Hükümlerin Sınıflandırılması

 


Hükümlerin Allah ve İnsan Hakları Şeklinde Sınıflandırılması


el-Pezdevî




Semerkandlı Fahrülislâm Ali b. Muhammed el-Pezdevî (ö. 482/1089), Hanefi mezhebine mensup hukuk ve metodoloji bilginlerindendir. Özellikle fıkıh usûlüne (İslam hukuk metodolojisine) dair eseri meşhur olmuş ve kendisinden sonra birçok kişi tarafından şerhedilmiştir. Bu eserle, Fergana/ Özkend’de yaşamış olan Şemsüleimme Muhammed b. Ahmed es-Serahsî’nin (ö. 483/1090) fıkıh usûlüne dair eseri arasında büyük benzerlik bulunmaktadır. Pezdevî’nin eseri Serahsî’nin eserinden daha kısa olmakla beraber birçok yerde iki eserin ifadeleri aynıdır. Abdülaziz b. Ahmed el-Buhârî’nin (ö. 730/1330) Pezdevî’nin eseri üzerine yazdığı ve kimisi günümüze kadar gelmemiş Hanefi usûl eserlerinden alıntılarla süslediği Keşfü’l-esrâr adındaki şerh meşhur olmuştur. Aşağıda daha açık olması sebebiyle Serahsî’nin ifadeleri tercümede esas alınmış, Abdülaziz el-Buhârî’nin şerhinin tercümesi ise italik biçimde verilmiştir:

--------------

Hükümler dört kısma ayrılır:

1. Sırf Allah hakları
2. Sırf kul hakları
3. Allah hakkı ağırlıklı, ama kul hakkını da içeren haklar
4. Kul hakkı ağırlıklı, ama Allah hakkını da içeren haklar.

(Allah hakkı, bütün insanların genel faydasıyla ilgili olan haklardır. Bu tür haklar bir kişiye has değildir. Bu hakların Allah’a izafe edilmesi yüceltme sebebiyledir ya da zalim yöneticilerden birine has kılınmaması içindir... Mesela zinanın haram kılınması gibi; çünkü insanın temizliği ve kurtuluşu, neseplerin korunması ve zina yapanlar arasındaki anlaşmazlıklar sebebiyle ailelerin aralarındaki kavgaların ortadan kaldırılması gibi hususları içeren genele ait fayda buna bağlıdır. Bu tür hakların Allah’a izafe edilerek yüceltilmesinin anlamı şudur: Yüce Allah herhangi bir şeyden faydalanmaktan münezzehtir ve bir şeyin bu yönden onun hakkı sayılması mümkün değildir.

Bir şeyin yaratma yoluyla onun hakkı sayılması da mümkün değildir; çünkü her şey bu yönden aynı durumdadır. Bu sebeple, bu izafenin anlamı, bütün insanların faydalandığı büyük öneme sahip, yararı genel olan ve değeri yaygın olarak bilinen şeylerin yüceltme ve önemini belirtme amacıyla Allah’a izafe edilmesidir. Kul hakkı ise özel bir faydayla ilgili olan haktır. Mesela başkasının malının haramlığı gibi. Kulun malının korunmasının buna bağlı olması sebebiyle bu hak kul hakkı olmuştur. Bu sebeple, sahibinin izin vermesiyle başkasının malı mubah/helâl olur; ancak kadının izin vermesiyle ya da onun ailesinin izniyle zina mubah/helâl olmaz).

Allah hakları sekiz kısma ayrılır:

1. Sırf ibadetler
2. Sırf cezalar
3. Eksik cezalar
4. İbadet ve ceza yönleri bulunan haklar
5. Mali yükümlülük yönü bulunan ibadetler
6. İbadet yönü bulunan mali yükümlülükler
7. Ceza yönü bulunan mali yükümlülükler
8. Müstakil haklar.

Sırf ibadetlerin başı Yüce Allah’a imandır. Onun aslı da kalple inanmaktır. Bu sebeple, ikrah/zorlama veya başka bir özür nedeniyle kalple inanma vazifesi ortadan kalkmaz ve onu bir başka inançla değiştirmek her halükârda küfrü (dinden çıkmayı) gerektirir. Dille ikrar dünya ve ahiret hükümleri bakımından kalple inanmakla birlikte rükündür (temel öğedir) ve kimi durumlarda dille ikrar dünya hükümleri bakımından kalple inanç gibi asıl haline gelebilir...

İmandan sonra namaz en kuvvetli rükünlerden (esaslardan) biridir. Zira o dinin direğidir ve peygamberlerin hiçbirinin şeriatı namazsız değildir. Namaz bedenin dışı ve içiyle Allah’a kulluk etmeyi içerir...

Sonra iki nimet türünden biri olan mal yoluyla yerine getirilen zekat gelir. Zira dünyevi nimetler iki kısımdır: Beden nimeti ve mal nimeti. İbadetler dünyada bu nimetlere karşı şükrün gösterilmesi ve ahirette sevabın elde edilmesi için meşru kılınmıştır. Beden nimetinin şükrü bedenin tamamıyla yerine getirilen bir ibadet olan namazla olduğu gibi, mal nimetinin şükrü de o nimetin cinsinden olan bir şeyle yerine getirilen bir ibadetle olur...

Sonra beden nimetine şükretmek için meşru kılınan ibadetler cinsinden olan oruç gelir. Ancak o namazdan sonradır; çünkü o (namaz gibi) bedenin birçok uzvuna dağıtılmış hareketleri içermez; sadece bir rükünle yerine getirilir; o da iki şehvetin gereğini, yani karnın ve cinsel uzvun arzularını yerine getirmeyi bırakmaktır...

Sonra kutsal evi ziyaret etmek olan hac gelir...

Cihad da Allah’ın sözünü yüceltmek ve dini aziz kılmak yönünden bir ibadettir. Ayrıca cihad yoluyla müşrikleri zayıf düşürmek ve şerlerini Müslümanlardan uzak tutmak mümkün olur. Bu sebeple Hz. Peygamber onu dinin zirvesi olarak adlandırmış ve cihad, esası bakımından farz kılınmıştır; çünkü dini aziz kılmak farzdır. Ancak cihad farz-ı kifâye hükmündedir; çünkü amaç müşriklerin gücünü kırmaktır ve onların şerrini ve fitnesini defetmek Müslümanların bir kısmının yardımıyla mümkün olmaktadır. Dolayısıyla bir kısım Müslüman bunu yerine getirirse geri kalanların üzerinden bu farz kalkmış olur.

İtikâf ilâve bir ibadettir; çünkü onda, kutsal bir yer olan camide kalarak orayı yüceltme vardır ve şehvetlerin gereğini yerine getirmekten nefsi korumak, yani oruç tutmak itikâfın şartıdır. Bu ibadetin amacı ise çokça namaz kılmaktır; bu, ya hakikaten namaz kılarak ya da abdestli bir şekilde namaza hazır halde camide namazı bekleyerek, yani hükmen namaz kılarak gerçekleşir.

Fıtır sadakası (fitre) mali yükümlülük yönü bulunan bir ibadettir... (Şeriatın ona sadaka adını vermesi, onun oruçlunun boş veya edep dışı sözlerine kefaret olması, yerine getirilirken niyetin şart olması, sadakaların verildiği yerlere verilmesi... gibi hususlar fitrenin ibadet olduğunu gösterir. Başka bir insan için ödenmesi ve o insanın varlığının bu ibadetin vacip kılınmasına sebep olması ise fitrede nafaka gibi mali yükümlülük yönünün de bulunduğunu gösterir. Hz. Peygamber “Nafakasını sağladığınız insanlar için fitre verin” buyurmuş ve bu şekilde fitrenin malî yükümlülük yönüne işaret etmiştir. Ancak belirttiğimiz sebepler nedeniyle ibadet anlamı daha fazla olduğu için bu vacibin, içinde mali yükümlülük yönü bulunan bir ibadet olduğunu ifade ettik...).

Öşür ibadet yönü bulunan bir mali yükümlülüktür. (Çünkü öşrün sebebi ürün veren topraktır. Toprağa bağlı olması sebebiyle öşür bir mali yükümlülüktür; çünkü bir şeyle ilgili mali yükümlülük onun korunmasının sebebidir ve öşür toprağın korunmasının sebebidir. Zekâtta olduğu gibi ürüne –yani topraktan çıkana– bağlı olması ya da yine zekâtta olduğu gibi fakirlere verilmesi sebebiyle öşürde ibadet anlamı da vardır...).

Haraç ise ceza yönü bulunan bir mali yükümlülüktür...

Müstakil haklar ise savaş ganimetleri, madenler ve definelerden alınan beşte birlik hisselerdir; çünkü bu hakların ödenmesi baştan kimsenin üzerine vâcip değildir; savaş ganimetleri aslında Yüce Allah’ın “De ki: Ganimetler Allah’ındır” (Kur’ân 8: 1) buyurduğu gibi tamamen Allah’a aittir... Çünkü ganimetler Allah’ın sözünü yüceltme sebebiyle elde edilmiştir; ama Yüce Allah bir lütuf olarak ganimetlerin beşte dördünü o ganimeti elde edenlere vermiştir; bu sebeple geriye kalan beşte bir, kime ödenmesi emredildiyse onlara ödenmek üzere, aslında olduğu gibi, Allah’a ait olarak kalmıştır. Madenlerden alınan beşte birlik hisse de aynıdır; çünkü yerde var olan bu madenlerde aslında kimsenin hakkı yoktur; ancak şeriat onu bulana beşte dördünü vermiş ve beşte biri, kime ödenmesi emredildiyse onlara ödenmek üzere, Allah’a ait olarak kalmıştır... (Bu haklar namaz, zekât ve diğer Allah ve kul hakları gibi ibadet veya bir başka anlamda, kulun zimmetine bağlı olmayan veya yerine getirilmesi bir sebebe bağlanmadan kul üzerine vacip kılınan ve kendi başına sabit olan haklardır).

Sırf cezalar ise yasaklanmış olan sebeplerini işlemekten caydırmak için sadece Allah hakkı olarak meşru kılınan had cezalarıdır; mesela zina, hırsızlık ve içki içme suçlarının cezaları gibi.

Eksik ceza ise yasak olan insan öldürme fiilini işleme sebebiyle mirastan mahrum kalma cezasıdır. Bu bir ceza olmakla birlikte eksik bir cezadır; çünkü mirasçısı olduğu insanı hata yoluyla veya uyurken üzerine düşerek öldüren kimseye de bu ceza verilir; ama çocuk ve deliye verilmez...

İbadet ve ceza yönleri bulunan hakların örneği kefaretlerdir; çünkü kefaretler kulların meydana getirdiği bir takım sebep-fiillere karşı ceza olarak konulmuştur. Bu sebeple ’günahı örten’ anlamında “kefaret” adını almıştır. Bu yönden kefaret ceza sayılır; çünkü ceza günah kazanmaya sebep olan bir yasağın işlenmesini engellemek için konulan bir şeydir. Fetva yoluyla vacip olması (yargı hükmüne ihtiyaç duymaması) ve yapması gereken kişinin zorlanmadan kendi isteğiyle yerine getirmesinin emredilmesi yönüyle de kefaret ibadettir; çünkü şeriat hiç bir cezanın uygulanmasını suçlunun kendisine bırakmamıştır. Ayrıca kefaret sırf ibadet olan fiiller aracılığıyla yerine getirilebilmektedir (meselâ oruç gibi). Bu sebeplerle onun ibadet ve ceza yönleri bulunduğu anlaşılmaktadır...

Allah hakkı ağırlıklı, ama kul hakkını da içeren hakların örneği bize göre kazf (namusa iftira) suçunun cezasıdır...

Kul hakkı ağırlıklı, ama Allah hakkını da içeren hakların örneği kısas cezasıdır. Kısasta Allah hakkı bulunmaktadır; çünkü o en küçük şüpheyle düşmektedir; ayrıca o aslında öldürme fiilinin cezasıdır ve genellikle suçların cezaları Allah hakkı için konulmuştur. Ancak kısasın (suçlu ve mağdur arasında) eşitlik sağlamak üzere konulması onda kul hakkının daha ağırlıklı olduğunu göstermektedir... Bu yüzden onda kul haklarında olduğu gibi karşılığında bedel olarak mal almak (diyet almak) caiz olmuştur.

Sırf kul hakkı(nın örnekleri) sayılamayacak kadar çoktur; mesela diyetin, itlaf edilen malın bedelinin ve gaspedilen malın bedelinin tazmin edilmesi gibi”.

Serahsî 1984. Usûl (nşr. Ebü’l-Vefâ el-Efgânî), İstanbul, Kahraman yayınları, II, 289–297; Pezdevî-Buharî 1414/1994. Keşfü’l-esrar an Usûli’l-Pezdevî (nşr. M. el-Mutasımbillah el-Bağdâdî), Beyrut, Dârü’l-Kitâbi’l-Arabî, IV, s. 230–270.
Çeviren: Mehmet Boynukalın

Bize Yön Veren Metinler,Cilt.2

Derleyen:Alev Alatlı

Devamını Oku »

Fıkhı Yeniden Keşfetmek

Fıkhı Yeniden Keşfetmek






Fıkhı Yeniden Keşfetmek



İbn Haldun'a göre ilim medeniyetin temel özelliklerinden veya klasik ifadesiyle zâtı arazlarındandır. Bu yaklaşımdan hareketle fıkıh İslam medeniyetinin zâti arazı yani ayrılmaz temel özelliğidir diyebiliriz. İslam medeniyeti krize girerse fı­kıh da krize girer. Aynı şekilde fıkıh krize girerse İslam me­deniyeti de krize girer. Nitekim son dönem İslam tarihi buna şahittir. Günümüzde hâkim olan sığ fıkıh anlayışı bu krizin bir sonucudur.



Usul-ı Fıkıh bütün İslami ilimlerin müştereken kullandığı yorum metodudur. İslam tarihinde, hem hadis, hem Kuran, hem de beşeri söylemler, Usul-i Fıkıh yardımıyla yorumlan­mıştır. Her metin için ayrı bir yorum metodu geliştirmek ye­rine, ilimler arasında yöntem birliği sağlayan böyle bir yola gidilmiştir.(1)



Usul-i Fıkıh'ı bir kenara bırakarak, doğrudan Kuran'a ve­ya Hadis'e yönelmek gelenekten sapmadır. Bu durumda, ya yöntemsizlik hatası içine düşülmekte veya Usul-i Fıkıh yerine başka bir yorum metodu ikame edilmesi söz konusu olmak­tadır- söz konusu yorum metodu ise ya keyfi ve tutarsız bir yaklaşım yansıtmakta veya Batıdan ithal edilmiş bir yorum metodu olmaktadır. Kuran İslamı anlayışı bu çelişkiyi barın­dırmaktadır. Aynı şekilde tarihselci yaklaşım da, kökü tarihi materyalizme dayanan tarihselci sosyal teoriyi Usul-i Fıkıh ye­rine ikame etme hatası ile karşı karsıyadır.



Fıkhı yeniden anlama çabasına önce şu sorulardan başla­mak gerekir: fıkhın konusu nedir? Fıkıh konusu ile nasıl bir ilişki kurar? Böylece fıkhın ne olmadığı ve günümüz de na­sıl yanlış anlaşıldığı da ortaya kendiliğinden çıkmış olacaktır.



Fıkhın konusu kısaca 'amel'dir. Amel hareket ve davranış demektir. Fıkıh, Müslümanların, insan davranış ve ilişkilerini sistemli bir şekilde incelemek ve anlamak için başvurdukları bir ilimdir. Ancak fıkıh sadece Müslümanların davranışlarını incelemekle kalmaz, Müslüman olmayanların—özellikle de İslam yönetimi altında yaşayan ve Müslümanlarla ilişki için­de olanların—davranışlarını da inceler. Amel sadece fertlerin ürünü olmayıp, grup ve kurumların da ameli vardır. Bu yüz­den fıkıh, sadece bireyin değil, grup ve kurumların amelleri­ni de inceler.



Benzer şekilde Batıda amel sosyal bilimlerin konusudur ve Batılılar insan davranışını sistemli bir şekilde incelemek ve anlamak için ona müracaat ederler. Buradan hareketle, fıkıh ve sosyal bilimlerin konularının aynı olduğunu söyleyebili­riz. Sosyal bilim kavramı, sosyal değişmeye bağlı olarak deği­şime uğramaya devam etmektedir. Siyaset bilim, hukuk gibi klasik sosyal bilimler yanında sosyoloji, antropoloji gibi mo­dern dönemde ortaya çıkan sosyal bilimler de vardır. Bunların bazılarının sosyal bilim olup olmadığı tartışma konusu olabil­mektedir. Mesela hukuk ve tarih buna en güzel örnek olarak görülebilir. Ancak kanaatimizce, hukuk ve tarihi sosyal bilim olarak gören yaklaşım daha tutarlıdır.



