Sünnetin Kuran-ı Kerim'i Beyanı

Sünnetin Kuran'ı Beyanı


....Beyan yetkisi,Kuran ve Sünnet­ bütünlüğünü sağlamak için son derece önemli bir konudur. Bu çerçevede Hz. Peygamber’in Kur’ân karşısındaki görevlerini dörde ayırmak mümkündür. Bunlar içinde be­yan görevi, ayrı bir önemi haizdir. Şimdi bu görevleri ve bunlar içinde beyan görevini görelim:


1-Tebliğ:

Tebliğ, Hz. Peygamber’in birinci görevidir. Allâh’tan aldıklarını olduğu gibi insanlara aktarmak durumundadır. İlgili âyet­ler şöyledir:

“Ey Peygamber! Rabbinden sana indirileni tebliğ et. Eğer bunu yap­mazsan, O’nun verdiği peygamberlik görevini yerine getirmemiş olur­sun. Allâh, seni insanlardan korur. Şüphesiz Allâh, kâfirler topluluğu­nu hidâyete erdirmeyecektir. ” (Mâide, 67)

“Peygamberin üzerine düşen, ancak tebliğdir. Allâh, sizin açıkladı­ğınızı da, gizlediğinizi de bilir” (Mâide, 99)

Burada tebliğ edilmesi gerekenler, başta Kur’ân olmak üzere Hz, Peygamber’e vahiy (dîn) olarak indirilen her şeydir.


2-Beyan:

Bu görevi beş açıdan ele almak mümkündür:



a-Mücmel (kısa kısa olan) âyetleri açıklamak:

Namaz, oruç, zekâtla  ilgili âyetlerin geniş bir şekilde açıklanması gibi. Mesele anlaşılıyor diye üzerinde fazla dumak istemiyoruz. Yoksa bu husus, Allâh Resûlü’nün en önemli beyan görevidir. Bu açıklamalar olmasa Kur’ân’ın bize emrettiklerini nasıl yerine getireceğimiz meçhul  kalırdı. Bir örnek vermek gerekirse Allâh, “'zekât veriniz” buyuruyor. Konuyla alakalı başka bir nas da yoktur. Allâh, abesle iştigal etmez. Bu emrin muhakkak yerine getirilmesi gerekir. Aksi takdirde zekât veriniz, emri havada kalır. Peki, nasıl zekât ve­receğiz; ne kadar vereceğiz? Şayet sünneti kabul etmezsek buna aklımızla karar vereceğimiz açıktır. Akıl da değişken olduğuna göre, bir sürü görüş ortaya çıkacaktır. En basiti, günümüzde ar­tık “zekât malın kırkta biri değil, kırkta otuz dokuzudur” diyen­ler de türemiştir. İşte bunun için sünnete şiddetle ihtiyaç vardır. İhtilafları sona erdiren bir özelliği de söz konusudur. Aynı şeyi namaz veya diğer ibadetler için de düşünebiliriz.

b-Müşkil (anlamı kapalı) âyetleri açıklamak:

Bakara Sûresi, 238:

“Orta namaz”ı, Hz. Peygamber -farklı rivâyetler olmakla birlikte ağırlıklı olarak- “ikindi namazı” olarak açıklamıştır.

Bakara, 187:

Burada beyaz iplikle siyah iplikten kastedilenin, gecenin siyahlığı ile gündüzün aydınlığı olduğu Hz. Peygamber tarafından açıklanmıştır.

Hûd, 114 ve İsrâ, 78:

“(Ey Muhammedi) Gündüzün iki tarafında ve gecenin gündüze ya­kın vakitlerinde namaz kıl. Çünkü iyilikler kötülükleri giderir. Bu, öğüt alanlar için bir öğüttür”

“Güneşin dönmesinden, gecenin kararmasına kaçlar namaz kıl. Fec­rin Kurân’ını (fecir vakti okunan Kur’ân’ı) ikame et (yerine getir)! Çün­kü fecrin Kurân’ı şâhidlidir.”

Bu âyetlerde namaz vakitleriyle ilgili buyruklar vardır. Ancak bir kapalılık da söz konusudur. “Âyetler, namazı uç vakitle sınırlıyor” di­yenler vardır. Âyet ve hadîsleri bir bütün olarak değerlendirdiğimizde şu sonuçlar ortaya çıkar:



a-Âyetler hem üç vakte hem de beş vakte muhtemel gözüküyor.

