Batıda Medeniyet Kavramı



Batı’ya nisbetle deskriptif bir anlama sahip olan medeniyet, XIX. asırda mutlak olarak kullanıldığında artık normatif bir anlam ifade eder olmuştu.Tasvirî anlamda medeniyetin algılaması, tabiatıyla normatif anlamda medeniyet tasavvuru tarafından
belirlenecekti.

Geleneksel dünyada kimlikler, “Müslüman/kâfir” gibi katı bir inanç ayırımına dayanıyor, Doğu da Batı da islâm ve Hıristiyanlık gibi evrensel dinlerini karşı tarafa dayatmaya çalışıyordu. islâm dünyası da uzun süre Batı’yı bu inanç ayırımı açısından, kâfir Frenkler olarak görerek Hıristiyanlığın rengini taşıyan her şeyi reddetti. islâm dünyası, Batı’da sekülerleşme sürecinin kritik aşamalarını teşkil eden XV. asırda Rönesans, XVI. asırda Reformas-yon, XVII. asırda Bilim, XVIII. asırda Aydınlanma hareketlerine temelde Hıristiyanlığa karşı önyargıdan dolayı kayıtsız kalmıştı. Ancak bu dönüşümün zirveye çıktığı XIX. asır ideoloji çağında durum değişti. Batı, artık tamamıyla dönüştürerek seküler-evrensel kılığa soktuğu dinini Doğu’ya dayatabilecek güce erişmişti. Napoleon, Mısır’a hem medeniyet, hem de bunun
dayandığı ideolojiyi yaymak için gelmişti.

Doğal olarak önce somut olduğu için, kısaca “Batılı hayat tarzı” diyebileceğimiz Batı medeniyeti Doğululara cazip geldi. Napoleon, Mısır’a bu medeniyetten ancak bir nebze getirmiş, daha sonra bundan etkilenen Müslüman aydınlar bizzat yerinde bu “medeniyetin nimetleri”ni gözlemlemeye başlamışlardı.

Osmanlı dünyasına civi-lisation, Frankofon Tanzimat Paşası Mustafa Reşîd’in Paris’ten gönderdiği resmî yazılarıyla geçmiştir. Paşa, tabiatıyla Türkçe karşılığını bulamadığı bu modern kelimeyi dilimize terbiye-i nâs ve icrâ-yı nizâmât gibi hem geleneksel, hem de modern anlamlarını bir arada kullanarak aktarır.

Daha sonra da bu dilimize medeniyet olarak yerleşir. Hâlbuki bu, kavramın orijinali civility’nin karşılığıdır; civilisation’un esas kelime karşılığı temeddündür. Nitekim Cevdet Paşa, bu iki kelimeyi de kullanır (Göçek 1996: 117—137).Medeniyet kavramının Avrupa’da giderek artan tedavülüyle entelektüel söyleme hâkimiyeti (Boer 2005), modern dünyanın tam doğuşunu haber verdi. Katolik Batı, aslında tarihteki medeniyetler gibi tarihî, deskriptif anlam taşıyan medeniyetine gücüyle normatif bir anlam kazandırmış, medeniyet “olgu”sunu “ideal”e dönüştürmüş, geleneksel “hak/batıl din” ayırımının yerine “Batı/Doğu medeniyeti”ayırımını geçirmişti.

Medeniyet, böylece Batı-dışı toplumlar için bir standart, norm ve ideal haline gelmişti. Tek başına, artikelle kullanıldığında “din” ile “hak din” kasd edildiği gibi, aslında Batı ürünü, tikel “medeniyet” ile de “hak, evrensel medeniyet” kasd edilir hale gelmişti. Ya medeniyetten yana veya karşısında olmak dışında nötralite gibi üçüncü bir alternatif yoktu hâkim imaja göre. Nitekim seküler Yeni Osmanlı aydını Şinasî’nin Tanzimat’ın mimarı Mustafa Reşîd Paşa’yı “medeniyet peygamberi” olarak görmesi, medeniyeti, insanlığın yeni, evrensel, seküler dini olarak algıladığını açıkça gösterir (78)

Katolik evrenselciliği sekülerleştiren Fransız Aydınlanma filozofları tarafından medeniyet, geniş anlamda hem bir inanış, hem de yaşayış sistemi anlamına gelen din gibi kendi kendini meşrûlaş-tırıcı bir sistem olarak düşünülmüştü. Örneğin medeniyeti maddî ve manevî gelişimin bir bileşimi olarak gören Guizot (1997), tarihte olduğu gibi modern Avrupa’da da toplumsal refahın gelişimine paralel olarak
bizzat insanın entelektüel ve moral kapasitesinin de gelişeceğini öngörüyordu. Bu anlayışı sistemleştiren Comte (2000: III/168—232), ünlü üç hal kânununa göre medeniyet tarihini de üç toplum tipine tekabül eden üç çağa ayırdı. Teolojinin hâkim olduğu fetihçi-askerî toplum, sadece hayatını sürdürmek için gerekli temel tekniğe sahip olarak devamlı fetih ve ganimet peşinde koşar. ikincisi, metafizik ve hukukun
yön verdiği savunmacı-feodal toplumda gözlem hayale hâkim olmaya başlar; sanayileşmenin gelişmesiyle toplumsal ilişkiler değişmeye başlar. Bilimin hâkim olduğu üçüncü endüstriyel çağda insan zekâsı tabiata egemen olur; bu çağda, bilim, teknik ve ekonomiye dayalı medeniyet inkişaf eder.

Bilim, teknik ve ekonomi sayesinde doğanın denetim altına alınması, toplumun da denetim altına alınmasını sağlar. Medeniyet, böylece tarihi denetim altına alma azminin eseri Fransız Devrimi ile doğayı denetim altına alma sürecinin eseri Sanayi Devrimi’nin bileşimi bir kavram olarak belirir. Bu maddî medeniyet geliştikçe insanın entelektüel ve moral kapasitesini geliştireceği gibi toplumun şeklini, amaç ve yönünü belirleyecekti. Civilisation, böylece hem bilimsel-teknik ve endüstriyel gelişme yoluyla doğa kadar toplumun da denetim altına alınması, medenileşmesi sürecini (terakkî), hem de bu sürecinsonunda ulaşılan bir düzeni, medeniyeti ifade etmektedir. Comte’a göre insanın yapacağı, zekâsıyla doğayı ve toplumu yöneten yasaları keşfettikten sonra kendini tarihin doğal akışına bırakmaktı. Çağdaş
modernlik eleştirmenlerinin “seküler teslis” adını verdikleri, akliyetin ürünü “bilim, teknik ve ekonomi” ile mütemayiz maddî bir medeniyet imajı böylece onda kemale erdi.

Zorlu epistemolojik arayıştan yorulan Avrupalı aydınların beklentisine göre modern hayat tarzı,aklîleştirme yoluyla zamanla kendine özgü bilgi tarzını da üretecekti; Marx’ın “altyapı/üstyapı” ayırımıyla net olarak gösterdiği ve Foucault’nun, modern diskurların “diskörsif formasyon”larda gömülü olduğuna dikkat çektiği gibi. Ancak XIX. asrın ortasına gelindiğinde medeniyetin şekli netleşti; medeniyet denen şey, modern endüstriyel kapitalist toplumdu. Kökten değişen bu toplumun kendi kendini aklîleştirmesi-nin imkânsızlığı görüldüğü için ideolojiler ortaya çıktı. Bu ihtiyacı ilk gördüğü için Destutt de Tracy, ideoloji kavramını icat etmişti. Marx ise, ekonomik ve politik tahakküm ilişkilerine dayalı kapitalizmin hem altyapı, hem üstyapısına, hem burjuva medeniyetine, hem liberal ideolojiye kökten karşı çıkarak bilimsel
bir öğretiye dayalı yepyeni bir dünya tasarladı (Meyer 1969: 47—73).

Bu açıdan kanaatimce XIX. asır sekülerizm çağında üç ibrahimî din, Yahudilik, Hıristiyan ve islâm’ın da modernlikle ortak bir hesaplaşma örüntüsü fark edilebilirdi. Bildiğim kadarıyla bu konuda maalesef esaslı bir mukayeseli modernizm incelemesi henüz yapılmış değildir. XIX. asırdaki teolog ve filolog kökenli oryantalistlerin “yüksek” denen hermenötik eleştiri yoluyla yaptıkları “tarihî/gerçek peygamber”
ayırımıyla dinlerini tarihîleştirmelerine, çağın dışına itmelerine karşı dindar aydınların benimseyeceği iki şık vardı. Birincisi, islâm’da kelam metodolojisinde dinî delillerin eleştirisi için kullanılan “sübut/delâlet” (izmirli 1981: 27) ayırımıyla, önce karşı-girişimle, aynı hermenötik metotla kaynaklarının sübutu yoluyla dinlerinin içeriğinin evrenselliğini göstermek.

Özellikle Yahudilik ve Hıristiyanlık örneğinde bu yolun zorluğu karşısında ise daha çok ikinci şık, yani dinlerinin kaynaklarının sübutu yerine içeriğinin delâleti bakımından evrenselliğini gösterme tutumu benimsenecekti.Yakından bakıldığında bu tutumun da iki adımdan oluştuğu görülecekti. Geiger, Cohen, Loisy,Tyrrell,Afgânî, Abduh gibi XIX. asırda, Marx’a göre “gemileri yakmak” yerine daha ılımlı bir yol seçen üç ibrahimî dinden aydınların hepsinin ortak hedefi, iki temel yolla rasyonalizm ve rasyonalite sayesinde dinlerinin evrenselliğini göstererek ayakta kalmasını sağlamaktı. Birincisi, dinlerinin temel teorik yapılarının, genel olarak bilim denen rasyonalizmin eseri modern bilgiye, ikincisi dinlerinin temel pratik yapılarının rasyonalitenin eseri medeniyet denen modern hayat tarzına uyabilir-liğini göstermek. Ancak karakterlerine göre bu üç dinin modern bilgi ve hayat tarzına uyarlanma derecesi değişecekti.

Yahudilik, gelenek, Hıristiyanlık teoloji, islâm ise fıkıh ile karakterize edilebilir. Marx (Tucker 1978:26—52)’tan J. Neusner (1975)’e farklı açılardan birçok Yahudi aydının ifade ettiği gibi zaten Yahudilik’te din, haham geleneğine indirgenmişti. Dolayısıyla 1934’te çıkan eserinde olduğu gibi Mordecai M. Kaplan (1967), Yahudiliğin doğrudan medeniyete dönüştürülmesini savu-nabilmişti. Diğer taraftan, de Tracy, Hegel ve Comte, Hıristiyan teolojiyi ideoloji ve sosyolojiye dönüştürmekte
zorlanmadılar. Ancak ilâhî yasa şeriatın kurumsallaşmış yorumu olarak fıkıh, içtihat kapısı açılmadıkça bu tür işlemlere gelemezdi. Afgânî ve Abduh’un bu amaçla içtihat kapısının açılması için bastırması da sonuç vermeyecek ve her ne kadar çağımızda islâm dünyasında Endonezya örneğinde görüldüğü gibi,islâm’ın din mi, medeniyet mi olduğu tartışılır hale gelse de (Steenbrink 2004) modernlik projesine üç din
arasında en dirençli islâm çıkacaktı.

Gene de XIX. asırda Müslüman aydınlar, Batı’nın temel silahları olarak gördükleri medeniyet ile ideolojiyi misilleme mantığıyla kendilerine mal etmenin yollarını arayacaklardı. Birincisi ideolojiler,Müslümanlar tarafından geçmiş Batılı entelektüel hareketlerin aksine gayr-i Hıristiyanî içerikte, yeni bir dünyayı kuran evrensel fikirler olarak en azından incelenmeye değer görülmüştü (Lewis 1994: 51,Hodgson 1974: III/120). ikincisi, Napoleon Fransa’sı geçmiş Batılı entelektüel hareketlerden farklı olarak bizzat devrim ideolojilerini Doğu halkları arasında propaganda yoluyla yaymaya yönelmişti. XIX. asır -izmler, ideolojiler çağıydı; meşrûiyet krizinden kıvranan dünya, pek çok açık, sert kadar gizli, yumuşak ideoloji ye vücut verdi. Sadık Rifat Paşa, ancak itikat kavramıyla anlatabildiği ideoloji ve kamuoyunun Batı sayesinde modern dünyada kazandığı öneme belki de XIX. asır islâm dünyasında dikkat çeken ilk kişiydi.(79)

Ancak ideoloji, zamanla münhasıran politik küreyi dönüştürmeye yönelen bir entelektüel silah olarak pejoratif bir anlam kazanmıştı; XIX. asırda, XX. asırda olduğu gibi liberalizm veya sosyalizm gibi Batılı bir politik ideolojiyi açıkça benimseyen bir Müslüman aydın bulmak zordu. Bu yüzden Comte, sosyolojiyi
objektif ve evrensel bir disiplin olarak tasarladı. Doğal ve sosyal bilimin arkasında yatan pozitivizm,özellikle yükselen milliyetçilik çağında Doğu dünyasında evrensel, felsefî bir ideoloji olarak revaç kazandı. Osmanlı’da Hoca Tahsin ve Ahmed Rıza, Mısır’da Cemâleddîn Afgânî ve Muhammed Abduh gibi bilinçli olarak pozitivizmi benimseyen Müslüman aydınlar görmek mümkündü.

Pozitivizm,evrenselliği bakımından birçok gelişmekte olan ülke aydınının daha sonra Marksizm’de bulacağı teselliyi sağladı. Örneğin din ile ideoloji arasında bir ayırım yapan ve ideolojileri nötral ve evrensel düşünce sistemleri olarak gören Ahmed Rıza, farklı dinlerden insanların ortak ideolojilerde buluşabileceğine inanıyordu (Mardin
1983a: 137).

Prof.Dr.Bedri Gencer - Islamda Modernleşme,lotus yay,syf.309-314

Dipnotlar:

78 Şinasî (2005: 7—17), adeta Hz. Peygamber için yazılan naatlara nazire yaparcasına Reşîd Paşa’ya yazdığı kasidelerde, onu “fahr-ı cihân-ı medeniyet, medeniyet rasûlü”, ahdini, “vakt-i saadet” gibi deyimlerle nitelendirir, peygamberler gibi “devleti ihyâ” için “meb’asine”, yani Allah tarafından gönderildiğini anlatır, dahası sadece Allah için kullanılan “zât-ı azimü’ş-şân” gibi ifadelerle tabir caizse onu
putlaştırır.

79 “Mizâc-ı asr 78 Şinasî (2005: 7—17), adeta Hz. Peygamber için yazılan naatlara nazire yaparcasına Reşîd Paşa’ya yazdığı kasidelerde, onu “fahr-ı cihân-ı medeniyet, medeniyet rasûlü”, ahdini, “vakt-i saadet” gibi deyimlerle nitelendirir, peygamberler gibi “devleti ihyâ” için “meb’asine”, yani Allah tarafından gönderildiğini anlatır, dahası sadece Allah için kullanılan “zât-ı azimü’ş-şân” gibi ifadelerle tabir caizse onu
putlaştırır.ve efkâr-ı zamâne cûş u hurûşa gelmiş bir nehre şebîhtir ve cihânda def ‘ü izâlesi muhâl olan ahvâlden biri i’tikâd ve diğeri efkâr-ı ‘âmmedir” (Aktaran, Mardin 1996: 210).

Devamını Oku »

Modernizmin Türleri


Osmanlı ve Mısırlı düşünürlerin kendilerine meydan okuyan Batı medeniyetini tasavvur tarzları, onların geleneği dönüştürme tarzlarını, diğer bir deyişle gerçekleştirecekleri modernizmin türlerini de belirleyecekti. Modernizm, “yeni bir dünya kurma vizyonu”, ideoloji ise “bu vizyonu gerçekleştirme projesi” olarak alındığında Osmanlı ve Mısırlı düşünürleri karşılaştırmak için ikisinin de paralel iki türü ayırt edilebilir: “Pasif/aktif modernizm” yanında “diskörsif/para-digmatik modernizm” ve karşılığında“yumuşak/sert ideoloji” ve “sosyoloji/ideoloji” ayırımları. “Pasif/aktif modernizm”den önce ise bir “ön modernizm” aşamasının geldiği gözlenebilir. En net “inanma-kuşkulanma-yeniden inanma” diyalektiğiyle anlaşılabilecek bu sürecin aşamaları, “savunma-eleştiri-inşa” kavramlarıyla özetlenebilir.