Ancak,amelin tanımlanmasında fıkıh ve sosyal bilimlerde farklı yaklaşımlar söz konusu olabilir,çünkü Batı ve İslam

medeniyetlerinin insan anlayışı farklıdır.(2) İnsan anlayışının farklılığının temelinde ise, Batı ve İslam medeniyeti arasındaki varlık, bilgi ve değer anlayışındaki farklılık yatmaktadır. Bu konulan aşağıda açık bilim kavramını ele alırken daha ayrıntılı bir şekilde ele alacağız ancak burada kısaca belirtmek gerekirse, fıkıh çok katmanlı bir düşünce sistemi üzerine ku­rulmuştur; varlığı, bilgiyi, hakikati ve değerleri çok katmanlı olarak kavramsallaştırır.



Fıkha göre insan



Fıkha göre insan Allah'ın en mükemmel bir şekilde yarat­tığı ve mahlûkatın en üstünü kıldığı bir varlıktır. Varlık hiye­rarşisinde zirveyi işgal eder. İnsanın makamı meleklerden bile üstündür. Yaratılıştan hemen sonra, Allah meleklerin insana tazim secdesinde bulunmasını emretmiştir. İnsana meleklerin bile sahip olmadığı bilgileri öğreterek onu ilimle meleklerden üstün kılmıştır. Hatta melekler insana hizmet ederler, iyileri desteklerler onlar için Allah'a dua ve kötüler için istiğfar ederler.



Bütün insanlar eşit olarak doğarlar. Hepsi Allah'ın yeryü-zündeki halifesi olma potansiyeline sahiptirler.(3) İnsanın insan­lık onuru ve hakları, daha anne karnındayken başlar. Cenin dokunulmazdır ve cenine karşı işlenen cinayetler cezalandı­rılır. Burada ceninin meşru veya gayrı meşru bir evlilikten ol­ması, onun haklarını ve dokunulmazlığını etkilemez çünkü bebek anne ve babasının fiilinden mesul değildir.



Allah insanlara akıl ve zimmet vermiştir. 'Aklı olmayanın dini de olamaz'. Böylece insanlar Allah'ın hitabına ehil hale gelirler ve o hitapla sorumlu tutulacak bir kapasiteye sahip olurlar. Allah'ın insanlara hitabı evrenseldir. Bütün cinsler ve ırklar bu hitaba mazhar olmuştur. Zimmet dediğimiz hukuki şahsiyet sahibi olma özelliği doğuştan bütün insanlarda vardır. Bundan dolayı bütün insanlar doğuştan hukuk önün­de, hak taşıma ve mesuliyet yüklenme vasfına sahip olurlar.(4)



Eğer insanlarda akıl olmasaydı, ilahi hitap imkansız ve an­lamsız olurdu. Çünkü insanlar Allah'ın kendilerine söylediği şeyi anlayamazlardı ve Allah'ın onlara hitap etmesi abes yani boş ve anlamsız bir iş olurdu.



Aynı şekilde, eğer istisnasız bütün insanlarda zimmet ya­ni hukuki kişilik hakkı olmasaydı, ilahi hitaptan dolayı mesul tutulmaları mümkün olmazdı. Çünkü insanların mesul tutula­bilmeleri için zimmet sahibi olmaları gerekir. Mesela delilerin ve hayvanların zimmeti yoktur bu yüzden hukuki kişilikleri de yoktur ve fiillerinden dolayı sorumlu tutulamazlar, insanın zimmeti âkil ve baliğ olmasına bağlıdır başka hiç şart aranmaz.



Akıl ve zimmet sayesinde, insanın amelleri onun iradesi­nin bir ürünü veya klasik ifadesiyle kesbi yani kazanımı ha­line gelir. Böylece insan yaptığı iyi işlerden dolayı mükafata ve kötü işlerden dolayı da cezaya layık olur. Eğer insanın ak­lı ve zimmeti olmasaydı, iradesi ve kesbi de olamazdı. Kesbi olmayan insan ise yaptığı işlerden dolayı ödüllendirilemez ve cezalandırılamazdı.



Ancak kesbin tam olarak gerçekleşebilmesi için bir başka önemli şart daha vardır: hürriyet.(5) Allah'ın insana verdiği akıl, zimmet ve irade gibi özellikler insanda bulunduğu halde, in­sanın hukuki ve siyasi hürriyeti olmazsa insanın amelleri tam olarak kendisine atfedilemez. Nitekim baskı rejimleri altındaki ve ölüm tehdidi karşısındaki insanlar yaptıklarından mesul tutulamaz.



Bu nedenle, günümüzde tamamen Kelami bir konu olarak ele alman kesb ilkesi aslında fıkıhta insan hakları ve hürriyetinin temelini teşkil etmektedir. İnsanların yaratılışındaki ilahi hikmet, onların amellerinin kendi kesbleri olmasını gerektirir. Bu da sadece Kelami bir mesele değil, aynı zamanda fıkhî bir meseledir. Fıkıh sosyal, siyasi ve hukuki düzenlemeleri yaparak, insan hürriyetini garanti altına almak suretiyle ilahi pla­nın gerçekleşmesini sağlamakta yükümlüdür.



İnsanların yaratılışındaki ilahi planın tek bir hedefi vardır: imtihan. İmtihan terimi yerine fıkıh kitaplarında ibtilâ ve ihtibâr kelimeleri de kullanılmaktadır. Özgür olmayan insanlar sınanamaz çünkü onların fiilleri iradelerini yansıtmaz ve kazanımları olarak görülemez. Ne baskı ile yapılan iyilik ödül hak eder, ne de baskı altında yapılan kötülük ceza hak eder. Bu yüzden fıkhın öngördüğü varlık ve varlığın gayesi anlayı­şı—ilahi planın gerçekleşebilmesi için—özgürlükçü bir top­lumsal düzeni zorunlu kılar.



İnsanların hürriyeti onların can ve mallarının dokunulmaz­lığıyla garanti altına almabilir. Canından ve malmdan emin ol­mayan insan, iradesini tam olarak davranışlarına yansıtamaz ve bundan dolayı yaptıklarından sorumlu tutulamaz. Fıkıhta dokunulmazlık manasına gelen farklı terimler kullanılmıştır: ismet, hürmet, keramet. Geleneksel ifadeyle, insanların canları, malları ve ırzları birbirine haramdır yani dokunulmazdır. Bu kuralı daha iyi anlayabilmek için onun tarihi kökenlerine kı­saca bakmakta yarar vardır



Cahiliyye devrinde sadece haram aylar denilen belli kutsal aylarda ve Harem(6) bölgesi denilen belli kutsal bölgede insanların dokunulmazlık hakkı vardı. Burada haram ay, dokunulmazlık ayı, harem bölgesi de dokunulmazlık bölgesi olarak tercüme edilebilir. Cahıliyye yaklaşımına göre, insanların dokunulmazlığı evrensel veya sınırsız değildi; belli zaman ve bölgeyle sınırlıydı.



İslam Cahıliyye kültüründeki bu sınırlı ve şartlı dokunul­mazlık anlayışını, evrensel ve koşulsuz hale getirmiştir. Bu in­san hakları devnmi Hz. Peygamber (s.a.v.)'in veda haccında tam olarak gerçekleşmiştir. Buhari, Kitabul-Hac'da İbn Abbas'tan şöyle rivayet etmiştir:



Rasulullah (s.a.s.) Kurban Bayramı günü insanlara hitap etti ve şöyle buyurdu: ‘Ey insanlar! Bugün hangi gündür?’ Dediler ki ‘Haram bir gündür.’ Rasulullah buyurdu: ‘Bu belde hangi beldedir?’ Dediler ki: ‘Haram bir beldedir.’ Rasulullah buyurdu: Bu ay hangi aydır?’ Dediler ki: ‘Haram bir aydır.’ Rasulullah buyurdu: ‘Bundan böyle, kanlarınız, mallarınız ve ırzlarınız birbirinize, bu ayınızda, bu beldenizde ve bu gününüzde nasıl haramsa, öyle haramdır.’ Bunu defalarca tekrarlardı ve sonra başını kaldırdı ve şöyle buyurdu: ‘Ey Allahım! Tebliğ ettim mi? Ey Allahım! Tebliğ ettim mi?’ İbn Abbas (r.a.) dedi ki: ‘Allah’a yemin olsun şüphesiz bu ümmetine bir vasiyettir’: ‘Burada bulunanlar bulunmayanlara tebliğ etsinler. Benden sonra, birbirinin boynunu vuran kâfirlere dönüşmeyin!’ (7)



Hz. Peygamberin Veda Haccı'nda tekrar tekrar vurguladı­ğı husus, haramlığın yani dokunulmazlığın evrenselleştiği, sı­nırsız ve şartsız hale geldiğidir. Böylece, Cahiliyye döneminde dört ay (Zulkade, Zulhicce, Muharrem ve Sefer) haram iken, bütün aylar haram hale gelmiştir. Aynı şekilde, Cahiliyye dö­neminde sadece Harem bölgesinde insanların dokunulmazlık hakkı varken, bütün beldelerde dokunulmazlık hakkı tanınmış­tır. Böylece eski sınırlı anlayış yerine evrensel anlayış gelmiştir.



Rasulullah (s.a.v.) bütün zamanları, mekânları ve insafı haram yanı dokunulmaz hale dönüştürmüştür. Bundan daha büyük bir insan hakları devrimi insanlık tarihinde yaşanmamıştır. Böylece bütün insanların canlan, malları ve ırzları (onurları, aileleri) dokunulmaz hale gelmiştir.



Hz. Peygamber (s.a.v.)in bu şekilde vaz ettiği ilke, Hanefi fukahası tarafından 'ismet ademiyetledir.(8) şeklinde külli bir kaide olarak ifade edilmiştir. Ancak Şafii, Maliki ve Hanbelî fukahanın çoğunluğu, Hz. Peygamber'in ''Ey insanlar'' derken sadece orada bulunan Müslümanları kastettiğinden hareket­le, 'ismet iman veya emanladır' şeklinde bir sonuca ulaşmışlardır. Hâlbuki Hanefiler ve diğer mezheplerden bazı âlimler, 'Ey insanlar' hitabını evrensel bir hitap olarak yorumlamışlar­dır. Evrenselci Hanefi yaklaşımına göre, dokunulmazlık hak­kı yani "ismet" insanın doğuştan getirdiği bir haktır. Meşhur Hanefi fakihi Serahsi (ö. MS. 1090) bu bakış açışını veciz bir şekilde özetlemektedir:



''Allah, insanı ilahi emaneti taşıması maksadıyla yarattığından dolayı, kendisinin yükleyeceği sorumluluklara ehil hale gelsin diye ona akıl ve zimmet(kişilik hakkı) bahşetmiştir. Sonra, ona dokunulmazlık, özgürlük ve mülkiyet hakkı bahşetmiştir ki hayatını devam ettirebilsin ve omuzladığı görevleri yerine getirebilsin. Sonra bu sorumluluk, özgürlük ve mülkiyet hakkı —kişinin mümeyyiz veya gayr-i mümeyyiz olduğuna bakmaksızın— herkes için doğuştan sabittir. Aynı şekilde, hak ve sorumluluk taşımaya uygun zimmet (kişilik hakkı) sahibi olmak da —kişinin mümeyyiz veya gayr-i mümeyyiz olduğuna bakmaksızın— herkes için do­ğuştan sabittir.''(9)



Serahsi'den yapılan iktibasın ortaya koyduğu gibi, evrenselci yaklaşıma göre, insan hakları doğuştandır,Allah tarafın­dan verilmiştir. Serahsi'nin yaklaşımı devlet-vatandaş ilişkisi yerine Allah-ınsan ilişkisi merkezlidir; haklar devlet tarafından değil Allah tarafından doğuştan verilmiştir ve bundan dolayı insan haklan devlet de dâhil olmak üzere hiç bir otorite tara­fından asla alınamaz. Bu yaklaşıma göre, hayatın ve mülkiye­tin dokunulmazlığı ve hürriyet gibi temel insan hakları, devlet tarafından verilmediği için, devlet tarafından alınamaz. Böylece insanın dokunulmazlığı, hiç bir ayrım yapılmadan, dini­ne, cinsiyetine ve ırkına bakmaksızın fıkıh tarafından otoriteye karşı koruma altına alınmış ve Müslümanlar tarafından bile yönetilse, devletin merhametine bırakılmamıştır.



Fıkha Göre Amel (Davranış)



İnsanın kim olduğu sorusu ile insanın amelinin ne olduğu sorusu birbiriyle çok yalandan irtibatlıdır. Fıkıh inşam çok kat­manlı bir varlık olarak tanımlar. İnsanın bir zahiri, bir de bâtı­nı vardır. Zahir gözlemlenebilir ancak batın gözlemlenemez. Zahir beden ve bedenin amelleridir. Bâtın ise kalp(10)- ve kalbin amelleridir.Hukukçular,sadece zahire göre hüküm verirler ve Batını Allah'a havale ederler.(11)



Bâtının yani kalbin en önemli ameli niyettir. Niyet, amelin ruhudur. Niyetsiz yapılan hareketler amel değildir. 'Ameller niyetlere göredir' hadisi bu açıdan son derece önemli bir ilkeyi ifade etmektedir.



Niyetsiz veya maksatsız gerçekleşen hareket amel değildir, olsa olsa bir refleks olabilir ve insan davranışının temel öğesi olan anlamdan yoksundur. Modern sosyolojide de bu tür ha­reketler, sosyal davranış olarak kabul edilmez.(12) Mesela, bir insanın kazara çatıdan düşmesi bir amel değildir ancak inti­har, gösteri veya canını kurtarmak gibi bir niyet veya maksat­la kendini oradan aşağıya atması bir ameldir. Uyku esnasında yapılan hareketler de amel değildir.



Bundan dolayı, zahir amel insanın beden ve kalbinin siner­jiyle ortaya çıkar. Bedenin ameli kalbe bağımlıdır ve onsuz ger­çekleşemez. Ancak batın amel, yani kalbin ameli bedene bağlı değildir. Zaten insanın bedeni, fani dünya hayatında ona ge­çici olarak verilmiş bir emanettir.



Fıkhın Dalları



İnsanın amelinin zahir ve bâtın ameller diye ikiye ayrılma­sından dolayı, fıkıh da ikiye ayrılır: zahir fıkıh ve bâtın fıkıh. Zahir ve Bâtın Fıkıh, amelin zahiri ve batını birbirine ne kadar bağlıysa o kadar. Bâtın fıkıh veya fıkh-ı bâtın yerine Vicdânî Fıkıh ya da el-Fıkhul-Vicdâni terimi de kullanılmıştır. Ancak günümüzde amelin bâtınını inceleyen ilim için tasavvuf ismi daha yaygın olarak kullanılmaktadır.



Zahir Fıkhın konusu 'ameliyyât'(dış ameller )olarak tanını­rken, Bâtın Fıkh'ın konusu 'vicdâniyyât'(iç ameller) olarak giydirilmiştir. Ameller duyularla bilinir. Ancak vicdâniyyât duyularla bilinemez. Her ikisine dair ahkam da delil ile bilinir.(13)



Fıkh-ı Zahir ve Fıkh-ı Bâtın, Ebu Hanife'nin Fıkh-ı Ekber (Büyük Fıkıh) diye isimlendirdiği Akaid ve Kelam üzerine kurulur. Fıkh-ı Ekber'in önemi, amelin ön şartı olan inançtan bahsetmesinden kaynaklanmaktadır. Çünkü inanç yani akide sahih değilse, ameller de geçersiz olurlar. İnanç, varlık, bilgi ve değerler konusunu kapsar. Bu konular, normatif konulara dair tartışmaların kuramsal ve kavramsal temelini oluşturur.



Usul-i Fıkha gelince, onu İslam düşüncesinin ve ilimlerinin ortak yöntemi ve yorum bilimi olarak tanımlamamız müm­kündür. Kuran ve Hadis'in yorumlanması Usul-i Fıkıh yoluy­la olur. Tefsir Usulü ve Hadis Usulü, yorum metodu değildir. Müfessir ve muhaddisler, Usul-i Fıkıh yardımıyla, Kur'an ve Hadisi yorumlarlar. Tefsir Usulü ve Hadis Usulü, kendi konularıyla ilgili hususi meseleler üzerinde dururlar ancak yorum metodu konusunu Usul-i Fıkha havale ederler.