Bu âyetlerde sadece üç vakit namaz geçiyor demek mümkün de­ğildir. Onun kadar kuvvetli bir şekilde beş vakit sabittir diyen­ler de vardır. “Güneşin zevâli” gibi bazı kelimeler buna imkân veriyor. Ama dediğimiz gibi farklı da yorumlanabiliyor. Dola­yısıyla sırf bu âyetlerden yola çıkarak üç vakti, beş vakte tercih ettirecek sarîh bir durum söz konusu değildir,

b-Bir âyet yoruma açıksa ve kelimeleri bir kaç manaya muhte­melse, galiba en güzel yol, Kur’ân’ın ilk müfessirinin beyan ve uygulamalarına müracaat etmektir. Mezkur ayetlerde İfa­de edilen durumları Allah Resûlü, günün beş vakti olarak be­lirlemiştir.

c-Umûmîlik ifade eden âyetleri tahsîs etmek:

En’âm, 82:

Bu âyet inince ashâb kaygılanmış ve Resûlullâh’a giderek “hangi birimiz nefsine zulum (haksızlık) bulaştırmaz ki!” diye sormuştur. Bu­nun üzerine Hz. Peygamber âyetteki zulmün Lokman (a.s.)’ın oğluna söylediği gibi şirk olduğunu açıklamıştır.(Buhari,Müslim ve Tirmizi)

Mâide, 3:

“Meyte”, umumî bir hükümdür. Hz. Peygamber, “Denizin suyu  temiz, kendiliğinden ölmüş hayvanının eti helâldir”(Ebu Davud,Tirmizi ve Nesai,Hadis sahihtir) buyurarak âyetin  hükmünü tahsîs etmiştir. Bu tahsisi “Hem size hem de yolculara faydaolmak üzere (faydalanmanız için) deniz avı yapmak ve onu yemek size helâl kılındı” âyeti de destekler. Zira “deniz avı” umumî bir ifadedir. “Meyte”yi de içine alır. Ancak kara hayvanları denize düşüp ölse “deniz hayvanları” içinde yer almazlar. Deniz hayvanları sadece denizde yaşayanlardır.

Mâide, 6:

“Ey îmân edenler! Namaza kalktığınız zaman yüzlerinizi dirseklerinize kadar ellerinizi yıkayın; başınıza da mesh edin ve topuklarınıza | kadar ayaklarınızı da (yıkayın).”



Âyette geçen “namaza kalktığınız zaman” ifadesi, abdestli olunsun veya olunmasın her namaz kılınacağı zaman abdest alınmasını gerekli kılar. Hz. Peygamber’in bu noktadaki uygulamaları görülmeden başka türlü de anlaşılmaz. Bu noktada, Hz. Peygamber’in beyanlarının öne­mi ortaya çıkar. Hz. Peygamber, abdestsiz olanın abdest alması gerek­tiğini ortaya koymuştur. Abdestli olanın abdest alması ise başka bir gü­zelliktir, ama vâcib değildir. Yani bir abdestle birkaç vakit namaz kıl­mak caizdir.(Buhari,Vudu,57;Tirmizi,Taharet,60) Hadîslere karşı çekinceli davranan bazıları bile Hz. Pey­gamberin bu yöndeki uygulamalarım esas almıştır. Zira belki de bu, insanlara her namaz için abdest almak zor gelecektir!

Bu âyette Resûlullâhin bir başka beyanı daha vardır. Aslında “müşkil ifadeleri açıklama” kısmında zikretmek daha isabetli olurdu. Yinede ifade edelim ki, âyette ayaklan yıkamakla ilgili bir kapalılık vardır Şî‘a, ayakları mesh etmeyi esas almıştır. Âyette bu kesin değildir. Bir o kadar, ayaklan yıkamak da vardır. Bu noktada, Hz. Peygamberin söz ve uygulamalarına bakmaktan başka çare yoktur. Tevâtüre ulaşan na­killerden anlıyoruz ki, ayakları yıkamak esastır.

d-Mutlak ifadeleri takyîd etmek, sınırlamak:

Nisâ’, 11:

“...Bütün bu paylar, ölenin yapacağı vasiyetten ve borçtan sonra­dır."

Âyette vasiyet, mutlak olarak zikredilmiştir. Buna göre kişi diledi­ği kadar vasiyet edebilir. Ancak Hz. Peygamber vasiyeti malın üçte bi­riyle sınırlamıştır.(Buhari,Vasaya,2,3;Müslim,Vasiyet,5,6,7,8)

e-Âyetlerdeki hükmü te’yid etmek. Burada Resûlullâh’ın görevi, âyetlerde söz konusu olan hükümleri vurgulamak, pekiştirmek­tir. Bu tip hadîsler de oldukça fazladır. Burada ayet ile hadisler bir bütünlük içindedir.