Dünya hayatında eylemlerine anlam kazandırmak için bir dine inanmak zorunda olan insan, hızla değişen bir dünyada inandığı dinin geçerliği sorgulamaya uğradığında doğal olarak önce onu savunma ihtiyacını duyar. Ancak meşrûiyet krizinin giderek artması karşısında savunma iyice zorlaşır ve artık sürdürülemez hale gelir. “On modernizm” anlamına gelen bu apolojetik bir süre sonra yerini benimsenen dinin, somut olarak dinin geleneksel aydınlarının eleştirisine bırakır ki “pasif modernizm” anlamına gelen bu eleştiri de “aktif modernizm” anlamına gelen yeniden-inanmayı sağlayacak bir öğretinin inşasına zemin hazırlar.

Avrupa’da bu süreç, Katoliklik ve Protestanlık ile bunlara bağlı topluluklar arasındaki bölünme açısından incelenebilirdi. Kendini hâkim Katolik Hıristiyanlıkla özdeşleştiren italya ve daha sonra Fransa’nın merkezinde yer aldığı Latin Avrupa’ya başlıca Anglo-Cermen Avrupa’dan Protestanlık adını alan itiraz yükseldi; Hıristiyanlığın yeniden-biçimlendirilmesi olarak Reformasyon kadar Aydınlanma da bu Anglo-Cermen topluluğun, Protestan ruhun eseri sayılabilirdi. Farklı perspektiflerden gerek Luther,
gerekse de Calvin, geçerliği sorgulamaya uğrayan Hıristiyanlığı savunarak kendi içinde dönüştürülmesine çalışmışlarsa da Aydınlanma, bu, dini kendi içinde dönüştürme projesinin çıkmazını göstererek dinin dışarıdan yenilenmesine yönelik modernizm ve sekülerizme giden yolu açmıştı.

Bu bakımdan “ön, pasif ve aktif” modernizm aşamalarını, Aydınlanma’nın üç damarında görmek mümkündü. Empiri-sizme dayalı entelektüel apolojetik ile Reformasyonun Hıristiyanlığın geçerliğini gösterme çabasını sürdüren başlıca Locke ve Hume, “ön modernizm”i temsil ediyorlardı. Hobbes ve Voltaire gibi Aydınlanma üdebâsı ise güçlü eleştirileri ile Hıristiyanlığa duyulan güvenin sarsılmasında önemli rol oynayarak “pasif modernizm” dediğimiz şeyi başardılar.

Bizim “pasif modernizm” adını verdiğimiz Aydınlanma’nın misyonu, Arnold Gehlen tarafından net bir şekilde ifade edilmiştir: “Aydınlanma’nın öncülleri ölmüştür; ancak onun sonuçları devam ediyor”(Habermas 2002: 3). Aydınlanma’nın devrimci kanadını temsil eden Rousseau ve Kant ise, bu “pasif    modernizm” ile otonomi kavramıyla insanın kendi kendine yolunu bulması özlemini dile getiren Kant’ın felsefî mirasına dayanan Hegel’in başaracağı “aktif modernizm” arasında köprü olmuşlardı.
Aydınlanma’nın pasif mo-dernizmi, Hegel’in aktif modernizmiyle tamamlanmış, böylece dinin içeriden kadar dışarıdan yenilenmesi de Cermen-Protestan topluluğun eseri olmuştur.

Aydınlanma sürecinde beliren modernizmin dinin “savunma, eleştirisi ve dönüştürülmesine” yönelik bu üç aşaması, üç Tanrı anlayışıyla temyiz edilebilirdi. On modernizm, teizm ile karakterize edilebilirdi.Ateizm ile panteizme karşı şekillenen teizm ile deizm daha önce eşanlamlı kullanılıyordu. Ancak XVII.yüzyılın ortasında yoğunlaşan, “pasif modernizm”i temsil eden Hıristiyanlık eleşti-risiyle deizm semantik olarak teizmden ayrışarak “tabiî din” anlamını kazandı. Gerek Hegel’in aktif modernizmi başardığı, gerekMarx’ın bir adım daha ileriye giderek Hegel’in felsefî sistemini “se-küler bir din”e dönüştürdüğü,gerekse de Nietzsche’nin postmo-dernizmi başlattığı XIX. yüzyıl ise ateizm ve agnostisizmle temayüz
etti.

“Eksik veya tam normatif sekülerizm” anlamına geldiklerinden modernizmin bu pasif ve aktif boyutlarının ikisi de paradigmatik olarak belirir. Buna karşılık diskörsif modernizm, özüne, paradigmasına dokunmadan yaşatmak üzere geleneği dönüştürmeyi ifade eder. iki modernizm türü arasındaki fark,gerektirdikleri ideolojik stillerin temyiziyle daha iyi anlaşılır. Diskörsif modernizm, ideolojinin aksiyolojik türüne karşı sosyolojik türüne vücut verir. Gerek K. Mannheim, gerekse C. Geertz’in
bulgularıyla, meşrûlaştırmanın tanımına uygun olarak geleneksel, sosyolojik anlamda ideolojinin temel işlevi “realiteye karşılık vermesi”dir. Bu realite ise, genel, fiziksel değil, özgül, tarihî bir realitedir(Boudon 1989: 24, 26).

Nitekim Mannheim (1960: 125, 118, 189, Seliger 1976: 80)’a göre ideoloji, “belli bir tarihî ve sosyal durum ve bağlı olduğu dünyagö-rüşü ve düşünce tarzına bitişik bir
genel-bakış”ı temsil eder. Bir ideoloji, karşılık verdiği sosyal ve siyasî ilgiler uyarınca total realitenin belli bazı yönleri hakkında doğruluk içerir.

“Diskur (söylem)” kavramının açılmasıyla diskörsif modernizm daha iyi anlaşılacaktır. Çağdaş sosyal teoride yaşanan lengüistik devirden (linguistic turn) sonra söylem kavramı, genelde ideolojinin lengüistik boyutu olarak görülmeye başladı. Çağımızda özellikle Kenneth Burke’ün retoriğe dayalı söylem incelemeleri sayesinde ideoloji ile selefi teoloji arasındaki akrabalık açığa çıktı. Ancak bu tasavvur,ideolojinin, sosyalin üstyapısal ucu olarak görüldüğü klasik Marksist bakış açısını yansıtmaktadır. Oysa
bilgi sosyolojisinin doğuşunun da gösterdiği gibi, yaşayış ile düşünce tarzı arasında yumurta/tavuk ilişkisi vardır. Bu yüzdendir ki Foucault, geliştirdiği “diskörsif formasyon” kavramıyla söylemlerin sosyal pratiklerde içkin olduğunu göstermiştir (Purvis 1993). Dolayısıyla biz “diskör-sif modernizm”kavramlaştırmasında diskurun her iki, hem yaygın lengüistik, hem de Foucaultcu sosyolojik anlamını kasd ediyoruz. Zira ikisi de değişime zorlanan geleneği, pratik ve normatif boyutlarıyla özünde koruyarak yaşatma çabasını yansıtır.

Söylem, “taraftar kazanmak için başkalarını ikna etmek üzere benimsenen beliğ ifade tarzı”,Foucault’nun deyimleriyle ideoloji, “hakikat politikası”, söylem ise “hakikat ekonomisi” olarak tanımlanabilir. Anarşistik perspektife göre söylem, hakikatleri törpüle-meye, üstünü örtmeye yarar. Söylemle ilişkisi, ideolojinin alternatif bilgi türleriyle mukayesesiyle daha iyi anlaşılabilir. C. Geertz (1973: 196—231)’in dikkat çektiği gibi teorik açıdan dışsal bilgi kaynakları olarak din, felsefe, bilim, sanat ve
ideoloji arasında bir ayırım yapmak mümkündür. Ancak pratik, işlevsel açıdan bakıldığında aradaki sınırlar bulanmaya başlar.

Sosyal gerçekliğin tanımlanmasına yarayan dışsal bilgi kaynaklarından bilim,kültürün teş-hîsî-eleştirel, ideoloji ise gerekçelendirici boyutunu oluşturur. ideolojiler, insanın iyi ya da kötü siyasî bir hayvan haline gelmesine yarayan sosyal düzenin şematik imajları olarak kültürün ve değer kalıplarının inşası ve savunmasıyla aktif olarak ilgili kısmına tekabül ederler. Bu yüzden bu iki sistem,temsil ettikleri farklı durumları kapsamak için farklı sembolik-stilistik stratejiler kullanırlar.

İdeoloji dediğimiz şematik imajlar, realiteye bilim gibi doğrudan, önermesel (propositional) değil, dolaylı,retoriksel olarak tekabül eder.Buna örnek olarak ünlü Taft-Hardley Yasası verilir. Amerikan senatosu, emek piyasasında sendikaların etkisini azaltmayı amaçlayan Taft-Hardley Yasası’nı tartıştıkları sırada sendikalar ona “köle emeği yasası” adını taktı. Sosyologlar bu tepkiyi ideologların nasıl şeyleri aşırı derecede basitleştirmeye yöneldiklerinin mükemmel bir örneği olarak gördüler (Boudon 1989: 21). Sendikacıların kullandıkları bu deyim, aslında gerçekliğin tahrifinden ziyade mübalağasını, bir seferberlik etkisi yaratmayı amaçlayan sembolik bir eylemi, mecazı yansıtıyordu. Geertz, bu örneğe Winston Churchill’in ikinci Dünya Savaşı esnasında ingiliz halkının hislerine tercüman olan bir söylemini ilave eder.

Diğer taraftan Osmanlı’da Tanzimat döneminde revaç bulan “gâvura gâvur denmeyecek” sözü de meşrûiyet krizi anlarında bizzat halkın gösterdiği retoriksel yaratıcılığın çarpıcı bir örneğini oluşturuyordu. Bu açıdan bakıldığında
Geertz’in onu, siyasetin ötesinde ahlak, iktisat, hatta estetiğe izafesinden de anlaşılacağı ve özellikle XIX. asır biliminde Darwinizm örneğinde görüldüğü gibi ideoloji, alternatif dışsal bilgi kaynaklarından biri olmaktan çıkarak bilim, sanat, felsefe ve elbette dini kapsayan genel bir düşünüş tarzı haline gelmektedir.

....

Bedri Gencer - İslamda Modernleşme,syf:336-340
Devamını Oku »

Vatan





"Vatan-millet-Sakarya" diyerek, bazılarının müstehzi tebessümleri arasında geçirdim. Hâlâ aynı yerdeyim. (Bazıları "bıraktığımız yerde otluyorsun" diyebilir. Canları sağolsun). Bu yazıyı bir ömrü uğruna tükettiğim "vatan" ne imiş acaba sorusuna cevap olur diye yazıyorum. Vatan elbette belirli anlaşmalar çerçevesinde çizilen sınırlar içinde kalan toprak parçasından ibaret değil. Bu sınırlar resmiyet ifade eder, tarih içinde çeşitli sebeplerle değişir. Ama mesela Kızılırmak değişmez (İklimler değişiyor evladım, o da değişir diyenler olacak. Olsun bekleriz biz. Sabırlıyız.) Vatan efsaneler, masallar, destanlardır. (İşte bir yerinden başladım). Nene Hatun, Deli Dumrul, Köroğlu''dur. Vatan coğrafyadır. (Bunu kavramak zor) Yani Ağrı Dağı, Toroslar, Ilgaz, Seyhan, Van Gölü, Tortum Şelalesi, Anzer Yaylası, Göcek, Tosya, Ermenek, Çukurova, İstanbul Boğazı, Uludağ, Palandöken say babam say; yayladır-ormandır-ovadır-çaydır-pınardır. Bir ucu Vardar Ovası''nda, bir ucu Halep Çarşısı''ndadır. Vatan Dadaş''tır, Gaggoş''tur, Efe''dir; yiğitlik vurmakla-ağalık vermekledir.

Vatan Mevlittir, Itrî''nin Tekbiri''dir, Ezan''dır, minare ve kubbedir, sebildir. Vatan ilahidir, türküdür. Bir ucu Yemen''de bir ucu Estergon''dadır. Vatan Kur''an''dır, namazdır, Cuma''dır, secdedir, duadır. Vatan sürülen topraktır, taze topraktan çıkan buğudur. Tıpkı fırından çıkan Vakfıkebir ekmeğinin buğusu gibidir. Vatan Diyarbakır karpuzu, otlu peynir, Pervari balı, Antep baklavası, Tatar böreği, Selanik gevreği, Arapaşı, Çerkez Tavuğu, Babukko''dur.

Vatan kültür değildir, sadece dil, sadece müzik, sadece halk oyunu, sadece din, sadece bayrak, sadece sadaka taşı, sadece vergi, sadece milli gelir değildir. Vatan kişinin karnının doyduğu yer de olabilir, gözyaşının aktığı yer de.

Bu sebeple Çanakkale Şehitleri, Sarıkamış, Sakarya, Mohaç, Niğbolu, İstanbul''un fethi, İstiklal Savaşı ve İstiklal Marşı vatandır. Vatanın tapusu şehitlerin mezar taşlarıdır.

Vatan sevmektir, benimsemektir, önemsemektir. Vatan mevcudun mânasıdır. Vatan ecdadın mirasıdır. Vatan nutuk değil vasiyettir. Hem vasiyet hem nasihattır. Vatan verilmiş sözdür. Söz namustur. Namusun ne olduğunu namussuzlardan başka herkes bilir.

Vatan Yunus''tur. Yunus Emre''dir, neden, çünkü vatan onun yokluğunda yerine koyacak bir şey bulamamaktır. Vatan dayanışma, paylaşma, adalet, şefkat, merhamet ve fazilettir. Vatana gösterilecek muamele hürmet-hizmet ve merhamettir. Vatan ahlaktır. Vatan tevazu ve kahramanlıktır.

Vatan Selimiye''dir, Hacı Ârif Bey''dir, Mevlana''dır. Vatan "bana ne" diyemeyeceğiniz bir şeydir. Vatan bu dünyada âhıret için çalışılacak bir imtihan mekanıdır. Vatan kitaplar, kütüphaneler, âlimler, şeyhler, tekkeler, üniversiteler, taş-toprak-ağaç-kuş ve uçsuz bucaksız bozkırdır. Bozkırda esen rüzgârdır. Kangal iti, sürü, çoban ve kavaldır. Vatan Nemrut''ta batan güneş, İshakpaşa Sarayı''na dolan gün ışığıdır. Vatan Ayasofya, Hacı Bayram, Ak Şemseddin, Eyüp Sultan ve Hacı Bektaş''tır.

Vatan davul-zurnadır.

Vatan baş-bar, halay ve toprağa vurulan dizin izidir.

Vatan sadece kültür, sadece inanç, sadece hatıra, sadece ortak çıkar, sadece ülkü birliği falan değildir.

Vatan kandır. Gözün bebeğidir. Ayaktaki ferdir. Vatan genetik, botanik, fizik, kimya vb. gibidir. Ancak ölçüye tartıya gelmediği için sadece bunlarla belirlenemez. Vatan aynı anda hem maddî hem manevî bir varlıktır. Akıl ile kavraması zor, kalp ile sevilmesi kolaydır.

Başını secdeye koyduğun yerde hür ve müstakil olmaktır. Namazda makam, mevki, dil, ırk tanımaksızın aynı kıbleye yönelmektir. Vatan kardeşlik, vatan barıştır. Vatana kastedene karşı kelle koltukta savaşmaktır. Vatan namusu kadar; suyunu-toprağını-kurdunu-kuşunu-börtü böceğini kem gözlerden sakınmaktır. Vatan ne kalkınmaya feda edilir ne ilerlemeye; ne falan ideolojiye ne stratejik ortaklığa.

Vatan sevgilidir. Aslı''dır, Kerem''dir, Leyla ile Mecnun''dur. Vatanın fertleri bir tarağın dişleri gibidir. Vatan hemşehrilik, vatan komşuluk, vatan başını omzuna koyup ağlayacağın bir arkadaş, askerlik, vatan futbolculuk, doktorluk, hemşirelik, mühendisliktir.

Vatan kuş uçmaz-kervan geçmez köylerde dil bilmez çocuklara öğretmenliktir. Vatanı şairler şiire, bestekârlar musikiye, âlimler yazıya, ressamlar resme, fotoğrafçılar fotoğrafa nakşetmek ister.

Vatan bunlara sığmaz.

Vatan ancak vatan için atan bir kalbe sığar.

Yahu Mustafa Kutlu o kadar deştin o kadar karıştırdın, o kadar gevezelik ettin ki, vatanı çorbaya çevirdin yani. Hay ağzına sağlık. Vatan zaten hastaya götürülen bir tas çorbadır. Vatanın hamasete ihtiyacı yoktur. Bunu ancak vatandan ayrılanlar anlar. Vatandan gayrısı gurbettir. Gurbette duyulan hasrettir. Bir tas çorbaya duyulan hasret.

Daha derine dalarsak vatan dahi bu dünya gibi bir gölgeliktir. O gölgelikte Cenab-ı Hakk''ın emri uyarınca bir nebze dinlenmektir.

