderek meşruiyet kazandığı modern hayat içerisinde, geleneksel sanatta ortaya konan ‘saf’lığa ulaşmak da mümkün olamamaktadır.

Elbette insan yeryüzünde başıboş bırakılmamıştır; Kur’an bir hidayet rehberi ve Furkan olarak elimizin altındadır. İnsanın öncelikle kendi yaratışına, fıtratına uygun bir halin ve adil, ahlaklı bir toplumun nasıl teşekkül edeceğine dair ilkeleri belirlemiştir. Ancak bu hal, toplumsal yaşamın söz konusu ilkeler etrafında kurulmasıyla mümkündür; değilse, geriye kalan tek tek insanların, böylesi bir dünyada nasıl daha adil ve ahlaklı olabileceği kaygısıyla sınırlı kalmaktadır.

İşte insanların tek tek yaşadıkları bu kaygı, Müslüman sanatçının da kendini ifade ederken neyi, nasıl anlatacağını belirler. Zira “Bunlar Allah’ın koyduğu sınırlardır; onları ihlal etmeyiniz: Zira kim Allah’ın koyduğu sınırları ihlal ederse, işte onlar zalimlerdir!” (2/Bakara-229) diye Kur’an uyarır. Ancak modern hayat içerisinde sanatın sınırları konusu yeterince tartışılmamıştır. Yazımız boyunca vurguladığımız gibi İslam sanatı ve estetiği çalışmaları da bu dönemi kapsayacak şekilde genişletilmediği için, söz konusu sınırları aramak, sanatçının kaygısıyla sınırlı kalmıştır. Örneğin Rasim Özdenören’den mülhem söylersek, Müslüman bir müteahhit ne kadar bina yaparsa yapsın, hiçbirinin tuvaleti kıbleye bakmaz.

Gündelik hayatını imanın ilkeleri çerçevesinde düzenlemeye özen gösteren Müslümanlar, sanat ya da başka alanlarda kendilerini ifade ederken, elbette kendilerini aynı çerçeveyle sınırlamaktadırlar. Çünkü eser de amellere dahildir ve müminler amellerinden hesaba çekileceklerdir. Ancak bu sorumluluk bilincine rağmen modern hayat içindeki Müslüman sanatçılar, eserlerinin de sınırlarını sorgularken ister istemez modern reflekslerle hareket edebilmektedirler. Çünkü bu hayatın dışına çıkabilmek mümkün değildir, yıllar içinde neyin ne kadar modern bir refleks ya da modern bir anlayış haline geldiğinin muhasebesini yapabilmek de zordur; tıpkı balığın suyu bilmemesi gibi. Hasan Aycın’ın sıkça çizdiği gibi idam ipi boynumuza geçmiştir ve ucu da elimizdedir.

Öykü ve roman üzerinden iz sürdüğümüzde iki tür refleks geliştiğinden söz edebiliriz. Birincisi, modern hayat içinde meşruca arz-ı endam eden her türlü fuhşiyata sırt dönmek ve böyle bir şey yokmuş gibi davranmak. İkincisi modern hayata sabırla göğüs germek, onunla hesaplaşmak ve sözünü çağa karşı söyleyebilmek. Şimdilik bu arayışlar alabildiğine indî kalmaktadır. Tabii ki burada önemli olan, yıllar içinde bizim de bir medeniyet kurduğumuzun bilincinde olmaktır ya da en azından kültür diyelim. Şimdi biz nasıl geriye dönerek, tarihi dönemselleştirip atalarımızın kurduğu medeniyetlerden söz ediyorsak; bir zaman sonra torunlarımız da geriye dönüp bizim ortaya koyduklarımızı değerlendirecektir. Biz tarihe bakıp ‘atalarımızın şanlı geçmişinden, şaheserlerinden’ bahsederken; onlar bizler için ne diyecekler acaba?

(Hece, Haziran-Temmuz-Ağustos 2013, s. 198-199-200)

Cemal Şakar
Devamını Oku »

Teknoloji ve Geri Kalmışlık Söylemi

Ziyauddin Serdara göre, modernizmin, İslâm dünyasında iki Batı ideolojisinin sentezi olarak ortaya çıkmıştır: Teknisizm ve milliyetçilik. Bu bağlamda teknikçi söy­lem karşısında Müslümanların tartışmasız bir şekilde, tarihsel tecrübelerinin ak­sine, Batının üstünlüğünü kabul ettiği açıktır. Daha önceki dönemlerde, farklı medeniyetlerle karşılaşmaları neticesinde kendi kültürel kimliklerini kaybetmek­sizin belli alışverişler ve etkileşimler gerçekleşmiştir. Serdar’a göre Batı’nın en­telektüel üstünlüğü daha çok bilgi ve teknoloji alanında görülmüştür. Bundan do­layı rasyonalist ve teknolojik bir bakış açısı hâkim olmuştur. Buradan başlayarak Batı medeniyeti ideal olarak benimsenmiştir. Bir geri kalmışlık söyleminin sonraki dönemlerde âdeta dünyanın her yanındaki Müslümanlara sirayet ettiği söylenebilir. “Müsliimanlar geridir' söylemi bir noktadan sonra sadece teknolo­jik bir geri kalmışlığı ifade etmekten çıkmış, sanatsal, kültürel, idari, iktisadi bir­çok alana teşmil edilmiştir. Müslümanların geri kalmışlıkları onların her an yar­dıma ve müdahaleye hazır tutulmasıyla ilgili sonuçlar doğurmuştur.

Kime ve neye göre bir geri kalmışlık sorusu, çok da anlam ifade edemediği gibi, gündeme dahi gelmemiştir. Serdar, bu durumu, İslâm’ın çağdaş dünyadaki yerini kavramaktan uzaklık olarak nitelendirmiştir. Ona göre İslâm’ın politik ve sosyal hayatta artık etkinliğini kaybetmesinin en önemli nedeni Müslüman top­lumun değişikliklere ayak uyduramaması ve İslâm’ın değişen hayat şartlarına yorumlanmamasıdır. İslâm Medeniyeti’nin ilk dönem medeniyet temaslarında ve karşılaşmalarında bir sorun oluşmamıştır. Ancak çağdaş Müslüman toplumunun en dikkat çeken özelliği Serdar'a göre çağdaş dünyaya ayak uyduramamasıdır. Çağdaş dünyaya ya da çağdaş kavramının ideolojik anlam yüklenmelerinden dolayı» günün koşullarına ayak uyduramama konusunda gelenekle modernlik arasında bir sarkaçta gelgitler yaşanmaya devam etmektedir. Geleneğin de dondu­rulmuş ve sabitlenmiş olarak zamanlar arası bir yolculuğa çıkarılması ile gelene­ğin hareketini reddeden hatta geleneği reddeden modernist söylem ile Müslüman düşünce geri adımlar atmıştır, atmaktadır. Zamanın koşullan tartışmasında kar­şımıza çıkan uyum yollu yaklaşımların çok da mesafe aldırdığı söylenemez. Ak­sine bu tür yaklaşımların modernizm ve kapitalizm konusunda uyum gösterme riski taşıdıktan son derece açıktır. Zira modernizm ve kapitalizm konusunda uyum sergileyen hareketlerin zaman içinde, bunların birer parçası oldukları da görülmektedir.

Gelenek ve Modernliğin Arası

Çağa uyum ve buna ilişkin yorum, belli noktalarda kırılmalar getirmiştir. Bu bağlamda oluşan modernist söylem, kimi noktalarda radikal bir tavra bürünerek İslâm Medeniyeti’nin geçmiş birikimi ile sorunlar yaşamıştır. İslâm Medeniye­ti’nin kendi içinde bir gelenek oluşturduğu, bu geleneğin de farklı bir devinim ta­şıdığı açık. Ancak adaptasyon ve çağa seslenme konusunda doğan sorunlar gide­rek bu geleneğe dönük olumsuz etkiler doğurmuş, geleneğe hasmane bir yakla­şıma neden olmuştur. Türkiye’de çağa uyma söylemi, İslâm’ı çağa uydurma ve söyletme şeklinde gelişen düşünce yüksek sesle ifade edilmemiştir. Zaman za­man siyasetin pragmatist söylemleri içinde bu tür tanımlama ve ihtiyaç beyanla­rına başvurulmuştur. Ancak fikri tekâmül anlamında bir sürece ve merhalelere sahip olamayan İslâmî modemist söylem kesik kesik, bağlanışız, tarihsel ve kül­türel bir arkaplandan yoksun olarak ortaya çıkmaya devam etmektedir.

Bir diğer metodolojik yanlış ise medeniyetle sağlıklı bir ilişki kuramayan Müslümanların, genel olarak algılarını Ziya Gökalp ve sonrasında gelen isimle­rin medeniyeti teknolojiye indirgeyen ve bunu da Batı’da arayan bir yola girme­leri olmuştur. Dolayısıyla Batı’nın teknik medeniyeti evrensel ve toplumlar ara­sı geçerliliği olan bir boyuta taşınmıştır. Osmanlının son dönemlerinde sadece Osmanlı değil tüm İslâm dünyası var olup olmama noktasındaydı. Tanzimatla başlayan, cumhuriyetle radikal bir yaklaşım kazanan modernleşme, belli kırılma­lar ve kopmaları da getirmiştir. Gökalp’in tezleri, âdeta tecrübî bilgisi ve sosyal tezi olmayan bir dünyanın önüne konulmuştur. Hafıza, savaş yıllarında ve sonra­sında sıfırlanmaya başlamış, âdeta dünyaya yeni gelmişçesine yeni bir dil ve ke­şif çabasına girişilmiştir. Müslümanların 20. yy.’da karşılaştıkları hafıza kopuş­ları hâlâ bir türlü  onarılabilmiş değil. Medeniyet olma yolunda en büyük hamle­lerden olan dil, bir anda geride bırakılmış, yeni ve tarih kaynaklarına ulaşamayan bir dil inşa edilmiştir. Bu dil, sadece bir harf değişimi değil, önemli bir zihin kı­rılmasıdır aynı zamanda geçmişle koparılan bağ sadece kültür kodları üzerinde gerçekleşmemiş, insan unsuru da adeta geri plana itilmeye zorlanmıştır.