Usul-i Fıkıh temelde bir içtihat yöntemidir. Ancak içtihat yarımda, fetva ve kaza metotları da Usul-i Fıkıh içinde ele alı­nır. Çünkü fıkıhta akıl yürütmenin farklı şekilleri vardır: içti­hat, fetva, kaza ve hüküm. Fukaha her zaman içtihat yapmaz, toplumdaki rolleri icabı bazen müftü olarak fetva verirler, ba­zen hâkim olarak hüküm verirler. Her fakîh müçtehit değildir.



Müftü akıl yürütürken fıkıhtaki fetva metodunu, kadı ise kaza metodunu uygular.(14)- Fukaha tarafından, müftülüğün ve kadılığın adabına dair birçok eser kaleme alınmıştır. Fetva gönüllü işleyen bir kurumdur ve müeyyideye dayalı bir bağlayıcılığı yoktur. Kaza ise bir devlet kurumudur ve bu yüzden bağlayıcıdır. Devlet olmayan yerde kadı ve kaza olamaz.Çünkü bu takdirde mahkeme kararları müeyyide ile uygulanamaz ama gönüllülük esasına göre müftü ve fetva olabilir. Müftünün bir başka rolü de sulh yapmaktır. Sulh, anlaşmazlıkları kadıya ve mahkemeye aksettirmeden, iki tarafın rızasıyla çözmektir, Anlaşmazlık içindeki taraflar, oy birliği ile müftünün hakem­liğine başvurup mahkemeye gitmeden aralarındaki meseleyi çözüme kavuşturmayı tercih edebilirler.



Osmanlı yönetimi, her beldeye bir müftü ve bir de kadı tayin etmekteydi. Bunların rolleri ve görev alanları açık bir şekil­de birbirinden ayrılmıştı. Osmanlının yıkılması ile şer'ı hukuk ilga edilince kadılık da ortadan kalktı ama müftülük devam etti. Böylece ulema ve fıkıh, toplum üzerindeki etkisini fetva üzerinden sürdürdü.

İçtihat devam ediyor mu etmiyor mu konusu uzun asırlar tartışılsa bile fetva ve kazanın devam edip etmemesi gerektiği konusunda hiçbir tartışma yaşanmamıştır. Bütün fukaha fet­va ve kazanın kesintisiz devam ettiği konusunda görüş birliği halindedir. Böylece fıkıh dinamik bir şekilde içinde yaşadığı değişken şartlara cevap vermeye ve insanların davranışlarını yönlendirmeye devam etmiştir.



Fıkıh ve ıslam Hukuku



Fıkhı İslam hukuku olarak adlandırmak doğru olmadığı gibi, Usul-i Fıkıh'ı da sadece İslam Hukuk Metodolojisi ola­rak tanımlamak yanlıştır. Ancak böylesine yaygın bir kanaat vardır. Bunun sebepleri arasından en önemlisi, fıkhın insanla­rın eline ulaşan ve hayatlarını etkileyen son ürününün ahkâm yani kurallar olmasıdır. Bu yüzden ahkamın fıkıh olduğu gibi bir izlenim doğurmaktadır. Modern ifadesiyle, yasalara hukuk denilmesi de buna benzer. Hâlbuki hukuk ilmi, yasaları üret­meye yarayan bilimdir.



Ahkâm, içtihat, fetva veya kaza ürünü olarak ortaya çıkar.Eğer müftü veya kadı müçtehit ise, onun fetvası ve kazası bir içtihattır. Ancak, müçtehit olmayan müftü veya kadının fetva veya kazası içtihat değildir.



Fıkıh'taki ahkamın sadece bir kısmı hukuk kuralıdır. Söz Konusu bu ahkamın fıkhı kısmı devlet müeyyidesi ile uygu­lanır ki bunlar İslam hukuku diyebileceğimiz kuralları oluş­turur. Ancak, herkesçe malumdur ki Furu-ı Fıkıh'taki bütün Kurallar devlet müeyyidesi ile uygulanmaz. Müeyyide ile uy­gulanmayan kurallara hukuk kuralı denilemez.



Bundan dolayı, fıkıh ilmini veya Furu-ı Fıkıh'taki bütün ah­kamı İslam hukuku olarak adlandırmak yanlış olur. Hukuk ku­ralları ahkamdandır ancak bütün ahkam hukukun bir parçası değildir. Kısaca fıkıh, İslam hukukunu içine alan daha geniş bir kurallar bütünüdür.



Fıkhın İslam hukuku olarak görülmesi bir takım yanlış uy­gulamaları da beraberinde getirmektedir. Çağımızdaki bazı sözde İslam devletleri şeriatı uygulamak adına, bütün fıkhı kuralları hukuk müeyyidesi ile uygulamaya kalkışmaktadır­lar. Bu durum otoriteryen bir siyasi yapı ortaya çıkmasına se­bep olmaktadır.

Ancak hukuki müeyyide ile uygulanmaması gereken ku­ralları devletin zorla uygulatmaya çalışması fıkhın mantığına ters bir durumdur. Böyle bir yaklaşım en ufak ahlâk kuralla­rına bile uymayanları hapse atma ve cezalandırmaya yol aç­maktadır.



Halbuki söz konusu bu kurallar, devletin baskısıyla ve hukuki müeyyide ile değil gönüllü olarak uygulanır. Uy­gulanmadığı zaman sosyal ve ahlâki yaptırımlar devreye gi­rer ve kitlesel eğitim yoluyla insanlar bu kuralları uygulamaya teşvik edilirler. İslam tarihinde bu kategoriye giren kuralların uygulanmasını teşvik görevini -yaptırım uygulama yetkisi ol­mayan- hisbe kurumu üstlenmiştir. Toplum da emr bil-ma'ruf ve nehy anil-münker yani iyiliği emredip kötülüğü nehyetmek görevini yerine getirerek katkıda bulunmuştur. Toplum hata yapan fertlere hukuki müeyyide uygulayamaz ve onları hukuken cezalandıramaz ama ahlaki,sosyal ve kültürel birtakım yaptırımlar uygulayabilir.



Açık Hukuk



Tarih boyunca İslam hukukunun üretimi çoğunlukla sivil ulema tarafından gerçekleştirilmiştir. Devlet genellikle sadece uygulama yetkisine sahip olmuştur. Ancak Osmanlılar ilmiye adında yeni bir sınıf yaratarak ulemanın bir kısmını devlletin bürokratik yapısı içine entegre etmişlerdir.



Klasik dönemde kadılar muteber fıkıh kitaplarına müracaat ederek hukuki anlaşmazlıkları çözüme kavuşturmuşlardır.Osmanlılar, örfe büyük önem vermişlerdir. Ulema örfi hukuku kodifiye etmiştir. Özellikle tazir(15) cezalarının tespit ve uygulanmasında örfe müracaat edilmiştir.



İslam hukukunun kuralları 19. yy'a kadar kodifiye edilme, ye başlanmamıştır. Ancak modernleşmeye paralel olarak bu dönemde, Avrupa'daki modellere benzer şekilde, klasik Fıkıh kitaplarından derlenerek anayasalar ve yasalar hazırlanmıştır.İslam hukukunun başka hukuk sistemlerinden çok önem­li farklılıkları vardır. Bunların başmda İslam hukukunun şu özellikler gelmektedir:



(1) İslam hukuku çok değerli veya çoklu mantıkla işler.(16) İs­lam hukukunda aşağıdaki değerler vardır: farz, vacib, sünnet,müstehab, mendup, tenzihen mekruh, tahrimen mekruh, mübah, haram.Batı hukuku ise iki değerle işler: yasak ve serbest ya da yasal ve yasal olmayan. Fıkıh yukarda saydığımız dokuz değerden birini insan davranışına verir. Batı hukuku ise yasal veya yasal olmama gibi iki değerden birini verir.



(2) İslam hukukunda normatif hakikat tek değildir. Klasik ifadesiyle' 'hak değil hakaik vardır.' Çoğulcu normatif haki­kat anlayışının sonucu olarak, farklı içtihatlar ve mezhepler doğmuştur. ''İçtihat, içtihadı nakz edemez", prensibiyle bütün içtihatların eşitliği garanti altına alınmıştır. Hiç kimse Allah adına konuşma ve nihai içtihadı yaptığını iddia etme yetkisi­ne sahip değildir.



(3) İslam hukuku çoğulcu bir hukuk sistemi üretir. Bun­dan dolayı Müslümanlar arasında birçok fıkıh mezhebine, Müslüman olmayanlar arasında da birçok dine veya millete hukuklarını üretme ve uygulama konusunda kısmen de olsa müsaade edilir.



(4) İslam hukuku değişime ve çeşitliliğe açıktır. Sosyal de­ğişme (ezmanın teğayyürü) ile hukukun değişimi (ahkamın teğayyürü) arasında bir bağlantı kurulmuştur. Aynı şekilde, örfe özel bir önem verilerek farklı toplumların kültürleri ile hukuk arasında kuvvetli bir ilişki tesis edilmiştir. Böylece fı­kıh bir yandan tarihi değişime, öbür yandan coğrafi çeşitliliğe açık bir tavır sergilemiştir.



(5) İslam hukuku, hukuku aşmanın yolunu hazırlar. Hukuk mübadele(değişim) ve mukabele(karşılıklılık) üzerine kurul­muştur. Bu yaklaşım klasik İslam hukukunun temelini oluştu­rur. Ticaret ve ceza hukuku bu yaklaşımı yansıtır. Ancak, Fıkıh, insanların sosyal ilişkilerinde mübadele ve mukabele ilkesi­ni aşıp, özveri ve sevgi ilkesini benimsemelerini teşvik eder.



Klasik söylemde bu şeriat, tarikat ve hakikat seviyeleri olarak meşhur olmuştur. Mesela, şeriat kısası, tarikat affetmeyi,hakikat kötülük yapanı sadece affetmekle kalmayıp suçluya iyilik yapmayı da emreder. Bu öğreti, bir başka meşhur deyişte "şeriatte bu senin şu benim; tarikatta senin benim yok hepsi ortaklaşa bizim; hakikatte bize ait bir şey yok hepsi Allah'ındır" tarzında özetlenmiştir.



İşte bu özelliklerden dolayı, İslam hukukunu açık hukuk olarak adlandırmak mümkündür. Fıkıh bu özelliği sayesine asırlar boyunca farklı coğrafyalarda hayatiyetini sürdürmüş ve sosyal farklılıkların çatışmaya dönüşmesini önlemiştir. Farklı dinler, dinler içindeki mezhepler, coğrafi bölgeler ve nesiller arası çatışmaların önlenmesi, fıkhın söz konusu bu açık tavrı sa­yesinde çoğunlukla daha ortaya çıkmadan, mümkün olmuştur.



Ancak fıkhın modern dönemde bu açıklığını aynı derecede sürdürdüğünü söylemek oldukça zor görünmektedir. Huku­kun üretimi modern dönemde, ulemadan alınıp, bir devlet işi haline gelmiştir. Bunun sonucu olarak, klasik dönemdeki gibi ulema arasındaki hareketli hukuki tartışmalar azalmıştır. Di­ğer yandan klasik dönemde geniş yetkilerle donatılmış olan ve elinde kodifiye edilmiş hazır bir kurallar manzumesi olmayan kadıların yerini kuralları hazır olarak alıp uygulayan hâkimler almıştır. Ancak en önemlisi, din ve hukukun birbirinden ayrıl­masıyla fıkıh uygulama alanı dışında kalmıştır. Bu ve benze­ri nedenlerden dolayı, fıkıhta bir donukluk ve içine kapanma yaşandığı söylenebilir.



Fıkıh'ta Analiz Seviyeleri: Fertler ve Gruplar



Fıkıh hem ferdin hem de grupların davranış ve ilişkilerini inceler. Fıkıhta davranışları incelenen gruplar arasında aile,şirket, cemaat, mahalle, ümmet ve millet ilk akla gelen örnek­ler arasındadır.



Buradan hareketle fıkıhta iki analiz seviyesi vardır diyebiliriz:



a-Mikro-Fîkıh veya Fertlerin Amellerinin İncelenmesi



Kişinin amelleri fıkıh ilminin en önde gelen uğraşı alanıdır.Özellikle Hanefilerin fıkıh tarifinde kişi (nefs) ön plana çıkar.Hanefilere göre fıkıh, kişinin hak ve sorumluluklarını bilmesi­dir. Burada, hak ve sorumlulukların ferdi seviyede ele alınma­sı dikkat çekicidir. Ayrıca, fertler arasında ayrım yapılmaması ve genel ifade kullanılması da mühimdir.



Ancak fıkıhta genellikle 'nefs' kelimesi yerine farklı çağrışımları bulunan ancak sonuçta aynı anlama gelen 'ademî' ve 'mükellef' gibi terimler de kullanılır.



Fıkıhta amel ve kesb genellikle ferdidir. Klasik fıkıh'ta gü­nümüzde hükmi şahsiyet olarak bilinen kurumsal kişilik kav­ramının olup olmadığı tartışmalıdır.



Makro-Fıkıh veya Grupların Amellerin İncelenmesi



Fıkıh, aileyi, şirketi, cemaati ve milleti bir araştırma birimi olarak görür. Ayrıca Kur'an-ı Kerim Allah'ın insanları ve hay­vanları ümmetler halinde yarattığını belirtmektedir.



Mesela farz-ı kifaye'nin tanımında analiz seviyesi grup­tur. Cenaze namazı farz-ı kifaye'ye örnek olarak gösterilebilir. Farz-ı kifaye olan vazifelerin yapılmasından mesul olan grup­tur ancak grubun bazı üyeleri bu vazifeyi yerine getirirse gru­bun tamamı sorumluluktan kurtulmuş olur. Ancak, gruptan hiç kimse sorumluluğu yerine getirmez ve vazife yapılmadan kalırsa o zaman bütün grup sorumluluk altına girer. Burada tartışma konusu olan durum, bir kolektif eylem meselesidir.



Grup seviyesindeki bir başka analiz örneği de millet ve milletler arası ilişkilerde ortaya çıkar. Günümüzde genellik­le medeniyet olarak isimlendirilen dini gruplar fıkıh'ta birer millet olarak incelenir. Yönetici millet (millet-i hâkime) İslam milletidir. Hangi dini gruplara millet statüsünün verileceğinin kuralları belirlenmiştir. Diğer milletlerin İslam milletiyle ve birbirleriyle olan ilişkileri fıkıh tarafından kurallara bağlamıştır. Fıkhın kurallarını koyduğu bu sisteme, modern dönemde Millet Sistemi ismi verilmektedir. Millet Sistemi çok medeni-yetli bir sosyal sistem öngörür.



Fıkıhta Zanni Bilgi, Rölativizm ve İhtilaf



Fıkıhta kesin bilginin olduğu yerde ihtilafa dolayısıyla rölativizme müsaade edilmez. Ancak, fıkıhta kesin bilgi sadece sınırlı bir alanda mümkündür: sübut ve delaleti kafi (kesin) olan delillerle elde edilen bilgiler. Bu sınırlı alanın dışında fı­kıh zanniyyat (zanni bilgiler) alanıdır. Zanniyyat alanı rölati­vizm alanıdır.



Fıkıh, epistemolojik ve metodolojik olarak zanni bilginin yerini kabul etmekle, aslında zanni olan bilgilerin kesin bil­giymiş gibi takdim edilip savunulmasının da önüne geçmiş­tir. Bu yaklaşım bir yandan gerçekçi bir şekilde insan aklının sınırlarını kabul etmekte, diğer yandan sosyal alanda çoğulcu­luğun zeminini hazırlamaktadır. Çünkü zanni bilgiler birbirin­den üstün değildir ve bir zanni bilginin sahibi başka bir zanni bilginin sahibini taklit etmek zorunda değildir; hatta taklit et­mesi haram bile olabilir. Özellikle Hanefi mezhebindeki vacib ve mekruh kategorileri, zanni ve kesin bilgi konusundaki ay­rıma gösterilen hassasiyetin bir yansımasıdır.



Fıkıhta iki seviyede rölativizme müsaade edilmiştir: âlim­ler arasında rölativizm, avam arasında rölativizm.



