İslam Medeniyeti Açısından Sünnet

Hz. Peygamber sahip olduğu otoritesini, mutlak otorite olan Yüce Allah’tan almıştır. Risalet onun otoritesinin yegâne kaynağıdır. Dabaşî’ye göre bu otorite, göklerin ve yerin hükümranlığı kendisine ait olan Yüce Allah tarafından yetkilendirilmesi suretiyle meşru kılınmış ve şahsına mahsus Risâlet vasfı sayesinde karizmatik kimlik kazanmıştır. Dolayısıyla karizmatik bir şahsiyet olan Hz. Pey­gamber, söz konusu otorite ve karizması ne kişisel gayretlerinden ve dehasından, ne kabile, kavim ve geçmiş ecdadından ve ne de kendisine inanmış, bağlan­mış olan ashabından almıştır. Elbette, Risâlet sonrası Allah’ın kendisine tanıdığı bu otoritenin insanlar tarafından kabullenilmesi, ancak Mekke’den Medine’ye uzanan bir süreçte gerçekleşmiştir. Bu süreç içerisinde insanların ona inanmakla otoritesini kabullenmelerinde, onun beşerî yönünün, güvenilir bir şahsiyet oluşu­nun getirdiği sevgi ve saygıın katkısını da inkâr edemeyiz. Ancak Risâlet olma­saydı, belki de bu şahsiyetin, Mekke’deki diğer Haniflerden pek de fazla farklı bir yönü olmayacaktı. Bu sebeple onun karizmasıın sahabe ve insanlar nezdinde yerleşmesinde, elbette onun kendisine sonsuz güven duyulan bir insan, âdil bir hâkim ve devlet yöneticisi olmasının, ölçülü, disiplinli ve başarılı bir komu­tan oluşunun da rolleri de büyüktür.

Zaten Dabaşî’nin de belirttiği gibi, karizmatik otorite, farklı otoritelerden olu­şan bir settir. Siyasî, dinî, ya da rûhânî bir dizi meşrûiyyet alanlarından oluşur. Muhammed (s) yalnızca İslâm toplumunun başı olarak mülahaza edilmiyordu, o aynı zamanda Allah’ın Peygamberi olarak, dinî otoritenin nihâî kaynağı idi. Ör­neğin Medine’den Mekke’ye hacca giderken otoritesinin bir cephesiyle liderlik ederken, cemaatla namaz kılarken otoritesinin bir başka cephesiyle imamlık edi­yordu. Çünkü onun karizmatik otoritesi değişik şekillerde tezahür ediyordu. O bir askerî komutan, Müslüman askerler için bir generaldi. Müslüman toplumun İdarî aygıtının siyasî lideriydi. Ümmet ve Allah arasında aracı olan dinî liderdi ve gelecek  nesillerdeki tüm Müslüman velilerin zihin ve kalplerine ilham veren rûhânî bir liderdi. Onun (s) karizmatik hareketi Arabistan’ın siyasî kültüründe kelimenin tam anlamı ile bir devrimdi. Kendisinin başarısı, kokuşmuş, ya da müflis bir siya­sı kültürün üzerinde yükselmiyordu. Onun karizmatik otoritesi yeni bir sosyal da­yanışma düzeni tesis etti. Geleneksel Arap pratiklerine ters düşecek biçimde kan kardeşliği yerine din kardeşliğini ikame etti. Kabilecilik ve kavmiyetçilik fikri ye­rine, ümmet fikrim yerleştirdi. Hz. Cafer’in deyişiyle “güçlünün zayıfı yediği” bir toplumda, zayıfların ve mazlumların sığmağı ve himayecisi oldu, haksıza karşı haklının yanında yer aldı. Kısaca ideal bir ümmet oluşturabilmek için, hayatın çe­şitli alanlarına ait sosyal kurumlardan kimisini tamamen reddederken, kimisini de ıslah etti. Gerektiğinde de kendine has alternatiflerini üretti. Böylece, Muhammed (s)’in nebevi otoritesi, geleneksel Arap otoritesinin yerini en kapsamlı tarzda aldı. Geleneksel otoritenin kimi unsurlarının yeni tanımla birleştirilmesine rağmen, Muhammedi otorite selefinin işlevselliğine hiç yer bırakmadı.