3-Tezkiye:



Tezkiye, Allâh Resûlü’nun mü’minleri ahlâken yücelt­me, kemâle erdirme ve nefs terbiyesine yönlendirmeyle alakalı görev ve rehberliğidir. İlgili âyetler şöyledir:

“O, ümmîlere, içlerinden, kendilerine âyetlerini okuyan, onları te­mizleyen, onlara kitâbt ve hikmeti öğreten bir peygamber gönderendir. Hâlbuki onlar, bundan önce apaçık bir sapıklık içinde idiler” (Cum’a, 2)

“And olsun, Allâh, mü’minlere kendi içlerinden; onlara âyetlerini okuyan, onları arıtıp tertemiz yapan, onlara kitâb ve hikmeti öğreten bir peygamber göndermekle büyük bir lütufta bulunmuştur. Oysa onlar, daha önce apaçık bir sapıklık içinde idiler.” (Âl-i İmrân, 164)


4-Kur’ân’da bulunmayan hükümler koymak:

Daha önce ilgili âyetleri vermiştik. Burada acaba Hz. Peygamber “müstakil olarak mı hü­küm, yoksa belirli bir âyete bağlı olarak mı hüküm koyar?” şeklinde bir küçük tartışma vardır. Cumhûr ulemâ müstakil; Şâtıbî ise bağımsız de­ğil, belirli bir âyetin tahtında hüküm koyacağını kabul etmiştir. Esasen, Kur’ân’ın Resûlullâh’a itâat edilmesi gerektiği konusundaki vurgusu, onun bağımsız hüküm koyucu olmasını gerekli kılmaktadır. Tabii burada bağımsız oluş, Allâh’tan bağımsız veya Kur’ân’la alakasız oluş değildir. Elbette Kur’ân merkezli bir bağımsızlıktır. Zira Kur’ân’ı vahyeden Allâh, Kur’ân dışında da vahyetmektedir. Ancak Şâtıbî büyük ihtimalle hadîsin subûtu konusundaki zannî durumları dikkate alarak, Hz.  Peygamber’in hüküm koyuculuğunu Kur’ân’a bağlamak istemiştir. Bu  da belki Kur’ân’a aykırı olabilecek birtakım haber-i vâhid durumlarına  karşı Kur’ân’ın hükmünü garantiye almak içindir. Aslında buna gerek  yoktur. Zaten Kur’ân’a aykırılık varsa bu hadîsle amel edilmez. Onun  için böyle bir teoriye de gerek yoktur. Bize göre, tartışma sonuç itibariyle aynı kapıya çıkmaktadır. Tartışma, kısaca lafzîdir; zira Hz. Peygamber ister bağımsız hüküm koysun ister belli bir âyetin açılım ve beyanı şeklinde hüküm koysun herkes Allâh Resûlü’nün verdiği hükümleri kabul etmektedir. Bu hükümlerin teorik olarak nasıl değerlendirileceği o kadar da önemli değildir.

Şunu da ifade edelim ki, Allâh Resûlü’nün verdiği her bir hüküm, neredeyse Kur’ân’daki ilgili âyetin açılımı şeklindedir. Bazı evlilikleri mi yasaklıyor; zaten nikâhı harâm olanlar Kur’ân’da sayılmıştır. Bazı  hayvanların etinin yenilmesini mi yasaklıyor; konuyla alakalı zaten âyet  vardır. Namazla ilgili, hac, zekâtla ilgili hükümler mi koyuyor; bunların esası zaten Kur’ân’da vardır.

Burada bir noktaya işaret etmek gerekirse, Allâh Resûlü’nün yasakladıklarını ikiye ayırabiliriz: Tahrîm maksadıyla yasakladıkları ve te’dîb (daha iyiye yönlendirme) maksadıyla yasakladıkları. İlkine harâm; ikin cisine mekrûh demek mümkündür. Şüphesiz, âhiretteki sonuçları itibariyle aralarında fark olsa bile mü’mine yakışan her iki tür yasaktan da uzaklaşabilmektir.