Birincisi, âlimler arasındaki içtihat ve fetva farklılıklarının doğurduğu rölativizmdir. Bir müçtehit kendi içtihadını bıra­kıp başka bir müçtehidi taklit edemez. Aynı şekilde bir müftü kendince doğru olan bir fetvayı bırakıp, kendince yanlış olan başka bir müftünün fetvası ile amel edemez.



İkincisi ise, avam (âlim olmayanlar) arasında uygulamada ortaya çıkan "teharri"nin doğurduğu rölativizm. Teharri araş­tırma demektir. Kesin bilgiye ulaşmanın mümkün olmadığı durumlarda, bir Müslüman kendi imkanları dahilinde araştırma yapar ve ulaştığı zanni sonuçla hareket eder. Ancak bir kişinin alaştığı zanni sonuç başka bir kişiyi bağlamaz.



Kıblenin kesin olarak bilinmediği bir yerde bir grup içinde­ki insanlar birbirinden farklı sonuçlara varırlarsa, herkes ken­dince doğru olan istikamete dönerek namazını kılar. Bir kişi kendine göre yanlış olan bir istikamete—sırf arkadaşları öyle dediği için —dönerek namazım eda ederse bu namaz kabul ol­maz çünkü kendisi o yönün kıble olduğuna inanmamaktadır.



Hüküm ve Fetva: İlim ve Hikmet



Hükümler soyut ve genel ilkelerdir. Fetva ise bu hükümle­rin kişilerin özel şartlan içinde nasıl uygulanacağına dair gö­receli bir karardır. Bundan dolayı fetvalar hükümlere nispetle daha fazla görecelilik yansıtırlar.



Genel hükümlerin insanların kendilerine has özel şartlan içinde nasıl uygulanacağına karar vermek özel bir eğitim ve yöntem gerektirir. Bu kişilere müftü denir. Onların fetva verir­ken uyguladıktan yöntem ise usul'ül-fetva (fetva verme yönte­mi) veya resmül-müfti (müftünün takip etmesi gereken usul) olarak isimlendirilir.



Hükümler sabit ve genel olduğu halde, her insanın haya­tı çok farklı değişkenleri içeren kendine has bir durum orta­ya çıkarır. Dolayısıyla, günlük hayatta bütün bu değişkenler hesaba katılarak hükümlerin uygulamaya konulması gerekir. Eğer böyle yapılmazsa, hükümlerden kastedilen sonuçlar yeri­ne tam tersi sonuçlar ortaya çıkabilir. Bir müftünün soru soran kişinin içinde bulunduğu sosyal ve zihni şartları çok iyi oku­yarak fetva vermesi gerekir. Bunun sonucu olarak, aynı soruyu soran iki kişiye, içinde bulundukları şartlar farklı olursa,farklı fetvalar verilebilir.



Ancak gene de kişiler arasındaki öznellik (inter-personal subjectivity) müftünün soru soran kişinin sosyal ve zihni şartlarını tam olarak anlayıp değerlendirmesini mümkün kılmayabilir. Bu durumda kişi kendi kalbinden fetva istemeli kalbinin kendisine söylediğinin zıddına hareket etmemelidir. Hadis-i şerifte şöyle buyurulmuştur: "Müftüler sana fetva verse de sen kalbinden fetva iste."(17)



İşte bu noktada başka bir göreceliliğin daha devreye girdiğini görmekteyiz. Kişi kendi kalbi fetva vermiyorsa yani uy. gun ve doğru görmüyorsa müftünün verdiği müsaade ile amel etmemelidir; kendi bilincini ve vicdanının sesini dinlemelidir.



Ancak her insanın kalbinin sesi bu ahlâki ve hukuki konu­larda ölçüt olamaz. Burada söz konusu olan, İslam dini hak­kında eğitimli ve selim kalbe sahip, nefis ve şeytanın vesvesesi ile aklın sesini birbirinden ayırt edebilen bir Müslüman'dır. Yoksa dini konularda cahil ve günahkâr insanların iç dünya­larındaki seslerin, nefislerinin veya şeytanın sesi olması kuv­vetle muhtemeldir.



Hükümler ve fetva arasındaki ilişki, ilim ve hikmet arasında­ki ilişkiyle irtibatlıdır. Hikmet ilimden üstündür çünkü hikmet ilim ve ameli içerir veya başka bir ifadeyle hikmet uygulamaya dökülmüş bilgidir. Allah, Hz. Peygamberim (sav) ümmetine Kitab ve Hikmet'i öğrettiğini beyan etmiştir.(18) Kitap'tan mak­sat Kuran, Hikmet'ten maksat ise Sünnet'tir çünkü Sünnet Kuran'daki hükümlerin amele dönüşmüş, uygulamaya konulmuş halidir. Hikmet-i ameli terimi geleneğimizde ahlâk, ev idaresi ve siyaset konularım ele alan pratik felsefe için kullanılmıştır.



Azimet ve Ruhsat Arasında Fıkıh



Fıkıhta göreceliliğe müsaade edilen bir başka alan da azi­met ve ruhsat ile amel etme konusunda bir Müslüman'ın yapacağı tercihle ilgili alandır. Hiçbir Müslüman azimet ve ruhsat ile amele zorlanamaz; bu tamamen kişinin kendi tercihine bı­rakılmış bir konudur. Bir Müslüman kendi şartlarını başkala­rından daha iyi bilir ve ne zaman azimet, ne zaman ruhsat ile amel edeceğine kendisi karar verir.



Fıkıhta hükümler hiyerarşisi bu konuda yapılacak tercihleri yönlendirmeye yarar. Bir Müslüman farzları yerine getirir ve haramlardan uzak durur. Bu zorunlu bir husustur. Ancak di­ğer hükümler konusunda müsamaha vardır. Mesela yemekten önce ve sonra elleri yıkamak sünnettir. Ancak burada kesin bir zorunluluk yoktur. Zor şartlar altında bir Müslüman zorluklara rağmen ellerini yıkarsa bu bir azimet olmuş olur ama ellerini yıkamadan yemeğini yerse ruhsat ile amel etmiş olur. Ruhsat ile amel ettiği zaman daha az sevap kazanmış olur. Daha fazla sevap kazanma hedefi insanları azimetlerle amel etmeye teş­vik eder ama bu her zaman mümkün olmayabilir.



Geleneksel ulema kendileri bir kural olarak daima azimet ile amel etmişler, ruhsatlardan kaçınmaya azami derecede gay­ret göstermişlerdir. Ancak kendilerine fetva sorulduğunda, eğer o konuda azimet ve ruhsat ile amel edilmesi mümkünse bu durumu soru soranlara açıklayıp, tercihi onlara bırakmış­lardır. Mesela şer'an müsafir (yolcu) hükmünde olan bir kişi müftüye yolculuk esnasında sünnet namazları kılmasının ge­rekli olup olmadığını sorduğunda geleneksel fıkıh bakış açı­sından alacağı cevap şöyle olacaktır: sünnetleri kılmak azimet, kılmamak ruhsattır. Ancak âlimler kendileri sünnetleri kılma­ya büyük gayret göstermişlerdir.

Geleneksel olarak, sadece sıkıntılı şatlar altında Müslümanlar ruhsatlarla amel etmişler, müsait durumlarda azimet ile amel ederek daha fazla sevap kazanmaya gayret göstermişlerdir.



Ancak günümüzde hem fetva veren hocaların hem de halkın giderek artan oranda nefse kolay geldiği için müsait şartlar altında bile ruhsatlara yöneldikleri görülmektedir.Bunun sonucu olarak azimetle amel unutulma tehlikesi ile karşı karşıyadır. Çünkü ruhsatlara alışan insanlara azimetle amel zor hatta gereksiz görünmektedir. Diğer yandan belli bir ruhsat ile amel eden avam daha fazla ruhsat ve kolaylık peşinde koşmaktadır. En garip gelişme ise, geleneksel ulemanın aksine,bazı hocaların kendilerinin daima ruhsat ile amel edip,halkı azimet ile amel etmeye çağırmalarıdır.



Kısaca azimet ve ruhsat arasındaki tercih kişinin kendi vicdanında yapacağı bir tercihtir ve fıkhın uygulamaya dökülmesinde önemli bir görecelilik alanı oluşturur.



Fıkhın Gayesi Medeniyeti Korumaktır



Fıkıh'ın kendine has bir medeniyet anlayışı vardır. Mede­niyet bir insan amelidir. Her amel gibi medeniyet de irade ve aklın ürünüdür ve insanın bir kesbidir. Fıkıhta medeniyet an­lamında genellikle "millet" terimi kullanılır.



Fıkhın gayesi medeniyeti veya içtima-ı beşeriyi ve ümranı korumaktır. îbn Haldun bu yüzden fukaha'nın medeniyeti in­celemek mecburiyetinde olduklarının altım çizer. Fukaha şer'î hükümleri makâsıd ile talîl eder yani sebeplerini açıklarlar. Buna göre, zinanın yasaklanması nesli korumak, katlin yasak­lanması insan türünü korumak içindir. Zulüm insan türünün fesadına ve medeniyetin harabına götürdüğü için yasaklan­mıştır. Fıkhi hükümlerle ulaşılması hedeflenen bu maksatlar veya beklenen sosyal sonuçlar, İbn Haldun'a göre medeniye­ti koruma temeline dayalıdır. Bundan dolayı fukahanın me­deniyetin niteliklerine dair kuramsal düşünce yürütmeleri ve kuramlar geliştirmeleri zorunludur.(19)

Dipnotlar:



(1)-Usul-i Tefsir ve Usul-i Hadis, yorum metodu içermez. Bu ilimler, yorum me­selesi dışında, konularına has diğer meseleleri tartışırlar. Mesela Hadis Usulü, senetlerin çeşitlerini ve muhtelif rivayet yollarını, Tefsir Usulü Kuran metni­nin tarihi ve farklı kıraatler gibi konulan tartışır. Kuran'ın yorumu söz konu­su olduğunda müfessirler Usul-i Fıkıh'a müracaat ettikleri gibi muhaddisler de hadisleri yorumlarken Usul-i Fıkıh'a müracaat ederler.
(2)-Bu konuda bkz. Recep Şentürk, İslam Dünyasında Modernleşme ve Toplumbilim, 2. bsk. İstanbul: İz Yayıncılık 2006.
(3)- İslam devletinin başkanı ise Resulullah'ın halifesidir. Dolayısıyla, insanın in­san olarak onuru, devlet başkanın devlet başkanı olmaktan kaynaklanan onu­rundan daha üstündür.
(4)-Modern hukukta buna kişilik hakkı denilmektedir. Batıda kadınlar ve asilza­de olmayanlar, uzun mücadelelerden sonra kişilik hakkım elde etmişlerdir Amerika'da zencilerin kişilik hakkını tam olarak elde etmeleri 1960'larda Sivil Haklar Hareketi'nden sonra gerçekleşmiştir.
(5)-Bazıları hürriyet kelimesinin modern bir kavram olduğunu düşünmektedir. Halbuki hürriyyet kelimesi klasik fıkıhta kullanılan bir terimdir.Mesela bkz.aşağıda imam Serahsi'den yapılan alıntı. Ayrıca, fıkha göre tam bir mükellef hür olandır- Köleler hür olmadıkları için mükellefiyetleri daha azdır Ancak İslam Hukukunda kölelerin de din hürriyetleri vardır;efendileri onları zorla Müslüman yapamaz.
(6)-Türkçe de "harem" diye telaffuz edilen bu kelime, aslmda Arapça'da "haram" olarak telaffuz edilmektedir. Ancak biz burada Türkçe'deki telaffuzu kullan­mayı daha uygun gördük.
(7)-(Buhari, Sahihu’l-Buhari, Kitâbü’l-Hac, Bab:132; Bab: el-Hutbetü’l-Eyyame Minâ. Hadisin Buharide ve diğer kaynaklarda başka rivayetleri de vardır.)
(8)-Recep Şentürk, İnsan Hakları ve İslam, İstanbul, Etkileşim Yayınlan, 2006. Bu konuda şu makalelere bkz. Recep Şentürk, "İsmet Ademiyetledir: İnsan Hak­larına Fıkhi Bakışlar" Köprü—İnsan Haklan Özel Sayısı (96) 2006,43-54; "Sori- ology of Rights: "I am Therefore I have RightsHuman Rights in Islam between Universalistic and Communalistic Perspectives," in Islam and Human Rights: Advocacy for Social Change in Local Contexts, (eds. Mashood A. Baderin, Ly­nn Welchman, Mahmood Monshipouri, Shadi Mokhtari), New Delhi: Global Media Publications 2006; "Adamiyyah and 'Ismah: The Contested Relationship between Humanity and Human Rights in the Classical Islamic Law", Turkish Journal of Islamic Studies, 2002 (8), pp. 39-70.
(9)-Bu ibarenin aslı şöyledir:" Li enne Allâhe teâla lemmâ halaqal-insâne ti hamli emânetihi ekramehû bii-'aql ve’z-zimmeti ti yekûne bihâ ehlen ti vücûbi huqûqilla- hi teâla aleyhi. Sümme esbete lehû el-'ismete ve el-hürriyyete ve el-mâlikiyyete ti ye- bqâ fe yetemekkene min edâi mâ hümmile mine'l-emâneti. Sümme hazihi'l-emânetü ve'l-hürriyyetü ve'l-malikiyyetü sâbitetün li'l-mer'i min hinin yûledu, el-mümeyyiz ve ğayru'l-mümeyyizfîhi sevâun. Fekezâlike ez-zimmetü 's-salihatü fi vücûbil-huqûqi fihâsâbitun lehû min hinin yûledu yestavîfihi'l-mümeyyizü ve ğayru 1-mümeyyizi." Bkz. Serahsi, Usûl: s. 333-4.
(10)-Kalp yerine onunla müteradif olarak nefs ve ruh gibi terimler de kullanılır. Bir hadisi şerifte 'Allah sizin bedenlerinize ve dış görünüşünüze değil kaplerinize ve amellerinize bakar'buyrullmuştur. Burada zahir ve bâtın arasındaki gerilim ortaya çıkmaktadır.InsanIar zahire bakar, hatta bakmak mecburiyetindedir.Çünkü batını zaten göremezler. Ama Rakîb olan Allah bâtını da görür ve onu devamlı murakebe eder.

(11)-Fukaha arasında yaygm olarak tekrarlanan kaide şöyledir: Biz zahire göre hükmederiz, bâtına bakma işini Allah üzerine alır (Nahnu nahkumu bizzahir Vallahu yetevella es-serâir).
(12)-Max Weber, Economy and Society : an Outline of Interpretive Sociology (ed. Cla­us Wittich, Guenther Roth) Berkeley: University of California, 1978.
(13)-Ameliyyât ve vicdâniyyât ayrımı için bkz. Süleyman b. Veli b. Resul el-Kırşeh- ri İzmiri (1102/1690), Haşiyet-ül-Fâdil el-İzmıri 'alâ'l-Mirât, İstanbul: Matbaa-i Amire, 1890,1, s. 48. Kitap tanınmış Osmanlı fakîhi Molla Hüsrev'in Mirâtu'l- Usûl adlı eserinin haşiyesidir. Mirâtuî-Usûl ise yine Molla Hüsrev'in Mirkâtul- Vusûl adlı eserinin şerhidir. Yazar Ebu Hanife'ye göre Kelam ve tasavvufun da fıkhın bir parçası olduğunun altını çizmektedir.

(14)-Bkz. Recep Şentürk, "Fıkıh ve Sosyal Bilimler Arasında Son Dönem Osmanlı Aydını" İslam Araştırmalım Dergisi, No 4,2000, s. 133-171.

(15)-Had cezaları dışında kalan cezalara tazir cezası denilir. Tazir cezasının mik­tar ve keyfiyeti hakimin kararma bırakılmıştır. Ancak Osmanlı uygulamasın­da görüldüğü gibi devlet bunları belirleyip bir standart oluşturabilir.