Sonrası ebedî âlem.

Ebedî âleme imanımız tamdır.

Lakin mahiyeti meçhulümüzdür.

Yukarıdan beri sayageldiklerimizi sevmek milliyetçilik; onları muhafaza etmek muhafazakarlıktır. Bu iki kavram vatandan ayrılmaz. Sözlerimize burun kıvıranlara "bunlar eskimiş şeyler" diyenlere ancak şunu söyleyebilirim: "Eskilerden kaç kişi kaldı". Yahya Kemal ile bitirelim:

Ölmek kaderde var, bize ürküntü vermiyor;

Lâkin vatandan ayrılışın ızdırabı zor.

Mustafa Kutlu

https://www.yenisafak.com/yazarlar/mustafakutlu/vatan-25752
Devamını Oku »

'Allah' Gerçek İlâhın Özel İsmidir



"Allah" gerçek ilahın özel ismidir. Daha doğrusu zat ismi ve özel ismi-dir. Yani Kur'an bize bu en yüce ve en büyük zatı, eksiksiz sıfatları ve güzel isimleriyle tanıtacak, bizim ve bütün kainatın ona olan ilgi ve alakamızı bildirecektir. Bundan dolayı Allah diye adlandırılan en büyük ve en yüce zat kainatın . meydana gelmesinde, devamında ve olgunlaşmasında bir ilk sebep olduğu gibi "Allah" yüce ismi de ilim ve irfan dilimizde öyle özel ve yüce bir başlangıçtır. Yüce Allah'ın varlığı ve birliği kabul ve tasdik edilmeden kainat ve kainattaki düzeni hissetmek ve anlamak bir hayalden, bir seraptan ve aynı zamanda telafisi imkansız olan bir acıdan ibaret kalacağı gibi "Allah" özel ismi üzerinde birleştirilmeyen ve düzene konmayan ilimlerimiz, sanatlarımız, bütün bilgiler ve eğitimimiz de iki ucu bir araya gelmeyen ve varlığımızı silip süpüren, dağınık fikirlerden, anlamsız bir toz ve dumandan ibaret kalır.

Bunun içindir ki, bütün ilimler ve sanatlar küçük küçük birer konu etrafında bilgilerimizi düzenleye düzenleye nihayet son düzenlemede bir yüksek ilim ile bizi bir birlik, huzuruna yükseltmek için çalışır durur. Cisim konusunda madde ve kuvvet ile hareket ve durgunluk oranında, birleştirilemeyen bir tabiat ilmi; uzaklık, yer ve zamana göre, nicelik kavramında toplanmayan bir matematik ilmi; bilim mefhumunda cisim ve ruh oranında toplanmayan bir psikoloji ilmi; dış dünya ve zihine göre doğruluk mefhumunda toplanmayan bir mantık ilmi; iyilik ve kötülüğe oranla güzellik ve çirkinlik mefhumunda toplanmayan bir ahlak; nihayet nedensellik oranında ve varlık mefuumunda toplanmayan bir hikmet ve felsefe bulamayız.

Varlık manasını düşündürtmeden, nedensellik oranının gerçek olduğunu kabul ettirmeden bize en küçük bir gerçek bildirebilen hiçbir sanat yoktur. Şu, şunun için vardır. İşte bütün ilimlerin çalıştığı gaye budur. Varlık, gerçeklik, nedensellik ilişkileri, bütün ilim ve sanatlara hakim olan düşünme ve doğru olduğunu kabul etmek prensipleridir. Nedensellik, sebebin müsebbebi ile bağlantısı, orantısı ve kalıcılığı kanunu, asrımızda bütün ilimlere hakim olan en büyük kanundur. Bunun için nedensellik alanında birleştirilemeyen hiçbir ilim bulamayız.

Bu oran ise, sebep denilen bir başlangıç ile müsebbeb denilen bir sonuç arasındaki ilişkileri anlatır ve bütün kainatın düzeni dediğimiz şey de işte bu yegane ilişkidir. Bundan dolayı biz sebep ve sonuç açısından varlığı düşünüp doğrulamadan bu bağlantının tam olduğunu düşünemeyiz ve doğrulayamayız. Sonra bu tasdikimiz de doğrudur diye zihnimiz ile gerçeğin uyum ve ilişkisini, üzerine kurduğumuz hakkın hakikatına dayandırmazsak, bütün emek ve çabalarımızın, bütün anlayışlarımızın, yalan, asılsız ve kuruntudan ibaret bir seraba dönüşeceğine hükmederiz. Halbuki o zaman böyle hükmedebilmek de bir gerçeği itiraf etmektir. Bundan dolayı insan doğruyu inkar ederken bile onun doğru olduğunu kabul mecburiyetinden kurtulamaz.

Mümkün olan gerçekler üstünde varlığı zaruri olan Hakk, gerek ilmimizin, gerek varlığımızın ilk başlangıç noktası ve ilk sebebidir. Ve "Allah" onun ismidir.

İnsan üzerinde etkili olan ve insanı kendine çeken hiçbir şey düşünülemez ki, arkasında Allah bulunmasın. Yuce Allah varlığı zaruri olan öyle bir zattır ki, gerek nesnel ve gerek öznel varliğımızın bütün gidişatında varlığının zaruretini gösterir ve bizim ruhumuzun derinliklerinde herşeyden önce Hakk'ın zatına ait kesin bir tasdikin var olduğu inkar kabul etmez bir gerçektir. Hatta bizim varlığımızda bu yüce gerçeğe basit ve öz ve sınırsız bir ilişkimiz, bir manevi duygumuz vardır.

Ve bütün ilimlerimizin temeli olan bu gizli duygu; sınırlı duygularımızın, anlayışlarımızın, akillarimızın, fikirlerimizin hepsinden daha doğru, hepsinden daha kuvvetlidir. Çünkü onların hepsini kuşatıyor. Ve onları kuşattığı halde O'nun zatı sınırlandırilamaz ve bu alem O'nun kudret ve kuvvetinin bir parıltısıdır.Dparılböyle iken biz birçok zaman olur ki, dalgınlıkla kendimizi ve varlığımızın geçirdiği zamanlari unuturuz. Ve çoğunlukla yaptığımız hataların, sapıklıkların kaynağı bu gaflet ve dalgınlıktır. Böyle kendimizden ve anlayışımızın inceliklerinden dalgınlığa düştüğümüz zamanlardır ki, biz bu gizli duygudan, bu ilk anlayıştan gaflete düşeriz ve o zaman bunu bize aklımız yolu ile hatırlatacak ve bizi uyaracak vasıtalara ve delillere ihtiyaç duyarız.

Kainat bize bu hatırlatmayı yapacak Allah'ın ayetleri (işaretleri) ile doludur. Kur'an, bize bu ayetleri, kasa ve özlü sözlerle hatırlattığı ve bizi uyardığı için bir ismi de "ez-Zikr"dir. Allah'ın hikmeti de bize buradan birçok mantıki, akla uygun ve ruhi delilleri özetleyiverir. Diğer taraftan biz o gizli duygunun diğer sınırlı ve belirgin duygularımız gibi içimizde ve dışımızda ortaya çıkma ve kesintiye uğrama anlarıyla sınırli bir şekil kazanmasını ve bu şekilde varlıkların parçalarının gözle görülen şeyler gibi anlayışımızın sınırına girecek bir şekilde açıklanmasinı arzu ederiz.

Buarzunun hikmeti, O'nun tecellisindeki süreklilikte duyulan bir görme lezzetidir. Fakat bunda bilgisi ve kuvvetiyle herşeyi kuşatan Allah'ı, yaratılmış varlıklara çevirmeye çalışmak gibi imkansız bir nokta vardır ki, nefsin gururunu kıracak olan bu imkansız nokta birçok insanı olumsuz sonuçlara ulaştırabilir. O zavallı gururlu nefis düşünemez ki, bütün kainatın o ilk başlangıç noktasına açık, anlaşılabilir, başı ve sonu belli olan bir sınır çizmek, görünen eşyada olduğu gibi bir kesinti anına bağlıdır. Mümkün olmayan böyle bir kesinti anmda ve noktasında ise bütün his ve bütün varlık kökünden kesilir ve yok olur. Öyle bir tükenme ise apaçık bir his ve anlayışa varmak değil, yokluğa karışmaktır.

Akli delillere böyle bir gaye ile bakanlar ve Allah'ın görünmeyen ve görünen bütün varlıkları kuşatan sonsuz tecellisi karşısında nefislerinin gururunu kırmayarak şuhud zevkinden mahrum kalanlar "Allah'ı aradım da bulamadım." derken, sanat ve felsefe adına zarara uğradıklarinı ilan etmiş olurlar. Allah'ı sezmek için kalp ile doğru ve yanlışı birbirinden ayıran gözü ve ikisi arasındaki farkı ve ilişkiyi belli bir oranda idrak edebilmelidir. İşte "Allah" yüce ismi, bütün duygularımızın, düşüncelerimizin ilk şartı olan öyle derin ve bir tek gizli duygunun, görünen ve görünmeyen varlıkların birleştikleri nokta olan bir parıltı halinde, hiçbir engel olmaksızın doğrudan doğruya gösterdiği yüce Allah'ın zatına delalet eden, yalnızca O'na ait olan özel bir isimdir. Yani bu isim önce zihindeki bir mana ve ikinci olarak o vasıta ile Allah'ın zatının ismi ise özel bir isimdir.

Zihindeki bir mana olmayarak yalnızca ve bizzat belli zatın ismi ise bir özel isimdir. Birincisinde kelimeden anlaşılan manaya, manadan gerçeğe geçeriz ve ismi bu mana ile tanımlarız. Mesela Allah, bütün sıfat-ı kemaliyyeye (eksiksizlik ve olgunluk vasıflarına) sahip bulunan, varlığı zaruri olan zatın ismidir. Yani hakkiyle tapılacak olan yüce zatın ismidir, deriz. İkincide bizzat bulunan gerçeğe intikal ederiz. Bu şekilde o gerçekten kendimizde hiçbir pay yoksa Allah isminden gerçekte yine kendisinden başka birşey anlayamayız. Bize göre isim ile, isimlendirilen varlık aynıdır. Fakat o gerçekten kendimizde herhangi bir tarz (üslub) ile bir pay bulabilirsek isim ile kendisine isim verileni birbirinden ayırırız ve bu iki şekilde de Allah'ı isbat etmeye ihtiyaç duymayacağız. Fakat bu isimden bir mana anladığımız ve o manayı gerçekte bir mahiyete delalet için vasıta olarak kabul ettiğimiz zaman o gerçekten bizzat bir payımız olmasa bile bu isimden birşey anlarız. Fakat o şeyin varlığını isbat etmeye ihtiyaç duyarız. Bundan dolayı isim, isbat etmeden önce konulmuş bulunursa o gerçeğin özel ismi olursa da alem ismi olamaz. Fakat isbat edildikten sonra konmuş ise bizzat alem ismi olur.

Mesela anadan doğma körler için "ülker" ismi ancak bir özel isim olabilir, görenler için ise bir alem ismidir. Normal dilde özel isim ile alem isminin farkı aranmazsa da ilim dilinde bunlar arasında fark vardır. İşte bu sebeplerden dolayı yüce Allah için zat ismi ve alem ismi mümkun müdür, değil midir? diye bilginler arasında derin bir tartışma vardır. Fazla uzatmamak için şu kadar söyleyelim ki,üç tecelli algılanır. Zatın tecellisi, sıfatın tecellisi, eserlerinin tecellisi. İsimlerinin tecellisi de bunlardan biri ile ilgilidir. Zat isminin, zatın tecellisini ifade eden bir isim olması gerekir, çünkü sıfat tecellisini ifade eden isimlere sıfat isimleri, eserlerin tecellisini ifade eden isimlere fiil isimleri denilir. Zat, sıfat ve eserleri ile de vasıta ile tecelli ettiği gibi bizzat tecelli etmesi de bizce mümkündür. En azından kendine tecellisi mümkündür ve alem olan zat ismine bu da yeterlidir.

Ve biz bunu bütün isimlerde esas olarak bildiğimiz için Allah'ın isimleri tevkifidir yani Cenab-ı Hakk'ın vahiy yoluyla bize bildirmiş olduklarından ibarettir, diyoruz. Bundan dolayı zat isminin mefhumu olan bir özel isim veya mefhumu olmayan bir şahıs ismi olması aslında mümkündür ve bizim için yeterlidir. Şu kadar var ki; biz kendimize zatın tecellisi meydana gelmeden alem ismini koyamayız. Nitekim, yeni doğan çocuğa, onu görmeden koyduğumuz isim, henüz bir özel isimdir ve bu durumda duyduğumuz alem isminden de yalnız bir ismin tecellisini anlarız ve o zaman isim ile kendisine isim konulan varlık birleşir. Fakat bunu sıfat isimleri ve fiil isimleri ile yorumlaya yorumlaya nihayet eserlerin tecellisine ve ondan sıfatın tecellisine ve ondan zatın tecellisine ereriz. Her söz başlangıçta bir ismin tecellisini anlatır, Kur'an da bize yüce Allah'ı önce  isminin tecellisi ile anlatıyor: "Bismillahirrahmanirrahim,Elhamdu lillahi rabbil alemin" v.d. Bundan dolayı Kur'an'a başlarken doğrusu hiçbir düşünce ile meşgul olmayarak önce Allah'ın ismini bir zat ismi (özel. isim) olarak alacağız.

Rahmanve Rahim vasıflarını da bu ismi kısaca yorumlayarak bu iki vasıfla ona bir genişlik kazandırıp manasını zikredeceğiz ki, bu mananın kısacası, en mükemmel ve katmerli bir rahmetin alanı ve yayılma noktasının başlangıcı olacaktır. Sonra yavaş yavaş bu isimler ile bu manayı açıklayarak ortaya çıkaracağız ve o zaman yerlere, göklere sığmayan Allah'ın zat isminin kalbimizde yaratılıştan saklı olan tecellilerini görmeye başlayacağız. İsimlerin tecellisinden eserlerin tecellisine geçeceğiz, kainatı dolaşacağız, eserlerin tecellisinden sıfatların tecellisine ereceğiz, görünmeyenden görünene geçeceğiz. Görünen alemle ilgili zevkimiz arttıkça artacak, o vakit zatın tecellisi için sevgi ve neşe ile çırpınacağız, bütün zevkler, lezzetler, bütün ümitler, bir noktada toplanacak; bazen gözyaşlarını döküp yüreklerimizi ezen günah yükünü yıkacağız, bazen vuslat rüzgarı esecek, mutluluk ve hoşnutluk ile kendimizden geçeceğiz.