Süreç içerisinde kamusallıktan ötelenen insan kitlelerinin yeniden toplumla temas kur­maları ilk dönem cumhuriyet modernleşmesinin tek tip kültür, tarih, medeniyet ve din anlayışını bir nebze de olsa bertaraf etmiş, alternatif bir hafıza oluşturmuş­tur. Ancak zaman içerisinde tarihsel birikim ve kültür kodlan ile tam olarak bir temas kurulamamıştır.

21.yy. başında yaşanan siyasal değişimler karşısında Türkiye’deki Müslü­man düşünce kadar tüm düşünce yapılan enteresan bir tarihe dönüş sürecine gir­miştir. Bunun tarihle ciddi bir buluşma olarak yorumlanabileceği gibi tarihin gü­nün konjonktürel yönelimlerine manivela yapılması olarak da bir yorum gelebilir. Bu ikinci yorum çerçevesinin devlet eliyle belirlendiği de bir diğer önerme olabilecektir.

Murat Erol, Hece Dergisi, İslam Medeniyeti Özel Sayısı
Devamını Oku »

Hicret Sonrası Müslümanların Yahudilerle İlişkileri

Hicret Sonrası Müslümanların Yahudilerle İlişkileri

Siyasi Alanda İlişkiler

Hicretin ilk yıllarında Yahudiler Medine’de okluk­ça güçlü idiler. Kitap ehli olmaları sebebiyle Araplar üzerinde önemli etkileri vardı. Ancak Medine'de İslâm’ın varlığı, bölük-pörçük ve birbiriyle savaş halindeki Evs ve Hazreç kabilelerini birleştireli. Diğer taraftan Hicretle beraber Medine’nin sı­nırları belirlendi ve bir Vesika (Medine Sözleşmesi) hazırlandı. Bu Vesika'ya Yahudiler sonradan dahil oldular. Hz. Peygamber Yahudilerin İslâm’a girmeleri için çok gayret göstermişti. Ancak Yahudilerin çok az bir kısmı hariç, İslâm’a girmedikleri gi­bi önce halkı şüpheye düşürerek kararsızları etkileme, ilerleyen aşamalarda ise top­lumu kin ve düşmanlıkla doldurma ve nihayet Müslümanlara hile ve tuzaklar kurmak suretiyle ortadan kaldırma şeklinde bir strateji takip etmişlerdi.

Yahudilerin Hz. Muhammed ve Müslümanlara karşı ön yargılı olmalarının ve İslâm’a karşı mücadelelerinin arka planında şu hususlar yatmaktaydı: öncelikle o dönemde Yahudi din adamlarının cemaatleri üzerinde tartışmasız otoriteleri vardı. Kuran'da da belirtildiği üzere, din adamları dünyevi menfaatleri gereği hakkı gizleme yoluna gitmişlerdi. Diğer bir sebep de sahip oldukları güçlü dinî ve kültürel gelenekti. Bu güçlü arka plan; Yahudilerin İslâm’a karşı direncini beslemiştir. Hz. Peygamber’in İslâm’a davet çağrısına, Yahudilerin “atalarının yollarından ayrılmayacakları” (Bakara 2/170; Mâide 5/104) şeklinde cevap ver­meleri. bunu göstermektedir. Yahudilerin karşı çıkışlarının en önemli sebeplerin­den biri de hiç şüphesiz ırkçılıktan kaynaklanan kıskançlıkları idi. Hz. Muham­med’in kendi ırklarından çıkmaması nedeniyle, İslâm’a karşı müşriklerle bile it­tifak kuracak kadar Tek Tanrıcı geleneklerine aykırı davranmışlardı.

Hz. Muhammed, bu önyargı ve düşmanlığın gayet farkındaydı. Buna karşı bir dizi tedbir almayı ihmal etmedi. Öncelikle yukarıda zikri geçen Medine Vesika'sı hazırlanmış, ardından Medine’de Yahudilerin hâkim olduğu pazara alternatif bir pazar kurulmuştu. Bu siyasi ve ekonomik tedbirler yanında kılık kıyafetten, saç stiline kadar alternatif uygulamalarla, özgün bir ümmet oluşturularak Yahudile­rin Araplar üzerindeki psiko-sosyal üstünlüğü kırılmıştı. Bu uygulamaların çoğu­nu Müslümanlar bugün Hz. Muhammed’in sünneti olarak uygulamaktadırlar.
Medine’de köken itibariyle Yahudi olan Kaynukaoğulları, Müslümanlarla ak­dedilen anlaşmayı bozan ilk kabiledir. Bedir savaşının ardından Müslümanların başarılarını hafife alarak alay etmekle başlayan psikolojik didişme, Müslüman bir kadına yaptıkları tacize kadar uzanmıştı.

Bu olay bardağı taşıran son damla oldu ve Medine’den sürüldüler. Nadiroğulları’nın sonunu ise, Hz. Peygamber’e karşı suikast tertip etmeleri getirdi ve onlar da şehirden sürüldüler. Medine’de kalan, köken itibariyle Yahudi olan son kabile Kurayzaoğulları ise Hendek sava­şı sırasında Vesikadaki şartlar gereği Müslümanlara yardım etmeleri gerekirken, bunu yapmadıkları gibi, putperest Araplara şehirle ilgili önemli istihbarat bilgileri de vermişlerdi. Kuşatmanın kaldırılmasından sonra, bu davranışlarının hesa­bı sorulmak üzere mahallelerindik kuşatıldılar. fazla direnemeyen Yahudiler Se’d b. Muaz’ın hakem tayin edilmesini talep ederek onun vereceği hükme razı olacaklarını bildirdiler. Eski müttefikleri Sa’dda, onları Tevrat’tan kendi şeriatların da ihanete verilen hükümle cezalandırdı.

Müslümanların Yahudi kabilelerine karşı bu tavırları, onlara düşmanlıklarından değil, bizzat onların düzeni bozmalarından kaynaklanmıştı. O dönem İslam toplumunda bu üç kabile dışında sayılan on beşi geçen birçok Yahudi kabilesi Müslümanlarla yan yana yaşamaya devam etmişlerdi. Hatta Hz.Muhammedin eşlerinden Safiyye ile Reyhane nedeniyle akrabalık ilişkileri dahi kurulmuştu.

Arabistan'ın diğer bütçelerindeki Yahudilere gelince; Hudeybiye sonrası Hayber fethedilmiş, aynı yıl Fedek Yahudileri kendiliklerinden Vadilkura Yahudileri de bir günlük muhasaradan sonra Hayber Yahudilerinin yaptığı anlaşma şartları üzere teslim olmuşlardı. Tebük seferi sırasında da diğer bazı Yahudi kabileleri İslâm hâkimiyetini tanıdılar. Bunların her biri, farklı anlaşmalarla İslâm hâkimiyetine girdiler.

Gündelik Hayatta İlişkiler:

Yahudilerdeki seçilmişlik anlayışı ile asırların getirdiği dışlanmışlık, kendilerini diğer milletlerden üstün gütmeye sevk etmiş, bu anlayış dinî literatürlerine de yansımıştır. Hz. Peygamber'ın çağdaşı Yahudilerin "öteki”ne (Yahudi olmayan/goy) bakışı bu kabulün üzerine inşa edilmiş; kabul Talmud’da şekillendirilmişti. Yahudilerde "öteki"ne bakışın dönemsel olarak, din adamından din adamına, hatta olaydan olaya farklılık gösterdiğini belirtmek gerekir.Kuran’da bu ikili tavra, gayet realist şekilde değinilmiştir; Yahudiler özelinde Ehl-i Kitap’ın bir kısmına bırakılan çok önemli emanetlerin aynen iade edileceği; bir kısmının ise "ümmilere karşı sorumlulukları olmadıkları’’ için çok küçük bir şeyi dahi gasp etmeye çalışacağı belirtilmiştir (Âli Imrân 1/75). Ayette geçen “ümmi" ifadesinin Yahudilerdeki karşılığı "am hara~arets"dır. Yahudi geleneğinde bu tabir, “dini kaygısı olmayanlar" için kullanıldığı gibi, “Yahudi olmayanlar" için de kullanılmaktadır. Burada ikinci mana kastedilmekledir.

Yahudilerin İslam literatürüne yansıyan olumsuz özelliklerinin başkadan şunlardır; Dünya malına çok düşkünlerdi. Hatta bu tutum onları Allah'ı cimri görmeye sürüklemişti (Âl-i İmrân 3/181; Mâide 5/04), Yahudiler Hz. Peygamber’e "Muhammedi ya da "Nebi" ve "Resül" gibi peygamberliğini ifade edecek ya da çağrıştıracak şekilde hitap etmiyorlardı. Genelde oğlu Kâsım’a nispetle "Ebü Kasım" şeklinde hitap ediyolardı.

Bu tutumun, Hz. Peygamber'in, beklenen “kurtarıcı" mesih ismini ya da sıfatını unutturma veya gölgeleme gayretinden kaynaklandığı aşikardır. Bir diğer özellikleri ise. Hz Muhammed ile konuşurken küçük telaffuz oyunlarına başvurmaları idi. Örneğin kendilerine verilen selam’a ‘’lanet veya ölüm’’ manasına gelen ‘’sam’’ kelimesi ile yaptıkları kelime oyunu ile karşılık veriyorlardı.Bunun yanısıra Kur’anda ‘’reina’’(bize bak,bizi dinle manasında hitap cümlesi) yerine aynı anlamdaki ‘’unzurna’’ ifadesinin kullanılmasının tavsiye edilmesi (Bakara,104) yine onların bir kelime oyunları sebebiyledir.Yahudiler o hitapla,bir kelime oyununa müracaat ederek İbranice ‘’ra’na’’ ‘’şu bizim hayırsız !’’ anlamında kullanılanılıyordu.Buna benzer başka örnekler de mevcuttur.

Öte yandan o dönem Müslüman-Yahudi ilşkilerinin tamamen bu tür olumsuz ilişkiler üzerine kurulmadığının da belirtilmesi gerekir.Çünkü kaynaklarda Hz.Peygamber’le aynı toplumu paylaşmanın gereği olarak medeni ilişkiler içersinde olan Yahudilerden de bahsedilmektedir.

Nuh Arslantaş, Hece Dergisi, İslam Medeniyeti Özel Sayısı

 
Devamını Oku »

Müslümanların Yabancılarla İlk Etkileşimleri

Müslümanların yabancı kültürlerle temaslarının ilk neticesi düşünsel alanda olmuştur. Yabancı kültürün edebi-sosyal-siyasal-bilimsel yazın birikimi dikkatleri çekmiş ve bu yönde bir yandan fetihler sürerken bir yandan da bu eserlerin Arapça hakim dile kazandırılması çalışmaları hız kazanmıştır.

Temasların bir sonucu olarak, felsefe ve bilim birikimini elde etmeye yönelik olarak gerçekleştirdikleri ilk tercüme faaliyeti hakkında, Emevi prensi Halid b. Yezid (85-704) anılır. İlk Emevi Halifesi Muaviye’nin torunu olan ve ‘Mervan ailesinin filozofu’ olarak isimlendirilen Halid, ilk tercüme faaliyetlerini başlatmakla özellikle İslam bilim tarihinde önemli dönüm noktasına damgasını vurmuştur. Halid, İskenderiyeli Rum asıllı Mar Yuhanna’dan kimya öğrendiği gibi Mısır’da yaşayan ve aynı zamanda iyi Arapça bilen bir grup felsefe alimini Dımaşk’a davet ederek Yunanca ve Kıptice’den tıp, astronomi ve kimya ile ilgili bir çok eseri Arapça’ya tercüme etmelerini sağlamıştır.

Bu devirde bütün ilim dallarını ihtiva eden sistematik ve tedrici tercüme faaliyeti bu sayede büyük ölçüde gelişmiştir. Yabancı eserleri toplama faaliyeti Abbasiler tarafından daha da ileri götürülmüş, diplomatik yollar kullanılarak orijinal el yazmaları elde edilmiştir. En fazla göz önünde tuttukları Yunan eserleri olmakla birlikte Fars ve Hind literatüründen tıp, matematik, astronomi ve coğrafyaya ait eserler de tercüme edilmiştir. Daha sonraki asırlarda bilgin ve sanatçılar, Şam, Buhara, Bağdat, Kahire, Fez, Kayravan, Zeytuna, Kurtuba, İsfehan, İstanbul, Delhi gibi İslam dünyasının en önemli şehirlerinde ikamet ederek buraları ilim merkezleri haline getirmişlerdir.

Aşağıda geniş hinterlandları ile ele alınacak olan medeneniyetlerle İslam medeniyetinin etkileşimleri siyasi, kültürel, sosyal, ekonomik bir çok alanda gerçekleşmiş fakat; kalıcı, yayılımcı, etkileyici ve değiştirici olması dolayısıyla kültür etkileşimleri bu medeniyetler arasında asırlarca süren ve nesilleri peyderpey etkileyen –halihazırda etkilemeye de devam eden- uzun soluklu bir  etkileşim alanı olarak karşımıza çıkmaktadır. İslam’ın ilk yıllarındaki sahih dini öğretinin ve yalın dünya tsavvurunun değişmesi ve karmaşıklaşması pahasına kültür etkileşimleri her yeni coğrafi fetih ile birlikte daha da girift hale gelmiş, bununla birlikte İslam’ın temel öğretileri yeryüzüne yayılmaya devam etmiştir.

Etkileşimleri sağlayan sınıfların en başta tüccarlar olması manidardır. Tüccarlar, güvenli sınır hareketlerine ihtiyaç duyan, savaş, husumet ve güvensiz devletlerarası ilişkilerden ilk ve en fazla etkilenecek olan sınıf olması hasebiyle kültür etkileşimlerinde öncü vazifesi görmüşlerdir. Özellikle Hz. Muhammed (s.a.v.) in öğretilerinden sonra İslam’ı kabul eden ilk Araplar’ın sürdürdükleri ticari ilişkilerinin yanına, İslam’ın öngördüğü ve herkeste güven uyandıran düsturları eklediklerinde diğer kültürlerle olan çatışmalar da ortadan kalkmış, ‘İnananlar ancak kardeştir’ ilkesi temel hedef olarak benimsenmek suretiyle karşılıklı güvenin dini boyutu yavaş yavaş inşa edilmiştir. (Gönül Yonar- Hece Edebiyat, İslam Medeniyeti Özel Sayı, 2013)

Dünya, her dönemde çok boyutlu bilgi kaynaklarına ihtiyaç duymuştur. Günümüz modernist paradigmaları ‘global’ tektipliliği önerse de, müslümanın algısı bu konuda berrak olmalıdır. Çünkü İslam medeniyetinin dinamikleri bizzat Kur’an merkezli bir evrenselliği işaret eder.

‘Doğu’da Batı’da Allah’ındır; nereye dönerseniz dönün Allah oradadır.’ ayetinin İslam medeniyetine sağladığı perspektif, onun toplumlarla kurduğu bağın temel kriterlerini oluşturur. Olumlu olumsuz günümüzde dek süren etkileşimlerin, medeniyet havzaları arasında sağladığı potansiyeller artık ‘global’ algının tek merkez idrakine indirgenmiş durumdadır.

Bugün artık dünya, gittikçe anlamsız bir hal alan ve baskın kültürün gücü ile birer robot haline dönüşmüş durumdadır. Doğu’nun Batı karşısındaki bu durumu için tarihsel geçmiş hiç de uzak değilken, Doğu, yenilmişliği, geri kalmışlığı çoktan benimsemiş olarak, kendisinde varolan dinamikleri bir türlü harekete geçirememekte ve kendi kültürel mirasının üzerinde yükselen Batı’nın, günümüzde artık yozlaşmış politikalarına küresel ölçekte maruz kalmaktadır. Uzun süren sömürgeleştirme hareketlerinde neredeyse paramparça olan Doğu dünyası, düşmanlığın, husumetin, savaşların ve katliamların sıradanlaştığı bir coğrafya haline gelmiştir.

Kanımız odur ki, eğer Batı, gerçekleştirdiği rönesans sonrası bilimsel ilerlemelerine devam etmesine rağmen, Doğu coğrafyasına yönelip başta küçük eyaletlerden başlamak üzere sömürgeleştirme hareketine girişmemiş olsaydı, salt kendi bilimsel teknolojik gelişmeleri bağlamında yoluna devam etseydi, Doğu kendi geri kalmışlığını bir süre sonra aşabilirdi. Sömürgeleştirme; sosyal-ekonomik-kültürel-siyasal boyutlarıyla, aynı coğrafyayı paylaşan insanların birbirlerine olan güvenlerini, inançlarını, sadakatlerini yerle bir etmeyi başarmış bir proje olarak, bir medeniyeti bir daha ayağa kalkamaz şekilde sakatlamanın da adı olmuştur. Birkaç asır önce birbiri ile ciddi etkileşimlerde bulunan iki medeniyetten birinin ilerlemesinin, diğerinin bu denli bir ölümüne neden olması doğrusu ancak sömürgeleştirme gibi son derece ‘alçakça’ bir girişimle açıklanabilir. Bu nedenle kurumlarına, siyasal yapısına, dini değerlerine, siyasal dengelerine, ilmi zenginliğine, kültürel kuşatıcılığına karşı oynanmış bu oyunu bozmak Doğu’nun her evladının boynuna bir borçtur. Elbette bunun başta siyasal olmak üzere birçok nedeni vardır. Hilafet kurumunun ortadan kaldırılmasıyla idare eden odak mevzusundan yoksun kalan Doğu dünyası, kültüründen, dini değerlerinden ve tarihsel birikiminden yola çıkarak yeniden kendi rönesansını gerçekleştirebilir.

Yukarıdaki değindiğimiz ‘ Doğu da Batı da Allah’ındır.’ ayetinin sağladığı kozmolojik gerçek, müslüman idrakin maddi ve coğrafi sınır algısına esir olmaması sonucunu doğurur. Zamanın doğrusal olmasından ziyade devrî olduğu düşüncesini de buna eklediğimizde, İslam medeniyetinin teorik olarak medeniyeti tektipleştirme tehlikesine karşı tedbir aldığı da gözden kaçmamalıdır. İslam medeniyetinin böyle bir gücü vardır ve bu güç, bizzat onu vareden iç dinamiklerinde mevcuttur.

Global dünya düzeninin, medeniyetler çatışması senaryolarına karşı İslam’ın kadim medeniyetlerle kurduğu sağlam iletişimin en azından teorik sonucu bize ‘Doğu’da Batı’da Allah’ındır.’ ayetinde gizli olan ortak insanlık mirasını işaret etmektedir.

Gönül Yonar- Hece Edebiyat, İslam Medeniyeti Özel Sayı, 2013
Devamını Oku »

İslam İnancın'da Medeniyet

İslâm inancı açısından Medeniyet devlet teorisi olma­yıp, Müslüman toplumun yeryüzünde “halifetü’l arz” vasfına uygun şehir sis­temleri kurarak ticarî/içtimaî/ilmî/adlî yapıyı imar etmesidir. Bunun bir akitler, bağıtlar yapılaşması ile karşılıklı mesuliyetler getirdiği tartışmadan varestedir. Şehirler sistemi, Osmanlı asırları boyunca Osmanlı siyaset yapısının yanında tat­bik edilmiştir. Osmanlı siyaset yapısına taraf olmayan halkın vakıf, bedesten, mahalle, tımar, tekke, medrese ve kadılık sisteminin gerçek hamisi ve hadimi ol­duğu reddolunamayacak bir gerçektir. Medeniyet ahkâmı yaşayan toplumla ilgilidir, halkın Müslümanca yaşamına/dindarlığına dair kurumlarıdır ve top­lumsal manada yalnızca İslâm’dır.