(16)-Mantık, çok değerli, ikili veya bulanık olabilir. Çok değerli mantık (multi-valued logic), doğru ve yanlış, yasal ve yasal olmayan gibi iki şıkka dayalı ola­rak çalışan ikili mantık (binary logic) dan farklı bir şekilde, birden fazla değer ile çalışır. Fıkıh, sadece yasal ve yasal olmayan gibi iki değerle değil, bazı fıkıhçılar tarafından ahkam-ı hamse (beş hüküm) diye isimlendirilen en az beş değerle çalışır. Hanefi mezhebinde ise bu değerler çok daha fazladır. Hanefilerin kullandığı dokuz değer şunlardır: haram, tahrimen mekruh, tenzihen mekruh, mübah, mendup, müstehab, sünnet, vacib ve farz. Bu yapısal özel­lik, fıkhı, Aristo mantığından ve Batı hukuk mantığından ayıran önemli bir husustur. Ancak şu ana kadar üzerinde fazla durulmamıştır. Fukaha, Aristo mantığından istifade etmiştir ama bu hiçbir zaman çoklu mantığı bırakıp, iki değerli mantığı kullanmaya götürmemiştir. Mantık yapısı bir ilmin işleyişini ve işlevinide yönlendirir.Mantıklarındaki yapısal farklılığın sonucu olarak,Batı hukuku bir davranışın yasal ve yasal olmadığını tesbite çalışırken,fıkıh yukarda saydığımız dokuz değerden hangisine sahip olduğunu tespite çalışır.

(17)-Bkz. Ahmed b. Hanbel, IV, 228; Darimi, Büyü, 2.

(18)- Bkz. Cuma Suresi 103/2.

(19)-Mukaddime, 1,332-333.

Prof.Dr.Recep Şentürk - Açık Medeniyet (Çok Medeniyetli Toplum ve Dünyaya Doğru)



İz Yay.




Devamını Oku »

Kafirlerin Kur'anın Hakikatini Anlamamaları

Kafirlerin Kur'anın Hakikatini Anlamamaları

Ne dersin, Ebû Cehil ve Ebû Leheb Kur’ân’ı anladılar mı anlamadılar mı? Arapça ve harf yönüyle anladılar, ancak onun hakikatine karşı kördüler. Kur’ân onlardan şöyle haber verdi: “Onlar birtakım sağırlar, dilsizler, körlerdir.”(Bakara,18) Ey Aziz! Bil ki Kur’ân müşterek lafza delalet eder. Yâni bâzen Kur’ân lafzıyla onun harf ve kelimeleri kastedilir, bu mecâzîdir. Bu makamda kâfirlerin Kur’ân’ı dinlemeleri husûsunda Allah şöyle buyurur: “Ve eğer müşriklerden bir kimse senden aman dilerse artık ona aman ver. Tâ ki, Allah’ın kelâmını dinlesin.”(Tevbe,6)

Fakat gerçekte Kur’ân denilir­ken sâdece onun hakikati kastedilir. Kâfirlerin işitmediğine işâret edilen makamda» Kur’ân’dan kasıt onun hakikatidir. “Şüphesiz sen ölülere duyuramazsın,”(Neml,80) “Fakat onu anlamalarına engel olmak için kalplerinin üstüne perdeler, kulaklarına da ağırlık koyduk.’’(Enam,25) gibi âyetler bu anlamda gelmiştir. Ebû Leheb Kur’ân’dan “Ebû Leheb’in iki eli kurusun! Kurudu da.”(Tebbet,1) dışında bir şey duyamadı Ebû Cehil “De ki: Ey kâfirler”(Kafirun,1) hâricinde ondan bir şey anlamadı Oysa Hz. Ebû Bekir ve Ömer “eli kurusun” ve “De ki: Ey kâfirler” ifâdelerinden başka bir şey anladılar. Bir çocuk aslan, kurt ve yılan lafızlarında harf görür, oysa büyükler onların mânâsını görür. Ebû Leheb ve Ebû Leheb’in duyduklarını Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer de işittiler, fakat Ebû Bekir ve Ömer’in anladıklarına Ebû Leheb ve Ebû Cehil için yol yoktur. “Ve Biz onların önlerinde bir sed ve arkalarında bir sed vücuda getirdik, öylece onları sarıverdik. Artık onlar göremezler.”(Yasin,9)

Başka bir yerde Allah şöyle buyurdu: “Ve Kur’ân’ı okuduğun zaman seninle âhirete îmân etmeyenler araşma örtecek bir perde çekeriz.”(İsra,45) Bu yabancılık perdesi kalkmadığından, onların Kur’ân’ın cemâlini görmelerine izin verilmemiştir.
Hz. Ömer bu mevzûda şöyle demiştir: “Kur’ân’da düşman­lar zikredilmez ve kâfirlere hitap yoktur.” Kur’ân’da yabancılardan bahsedilmez, kâfirler muhâtap alınmaz. Ey dost, Kur’ân’da bu kimselerden bahsedilmesi ve Allah’ın kendi dostlarına bu kişileri hatırlatmasının sebebi, dostların ne kadar büyük şerefe nâil olduk­larını bilmeleri içindir. Bunlardan bahsetmek dostlar sebebiyledir, aksi hâlde kendilerinden ibret alınması için zikredilen Ebû Leheb, Ebû Cehil ve Firavun’un Kur’ân’da anılmasının ne faydası vardır?

Aynülkudat Hemedani – Temhidat (Dergah yay.)
Devamını Oku »

Ruhun ve Kalbin Hakikati

Ruhun ve Kalbin Hakikati






…Hz. Isâ kemal ve yücelik sâhibi olduğu için ona Rûhu’l-Kudüs elbisesini giydirmiş ve onu bütünüyle ruh yapmışlardı. “Onu Rûhu’l-Kudüs ile teyit ettik.”(Bakara,253) âyeti bu mânâda gelmiştir. Adem ve Adem sıfatlıların, başkalarına karşı kerâmet ve fazilete sâhip olmaları “Katından bir ruh ile onları desteklemiştir.”(Mücadele,22) âyetinde ifade edilen ruh ile desteklenmeleri sebebiyledir.

Rûhu Allah âleminden bedene gönderdiler, “Ona şekil verdiğim ve ona rûhumdan üflediğim zaman, siz hemen onun için secdeye kapanın!”(Hicr,29) bu anlamdadır. Çabala, tâ ki “İşte böylece sana da emrimizden bir rûh vahyettik.”(Şura,52) hakikati sana yüzünü göstersin. O zaman bu âyet, “Sana ruh hakkında soru sorarlar. De ki: Ruh, Rabbimin emrindendir.”(İsra,85) ifadesinin ne anlama geldiğini sana söyler.

Gayretullahın elinden el-emân! “Allah gayûrdur, her türlü fuhşu ve kötülüğü de bu gayretinden dolayı haram kılmıştır.” Allah gayretinden ötürü bütün muharremâtı haram kıldı, rûhun rûhun şerh edilmesini de bu şekilde haram kılmıştır. Beyit:

Yazık, mukaddes ruhu her iki cihan içinde,

Kimse ayan beyan görmemiş, ona işaret etmemiştir.
Eğer bir kimse mekân ve lâmekânda onu gördüm derse,
Böyle dedikten sonra onu gayret ağacına dara çekerler.

Kadir gecesinin bulduğu bütün şeref, ruh ve melekler sebe­biyledir. Bu yüzden “O gecede, melekler ve ruh iner dururlar.”(Kadr,4) buyurulmuştur. Rûhun güzelliği cilvelenir, bu cemal güneşi her neye erişirse o şeye kıymet katar ve o şey kıymet bulur. Ey Aziz! “De ki: Ruh, Rabbimin emrindendir.”(İsra,85) tam bir açıklamadır, ancak sâdece marifet ehline mahsustur. Zîra ruh emirdendir. Allah’ın emri ise irâde ve kudrettir. Şu âyeti dinle: “O’nun emri, bir şeyi murat ettiği zaman ancak ona ‘Ol!’ demesidir ki, o da hemen oluverir.”(Yasin,82)
Mukâtil âyette geçen “min emri rabbî/Rabbimin emrinden­dir” ifadesini “min nûri rabbî/Rabbimin nûrundandır” olarak tefsir etmiştir. Ebû Bekir Kahtabî burada şöyle demiştir: “Ruh ‘Kün/Ol emrinin zilleti altına girmez.” Zîra “Kün fekân” olmadığı vakit yaratılmış âlemden de olmaz, yaratanın âleminden olur, kıdem ve ezeliyet sıfatına sahip olur. Emir, emretmek, eşyâ ve mahlukatı meydâna getiren demektir. Ruh da emir âleminden olduğundan âmirdir, memur değil; faildir, mefûl değil; kahredicidir, kahre­dilen (makhûr) değil. Allah rızâsı için Abdullah b. Ömer’in Hz. Peygamber’den rivâyet ettiği şu habere kulak ver! Hz. Muhammed buyurdu ki melekler şöyle dediler: “Yüce Rabbimiz! İnsanoğluna dünyayı vatan ve mesken yaptın, orada yerler, içerler. Dünyayı onların nasîbi yaptığın gibi âhireti de bizim evimiz yap!” Allah onlara şöyle vahyetti: “Ben ‘kendi elimle’ yarattığımı ‘kün fekân’ diyerek yarattığımla bir tutmam. Ey melekler! Benim kendi kudret elimle yarattığımla, ‘ol’ diye emrettiğim an ‘oluveren’ varlıklar bir olmaz. Yani “iki elimle yarattım”(Sad,75) sırrıyla Allah eliyle yaratılan mahlûkat ile Allah’ın fiili ve sanatı olanlar aynı değildir.

Aklına “Allah ruhları bedenlerden iki bin sene önce yarat­tı” ifadesinin geldiğini biliyorum. Muhakkiklere göre buradaki yaratılmışlık izhar anlamındadır; irâde etme ve var etme sıfatını yaratma ve kudret sıfatına arzetmekten ibarettir. Bilir misin “iki bin sene”nin her bir yılı ne kadardır? Onun sâdece bir günü bin yıl eder. “İki bin sene”nin künhüne vâkıf olan kimse, kudret âleminin kemiyet ve keyfiyetine ulaşır. Gökyüzü neredeydi? Yeryüzü var mıydı? Gece ve gündüz nasıldı? “İki bin sene” bilgisi bu soruların cevâbını ortaya koyar. Rûhu diğer mahlûkat gibi zannetme, ruh ayrı bir izzet ve letafete sahiptir. Ebû Ali ed-Dekkâk bu beyitleri, şu mânâlar cihetiyle söylemiştir:

Canın yeri ve yurdu bu âlemin dışındadır,
Yoklukla ilgisi olan ne varsa onun dışındadır.
Bu gizli sır, gizliliğin dışındadır,
Yâni Allah, iki âlemin de dışındadır.
Canlar Hak’tandır, Hak canın dışındadır,
O noktayladır, fakat nokta O’nun dışındadır.

Bu rûha kudsî derler. Bunun dışında diğer iki ruh daha vardır ki birisine tabipler ve hakimler, hayvânî ve müteharrike, diğerine âlimler rûhânî derler. Bu rûhânî olanı bedene izâfe ederler. Bu ruhanî rûhun bedene izâfe edilmesi iki türlü olur.

Birinci Vecih: İnsan rûhunun, insanın hakikati olduğu söylenebilir. Bu rûhun, biri tasarruf edebilmek, diğeri bir tasarrufa sâhip olmamak üzere iki durumu vardır. Rûhun bedende olması ve ona tasarruf etmesini, benim yazı yazdığım kaleme tasarruf etmem gibi kabul et. İstersem kalemi hareket ettirir yazarım, ister­sem sâbit tutarım. Böyle olunca rûhun bedene tasarruf etmesine hayat, tasarrufun kesilmesine ise ölüm derler. Bu kesilmeden sonra rûha yeniden tasarruf verilmesine ihya ve ba’s derler. Tasarrufun kesilmesi ya uyku denilen durumda olduğu cüz’i ya da ölümde olduğu gibi külli olur. Aynı şekilde ruhun geri verilmesi de cüz’î olduğunda intibah (uyanma), külli olduğunda ise ba’s ya da kıyamet (yeniden dirilme) adını alır. “Geceleyin sizi öldüren” sözünü bu ciiz’i kesilme, “gündüzün sizi dirilten” ifadesini ise cüz’i iade olarak bil- “Belirlenmiş ecel tamamlansın diye…(Enam,60) ifadesi rûhun bedende kaldığı zaman zarfına, dünyada geçirdiği vakte işaret eder.

“Allah, ölenin ölüm zamanı gelince, ölmeyenin de uyku­sunda iken canlarını alır.”(Zümer,42) âyetinin elinden el-emân! Eğer bedende durma müddeti sona yaklaşmışsa, rûhun tasarrufu birden kesilir ve artık tasarruf etmez olur. Uykudan yeniden uyanamaz. “Artık üzerine ölüm ile hükmettiğini tutuverir.”(Zümer,42) Eğer ecelden ve vakti tâyin edilmiş ömründen hâlâ bir şey varsa, uykudan sonra tasarrufa devam eder. “Diğerini de tâyin edilmiş vakte kadar salıverir.”(Zümer,42) Hz. Peygamber uyku vaktinde şu şekilde duâ ederdi: “Allah’ım! Şu nefsimi öldüren sensin. Onun ölümü de hayatı da senin içindir. Eğer onu tutarsan (öldürürsen) onun mâliki sensin mağfiret et. Eğer salıverirsen (sağ bırakırsan) sâlih kullarını muhâfaza ettiğin gibi onu da muhâfaza et.”

Ey Aziz! Eğer, “Emrinden olan rûhu, kullarından dilediğine indirir.”(Mümin,15) cemâlinin sana kendisini göstermesini istersen, kevn ü mekândan geç. Zîra her iki cihandan ve kendinden geçtiğinde, rûhu arş tarafından istivâ edilmiş görürsün. Nitekim âyette bildirilmiştir ki “O Rahman arşa istivâ etti.”(Taha,5)
Sonra arşı da geç ki “Allah’ın kadrini bihakkın takdir edemediler.”(Hac,74) âleminde, “Dereceleri yükselten Arşın sahıbi”ni (Mümin,15) görebilesin. Bu makamdan sonra, Göklerin ve yerin anahtarları O’nundur.”(Şura,12) sırrıyla göklerin ve yerin kilidini açan anahtar olursun. Şeyhimiz Ebû Saîd-i Ebü’l Hayr dan dinle de bak ne söylüyor ve ne güzel anlatıyor:

Yazık ki kudsî ruh her şeyden gizlenmiştir,
Onun yüzünü kim gördü, sesini kim işitti?
Zaman içinde onun güzelliğini gören kâfir olur,
Yazık ki bu şeriat, sözümüzü kesmektedir.
Kevn ü mekânı birbirine vur, kendinden kurtul ki erişesin,
Zîra böyle bir canı, Allah iki cihâna tercih etmiştir.

Sen daha kalbini göremedin, rûhunu nasıl görecek­sin? Rûhunu dahi göremezken Allah’ı nasıl göreceksin? Bâzen “Rahman, Kur’ân’ı öğretti.”(Rahman,1-2) âleminden gelir, sana “Bismillah”ın “ba”sı veya “mîm”inde bulunan bütün ilâhı sırları gösterirler. “O Rab ki kalemle yazmayı öğretti. İnsana bilmediği şeyleri öğretti”(Alak,4-5) senin öğretmenin olur. Bütün bu sırların hepsi senin gönlüne nakşolur, kalbin levh-i mahfuz olur. “O, levh-i mahfuzda bulu­nan şerefli Kur’ân’dır.”(Buruc,21-22) hakikati, Rûhu’l-Emîn’e söylediği her şeyi bizzat sana da söyler. Sonra kalbinin ağzına ledünnı ilimden damla damla akıtırlar ki bu şekilde öncekilerin ve sonrakilerin ilmi sana açıklanmış, anlamı ortaya çıkmış olsun. “Ağzıma bir katre koydular, bununla öncekiler ve sonrakilerin ilmini bildim.” bu makamdır. Resûl ve nebilere “Onu, Rûhu’l-Emîn uyarıcılardan olasın diye, senin kalbine indirmiştir.”(Şura,193-194) mesajıyla muamele ettiği gibi, sana da “Hakk’ın cezbelerinden bir cezbe” ile yol bulur.

Bilmiyorum ki söyleyeceğimden ne anlayacaksın? Diyo- rum ki “Allah onları sever” muhabbeti irâdeye, irâde ise “O’nun emri, bir şeyi murat ettiği zaman ancak ona ‘Ol!’ demesidir ki,0 da hemen oluverir.”(Yasin,82) sırrıyla “emr”e götürür. Bu emir nedir?“De ki: Ruh, Rabbimin emrindendir.”(İsra,85) âyetinin bizzat kendisi
emrin kim ve ne olduğuna şahitlik eder. Emir, senin beden dediğin ubûdiyet noktasını değiştiren iksirdir. Bedeni, pervâne gibi aşk ve muhabbet ateşine öyle gark eder, seni öyle bir hâle sokar ki ancak şu beyitleri sana söylediğinde durumun farkına varırsın:

Her ne kadar aşkla dost isek ve o evimizde ise de,
Kederler kadehimizde bir yudum içkimizdir.
Aşk âleminde akıldan uzak dur,
O da dîvâne gönlümüzün kölesidir.

Senin gönül levhana yazılacakları bizzat Allah’ın kalemiyazar, olanları sana bizzat senin kalbin söyler. Bütün bunlar, ancak kalbin hizmetçisi ve müridi olduğunda meydâna gelir. Kalbin pîr sen mürit, kalbin hizmet edilen sen hizmetçi, kalbin âmir sen memur olduğunda bütün şerefler sende ortaya çıkar ve kalp seni kabul eder, seni terbiye eder. Bu iş öyle bir noktaya ulaşır ki artık her gün senin hizmetin görülmeye başlar. Sen de kendi kendine
şu beyitleri söylersin:

Onun kalbinin adıyla aşk kemerini kuşandım,
Sevgilime kalbimin haberini götürdüm,
Gönlümün neşesi ve keyfi yerine geldi,
Ey ben, rûhuyla kalbi arasındaki hizmetkâr.

Gayret göster de bedenle ruh arasındaki münâsebetin ne olduğunu, onun içeride mi yoksa dışarıda mı bulunduğunu anla! Ruh insana hem dâhildir hem de hâriçtir. O, aynı şekilde âleme de hem dâhil hem de hâriçtir. O, insana dâhil de değildir hâriç de değildir, âleme dâhil de değildir hâriç de değildir. Ne söylendiğini iyi anla! Ruh bedene muttasıl da munfasıl da değildir. Allah da âleme muttasıl da değildir, munfasıl da değildir. Şu beyitlere kulak ver:

Hak canda, can gönülde nihândır,
Ey nihân içinde nihân içinde nihân.
Böyle bir remiz iyân, bir işaret ve beyândır,
Ey cihan içinde cihan içinde cihan.

İkinci Vecih: Bu rûhun bedene izafe edilmesi insan lafzının insanlığa ıtlak ve izâfe edilmesi gibidir. Zira insan lafzını ıtlak ettiklerinde avâmdan bâzı kimseler zannederler ki bu mefhumla sâdece beden kastedilmektedir. Ancak hakikat ehli bu lafızla, insanın ruhu ve hakikatinden başka bir şeyin kastedilmediğini bilir.

Meselâ “filan âlim, câhil, kâdir, âciz, cömert, cimri, mü’min ve kâfirdir” gibi lafızların hepsi carnn vasıf ve sıfatlarıdır. Bedenin bu sıfatlarla vasfedilmesi hiçbir şekilde mümkün değildir. Ancak benzer şekilde bâzen mecaz yoluyla beden için de “insan” lafr i ıtlak olunabilir. “Zeyd kısadır, uzundur, kördür, topaldır.” ifadeleri beden için kullandır. Kâfirlik, müslümanlık, cömertlik, cimrilik, ilim ve cehâlet cana mahsus vasıflardır ve bundan bedenin nasîbi yoktur. Kısalık, körlük, uzunluk vb. sıfatlar ise bedenin vasıfla­ndır, bundan da rûhun hiçbir nasîbi olmaz. Bu sebeple bedene atfedilen mecâzî vasıflar de can ve gönle atfedden hakîkî vasıflar arasında fark bulunur.

Buna göre halk üç çeşittir:

Birincisi,insanın bedenden başka bir şey olmadığını zanneden avamdır. Zîra Allah şöyle buyur­muştur: “Gerçek şu ki, biz inşam katışık bir nutfeden yarattık.”(İnsan,2) Başka bir yerde ise “ Şüphesiz biz kendderini yapışkan bir çamurdan yarattık.’’(Saffat,11) buyurulmuştur.

İkincisi, hem rûhun hem de bedenin varlığını kabul eden alimlerdir. Zîra Allah şöyle buyurmuştur:“Size şekil vermiş, sonra şekillerinizi güzelleştirmiştir.”(Mümin,64) Yâni “size kalple şekil vermiş, ruhla en güzel şekilde süslemiştir.”

Üçüncüsü ise, “insan” ve “âdem’den kastın sâdece ruh ve can olduğunu, bedenin insanla ilişkisinin bulunmadığını, bedenin sâdece rûhun merkebi olduğuna inanan havâstır. Ruh, insan için binici ve süvâridir, hiçbir şekilde binilen şey binicisinin zâtından olamaz. Meselâ insan bir ata bindiğinde, at başka binici başkadır. Kafes başka kuş başkadır, kör olan birisi kafese yönelse “Bu kuş kafesin kendisidir.” der, ancak gören birisi baktığında kuşu kafesin içinde görür ve bilir ki kafes kuş için yapılmıştır. Ancak kuş serbest bırakıldığında artık kafese gerek kalır mı?

Havâs yeme, içme, cinsi münâsebet ve uyku gibi beşeriyete taalluk eden sıfatlardan kendisini nefyetmiştir. Bu sebeple bunlar her ne kadar yer, uyur, acıkır ve su içerlerse de “yedik, uyuduk” demezler. Bu durum basiret ehline müşâhede ile mâlum olmuş, rûhun binici, bedenin ise binit olduğunu bilmişlerdir. Biniti olan ata yem veren bir kimse, yemi asla kendine izâfe etmez. Bu topluluk yeme ve uyumayı kendilerine izâfe etmeyi bu sebeple kendilerine lâyık görmezler, çünkü insanın hakikati başka bir şeydir, yeme, içme ve uyuma ise başka bir şeydir.

Ey Aziz! Her kim insanın mücerret bedenden ibâret oldu­ğuna, kabre girip çürüyeceğine inanır, rûha araz deyip arazdan başka bir şey olmadığını kabul etmez, bâzı kelamcılar gibi onu mâdûmattan sayar ve Allah’ın bunları kıyâmet günü yeniden yaratacağına inanırsa bu itikat küfür ile eştir. Eğer insan ölümle yok olsaydı, Hz. Peygamber ölüm anında neden “Bilakis en yüce refiki, en safı hayatı ve en üstün kemâli isterim.” dedi? Yine O, “Kabir cennet bahçelerinden bir bahçe, cehennem çukurlarından bir çukurdur.” buyurmuştur. Benzer şekilde kızma neden “Bana en çabuk ulaşacak semin.” dedi de onu güldürdü? Bilâl-i Habeşî ölüm anında niçin Yarın sevdiklerime, Hz. Muhammed ve arkadaşlarına katılıyorum, dedi? Bütün mânâların tamâmını Allah’tan dinle:’’Sakın Allah yolunda öldürülenleri ölüler sanmayın! Aksine onlar hep hayattadırlar.”(Al-i İmran,169) Hz. Muhammed’in bu anlamda “Mü’min her iki dünyada da hayattadır.” ve ‘‘Allah’ın velîleri ölmezler, ancak bir diyardan başka bir diyara göçerler.” gibi başka ifadeleri de vardır.

Bütün bu beyanlar, beden ölse bile rûhun canlı ve bakî kala­cağını göstermektedir. Bedeni kabre indirseler de rûhu “mak’ad-ı sıdk”a ulaştırırlar. Bu konuda avâmın îtikâdından kabul edile­bilecek bir husus varsa o da bedenin rûha musahhar ve itâatkâr olduğu, rûhun bedene hükmettiğidir. Fakat bâzen izafet ve nispet rûha yapılır.

Meselâ “Doğrusu insan çok zâlim,çok nankördür!”(İbrahim,34) ifadesinde zâlimlik ve nankörlük bedene değil rûha izâfe edilmiştir. Ancak Hz. Muhammed hakkındaki “De ki: Ben, yalnızca sizin gibi bir beşerim.”(Kehf,110) buyruğunda bedene işâret vardır. Yine “Ben size, Allah’ın hazîneleri benim yanımdadır, demiyorum. Ben gaybı da bilmem. Size, ben bir meleğim de demiyorum.”(En-am,50) âyetinde bedene işâret edilmiştir.

Fakat “Ben Ademoğlunun efendisiyim.” ve “Sizin gibi birisi değilim” hadislerinde muhâtap candır. Hz. Muhammed’in “Allah beni aziz kıldığı için toprağın altında üç geceden fazla bırakmaz.” hadîsi yine onun toprağa girmeyecek tertemiz rûhuna işâret eder. Ancak onun “Ben câhiliyyede kuru et yiyen bir kadının oğluyum.” hadîsi onun mübarek bedenine işâret eder. “Âdem su ile toprak arasındayken ben peygamberdim.” hadîsi de rûha dâirdir.

Bedenin bütün bu mânâdan uzak olduğu gizli değildir, ancak ona mecâzen can denebilir ki zâten beden tamâmıyla canın hükmü altındadır. Bağış, lütuf, ceza, korku bütün bunların hepsi onun içindir. Hz. Peygamberden dinle ki o “İnsanlar niyetlerine göre haşredilirler.” buyurmaktadır. Başka bir yerde ise “Ve kalplerde gizlenenler ortaya konduğu zaman.”(Adiyat,10) buyurulmuştur. Benzer şekilde ‘’Gizlenenlerin ortaya döküldüğü gün”(Tarık,10) gelmiştir. Atı üzerinde bir binici geldiğinde, buna mecazen at geliyor veya adam geliyor denebilir. Fakat süvari geliyor denildiğinde artık bu mecaz değil hakikattir. Hz. Muhammed’den dinle, şöyle buyurmaktadır:“Vücutta öyle bir et parçası vardır ki, sağlıklı olursa bütün vücut sağlıklı olur. O bozulursa bütün vücut bozulur.”

Eğer tam olarak öğrenmek istiyorsan iyi dinle. Bil ki Allah’ın nazarı ve muhabbeti bedene asla inmez, aksine kalbe ve rûha iner. “Allah sizin sûretlerinize ve amellerinize bakmaz, ancak kalplerinize bakar.” Kalp bir zaman, Allah’ın yerine, dünyada bulunduğu zaman zarfında ölüm anma kadar mecazî bir nazarla bedene bakar. Ölüm vakti geldiğinde eğer beden kalbin gözetimi altındaysa ölmez. “Muhakkak ona hoş bir hayat yaşatacağız. Fakat beden kalbin gözetiminde değilse küllî bir ölüm meydâna gelir. “Hayat bulmaz ölülerdir onlar.”(Nahl,21) bu anlamdadır.

Aynülkudat Hemedani – Temhidat (Dergah yay)





Devamını Oku »

Hz. İsmail'in (a.s.) Kurban Edilmek İstenmesi Allah'ın Emriyle DeğilMiydi?

Caner Taslaman ve Mehmet Okuyan'a Cevap

https://www.youtube.com/watch?v=Q6TPEhLmFg0&ab_channel=Ravza-iMutahhara



1-Mehmet Okuyan: Hz. İbrahim dedi ki: 'Yavrucum ben uykumda seni kesmekte olduğumu görüyorum, bu konuda ne diyorsun?' Allahu Teala ona sen oğlunu kes diye herhangi bir şey demiş değil.

Cevap: Bu bakış meseleyi kördüğüm haline getirir. Ve Hz. İbrahim'i (a.s.) akıl, vicdan, fıtrat ve din dışı bir işi hiç sebep yokken Allah'a ibadet, yakınlaşmak gayesiyle işleyen, Allah'ı ise hatalar silsilesini sessizce izleyen ve sonunda da Saffat suresindeki ilgili ayetlerle rızalığını seslendiren bir mabud konumuna iteler.



2-Mehmet Okuyan: Bütün dini öğretilerde bu en başta kuraldır ki o Maide Suresi 32. ayette yer alır: "Bir cana karşılık olmaksızın ya da toplumda bir fesadı öngörme tehlikesi olmaksızın kim bir cana kıyarsa bütün insanlığı öldürmüş gibidir..." Böyle sebepsiz yere bir çocuğu öldürmenin bütün insanlığı öldürmekle eş değer olduğu öğretisinin herkes tarafından hele ki peygamber tarafından çok net bilindiği bir ortamda nasıl olur da Cenab-ı Hak Hz. İbrahim'e oğlunu kesmeyi emreder ?

Cevap: Mehmet Okuyan, koca koca çamlar deviriyor. Sorusuna bir soruyla cevap verelim."Böyle sebepsiz yere bir çocuğu öldürmenin bütün insanlığı öldürmekle eş değer olduğu öğretisinin herkes tarafından hele ki peygamber tarafından çok net bilindiği bir ortamda" Hz. İbrahim bütün dinlerde olan bir temel kaideden nasıl olur da habersiz olur? Herkesin bildiğini bilmeyen, herkesin bildiği doğruya ve dinin kaidelerine muhalif hareket edenbir peygamber hele ki "azim" sahibi peygamber olur mu?

Mehmet Okuyan, güya kıssanın emir-itaat bağlamında Hz. Allah (c.c.) ile irtibatını keseyim derken tüm kuşkuyu ve hatayı Hz. İbrahim (a.s.) üzerine yöneltmiş ve onu delilsiz, sebepsiz, gereksiz yere oğlunu kesmeye çalışan -haşa- psikolojisi bozuk bir baba konumuna sokmuştur.



3. Sunucu: Peygamberlerin rüyaları vahiydir.

Caner Taslaman: Yok.

Cevap: Peygamberlerin rüyaları vahiydir ve üzerinde durduğumuz meseleyi bu hakikatin haricinde izah yolu kapalıdır. Caner Taslaman gibi mealciler bu hakikatı Kuran dışı vahyin (bkz: Hz. Peygambere Kuran'ın Dışında İnen Vahiyler) ve dolayısıyla sünnetin otoritesini kırmak gayesiyle inkar ederler. (bkz: Sünnetin Hüküm Koymada Müstakil Oluşu)

“Nebilerin uykuda gördükleri rüyalar vahiydir.” (İbni Ebi Hatim, Tirmizi) “Nebilerin rüyaları vahiydir.” (Buhari, Müslim)

Başka bir rivayette:“Nebilerin rüyaları vahiydir.” (İbni Cerir)
Hz.İbrahim'in (aleyhisselam) gördüğü bu rüya, vahiydir. Zira Peygamberlerin rüyası vahyin bir türüdür. (Buhari, Vudu 5, Ezan 161)

Buhari, Vudu;

4-.......Bize Sufyan (ibn Uyeyne), Amr ibn Dinar'dan tahdîs etti.

Amr şöyle dedi: Bana Kurayb (98), İbn Abbas (R)'tan haber verdi (ki şöyle demiştir): Peygamber (S) bir gece uyudu, hatta horladı. Ondan sonra (abdest almaksızın) namaz kıldı. Bu sözü İbn Abbâs'ın: Uzanıp horladı, ondan sonra kalkıp namaz kıldı, tarzında söylediği rivayet olunuyor.

(Ali ibn Abdillah el-Medînî şöyle dedi:) Sonra bu hadisi Sufyan, bize birçok defalar kâh uzun, kâh kısa olarak Amr'dan, o da Ku­rayb'dan, o da İbn Abbâs'tan olmak üzere tahdîs etti. İbn Abbas şöyle demiştir: Bir gece teyzem Meymûne'nin yanında kaldım. Gece­leyin Peygamber (S) kalktı. Gecenin bir kısmı olunca Peygamber kalktı ve asılı duran küçük bir tulumdan hafif bir abdest aldı. -Amr bu ab­destin pek hafif ve pek az su ile olduğunu söylüyordu- Ve kalkıp na­maza durdu. Ben de onun aldığı gibi abdest aldıktan sonra gelip sol tarafında namaza durdum. -Sufyan belki yine solu manasına olan "Şimâlihi" demiştir.- Peygamber benim yerimi değiştirdi; beni sağ tarafına geçirdi. Sonra Allah'ın dilediği kadar namaz kıldı. Ondan sonra uzanıp uyudu; hatta horladı. Sonra münadi (yani müezzin) Ona gelip namaz vaktinin girdiğini haber verdi. Bunun akabinde müezzin kalkıp Peygamber'in maiyetinde namaza çıktı. Peygamber (tekrar) abdest almadığı hâlde namazı kıldırdı. (Sufyan ibn Uyeyne şöyle de­di:) Biz Amr ibn Dînâr'a: İnsanlar, Rasûlullah'ın uyur, amma kalbi uyumaz derler; (ne dersiniz)? diye sorduk. Amr: Ben Ubeyd ibn Umeyr'den işittim: Peygamberlerin rüyaları vahiydir, diyordu. Ubeyd bu sözden sonra da "Ben seni rüyamda boğazlıyorum görüyo­rum... " (es-Saffât: 37/102) ayetini okudu, dedi.

[Amr ibn Dinar: Evet insanların söyleyegeldiği şey haktır. Çünkü ben Ubeydibn Umeyr'den işittim: Peygamberlerin rüyası vahiydir, dedikten sonra: "İbrahim: Oğulcuğum, ben seni rüyamda boğazlıyorum görüyorum, dedi" âyeti­ni okudu. -Bunu Müslim merfû' olarak rivayet etti.- Binaenaleyh, onların kalplerinin, kendilerine vahyedilen şeyleri bellemeleri için uyumamaları icap eder. Nitekim söyleyen söyledi ve söyleyişi de güzel yaptı: "Peygamber'in rüyasında vahy inkâr olunmaz. Çünkü onun öyle bir kalbi vardır ki, gözü uyuduğu zaman kalbi uyumaz" (ed-Dihlevî, Bûsirî'nin Bür'e Kasîde­si'nden) Peygamber'in kalbinin uyumaması, abdestinin bozulmadığına delalet etmiştir....Mehmed Sofuoğlu, Sahih-i Buhari ve Tercümesi, Ötüken Yayınları: 1/291.]



4. Caner Taslaman: Başka bir rüyasında mesela "sizlerin gözünde onları çok gösterdik, onların gözünde sizi çok gösterdik, iş bir an evvel bitsin" diye bir ifade var. Orada görüyoruz ki peygamberimiz ve yanındakilerin rüyası doğru çıkmamış.

Cevap: 

a-Diyanet Tefsiri; Enfal 43: Allah, rüyanda onları sana az olarak göstermişti, eğer onları sana çok gösterseydi korkup çekinirdiniz, savaşma konusunda görüşleriniz çelişir­di, fakat Allah korudu. Şüphe yok ki O kalplerin gizlediğini eksiksiz bilmek­tedir.

Allah hem bu savaşın olmasını hem de müslümanların yenmelerini is­tediği için bunun maddi, stratejik ve psikolojik sebeplerini de hazırlamış ve yarat­mıştır. Savaştan önce Resulullah rüyasında düşman askerlerin sayısının az olduğu­nu müşahede etmişti. Rüyasını müslümanlara anlattı, fakat yorumlamadı. Dinle­yenler anlatılanı olduğu gibi, açık bir bilgi olarak değerlendirdiler ve düşmanın sa­yısının az olduğunu anlayarak cesaret kazandılar. Halbuki rüya sembolik idi, yo­rumlanması gerekiyordu. Rüyadaki azlık, sayıca azlığa değil, zayıflık ve moralsiz­liğe delalet ediyordu, ama Hz. Peygamber siyaseten rüyasını yorumlamadı.

[Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/546-547.]

*  *  *

İbni Ebî Hatim ve İbni Cerir, İbni Mes'ud'dan şöyle rivayet ederler: Bedir Günü, onlar bizim gözümüze az gösterilmişlerdi. Hatta ben yanımdaki bir ada­ma, onları yetmiş kadar mı gördüğünü sordum. O, hayır, yüz falan dedi. Niha­yet onlardan birini yakalayıp sorduğumuzda, bin kişiydik, dedi.

Bunların hepsi, savaştan önce olan şeylerdi. Savaş sırasındaysa, kâfirler müslümanları kendi sayılarının iki katı gördü. Korkuları arttı, maneviyatları zayıfladı. Nitekim Cenab-ı Hak, bunu şöyle ifade eder: "Muhakkak karşılaşılan iki toplulukta sizin için bir ibret vardı. Bir topluluk Allah yolunda savaşıyor­lardı ve diğeri ise kâfirdi. Onlar öbürlerini gözleriyle kendilerinin iki katı ola­rak görüyorlardı. Allah dilediğini yardımıyla destekler. Şüphesiz bunda basiret sahipleri için bir ibret vardır" (Al-i İmran, 3/12).

Sonra Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor: "İşler ancak Allah'a döndürülür".
[Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/255-257.]

*  *  *

Az Gösterme Aldatma Değildir

Şayet, "Çok olanı az görmek, bir hatadır. O halde, bunu Allah'ın yapması nasıl caiz olabilir?" denilirse, biz deriz ki: Bizim mezhebimize göre, Allah Teala dilediğini yapar ve istediği hükmü verir. Yine muhtemeldir ki Cenâb-ı Hak, Hz. Peygambere, müşriklerin tamamını değil de bir kısmını göstermiş; bunun üzerine de Hz. Peygamber, gördüğü kimselerin az olduğuna hükmetmiştir. Hasan el-Basrî'den rivayet edildiğine göre o şöyle demiştir: "Allah Teâlâ'nın bu göstermesi, uyanıklık halinde olmuştur... Menâm kelimesinden maksat ise, uykunun meydana geldiği yer olan gözdür (yani, bu kelime, ism-i mekândır)."

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Eğer onları sana çok gösterseydi, elbette çekinecek ve iş hakkında çekişecektiniz" buyurmuştur. Yani, "Ben onları sana çok gösterseydim, sen de bunu ashabına söyleseydin; işte o zaman da onlar bunu duysaydılar çekinip hezimete uğrarlar ve çekişirlerdi. " demektir......

Müminlerin de Kâfirlere Az Gösterilmesi

"Hani karşılaştığınız zaman Allah onları gözlerinizde az gösteriyor, sizi de onların gözlerinde azaltıyordu. Çünkü Allah işlenmesi gereken emri yerine getirecekti. Bütün işler, ancak Allah'a döndürülür" (Enfal, 44).

Bil ki bu Allah Teâlâ'nın, Bedir Günü'nde müslümanlara vermiş olduğu nimetlerin üçüncü nev'idir. Maksat şudur; "Uykuda meydana gelen o azlık, böylece onun uyanıklık halinde de tahakkuk etmesiyle pekişmiştir".....Bil ki, "Allah Teala, müşriklerin sayısını müminlerin gözünde azaltmış, aynı şekilde, müminlerin sayısını da müşriklerin gözünde azaltmıştır. Birinci azaltmadaki hikmet, Hz. Peygamber'in rüyasını tasdik edip doğru çıkartmak; yine, müminlerin kalplerinin kuvvetlenmesi ve düşmanlarına karşı olan cesaretlerinin de fazlalaşmasını temin etmek içindir. İkinci azaltmadaki hikmet ise şudur: Müşrikler, müslümanların sayısının az olduğunu görünce, hazırlanmak, teçhizatlanmak ve tedbir almak gibi meselelere fazla önem vermemişler; bu da, müminlerin onlara galip gelmesine sebep olmuştur.

Buna göre şayet, Allah Teâlâ'nın, çok olanı az göstermesi nasıl caiz olur?" denilirse, biz deriz ki: "Dediğimiz bu şeye gelince, bu caizdir. Çünkü Allah görülme işini, onların hepsi hakkında değil, sadece bir kısmı hakkında yaratmıştır."

Mutezile'ye gelince onlar da şöyle demişlerdir: "Muhtemeldir ki göz, tamamını idrak etmekten men edildi, bunun önüne geçildi; yahut da, onların büyük bir kısmı son derece uzakta bulunuyordu, bu sebeple de görülmemişlerdir.

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Çünkü Allah, işlenmesi gereken emri yerine getirecekti, yapacaktı " buyurmuştur.

Buna göre eğer, "Bu söz, önceki ayette geçmişti; onun burada yeniden zikredilmesi sırf bir tekrar olmaz mı?" denilirse, deriz ki: Bu sözün önceki ayette zikredilmesinden maksat şudur: "Allah Teala bu fiilleri, Hz. Muhammed'in nübüvvetinin doğruluğuna delil olacak bir biçimde, müminlerin müşriklere üstün gelmesi için yapmıştır, yaratmıştır. Bu ifadenin burada zikredilmesinden maksat ise, bu mezkûr mana değildir. Aksine maksat şudur: Cenâb-ı Hak burada, müminlerin sayısını müşriklerin gözlerinde azalttığını zikretmiştir. Böylece Cenâb-ı Hak burada, bunu müşriklerin hazırlık yapmak ve tedbir almak hususunda gevşeklik göstermelerine bir sebep olsun, böylece de bu, onların hayal kırıklığına yol açsın diye yaptığını beyan buyurmuştur.

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Bürün işler, ancak Alah'a döndürülür" buyurmuştur. Bu ifadeden gaye, dünya hallerinin bizzat maksut olmayıp, onlardan sadece ahiret için azık teşkil edecek şeylerin matlup olduğuna dikkat çekmektir. [Fahruddin Er-Razi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 11/324-326]

b- Dolayısıyla rüyada görülen uyanıkken görülenin aynısı olduğu için rüyanın yanlış çıkması diye bir durum mevzu değildir. Bir kişi henüz olmamış bir olayı uyanıkken müşahede edilenin aynısıyla rüyasında gördüyse rüyasında gördüğü yanlıştı denemez. Göz rüyayı tasdik etmiştir.

c- Caner Taslaman'ın dediği gibi bile olsa verdiği örnek kendi lehine değil aleyhine işler. Zira ayetteki gibi eksik gösterilmenin Allah'ın bilgi, takdir ve iradesi dahilinde olduğunu kabul etmiş oluyor. Bu Peygamberin rüyasının yanlışlığını, anlamsızlığını, geçersizliğini değil tersine Allah'ın kasıt ve muradıyla örtüştüğüne delalet eder. Allah öyle istediği için az gösterildi ve Nebisinin düşmanı (Caner Taslaman'a göre) az zannetmesi murat edilmiş.Aynı şekilde hiçbir işinde abes olmayan Hâkim-i Hakîm hazretleri öyle istediği için de Hz. İbrahim'in gördüğü rüya Hz. İsmail'i (a.s.) kurban etme şeklinde yorumlanmış, rüya bu içtihadı yaptıracak, bu sonuca vardıracak şekilde gösterilmiştir.



5. Mehmet Okuyan: Eğer bu Allah'ın emri olsaydı yerine gelirdi.

Cevap: Saffat 107. Ayetteki Kurban'ın fidye olarak verilmesi nedendir?

Biz, şu iki sebepten dolayı, muhakkak ki Allah İbrahim (a.s)'e oğlunu boğazlamasını emretmiştir dedik:

1) İbrahim (a.s) oğluna, "Evladım, seni rüyamda boğazladığımı görüyorum" demiş, oğul da "Sana ne emredildiyse öyle yap" diye cevap vermiştir. Bu da, İbrahim (a.s)'in, bizzat boğazlama ile değil de, boğazlamanın ön hazırlıklarını yapmakla emrolunduğuna delalet eder. Sonra o, boğazlamanın mukaddimelerini yapmış, böylece de onları varlık alemine sokmuş gerçekleştirmiştir. O zaman da, o, bir şey ile emrolunmuş ve onu gerçekleştirmiş olur. Burada, bir "fidye"ye ihtiyaç duyulmaz. Fakat o, Cenâb-ı Hakk'ın, "Ona, büyük bir kurbanlık fidye verdik" ayetinin delaletiyle, fidyeye ihtiyaç duymuştur. Bu da delalet eder ki, İbrahim (a.s), kendisine verilen emri yerine getirmiştir. Böylece onun, boğazlama işinin bütün ön hazırlıklarını, mukaddimelerini yaptığı sabit olmuş olur. Bu da, Cenâb-ı Hakk'ın, ona bizzat boğazlama işini emrettiğine delalet eder. İşte, bu sabit olunca biz deriz ki: "Cenâb-ı Hak, ifa ve ispatından önce, bu hükmü neshetmiştir." Bu da, bizim maksadımıza delalet eder.... (1)



6. Mehmet Okuyan: Hz. İbrahim dedi ki: Yavrucum ben uykumda seni kesmekte olduğumu görüyorum, bu konuda ne diyorsun? Allahu Teala ona sen oğlunu kes diye herhangi bir şey demiş değil.

Caner Taslaman: Söylese zaten ifade böyle olmaz. "Allah bana bunu emretti" olurdu.

Cevap: Allah'ın emri olmadığını kabul durumunda bu rüyanın Hz. İbrahim (a.s.) tarafından Allah'ın emri şeklinde yorumlanmasını büyük bir hata, tevil edilemez büyük bir kusur, ilmi eksiklik v.s. olarak farz etmeliyiz. Bu yaklaşımın ne kadar eksik olduğunu şöyle irdelemiştik:

1. Merhum Muhammed Esed, esas olarak Mutezilenin görüşünü savunmuş ve Hz. İbrahim'in Hz. İsmail'i (a.s.) kurban etme ile emrolunduğunu reddetmiştir. Bu duruma göre Allah'ın Hz. İbrahim'i imtihan etmesini değil -haşa- Hz. İbrahim'in kendi yanlışlarını çocuğuna dayatmasını, kuruntuları ve rüyalarını önemseyip küçük yaştaki çocuğunu kesmeyi Allah'ın emri sanması gibi neyi neden yaptığını bilemez bir davranış psikolojisine, -haşa- problemli bir ruh haline sahip olduğunu da bu itikat dahilinde kabullenmeleri gerekiyor.

Zira eğer Allah'ın (c.c.) emri değilse Hz. İbrahim'in (a.s.) hatalı (hem de nasıl hata!) içtihadı olmalı. Biliyoruz ki içtihadın anlamı "kesin ve açık delillerle sabit olmayan öznel yargıları, şer'î delillere uygun olarak ortaya çıkarma konusunda bütün güç ve takatini sarf ederek çalışmaktır." Hz. İbrahim'in böyle bir içtihadını doğrulayacak nas bulması ise mümkün gözükmüyor. Zira bu konuda masum kişiyi ve çocuğu öldürmeme noktasında her dinde sabit hükümler olduğuna göre Hz. İbrahim'in bu içtihadı esas olarak nassa yani Allah'ın emrine, onun dinine muhalefet anlamına geliyor. Bu yaklaşıma göre Hz. İbrahim (a.s.) dinde hiç benzeri olmayacak şekilde masum bir çocuğu sırf gördüğü bir rüya nedeniyle boğazlamaya çalışmıştı.

Bu yaklaşım sahiplerine göre ne Hz. İbrahim'in tavrını anlamlandırmak, ne böylesi bir fiilin hikmetini belirlemek mümkün değildir. Ne de çocuğuna bu rüyayı açmasını, İsmail'in Allah'ın emrine inkıyadını ve "yanlış bir değerlendirme sonucu, o da babasına uyarak" Allah'ın emri olarak gördüğü bir şeyi Allah'ın neden düzeltmediğini, gerekli düzeltmeleri yapmadan Kuran'da aynen naklettiğini (demek ki Allahu Teala -haşa- kendi indirdiğine değil de bizim tahminimize havale ediyor. 'Ey kullarım! İsmail'den bunu aktarıyorum bu ama siz bu sözün zahirine değil bunun yerine tahminlerinize müracaat edin' demek istiyor!)

Yine aynı itikat sahiplerine göre Hz. İbrahim (a.s.) rüyayla amel edilemeyeceğini bilememiş, sebepsiz, mesnetsiz, haksız yere bir masumu (hem de öz evladını) öldürmenin bütün insanlığı öldürmekle eş değer olacağını unutmuş (Mehmet Okuyan'a sorsaydı, Okuyan kendisine söylerdi! (2)) dinde delil olmaması gereken rüyalarını dinleştirerek ve rüyalarını Allah'ın emri veya işareti yerine koyarak usulü bir hataya daha imza atmıştır. Böylesi -haşa- saçma denilebilecek ve hayra yorumlanamayacak fiilleri olan bir kişiyi ise Allah'ın neden peygamber olarak seçtiği ve hepsinden önemlisi 'Ey İbrahim! Benden herhangi bir emir ve işaret almadan neden çocuğunu boğazlamaya çalıştın!' şekinde uyarmaması ise ayı bir muamma.

İşte rüyanın peygamberler için vahiy olmadığını, Peygamberlerin indirilen kitap veya suhuftan gayrı vahiy almadığını savunanların objektifinden Hz. İbrahim'in Hz. İsmail'i kurban etmesinin ifade edilemeyen dramatik/kanlı fotoğrafı!

2.Bu duruma göre kıssada Hz. İbrahim'in imtihanından, Hz. İsmail'in sadakatinden, kıssanın hikmetlerinden, güzelliğinden v.s. bahsetmek mümkün değil. Bunun yerine kıssayı acı bir ibret levhası olarak sunmak, Hz. İbrahim'in durup dururken kendi başına açtığı işten son anda dönmesinden ve Hz. İsmail'in uyarması gereken yerde susmasından -benzer yanılgılara düşmeme adına- ibretle bahsedilebilir.