Nihayetيَا أَيَّتُهَا النَّفْسُ الْمُطْمَئِنَّةُ ارْجِعِي إِلَى رَبِّكِ رَاضِيَةً مَّرْضِيَّةً  Ey huzura eren nefis! Razı olmuş ve kendisinden razı  olunmuş olarak Rabbine dön! (Benim sevgili kullarım arasına sen de gir ve cennetime gir!)" (Fecr, 89/27-30) daveti gelecek, yüce Allah'ın ziyafetinde sonsuza dek O'nun cemalini seyretmeye dalıp kalacağız.وُجُوهٌ يَوْمَئِذٍ نَّاضِرَةٌ-إِلَى رَبِّهَا نَاظِرَةٌ O gün bazı yüzler ışıl ışıl parlar, Rabbine bakar." (Kıyamet, 75/22-23). · "Allah" zat ismini, özel isim olarak düşünebilmek için, Allah'ın selbi ve subuti bütün zat sıfatları ile fiili sıfatlarını bir arada tasavvur etmek, sonra da hepsini bir bütün olarak topluca ele almak ve öyle ifade etmek gerekir. Bundan dolayı bu da şu şekilde ifade edilmiştir: "O zat-ı vacibü'l-vücud ki, bütün kemal sıfatlarını kendisine toplamıştır." Sadece "zat-ı vacibu'l-vücud" demek de yeterlidir. Çünkü bütün kemal sıfatlarını kendisinde toplamış olmak, varlığı zaruri demek olan "vacibu'l-vücud"un bir açıklamasından, niteliğinin belirlenmesinden ibarettir. (1)

Bunun bir özeti de "Hakkıyla mabud = Hakiki ilah, gerçek Tanrı" manasıdır. Arapça'da bu mana belli ve bilinen tanrı demek olan "el-İlah" özel ismi ile özetlenmiştir. "Halik-ı alem = Kainatın yaratıcısı" veya "Halik-ı Küll = Herşeyin yaratıcısı" manası ile de yetinilebilir. Bunları yüce Allah'ın isim ile veya sözle tanımlanması olarak alabiliriz. Biz her durumda şunu itiraf ederiz ki, bizim "Allah" yüce isminden duyduğumuz (anladığımız) bir mana, bu manaların hepsinden daha açık ve daha mükemmeldir. Bundan dolayı bu özel ismin, bir alem isim olması kalbimize daha yakındır. Gerek özel ismi, gerek şahıs ismi olan "Allah" yüce ismi ile Allah'tan başka hiçbir ilah anılmamıştır.هَلْ تَعْلَمُ لَهُ سَمِيًّا"Sen O'nun bir adaşı olduğunu biliyor musun?" (Meryem, 19/65) ayetinde de görüldüğü gibi, onun adaşı yoktur. Bundan dolayı Allah isminin ikili ve çoğulu da yoktur. O halde ancak isimlerinin birden çok olması caizdir. Hatta özel ismi bile birden çok olabilir ve değişik dillerde yüce Allah'ın ayrı ayrı özel isminin bulunması mümkündür. Ve İslam'a göre caizdir. Bununla beraber, meşhur dillerde buna eşanlamlı bir isim bilmiyoruz. Mesela Tanrı, Huda (Farsça) isimleri ''Allah" gibi birer özel isim değildir. İlah, Rab, Mabud gibi genel anlam ifade eden isimlerdir. Huda, Rab demek olmayıp da "Hud'ay" kelimesinin kısaltılmışı ve "vacibu'l-vücud = mutlak var olan" demek olsa yine özel isim değildir. Arapça'da "ilafı"ın çoğulunda(*) (alihe); "rabb"in çoğulunda (*) (erbab) denildiği gibi Farsça'da "huda"nın çoğulunda "budayan" ve dilimizde tanrılar, ma'bûdlar, ilâhlar, rablar denilir. Çünkü bunlar hem gerçek, hem de gerçek olmayan ilâhlar için kullanılır. Halbuki "Allahlar" denilmemiştir ve denemez. Böyle bir kelime işitirsek, söyleyenin cahil olduğuna veya gafil olduğuna yorarız. Son yıllarda edebiyatımızda saygı maksadıyla özel isimlerden çoğul yapıldığı ve örneğin "Ebussuudlar, İbni Kemaller" denildiği bir gerçek ise de; Allah'ın birliğine delalet eden "Allah" yüce isminde böyle bir ifade saygı maksadına aykırı olduğundan dolayı hem gerçeğe, hem de edebe aykırı sayılır. Bu yüceliği ancak yüce Allah, (biz) diye gösterir. Halbuki Tanrı adı böyle değildir, mabud ve ilâh gibidir. Hak olmayan mabudlara da "Tanrı" denilir. Fakat bu bir cins ismidir. Allah'a şirk koşanlar birçok tanrılara taparlardı. Falancaların tanrıları şöyle, falancalarınki şöyledir denilir.

Demekki "Tanrı" cins ismi "Allah" özel isminin eş anlamlısı değildir, daha genel anlamlıdır. Bundan dolayı "Allah ismi" "Tanrı adı" ile terceme olunamaz. Bunun içindir ki, Süleyman Çelebi Mevlidine "Allah" adıyla başlamış, "Tanrı adı" dememiştir ve o bahrin sonunda "Birdir Allah, andan artık tanrı yok." diyerek tanrı kelimesini ilâh karşılığında kullanmıştır. Bu açıklamanın tamamlanması için bir kelime daha söylemeye ihtiyaç duyuyoruz. Fransızca "diyö" kelimesi de ilâh, tanrı kelimeleri gibi bir cins ismidir, onun da çoğulu yapılır, onu özel isim gibi büyük harf ile göstererek kullanmak gerçeği değiştirmez. Bunun için Fransızlar tevhid kelimesini terceme edememişler, monoton tercemesinde "Diyöden başka diyö yok." diyorlar ki "İlâhtan başka ilâh yok." demiş oluyorlar; meâlen tercemesinde de "Yalnız diyö, diyödür." yani "yalnız ilâh ilâhtır." diyorlar. Görülüyor ki, hem ilâh, hem Allah yerinde "diyö" demişler ve Allah ismi ile ilâh ismini birbirinden ayıramamışlardır; ve ikisini de özel isim gibi yazmalarına rağmen "diyö" ancak "ilâh" kelimesinin tercemesi olmuştur.
Bu ise ilk bakışta laf kalabalığı ve anlamsız bir söz gibi görünmekte, aynı kelimeleri önce olumsuz yapmak sonra olumlu kılmak, görünürde bir çelişki örneği arzetmektedir. "Diyöden başka diyö yok, yalnız diyö diyödür." demek görünürde ya bir haşiv (boş söz) veya çelişkidir. Halbuki diyen öyle demiyor; "Allah'tan başka Tanrı yoktur." diyor ve asla içinde çelişki ve tutarsızlık olmayan açık bir tevhid (birleme) söylüyor. Bundan başka Fransızca'da "diyö"nun özel isim olabilmesi Allah'ın, Hz. İsa'nın şahsında cesed ve şahıs şekline girme düşüncesine dayanır. Bu noktalardan gafil olanlar "diyö" kelimesini Allah diye terceme ediyor ve hatta "Allah" dediği zaman bu terceme diliyle "diyö"yu söylüyor.

Tefsirciler, "Allah" özel isminin dil tarihi açısından incelemesine çalışmışlar ve dinler tarihi meraklıları da bununla uğraşmışlardır. Bu araştırmada başlıca gâyeler şunlardır: Bu kelime aslında Arapça mı? Değil mi? Başka bir dilden mi alınmıştır? Üzerinde düşünülmeden söylenmiş bir söz mü? Türemiş mi, türememiş bir kelime mi? Tarihi nedir? Bunlara kısaca işaret edelim:

İşin başında şunu itiraf etmek gerekir ki bilgimiz, gerçekten ibadete layık olan Allah'ın zatını kuşatmadığı gibi özel ismine karşı da aynı şekilde eksiktir. Ve Arapça'da kullanma açısından "Allah" yüce ismine benzeyen hiçbir kelime yoktur ve bunun aslını göstermek imkansızdır. Dil açısından buna delalet eden bazı hususları da biliyoruz.
Önce Hz. Muhammed (s.a.s.)'in peygamberliği asrında bütün Araplar'ın bu özel ismi tanıdığı bilinmektedir. Kur'ân-ı Kerim de bize bunu anlatıyor: "Andolsun onlara: 'Gökleri ve yeri kim yarattı?' diye sorsan, elbette 'Allah' derler." (39/Zümer, 38), Bundan dolayı şimdi bizde olduğu gibi o zamanda bu ismin, Arap dilinin tam bir malı olduğundan şüphe yoktur. Sonra bunun Hz. İsmail zamanından beri geçerli olduğu da bilinmektedir. Bu itibarla da Arapça olduğu şüphesizdir. Halbuki Kur'ân'dan, bu yüce ismin daha önce varolduğu da anlaşılıyor. Bundan dolayı Hz. İbrahim'den itibaren İbrânice veya Süryânice gibi diğer bir dilden Arapça'ya geçmiş olduğu üzerinde düşünülüyor ve bu dillerden Arapça'ya geçtiği görüşünü ileri sürenler oluyor. Fakat Âd ve Semud hikayelerinde ve daha önce yaşamış olan peygamberlerin dillerinde de yalnız anlamının değil, bizzat bu özel ismin de dönüp dolaştığını anlıyoruz ve İbrânî veya Süryanî dillerinin de mutlak surette Arapça'dan önce olduğunu da bilmiyoruz. Bunun için kelimenin Arapça'da daha önce kökten ve katıksız Arap olan ilk devir Araplarına kadar varan bir tarihi bulunduğu açıktır. Bundan dolayı "İsrâil, Cebrâil, Mîkâil" kelimeleri gibi İbrânice'den Arapça'ya geçmiş yabancı bir kelime olduğunu zannetmek için bir delil yoktur.

...

Elmalılı Hamdi Yazır,Hak Dini Kur'an Dili,Azim,cild.1,syf.39-45

-(1) Meşhur Alman filozofu Kant'ın bu noktada yani "Vacibu'l-Vücud" teriminin manasının bizzat "olgunluğu gerektirir" olması hususunda bir hatası vardır ki, "Metalip ve Mczahip" ismindeki eserimizde hatanın hangi noktada olduğu gösterilmiştir. (Müellif)

Devamını Oku »

Rahman ve Rahim Arasındaki Farklar



Görüyoruz ki; (Rahmân, Rahîm) ikisi de rahmet masdarından mübalağa (pek çokluk) ifade eden birer sıfat olmakla beraber aralarında önemli farklar vardır. Bu farkları göstermek için müfessirler epeyce açıklamada bulunmuşlardır. Biz şu kadarıyla yetineceğiz: Yüce Allah'ın Rahmân oluşu, ezele (başlangıcı olmayışa), Rahim oluşu ise lâ yezale (ölümsüzlüğe) göredir. Bundan dolayı yaratıklar, yüce Allah'ın Rahmân olmasıyla başlangıçtaki rahmetinden, Rahim olmasıyla da sonuçta meydana gelecek merhametinden doğan nimetler içinde büyürler ve ondan faydalanırlar. Bu noktaya işaret etmek için dünyanın Rahmân'ı, ahiretin Rahîm'i denilmiştir.

Aslında yüce Allah, dünyanın da, ahiretin de hem Rahmân'ı, hem de Rahîm'idir. Ve bu tabir de eski âlimlerden nakledilmiştir. Fakat her ikisinde öncelik itibariyle Rahman, sonralık itibariyle Rahim olduğuna işaret etmek için dünya Rahmân'ı ve ahiret Rahîmi denilmiştir ki, "hem müminlerin, hem kâfirlerin Rahmân'ı, fakat yalnız müminlerin Rahîm'i" denilmesi de bundan ileri gelmektedir. "Allah müminlere karşı çok bağışlayıcı, çok merhametlidir." (Ahzâb, 33/43). Bu hususu biraz açıklayalım: Rahmân, yüce Allah'ın bir özel ismi olduğundan dolayı ezeli ve ölümsüzlüğü içine alır. Bundan dolayı, bu cins rahmet, merhamet ve nimet vermenin kullardan ortaya çıkması düşünülemez.

Rahim ise yalnız Allah'a ait olmadığından sonsuzluğu gerektirmez. Ve bundan dolayı böyle bir merhametin ve nimet vermenin kullar tarafından da yapılması düşünülebilir. Demek Rahmân'ın rahmeti bir şarta bağlı değil iken, Rahîm'in rahmeti şarta bağlıdır, şarta bağlı olarak gerçekleşir. Rahmân olmanın Allah'a mahsus olması ve ondan başkasına ait bir özelliği ilgilendirmemesi ve ancak izafet ile amel etmesi, bütün âlemlerde bir şeyi şart koşmadan genel bir mânâ ifade eder.

Yüce Allah Rahmân olduğu için ezelî rahmeti umumîdir. Her şeyin ilk yaratılışı ve icadında almış olduğu bütün fıtrî kabiliyet ve ihsanlar Allah'ın Rahmân oluşundan kaynaklanan izafî oluşlardır. Bu itibarla içinde rahmet izi bulunmayan hiçbir varlık düşünülemez. Fakat varlıkların ilk yaratılışları yalnız Allah vergisi ve cebrîdir. Yani hiç kimsenin çalışması ve seçimi ile değil, yalnız Rahmân'a dayanmakla meydana gelir. Taşın taş, ağacın ağaç, insanın insan olması böyle zorlayıcı bir rahmetin eseridir. Bu görüş açısından kâinattaki her şey Rahmân'ın rahmetine gark olmuştur.

Bundandolayı Allah'ın Rahmân oluşu bütün varlık için güven kaynağı ve hepsinin ümididir. Göğünden yeryüzüne, gökcisimlerinden moleküllere, ruhlardan cisimlere, canlısından cansızına, taşından ağacına, bitkilerinden hayvanlarına, hayvanlarından insanlarına, çalışanlarından çalışmayanına, itaat edeninden isyan edenine, mümininden kâfirine, Allah'ın birliğine inananından Allah'a şirk koşanına, meleklerinden şeytanına varıncaya kadar âlemlerin hepsi Rahmân'ın rahmetine gark olmuştur ve bu itibarla korkudan kurtulmuştur. Fakat bu kadarla kalsa idi, ilim ile bilgisizliğin, hayat ile ölümün, çalışma ile boş durmanın, itaat etme ile isyan etmenin, iman ile küfrün, nankörlük ile şükrün, doğru ile eğrinin, adalet ile zulmün hiç farkı kalmamış olurdu.

Ve böyle olsaydı kâinatta iradeyi gerektiren iş ve hareketlerden hiçbir iz bulunmazdı. İlim ve irade ile, çalışma ve çabalama ile ilerleme ve yükselme imkanı ortadan kalkardı ve o zaman hep tabiî olurduk, tabiatçılardan (Natüralistlerden), cebriyecilerden olurduk.

Hemkendimizi, hem de Allah Teâlâ'yı yaptığı şeylerde mecbur görürdük. Tabiatı, rahmetin gereğine mahkum tanırdık. Çünkü ne onun, ne bizim irade ve seçme hürriyetimizden bir iz bulamazdık, duyduğumuza gidemez, bildiğimizi işleyemez, arzularımızın yanına varamazdık, bütün hareketlerimizde bir taş veya bir topaç gibi yuvarlanır durur veya bir ot gibi biter, yiter giderdik. Ahlata armut, idris ağacına kiraz, limona portakal, Amerikan çubuğuna çavuş üzümü aşılayamazdık; tarlamıza ekin ekemez, ekmeğimizi pişiremez, rızıklarımızı, elbisemizi ve diğer ihtiyaçlarımızı sanatlar ve ustalıklar (meslekler) vasıtası ile elde edemezdik; göklere çıkmaya özenemez, cennetlere girmeye çare bulamazdık; hayvan gelir, hayvan giderdik. Bu şartlar altında ise Allah'ın Rahmân oluşu mutlak bir kemâl olmazdı.

Bundan dolayı yüce Allah'ın kendi irade ve istediği şekilde davranmasını göstermesi ve onun bir eseri olarak irade sahibi varlıkları yaratması ve onları güzel irade ve isteklerine göre terakki ettirerek rahmetinden nimet içinde büyümeleri ve ondan faydalanmaları ve aksi takdirde ise kötü irade ve çalışmalarına göre nimetlerden mahrum etmekle, onları elem ve ceza ile cezalandırması, o iradelerin toplamının kendi iradesi ile uyum ve ahengini sağlaması ve onlara da rahmetinden bir pay vermesi hikmet gereği olurdu. İşte tabiata ait bir hikmetin değil, ilâhî bir hikmetin eseri olan bu mükemmellik gerçeğinden dolayı yüce Allah, Rahmân olmasından başka bir de Rahim olmakla vasıflanmış ve Rahmân oluşunun rahmeti kendisine ait iken Rahim olmasıyla rahmetinden irade sahiplerine de bir pay vermiştir. Ana kuşlar, Rahmân'ın bir eseri olan yaratılıştan var olan içgüdüleri ile yavrularının başında kanat çırpar, ahlâklı insanlar da Rahim olma etkisiyle hayır işleri üzerinde acıma ve şefkatle yarışırlar.

Bitkilerin, hayvanların anatomisi ve uzuvlarının faydalarıyla ilgili ilimlerde Allah'ın Rahmân oluşunun nice inceliklerini görür, okuruz. Ahlâk ilminde, insanlık hayatının olgunluk sayfalarında, peygamberlerin, velilerin menkıbelerinde büyük insanların biyografilerinde de iradeyle ve çalışılarak kazanılan işlerde Rahîmiyetin etkilerini okuruz. Başlangıçta çalışana, çalışmayana bakmadan varlık âlemine göndermek ve o şekilde idare etmek Rahmân oluşun bir rahmetidir. Daha sonra çalışanlara çalıştıkları maksatlarını da ayrıca bağışlamak Rahîm oluşun bir rahmetidir.

Demek ki; Rahmân oluşun rahmeti olmasaydı biz yaratılamazdık, yaratılıştan sahip olduğumuz sermayeden, Allah'ın bağışladığı zaruri yeteneklerden, en büyük nimetlerden mahrum kalırdık. Allah'ın Rahim oluşundan gelen rahmeti olmasaydı yaratılıştan var olan kabiliyet ve ilk yaratılış durumundan bir adım dahi ileri gidemezdik, nimetlerin inceliklerine eremezdik. Allah'ın Rahmân oluşu mutlak ümitsizliğe, genel ümitsizliğe imkan bırakmayan bir mutlak ümit, bir ezeli lütufdur. Allah'ın Rahim oluşu ise; özel ümitsizliğin cevabı ve özel emel ve maksatlarımızın, çabalama ve faaliyet göstermemizin zamanı ve sorumluluğumuzun mükafatı olan bir arzunun sebebidir.

Demekki, Allah'ın Rahmân oluşunun karşısında dünya ve ahiret, mümin ve kâfir eşit iken Rahim oluşunun karşısında bunlar açık bir farkla birbirinden ayrılıyorlar. Yani "Bir bölük cennette, bir bölük de ateştedir." (Şûrâ, 42/7) oluyor. İşte dünya ve ahiretin Rahmân'ı ve ahiretin Rahîm'i, yahut mümin ve kâfirin Rahmân'ı, müminin Rahîm'i denilmesinin sebebi budur. Rahmetli Şeyh (Muhammed) Abduh'un lügatta bu mânâlara işaret yoktur zannetmesiyle eski alimlerin bu terimlerle gösterdikleri farkları ihmal etmesi doğru değildir. Çünkü "Rahmân" lügatte de Allah'a ait olan sıfatlardandır ve bir fiille bağlantısı yoktur.

Ezelîlik(başlangıcı olmama) bildirir ve başlangıç noktasına bakar. Rahim'de ise bu özellik yoktur ve bir fiille bağlantısı vardır. Demek ki, zevalsizlikte geçerlidir. Rahmân'ın rahmeti, başlangıçta iyiliği dilemeye yönelik Allah'ın zatına ait bir sıfattır. Rahîm'in rahmetinin de sonunda iyilik yapmaya yönelik bir fiilî sıfat olarak kabul edilmesi en güzel görüştür. Şu halde Rahmân ile Rahim, rahmetin değişik birer mânâsını ihtiva etmekle birbirlerinden birer yön ile üstün olmuş oluyorlar.

Demekki Rahmân, Rahim sıfatları yalnız bir pekiştirme (te'kid) için tekrar edilmiş değildirler. Ve her birinin kendine mahsus özel bir mânâsı ve bir mübalağa yönü vardır. Bir taraftan Rahmân'ın rahmeti en üstündür. Çünkü her yaratılmışa izafe olur, diğer taraftan Rahîm'in rahmeti en üstündür. Çünkü öbüründen (Rahmân'dan) daha fazla fiilî bir feyiz ve bereketi içine almakta ve Allah'a vekaleten kullarında da bulunur. Bazı tefsirlerde de buna işaret edilerek Rahmân'ın rahmeti yüce nimetler, Rahim'in rahmeti ise nimetlerin incelikleri ile ilgilidir derler.

Rahmân'ınkullanılışı özel, ilgi alanı ise geneldir. Rahîm'in kullanılış alanı genel, ilgi alanı ise özeldir ve işte yüce Allah böyle katmerlenmiş bir rahmet sıfatı ile vasıflanmıştır ve bunlar, insanlardan ümitsizlik duygusunu silmek ve onun yerine sonsuz bir iyimserlik duygusunu kurmak için yeterlidir. Genel bir şekilde istenen iman ve güven duygusunun ruhu da budur. Rahmân, Rahîm olan Allah'ı inkâr eden kâfir istediği kadar ümitsiz olsun, fakat müminin ümitsiz olması için hiçbir sebep yoktur. "Sonuç günahlardan sakınan müttakilerin olacaktır." (Kasas, 28/83). Ve besmeleden alınacak ilk ilâhî feyz bu sevinçtir.



Elmalılı Hamdi Yazır - Hak Dini Kur'an Dili,Azim,cild:1,syf.51-54
Devamını Oku »

Harun Reşid ile Imam Şafii Sohbeti



Abdullah b. Muhammed el-Belevî anlatıyor: Ebû Abdillah eş-Şâfiî Irak’a getirilince gece vakti huysuz bir katırın üzerinde şehre soktular, üzerinde her tarafını örtmüş bir Acem giysisi ve ayaklarında ise demir kelepçeler vardı. Abdullah b. el-Hasan’ın arkadaşlarından olduğu için bu muameleye maruz kalmıştı.

Yüz seksen dört yılında Şaban ayının onunda pazartesi günü Ebû Yûsuf, Hârûn er-Reşid’in kadısıydı. Kadılar kadısı ise Muhammed b. el-Hasan idi. Hârûn onların görüşüne başvurur ve onların fedalarıyla bilgi sahibi olurdu.

O gün, ikisi de Hârûn’a gidip Şâfıî’nin yerini bildirdiler ve sohbet etmeye başladılar.

Muhammed b. el-Hasan: “Memlekette iktidarı, haddi aşan olsun, inatçı olsun bütün kulların orumluluğunu eline veren Allah’a hamd olsun. Hâlâ senin sözün dinlenir, sana itaat edilir. İslam davası yükseldi ve kafirler istemese de Allah’ın dediği üstün geldi. Abdullah b. el-Hasan’ın arkadaşlarından bir grup bir araya geldiler, ama onlar birlik değil birbirinden kopuktur. Onların hepsini temsil edebilecek olan birisi geldi ve şu an kapındadır. ismi ise Muhammed b. idrîs b. el-Abbâs b. Osmân b. Şâfıî b. es-Sâib b. Ubeyd b. Abdiyezîd b. Hişâm b. Abdilmuttalib b. Abdimenâftır. Bu kişi idareden senden daha çok hak sahibi olduğunu iddia ediyor. Onun iddiasından Allah’a sığınırım, ama yaşından umulmadık bir ilme sahip olduğunu iddia ediyor. Halbuki onun şekli pek öyle olduğunu da göstermiyor, öyle bir dili, mantığı, ikna kabiliyeti var ki seni tatlı diliyle kandırmasından korkarım. Allah işlerinde yardımcın olsun ve hatalarını affetsin” deyip sustu.

Hârun Reşîd, Ebû Yûsuf a dönüp: “Ey Yâkûb!” deyince, Ebû Yûsuf: “Buyur ey müminlerin emiri!” karşılığını verdi. Reşîd: “Muhammed’in söylediklerinden katılmadığın bir şey var mı?” diye sorunca, Ebû Yûsuf: “Muhammed’in söylediklerinin hepsi doğrudur. Adam da tarif edildiği gibidir” cevabını verdi.

Reşîd: “İki şahitten sonra artık araştırmaya gerek yoktur. Sınamaktan da açık bir ikrar olmaz. Kişinin, hasmı hakkında şahitlik edip ondan bunu gizlemesi eksiklik olarak yeterlidir. Yavaş olun ve burada bekleyin” deyip Şâfiî’nin getirilmesini emretti. Şâfiî, ayaklarından demirle bağlanmış bir şekilde huzuruna getirildi. Şâfiî meclise girip oradakilerin kendisini gözleriyle süzdüğünü görünce Reşîd’e döndü. Kolunu kaldırıp eliyle de işaret ederek: “Allah’ın selamı rahmeti ve bereketi üzerine olsun ey müminlerin emiri” dedi.Reşîd: “Allah’ın selamı, rahmeti ve bereketi senin de üzerine olsun. Sana yerine getirilmesi emredilmeyen bir sünnetle başladın. Biz de sana farzı yerine getirerek karşılık verdik. Şaşılacak olan şey benim meclisimde iznim olmadan konuşmandır” deyince, Şâfiî şöyle karşılık verdi: “Ey müminlerin emiri! Allah, iman edip salih amel işleyenlere şunu vaad etmiştir: “Allah, içinizden inanıp yararlı iş işleyenlere, onlardan öncekileri halef kıldığı gibi, onları da yeryüzüne halef kılacağına, onlar için beğendiği dini temelli yerleştireceğine, korkularını güvene çevireceğine dair söz vermiştir”1 Allah, söz verdiği zaman da sözünü yerine getirir. Beni yeryüzünde güç sahibi yapıp korkumdan sonra emin kıldı.”

Reşîd: “Doğru dedin. Eğer ben sana eman verirsem Allah da seni emniyette kılar” deyince, Şâfiî: “Bana, kavmini ele geçirdikten sonra öldürmediğin, onları zorla uzaklaştırarak küçük düşürmediğin ve sana özürlerini beyan etmeden yalanlamadığın söylendi” karşılığını verdi.

Reşîd: “Dediğin doğrudur. Gerçi durumunu, Hicaz’ından Allah’ın bize fethetmeyi nasib ettiği Irak’ımıza getirilişini görüyorum. Arkadaşın isyan etti, halkın ayak takımı ona oydular ve sen de onların başısın, tleri süreceğin bahanelerin sana ne faydası olacak? Pişman olman bunların olmadığı manasına da gelmez. Buna rağmen ne mazeret beyan edeceksin?”

Şâfiî dedi ki: “Ey müminlerin emiri! Eğer konuşabilirsem sana sadece dürüstçe ve insafla konuşacağım.”

Reşîd: “Konuş bakalım” deyince Şâfiî şöyle devam etti: “Vallahi ey müminlerin emiri! Eğer bulunduğum durumda konuşabilsem şikâyet etmezdim, ama şu demirlerin ağırlığı üzerimdeyken eksik konuşabilirim. Dilersen emir ver de ayaklarımdaki zincirleri çözsünler. Bu şekilde daha rahat konuşurum. Ama istemezsen de yapacağım bir şey y; zira sen benden daha güçlüsün. Allah da zengindir ve övgüye layıktır.”

Reşîd, hizmetçisine: “Ey Serrâc! Üzerindeki demirleri çöz” dedi. Bunun üzerine Şâfiî’nin ayağındaki demirler çıkarıldı.

Şâfiî sol dizinin üstüne oturup sağ dizini dikti ve konuşmaya başlayıp şöyle dedi: “Vallahi ey müminlerin emiri! Allah’ın beni kıyamet günü Abdullah b. el-Hasan’ın sancağı altında hasretmesi — bildiğin gibi insanlar ihtilaf edip görüş ayrılığına düştüler- benim ve her mümin için Kıtrî b. el- Vecâ’a el-Mâzinî’nin sancağı altında hasredilmekten daha sevimlidir.”

Yaslanmış olan Reşîd doğrulup oturdu ve: “Doğru ve güzel söyledin. İnsanlar ayrılığa düşünce Resûlullah’ın (sallallahu aleyhi vesellem) Ehl-i beytinden olan birinin sancağı altında olman, Allah’ın aniden alacağı bir Hâricinin sancağı altında olmandan daha hayırlıdır. Ey Şâfiî! Kureyş’in hepsinin imam olduğuna ve senin de onlardan olduğuna delilin nedir?” diye sordu.

Şâfiî şöyle karşılık verdi: “Ey müminlerin emiri! Eğer nefsimin bunu istediğini söylersem Allah’a iftira etmiş olurum. Ben daha önce böyle bir şey söylemedim. Bunu sana söyleyenler, sözümün manasını değiştirerek söylemişlerdir. Benim sözlerimden kasdım da budur.”

Müminlerin emiri, Muhammed ve Ebû Yûsuf a bakınca onların konuşmadığını gördü ve Şâfiî’nin sözlerini kendisine yanlış aktardıklarını anladı ama bir şey söylemedi.

Sonra Reşîd: “Doğru söyledin ey İdrîs’in oğlu! Allah’ın Kitab’ına bakış açın nasıl?” diye sordu.

Şâfîî ona şöyle karşılık verdi: “Allah’ın hangi kitabını soruyorsun? Allah yetmiş üç kitabı beş peygambere indirdi. Bir peygambere de nasihat içeren bir kitap indirdi ve bu da akıncısıdır. Bunların ilki Hz. Âdem’dir ve ona hepsi mesellerden oluşan otuz sahife indirdi. Ahnûh’a yani Hz. İdris’e on altı sahife indirdi. Bunların da hepsi hikmetli sözler ve melekûtla ilgili bilgilerdi. Hz. İbrâhîm’e ayrıntılı bir şekilde anlatılmış hikmetlerden oluşan sekiz sahife indirdi. Bunların içinde farzlar ve adaklar da vardı. Hz. Mûsâ’ya hepsi korkutma ve nasihat içeren Tevrât’ı indirdi. Hz. İsâya Îsrâîl oğullarında Tevrat konusunda ihtilafa düştükleri şeyleri açıklamak için Incil’i indirdi. Hz. Dâvûd’a hepsi hatasından kurtulması, kendisi için hikmet, Dâvûd ve kendisinden sonra gelecek akrabaları için dua ve nasihat olan kitabı indirdi. Muhammed’e (sallallahu aleyhi vesellem) ise Furkân’ı indirip diğer kitapları onda topladı ve şöyle buyurdu: “Sana her şeyi açıklayan ve Müslümanlara doğruyu gösteren bir rehber, rahmet ve müjde olarak Kuran'ı indirdik...”1, “Hikmet sahibi (ve) her şeyden haberdar olan (Allah) tarafından âyetleri sağlamlaştırılmış, sonra da açıklanmış bir kitaptır.”2

Reşîd: “Çok güzel ve ayrıntılı bir şekilde açıkladın. Sen bütün bunları biliyor musun?” diye sorunca,

Şâfiî: “Evet vallahi ey müminlerin emiri!” karşılığını verdi.

Reşîd: “Ben, Allah’ın, amcamız oğlu Resûlullah’a indirdiği ve Resûlullah’ın da bizi ona davet edip hükümleriyle amel etmemizi, müteşabih âyetlere de iman etmemizi emrettiği kitabı soruyorum” dedi.

Şâfıî ona şöyle karşılık verdi: “Bana hangi âyeti soruyorsun? Muhkem olanı mı, yoksa müteşabih olanı mı? Önce nazil olanı mı, yoksa sonra nazil olanı mı? Nâsihi mi, yoksa mensuhu mu? Hükmü kalıp lafzı neshedileni mi? Tilaveti kalıp hükmü neshedileni mi? Allah’ın misal olarak verdiği âyetleri mi, ibret olarak bildirdiklerini mi? Yoksa önceki ümmetlerin yaptıklarını bildiren âyederi mi? Ya da Allah’ın yapmamız konusunda bizleri uyardığı âyetleri mi?” Şâfiî bu şekilde Kur’ân’dan yetmiş iki hükmü saydı ve: “Hangi âyeti soruyorsun?” dedi.

Reşîd: “Vay sana ey Şâfıî! Sen bütün bunları biliyor musun?” deyince,

Şâfiî: “Ey müminlerin emiri! Bunları söyleyeni denemek, iyisini kötüsünden ayırmak için gümüşü ateşe koymak gibidir. İşte ben de önündeyim imtihan et” karşılığını verdi.

Reşîd, Şâfiî’ye şöyle dedi: “Ben senin dediklerini tekrar edemem. İnşallah bu meclisten sonra sana onları soracağım. Resûlullah’ın (sallallahu aleyhi vesellem) sünnetine bakışın nasıldır?”

Şâfiî ona şöyle karşılık verdi: “Sünnet konusunda benim bildiğim şudur: Bazısının yapılması istenir ve tıpkı Allah’ın Kur’ân’da emrettiklerini terk etmenin caiz olmadığı gibi bunların da terki caiz değildir. Kimisi de edeb olarak çıkmıştır. Kimisi ise özeldir ve herkesin ona uyması istenmez. Kimisi de herkesi kapsar ve özel olanlar da bunu yerine getirir. Kimisi de soru sorana cevap olarak söylenmiştir ve sadece soranı bağlar. Kimisi Resûlullah’ın (sallallahu aleyhi vesellem) içindeki ilmi birikimin taşması sonucu dışarıya çıkmıştır. Kimisini Resûlullah (sallallahu aleyhi vesellem) sadece kendisine has olarak yapmış, ancak onu gören özel ve genel herkes yaptığını yapmaya başlamıştır. Resûlullah’ın (sallallahu aleyhi vesellem) kendine has kıldığı ve diğer insanları bundan yükümlü tutmadığı şeyleri ise dile getirmemek gerek. Zira Resûlullah (sallallahu aleyhi vesellem) insanları bundan sorumlu tutmamış ve sadece dile getirmekle yetinmiştir.”

Reşîd: “Ey Şâfiî! Resûlullah’ın (sallallahu aleyhi vesellem) sünnetini düzenli bir şekilde açıkladın ve çok güzel vasfettin. Bunu tekrar etmene ihtiyacımız kalmadı. Biz ve burada bulunan herkes biliyor ki; sen bunları hakkıyla biliyorsun ve meseleye hâkimsin” deyince,

Şâfiî: “Bu, Allah’ın bize ve bütün insanlara olan olan bir lütfudur. Şu anda senin vasıtanla da Resûlullah’ı (sallallahu aleyhi vesellem) anmamızı ihsan etmiştir” karşılığını verdi.

Reşîd: “Arap lügatine bakışın nasıldır?” diye sorunca, Şâfiî şöyle karşılık verdi: “Bizim kaynağımız ve tabiatımız onunla doğrulmuş dilimiz onunla konuşur olmuş ve Arapça bizim için ancak hayat gibi olmuştur. Arapça ancak Arap olanlar tarafından hakkıyla kullanılabilir. Ben doğduğumdan bu yana yanlış telaffuzu bilmem. Bu sebeple, çocukluğumdan bu yana, ilacın kendisine fayda verip hastalıktan kurtulmuş ama ve rahat hayat süren biri gibiyim. Bu konuda, Kur’ân bana şahitlik etmektedir: “Kendilerine apaçık anlatabilsin diye, her peygamberi kendi milletinin diliyle gönderdik...”1 Buradaki milletten kasıt Kureyş’tir. Ey müminlerin emiri! Ben ve sen onlardanız. Asıl temizdir. Kökümüz erişilmez ve şerefli bir köktür. Sen asıl, biz ise dallarız. Bu apaçık ortadadır. Bizim soyumuz burada birleşmiştir. Biz İslam’ın çocuklarıyız ve böyle çağrılır ve adlandırılırız.”

Reşîd: “Allah sana bereket ihsan etsin! Doğru söyledin” deyip, “Şiir hakkında bilgin nasıl?” diye sordu.

Şâfiî, ona şöyle karşılık verdi: “Ben şiirin uzununu, hasını, hızlısını, zorunu, basitini, hafifini, aruz vezniyle yazılmışını, recezini, hikmetini, gazelini, geçmiş toplumlar hakkında bilgi verme ve meseller getirme yönü ile hakkında yapılan eleştirileri, aşıkların şiiri söylerken neyi kasdettiğini, öncekilerin sonradan gelenlerin ibret almaları için söylediklerini, gevezelerin yöneticileri övmek için söylediklerini ve bunların da genelinin yalan olduğunu bilirim. Aynı şekilde hocasının öğüderini ve ahlakını anlatmak için söylenen ve söyleyenini yücelten şiirleri, nefsi duyguların coşması ile dile getirilen ve pek de ustalık istemeyen şiirleri, söylendikten sonra halk arasında hikmetli sözler gibi dillendirilen şiirleri de bilirim.”

Reşîd: “Yeter ey Şâfıî! Şiir hakkında o kadar çok söyledin ki bunları bilenin olduğunu ve dediğine bir harf bile ekleyebileceğini zannetmiyorum. Şiir hakkında fazlasını bile söyledin” ve: “Peki, Araplar hakkındaki bilgin nasıldır?” diye sordu.

Şâfiî ona şöyle cevap verdi: “Ben, atalarını, soylarını, neseplerinin şeceresini, geçmişte yaşadıkları olayları, yaptıkları savaşları, hükümdarlarını, bunların yönetim şekillerini ve görevlerinin dağılımını en iyi ben bilirim. Aynı şekilde evlerini, mahallelerini, seçkin kişilerin bir araya geldikleri meclisleri bile bilirim. Teba’, Himyer, Cüfne, Estah, îyas, Uvays, İskender, İsfâd, Astatavis, Savt, Sokrat, Aristo gibi onları etkileyen kavim ve şahsiyetleri bilirim. Bunlarla aynı değerde olan Romalıları, Kisra ve Kayserleri, Nube, Ahmer, Amr b. Hind, Seyyid b. Zi Yezen, Nu’mân b. el- Münzir, Katr b. Es’ad, Sa’d b. Se’fân’ı —ki Satîh el-Gassânî’nin baba tarafından dedesidir— bilirim. Aynı şekilde Kuda a ve Hemdân krallarım, iki büyük kabile olan Rabî’a ile Mudar’ı da iyi bilirim.”

Reşîd: “Ey Şâfiî! Eğer Kureyş’ten olmasan, kendisi için demirin yumuşatıldığı kişilerdensin” derdim. Bir nasihatte bulunur musun?” deyince,

Şâfiî şöyle dedi: “Üzerinden kibir abasını çıkar, başından heybet tacını söküp at, bedeninden zorbalık gömleğini çıkar. Rabbinin huzurunda, nefsini kontrol et, sırrını yay, hayâ örtüsünü yüzünden indir. Ben sana hakkı söyleyen vaiz, sen ise beni hüsnü kabulle dinleyen biri ol. O zaman Allah söylediklerimden dolayı beni faydalandırır, sen de dinlediğinden faydalanırsın.”

Reşîd: “Dediğini yaptım ve Allah ve Resûlu nün emirlerini ve ondan sonra gelen iki nasihatçiyi dinledim. Nasihat et ve kısa tut” deyince, Şâfıî izarını çıkarıp kollarını sıvadı ve şöyle dedi:

“Ey müminlerin emiri! Şunu bilki Allah seni nimetlerle imtihan edip, şükredip etmeyeceğini sınamaktadır. Nimetin fazileti, onun azıyla çok şükür etmendir. Allah’a devamlı şükreden, nimetlerini aklından çıkarmayan biri ol ki; ondan daha fazlasını hak edesin. Gizlide de, açıkta da Allah’tan kork ki; itaatin kâmil olsun. Hakkı söyleyeni, senden başkası olsa bile dinle ki Allah katında üstün birisi olasın ve idaren altındaki değerin artsın.

Şunu bil ki; Allah senin gizline bakıp onu açıktan yaptıklarının aksine olduğu görürse seni dünya dertleriyle meşgul eder ve seni sıkıntıya sokacak şeyler gönderir. İhtiyacını sadece Allah’tan iste, çünkü Allah’ın hiçbir şeye ihtiyacı yoktur ve hamd edilmeye layıktır. Eğer gizli halinin açık olan halinle aynı olduğunu görürse seni sever ve dünya derdini kalbinden uzaklaştırır, senin başkasına olan sorumluluğunda yardımcın olur, senin nefsini kontrol etmene yardım eder ve işleri çekip çevirmende sana kuvvet verir. Sen ancak Allah’a itaat ettiğin zaman sana itaat edilir. Allah’a boyun eğ. Böyle yapmakla dünyada selamete erersin, âhirette ise huzuruna güzel bir şekilde çıkarsın. Allah takva ve iyilik sahipleriyle beraberdir.

Allah’tan, düşmanının yerini bilen ve bu sebeple gece uyuyamayan, baskından korktuğu için uyanık kalan kişinin sakınması gibi sakın. Allah’ın sana peş peşe verdiği nimetler sebebiyle onun cezasından emin olma. Bu senin bozulmana, dininin gitmesine, öncekilerin ve sonrakilerin de sana saygılarının kaybolmasına sebep olur. Sayesinde doğru yola gitmek isteyenlerin yanlış yola sapmadığı, ona tutunduğun müddetçe helak olmayacağın Allah’ın Kitab’ına sarıl.

Allah’a bağlan ki o da seni muhafaza etsin. Resûlullah’ın (sallallahu aleyhi vesellem) sünnetine de bağlı kal ki, Allah’ın hidâyet verdiği kişilerin yolunda olasın. Onların gittiği yoldan git. Doğru yola iletilmiş halifelerin; haraç ve araziler, insanların geneli ve miskinler, manastırlar konusunda nasıl davrandıklarına bak ve sen de, gönül hoşluyla onların yaptığı gibi yap. Bunlar konusunda güçlük çıkarmaktan sakın, çünkü sen idaren altında olanlardan sorumlusun. İman diyarını yurt edinen Muhacir ve Ensar’ın hakkını gözet. Onların iyilerinin iyiliklerini kabul et ve kötülük yapanları affet. Onlara Allah’ın sana verdiği malından ver ve onları hak olan bir şeyi söylememe, batıla dalma konusunda zorlama. Çünkü sana bu memleketlerde güç sahibi olmanı sağladılar ve kulların sana bağlanmasını sağladılar, senin için karanlığı aydınlattılar, üzerindeki tasayı dağıttılar, yeryüzünde güç sahibi olmana vesile oldular, insanları idare etmeyi öğretip idareciliği sana verdiler.

Sen zayıflıktan sonra (bu saydıklarım sebebiyle) bu ağır yükü kaldırdın ve başarılı oldun. İffet bakımından onların benzerleri de bu gün senden onların yolundan gitmenden başka bir şey istememektedir. Onun içindir ki genele zulmetme pahasına, seçkin kişilere yaklaşma maksadıyla itaat etme. Seçkin kişilere zulmetme pahasına da halkın geneline itaat etme ki devamlı selamet içinde olunsun.” Bunları dinleyen, nasihatin başından itibaren ağlıyordu, ama sesi duyulmuyordu.

Bu kısma gelince Reşîd ağladı ve hıçkırık sesi duyuldu.

Bunun üzerine yanındakiler, Muhammed ve Ebû Yûsuf da ağladılar.

Vali: “Ey adam! Dilini müminlerin emirinden çek, üzüntüden kalbini parçaladın” dedi.

Muhammed b. el-Hasan ayakta durup şöyle dedi: “Ey Şâfiî! Dilini müminlerin emirinden çek. Çünkü sözlerin kılıcından daha keskindir.” Reşîd hâlâ ağlıyordu ve kendine gelmemişti.

Şâfiî, Muhammed ve oradakilere dönüp: “Susun! Allah sesinizi kessin. Hikmet nurunu götürmeyin. Ey köle ve idareciler topluluğu! Ey kırbaç ve sopanın kulları! Siz hakkı kendisine farklı gösterdiğiniz içindir ki Allah müminlerini emirini helak edecek! Sizin gibiler ondan uzaklaştırıldığı müddetçe hilafet hayır üzeredir. Sizin gibilerin elinde olduğu müddetçe ise hilafet kötü durumdadır” dedi.

Reşîd başını kaldırıp onlara: “Bırakın!” diye işaret etti ve bir kılıçla bana dönüp: “Şunu elimden al da kullanmak zorunda kalmayayım!” dedi. Sonra Şâfiî’ye dönüp: “Sana bir miktar bağışta bulunulmasını emrettim. Onu kabul etmeni istiyorum” dedi.

Şâfıî: “Hayır vallahi! Allah’ın, bir hediyeyle nasihatlerimin yüzünü kara çıkarttığımı görmesini istemem. Allah katında değersiz olmasına rağmen kendini büyük gören bir yöneticiyle bir araya geldiğim zaman, belki Rabbini hatırlar umuduyla ona Allah’ı hatırlatmak üzere Rabbime sözüm vardır!” dedi ve çıkmak üzere kalktı.

Şâfıî çıkınca Reşîd, Muhammed ve Yâkûb’a dönüp: “Bu gün gibisini görmedim. Siz bu gün gibisini gördünüz mü?” deyince, onlar: “Hayır demekten başka bir şey söyleyemeyiz” cevabını verdiler.

Reşîd: “Siz beni bununla mı kandıracaktınız? Siz bugün büyük bir kötülük yaptınız. Eğer Allah Onun durumunu teyit etme ihsanını bana vermeseydi, beni Rabbim katında kurtuluşum olmayan bir durumdan nasıl kurtaracaktınız?” dedikten sonra ayağa kalktı ve oradakiler gittiler. Bu olaydan sonra Muhammed’in sıkça Şâfiî’ye gittiğini gördüm. Bazen gider, ama girmesine izin verilmezdi.

Daha sonra Şâfıî, Reşîd’in yanına girdiğinde, Reşîd ona bin dinar verilmesini emretti ve Şâfıî bunu kabul etti. Reşîd gülerek: “Allah iyiliğini versin! Ne kadar da akıllısın! Allah düşmanını yok etsin. Artık senin de (benim gibi) bir dostun var!” dedi. Hârun hizmetçisi Serrâc’ı Şâfıî’nin peşine taktı ve parayla ne yapacağını öğrenmesini istedi. Şâfiî aldığı parayı avuç avuç müslümanlara dağıtmaya başladı. Evinin kapısına geldiği zaman elinde sadece bir avuç kalmıştı. Onu da kendi hizmetçisine verdi ve: “Bunu kendine harca!” dedi. Serrâc dönüp de olanları Hârûn’a anlatınca, Hârun: “Bunun içindir ki dünyadan yana tasası az ve metanetli biridir” dedi.” Hârun Reşîd bu sözleri devamlı söylerdi.

Ebu Nuaym el Isbehani - Hilyetü'l Evliya ve Tabakatu'l Asfiya,cild.6,syf.647-656
Devamını Oku »

Mesele Sol Elle Yemek Değil,Anlamadın mı?



Aslında bu başlıkta sol kesimin bir takım İslamî meseleleri gündeme getirerek bizim gündemimizi belirlemeye yönelik bir atıf vardır. Biz de iştahla bu meseleleri gündemimiz yapabiliyoruz. Elbette bu sol kesimin amacı spesifik bir meseleyi gündeme getirerek sadece oraya odaklanmak değildir. Tek tek gündeme getirilen bu meselelerle İslamî değerleri veya bir takım kuralları törpülemek, aşındırmak ve onların üzerinden zihinlerde İslam’la ilgili şüpheler bırakmaktır. Ne var ki, bir takım Müslümanlar bu tip konuları gündemlerine alınca biz de yazmak zorunda kalıyoruz.

Diyanet’in bir fetvasını sol kesimin gazetelere taşımasıyla ortaya çıkan tartışmanın etkisi midir, bunu bilemem, ama 07. Şubat 2018 tarihli Yeni Şafak’ta “sol elle yemek ahkam mı, adap mı?” adıyla Kemal Öztürk tarafından bir yazı kaleme alındı. Bu yazıya cevaben bir şeyler yazmak istedim.

Yukarıdaki başlığı attım, bununla hem sol kesimin amaçlarına vurgu yapmak hem de Müslümanları uyarmak istedim. Meramı böyle anlatabildim doğrusu. Yazının amacına gelince mesele dinî olanla olmayanı ayırt etmek olduğu anlaşılıyor, ancak sonuca bakıldığında yazarın niyetini bilemem ama sünnetin altını boşaltmak gibi bir durumla karşı karşıya kalıyoruz. Daha da ilginci başlıkta sol elle yemek meselesi olmasına rağmen içerikte konunun mahiyetine doğrudan odaklanılmamasıdır. Belli ki, kültürel unsurların dinileşmesine vurgu yapılmaktadır, ancak çürük ile sağlam elmalar aynı torbaya konmaktadır. Aşağıda buna temas edeceğim.

Sayın Öztürk’ün siyasî ve sosyolojik olarak ufuk açıcı tahliller ortaya koyduğunu teslim etmek gerekir. Çok nadir salt dinî olan konulara girmektedir. Bu yazı da onlardan biri. Üzülerek ifade etmeliyim ki, yazı sıkıntılarla dolu. Sıkıntı, meselelerin yerli yerine konulmamasıdır. Belki de konu bütünlüğü düşünüldüğünde tek isabetli cümlesi şu: “Fıkıh usulü, hadis usulü, tefsir usulü gibi uzmanlık isteyen alanlara girmek istemem. Bu alanda çok nitelikli hocalarımız, bilim adamlarımız var. Bize laf söylemek düşmez.” Ama bu cümle dahi, onca laftan sonra değerini kaybetmiş gözüküyor.

Sayın Öztürk’ün deyişiyle küçük yaşta bizlere en çok öğretilen dini ve kültürel kuralları bir hatırlayalım (Sağ tarafta parantez içinde yazılanlar bana aittir):

-Sol elle yemek yenmez. (Mekruh)
-Ayakta su içilmez. Oturarak, üç yudumda içilir. (Caiz, evla olan oturarak içmek)
-Ayakta çiş yapmak günahtır. (Caiz, önemli olan idrara dikkat etmektir)
-Tabakta yemek bırakılmaz, arkadan ağlar. (Mekruh-israf olursa haram, arkadan ağlama kültürel motif)
-Çocukken ‘Sübhaneke, Elham, İhlas’ ezberlemek çok sevaptır. (Sünnet, namaz kılacak kadar ezberlemek farz)
-Gece ıslık çalmak şeytan işidir. (Hurafe)
-Akşamları tırnak kesmek günahtır. (Hurafe)
-Yemekte konuşulmaz. (Adab)
-Ayak ayak üstüne atılmaz. (Adab)

Bunlar daha okula başlamadan, evimizde anne babamızın bize ilk öğrettiği şeylerdi. Sanırım bunların büyük kısmını biz de çocuklarımıza öğrettik. Aslında bunların tümü, sosyokültürel yaşamımızı düzene sokmak amacıyla yapılan şeyler. Lakin en büyük hata, bunları yapmanın ‘günah’ olduğunu, hatta ‘büyük günah’ olduğunu söylemek olmuştur sanırım. Bugün çocuklara öğretilen ve hayatımız boyunca büyük hassasiyet gösterdiğimiz çoğu yasağın günahla, sevapla bir ilişkisi yoktur aslında.Ayakta su içmenin, tabakta yemek bırakmanın, gece ıslık çalmanın günah olduğuna dair bir ayet olmadığı gibi, sağlam fıkhi altyapısı da yoktur.

Şimdi buraya kadar zikredilen hususlarda ilk bakışta bir problem yok gibidir. Ama vardır. Biraz yakından bakarsak şunları görürüz: Burada sünnet, adab ve hurafe olan hususlar aynı şekilde değerlendirilmiş, araları ayırt edilmemiştir. Dolayısıyla sünnet olan davranışla hurafe olan davranış eşitlenmiş, o şekilde değerlendirme yapılmıştır. Bu bir cinayet olmasa bile ciddi bir bilgi eksikliğidir.

Diğer taraftan bu yasakların günahla sevapla ilgisinin olmadığı vurgulanmıştır. Burada da ciddi bir bilgi eksikliği vardır. Evet çoğunun günahla sevapla ilgisi yoktur, ancak bütün bunlar sol elle yemek üzerinden dillendirilmektedir. Mesela sağ elle yemenin sevapla ilgisi yok mudur? Kasıtlı terketmenin günahla alakası yok mudur? İşte tam da bu noktada “günah” nedir, sorusu gündeme gelmektedir. Halkın ya da ebeveynlerin burada zikredilen hususlara “günah” denmesi tamamen pedagojiktir. Çocuğa eğitim verilirken mekruhtur demek yerine günahtır demenin daha eğitici olduğu düşünülmüştür. Onun için bu hususlar günah olarak telakki edilmiştir. Zamanla halk algısında bu “günah” olgusu sanki büyük günahmış gibi telakki edilmiştir. Eğer gerçekten böyle düşünülüyorsa yanlış yapılıyor demektir.

Oysa burada günah, mekruhun karşılığıdır. Mesela namazı terkin veya zekatı terkin karşılığı olan günah söz konusu değildir. Sol elle yemek mekruh ise sağ elle yemek de sünnettir. Sünnete ittiba da derecesine göre fazilettir, sevaptır. Buradaki sevap da namaz kılma, zekat verme sevabı anlamında değildir. Diğer hususlara gelince evet çoğunun günahla sevapla ilgisi yoktur. Dediğimiz gibi çoğu adab veya hurafedir.

Burada şu ifade dikkat çekmektedir: “Ayakta su içmenin, tabakta yemek bırakmanın, gece ıslık çalmanın günah olduğuna dair bir ayet olmadığı gibi, sağlam fıkhi altyapısı da yoktur.”

Ayakta su içmek, yemek israf etmek ile gece ıslık çalmanın eşit olarak zikredilmesi manidardır. Zannederim yazarın zihninde sağ elle yemek ile gece ıslık çalmak da aynı türden şey olmalıdır. Çünkü konu zaten sol elle yemek meselesi. Oysa bunlar aynı değildir. Dediğimiz gibi biri sünnet veya adab, diğeri ise hurafedir. Yazarın zihninde bir şeyin günah olmasının sanki Kur’an’daki bir nehyi işlemek anlamına geldiği gibi bir düşünce vardır. Çünkü -hurafeler bir yana- diğer davranışların Kur’an’da aranması bunun işaretidir. Günahın dereceleri vardır ve hepsi Kur’an’da olmak zorunda değildir. Ayrıca haram olsa dahi bunu da sadece Kur’an’da aramak yanlış olur.

Son ifade en azından Kur’an’la yetinilmediğini de ortaya koymaktadır. Fıkhî altyapıyı aramak güzel bir yaklaşımdır. Herhalde bundan kastedilen fıkhın da dayandığı hadisler, sünnet olmalıdır. O zaman soralım: Sol elle yemenin, ayakta su içmenin, yemeği, dökerek israf etmek anlamında tabakta yemek bırakmanın fıkhî bir alt yapısı yok mudur? Gece ıslak çalmanın veya akşamları tırnak kesmenin fıkhî altyapısı olmayabilir, ama diğerlerinin fıkhî bir altyapısı gerçekten yok mudur? Bir şeyin mekruh olması fıkhî bir altyapı sayılmayacak mıdır? Hatta bir şeyin adab olması (tersi tenzihi kerahat olması) fıkhî bir altyapının varlığını göstermez mi? Bir davranışın fıkhî altyapısının olması için o davranışa farz veya haram mı denmesi gerekir?

Burada adap meselesinde bir hususu hatırlatmak gerekir: Adabın Hz. Peygamber’den sadır olan ve daha sonra kültürel olarak oluşan tarafı vardır. Hz. Peygamber’den sadır olan kısmına sünnet-i zevaid denir. Bağlayıcı değildir. Kültürel olarak oluşan kısmı ise zaten bağlayıcı değildir. Yukarıda zikredilen ayak ayak üstüne atmak kültürel olarak oluşan bir adaptır. Kur’an’ı yere koymamak, bel üstünde tutmak da, ezan okunurken doğrulmak, ayakları kıbleye uzatmamak da böyle bir adaptır. Peki adabın bu pozisyonu onu terketmeyi gerektirir mi? Elbette adabın değişebilen ve değişmesine gerek olmayan tarafları vardır. Eğer adabın, manevî olarak mü’minin ruhuna, kişiliğine olumlu katkısı varsa neden değiştirilsin ki?!

Önemli olan adabın yerini bilmektir. Yani bu davranış, adaptır o kadar. Ne sünnettir, ne vacip ne de farzdır. Adaba vacip muamelesi yapılmamalıdır. Ancak şu da var ki, edebin bir medeniyetin gelişmesinde, ruhların incelmesinde önemli bir işlevi vardır. Dolayısıyla adap ile huırafe karıştırılmamalıdır. Hurafenin mü’mine hiçbir faydası yoktur ve hurafenin aklı esir alan bir yanı da vardır. Ama adap öyle değildir. O halde adabı, sünneti, hurafeyi aynı karede bir araya getirmek doğru mudur?

Devam edelim: Şu cümleye katılmamak mümkün mü?:

“Sorunumuz ayeti, hadisi, fıkhı, hukuku mantık olarak kavramayıp, ezberlemekten geliyor. Kur'an-ı Kerim’ın neredeyse her sayfasında “akletmiyor musunuz?” diye sormasına dikkat etmeyen zihin, sadece şekli şeylere odaklanıyorsa orada sorunumuz var demektir.” Doğrudur, akletmek gerekir. Ancak akletmeden evvel doğru bilgilere sahip olmak gerekmez mi? Doğru bilgilere sahip değilsek neyi nasıl akledeceğiz? Bu yazı, bunun güzel bir örneğini teşkil etmiyor mu?

Şu cümleler ise meselelerin neden karıştırıldığını ele verir gibidir:

“Bu arada İslam din adamlarının özel ve dokunulmaz statüsüne karşıdır. Yani ruhban sınıfı yoktur. Bu yüzden bu konularda tek merci imiş gibi davranan, kendinden başka herkesi suçlayan, hurafelere esir olmuş sözüm ona ‘hocalara’ uyarsanız, sonunda ya sidik içersiniz ya da yanmayan kefen alır kazıklanırsınız.”

Öyle anlaşılıyor ki, bazı “hocalar”ın söylemleri üzerinden bu değerlendirmeler yapılmış. Yazı tepkisel yani. Ben de o hocaların aşırılıklarına örnek verebilirim. Mesela bu “hoca”, bir vaazında takkeyi öyle savunmuş ki, bunu dinleyen eyvah der, yandık! Bir vacip terkediliyor imajı ortaya çıkmış! İşte yanlış olan budur. Takke olsa olsa bir adaptır, o kadar. Bunu abartmanın anlamı yoktur.

Zaten bu aşırılığa bir başkası çıkmış, “işte bid’at böyle bir şeydir diyerek” takkenin hepsine karşı çıkmıştır. Burada bazı kesimlerin birbirine olan tepkilerinin meseleyi nerelere götürdüğü ortaya çıkmaktadır. Dolayısıyla akl-ı selim olanlar bu tepkiselliklerde taraf olmak yerine meseleleri olduğu yere koymalıdırlar. Adaletin gereği de budur.

Bir de başlıkla ilgili bir noktaya temas edelim: Başlık ““sol elle yemek ahkam mı, adap mı?” Burada ahkamdan adaptan ne kastediliyor acaba? Şu ifadelerin sonundaki cümle bunu ortaya koyuyor: “Adabı muaşeret sınıfında yer alacak birçok kuralın yapılmaması için zaman içinde günahla ilişkilendirilmesi, bu kuralın dini bir vecibe ya da kural haline gelmesine neden oluyor.

Hacca giden herkes görmüştür ki, bizim için şiddetle yasaklanan Kur'an-ı Kerim'i yere koymak, kıbleye doğru ayak uzatmak, namazda saçını, başını düzeltmek başka mezhepler için son derece normaldir ve günah da değildir. Kültürel olmasına rağmen, dini kurala dönmüş bu davranış şekillerini yapmayan biri, günahkar olarak görülür. Tıpkı kültürel giyinme tarzının dini kurallar haline getirilmesi gibi. Bugün tarikatlar arasında cübbe, şalvar, sarık, çarşaf giymenin dini bir vecibe gibi anlaşılması bundandır. Tüm bunlar bir ahkam (dini kural) değil, adap meselesidir.”

Anlaşılan o ki, ahkam dinî kuraldır. Yani terkinde günaha girilen şeydir. Yani farz veya en azından vaciptir. Oysa ahkam bu değildir. Burada problem şudur: Verilen örnekler gerçekten adab ile ilgilidir. Ama yazının başlığını oluştuıran sol elle yemek böyle bir şey midir? Mesela sol elle yemek çarşaf giymek gibi midir? Sol elle yemek cübbe giymek gibi midir?

Sağ elle yemek kuvvet itibariyle cübbe gitmenin üstünde sayılmaz mı? Allah Resulu cübbe giymiş, ama bir tavsiyede bulunmamış. Ama sağ elle yemiş, sağ elle yemeyi de tavsiye buyurmuştur. Bu, bir fark sayılmaz mı?

Son olarak yazarımız “sol elle yemekten daha çok dikkat edilecek konular” başlığı altında şunları söyler: “Biz Müslümanların hassasiyetlerine bir bakın. Sol elle yemeye gösterilen tepki ve duyarlılık, nedense haram yemeye, yalan konuşmaya, iftira atmaya gösterilmiyor?”

Amenna. Doğru. Ama ben şunu tercih ederim: Sağ elle yemek sünnettir, ama yalan konuşmak haramdır. Yalan söylemeye daha bir özen göstermek gerekmez mi? Bir sünnet ile bir farz karşı karşıya getirmeye gerek var mı? Her ikisini de yapmakta ne sakınca var?

“Neden çocuklara ‘Subhaneke’yi ezberletmek için harcadığımız zamanın yarısını, dünyanın en güçlü sosyal düzen metni olan, Peygamber Efendimizin (SAV) Veda Hutbesi’ni öğretmek için harcamıyoruz?”

Ben olsam şöyle derim: Sübhaneke güzel bir tespihtir. Çocuklarımıza manasını öğretelim. Bunun yanında veda hutbesini de kavratmaya çalışalım. Sübhaneke duası ile veda hutbesi birbirine aykırı şeyler mi? Onları karşı karşıya getirip mukayese yapmanın ne anlamı, ne faydası vardır?

“Müslümanlar olarak sol elle yemeye gösterdiğimiz hassasiyeti bilim, fikir, matematik, teknoloji, adalet ve ahlak konularında da göstersek, İslam dünyasının sırtı yere gelmez.”

Ben olsam şöyle derim: Tarihte bilim, matematik alanında gelişmeler sağlayan Müslümanlar sünnete de dikkat etmişlerdir. Sağ elle yemeyi niçin bilim, matematik, teknoloji alanındaki gelişmelerin karşısına koyuyoruz? Sağ elle yemeyi alışkanlık yapan ve sünnete ittiba ettiğini düşünen bir mü’min bilim üretemez mi? Teknoloji geliştiremez mi? Yazarın sidik içiren veya yanmaz kefen satan “hocalar” dedikleri de tam tersini yapıyor. Diyorlar ki; bırakın bilimle, teknoloji ile uğraşmayı… Onlara harcanan paralar boşa gidiyor… Siz takke, şalvar giymeye, sarık takmaya bakın, kandil geceleri şu kadar rekat namaz kılın, aman aksatmayın! Başka şeye de gerek yok! Dolayısıyla yazarın ifadeleri böyle bir anlayışa tepkisellik izleri taşıyor.

O halde bizim aynı yanlışa düşmememiz gerekir. Bir dvranışın hükmü neyse o davranışa o şekilde muamele etmeliyiz. Adapsa adap; sünnetse sünnet, vacipse vacip, haramsa haram, farzsa farz, mekruhsa mekruh, müstehapsa müstehap gibi…Adabı, sünnet; sünneti, farz, mekruhu haram telakki etmek Peygamber’i örnek almak da değildir.

Prof.Dr.Yavuz Köktaş
Devamını Oku »

Yeni Nesil Müslim Trends...



* Mado'da ya da Starbucks'ta oturup kahve içerken "Ümmet alev alev yanıyor, siz bu meseleleri mi tartışıyorsunuz?" diye yorum atmak... Yorumunu güzelleyerek takviye etmek için de Konstantin fethedilirken papazların "meleklerin cinsiyeti"ni tartıştığı örneğini vermek...

* Namazın farzlarından, şartlarından, vâciplerinden bihaber iken "Acaba kiminle Allah'ın Arş'ta olduğunu, istivâ'yı tartışsam" diyerek cebine doldurduğu yalan-yanlış cümlelerle sosyal medyayı kolaçan edip erketede beklemek... Av denk gelince de bir panter edasıyla atlamak...


* Cafede otururken kahve fincanının yanına "Allah de ötesini bırak" adlı kitabı ya da "Aşk beş vakittir" adlı kitabı koyup fotoğrafını paylaşmak...

* Gördüğü her güzel sözün altına "Hz. Muhammed" ya da "Mevlânâ" yazıp paylaşmak...

* Her gördüğü kitabın fotoğrafını paylaşıp "Bu kitap hakkında bilgi verir misiniz?" diye sormak...

* Kızlı Erkekli karışık şekilde ve bir parti havasında, kek ve çay eşliğinde, Kur'ân'ı ve İslâm'ı sorgulama müzâkereleri düzenlemek...

* Hac'da ya da Umre'de ellerini havada kalp şekline getirip ortasına Kâbe'yi denk getirerek fotoğrafını çekip paylaşmak...

* Erkeğin sakalından akan abdest suyunu, kızların şalıyla silme girişimlerinde bulunması...

* Entel görünmek için kulağına küpe takıp saçına bir avuç jöle süren ergen erkeklerin, kafasında tesettürden çok tereddütler, yüzünde de yarım kilo makyaj olan süslümanlarla marjinal pozlar eşliğinde hadisleri, mezhepleri, Sahabeyi, bir Kur'ân uzmanı edasıyla sorguya çekmesi...

* Namaz kılmadığı halde, Amelî mezheplerin namaz ile ilgili ihtilaflarına dem vurarak mezhepleri kritize ederek inkâr çabası...

* Evde namaz kılmayan modern Süslümanların, Cum'â namazından ve Camiye gitmekten engellendikleri çığırtkanlığı yaparak 1400 yıllık İslâm anlayışına meydan okuyan eşitlik savunucusu "modern kadın" pozları...

* 1400 yıllık Sahîh İslâm anlayışından tatmin olamayıp, yeni farklı, çağa uygun, modern din arayışlarına girmek...

* Ateistler, deistler, materyalistler, kafirler, İslam düşmanları İslâm'a hangi meseleden saldırırsa, o meseleyi -ayet değilse- inkar etmek, ayet ise eğip bükerek tevil(!) edip uygun hale getirmek: Ver-Kurtul psikolojisi...

* İçinde Allah yazan domates, rükûya giden at gibi bazı anormal olaylar üzerinden İslâm'ın hak din olduğunu, Allah'ın varlığını isbat çabası... Daha kötüsü bazı Müslümanların da bu olaylar sebebiyle imanının pekiştiğini hissetmesi...

* Parti mensubiyetini, mevkiini kullanarak zenginleşen partili Müslümanların değişen giyim tarzları, değişen tavırları, değişen burun açısı...

* İslâm'ı sahih kaynaklar yoluyla öğrenmeyi çok âvam tarzı bulup, İslâm dinini heidegger, Schahcht, Judi Paret gibi müsteşriklerden ve onların yerli uzantıları olan Fazlurrahman gibi modernistlerden öğrenerek marjinal ve Conformist görünme çabası...

* Daha yazayım mı?... Ne dersiniz ?...

| Şükrü Yaşar - 23 Şubat 2018

Devamını Oku »

Çocuğunuzu kapitalizmin 'reklamlarına' kurban etmeyin!




''Hayâl dünyaları video oyunlarıyla, televizyon ekranından üzerlerine fışkıran şiddetle ve kapitalizmin bu hayâsız saldırısıyla târümâr olan çocuklar bu muhasaradan nasıl etkilenir? Çalışmalar saldırgan reklâmcılığın çocuğun iç dünyasında izler bıraktığını gösteriyor.'' Yağız Gönüler, Kemal Sayar'ın 'Reklamlar, Çocuklar ve Oyuncaklar' başlıklı makalesini alıntıladı.




Teknoloji çocuklara saldırıyor. Reklamlar saldırıyor. Elektronik saldırıyor. Ebeveynler, emanetlerini unutup kariyerlerini diri tutuyorlar. Maalesef çocuklar üzerine hiçbir şey düşünülmüyor. Oysa çocuktur dünyayı henüz öldürmeyen… Dünyada hâlâ işe yarar bir şeyler varsa ve gerçekten güzel olan bir şeyler üretiliyorsa, altında çocukluğunu, çocuk duygularını kaybetmemiş yüreklerin imzası vardır diye düşünüyorum.

Biz ne kadar umutla ve coşkuyla mücadele edersek edelim, muhakkak karşıdan da tam tersi istikamette, tam tersi fikirler ve hedefler için yapılan bir takım şeyler daha var. Bu yüzden bir çocuğun mermiyle tanışması, oyuncak ayı bulmasından daha kolaydır. Bu yüzden bir çocuğun kolayı ve hamburgeri tatması, doğal süte kavuşmasından daha basittir. Ve tüm bunların altında da kapitalizmin o gitgide artan, saldırgan ve doyumsuz dili reklamcılık yatmaktadır.

Çocuk Gelişiminde Ebeveynlerin Hataları ve Çözüm Önerileri röportajının ilk ayağı yayımlanmış, ilgi görmüştü. Dilerim bu ilgi, harekete geçmek için de üzerimizdeki ölü toprağının kalkmasına vesile olur. Röportajın ikinci ve son ayağından evvel bir teneffüs niyetine, Kemal Sayar hocanın “Reklamlar, Çocuklar ve Oyuncaklar” başlıklı denemesini buraya olduğu gibi aktarıyorum. Özellikle ebeveynlerin ve öğretmenlerin mutlaka okuması gerektiğini düşünüyorum.

***

Ailenin parçalanması, kimlik ve anlam krizini tırmandırmaktadır

Reklâmlar yetişkinlere hayat tarzı satar. Bir ürünle hayatlarımızı dönüştürür, bir ürünü satın almakla hayâl ettiğimiz kişi oluveririz. Reklâm ötekinin hasedi üzerine bina edilir. Diğerlerinin benim üzerimde gördüğü mutluluğa tâlibimdir. Başkalarının satın alamayacağı bir şeyi satın almakla kendimi kıskanç bakışların tahtında bulurum. Başkaları beni hasetle incelerken ben onlarda kıskanılacak hiçbir şey bulamıyorsam, müşteriliğin tılsımlı dünyasında iyi bir yer tutmuşum demektir.

Hasedin toplum ölçeğinde yaygınlaşan bir duygu hüviyeti kazanması, reklâmı etkili bir strateji kılar. Modern endüstri toplumunda bireysel mutluluğun peşinde koşmak evrensel bir hak olarak görülmektedir. Mamafih, mevcut toplumsal koşullar kişiyi güçsüzleştirmekte ve olduğuyla olmak istediği arasındaki uçurumu büyütmektedir. Sâhip olduğumuz şeylerin hayatı farklılaştırdığı, bizi diğer insanlardan daha farklı ve ayrıcalıklı bir konuma yerleştirdiği inancı, güçsüzlük duygumuzu telâfi etmeye yarar. Sıkıcı ve mânasız çalışma saatleri, baş döndürücü alışveriş saatlerinin özlemine ayarlıdır. Edilgen çalışan, etkin bir tüketiciliğin düşüyle işyerinde köleliğe katlanır. Güzel bir arabanın, güzel bir tatilin, satın alındığında ‘tüm bu köleliğe değdi’ dedirtecek ve ancak kendisi gibi şanslı kimselerin erişebildiği bir ürünün düşüyle o anlamsız hayata katlanır iş kölesi. Reklâm, ‘bir şeyin yoksa sen bir hiçsin’, ‘parayla cennetin kapılarını açabilirsin’ der yetişkinlere. Ancak para harcama kudreti olanların yaşamaya takâti yeter. Ancak paranızı harcayarak daha sevilesi varlıklar olursunuz. Satın alabilir olmak, arzu edilir ve sevilir olmak için şarttır. Böyle der reklâmcılık.

Psikanalitik bakış açısı, tüketimden alınan hazzı ve sadece daha fazlasına sâhip olmak için sevilmeyen işlerde uzun saatler çalışılmasını, önceden kültürün içinde hazır bulunan bazı kimlik kaynaklarının aşınmasına bağlamaktadır. Modern toplumun mümeyyiz vasıfları olan parçalanma, yurtsuzlaşma ve insanî irtibat kaybının temel bazı sosyal değişimlerle ortaya çıktığı tartışılmaktadır. Eski ve istikrarlı topluluklar, üyelerine, güvenilir bir üs, oradan bir kimlik duygusu geliştirebilecekleri sağlam bir âidiyet, zor zamanlarda dayanışma, paylaşma ve yardımlaşma vasıtasıyla ‘içeriden biri’ olma duygusu sağlıyorlardı. Cemaat ve ailenin parçalanması, kimlik ve anlam krizini tırmandırmaktadır. Dahası geç kapitalizmin ve küresel ekonominin kalkınmanın sosyal dokusunu tamamen ihmal ederek bir risk toplumu yaratmaları iş ortamında da güvensizliğe, endişe, çâresizlik ve özsaygı azalmasına yol açmaktadır. Alışveriş böylesi bir kültürel iklimde insanlara, hayatlarının diğer alanlarında sâhip olmadıkları etkin bir güç sağlamakta, kültürel ve ruhsal süreçlerin yol açtığı boşluk ve anlamsızlık duygularına karşı bir savunma işlevi görmektedir.

Üç yaşında bir ABD’li çocuk ortalama 100 markanın logosunu tanıyor

Reklâm stratejileri, bugün bizi almak istediğimiz her şeyi alabileceğimiz şeklinde yönlendirmektedir. Satın aldığımız markalar bilinçdışı cinsel arzularımızın; huzur, rahat, emniyet, âidiyet ve iktidar arayışlarımızın bir ilâcı olarak sunulmaktadır. Sâhip olduğumuz ürünlerle kim olacağımızı seçtiğimiz bir zaman diliminde yaşıyoruz. Kimliğin diğer kaynaklarının aşınmasıyla kimlik ve zevkin temel kaynakları olarak insanlar alışverişe ve tüketiciliğe yönelmektedirler. Geleneksel toplum yapısı insanlara bir âidiyet hissi, bilinme ve tanınma imtiyazı, zor zamanlarda destek, dayanışma ve anlam sağlıyordu. Daha durağan ve kararlı eski toplumların yerini günümüzün hıza ayarlı risk toplumunun alması insanları bir ‘karakter aşınması’ sorunuyla karşı karşıya bırakmaktadır. Richard Sennett’in deyişiyle bu durum samimî, derin ve sadâkate dayalı insan ilişkilerinin kaybolarak günübirlik çıkarların öne çıktığı bir sığlaşmayı temsil eder. Dayanışma duygusu ortalıktan çekilmiştir ve içsel tatminsizlik günbegün büyümektedir. İnsanlar maddî zenginliğin ortasında yoğun bir boşluk duygusundan yakınmaktadırlar.

Phillip Cushman, 2. Dünya Savaşı sonrasında ABD’de toplum, gelenek ve paylaşılan anlamın uzağına düşen, bunların yokluğunu yaşayan benliği ‘boş benlik’ olarak tanımlamaktadır. Bu toplumsal yoklukları yaşayan benlik, bunları ‘içsel hayat’ında kişisel anlam ve değer yokluğuna tercüme etmekte ve süreğen bir duygusal açlığı cisimleştirmektedir. Bu benlik boşluğunu tüketerek ve sâhip olarak doldurmayı amaçlamaktadır. Tüketim sözcüğünün psikanalitik kuramda ilk tedâvisi bebeğin bedensel ve ruhsal varlığını devam ettirmek için ‘anneyi tüketmesi’ durumudur. Anne sütünde mündemiç olan gıdayla birlikte bebek haz verici ilkel bir kimlik duygusu da alır. 20.yüzyılın ikinci yarısından itibaren arzu pazarlanmış ve reklâmcılık bize eksikliklerimizi dış dünyadan alacağımız eşyalarla telâfi edebileceğimizi telkin etmiştir. Böylece bir araba markası, bir içecek ya da giyim eşyası; bizim cinsel arzularımızı, iktidar, makam, emniyet, huzur veya âidiyet arayışlarımızı temsil eden simgesel vasıtalar haline gelmiştir.

Reklâmcılık yüzyılın son çeyreğinden itibaren, giderek daha da oburlaşan bir iştahla çocuklara yöneliyor ve çocukluğu muhasara altına alıyor. Bazı araştırmalar üç yaşında bir ABD’li çocuğun ortalama 100 markanın logosunu tanıdığını gösteriyor. Elektronik medyanın yaygınlık kazanmasıyla reklâmcılar anne babayı bir kenara iterek, kolaylıkla etki altına alabilecekleri çocuklara doğrudan konuşmaya başladılar. Televizyonun girdiği her ev artık fethedilmiş bir toprak parçası gibiydi, reklâmcılar ‘vaad edilmiş topraklar’ı olan çocukluğa kolayca erişebiliyorlardı. Göz telkine yatkındır, görülen şey daha kolaylıkla arzu edilir. Çocuklar için istenmesi elzem şeyler bir resmi geçit hâlinde gün boyu televizyon ekranından akar gider. Şirketler artık çocuklara yeni bir rol biçmişlerdir, onlar ‘müşterilik öğrencisi’dirler; arzu etmeyi, ihtiyaç hissetmeyi, sâhip olmayı, sâhip olmakla geçici de olsa bir mutluluk ve tatmin bulmayı öğrenmelidirler. Bu süreç ancak manevî değerlerin tersyüz edilmesiyle işler: Kanaatkârlık, özdenetim, tasarruf ve sebatkârlık gibi geçmiş değerlerin içi boşaltılır ve çocuk, David Riesman’ın deyişiyle, ‘Pepsi-Kola ile Koka-Kola arasındaki farkı bilmek üzere eğitilir’. Anne ve baba, reklâmcılık endüstrisi tarafından bir kenara itilir, onların görevi çocuğun talep ettiği ürünlerin parasal kaynağını sağlamaktan ibârettir.

Peki, çocuklar neden bu kadar vahşi bir kapitalist saldırının hedefi hâline getiriliyorlar? Çocuk reklâmcılığının bir gurusu bu soruya üç ana başlıkta cevap veriyor: ‘Çocukların harcayacak kendi paraları vardır, ailelerinin para harcama kararlarında etkili olurlar ve nihâyet onları gelecekte müşteri kılmak isteyen reklâm kampanyalarına açıktırlar’. Bir başkası, ‘beşikten mezara kadar’ diyor, ‘onları çok erkenden ele geçirir ve hayat boyu elimizde tutarız’. Kapitalizmin bu militan dili, bu ayak basılmadık toprak bırakmak istemeyen sömürgeci mantığı, sonunda çocukluğu da istilâ ediyor. Bu cümleler, sanırım Türkiye reklâmcılığında neden giderek artan sayıda oyuncak benzeri öğelerin kullanıldığı sorusuna kısmî bir cevap getiriyor.

Reklâmlar çocuklara maddeci bir dünyayı ve satın alma hazzını va’zediyor

Los Angeles Times’a konuşan bir reklâmcı şöyle diyor: ‘İyi reklâm, insanlara, o ürünü almazlarsa çok şey kaybedecekleri, bir kaybedici olacakları duygusunu verir. Çocuklar buna karşı çok duyarlıdır. Onlara bir şey almalarını söylerseniz buna direnirler. Ama almazlarsa -şaka yollu- bir tavuk olacaklarını söylerseniz birden dikkat kesilirler. Duygusal incinebilirliği kaşırsınız ve bunu çocuklarla çok kolay yaparsınız, zira onlar çok incinebilir varlıklardır’.

Çocuklar şirketler tarafından artık giderek daha erken çağlarında ele geçirilmek isteniyor. Bazı marka isimleri zihinlerine kazıyarak ve ürünleri için arzu yaratarak, çocukları erken yaşta bir müşteri olarak ele geçirenler, daha sonra da ellerinde tutabileceklerini düşünüyorlar. Bu arada psikoloji bilimi de bulgularını reklâm endüstrisine hayâsızca servis edebiliyor. Sözgelimi iki yaşındaki çocukların rüyalarında sıklıkla hayvan veya hayvan karakterleri gördüğünü, yuvarlak ve eğimli karakterleri iyi; köşeli, kırık çizgili karakterleri ise kötü olarak algıladığını tespit eden bilim adamları, bulgularını reklâmcıların daha etkili satış stratejileri geliştirmesi için kapitalizmin emrine sunuyor.

Hayâl dünyaları video oyunlarıyla, televizyon ekranından üzerlerine fışkıran şiddetle ve kapitalizmin bu hayâsız saldırısıyla târümâr olan çocuklar bu muhasaradan nasıl etkilenir? Çalışmalar saldırgan reklâmcılığın çocuğun iç dünyasında izler bıraktığını gösteriyor. Maddeci değerlere çok fazla odaklanan insanların hayatta daha az tatmin bulduğu, daha mutsuz oldukları, kişiler arası ilişkilerde daha fazla sorun yaşadıkları, daha fazla alkol ve madde kullanımına dûçar oldukları ve içinde yaşadıkları topluma daha az katkıda bulundukları çeşitli çalışmalarda gösterilmiş bulunuyor. Reklâmlar çocuklara maddeci bir dünyayı ve satın almanın hazzını va’zetmektedirler. Böylece maddî zenginliğe ve çabuk doyurulmaya kendisini ayarlamış o sığ ‘müşteri kimliği’nin tohumları, çocukluğun bereketli topraklarına serpilmektedir.

Bir düşünün: Yetişkin birisi bir çocuğu süreğen bir biçimde aldatır ve istismar ederse, çocukta başkalarına güven ve kendisini dünyada emniyette hissetme duygusu zedelenmez mi? Aynı şekilde başarı, popülerlik, çekicilik gibi yalancı cennetler vaat eden reklâmlar da, aldatma ve kandırmaya dönük hileleriyle çocuğun emniyet duygusunu zedeleyecek, işitip gördüklerine itimat etmemesini sağlayacaktır. Reklâmlar, gördükleri sonsuz çeşitlilikteki ürüne sâhip olamadıkları sürece kendilerini aşağı hisseden çocuklarda, narsisistik bir yaraya yol açabilirler. İskandinav ülkeleri ve Yunanistan’da çocuklara doğrudan reklâmın yasaklanmasına yahut sınırlanmasına şaşmamak gerekir.

Türkiye’de neden çok sayıda oyuncak benzeri öğe erişkinleri hedeflediğini düşündüğümüz reklâmlarda kullanılıyor? Kolay ve kestirme bir cevap bu durumu bizim reklâmcılarımızın da artık çocukluğun ‘vaad edilmiş topraklar’ına göz dikmesi ve onları ‘küçük potansiyel müşteriler’ olarak algılamaya başlamasıyla izah edecektir. Bazı şirketlerin geleceğe dönük tasarımlarında, bugünün küçüklerinin hayâllerine çengel atılarak yarının müşterileri yapılmaları yolunda bir projeksiyon olabilir. Bir başka açıklama şu olabilir: Bu oyuncaklar hepimizin içinde uyuyup kalmış olan çocuğu uyandırıyor, içimizde bir oyun oynama arzusu, dolayısıyla da çocukluğun emniyetine -geçici bir süreliğine de olsa- dönüş isteği tutuşturuyor. Oysa müşteriler olarak bize bugün emniyet hissimizi veren şey satın almak, ortada ne hemen dönebileceğimiz bir baba ocağı, ne sağlam bir âidiyet, ne de bir mahalle veya cemaat var. Dolayısıyla çocuksu emniyet arayışımızı kışkırtan bu oyuncaklar bize harcayarak da, tıpkı baba ocağında veya ana rahminde olduğumuz gibi, kendimizi mutlu ve güvende hissedebileceğimizi telkin ediyor. Reklâmın hüneri yarattığı yanılsamaya bizi ikna edebilmesinde. O yüzden bizi en saf, en temiz, en masum yerimizden, çocukluğumuzdan vuruyor.

Kaynak: kemalsayar.com

Yeniakit

Devamını Oku »