Şimdi, Hz. Peygamber’in bu yönüne dair bazı örnekler verelim:

Bir erkeğin, bir kadını halası veya teyzesiyle aynı nikâhta birleştirmesinin yasaklanması. (Buhârî, Ebû Dâvûd, Tirmizî)

Köpek dişli yırtıcı hayvanlarla pençeli kuşların etlerinin yenmesinin harâmlığı. (Müslim, Ebû Dâvûd, Nesâî)

Eşek etinin tahrîmi. (Buhârî, Müslim)

Fıtır sadakasının vâcib olması. (îbn Mâce)

Nineye mirastan pay verilmesi. (İmâm Mâlik, Ebû Dâvûd, Tir- mizî)

Kadınların özel hallerinde namaz kılmayıp oruç tutmaması, son­radan sadece orucu kaza etmesi. (Buhârî, Müslim)

Mut’a nikâhının haramlığı. (Müslim)

Dövme yaptırmanın harâmlığı. (Buhârî, Müslim, Ebû Dâvûd)

Kadınlarla tokalaşmanın harâmlığı. (Buhârî, Müslim)

Kadınlarla halvet halinde olmanın yasaklanması. (Buhârî, Müs­lim, Tirmizî)

Erkeklere ipek giymenin harâmlığı. (Nesâî, Ahmed b. Hanbel)

Kadınların koku sürünerek erkeklerin yanına gitmesi. (Tirmizî, Ebû Dâvûd)

Kadınların kaşlarını inceltmesi. (Buhârî, Müslim, Ebû Dâvûd)

Kadınların saçlarını deve hörgücü gibi topuz yapması. (Müslim)

Kadınların dar ve şeffaf giyinmeleri (erkeklerin de). (Müslim)

Sol elle yemenin yasaklanması, (mekrûh). (Müslim)

Bir şâhid ve yeminle hükmetmek. (Ebû Dâvûd, Tirmizî, İbn Mâce)



Yavuz Köktaş - Kurana Aykırı Görülen Hadisler (insan yay.)

Devamını Oku »

Dünyayı Dönüştürücek Bir Tebliğ İçin Karineler

Kur’an, “Şüphesiz, Allah katında idin İslâm’dır''Al-i İmran: 19) ve “Bunlar (iman edenler) işte felaha  erenlerdir” (Bakara: 5) ayetleri çerçe­vesinde, insanın/insanlığın kurtuluşunu iman etme ve İslâm’a tabii olma şartına bağlamıştır. Din ve iman hakikatleri, burada İslâm düşüncesinin içerdiği za­aflardan bağımsız şekilde doğrudan ki­şilerin Allah’a teslimiyetiyle ilgili bir mesele olarak mütalaa edilmeyi gerek­tirir. Nitekim toplum ve siyaset konula­rıın tümüyle dışında, kişilerin tekil dünyasıyla ilgili evrensel bir nitelik, bir ha­kikat anlamı taşımaktadır. İslâm düşüncesinin merkezinde de esasen sözkonusu evrensellik vardır, değilse de olmak zorunluğundadır. Bu daha açık ifadesiyle insanın/ihsanlığın kurtuluşu demek olan yani hidayet dediğimiz bir meseleyi ikrar anlamına gelmektedir. İslâm’ın sosyal, siyasal tezahürlerinden ve birtakım ege­menlik arzularından bağımsız olarak bir tür varlık-yokluk anlamı içerir. Dolayı­sıyla insanlığın gerek bahsi edilen evrensel hakikatten (muştudan) haberdar edil­mesi gerekse bu muştuyu akledebilir bir yetiye ve duyarlığa kavuşturulması ko­nusunda ceht göstermek mü’min, Müslüman şahsiyetlere sorumluluk olarak ve­rilmiştir. Dahası bireysel bir sorumluluk olmaktan öteye, doğrudan cemaat(ler)e ve topluma verilmiş bir görevdir de. İnsanları Allah’a/Kur’an’a iman etmeye ve İslâm’a çağıracak çalışmalar yapmak, buna ehil vasıfta insanları yetiştirip göre­ve koşmak Müslümanlar için birer farz-ı kifaye hükmündedir. Kişilere ve/veya şartlara bağlı olarak bunun farz-ı ayn haline gelebileceğini de göz ardı etmeme­li. Dinin “apaçık” hakikatleri bağlamında tebliğ görevinin savsaklanamayacağı muhakkaktır. “Bir insanı dirilten bütün insanlığı diriltmiş gibidir” mesajından hareketle her bir insanoğlunun hakikatle tanışmasını sağlamak ne kadar önemliy­se, farklı sosyal, kültürel, zihinsel özelliklere sahip kesimlere de hakikatin uygun bir dil ve metotla götürülmesi elzem niteliktedir. Her insan farklı bir kozmostur denebilir, bu yüzden hakikati dile getirmekten çok “doğru” şekilde dile getirme­nin daha bir önem taşıdığı yadsınamaz. Bugün, Allah’ın varlık ve birliğinden ve­ya İslâm dininden haberdar olmamak gibi bir ihtimalden neredeyse bahsedileme-yecek bir dünyada yaşıyoruz. Ama mesele iman etmenin ve Müslüman olmanın ne demek olduğu, kurtuluşumuzun ancak böyle mümkün olabileceği konusunda insani an aydınlatma cehtini göstermektir. Buysa insanların dahası insanlığın/çağın birikimine ve ruhuna nüfüz edebilme yeti ve donanımını haiz ehliyet sahip­leriyle yapılabilecek işlerdendir………