3.Şu soruları da sorabiliriz:

1) Madem ki Peygamberin rüyası vahiy değil, rüyayla amel edilmez. Neden Allahu Teala Hz. İbrahim'i "rüyana sadakat gösterdin" cümlesiyle övmüştür?

2) Allah'ın emri değilse ya nehyettiği ya da mübah kıldığı bir şeydir. Mübahlık şıkkını masumun kanının haram olmasıyla ilgili her dinde gelen emirlerden eleyebiliriz. Hz. İbrahim'in (a.s.) canı gibi sevdiği çocuğunu boğazlama işi (ki normalde böyle bir işi ancak psikopatlar, şizofrenler, aklını kaçırmış olanlar yapar) günah ve çirkinse, fıtrata ve akla tersse ve hiç emredilmemişse nasıl olurda akla, fıtrata, dine ters çirkin bir fiilinden dolayı Hz. İbrahim (a.s.) Allah tarafından övülür, sadakatlerine vurgu yapılır?

Cenâb-ı Hakk'ın, "rüyana sadakat gösterdin" beyanına gelince, bu, Hz. İbrahim (a.s)'in, bu rüya ile amel edilmesinin vacip olduğuna inanmış olduğunu gösterir. Eğer böyle bir zorunluluk yoksa neden Allahu Teala Hz. İbrahim'i rüyasına sadık kaldığı için övmüş te böyle bir zorunluluğun olmadığını ona bildirmemiş. Zira Kuran'da pek çok yerde peygamberlerin zellelerinden bahsedilir. Oysa bu vakanın zelle şeklinde anlatılmadığını görüyoruz. Muhammed Esed acaba bu meseleyi Hz. İbrahim'in zellesi olarak mı görüyor? Eğer öyleyse Allah'ın en ufak bir şekilde yermediği bir şeyi kendisi nasıl eleştirir? Eğer bu zelle değilse ve başından beri de Allah'ın emri değilse Hz. İbrahim (a.s.) hiçbir şeri dayanağı olmayan kendi yorumuna göre masum bir çocuğun öldürülmesini nasıl helal görür ve kendisine helal olur? Yok eğer bu mesele kendisine helal değilse ve günahsa bunun zelle üslubunda nakledilmesi gerekmez miydi?

3) Madem ki Allah'ın emri değildi neden ayet bu kurban etme işini Allah'a teslim olma olarak tanımlıyor?

4) Esed'in penceresinden baktığımızda şunu görürüz: Hz. İsmail'in -haşa- "Ey babacığım, sana emredilen neyse onu yap! İnşallah beni sıkıntıya göğüs gerenler arasında bulacaksın!" yerine "Ey babacığım, kendinde misin? İyi düşündün mü? Ne yapıyorsun ? Benim suçum ne, ne yaptım da beni keseceksin ve böylece kendini de büyük bir günaha sokacaksın. Ben senin de günah düşmeni istemem. Gördüğün karışık rüyalara beni kurban ediyorsun. Masumun ve dahası küçük çocuğun kanı dinen haramdır. Bunu bilemeyecek durumda mısın? Beni öldürerek Allahın gazabını üstüne çekeceksin...v.s. " demesi lazımdı. Veya en azından "Ey Babacığım emin misin? Doğru bir karar mı bu seninki?" tarzında doğrulatma yapması gerekirdi. Nasıl ki annesi Hz. Hacer benzer bir durumda, ilk bakışta sebebi anlaşılamayın bir meselede nasıl da sorgulamış ve Allah'ın emri olduğunu duyunca ona tevekkül etmişti.

5) Saffat 105. ayette neden "Biz iyileri böyle mükâfatlandırırız" buyruluyor? Muhammed Esed madem ki bu işi Allah'ın emri, sınaması olarak görmüyor, bu kurban işinde mükafata değer olan nedir?

6) Madem olayın baştan beri Allah'la bir ilişkisi yok, (meselenin çıkış noktası Allah'ın emri değil) neden 106. ayette “Şüphesiz bu apaçık bir imtihandır.” deniliyor? Esed'e göre imtihana tabi tutan Allah değil mi? Veya imtihan nerede başlıyor?

7) Allahu Teala kıssayı neden yüzde 99.9 yanlış anlayacağımız şekilde naklediyor. Oysa bin kişiye şu kıssayla ilgili ayetleri okusak en az 999'u ayetin zahirine kapılıp (!) bu kesme işinin Allah'ın emri olduğu anlamını çıkaracaktır.

4. Çocuğunu kurban etmesi Allah'ın emriydi bunu fidye meselesinden (Saffat 107: Ve fidye olarak o'na büyük bir kurban verdik) de anlayabiliriz. Hz. İbrahim (a.s.) bitiremediği eylem için madem ki fidyeye ihtiyaç duydu, buradan onun emrolunduğu şeyi tamamlayamamış olduğunu anlarız.5. Hz. İsmail'in (a.s.) "Sana verilen emir ne ise, onu yap" dediğini nakletmiştir ki, bu, "Kendisiyle emrolunduğun şeyi yap!" takdirindedir. Bu çocuğun anlayışına göre böyleydi de denilemez. Çünkü öyle olsaydı "Hayır ey oğlum bu konuda açık bir emir almadım. Bu ancak benim yorumumdur. Bunun Allah'ın emri olduğunu söyleyemem" gibi cümlelerle çocuğunu tashih etmesi beklenirdi. (1)



7. Mehmet Okuyan: Ben bunu bir takım dinler tarihçisi arkadaşlarla görüştüm. O dönemde böyle çocukların kurban edilmesi diye bir şey mi vardı ? Evet vardı. Toplumların öyle bir şeyi var. Yani en kıymetli şeyinden mahrum bırakılmak diye. Muhtemelen Hz. İbrahim o psikolojiyle Sare'den doğma oğlunu veya Hacer'den doğma oğlunu kaybetme korkusunu içinde yaşıyordu. Muhtemelen o korkuyla rüyasında bunu görüyordu.

Cevap: Demek ki Hz. İbrahim (a.s.) millete uymuş, millet Hz. İbrahim'e değil. Oysa biz toplumlar peygambere uysun diye peygamber gönderildiğini sanırdık. Hz. İbrahim oğlunu kaybedeceği korkusu nedeniyle kötü kötü rüyalar görüyor. Daha da kötüsü bu karmaşık rüyalarının tesiri altında kalarak oğlunu kurban ediyor. İşte Mehmet Okuyan'ın peygamber tasavvuru. Acaba bu tasavvur 3 Muhammed yazarına göre 3 ten hangisine tekabül ediyor? (2) Sıradan insanlar gibi anlamsız, -haşa-şeytani rüyalar gören (3), sebepsiz yere anlamsız rüyalarına teslim olan, korkularına yenik düşen, amel etmemesi gereken delille amel eden, zannına esir düşmüş ve bu esaretten kurtuluş sebebi olan Allah'tan kesin emir (veya en azından işaret) beklemeyi aklına getiremeyen aceleci bir Peygamber Mehmet Okuyanın ki.



8. Mehmet Okuyan: Allahu Tealanın böyle bir şey emretmiş olması mümkün değil. Allahu Teala sebepsiz yere bir çocuğu babası tarafından kestirme emrini vermez.

Cevap: Senin akıl ettiğini koskoca Peygamber akıl edememiş ki Allah böyle emrediyor sanıvermiş! Sebepsiz yere bir çocuğu katletme işini üzerine vazife edinmiş ! Mehmet Okuyan'a göre Hz. İbrahim;

★ Korkularına yenik düşmüş, bilince/şuura göre değil bilinçaltına/şuuraltına tabi olmuş,
★ Sebepsiz yere bir çocuğu hem de öz çocuğunu kesmeye yeltenmiş,
★ Millete uymuş, Allah'tan gelen emri beklememiş... bir peygamber olması gerekiyor.
9. Caner Taslaman: Kuran'ın hiçbir yerinde peygamber Allah'ın emrettiği bir şeyi oğluna "bak bunu yapayım mı yapmayayım mı, sen ne söylüyorsun?" diye danışmaz.

Cevap: Caner Taslaman iftira ediyor. Ayette yapayım mı yapmamayım mı diye bir danışma söz konusu değil. Bu emir hakkında senin düşüncen nedir diye sorulmuş. Bu sualin sebebi ise:

İbrahim, kendisinin tatmış olduğu itaatin tadını oğlu da tatsın istiyor

İbrahim Rabb'inin işaretini yerine getirmek için oğlunu aldatmaya başvurmuyor. Aksine, oğluna bu emri alışılmış bir emir gibi sunuyor. Zaten bu emir, İbrahim'e göre diğer emirler gibidir. Rabb'i istiyor... Rabb'inin istediği olsun. Baş ve göz üstüne... Oğlu bunu bilmeli. Emri zorla ve mecbur ederek değil itaat ve teslimiyet içinde kabullenmeli. Böylece o da, itaatin karşılığını elde etmeli, o da teslim olmalı ve teslimiyetin tadını tatmalı. İbrahim, kendisinin tatmış olduğu itaatin tadını oğlu da tatsın istiyor. Kendisinin görmüş olduğu hayrı, dünya hayatından daha baki ve daha kazançlı olan hayrı o da elde etsin istiyor. Babasının görmüş olduğu rüyayı tasdik etmek için boğazlanma teklif edilen çocuk ne durumdadır? Oğul, kendisinden önce babasının yükseldiği ufka yükselmekte.

Çocuk: "Babacığım, sana emredileni yap, inşallah beni sabredenlerden bulacaksın' dedi." Oğul, emri sadece itaat ve teslimiyetle kabullenmekle kalmıyor, fakat bunun yanında hoşnutluk ve kesin bir inançla karşılıyor. "Babacığım" bu sözde sevgi ve yakınlık var... "Boğazlanma" durumu, onu huzursuz etmiyor; korkutmuyor ve doğru yolu kaybetmesine yol açmıyor. Hatta terbiye ve sevgisini bile sarsmıyor. "Sana emredileni yap." Babasının kalbinin hissettiklerini o daha önceden hissediyor. Rüyanın işaret olduğunu hissediyor. Bu işaretin de bir emir olduğunun farkında. Bu kadarı tereddütsüz, hileye sapmadan ve şüpheye düşmeden emri yerine getirmek ve emre uymak için yeterli. Sonra bu söz Allah'a karşı edeptir. Bu, kendi gücünün sınırını ve dayanma gücünün hududunu bilmektir. Bu güçsüzlüğüne karşı Rabb'inden yardım dilemektir. Ve kurban olurken; itaat ederken bu gücü asıl verenin Allah olduğunu bilmektir. "İnşallah beni sabredenlerden bulacaksın dedi." Oğul, kahramanlık, cesaret gösterisine kalkışmamış, umursamaksızın tehlikeye atılmamıştır. Kendi şahsında ne gölge ne hacim ne de bir ağırlık görmemiştir. Bütün yaptığı, kendisinden yüce Allah'ın dilemiş olduğu şeylere, Allah'dan yardım görmüşse ve ona sabır gücü vermişse bütün üstünlüğü Allah'a bağlamaktır. "İnşallah beni sabredenlerden bulacaksın." Allah'a karşı ne güzel bir edeptir bu! Ne hoş bir iman, ne şerefli bir itaat ve ne büyük bir teslimiyettir bu!



******

(1) http://ravzaimutahhara.blogspot.com.tr/2016/03/hz-ismailin-as-kurban-edilme-kssas.html
(2) Mehmet Okuyan'ın mezheptaşı olan İslamoğlu daha doğruya yakın bir görüşe sahip:
Evet, Görülen bir rüya var, bir rü’yet belki de, bir ilham veya ilham benzeri bir başka şey. Her ne ise adını ne koyarsak. Peygamber rüyası ya vahiydir, ya salih bir ilhamdır. Diğer rüyalardan farkı da budur. Rüya ile amel edilmez. İslam ilim tarihinin tüm otoritelerinin ortak görüşüdür. Rüya bilgi kaynağı olmaz. Ama neden olmaz, çünkü rüyanın kaynağının nereden olduğunu biz kesinlikle tespit etmekte zorlanırız. Eğer kaynağını tespit etmemiz kesin olarak mümkün olsaydı rüya bilgi kaynaklarından biri olurdu.Peygamber rüyası onun için bilgi kaynağıdır. Çünkü kaynağı sahihtir, selimdir, temizdir.

Ama onların dışında ki insanların rüyalarına müdahil olan birden çok kanal vardır. Şeytani müdahale mümkün, nefsani müdahale mümkün, bilinçaltı mümkün, içgüdü mümkün, her şey mümkün. Onun için rüya ile amel olunmaz denilir. Fakat bu rüya Hz. Peygamberin rüyası ise, bu rüya Hz. İbrahim’in rüyası ise, bu Rüya Hz. Yusuf’un rüyası ise işte o zaman başkalaşır iş. Çünkü onların yürekleri Allah’ın yed’i kudretindedir.Sabitlenmiştir. Sebbit kalbi ‘ala diynik, sebbit kalbi ‘ala muhabbetik diyen Resulallah’ın yüreğinin sabitlenmesi gibi.
Ömür sonunda gelen biricik evlatla sınanmak. Anne ve baba olmak gerekir böyle bir sınavın ne demeye geldiğini hissetmek için. Yetmez, anne ve baba olmak, bir ömrü çocuksuz, evlat hasretiyle geçirmekte gerek. Evlat hasretiyle geçen bir ömrün arkasından size ömrünüzün sonunda son bahar goncası gibi sunulan hediye olması gerekir. Hediyenin de İsmail gibi olması gerekir. Çünkü o da yetmez. Kurban edeceğiniz yavru öyle bir yavru ki adeta insanlık güzeli övmüşte yaratmış cinsinden, böyle gerekir. Bütün bunları bir araya getirdiğinizde Hz. İbrahim’in baba yüreğinin nasıl çırpındığını siz anlayabilirsiniz, veya anlayabilir miyiz acaba.

Bu bir senaryo değil dostlar. Senaryo değil, Hz. İbrahim de bir oyuncu değil. Yani ben bu senaryo da oynayayım nasıl olsa film icabıdır falan demiş değil. Yavrusunun kurbanlık koç gibi yatırdığında bittim diye davranmış. Ağır bir imtihan, çok ağır. En sakındığınız şeyle sınanmak, en çok sevdiğiniz şeyle sınanmak. Kaybetmekten korktuğunuz, tir tir titrediğiniz, üzerine kol kanat gerdiğiniz şeyle sınanmak. Sınanmak budur zaten, sınavların en çetini budur. Sakındığınız göze çöp batar, genellikle onunla sınanırsınız.

Rüyasını yerine getirdi Kad saddakterrü’ya diyordu ya, rüyanı yerine getirmiş bulunuyorsun. Çünkü kestiğini değil, kurban ederken görmüştü. Metin bu. enniy ezbehuke, inniy zebahüke değil. seni kesmiş olduğumu kurban etmiş olduğumu görüyorum değil metin. Muzari fiille geliyor. Seni kurban ederken görüyorum. İnce bir fark gibi duruyor ama ciddi bir fark. Onun için rüyanı yerine getirdin çünkü bu kadarını görmüştün zaten. Ötesini görmedin. Kesmiş olarak görmedin, kurban etmiş olarak görmedin.

inna kezâlike neczil muhsiniyn işte biz iyilik yapanları böyle ödüllendiririz. Ödülle mi, ödül 4.200 yıl öteden gök kubbeye koy verilmiş bir çığlık. İşte bugün bile bu çığlık yüreğimizin ta ortasında güm güm ötüyor. Bugün bile bu çığlığın arkasına milyonlarca kadın ve erkek dökülüyor. İnanmayan gitsin Kâbe'nin etrafından insanları seyretsin. Bu çığlığın ardına geldiler o milyonlar. 4.200 yıldan beri bu çığlık gök kubbede yankılana yankılana bir çok insanın peşine takılmasına neden oluyor. Yüz milyonların gönlünde çoğala çoğala yayılıyor. İşte ödül bu. Asıl büyük ödül bu.

https://kurantefsir.wordpress.com/2013/03/22/islamoglu-tef-ders-saffat083-182-141/

(3) "Sizden biriniz sevdiği bir rüya görürse o Allah'tandır. Bunun için Allah'a hamd edip rüyasını söylesin. Hoşuna gitmediği bir rüya görürse o şeytandandır. Şerrinden Allah'a sığınsın ve onu kimseye de açmasın. Yoksa kendisine zarar verecektir."

http://www.risaleajans.com/soru-cevap/kac-cesit-ruya-vardir

Devamını Oku »