Pek çok örnekle görüleceği üzere o, inananlar üzerindeki karizmasını ve oto­ritesini asla suistimal etmemiş, onu bir baskı aracı olarak kullanmamış, zorlama yoluyla hiç kimseden mutlak itaat beklememiştir. Rasul-ashab ilişkilerinde Hz. Peygamber’in saygın bir otoritesi, bunun karşısında ise ashab-ı kiramın makul ölçülerde kendini gösteren hür iradesi ve insiyatifi söz konusudur. Bir tarafta Kur’an ve Sünnet terbiyesinde yetişmiş sahabenin medeni cesareti, bireysel gö­rüşlerini ifade etme özgürlüğü, çeşitli ortamlarda rahatlıkla serd ettikleri sahabe öngörüsü; diğer tarafta ise, onların samimiyetine inanan, onlara güvenip taleple­rini ciddiye alan, görüşlerinden yararlanan Rasul-i Ekrem in engin hoşgörüsü vardır. İlk bakışta hem siyasi ve askeri bir lider, hem de son peygamber olan Ra­sul-i Ekrem’in otoritesi ile bunun karşısında ashab-ı kiramın insiyatifınden veya onların özgürlüklerinden söz etmek biraz garip gelebilirse de durum gerçekten böyledir. Bir tarafta hoşgörülü bir otorite, müsamahakâr bir idare; diğer tarafta ise gerektiğinde onun yoluna canım ve malını ortaya koyan, gerektiğinde de, İs­lâm toplumunun menfaat ve maslahatı adma ona itiraz etmekten, onu eleştirmek­ten geri kalmayan gayet medeni bir irade vardır. Burada not edilmesi gereken diğer bir husus ise, Hz. Peygamber’in, otoritesini zorla sağlamış bir lider olma­masıdır. Zira Kur’an’ın açık beyanına göre Hz. Peygamber “zorlayıcı” olmadığı gibi (88/22), "Dinde zorlama da yoktur.” (2/256)

Fazlur Rahman’ın dediği gibi, “Hz. Peygamber hükümler verirken, ahlakî ve hukukî emirlerde bulunurken, Kur’an dışında rakipsiz bir otoriteye sahip olmuş, hatta normal olarak böyle bir otoriteyi uygulamıştır. Nitekim Kur’an, Allah Ra-sûlü nün örnek davranışlarından da söz etmiştir. Bu nedenle vahyin yanında birde örnek davranış yani,Hz. Peygamber’in sünneti yer almıştır. Ayrıca Hz. Pey- gamberin hayatı ve karakterinin dinî bir ruhla yoğrulduğunu söyleyen Fazlur Rahman, bu sebeple sahâbilerin onun hayatını normatif dînî bir örnek olarak algıladıklarından şüphe duymamak gerektiğini ifade etmektedir. Ona göre Hz. Peygamber in sahâbileriyle istişare etmesine, verdiği kararlara arasıra bazı çev­relerde itiraz edilmesine ve bizzat Kur’an’ın bazen onu eleştiriye tabi tutmasına rağmen (9/44; 80/1) onun dinî otoritesi bağlayıcı idi. Bu sebepledir ki Hz. Pey­gamber ve sünnetini anlamada sahabe arasında yaklaşım farklılıkları mevcut ise de, onlar genel ve bir bütün olarak onun otoritesine daima bağlı kalmışlar, ona zevkle, şevkle itaat edip uymuşlardır.

Yine tekrar hatırlatmalıyız ki varlığı itibarıyla bir beşer, ama misyonu itibarıy­la vahy ile desteklenmiş bir Rasul olan Hz. Peygamber’in, liderlik vasfından onun nübüvvet vasfını tecrit etmemiz mümkün değildir. O, nasıl bir beşer-Rasûl ise, ay­nı şekilde lider-Rasûldür. Nitekim bazı rivayetlere göre Hz. Peygamber, melik-ne- bî yani kral-Peygamber olmayı değil, kul-nebî olmayı tercih etmiştir. Ahmed Özel’in tespit ettiği gibi “Allah’ın Rasulü kul-nebî tercihini yapmış olmakla bera­ber bu tercih temelde melikliğin gösteriş ve debdebesinden uzaklaşma niteliğin­deydi. Yoksa Allah’ın Rasulü ömrünün sonuna kadar sosyal ve siyasal olayların içinde kalarak idareci rolünü sürdürmüştür. Hz. Peygamber’in bu yönü, peygam­berliği manevî bir kılavuz olarak gören kimi kesimlerin onu anlamamasına yol aç­mıştır. Peygamberliği Hz. Isa’mn şahsında manevî hayata kılavuz olma şeklinde gören ve anlayan batıkların, çoğu zaman inkarlarına mesnet olarak Hz. Peygamber’i sosyal ve siyasal hayata fazla angaje olmuş görmelerinin sebebi, yeni bir sos­yal düzenin kurucusu olan ve manevî hayat kadar maddî ve sosyal hayatta da in­sanlara kılavuz olma görevi yüklenmiş bulunan Rasûlullah’ın manevî uygulama­larının beşeri faaliyetleriyle örtülü olmasıdır. Din ile hayatın maddî olanlarının birbirinden ayrıldığı modem dünyada, yalnızca manevî hayatı değil, yeni bir sos­yal ve siyasal düzen kurmayı da içeren bir “peygamberlik” misyonu birçokları ta­rafından kavramlamamakta, bu durum onlara imkânsız gibi gözükmektedir.”