…."And olsun zamana ki, insan gerçekten ziyan içindedir. Ancak iman edip de sabrı tavsiye edenler, birbirlerine hakkı ve sabrı tavsiye edenler başka.” (Asr su­resi: 1-3 y)

İslâm ahlak dinidir, bize güzel ahlak sahibi olmayı emreder. Ahlakın izafi ta­rafları olmakla beraber, farklı şartlarda farklı şekillerde tezahür edebilecek temel unsurlarının olduğu da bir gerçektir. Hakka tecavüz etmemek, adaletsizlik, hayâ­sızlık, bencillik, gösteriş yapmamak, yalan söylememek (kandırmamak), feragatlilik gibi belli başlı evrensel kriterlerle cisimleşen ahlak anlayışı etrafında her bir insan/Müslüman iyilikle emretme, kötülükten nehyetme görevini yerine getir­mekle mükelleftir. Bunu, kendi çıkarımızı ve selametimizi sağlamaya dönük egoist bir tutumun icabı olmaktan öteye, bizatihi toplumun veya başka insanla­rın iyiliğine yapılması gereken bir davranış, bir uyan diye düşünmelidir. İslâm ahlakı dürüst, güvenilir ve adil olmayı gerektirdiği gibi, yaşadığımız dünyanın ve insanlığın bu istikamette ihyasını da Müslümanlar için bir borç telakki eder. İs­lâmî tasavvur, tevhit inancının (iman etmenin) yanı sıra kendisini böyle bir ah­lak şuuruyla ortaya koyar, konulmayı gerektirir. Ancak gerek tevhit inancının ge­rekse ahlaki ilkelerin sosyal, siyasal, hukuki sistematiğe ve model yapılara dö­nüştürülmesi -veya dönüştürülemezliği- meselesi, başka bir bağlamda değinildi­ği üzere apayrı bir sorunsal olarak ele alınmayı gerektirir. Burada İslâm’ın nihai talep ve amaçlarına ilişkin netleştirilmesi gereken derin düşünsel meselelerin ol­duğu kanaatindeyim. Oysa İslâm’ın iyi insan, iyi Müslüman olmayla ilgili temel ahlak ilkeleri gayet açık olup gündelik hayat başta olmak üzere hayatın hemen her alanında somut, kesin karşılıklarını bulabileceğimiz şeylerdir. Dolayısıyla her Müslüman, konumuna ve gücüne bağlı olarak iyilikle emretme, kötülükten nehyetme şuuru içinde hareket etmekle görevli durumdadır. İslâm Peygamberi­nin “Kötülüğü gücünüz yetiyorsa elinizle, yetmiyorsa dilinizle defedin, o da yet­miyorsa kalbinizle buğz edin” mealindeki tavsiyesi Müslümanlar için somut bir parola niteliği taşır. Kötülüğü tanımaya, anlamaya ve defetmeye yönelik çabala­yışlar bu bakımdan Müslüman olmanın gerekleri arasında sayılabilir. Müslüman, gerek şahsiyetiyle gerekse söz ve eylemleriyle (salih amellerle) çevresine güven ve iyilik telkin eden bir varoluş biçimi sergilemenin kendisini seçkin bir merte­beye (ahsen-i takvim’e) yükselteceğini bilen kimsedir. Nefsinin yönlendirmeleri yerine daima haktan, iyiden yana bir “irade”ye talip olmak, dahası bunu zulme ve cehalete karşı bir “isyan” şuuruna ve hareketine dönüştürmek onun bir alamet-i farikası haline gelmiş olmalı. Ve elbette “kendini tamamlamak için evren­sel aleme can ata[n]”(Topçu 2011,83) bir hareket perspektifini oluşturma endi­şesi içinde insanlık alemi/ruhu ile kuracağı münasebetlerin kodlarını tayin etme adına gösterdiği cehti, sahih ve sahici olma yolunda gerekli “sabır” ve “şuur” hamleleriyle temayüz ettirmekten de geri kalmamak gerektiğini bilmelidir.

Ali Metin, Hece Dergisi, İslam Medeniyet Özel Sayısı
Devamını Oku »