(Lütfi Bergen)

Hece Dergisi,İslam Medeniyeti Özel Sayısı
Devamını Oku »

Kuran-ı Kerim ve Bir Medeniyet İnşası

Medeniyet tabiri bizim geleneğimizde olumsuz anlamının yanı sıra olumlu manada da kullanılmıştır. Birçok eserde rastladığımız “Islâm Medeniyeti” tabiri bu kelimenin olumlu manada kullandığı yerlerden biridir. Islâm Medeniyeti, ta­biri gerçekte geniş bir coğrafî alanı, engin ve zengin bir kültürel mirası, derin ve köklü bir kültürel geleneği ifade eder. Bu tabirle coğrafî olarak Uzakdoğu ve As­ya’dan başlayıp Afrika'nın içlerine, Kuzey Afrika’dan ta Pasifik okyanusuna ka­dar geniş çaplı bir coğrafi alanın sahip olduğu ve insanlığa miras bıraktığı kültü­rel çeşitliliklerin birleşimi anlaşılır. İşte bu devasa coğrafi yapı ve farklı dil ve et­nik kökene sahip toplumların mensubu olduğu medeniyet, “Bu şekilde sizi orta bir ümmet kıldık ki insanlığa şahitler olasınız, Resul de size şahitlik etsin’’(Ba­kara Suresi, 2/143) ayetinin muhatabıdırlar.

Aslında Kur’an’ın dünya görüşü onu beyan etmek ve tebliğle sorumlu olarak Hz. Peygamber’in hayatında tecessüm etmiştir. Hz. Peygamber’in hayatı, Kur’an’ın fiili tefsiri ve tatbikidir. Onun hayatında müminler için en güzel örnekler yeral­maktadır. Kur’an ve onun fiili tefsiri niteliğindeki sahih sünnetin içerdiği inanç, ibadet, ahlak, hukuk, siyaset, iktisat ve diğer alanlarla ilgili esas ve uygulamalar, İslâm medeniyetinin fikri ve ameli yapıtaşları olmuştur. Kur’an’ın kılavuzluğun­da yürüyen İslâm medeniyeti, kaynağını vahiy ve akıldan alan bir özellik arz et­miştir. Bu medeniyet vahyin rehberliğinde yürümek isteyen müminlerin akılları­nın erdiği, fehimlerinin yettiği ve muhayyilelerinin canlandırdığı yapı(m)larla şekillenen bir medeniyet olmuştur.

Hikmetin müminin yitiği olduğuna inanan İslâm ümmeti, İslâm’ın iman esas­larım, şartlarını, amelî hükümlerini, ahlak esaslarını, bireysel ve toplumsal haya­ta dair umdelerini, diğer kültür ve medeniyetlerin birikimlerinden de yararlana­rak harmanlamış ve böylece İslâm kültür ve medeniyetini inşa etmiştir.

Mukaddes kitaplar insanlara, kılavuz ve ilham kaynağı olur, insana, hayata ve evrene dair ortaya koydukları esaslarla medeniyet yolculuğunda güzergâh belir­lerler. Son İlâhî çağrı olan Kur’an da Yesrib adını taşıyan Medine’yi nurlandırarak “münevver” hâle getirmiş ve bu şehri “Medine-i Münevvere” yapmıştır. Hz. Peygamber, Medine’de ilk İslâm şehrini kurmuştur. Burada şehrin planlamasını, camisini, cami çevresindeki müştemilatı inşa ederek ilk örnek İslâm şehrini oluş­turmuştur. Hayata, insana, insanlara arası ilişkilere ve evrene dair söylemleriyle İslâm medeniyetinin tohumlarını ekmiştir. Medine’deki Mescid-i Nebevi, bitişi­ğindeki medresesi, hücre-i saadete ait odaları ile çok yönlü işlev gören bir külli­ye örneği olmuştur. Bu şehir çarşısı, sokakları, caddeleri, pazarı ve diğer mekân­larıyla Raşit halifeler döneminde eklenen diğer ilaveleriyle bir medeniyet örneği olmuştur. İslâm tarihinde Mekke ve Medine’den sonra farklı Müslüman devlet­lere başkentlik yapan diğer İslâm şehirleri, İslâm kültür ve medeniyetinin ışıltı­larını muhtelif coğrafyalardaki diğer şehirlere de yaymışlardır.

Allah Resulü, Medine’de önce müminler arasında sevgi, saygı, yardımlaşma ve dayanışmayı emretmiştir. Asırlardır birbirine düşman olan Evs ve Hazreç ka­bilelerini barıştırmış, Mekke’den gelen muhacirlerle Medineli ensarı kardeş yap­mıştır. Ensar ve muhacir kardeşliği Kur’an tarafından da övülmüştür. (Haşr, 9) Kur’an, müminlere erdemli olma ve takvada yardımlaşmayı emretmiş, günah ve düşmanlıkta yardımlaşmayı nehy etmiştir. (Maide, 2) Allah Resulü, Medine’de başkalarıyla ve diğer din mensuplarıyla bir arada yaşamayı hedeflemiş ve Medi­ne Vesikasını imzalamıştır. Karşı taraf ahitlerine bağlı kaldığı müddetçe kendisi hiçbir andlaşmayı bozmamıştır. Peygamber olmasına rağmen Önemli meselelerde vahiy yoksa ashabıyla müşavere etmiş, şura ve istişareyi müminlere de tavsiye etmiştir.‘’İşlerin hakkında onlarla müşavere et, azmedince artık Allah'a dayan, Allah kendisine tevekkül edenleri sever." (Al-i İmran, 129)

Kur’an'ın ilk muhatapları üzerindeki en büyük dönüşümü önce inanç düzeyinde yapmıştır. Cahiliyye Araplarının gökleri ve yeri yaratan ancak sonrasına karışmayıp işlevsiz hale gelen  birçok ortağı bulunduğuna inanılan Allah anlayışını hiçbir etkisi ve belirleyiciliği olmayan, evreni yarattığı sonra da onu kendi haline bırakan ve artık hiçbir şeye karışmayan etkisiz eleman niteliğindeki tasavvuru kökten yıkmıştır. Kur’an’la birlikte bu anlayış kökten değişti ve Allah inancı, Müslüman bilincinin merkezine yerleşti. İslâm, Allah merkezli bir din, İslâm medeniyeti de Kur’an merkezli bir medeniyet oldu.

Kur’an’ın ahkâma dair ayetleri, İslâm geleneğinde özgün bir hukuk sistemi­nin şekillenmesini sağladı. İslâm dininin iki temel kaynağı olan Kur’an ve sün­nete, icma ve kıyas da eklenerek yepyeni bir hukuk sistemi gelişti, serpildi. Di­ğer deliller de desteklenen bu fıkıh sistematiğinin sağladığı gelişme, İslâm me­deniyetinin bir fıkıh medeniyeti olarak adlandırılmasını sağladı.

Kur’an, ağır çöl şartları altında yaşayan bedevi bir toplumu kısa sürede hadari ve medeni bir ümmet hâline getirdi. Kur’an’nın birçok suresinde bireysel hayat­tan, gündelik yaşama ve hatta görgü kurallarına dair ayetlerin varlığı dikkati çe­ker. Bu ayetlerde Allah Resulüne karşı konuşma adabından, yemek davetlerine, evlere ve odalara nasıl girileceğinden, aile içi insani ilişkilere dair öğütleri de içe­ren birçok görgü kuralı yer almaktadır. Kur’an’ın evlenme ve boşanma adabına dair kuralları, evlilik ve yuva kurma, nişan ve düğün âdetlerine dair genel pren­sipleri, İslâm kültür ve medeniyetinin kılcal damarlarına kadar nüfuz etmiş, tarihi süreçte farklı milletlerin âdet ve gelenekleri üzerinde derin izler bırakmıştır.

Kur’an’ın yenilmesi ve içilmesini helâl veya haram kıldığı gıdalar, eti helâl veya haram olan hayvanlar, yeme ve içemeye dair çizdiği sınırlar İslâm medeni­yetinde diğer medeniyetlerden farklı bir yemek ve mutfak kültürünün ortaya çık­masını sağlamıştır. Yenilmesi ve içilmesi helâl veya haram olan gıdalara dair sı­nırların netliği İslâm geleneğindeki mutfak kültürünü diğer mutfaklardan net bir biçimde ayırmıştır.

Kur’an’ın sanata dair bakışı, güzele ve güzelliğe dair temel bakış açısı, güzel sanatlar alanında da İslâm medeniyetinin diğer medeniyetlerden farklılığını orta­ya çıkarmıştır. Putperest bir toplumu ıslahı hedefleyen Kur’an’ın heykel ve res­me yönelik sınırlayıcı ve mesafeli tutumu, İslâm medeniyetinde resim ve heykel­den ziyade, hüsn-ü hat, tezhip, nakkaşlık ve minyatür gibi yönelişlerin ortaya çıkmasını sağlamıştır. İslâm’ın sanat ve estetik anlayışı Müslüman toplumlara özgü sanatların gelişmesini, geleneksel sanatların ortaya çıkmasını, mimari yapı­ların farklı bir estetik anlayışla tasalarnmasını sağlamıştır. İslâm geleneğinden devraldığı mirasa diğer toplamların kütür ve medeniyetlerinden de istifade ede­rek Osmanlı medeniyetinin insanlığın Kültürel mirasına kazandırdığı mimari eserler, İslâm estetiğinin ince zevkini ve mimarının yükseldiği zirveyi yansıtır.

Kur’an’ın musikiye ve eğlenceye yönelik bakışı, İslâm medeniyetinde özgün bir musiki zevkinin doğmasını sağlamıştır. Musikinin ruhun gıdası olduğu anlayışı,tensel hazları ve taşkınlığı değil, ruhsal dinginliği ve huzuru arayan farklı bir zevk ve ahengin tezahür etmesini sağlamıştır.

Medine’de inşa edilen mescidin merkezi işlevi ve konumu, İslâm şehirlerinin merkezinde mabedin yer aldığı bir yapılaşmaya göre kurulmasını sağlamıştır. Bu ilk örnek Islâm medeniyetinde, ceminin etrafında medreselerin, aşevlerinin, tür­belerin yer aldığı külliye geleneğini ortaya çıkarmıştır.

Kur’an her şeyden önce bir fesahat ve belagat şaheseri, Hz. Peygamber’in en büyük mucizesidir. Cahiliye şairlerini susturan Kur’an’ın eşsiz fesahat ve belagati, içerdiği edebî zenginlik Islâm medeniyetinde sözün, şiir ve edebiyatın gelişimi­ne çok büyük etki etmiş, büyük ediplerin yetişmesine zemin teşkil etmiştir. İlâhî hitabın bu hususiyeti işitme ve söz merkezli bir medeniyetin inşasını sağladı. Is­lâm medeniyeti kelâmın, dil ve sözün merkezde yer aldığı bir medeniyet oldu.

Hiç kuşkusuz medeniyetlerin teşekkülünde tek değil çok farklı etkenlerin ve unsurların etkili olduğu söylenebilir. Vahiy gelenekleri ve dinler kadar, insan aklı ve bilgisi, tarih ve coğrafya da medeniyetlerin teşekkülünde önemli etkenler­dendir. İslâm medeniyetinde Müslüman toplumların Kur’an’ı esas alarak yaşa­maya çalışmaları, İslâm medeniyetinin teşekkülünde bu İlâhî kitabın büyük etki­sini ortaya koymaktadır. Elbette İslâm toplumlarının bütün düşünüş ve davranış­larının, kültür ve medeniyetlerinin tamamen Kur’anın eseri olduğu ve onun ta­rafından belirlendiği söylenemez. Ancak bütünüyle olmasa da büyük oranda Kur’an’ın etkili olduğu inkâr edilemez bir gerçektir. Bu gerçeğin bilincinde ola­rak bazı doğubilimciler İncilsiz bir Hıristiyanlık mümkündür ancak Kur’an’sız bir İslâmiyet asla demekten kendilerini alamamışlardır.

Nebevi geleneğin son halkasını teşkil eden Hz. Muhammed’in veda hutbesin­de müminlere emanet olarak bıraktığı Kur’an ve sünnet ekseninde kendi destanını yazan İslâm medeniyeti insanlık tarihine ışık tutmaya, müminlere ilham kay-nağı, münkirlere boy aynası olmaya devam edecektir

Mesut Okumuş / Hece Dergisi,İslam Medeniyeti Özel Sayısı
Devamını Oku »

İslam Neyi Hedefliyor: Müslümanca Yaşamayı mı, Uygarlığı mı?

...Kültürün uygarlık hâline dönüştürülmesi, bu demektir ki, kültür unsurlarının süslenmesi, pahalı, tekellüflü hâle dönüştürülmesi, insanın sapmasında, doğru yoldan kaymasında başat rol oynamaktadır.

Bu itibarla bir Müslümanın gündelik hayatında ihtiyaca binaen kullandığı - barınaklardan, ibadethanelerden başlayarak sofra malzemesine kadar her türlü eşyanın asal görevini icra edecek biçimde imal edilmesi; onların süslenerek, pahalı malze­me ile yapılarak asal işlevlerini yapamaz durumda bırakılmasından, başka bir de­yişle kültürün uygarlığa dönüştürülmesinden kaçınması gerektiği anlaşılmaktadır.

Hâlen, ulaşılması istikametinde hedef olarak seçilen Batı uygarlığı, “hakikat”ten kalkıp akim yetenekleriyle kendini sınırlamış değil fakat akıldan hareket­le akılda sınırsız yetenekler vehmetmiştir. Onun aklı insanı eşrefi mahlûkat ola­rak görüyor fakat tanımladığı eşrefi mahlûkat doğayı sömürme hakkını kendin­de görebiliyor. Yalnızca doğayı değil, başka insanları da eşyayı da... Batı dünya­sının sömürgeciliğinde, onun, insana tanıdığı böylesi bir tanımı öngörmesinin izini sürmek mümkündür. Oysa aynı insan tanımından hareketle insanı eşrefi mahlûkat olarak tanıyan İslâm telakkisinde, insana, şerefli mahlûka yaraşır bi­çimde tabiata, eşyaya, insana muamele etmesi telkin edilmektedir. Böylece o, ta­biata ve insana kardeş, ana, bacı muamelesinde bulunur. Onun hedefinde bir uy­garlık kurma yoktur, o, kendi kültürünün unsurlarını inşa etmekle yetinir, O kül­türün uygarlık hâline dönüştürülmesine izin vermez (vermemeli). Nitekim mescitlerin ihya edilmesi, onların görkemli biçimde inşa edilmesi olarak değil, fakat işlevine uygun biçimde tasarruf edilmesi (mescitleri ziyaret, orada ibadet) bağla­mında algılanmıştır. Böylece insan, mescidin değil fakat mescit insanın hizmeti­ne âmâde kılınmıştır.

İslâm'da hem varsıllığın, hem yoksulluğun övüldüğü durumlarla karşılaşıla­bilir. Bu, öngörülen bir ilkedeki çelişki olarak yorumlanırsa oradaki hükme yan­lış anlam verildiğini düşünürüz. Varsıllık da yoksulluk da şükür vesilesi olarak görülebiliyorsa bu hükmün içerdiği hikmet anlaşılır hâle gelir. Müslümana, dün­yadan el etek çekmesi salık verilmemiştir; bilakis bu dünyada yaşayan kul ola­rak onun hakkının yerine getirilmesi öngörülmüştür. Ancak dünyanın hakkının yerine getirilmesi Müslümanın algısına göre ondan müstağni olmayı sonuçlar; ona ram olmayı değil... Böylece, kimi yerlerde görülen paradoksal hükümlerin, İslâm'ın asal mantığı olan ve çelişkiyi aşan bir mantıkla (bu mantığa diyalektik mantık demekte sakınca görmüyorum) kavranılması gerektiğine işaret etmiş olu­yoruz. Bu mantığın isterlerine göre hareket edildiğinde, dünyaya istiğna göster­mekle dünyayı insana hizmet eder duruma geçirmek imkân dâhiline girer. Tersi, yani insanın dünyaya hizmet etme hâli, Müslüman algısında ihtimaller âlemin­den tard edilmiş olur. Böylece İslâm’ın özgül mantığına da işaret etmiş oluyoruz.

Buradan, günümüzün güncel sorunlarına değinme fırsatını yakalayabiliriz. Yaklaşık son yüzelli yıldan bu yana İslâm dünyasında yaşayan insanlara musallat olmuş yanlış sorulara, yanlış cevaplar verme... Soru doğru konulmayınca onun ce­vabını da doğru almak söz konusu olmaz. Niçin televizyonu (ve benzeri her türlü aleti) Müslümanlar icat etmedi; niçin Ay’a seyahati Müslümanlar gerçekleştirme­di? Bu istikametteki sorulan istediğiniz kadar çoğaltabilirsiniz. Bu sorular karşı­sında takınılan tutum ve cevap şudur: Bu sonuç, bizim tembelliğimizden, ilme ge­reken önemi vermememizden kaynaklanmıştır! Fakat acaba? Acaba Müslüman­lar, kendine özgü hayatin hakkını vererek yaşamaya özen gösterseydiler, bu tür icatlara yönelme ihtiyacım duyarlar mıydı? Bu tür icatlar, Hristiyan Avrupa insa­nının, son tahlilde Kilise’ye karşı olan tavrından çıkan ilim anlayışının ürünüdür. Bu ilim anlayışı, Kilise’nin tasarrufunda bulunan dine karşı geliştirilmiş bir telak­kinin eseridir. Bu ilim, sekliler ve profan bir anlayış temelinde neşvünema bulu­yor. Bu anlayış biçimi, aynı zamanda onun ahlakî anlayışının da temelini oluştu­ruyor. Başka bir deyişle, bizim Tanzimat ve sonraki dönem aydınlarımızın gıptay­la baktığı Bati dünyasının ilim telakkisi işbu seküler ve profan ahlak temelinde yükseliyor. Dolayısıyla o ilmi talep ettiğinde, onun ahlakı da istemesen de kendi­ni dayatmakta gecikmez, öte yandan tümüyle bu ilim ve ahlak telakkisinin icadı olan modem ilim, Müslümanların aşina olduğu bir telakki tarzına asla çanak tutmaz. Aya gitmek, televizyon icat etmek gibi durumlar, Müslümanın hayatında reel karşılığı olan ihtiyaçlar cümlesinden sayılmaz. Neticede bütün bunlar, basit bir hesap meselesinden ibarettir ve gözde büyütülecek işlerden sayılmamalıdır. Zor olan, tağuti hayattan vaz geçebilme noktasında temerküz eder. Oysa Batı uygarlığının dayattığı hayat tam, insanı tağuti bir rejime yöneltiyor. Müslümanın asıl bu dramatik durumun farkına varması talep edilmelidir.

Kısacası, hangi noktadan hareket edersek edelim, aynı tabloyla karşılaşıyoruz: İslâm, bizden tekellüflü bir hayat yaşamamızı talep etmiyor. Bilakis, basit ve sa­de bir hayatı öngörüyor. Bu basit ve sade hayat, insanı, hem başka insanlardan, hem dünyadan müstağni kılıyor; Ban tarzı uygarlık ve onun telkin ettiği yaşama tarzı ise insanı hem dünyaya, hem başka insanlara bağımlı kılıyor, oysa onun talebi bunun tam da teni istikamette yer alır. O, dünyaya ve başka insanlara ege­men olma niyetiyle yola çıkmışken ona hizmetçi durumuna giriyor. Tanzimat’tan bu yana, İslâm ülkesinin aydınlan farkına varmadan tam da bu köle olma hâline sahip çıkmış oldu. Sonuç, istemese de, onun talebinin ve tahayyülünün zıt istika­metinde tecelli etti. O, Batı’nın ilmini benimseyerek kendi toplumunu özgürleştir­menin yolunu açmak isterken, onu -ilâhı hikmet gereği- ilme ve dünyaya köle kıl­dı. Cahiliyeden kurtulmanın yolunu ararken, cahiliyenin tam da ortasına düştü.

Öyleyse yapması gereken şey nedir? Basit: zihinsel hicretini gerçekleştir­mek,.. Zihinsel hicret, on un zihnine yerleşmiş olan tağuti düzenin tüm ayartıcı kavramlarını, kuramlarını zihninden dışlayarak, İslâm’ın öngördüğü basit hayat tarzına talip olmak; kendi asal ilmini yeniden, sil baştan ondan ne istediğini kav­ramak ve gereğini yerine getirmek.,,

Rasim Özdenören / Hece Dergisi,İslam Medeniyeti Özel Sayısı
Devamını Oku »

Kirli Bilgidir Batı

Kirli bilgidir batı. Time Wamer’dir, CNN’dir BBC’dir. Batı, Walt Disney inparatorluğudur. Roma’dır, romandır batı. Polisiyedir. Aşk-ı Memnu’dur. Yasak aşk. Aşk ve Gurur. Madam Bovary. Alafrangalıktır, züppeliktir, zibidiliktir. Bihterin intiharı, Behlülün kaçışı, Masaldaki yedi kardeşin gömüldüğü yerdir. "Do­ğu der ki Batıya, güneşi fethetsen de! Ruh gerçeği bendedir, madde yalanı sende. ” Batı domuz bağıdır. Taammüden seri cinayettir. Tragedyadır. Komedyadır.

Batı mahremiyet perdesini yırtmaktır. Kapıyı kırmaktır. İnsanı özgürlüğe esir etmektir ve bu esaretin felsefesini kurmaktır. Leyla’sı yoktur batının, Kays’ı yok­tur. Laura’sı, Beatrice’i, Frederika’sı, Lenore’si, Virgina’sı, Anabel Lee’si, Kate­rina’sı vardır ama bir teşhir ürünü olarak, hiçbiri Leyla’nın tırnağı değildir. Ay­dınlanmıştır ama şulesi yoktur batının, ruhu sönmüştür.

Broadway caddesinde dünyanın en güzel kadınları dolaşıyor ama herkes ışık­lı dev panolardaki kadın resimlerine bakıyor. Batı pazardır. Çelik yığınını dünya harikası diye satmaktır. Cafe De Floor’da da yeni bir ilhamm neşvünema bulma­sına imkân yoktur. Kiliselerinin hemen tamamı müze batının.

Batı nedir? Modern devlettir. Bedenin mutlak hakimi devlet. Batı kolonya- lizmdir.Yani su yerine kolonya içmektir. Hafız’a karşı Dante okumak. Endü­lüs’te, balkanlarda kıyımdır, sürgündür, işgaldir, mübadeledir, soy kırımdır, kula kulluktur. Batı kafatasıdır, milliyetçiliktir, ırkçılıktır, ari ırkçılık. Yoğun bir makyajla cemaziyelevvelini unutturmaktır. Gelibolu’nun gözünü çıkarmak için Yeni Zelandadan yola koyulmaktır.Buradan oraya gitmeye  hazırlanan, terki diyar etmek isleyen New Yunanilerimize İnat. Batıya gidip de evine dönmeyenlerimize,batıya gidip de evini işgale gelenlerimize inat.

Batı Endülüs te “Arabın baktığı son yer"dir. Batı, devletine doğrultması için ateşli silahlarla donatılan 'Hareket Ordusu‘nun hareket ettiği yerdir. Batı, Filistine,Şeria’ya. Gazze’ye fosfor bombası yağdırmaktır. Irak'ta Ebu Gureyb’dlr. Güney Amerika’da Guantanamo. Mısır’daki sehpaları Eyfel’den, Trafalgör’dan, Pissa’dan, Abide-i hürriyet heykelinin omuzlarından temaşa etmektir.

Bastille’dir Batı. Dinde reformdur. Srebrenitsa’dır, toplu mezardır, onbaşı führerdir, general Ratko Mladiçtir. Batının neydüğü belirli değildir. Sanırsın Lahey Adalet Divanıdır. Belki sahiden öyledir. Paralı askerdir geri kalanı dünyanın batıya. Jenosiddir batı, reklamdır, tiraddır. Batı Hamlettir. Broadway. Şanzelize, İstiklal Caddesidir, Çiçek pasajıdır. Toledo Katedralidir, Notre Damı ve Köln Katedralidir. Batı Foucoult’nun sarkacıdır. Atomu parçalamaktır. Kendini ruhu­nu parçalamaktır. Parçalarına bölünmek, harcını, hamurunu unutmaktır. Otopsi­dir batı, parça parça otopsi. Psikiyatridir, parça parça psikiyatri. Şerefsiz psiki­yatri. Mistisizmi yemektir batı, binbir gece masallarını, Katmandu’yu yemektir.

Batı tanrılardır. Tanrıçalardır. Panteondur. Çıplak, erotik, pornografik heykel­lerdir. Zeus’tur, Brütüs’tür batı. Davud Heykeliyle Michelagelo’dur. Athena’dır, paganizmdir batı. Bildiğiniz paganizm. Vatikan’dır, kilisedir, katedraldir. Batı ideolojidir, ortaçağdır, her şeyi kurumsallaştırmadır. Bizans’tır batı, baroktur, go­tiktir, rokokodur. Haddini bilmezliktir, Tanrının hakkını Tanrıya verme iddiasın­da bulunmaktır, Sezar’ın hakkını Sezar’a verme iddiasıdır. Sapmadır batı, Sodotn Gomore’dir. İnsanın, ruhunun, meleğinin düşüşüdür. Existansiyalizmdir. Varlığın sürüsünü kaybetmedir, kuzuyu kurda kaptırmaktır, kendinde kaybolmaktır.

Roman kahramanıdır batı. Roma kahramanıdır. Üstünlüktür, Ubermensehtir. Cermen ırkının yahudiden üstünlüğüdür. Acemin Araptan, Arabın acemden üstü nlüğüdür. Auscvich’tir, toplama kampıdır, toplu mezardır, Holocost’tur. Da­vud’un kalkanıdır. Main Kampf’tır. Adam Shimit’tir batı. İrindir, kandır. Batılı­laşma Dersim tertelesidir: Dersim’i medenileştirmedir. Kore'de ölmeye karşılık Nato üssü olmadır. Kore’yi bölme ve medenileştirmedir, Afganistan’a, Irak’a kanla demokrasi götürmedir. Suriye’yi paramparçalamadır. lxnin’e önce heykel dikme sonra onu glastnost/açılım ile devirmedir. Önce demir perde yapma sonra parçalamadır batı….Yapıbozumcudur batı. Kurt taksimi yapar. Dünyanın sinir uçlarını eline geçirmedir. Müslümana Müslümanı boğazlatmadır, Tekbiri sloganlaştırmadır. Müslümanın kendini vurması için gâvurdan silah almasıdır.

Umutsuzluktur Batı.Terördür,seri cinayettir. Robespier'dir. Hem insan ve Yurttaş Hakları Bildirisi hem de  kendinden olmayana sağır ve dilsiz olmaktır.

Ötekini anlamamaktır, asla anlamamak, filiyle ötekileştirdiğini anlamamak. Ya­ni Batı, Maria Antoniettedir. Saf, salak, sarşın Maria... İnsanlığa kendi konumundan bakan Maria.Umudun tükendiği yerdir Batı.Isa diye kuru bir ağacın al­tında Godoyu beklemektir. Kuru ağacın altına Godo gelmeyecektir. Hiçbir yere gelmeyecektir. Yazık batıya, güneşi batmaktadır. Batıya acımak hüzünle bakma­lı. Yazık insanlığı bilmiyor, insanı hissedemiyor, melekelerini yitirmiş, ruhunda­ki kıvılcım sönümlenmiş, Gördüğüm Avrupa şehirlerinin hepsinde eski bir ha­pishane havası vardı. Güzelmiş bir zamanlar, görkemliymiş besbelli ama tüken­miş. günah kadar bile parlamıyor şimdi.

Engizisyondur batı, bilmeyen yoktur. İspanya İç savaşıdır, Guvernica’dır, Guvernica. Batı bir sergi salonudur. İleride müzesi kurulur: Batı Medeniyeti Mü­zesi. Ne iyi olur. Biz görmeyiz. Bizde hayat olduğunu hissediyorlar. Korkuyor­lar Türklerden. Onlar ortak biz pazar. Batı pazardır. Gösteri merkezidir batı, si­nema. tiyatro salonu, dans pistidir. Striptizdir, teşhirdir, fotoğraf makinasıdır. Modemizm’dir. Post-modemizme evirilmedir ama evvelemirde engizisyondur. Kan yutturup kızılcık şerbeti içirten kapitalizmdir. Kibirdir. Ortak kabul etmeyen bir kibir. Ben ateştenim diyor doğuya batı, ben ateştenim. Oryantalizmdir batı, Oksidentalizmdir. Faşizmi rahminde büyütmüştür. Hem karartmadır hem aydın­lanmadır. Tırnak içinde Aydınlanma. Katırtırnağı değil.

Mücrimdir batı, günah ile beraber doğmuştur. Bin dereden su getirse arınamaz. Tuna yetmez. Sein yetmez. Main yetmez, Missisipi yetmez vaftizine batının. İtiraftır batı, günah çıkarmadır, günah çıkarmayı oyunlaştırmadır. Hakikati tahrif­tir. Büyük bir anlatı, büyük bir büyü, büyük bir hikâye bile kuramıyor artık. Pas­lanmış, oksitlenmiş, ölüyor artık. Savaştır batı. Sadece insanlıkla değil iç savaştır.

Teslistir batı. Çarmıhtır. Toledo Katedralinin duvarlarında hala kan damlayan mancınıklardır. Batı Yedi Yıl Savaşlarıdır, Otuz Yıl Savaşlarıdır, Seksen Yıl Sa­vaşlarıdır, Yüzyıl savaşlarıdır. Batı Birinci Dünya Savaşından dört gün sonra İkinci Dünya Savaşıdır. Bize ise batı Duyunu Umumiyedir, İttihat ve Terakkidir. Kredi kartı borcudur. Gasptır, petrol kuyularını gasp. Deniz aşırı, okyanus aşırı, aşın sömürgeciliktir. Kolonilere karşı güç birliğidir. Sadece Haçlı saldırganlığı değil, sadece İslamafobya değil aynı zamanda ve belki daha fazla Protestan-Katolik mücadelesidir. Westfalya... Evet Westfalya...

Arızi bir sorun, geçici bir hastalık, olmuş bitmiş bir şey değil, ruhu kıtalar do­laşıyor. Batı Adolf Hitlerdir, Francisco Franco’dur, Benito Mussollinidir. İnşa et­tiği insandır bu. Hepi topu budur demiyorum. Çok da biliyor değilim. Montesqu­ieu nun, Voltaire’nin,Rosseau’nun, Diderot’un hatırını, hakkını teslim ederiz elbet,ama bildiğim Batı Guvernica'dır. Picassodur, deli Dali’dir. Tımarha- bombardımandır, bombardıman. Nagazakidir, Hiroşidarı. Rambodur batı.

Tahrir Meydanının üstüne helikopterle kurşun yağdırmaktır, kurulan idam sehpa­larını seyretmektir. Dinler arası diyalogdur Batı, dinler arası diyalog.

Batı, banka sistemidir, banka cüzdanıdır, kapitülasyondur, Bankalar caddesi­dir, yıkımdır. Batı mevduattır, adalet yerine faizin ikamesidir, çok uluslu şirket­tir. Batı, Serbest Piyasa Kapitalizmdir. Büyüdür. Hokus pokustur. Batı Las Ve- gas’tır, Holy Wood’dur, Pentagon’dur.

Batı, elbet bir yaşama biçimidir, bir duyuştur, bir lezzettir. Domuz sosisidir. Batı, içine şeytanın kaçtığı yerdir. Batı gladyatörlüktür, lejyonerliktir. Mephisto- dur. Mephisto. Faust’u bildiniz mi? Magna Carta, bildiniz evet. Batı, Musevi’ye fırınlama, Kızılderili’ye kıyım, Cezayir’e soykırımıdır batı. Macaristan’ı çiğne­me, Vietnam’a Hanoy’a, oy baştanbaşa ölüm yağdırmadır.

Batı Wall Strettir. Borsadır, bankadır, faizdir, fed’dir. Merkez bankasıdır, merkez bankaları. Dow Jones endeksidir, Tokyo borsasıdır. Parayı verenin düdük çaldığı ver­meyenin izzetinden olduğu yerdir. Piyasadır, arzdır, taleptir, tüketimdir, tasarruftur, stoktur, yatırımdır, üretimdir, salt kâr amacıdır. Birincinin üstüne İkinci dünya sava­şı, onun da üstüne soğuk savaştır.. Sa­vunma Üssüdür, Füze Kalkanıdır, İncirlikteki seksen atom bombasıdır, üstün Alman kanı, mavi kan. Niçe’nin, Haydeger’in kanı. Zonguldak’taki bale salonu, Kürecik’teki Ra

Araplara “Arap baharı” Suudilere “savaş jetleri”ni eş zamanlı olarak satmak­tır: F 15 tipi jetler. Birleşik Arap Emirliklerine, Katar’a, Umman’a Aphaci heli­kopterler, Black Havvklar satmaktır. Biz Tahrir sevincineyken, biz Gezide tence­re çalarken. Batı dünya silah ticareti trafiğini istikrar ve düzeni bozmayacak şe­kilde sevk ve idare etmektir. Dünya silah pazarının yüzde 80’ini ABD’nin elin­de tutmaktır. Pentagon’u dünyanın her yerinde her daim hissetmektir. Biz Soft Power yaparken su uyur düşman uyumaz.

Böyledir. Batı pazardır. Makyaveldir batı. Çıkardır, kârdır. Din işlerinin dünya işlerinden aynlmasıdır. Martin Luther’dir batı, Jean Calvin’dir. Lafızcılıktır. Mealcilik mi desem. Batı batılı için ‘İznik akidesidir, “Kadıköy akidesi”dir. Pizzadır ba­tı. Şarap ve domuz etidir. Sezar’ın hakkını Sezar’a, Tanrının hakkını Tanrıya diye tarımına hakkını verdiğini iddia edecek kadar haddini aşmak, yani laikliktir batı.

Batı, Kabemizin yanı başına Zemzem Tower’i dikmektir.

Hece Dergisi,Batı Medeniyeti Özel Sayısı
Devamını Oku »

Süper Kahramanlar; Gerçeklik ve Gelecek

Süper Kahramanlar; Gerçeklik ve Gelecek

Hollywood’un süper kahramanları; örümcek Adam, Yarasa Adam, Süpermen, Kedi Kadın üzerinden bir gerçeklik ve gelecek öngörüsü yapmaya çalışa­lım. Süper kahramanlar üzerinden dünyaya atılmışlık mitinin temsilcisi, kendi gezegeninden kovulmuş bir Süpermen karşımıza çıkar. Tanrısal güçleri ile bu uzaylı karakter gizil güçlerini kullanmadığı durumda Clark Kent adında, sıradan bir Amerikan vatandaşından daha kabiliyetsiz bir kişilik profili çizer. Sakar, ka­dınlarla ilişki kurmada beceriksiz, tedirgin, sönük tavırları ile sunulur. Aynı tab­loyu Örümcek Adam için de söyleyebiliriz. Diğer bir süper kahraman Kedi Ka­dın, cinsiyeti gereği giyim tarzı, makyajı ve gereksiz nezaketi üzerinden küçüm­senir. Süper kahramanların genel özellikleri olarak asosyallik ve mesleki başarı­sızlıkları ile tanımlayabileceğimiz bu karakterler, ait oldukları orta sınıfın alay konusudurlar. Fakat ait oldukları orta sınıfa özgü bir güçleri vardır. Klasik Holl­ywood sinemasının orta sınıfa özgü tanımlamalarında karşımıza çıkan rastlantı,süper kahraman filmlerinde özgü bir sihir taşımaktadır;dönüşüm.

Tanrısal güç sahibi süper kahramanlar dönüşerek içerisinde bulundukları dün­yayı değiştirecek gücü ortaya koyar. Dönüşüm; bu anlamda hem kahramanın ken­disi için, hem de yaşanmaz hale gelen dünya için umut vaat etmektedir. Dönüşüm için bir arzuya ihtiyaç duyulmaz. Beklenen, arzulanan bir durum olmadığı gibi kahramanın da bu anlamda yaşadığı dünyadan bir rahatsızlığı dahi yoktur. Tanık­tır sadece. Tesadüf sonucu gelişen bir olay dönüşüm kurgusunun başlangıcı olur. Hollywood sineması için önemli bir öykü inşa nesnesi olarak tesadüfü anmak ge­rekir. Hollywood senaryosunda öykünün merkezine yerleşen tesadüf, batılı yaşam tarzının dışma çıkarılmıştır. Yapılandırılmış bir yaşam sürerken kontrol dişilik an­cak kaza ile ilişkilendirilir. Ki İngiliz dilinde de kaza/olay (accident) aynı zaman­da tesadüf olarak anlamlandırmaktadır. Hayatın gerçekliği, kurgulanamaması rasyonel olarak açıklanamayacak olması, sinemada bu şekilde yer bulmuştur.

Kendine has dili ve anlatım özellikleri ile izleyici üzerinde görsel/işitsel bir alan sunan Hollywood sineması bizlere kişisel gelişim karakterleri sunmaktadır. Hollywood için toplumsal gerçeklik, kendisinden beslenerek evrensel gerçekliği yönetme/yönlendirme iddiası ile şekillenmektedir. Hollywood’un bu anlamda önemli işlevi; geleneksel değerleri ve egemen kurumlan meşrulaştırarak egemen ideolojiyi sağlamlaştırmak, ya da egemen ideolojiyi aşılamak olarak değerlendi­rilmektedir. Bireycilik, sahip olma, hâkimiyet ve yarışma arzusu, ataerkil yapı, ırkçılık vb. değerler üzerinden bir tanımlama yaptığımızda Hollywood sineması sanılanın aksine her anlamıyla ideolojik bir sinema olarak değerlendirilmektedir . Bu ideolojik kurgu, rasyonelleşme/dünyevileşme ve hâkim olma arzusu ile kendini kamufle etmiş, kendi gerçekliğini yenileme yönünde çaba sarfetmektedir. Hollywood batının ideolojik kaynakları ile sadece kendine ait bir etki alanı oluşturmanın değil, tüm düşünce kanallanna hâkim olmanın, tüm düşünme ve okuma biçimlerini şekillendirmenin sinemasıdır. Hakimiyetini, kendini eğlence mecrasına yerleşmiş olmanın verdiği rahatlık üzerine ve “efekt” ile her geçen gün biraz daha meşrulaştırarak.

Hece Dergisi, Batı Medeniyeti Özel Sayısı
Devamını Oku »

Öteki Dünyanın İnsanları

Batı'daki güç ve iktidar tutkusunun insan algısına etkisini en net biçimiyle Ba­tı’nın diğer toplumlara bakışında görebiliriz. Batı, geçmişten günümüze kendisini hep farklı ve üstün görmüş, diğer insanları ise kurduğu sisteme olan bağlılıkları­na veya tehdit durumlarına göre farklı derecelerde ötekileştirmiş ve aşağılamıştır. Öteki insanları, kendi -Batı- kültürünün kıstaslarını kullanarak değerlendirmiş ve onları kendine benzetme çabası içinde olmuştur. Özellikle Rönesans döneminden sonra her şeye bilimsel yönden yaklaşan Batı, “Bilmek hâkim olmaktır.” felsefe­siyle öteki dünyanın insanları üzerine de çalışmalar yapmıştır. Oryantalizm olarak adlandırılan ve Edward Said’in çalışmasıyla gündeme gelen bu bilim, “Doğu’yla -Doğu hakkında saptamalar yaparak, ona ilişkin görüşleri meşrulaştırarak, onu be­timleyerek, öğreterek, oraya yerleşerek, onu yöneterek- uğraşan ortak kurum ola­rak, kısacası Doğu’ya egemen olmakta, Doğu’yu yeniden yapılandırmakta, Doğu üzerinde yetke kurmakta kullanılan bir Batı biçemidir” (Said, 2012: 13).

Haçlı seferleri, coğrafi keşifler ve sanayi inkılâbı gibi gelişmelerin etkisiyle dış dünyaya açılan ve kendisine hem siyasî güç hem hammadde hem de pazar arayan Batı, oryantalizm kapsamında “yüzyıllar içerisinde Doğu’ya dair taraflı-tarafsız, çok sayıda incelemede bulunmuş, bunları şiirden romana, buradan da bilimsel tes­pitler içerdiği iddia edilen eserlere varıncaya kadar geniş bir yelpazede sunmuştur. Bütün bu çalışmalarda Doğunun kimliğini en ince ayrıntısına kadar, bildiği kadar belirlemeyi de hedeflemiş, bununla da kalmayarak, bizatihi askerî ve siyasî işgal ve müdahaleleriyle inşa etmeye çalışmış” (Canbay Tatar, 2012: 95) ve hâlâ çalış­maktadır. Zira Batı, kendisini modernliğin ve medeniyetin temsilcisi olarak gör­mektedir. Her ne kadar tarih boyunca yayınladıkları bildirgelerde bütün insanların özgür doğup özgür yaşadığını belirtseler de onların medeniyetlerine erişememiş!) diğer toplumları ve barbar insanları istedikleri seviyeye getirebilmek için yapılacak her türlü müdahaleyi kendilerine meşru görmüşlerdir. Çünkü Batı’nın algısına gö­re öteki dünyanın insanları, hem her şeye müstahak, ilkel mahlûklar hem de kötü­lüklerin ortaya çıkmasına sebep olan günah keçileridir. (Canbay Tatar, 2012: 96)

Batı, medeniyet ya da uygarlık götürme gibi değişik adlarla ama aynı amaçla öteki dünyaya tarih boyunca birçok saldın gerçekleştirmiş, bu dünyanın insanla­rını sömürülecek veya köleleştirilecek kişiler olarak görmüştür. Bu durumun en acı örneklerinden birisi, Amerika kıtasının keşfinden sonra sömürgeyi kabul et­meyen yerlilerin katledilmesi ve Afrika’dan zorla toplanan yüzbinlerce insanın köle olarak yine bu kıtaya getirilmesidir. Amerika’ya taşman bu insanlardan ya­rım milyonu, otuz kırk gün süren, uzun ve işkence dolu bu yolculuklara dayana­mamış, yollarda feci şekilde can vermiştir. Kıtaya ulaşmayı başaran iki milyon altı yüz bin insan ise köle olarak en ağır, en pis işlerde çalıştırılmış, en kötü or­tamlarda yaşatılmışlardır. Demiryollarının döşenmesi, madenlerin çıkarılması ve binaların yapılması gibi medeniyet inşasının her safhasında ve en zor işlerde görev alan bu insanlar, insanlar arasında eşitliği savunan bütün bildirgelere rağ­men, 1865 yılına kadar köle olarak kabul edilmişlerdir. 1865 yılından sonra -her ne kadar kölelikten resmiyette kurtulmuş gibi görünseler de- yaşayabilmek için uzun yıllar boyunca zor şartlar altında çalışmaya yine devam etmişlerdir.

Kendi medeniyeti için milyonlarca insanı köleleştiren Batı, Amerika ya da Avrupa kıtasına köle olarak getiremediği öteki dünya insanlarına ise değişik sö­mürgeleştirme programları uygulamıştır. Özellikle dil üzerine yoğunlaşan bu programlarla öteki dünyanın insanları kültürlerinden, değerlerinden uzaklaştırıl­mış; “modernleşme” ve “küreselleşme” gibi kavramlarla Batı değerlerine yaklaştırılmışlardır. Böylece gün geçtikçe Batı hayranı olan bu insanlar, sömürülmeye karşı çıkmak bir tarafa bu durumdan haz duyar hâle gelmişlerdir. Batı’da yaşa­nan müsrif hayata karşılık, dünyada her yıl sekiz milyondan fazla insanın açlık­tan ölmesi (Polatoğlu, 2008: 3) ve insanların buna duyarsız kalması, sömürge programlarının nasıl çalıştığını ortaya koymaktadır. Sonuç olarak, insanın eşit ol­duğu bildirgelerde defalarca vurgulanmış olsa bile, tarih boyunca güç ve İktidar uğruna gerektiğinde kendi insanını katletmekten çekinmeyen Batı’nın, öteki dünya insanını ikinci hatta üçüncü sınıf insan olarak algıladığı ve böyle algıla­maya devam edeceği aşikârdır.

Sinema, bir yaşantı sanatı olarak tanıklığınıza talip ol­maktadır. İzleyerek dâhil olmaya başladığınız andan itibaren sizi, kendi gerçekliği ile buluşturur. Böylece tanıklığınız ile filmin iddiaları arasında ortaya çıkan bir ik­na süreci başlar. Bu özelliği ile sinema sanatının gerçekliğe en fazla ihtiyacı olan bir sanat dalı olduğunu iddia edebiliriz. Sinema bu şekilde eğlence sanatı olmaktan ziyade ikna sanatına dönüşmektedir. Sinema fantastik yapıtlarında dahi kendi ürettiği gerçeklik üzerinden bir tutarlılık iddiası içermektedir. Bu tutarlılığı izleyici/ta­nık tarafından kabul görmelidir. Hollywood sinemasının ikna kabiliyetinin sırrı, rasyonel olanı ön planda tutması, rasyonel olamayan karşılaşma anında duyguları ön plana çıkararak buradaki rasyonel eksikliği efekt kullanımı ile bertaraf etme be­cerisinden kaynaklanmaktadır. Akılcı olmayan bir öyküye yönelik şüphelerininiz efektle rötuş edildiğinde izleyiciye sadece filmden keyif almak kalır.

Sinemanın tanık/izleyici ile kurduğu anlam bağım güçlendiren şey zamandır. Yani filmin “an”ı kullanma biçimi. Kendi gerçekliğini sunduğu biçimsel yapı ile “an”ı ve öyküyü sunuş biçimi ait olduğu anlatı kültürünün öğelerinden beslen­mektedir. Hollywood sinemasının “an”ı kullanış biçimi, öyküyü sunuşu, insanı bir proje olarak tanımlayan bir medeniyetin izlerini taşımaktadır. Bütün açmaz­ları çelişkileri, saplantıları ile bahsettiğimiz insan, filmle keşfedilen/keşfeden, Çözümlenmiş/çözen, çoğaltılan/çoğaltan bir proje olarak karşımıza çıkmaktadır. Efektif özellikleri ile Hollywood sineması, proje filmin -proje insana dönüşme aracı olarak görülebilir.

Batılı anlatı gelenekleri üzerinden düşündüğümüzde Hollywood sinemasının da ait olduğu toplumun kendine özgü anlatım özellikleri taşıdığını söyleyebiliriz. Dünya algısı, varlık/eşya ilişkisi, Batı mitlerinden çağdaş anlatılara değin geniş bir perspektif sunmaktadır. İlle de bir kıyas yapılcak olursa Tanpınarın doğu anlatılarında trajedi yoksunluğuna sebep saydığı kadercilik anlayışı benzer etkisini sinemada da göstermektedir. Doğu sinemaları kendini kaderciliğe teslim ederken, Hollywood rasyonalite ve trajediyi kendine mesken edinmektedir. Do­ğu anlatı geleneklerinden beslenen sinemalar çoğunlukla kendi halklarına yöne­lik, onların dilinden hikâye anlatmaya meylederken, Hollywood sineması terci­hini dünyaya, eşyanın/tabiatın/dünyanın kontrolü ideolojisine dönük olarak sos­yal psikolojik bir dünyaya müdahale mekanizması olarak karşımızdadır.
Bu çerçevede Amerikan toplumunda Afro-Amerikan bir başkanın olması ih­timalinin öncelikle beyaz perdede görülmesi önemli bir gösterge olarak kabul edilebilir. İkna sürecinin anlaşılması açısından Afro-Amerikan başkan filmlerini önemli buluyorum. Şöyle ki; Afro-Amerikan bir ABD Başkanı beyaz perdede ilk olarak yerini 1930’lu yıllarda bir komedi filmi ile alır. Film, Sammy Davis Jr.’un daha yedi yaşındayken kamera karşısına geçtiği “Rufus Jones Başkan Oluyor” adlı filmdir. Müzikal komedi türündeki 21 dakikalık filmde Sammy Davis Jr., yedi yaşındayken başkan olan bir küçüğü canlandırdı. Bu ancak bir komedi fil­minde gerçekleşebilecek bir olaydır. Ardından “The Man” (1972) filminde Afro- Amerikan Başkan rolünü bu kez usta aktör James Earl Jones devralır. Jones, bu filmle sağlık sorunlarından ötürü görev yapamaz durumda bulunan başkan ve bu müdahale alanını soft bir eğlence alanı olarak değerlendirmek onu küçült­mek olacaktır. Bu bağlamda Hollyvvood sinemasında geleneksel kurumlan ve hâkim ideolojiyi meşrulaştırma yönelimlerinin yanı sıra, farklı ideolojiler kurma­nın da önemli bir unsur olduğu görülür. Hollyvvood sinemasında her film kendi gerçekliğini üretir. Kanıtlarını sunar ve gerekçelendirir. Olmasını arzuladığı dün­ya tasavvurunu net bir biçimde betimler ve izleyici/müşteriye sunar.

başkan yardımcısı yerine başkanlık koltuğuna oturan kişi rolünü üstlenmiştir. Ardından 1998 yılında çekilen “Derin Darbe” filmi ile felaket filminde dirayetli duruşu ile ön plana çıkan ve doğru kararlar alıp halkı bir arada tutabilen Afro- Amerikan başkan imajı ile önce beyaz perdede tanışan Amerikan toplumu ardın­dan bu dönüşüme siyaseten tanıklık etmiştir . Hollywood, komedi filmi konu­su olarak başkanlıktan, başkan vekâletine ardından kahraman başkanlığa doğru evirilen süreçte başarılı bir ikna rolü üstlenmiştir. Öte yandan başka filmlerde ezilen toplumsal figür olarak yer alan Afro-Amerikan olmak, zamanın ruhuna yönetim erkinin tam kalbinde başat rolünü almıştır. Bu ikna hareketi Amerikan halkına değil tüm diğer ulusları iknaya yöneliktir.

Hece Dergisi, Batı Medeniyeti Özel Sayısı
Devamını Oku »