Geçirdiği gayet tabiî ve mütevazı hayatından çok iyi bilmekteyiz ki Rasul-i Ekrem, birçok kraldan daha fazla imkâna sahip olmasına rağmen, krallığa özen­mek şöyle dursun, en küçük davranışıyla dahi krallara benzemekten şiddetle ka­çınmıştır. Onun devlet başkam ve komutan olarak geçirmiş olduğu Medine dö­nemindeki hayatı ile siyasî ve askeri liderliğinin olmadığı Mekke dönemindeki hayatında önemli hiçbir fark yoktur. O, sahabenin kendisine bir kral gibi davran­malarına meydan vermediği gibi, onlardan gelen diğer krallar gibi tahtlar, yatak­lar ve lüks giysiler edinmesi yolundaki tekliflere de asla iltifat etmemiştir. Pey­gamberlik öncesinde olduğu gibi, sonrasında da, oldukça sade, mütevazı bir ha­yat tarzım tercih etmiştir. En çok imkâna kavuştuğu Medine’de dahi diğer kral­lar gibi saray, saltanat, şatafat vb. lüks bir yaşam tarzına tevessül etmemiştir. O, hayatının bu yönleriyle de bütün müminler için en güzel örnekleri sergilemiş, ta­rihe ahlâk-ı hamiden in eşsiz misallerini altın harflerle yazdırmıştır…

Hz. Peygamber kendisine vahiy gelmeyen konularda Yüce Allah’ın ‘’işlerinde onlara danış, karar verdiğinde ise Allah'a dayan!” (3/159) buyruğu gereği ashabıyla sık sık istişare ederdi. Nitekim Ebu Hureyre, “Rasûlullah’ın asha­bıyla istişare ettiği kadar, ashabıyla istişâre eden başka bir kimse görmedim” de­mektedir. Bu nedenledir ki, onun ortaya koyduğu tasarruflarından hatta sünnet­lerinden bir kısmının, ashabıyla yaptığı istişareye dayandığı görülmektedir. Rasûlullah istişâre esnasında gelen teklifleri değerlendirmiş, bazı teklifleri uygun görmemiş, bazısını ise kabul etmiş ve ona göre hareket etmiştir. Mesela Hz. Pey­gamber, namaza çağrı konusunda yaptığı istişârede, kendisine sunulan ateş, bo­ru ve çan tekliflerini diğer dinlerin uygulamaları olması sebebiyle reddetmişti. Bedir esirleri hakkında yaptığı istişârede, Ebu Bekr’in teklifini beğenerek kabul etmiş ancak İlâhi irâde bunu uygun bulmamış ve indirdiği itâb âyetleriyle (8/67)» bu istişare sonucu alman esirlerin fidye karşılığı salınması kararını düzeltmişti. Bütün bunlardan anlaşılıyor ki Rasûlullah namaza çağrı gibi dini bir şiardan tutun da, ifk hadisesinde eşi Hz. Âişe’nin durumuna varıncaya kadar, savaşa çıkıştan, savaş usûlüne, barış ve esirlere yapılacak muâmeleye kadar değişik alanlarda ashabıyla istişâre etmekteydi.

Rasûlullah (s) istişareye önem verdiği gibi hemen her alanda ashabının fikir­lerine, isteklerine ve tekliflerine de önem vermiş kendisine sunulan önerilerden uygun olanlarını kabul etmiştir. Nitekim Bedr Savaşı’nda, Hz. Peygamber’in ko­runmasına yönelik Sa'd b. Muaz’ın bir çardak yapılması teklifini memnûniyetle kabul etmiş, Hendek Savaşı öncesinde Selman’ın hendek kazılması önerisini derhal tatbik etmiş, gerek yaşlanması ve gerekse insanların çoğalması üzerine, Temim-i Dâri’nin, minber edinme teklifini reddetmemiş, çevre devletlerin baş-kanlarına davet mektubu göndermek istediğinde, ashabın acemlerin mühürsüz mektubu kabûl etmediklerini söylemeleri üzerine de bir mühür edinmişti.

Ancak sahâbeden gelen talepler Hz. Peygamber’in içtihadı dışında kalan had­lerin uygulanması, kul hakları vb. hususlarda olursa onları geri çevirmiştir. Nite­kim Benî Mahzûm Kabilesi’nden hırsızlık yapan bir kadının eli kesilmemesi için Hz. Peygamber'in çok sevdiği bir kimse olan Üsâme’yi ona şefaatçi olarak gönder­diklerinde Hz. Peygamber "Allah’ın hadlerinden birisi hakkında aracı mı oluyor­sun?” diyerek Üsame’ye sert tepki göstermişti. Sonra da ashaba hitap ederek ön­ceki insanların soylu biri çaldığında bırakıp, şuadan insanlar çaldığında ise cezalandırdıklarını belirtmiş, Allah'a yemin ederek kızı Fâtıma dahi çalsa, onu da ce­zalandırmaktan geri kalmayacağını belirtmiş ve söz konusu aracılığı reddetmişti.

Hz. Peygamber’in Medine’de temellerini attığı devlet idaresinin arka planın­da Kitab, hikmet, nebevi fetanet, basiret ve feraset vardır. O, Kur’an’m mübelli- ği okluğu gibi, aynı zamanda onun tatbikçisiydi. Dolayısıyla onun idaresi elbet­te emanet, ehliyet, adalet ve hak-hukuk temellerine dayanmaktaydı

Bünyamin Erul, İslam Medeniyeti Özel Sayısı, Hece Dergisi

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder