İstanbulu Mekan Edinen Batılılar





İstanbul 18. ve 19. yüzyıllarda Batılı pek çok alim, sanatkâr ve aske­re ev sahipliği yapmış bir şehir. Bunlardan bir kısmı burada doğmuş, bir kısmı İse son uykularına burada çekilmişlerdir. Bazıları şehre aşık olmuş, defalarca gelerek farklı semtlerde uzun süreli ikamet etmiş, yazdıkları romanlara, şiirlere, çizdikleri tablolara bu şehri taşımışlardır. Bu kişilerin biyografilerinin bir kitabı çok rahatlık­la dolduracağını bildiğimden sadece kişisel olarak ilgimi çeken birkaçını bu satır­lara taşımakla yetineceğim.

Dışı Osmanli içi Fransiz bîr subay:Humbaraci Ahmet Paşa

Yolu Galata Mevlevihanesi’ne düşenler bilir. Mevlevihanenin hamuşanında yani haziresinde girişin hemen sol tarafında en köşede etrafı demir parmaklıklarla çevrili bir mezar yer alır. Söz konusu mezar, hayatı neredeyse bir film senaryosunu andı­ran Humbaraci Ahmet Paşa’ya aittir. Paşanın Fransa’nın Limousin eyaletinden Gala­ta Mevlevihanesi’ne uzanan ilginç hayatına şöyle bir göz atalım. Claude Alexandre Comte de Bonneval adı ile soylu bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelen Ahmet Pa­şa, önce Fransız donanmasında ardından da kara ordusunda eğitim alarak subay oldu. İtalya ve İspanya ile yapılan savaşlarda başarılara imza attı. Ancak bir takım nedenlerden dolayı dönemin kralı olan ve “Güneş Kral” olarak da bilinen 14. Louis ile arası açıldı. Fransa’dan kaçarak ülkesinin can düşmanı olan Avusturya’ya sığın­dı. Burada bir diğer Fransız, Prens Öjen’in hizmetinde çalıştı ve ülkesiyle yapılan savaşlarda Avusturya orduları namına önemli başarılar elde etti. Osmanlılara karşı da kayda değer başarılar kazandı. Ancak 20 yıllık bir hizmet evresinin ardından Prens Öjen ile arası açılınca kendine yeni bir sığınacak ülke arayan de Bonneval’in bu yöndeki talepleri, İspanya ve Lehistan tarafından reddedildi. Bunun üzerine 1729 yılında henüz Lale devrini yaşamakta olan Osmanli topraklarına sığındı. Bir müddet Bosna’da yaşadı ve hatta burada İslam’a geçerek Ahmet adını aldı. Lâkin paşanın Müslümanlığının samimiyet derecesi hala tartışmalıdır. Kendisinin tasav­vufa olan meyli ise bilinmektedir. I. Mahmut’un Patrona İsyanı sonrasında tahta geçmesi ile gerginleşen Osmanlı-Avusturya ilişkilerini akıllıca değerlendiren Ahmet Bey, Osmanlı ordusu için bir dizi ıslahat önerisi sununca İstanbul’a çağrıldı.



Paşalık rütbesi verilerek o sıralar Üsküdar’ın Ayazma semtinde bulunan humbaracıların eğitimi İle görevlendirildi. Paşa’nın işini hakkıyla yaptığı biliniyor. Nitekim 1736-39 yılında Osmanlı ordularının Avusturya karşısında kazandığı başarılarda onun payı büyüktür. Lâkin son dere­ce hırslı kişiliği ile tanınan ve bu nedenle de hizmetine girdiği hemen her devletin üst düzey ricaliyle çatışmaktan geri kalmayan paşa, İs­tanbul’da da rahat durmadı. Bir ara Kastamonu’ya bile sürüldü. Öm­rünün son demlerini bugünkü Beyoğlu’nda Galata Mevlevihanesi’ne yakın bir mevkide bulunan evinde geçirdi. İleri yaşına rağmen Fransa ya da İtalya’ya geçerek faaliyetlerine burada devam etmek azminde olan paşanın fırtınalı yaşamı, 1747’de ölümüyle duruldu. Bu denli fır­tınalı bir ömür yaşayan askerin, kelime anlamı “sessizler evi” olan ve ölüm sonrasındaki huzur ve asudeliğe gönderme yapan Mevlevi ha- muşanında yatması ise son derece ironiktir.



İSTANBUL DOĞUMLU BİR FRANSIZ İHTİLALİ KAHRAMANI:

Andre Chenier

İstanbul dünyaca ünlü pek çok aydın ve yazarı misafir ettiği gibi bazı önemli simalar da bu kozmopolit kentte doğmuşlardır. Galata’da, Bankalar Caddesi’ndeki meşhur Komando merdivenlerini çıkıp sola kıvrıldığınızda ve Avusturya Lisesi’ni geride bırakıp, Ceneviz podesta- larının ikamet ettiği sarayı geçip yolunuza devam ettiğinizde, son de­rece eski fakat bir o kadar da heybetli bir İş hanı İle karşılaşırsınız.

Saint Pierre Hanı adını taşıyan yapı, gerçekten de İstanbul'daki en eski hanlardan bir tanesidir. Bakışlarınızı binanın üzerinde gezdirdiğinizde gözleriniz Fransızca şu İbareye takılır: “André Chenier naquit dans cette maison le 30 Octobre 1762.” Benim gibi Fransızca fukarası İseniz o zaman çevirisini de vererek sizi bir zahmetten kurtarayım: "André Chenier 30 Ekim 1762'de bu evde doğmuştur." Yapıyı gördükten sonra bu sefer de aklınıza şu sual takılacaktır, “iyi de buranın evle ne İlgisi var?” Gerçekten de buranın evle bir ilgisi yok. Hatta yapının tarihte oynamış olduğu en önemli rol, Osmanlı Bankası’nın kurulduğu bina olması. Esasen Levanten kökenli Fransız mimar Alexandre Vallaury tarafından buraya iliştirilen kitabe, eksik malumat taşır. Zira Chenier, bu handa değil, doğumundan kısa bir süre sonra bölgede çıkan yangın neticesinde yok olan Fransız Ticaret Temsilciliği lojmanlarında doğmuştur. Zaten doğumundan 3 yıl kadar sonra da ailesi İstanbul’u terk edip Fransa’ya yerleştiğinden dolayı Saint Piere Hanı’nı hiç görememiştir. Chenier’i şöhrete ulaştıran da zaten Fransa’daki yaşamıdır.



Chenier, aydın bir aileden gelmekte idi ve annesinin Rum kökenli ol­ması nedeniyle de daha çocukluk çağlarından itibaren Helen ve Latin tarihine merak salarak bu devirlere duyduğu özlemi kaleme aldığı şi­irler yazdı. Fransız romantizminin en ünlü simaları arasında kabul edil­mesine neden olan şiirlerinin pek çoğu, ölümünden sonra basıldı. Chenier, ihtilalin gerçekleşmesine hatipliği ve gazetelerde kaleme al­dığı ateşli yazıları ile önemli katkılarda bulundu. Ancak İhtilal sonra­sında yaşanan terör devresinde İdareyi ele geçiren Jakobenleri eleş­tirdiği ve onlarla ters düştüğü İçin hakkında tutuklama emri çıkarıldı. Bir süre saklandıysa da sonunda tutuklanarak Saint Lazare Hapisha-nesi’ne gönderildi. Temmuz 1789’da devrim, en ateşli çocuklarından birini daha yiyecek ve Chenier, giyotinle idam edilecektir. İdam edil­meden önce eliyle alnını göstererek söylediği sözler, genç yazarın dramını da sergiler: “Gelecek kuşaklar İçin bir şey yapamadım. Hal­buki burada bir şeyler vardı.” Kaderin garip bir cilvesidir kİ onun ida­mından sadece iki gün sonra kendisini giyotine gönderen Robespierre liderliğindeki Jakobenler de devrilecektir. Chenier öldüğünde sadece 31 yaşındaydı.

Öğrencilerin Don İzzet Paşası

İstanbul’da sadece uzun süre yaşamakla kalmayıp burada hayata gözlerini yuman Avrupalı sanatçılardan biri de Giuseppe Donizetti ya da öğrencilerinin İfadesi İle Don İzzet Paşa’dır. Müzisyen bir aileden gelen Giuseppe Donizetti, oldukça renkli bir hayat sürmüştür. Donizetti, gençlik yıllarında bando üyesi olarak Napolyon’un ordusunda yer aldı. Hatta onun Elbe adası sürgününde ve son savaşı olan Waterloo’da hazır bulundu. Sonrasında memleketine dönerek Plyemonte ordusunda alay bandosu idareciliği yaptı.

Bu sırada Osmanlı payitahtında da köklü değişimler yaşanıyor, 2. Mahmut kılık kıyafet alanından, eğitim alanına bürokrasiden sosyal yaşama kadar uzanan sahalarda köklü reformlara imza atıyordu. Bu reform sürecinden asırlık mehterhane de etkilenmişti. Yeniçeri Ocağı kaldırıldıktan sonra o günlerin hatırasını yaşatan Mehteran’ın da ilga edilerek yerine modern tarzda bir Mızıka-i Hümayun kurulması için teşebbüslere girişilmişti.



İşte Osmanlı bandosunda hizmet verecek yetenekli ve tecrübeli hoca arayışının devam ettiği günlerde Serasker Hüsrev Paşa, İstanbul’daki Sardunya elçisinden bu konuda yardımcı olmasını İster. Bu talep üzerine Giuseppe Donizetti İstanbul’a gönderilir. Pera semtinde Asmalımescit civarına yerleşen Donlzetti’nin, burada yaşanan yangınlardan dolayı birkaç ev değiştirdiği biliniyor. Nitekim Donizetti ailesinden kalma ve bugün de giriş kapısının üzerinde “Apartament Donizetti” ibaresinin okunabildiği yapı, Asmalımescit’ten Pera Palas’a doğru yürürken sol kolda karşınıza çıkıverir.

Donizetti, İstanbul’a geldiği ilk 4 ay İçinde “Mahmudiye” adını verdiği bir marş kaleme alarak sultanın takdirini kazanmıştır. Dahası bugün de muamma olan bir biçimde söz konusu marş, 1839’da İsveç ordusu tarafından resmi marş olarak kabul edilmiştir. Avrupa’da da çeşitli de­falar basılan marş, Sultan 6. Mehmet Vahdettln’ln saltanatı dönemin­de, resmen Osmanlı milli marşı İlan olunur. Bu beste her ne kadar Sul­tan Mahmut’un İktidarı döneminde milli marş olarak kullanılmışsa da,Donizetti’nin daha sonra tahta çıkan Sultan Abdülmecit İçin kaleme aldığı Mecidiye Marşı ortaya çıkınca İkincisi İlkinin yerini almıştı.

Yaptığı hizmetler sonrasında Donizetti'nln rütbesi 1841'de miralay (al­bay). 1851de de mirlivalığa (tuğgeneral) yükseltildiği gibi hayatının son yıllarında da “paşa" unvanını aldı. Donizetti Paşa, Türk müziğinin önde gelen pek çok İsmine de hocalık yapmıştı. Sultan Abdülmecit, Dürrinigâr Kalfa ve Süleyman Paşa gibi isimler onun yetiştirdiği en önemli öğrencilerdi. Donizetti İstanbul’da başarılarla dolu yaşamını, uzun süredir mücadele etmekte olduğu kalp rahatsızlığına yenik düş­mesi nedeniyle Kırım Savaşı’nın son günlerinde, 12 Şubat 1856’da ta­mamladı. İstiklal Caddesi üzerindeki Santa Marla Kilisesi’nde gerçek­leşen cenaze töreninin ardından Harbiye’deki Nötr Dame de Sion Lise- si'nin hemen bitişiğinde bulunan Saint Esprit Katedrali'ne defnedildi. Bugün de katedralin mahzeninde bulunan lahitinin hemen arkasında şu yazılar okunabilir: “Bergamotu Giuseppe Donizetti, Bonapart’ın askeri, Legion D'Honneur sahibi, Osmanlı askeri müziği eğitmeni, Abdülmecit’in paşası, İstanbul’da 1856’da öldü.” Osmanlı hizmetindeki meşhur Batılılar içerisinde anısı en uzun süre devam eden kişilerden biri olan Donizetti’nin torunları da İstanbul’da ikamet etmeyi sürdürmüşlerdir.

Mazlum ulusların şaîri:Adam MickieWicz

Bazı şairler vardır ki yaşadıkları devirlerde maruz kaldıkları zorbalık, şiirlerine güç olarak yansır. Polonya’nın milli şairi olarak kabul edilen Mickiewicz de şiirlerini böylesi bir dönemde kaleme almıştır. Mickiewicz, 1798 yılında Napolyon savaşlarının süregeldiği bir devirde doğ­muştu. Doğduğunda mensubu olduğu Polonya ulusu özgürlüğün ne ol­duğunu neredeyse unutmuştu. Bu nedenle Polonyalılar, Napolyon’un 1812’de topraklarından geçişini büyük bir coşkuyla karşıladılar. An­cak ertesi yıl Napolyon önce Leipzig’de 2 yıl sonra da Waterloo’da ye­nilince İngiltere, Prusya, Avusturya ve Rusya'dan oluşan koalisyon güçleri Polonya’nın kaderini Viyana Kongresi’nde belirlediler. Galip devletlerin üçünün ortasında yer alan Polonya’nın akıbeti daha baş­tan belliydi. Rusya, Avusturya ve Prusya Polonya’yı kendi aralarında paylaştılar. Bu felaketler devri Mickiewicz’in düşünce yapısının oluşu­munda önemli rol oynadı.

Mickiewicz’in çağdaşları Almanya’da Goethe ve Sebiller, İngiltere’de Lord Byron, Fransa’da Victor Hugo gibi güçlü edipler idi. Bunlar, döne­min ihtilallerle geçen siyasi çalkantılarında romantik ve milliyetçi eserleri ile ihtilalin oluşumuna katkıda bulunan isimlerdi. Mickiewicz de bu ediblerden bir kısmı ile doğrudan görüşmüş ve fikirlerinden et­kilenmiştir. 1817’de daha öğrencilik yıllarında, Polonya bağımsızlık hareketi için bazı örgütlere üye olmuş, 1824te de çarlık hükümeti tarafından tutuklanarak Rusya'ya sürgün edilmişti.

Genç Polonyalı Saint Petersburg, Moskova ve Odessa gibi Rusya'nın kültürel merkezlerinde geçen bu devreyi en iyi şekilde değerlendirmiş, Puşkin başta olmak üzere dönemin pek çok aydınıyla temas kurmuştur. Sonrasında Rusya'daki dostlarının da yardımıyla 1829’da Çekoslovakya ve Almanya üzerinden İtalya’ya geçti. Almanya'da Weimar kentinde ünlü şair Goethe ile tanışma şansı buldu. Tüm Avrupa’yı kasıp kavuran 1830 ihtilallerini Mickiewicz, İtalya’da karşıladı. En kanlı çatışmalar bil hassa Polonya'da gerçekleşti ve isyancıları Rus ordusuna karşı en çok motive eden güç onun şiirleriydi. Ancak isyan Rusya tarafından şiddetle bastırıldı. Liberalizm ve işçi hareketlerinin etkisiyle patlak veren 1848 ihtilallerinde de Mickiewicz aktif rol aldı. O sıralarda İtalya’da bulunduğu için Avusturya’ya karşı mücadele eden Garibaldi’nin ordusunu destekledi. Yine burada kaleme aldığı yazılarda despotizm altında inleyen Polonyalı, Alman, Macar ve İtalyanlara birleşme çağrısı yaptı. İhtilaller Almanya ve İtalya'da görece sonuç elde ederken Doğu Avrupa halklarının kaderinde köklü bir değişime yol açmadı.



1853’te Osmanlı ile Rusya arasında çıkan savaş, bir süre sonra İngiltere ve Fransa’nın Osmanlı ile ittifak kurarak Kırım’a saldırması, Mickiewicz’e yeni bir umut ışığı sundu. Eylül 1855’te büyük despotun sonunu daha yakından görmek ve mücadelede daha aktif rol almak için İstanbul'a geldi. Bilindiği üzere Kırım Savaşı’nda 1848 ihtilalleri çerçevesinde ayaklanan ancak özgürlüklerini elde edemeyen Macar ve Polonyalılar da mütte­fik ordular safında yer almışlardı. Mickiewicz’in yapmak istediklerin­den biri de mücadeleye katılan vatandaşlarına dizeleri ile destek ver­mekti. Kendisinin İstanbul’da Saint Lazare Manastırı ile Lüksemburg Oteli’nde bir müddet kaldıktan sonra bugün Kasımpaşa semti sınırla­rı içinde kalan ve 1955’te yani şairin 100. ölüm yıldönümünde müze­ye dönüştürülen üç katlı bir evde kaldığı biliniyor. Burada geçen bir kaç ayın sonunda muhtemelen savaş nedeniyle İstanbul’a yaralı müt­tefik askerler tarafından taşınan koleraya yakalanarak ansızın öldü.

Hayata gözlerini yumduğu üç katlı evin bodrumunda temsili bir meza­rı bulunmaktadır.

İstanbul sevgîsi İçin ordudan atîlan yazar:Claude Farrer

Claude Farrer, isimleri İstanbul’la özdeşleşerek şehrin caddelerine nam olmuş İki Fransız yazardan biridir. Diğeri ise Plerre Loti'dir ki elinizdeki çalışmada onun hakkında ayrı bir yazı yer aldığından kendisi bu makaleye dahil edilmemiştir. Farrer de tıpkı Loti gibi denizcidir. İstanbul’u defalarca ziyaret etmiş ve her ziyaretinde başka mekanlarda ikamet ederek şehri tanıma yoluna gitmiştir. İstanbul’a karşı o denli yoğun duygular beslemiştir ki I. Dünya Savaşı yıllarında kendisi gibi bahriye subayı olan Pierre Loti İle beraber savaş halinde oldukları Osmanlı devletini savunan, Fransa’nın Osmanlı karşısında yer almasını büyük bir tarihi hata olarak niteleyen yazılar kaleme aldığı İçin 1919’da subaylık mesleğinden erken emekliliğe sevk edilmiştir. Bu aslında Farrer’e edebiyatla daha yakından ilgilenme ve daha çok gezme imkanı vermiştir. Yeri gelmişken hemen belirtelim kİ Farrer’in emekli olmadan önce görev yaptığı gemilerden bir tanesi de Çanakkale savaşları sırasında sulara gömülerek batan meşhur Fransız zırhlısı Bouvet’dir.



Farrer’in İstanbul’a ilk gelişi 1902, son gelişiyse 1950’dir. 1903’de ise Pierre Loti’nin idaresinde olan La Vautour gemisi İle İstanbul’a gelmiştir. Farrer, bilhassa I. Dünya Savaşı’nda Osmanlı devleti lehine kaleme aldığı yazılardan ve bunun karşılığında ödediği bedel­den dolayı Türk halkının yoğun sevgisine mazhar olmuştur. Nitekim Fransız hükümeti Milli Mücadele yıllarında onun bu popülaritesinden istifade etmeye çalışmış ve kendisi İstanbul’a gönderilmiştir. Sakar­ya Savaşı’nın kazanıldığı günlerde İstanbul’a gelen yazar, buradan Adapazarı’na geçerek Mustafa Kemal Paşa İle görüşmüş, onun niyet­lerini öğrenmeye çalışmıştır. Esasen bilindiği üzere Fransa, bilhassa Ortadoğu’daki nüfuz alanlarının paylaşımı meselesinden dolayı Ingil­tere ile ters düşmüş ve kamuoyunda da I. Dünya Savaşı’nda toprak­ları Almanlar tarafından harabe haline getirilen Fransa’nın ana kara dışında macera aramaması konusunda bir dizi propaganda faaliyeti­nin sürmesi nedeniyle Anadolu’yu terke hazır bir hale gelmiştir, ilginçtir  ki İstanbul ve Türk aşığı olarak bilinen Farrer'in M. Kemal ve kafasındaki tasanlar hakkındaki düşünceleri pek müspet değildir.

Farrer modernize olmaya başlayan Türkiye'nin şarka mahsus gizemini yitireceğinden endişe eder. Buna rağmen kendisinin çeşitli defalar Ankara ve İstanbul'a gelmeye devam ettiği biliniyor. Yazar bu gezilerdeki gözlemlerini yazılarına ve romanlarına da taşımıştır. Bugün Divanyolu'nda bir cadde, 1935'te Fransız akademisine de seçilmiş olan İstanbul sevdalısı bu yazarın adını taşır.

Sovyet devrimi sürgünü bir büyükadalı:Troçki

1917’de gerçekleşen Rus devrimi tüm dünyada büyük bir heyecana yol açmıştır. İşin ilginci bu devrim Marx’ın öngördüğü gibi işçi sınıfının en kuvvetli olduğu İngiltere, Fransa ya da Almanya gibi bir sanayi ülkesinde değil de Rusya gibi despotik bir tanm ülkesinde gerçekleşmiştir. Devrim sonrasında sosyalistlerin Bolşevik kanadı, daha ılımlı olan Menşevik kanadını tasfiye etmeye kalkmış, bu da Rusya’yı bir iç savaşın içine sürüklemiştir. İç savaş döneminde bilhassa iki isim,Bolşevik hareketin lideri Lenin ile Kızılordu’nun kurucusu ve Lenin’in halefi olarak gösterilen Troçki ön plana çıkmıştır. Lenin’in ardı ardına geçirdiği felçler sonrasında ise iktidar beklenildiği gibi Troçki’nin değil, komünist parti içerisinde ciddi bir yandaş desteği toplamayı başaran Stalin’in eline geçecektir. Troçki’nin Lenin’in bazı eylemlerini tasvip etmemesi ve Stalin’le de bazı konularda çatışması ona sürgün yolunu açacaktır.



1879’da orta halli bir Yahudi ailenin çocuğu olarak Ukrayna’da doğan ve devrimciler safına katılan Troçki, İlk sürgününü bu nedenle 1898’de çarlık rejimince Sibirya’ya sürülerek yaşamıştı. 1928’de önce ülke içinde Alma Ata’ya sürülecek ancak eleştiri ve faaliyetlerine devam edince bir yıl sonra bu kez Sovyet hudutlarının dışında yaşamaya mahkum edilecektir. Sovyet hükümeti, sürgün konusunda Batılı bazı ülkelerle yazışmaya girişmiş lâkin hiçbir ülke bu ateşli devrimciyi kabul etmeye yanaşmamıştı. Sovyetlerin aradığı olumlu yanıt Türkiye’den gelecektir. Türk hükümeti, Troçki’nin ikameti İçin Büyükada’yı tahsis etmiş ve dilediği kadar burada ikamet edebileceğini Sovyet yetkililere bildirmiştir. Türkiye'nin Troçki'yi kabul etmesinde hiç şüphe yok ki onun “Savaş komiserliği" görevinde bulunduğu yıllarda Türk milli davasına silah temini konusunda göstermiş olduğu kolay­lıklar etkili olmuştur. Her ne kadar Bolşevikler bu yardımı, Sovyet devrim ilkelerinin Türkiye'de de tutunacağı umuduyla yapmış olsalar da o yokluk günlerinde gelen destek TBMM İçin hayat İksiri vazifesi görmüştür.

Türkiye tarafından Büyükada’nın tercih edilmesinin en temel nedeni adanın İstanbul'dan uzak olması ve küçük olduğundan dolayı kontro­lünün kolay sağlanması olsa gerek. Talihin garip bir cilvesidir ki ada, aynı zamanda Bizans İmparatorluğu zamanında da sürgün yeri vazife­si görmekteydi. Troçki’nin ikametine Arap İzzet Paşa köşkü olarak da bilinen İlyasko Köşkü tahsis edilir. Köşkün önüne de bir karakol kurulur. Zira Troçki’nin Stalin ya da halihazırda Rusya’daki İç savaşı kaybettikleri için İstanbul’a kaçmak zorunda kalan Beyaz Ruslar ta­rafından bir suikaste maruz kalmasından endişelenilmektedir. Esasen bu endişe tamamen yersiz de değildir. Zira İkamet ettiği köşk 1931’de kundaklanır.

Troçki açısından ada günleri fırtınalı yaşamının en sakin safhaların­dan birisini teşkil eder. Bu devrede “Hayatım” adlı otobiyografisinin yanısıra pek çok yazı kaleme alır. Ayrıca sandalla denize açılarak ba­lık avlamak suretiyle de zihnini dinlendirir. Adada zaman zaman Geor­ge Simenon ve Emil Ludwig gibi edebiyat dünyasının ünlü isimlerince de ziyaret edilen Troçki, 15 Temmuz 1933’de adadan ayrılır. Fransa ve Norveç’in ardından bir süre de Meksika’da yaşayan Troçki, 1940’da burada hayatını kaybedecektir.



Önder Kaya – Fatih’in Müjdelenen Şehri,syf:177-185(Küre yay.)
Devamını Oku »

Modern Avrupa'nın Gelişmesinde Türk Etkisi








Prof.Dr. Halil İNALCIK

Batıda Avrupa merkezli tarih görüşünün yerini gerçek dünya tarihi kavramının almasından bu yana, dünyanın çok önemli bir bölgesinde beşyüz yıldan fazla hüküm süren Osmanlı İmparatorluğu tarihi yeni bir ilgi odağı oluşturuyor. Avrupa tarihindeki Osmanlı imparatorluğunun yeri problemi üzerine Avrupa ve Amerika’da son zamanlarda yapılan bir dizi katkı, bu artan ilginin bir işareti sayılabilir. Esas itibariyle Osmanlı belgelerinden yararlanmamaları nedeniyle yeni çalışmaların bir kısmı belli ön yargılardan arınmamış da olsa, bunlar, yeni düşünceler ve yeni yönelimleri keşfetmişlerdir.

Bu yayınların ışığında şimdi biz, mesela, Osmanlı devletinin Avrupa politikalarındaki kuvvetler dengesinde nasıl önemli bir faktör haline geldiğini konuşabiliyoruz. 1430'dan 1525’e kadar süren İtalya savaşlarının ilk dönemi sırasında bile Osmanlı devleti, İtalyan diplomasisinde önemli bir faktördü. Fr. Babinger ve J. Kissling, İtalyan arşiv materyallerine dayanan çalışmalarında, ve S. Fısher, Pfefferman, Schvvoebel, D. Vaugan konuya daha genel yaklaşımlarında, İtalyan saraylarının Osmanlı Sultanıyla ilişkileri nasıl sürdürdüğünü gösterdiler. Bu tür siyasî ve askerî konular görüşmelerle halledildiği ve asla yazıya geçirilmediği için Batı arşivlerinde konuyla ilgili fazla bir malzeme yoktur Fakat bazen bir Osmanlı askerî müdahalesi gerçekten istenmese bile, gözdağı vermek için gizli bir işbirliği söylentisi kullanılıyordu. Büyük baskı altında kalan İtalyan devletleri son çare olarak Osmanlıyı yardıma çağırma tehdidini kullandılar. 1525’de kralları İmparator tarafından tutsak edilen Fransızlar da fiilen bu İtalyan politikasına başvurdular.

Osmanlılar 1526’da Macaristan’ı işgal etmek ve 1532’de Akdeniz’de İmparatora karşı bir deniz cephesi açmak ıçin bu fırsatı memnuniyetle karşıladı, tıpkı geçmişte Venedik’e karşı İtalya’daki durumdan yararlandıkları gibi. 1480’den itibaren Osman- lılar her zaman İtalya’yı işgal etmeyi düşündüler. Kararlı bir adım için onları tereddüde götüren iki faktör, Papa ve imparator önderliğinde birleşmiş bir Avrupa’nın direniş ihtimali, ve kendi deniz gücünün bir deniz cephesi açma noktasındaki zaafı. Fakat 1537’de Kanuni Sultan Süleyman, harekete geçme zamanının geldiğini düşündü.

Daha 1531 ’de Venedik elçisi, Venedik dükasına şöyle yazıyordu: “Süleyman, ‘Roma’ya, Roma’ya’ diyor ve Sezar lakabı nedeniyle İmparatordan nefret ediyor, çünkü bu kendisinin de Sezar [Kayser-i Rum] diye anılmasına yol açıyor”. 1537 ve 1538’de Osmanlıların Adriyatik kıyılarındaki Venedik kalelerini ve Korfu adasını ele geçirme girişimleri aslında İtalya işgaline bir hazırlıktı. O zaman Fransa Osmanlı’nın müttefikiydi. Korfu kuşatması, Fransız deniz gücü tarafından desteklenmişti. Fakat Kral ve İmparator bütün Avrupa Hıristiyanlığını ilgilendiren büyük tehlikeyi gördü. 1538 Temmuzunda Francis, Charles V ile Aigues-Mortes’de barış yaptı ve dahası, Osmanlılara karşı yapılacak bir sefere katılacağına söz verdi. İki ay sonra Sultan’ın büyük amirali Barbaros, Preveze’de güçlü bir haçlı donanmasını yenmeyi başardı. Daha sonra bu zafer, Fransız ittifakı olmadan faydasız bir hale geldi.

Vurgulamaya çalıştığım şey, Osmanlılar İtalyan savaşlarının ikinci döneminde aktif bir unsur haline geldiler ve öyle bir an geldi ki İtalya için mücadele eden Batılılar, kuvvetler dengesinin Sultan lehine kaybedildiğini gördüler. Burada, Osmanlıların Fransa ittifakının değerini tamamen takdir ettiklerini ve Kralı finansal olarak da desteklediklerini ilave etmek gerekiyor. 1533’de Padişah Francis’e, Charles V’e karşı İngiltere ve Almanya prensleriyle koalisyon kurmasını sağlamak için toplam yüzbin altın gönderdi. İki yıl sonra Fransa Kralı Padışah’dan bir milyon düka altını ek talepte bulundu. Daha sonra 1555’de Fransa Kralı II. Henry, paraya sıkışınca, Fransa’da faizi yüzde 12 ile 16 arasında değişen borçlanma bonosu çıkardı ve o zaman aralarında paşaların da bulunduğu pek çok Türk bu borçlanmaya para yatırmayı kârlı buldu. Kral, Sultan’ın Yahudi vergi mültezimi Joseph Nasi’den [Yusuf Nasi] 150.000 scudo borç aldı. Kendi payına Fransa kralı, Avrupa’daki Habsburg üstünlüğünü kontrol altına alan esas güç olarak Osmanlı ittifakının öneminin çok iyi farkındaydı. 1532’de I. Francis, Venedik büyükelçisine, Osmanlı İmparatorluğunu, Avrupa devletlerinin Charles V’e karşı devamlı varlığını garanti eden yegane güç olarak gördüğünü açıkladı.

Kısacası Osmanlı İmparatorluğunun 16. yüzyılda Avrupa’daki kuvvet dengesinde ve sonuç olarak Batı’daki ulus-devletlerin yükselişinde önemli bir rol oynadığı söylenebilir. Bu rolün 1580’den sonraki dönemde İngiliz ve Hollandalıların aldığı Os-manlı destek ve teşvikinde devam ettiği görülür ki o zaman bu uluslar Habsburgların üstünlük girişimlerine karşı Avrupa direnişinin öncüleri olduklarını kanıtlamışlardır.

Onaltıncı ve onyedinci yüzyıllarda Protestan ve Kalvinistlerin desteklenmesi, Avrupa’daki Osmanlı politikasının temel prensiplerinden birisiydi. Daha 1552’de Sultan Süleyman Almanya’daki Protestan prensleri Papa ve İmparatora karşı kışkırtmaya çalıştı. Onlara gönderdiği mektupta, kendisinin bir sefer başlatmak üzere olduğunu, Almanya’ya girdiği zaman kendilerinin bir zarar görmeyeceğine yemin ettiğini söylüyordu. Melanchton, sonuçta Sultan’ın bir memuru olan İstanbul Patriği ile doğrudan temas halindeydi. Daha sonra, Aşağı Ülkelerdeki ve İspanya’ya bağlı diğer topraklardaki Lüteryan prenslere gönderdiği bir mektupta Padişah askeri yardım teklif etti ve onları kendine yakın gördü, çünkü onlar putlara tapmıyor, tek Tanrıya inanıyor ve Papa ve İmparatora karşı savaşıyorlardı. Osmanlı hakimiyeti altında Macaristan ve Transilvanya’da serbestçe Kalvinizm propagandası yapılıyordu ki bu ülkeler onyedinci yüzyılda Kalvinist ve Unitarionların kalesi haline geldi. Habsburglar üzerindeki Osmanlı baskısının Avrupa’da Protestanlığın yayılmasında önemli bir faktör olduğu gerçeği, oldukça inandırıcı bir argümandır.

Ayrıca işaret edilmelidir ki Doğu Avrupa politikalarındaki büyük bir güç olarak, o zaman bölgede hakimiyet kurmaya ve pekiştirmeye çalışan Jagellonlara ve Altın Ordu’ya karşı Moskova- Kırım ittifakım desteklemek suretiyle Osmanlılar, Moskova’nın yükselişine katkıda bulunmuştur. Osmanlılar onaltıncı yüzyıl ortalarında Moskova’nın üstünlük ve yayılmasının, Karadeniz ve Kafkasya’daki çıkarları açısından oluşturduğu tehlikeyi gördükleri zaman ise iş işten geçmişti.

Bu noktada daha ayrıntılı bir şekilde Osmanlı İmparatorluğu'nun Avrupa ile olan ekonomik ilişkilerine geçmek istiyorum.

Osmanlı ekonomisinden bahsederken, Osmanlı hakim sınıfının üretici sınıflara karşı tavrını ve geneldeki ekonomi politikası problemini gözden kaçırmamak gerekir.

Her şeyden önce Osmanlı devletinin Avrupa-Asya steplerinde modelleri bulunan göçebe imparatorluklardan birisi olmadığı vurgulanmalıdır. O, bütün o yaşlanmış idari prensipleri ve kurumlarıyla tipik bir Orta Doğu imparatorluğuydu. Öncelikle hakimiyeti altındaki yerleşik nüfusun korunması ve onların tarımsal ve ticari çıkarlarının geliştirilmesiyle ilgileniyordu. Bu politikanın esas itibariyle ekonomik zihniyete değil, devletin İmansal sonuçlarına dayandığı ilave edilmelidir. Onüçüncü yüzyılda Osmanlı sınır boyu nüfusunda göçebe unsurlar belli bir rol oynamış da olsa, Osmanlı devleti kısa zamanda, bir Ortadoğu devletinin temel yapısına sahip tipik bir İslâmî sultanlık haline geldi.

Hukuk düzeni ve hareket tarzı bu noktada hiçbir kuşkuya yer bırakmaz. Mesela biliyoruz ki, Osmanlı devletinin onbeşinci ve onaltıncı yüzyıllarda yapmak zorunda kaldığı en uzun ıç çatışma, devletin yerleşik nüfusun çıkarlarına uyarak İç Anadolu’daki Uzun-Yayla ve Fırat’tan Batı Anadolu’ya uzanan Toros sıradağları göçebelerim kontrol altına alma girişiminden kaynaklanmıştır.

Osmanlı imparatorluğunun ekonomik sistemi ve temel ekonomik prensipleri, kendisinden önce antik zamanlardan beri gelen Ortadoğu imparatorluklarındaki geleneksel devlet ve toplum görüşünden alınmıştır. Bu prensipler, yöneticilerin davranış ve politikalarını belirlediğinden, büyük ölçüde pratik bir öneme sahipti.

İslam devletinde, önceki Ortadoğu devletlerinde olduğu gibi, bütün toplum katmanları ve bütün zenginlik kaynakları, hükümdarın gücünü koruma ve artırma yükümlülüğü altındaydı. Bu nedenle, bütün siyasî ve sosyal kurumlar ve her çeşit ekonomik faaliyet, bu hedefe ulaşmak için devlet tarafından düzenleniyordu. Toplumun iki ana gruba ayrıldığı kabul ediliyordu- hükümdarın otoritesini temsil edenler (yöneticiler, askerler, din adamları) ve sıradan teb’a, yani reaya. İlk gruba mensup olanlar üretimle ilgilenmiyor ve vergi vermiyordu, ikinci gruptakiler ise üretenler ve vergi ödeyenlerdi. Devletin önem verdiği temel özellik, her bireyin kendi sınıfında kalmasıydı; bu, siyasi-sosyal düzen ve uyumun temel gereği kabul ediliyordu.

Orta Doğu devletleri, vergi gelirlerini artırmak için ekonomik faaliyetleri geliştirmenin ve reayanın bütün sınıflarında mümkün olan en büyük üretim artışını sağlamanın gereğini kabul ediyordu. Ekili toprakların kanallar açmak suretiyle artırılması, yollar, köprüler ve kervansaraylar inşa etmek ve yolcuların güvenliğini sağlamak suretiyle de farklı bölgeler arasındaki ticaretin geliştirilmesi gerektiği öneriliyordu.

Üreticiler sınıfının kendi içinde, toprağı işleyenler ve sanat erbabı, tüccarlardan farklı bir hukuk nizamnamesine tabiydi; ilk grubun üretim metotları ve kâr marjları sıkı bir devlet kontrolü altındaydı, çünkü bu toplum görüşüne göre bunlar, hayatın temel ihtiyaçlarım üreten ve bu nedenle yaptığı işler sosyal ve siyasî düzenin korunmasıyla en yakından ilgili sınıflardı. Bu yüzden, bir köylü veya bir sanat erbabının üretim metodunu serbestçe değiştirmesi tasvip edilmiyordu; faaliyetlerine sadece devlet tarafından ortaya konan kuralların sınırları çerçevesinde izin veriliyordu. Orta Doğu toplumunda, sermayedar olmaya izin veren şartları serbestçe taşıyanlar sadece tüccarlardı. “Tüccar”, bu bağlamda, bölgeler arası ticaretle veya uzak diyarlardan ithal edilmiş malların satışı işiyle uğraşan büyük iş adamı demektir. Şehirlerde kendileri tarafından üretilmiş malları satan ve bu malları ikinci elde satan ticaret erbabı “tüccar” kategorisinin dışında kalır. Tüccar sınıfı, hisbe nizamnamelerine, yani çarşıda makul pazarlığı sağlayan dinî hukuk (fıkıh) kurallarına tabi değildi.

Osmanlılarda şehzadeler için yazılan bir nasihat kitabında, onbeşinci yüzyılın ikinci yarısında kaleme alman Sinan Paşa’nın Maarı/name’sinde, hükümdara şu tavsiyelerde bulunulur:

Ülkendeki tüccarlara iyi davran; her zaman onları kolla; kimsenin onlara zarar vermesine izin verme; kimsenin onların düzenini bozmasına izin verme çünkü onların ticaretiyle memleket zenginleşir, ve onların malları sayesinde dünyada ucuzluk yayı-lır; onlar aracılığıyla Sultanın yüce şöhreti çevredeki ülkelere taşınır ve onlar tarafından ülkenin zenginliği artar.

Osmanlı mahkemeleri tarafından yayınlanmış devlet belgelerine bakarken insan, yönetimin her zaman en fazla yukarıda özetlenen prensiplerin uygulanmasıyla ilgilendiği gerçeğini şaşkınlıkla fark eder.

Osmanlı hükümetinin ticareti geliştirmeye ve tüccar sınıfının çıkarlarını korumaya gösterdiği ilgi, ifadesini çeşitli şekillerde buluyordu.

Padişahların yabancılara kapitülasyonları ıhsan etmesinin esas amacı, ticareti teşvik etmekti. Şurası vurgulanmalıdır ki, bir kapitülasyon asla karşılıklı anlaşmaya dayanan bir belge sayılmıyordu ve Padişah’ın imtiyaz ihsanı olma karakterini, aynı imtiyazları Habsburglara ve Rusya’ya vermek zorunda kaldıkları on- sekızinci yüzyıla kadar korudu. Bu fiilî değişimden önce, Padişah, karşı tarafın dostluk sözünü bozması halinde tek taraflı olarak karar verme otoritesini elinde tutuyor ve kapitülasyon geçerliğini kaybediyordu.

Padişah tarafından ihsan edilen bir imtiyaz olma özelliği kabul edilmekle beraber kapitülasyon yine de belli siyasî, finansal ve ekonomik beklentilerle veriliyordu. Belirleyici faktörler genellikle Hıristiyan dünyadan bir müttefik kazanma fırsatı, yün kıyafet, kalay, çelik ve kâğıt gibi az bulunan malları elde etmek ve imparatorluk hâzinesinin esas nakit para kaynağı olan gümrük gelirlerini artırmak idi.

Bazen iddia edildiği gibi Osmanlı imparatorluğu ekonomik olarak kendine yeten bir yapıya sahip değildi. Mesela Batı gümüşünü ithal etmek ekonomi ve finans açısından hayati önem taşıyordu. Bunun ithalatı vergi muafiyetiyle teşvik ediliyordu ve altının daha ucuz olduğu Doğu ülkelerine akışını engellemek için önlemler almıyordu. Avrupalılar, Osmanlıların Doğu Akdenizde kendi ticaretlerine bağımlı olduğunu çok iyi biliyorlardı ve kapitülasyonlardaki özel bir imtiyaz için pazarlık yapmak zorunda kaldıklarında en büyük silahları Osmanlı limanlarını boykot edeceklerine dair tehdit savurmalarıydı.

1516 ile 1550 arasında Arap ülkelerinin ilhakıyla birlikte Osmanlı imparatorluğunun ekonomik tarihinde yeni bir devir başladı ki böylece Osmanlı, fiilen Akdeniz ve Hint Okyanusu arasındaki ticaret yollarının kontrolünü eline geçiriyordu. Onaltıncı yüzyıl boyunca Ortadoğu’nun Hindistan ve Güneydoğu Asya’dan direkt olarak baharat almaya devam etmesi herkesin bildiği bir gerçektir. Osmanlı kayıtlarına göre, 1562’de sadece Mekke’den Şam’a taşman baharatlara uygulanan gümrük vergisinin miktarı 110 bin altın dukadır. İşin dikkat edilmesi gereken ilginç yanı şudur ki, orada ithal edilen baharatlar daha kuzeye gitmek üzere gemilere yüklemek amacıyla Bursa ve İstanbul’a gidiyordu. İlginç bir örnek vermek gerekirse, 1547’de yünlü kumaş satan ve büyük miktarlarda baharat alan bir Macar tüccarını Bursa’da görüyoruz.

Bu dönemde Batıda yeni yükselen ulus-devletler Fransa, İngiltere ve Hollanda, Osmanlı İmparatorluğunda ticaret imtiyazı elde etmeyi en fazla arzu eden ülkeler oldu. Doğu Akdeniz’in, eskiden olduğu gibi ekonomik kalkınma için en fazla gelecek vadeden bölge olduğu inancı vardı. 1550'lerde o zaman Avrupa’daki baharat ticaretini kontrol eden Marrano’lu Mendes ailesinin yerleşmek için Osmanlı başkentine gelmesi sadece dinî temellere dayanmıyordu.

Doğu Akdeniz’deki Venedik hakimiyetine karşı Osmanlılar her zaman rakip uluslara olumlu baktı, önce Cenevizlilere, sonra Raguzalılara ve onbeşinci yüzyılda Floransalılara.

Batılı uluslar arasında Fransızlar ilk ilerlemeyi, Yavuz Sultan Selim’in 1517’de Memlûk kapitülasyonlarını yenilemesinden sonra Suriye ve Mısır’da sağladı. Fakat Doğu Akdeniz’de gerçekten Venediklilerin yerini almaya başlamaları 1570-73’dekı Osmanlı-Venedik savaşından sonradır. Bununla beraber, 1536’deki Fransız kapitülasyonları adı verilen şey, asla bir sonuca bağlanmadı. Fransızlara verilen ilk resmi Osmanlı kapitülasyonunun yılı 1569’dur. O günden sonra diğer Batılı ülkeler Fransız bayrağı altında gemi yüzdürmek ve ticaret yapmak zorunda kaldı. Onyedinci yüzyılın başında Doğu Akdeniz’deki Fransız ticaretinin hacmi otuz Fransız livresine ulaştı ki bu o zamanın Fransa ticaretinin yarısını meydana getiriyordu.

Daha sonra İngiliz ve Hollandalılar Habsburglara karşı Fransa’dan daha da güçlü rakipler olduklarını kanıtladıkları zaman, Osmanlılar bu uluslara da kapitülasyonları ıhsan ederek yardımcı ol-makta tereddüt etmedi; İngilizlere 1 580’de ve Hollandalılara 1612’de bu imtiyazı tanıdı. 1642 ve 1660 arasındaki iç savaş dönemi dışında onyedinci yüzyılda İngilizler Doğu Akdeniz ticaretinde öncüydü. O çağa ait bir kaynağa göre ana ihracat ürünü olan İngiliz tekstili için Doğu Akdeniz pazarı üçte bir oranında genişledi ve bütün İngiliz üreticilerin dörtte biri Doğu Akdeniz’e ihracat yapıyordu. W. Sombart’ın kaydettiği gibi, Batı ekonomik yayılması için Doğu Akdeniz ticaretinin önemini kavramadan Batı kapitalizminin yükselişini anlamak mümkün değildir.

Kapitülasyon imtiyazları kademeli olarak o kadar yaygınlaştırıldı ki, Doğu Akdeniz ticareti uzmanlan olan Paul Masson ve R. Mantran, onyedinci yüzyılda yabancı tüccarlara karşı Osmanlı imparatorluğundan daha fazla liberal politika uygulayan dünyada başka hiçbir devlet bulunmadığını tam bir görüş birliği içinde vurgulayabiliyor.

Osmanlıların o zaman ticaret dengesi hakkında hiçbir fikirleri yoktu; bu fikri ilk defa açık bir şekilde tanımlanmış haliyle ancak onaltıncı yüzyılın merkantilıst İngiltere’sinde buluyoruz. Eski çağlardan kalma Orta Doğu geleneğine dayanan Osmanlı ticaret politikasına göre devlet, iç pazardaki mal hacmiyle her şeyin üzerinde kabul edilmeliydi. Öyle ki özellikle şehirlerdeki ahali ve sanat erbabı ihtiyaç maddeleri ve hammaddelerde kıtlık sıkıntısı çekmeyecektir. Sonuç olarak ithalat her zaman iyi karşılanmış ve teşvik edilmiş, ihracat ise önlenmeye çalışılmıştır. Bu nedenle bazen ihracat için daha yüksek gümrük oranlarıyla, hatta buğday, pamuk, deri ve balmumu gibi mallara konan ihracat yasağıyla karşılaşıyoruz. Gümüş ve altın ithalatını teşvik için, bunlar gümrük vergisinden muaftı ve ihracatını engellemek için her türlü adım atılıyordu.

Osmanlılar kesinlikle külçeciydiler; bu Batıdaki gerçek merkantilizm öncesindeki dönemdir. Batıdaki merkantilist ülkelerle arasındaki fark, Osmanlıların devlet ve toplumun temel dayanağı olarak lonca sistemine bağlı olmasıydı. Avrupalılar ise mamul madde ihracatının, külçeleri dışarıdan getirmenin temel bir aracı olduğunu görmüşlerdi. Daha kârlı bir ticaret dengesi kurmayı başarmak amacıyla, yerli endüstri ve ticaret organizasyonlarını kapitalist çizgide geliştirmek, daha çok mal satmak ve daha çok dünya pazarını fethetmek için ele aldılar. Bu arada, onbeşinci yüzyılda Batı ticaret dengelerindeki gittikçe artan olumsuzluğun belki de onları bu yöne ittiği ve onların merkantilist bir politika geliştirmesine yol açtığı, çünkü Doğuya ihraç edecek kıyafet ve madenlerden başka önemli bir ticaret malına sahip olmadıkları söylenebilir. Kapitülasyonlar bu modeli tamamlayıcı nitelikteydi ve şunu kaydetmekte fayda var ki, merkantilist Batı ülkeleri öncelikle Doğu Akdeniz’de kendi şirketlerini kurmak ve kapitülasyonları elde etmekle ilgilenmişti. Osmanlılar farkında olmadan modern kapitalizmin yükselmesini sağlayan Avrupalı bir ekonomik sistemin parçası oldular.

YORUM

C. M. KORTEPETER

New York Üniversitesi

Wisconsin Üniversitesi’nin desteğiyle Profesör Kemal Karpat tarafından Türk Araştırmaları üzerine düzenlenen bu konferans, önemli bir olaydır. Türkler neredeyse bin yıl Orta Doğu tarihinin hakim unsuru olmakla beraber Türklerle ilgili çalışmalar bir çok eksikliğin sıkıntısı içindedir. Bu gözlem Doğu Avrupa tarihi öğrencileri Osmanlı tarihi ve kurumlarıyla ilgili gerekli bilgi elde olmadan siyasî, ekonomik ve sosyal olayları incelemeye giriştiği zaman özellikle açığa çıkmaktadır.

Bugün Profesör Halil İnalcık tarafından sunulan tebliğin ortaya attığı Doğu Avrupa tarihinin bazı önemli sorunları üzerine kısaca yorum yapmam istendi. Profesör İnalcık, Arnavutluk defterleri, Stefan Duşan devri ve Fatih Kanunnameleri üzerine yaptığı çok iyi bilinen çalışmalarıyla, meslektaşlarıyla birlikte, Osmanlı Doğu Avrupa'sı üzerine yapılan bilimsel çalışmaların temellerini atmıştır. Reform çağı sırasındaki Osmanlı Doğu Avrupa'sı üzerine yap­tığım çalışmalar ışığında, İnalcık’ın tebliği tarafından ortaya atı­lan bazı genel sorunlar üzerine detaylı yorum getirmek isterim.

1. Kaynaklar: Profesör İnalcık, Doğu Avrupa araştırması için Osmanlı arşivlerinin merkezi önemi üzerine açıklamada bu­lundu. Bu noktaya bir itirazım olmamakla beraber, burada iki gözlemimi aktarmak isterim. Seyahat ve arşivlerde zaman ge­çirmek üzere ayırdığımız nispeten yetersiz fonlara bağımlı ol­duğumuzdan, bugüne kadar Osmanlı arşivleri Amerikan bilim adamları için girilmez bir yer durumundadır. İstanbul’a ulaşır ulaşmaz arşiv materyallerinin etkili bir şekilde kullanılabilmesi amacına yönelik olarak arşivlerdeki en önemli serilerin bir tak­vimim hazırlama hedefi orada duruyor. Bu bağlamda Prof. Benningsen ve meslektaşları tarafından Osmanlı-Rus ilişkilerinin takvimini hazırlama yönünde yapılan çalışma, fazlasıyla övgü­ye değer niteliktedir. Şurası da açıktır ki, Osmanlı arşivlerinin dışında, Avusturya, Macaristan, Romanya, Polonya, Rusya vs. gibi ülkelerde de resmi belgeler arasında büyük bir bilgi depo­su, araştırmacıları bekliyor. Bu materyalin büyük bir kısmı sis­tematik bir düzene konulmuş durumdadır ve çoğu basılmış versiyonları ABD kütüphanelerinde kullanımdadır. Burada Hurmuzaki, Veress, Abrahamovicz ve Dorev’in kolleksiyonları kayd edilebilir.

2. Avrupa'da Kuvvet Dengesi: Profesör İnalcık’ın belirttiği gibi Doğu Avrupa’daki Osmanlı varlığı ve faaliyetleri Avrupa tari­hindeki olaylara sıklıkla nihai katkıda bulunmuştur. Bazı yüz­yıllarda Osmanlı hükümetinin bugün geri besleme (feedback) adı verilen kapasiteye sahip olduğu açıktır. Yanı bir köylünün şikayeti hükümetin en yüksek mevkilerinde duyulabiliyordu ve çoğunlukla bir çözüm yolu bulunuyordu. Dahil! planda impa­ratorluğun çöküşü belki de idari Şikayetname sürecinin bozul­duğu günlerden başlatılabilir. Osmanlılar, kendi çağlarında Do­ğu Avrupa ile olan ilişkilerde büyük oranda bir esnekliğe sahip olduklarına dair de bize kanıtlar sunuyor. Macaristan toprakları bir eyalet (Budin Beylerbeyiliği) veya bir vasal (Erdel veya Transilvanya prensliği) olarak yönetildi. Yerli Prensler Erdel, Eflak ve Boğdan’ı idare etti. Osmanlılar onların dış işleri, gümrük ge­lirleri ve savaş ve barışla ilgili işlerini kontrol altında tuttu (Erdel’deki bazı istisnalar dışında). Kırım Tatarlarına, Osmanlıların Polonya-Litvanya, Moskova veya İran’la olan ilişkilerini rahat­sız etmedikçe steplerde ve Tatar politikalarında serbestlik ta­nınmıştı. Uzun vadeli düşünüldüğünde, Osmanlılar böyle bir politik esnekliği korudukları için övülmelıdir, moral anlamda ise asıl övgüyü hak eden, millet sistemi, düşük gümrük vergile­ri ve imtiyaz veya kapitülasyon kavramını getiren İslâmî uygu­lamalardır ki bunlar Osmanlıların hızlı bir şekilde modernleşmesini veya dinî azınlıkların Osmanlı politikalarının içine çe­kilmesini engellemiştir.

3. Ekonomik ilişkiler: Profesör İnalcık aynı zamanda Osmanlıların Avrupa ile olan ekonomik ilişkilerinin ana hatlarına de­ğindi. Osmanlılarla Avrupalılar arasındaki ticaret ve alış verişin hukukî durumu hakkında ayrıntılı bir inceleme için öğrenci, Profesör İnalcık tarafından yazılan “İmtiyazat” maddesine (Encyclopaedia of Islanı III, 1179-1189) başvurması konusunda uyarılır. Osmanlı İmparatorluğu gıda maddeleri bakımından açık bir şekilde kendine yeterliydi fakat bazı stratejik hammad­de ve ateşli silahların kıtlığını çekiyordu. Bu nedenle Osmanlıların, İngiltere’de terkedilmiş manastırların çatılarından kur­şun, Fransa ve İsviçre’de ateşli silahlar, Erdel maden ocakların­da gümüş, Kafkaslarda demir cevheri, ipek ve köle, Moskova’da kürk ve Kürt aşiretleri bölgelerinde güherçile peşinde olduğunu görüyoruz. Aynı zamanda biliyoruz ki Osmanlılar koyun, ma­den cevheri ve hububat ihracatını dikkatli bir şekilde kontrol ederken, Venedik, Polonya ve bu ülkeden İngiltere’ye domuz ve büyük baş hayvan ihracatını teşvik etti. Osmanlı fetih modeli incelenirken kritik mineral ve insan gücü kıtlığının önemi göz ardı edilmemelidir.

4. Şiilik, Reformasyon ve Osmanlı Liderliği Problemi: Ne var ki bu bölgeye siyasî bir birliğin parçası olarak bakmadan, birisinin dikkatini Doğu Avrupa veya Osmanlı İmparatorluğu’nun herhangi bir bölgesinde yoğunlaştırması yeterli değildir. En ka­pasiteli Osmanlı liderleri, sadece Avrupa’daki değil, Asya ve Kuzey Afrika’daki sıyası ve ekonomik konularla da ilgilenebile­cek durumdaydı. Onaltmcı ve orıyedmci yüzyıllarda Osmanlı liderlerinin geldikleri yer, başta Arnavutluk, Bosna, Macaristan vs. olmak üzere Doğu Avrupa, çoğu devşirme sisteminin ürünü olan Osmanlı liderlerinin siyasi stilini etkilemiş gibi görünü­yor. Neredeyse hiç fire vermeden Sultandan ordu komutanları­na kadar Osmanlı liderleri Protestan reformasyonuna destek verdi ve Doğu Avrupa’nın köylü ve kentli sınıflarını korumaya çalıştı. Bu aydınlanmış politika bu haliyle neredeyse onsekızinci yüzyıla kadar Macaristan’ın Türklerin elinde kalmasını ga­rantiledi ve Habsburglar’dan gelen güneydoğu kanadında dinî ve siyasî birliği yeniden kurma yönündeki her türlü girişimi bütünüyle tahrip etti.

Reformasyon, Hıristiyan dünyanın birliğine kökten ve kalıcı bir darbe vururken, aynı dönemde Osmanlılar, Safevi İran Devle­tinin yükselişinden ve Osmanlı İslam Sünniliğine tamamen tezat teşkil eden Oniki imam doğması ve epistemolojisi tanımlamasın­dan kaynaklanan benzeri bir iç mücadele ile karşı karşıyaydı, il­ginçtir ki çoğu Avrupa kökenli olan Osmanlı liderliği, Hıristiyan reformist görüşlerine karşı hassas davranmış görünürken, Şii öğ­retisine bağlı olduğundan şüphelendiği Osmanlı vatandaşlarına karşı aşırı bir sertlik ve acımasızlık sergilemiştir. İşin merak edi­lecek yanı, bu düşmana karşı basit bir uzlaşma problemiyle ken­di insanları arasındaki bir sapkınlığı bastırma arasındaki bir tezat mı sözkonusu yoksa Osmanlı eliti aslında daha iyi anladığı ko­nulara daha hukukî yollarla mı yaklaştı? Bunlar sık sık kendi ana dilleri olan Balkan dillerinde entrikalar hazırlıyor veya görüşme­ler yapabiliyordu.

Açıkçası Osmanlı İmparatorluğunun Avrupa'daki önemli siya­si ve sosyal gelişmelerle olan ilişkisi henüz yeterli ilgiyi görmüş değil. Osmanlı Avrupa ilişkileri temel problemine gelecek araş­tırma ve tartışmalarla ilgili programda yer vermek bu konferan­sın boynun borcudur.

Çeviren: Kemal Kahraman

Kaynak:Kemal Karpat-Osmanlı ve Dünya,Timaş,syf:87-103
Devamını Oku »

Halksız İhtilal:Tanzimat



Kuruluş Felsefesi

Osmanlı İmparatorluğunu ortadan kaldırmak için yürütülen derin iktidar mücadelesine geçmeden önce, Osmanlı’nın kuruluş felsefesine kısaca bir göz atmak gerekiyor. Zira Tanzimat sonrası başlayıp günümüze kadar süren derin iktidar mücadelesinin altında yatan sebeplerin en önemlisi, imparatorluğun kuruluşunda benim­sediği ‘teokratik’ yönetim şekliydi. Bizzat Tanzimat Fermanında yer aldığı orijinal şekliyle; “Devlet-i Aliyye, bidayeti zuhurundan beru ahkam-ı celile-i kura’niyye ve kavanin-i şer’iyye” üzerine kurulmuş bir devletti. Yani imparatorluk, kuruluşundan beri Kur an-ı Kerim’i anayasası yapmış, şer-i hukuk kurallarını benimsemiş ve idari yapı­sını Sünni İslam geleneği üzerine inşa etmişti. Beyliği oluşturan Osmanoğulları, Oğuzların Kayı boyundandı. Yani özbeöz Müslüman/ Türk sentezinin katıksız temsilcileriydi.

Türklerin sekizinci yüzyıldan itibaren kendi istek ve arzularıyla başlayan İslamiyet’le tanışma dönemi, Karahanlılar, Gazneliler, Sel­çuklular ve nihayet Osmanlı’lar ile devam etti. Türklerin Müslüman­lığı kabul etmesinde hiçbir dış etki ve zorlama olmadığı gibi, devleti yönetenler de halkına şeriat hükümlerini tepeden dikte ettirmemişlerdi. Tavanla taban arasındaki ortak payda İslamiyet idi. Yükselme döneminde tahta geçen her başarılı padişahın arkasında bir din bil­gini, manevi bir denetçi bulunuyordu. İmparatorluğu kuran Osman Gazinin arkasında kayınbabası Şeyh Edebali, İstanbul’u fetheden Fatih Sultan Mehmet’in arkasında hocası Akşemsettin, Kanuni Sul­tan Süleyman gibi çetin bir padişah karşısında bile “Padişah emriyle na-meşru olan nesne meşru olmaz”(1) diyebilecek kadar ilim haysiyeti olan bir Şeyhülislam Mehmet Ebussuud Efendi vardı.

İşte imparator­luğun ‘kuruluş felsefesi’ olan bu düstur; başta Haçlı zihniyeti olmak üzere, İslamiyet karşıtı tüm kesimleri hep rahatsız edegelmişti.

Bu yüzdendir ki, Osmanlı’nın teokratik rejimini yozlaştırarak seküler hale getirmek için yürütülen çabalar, imparatorluğun yıkılışı­na kadar devam etti. Devlet-i Aliyyenin çöküş dönemini fırsat bilen akbabalar, devletin dinini değiştirmesini açıkça söyleyebiliyordu. Rus Çarı I. Nicola, Rusya’ya elçi olarak gönderilen Damat Halil Paşa aracılığıyla İkinci Mahmut’tan ‘din değiştirmesini’ istememiş miydi? Çar şöyle diyordu: “Efendinize söyleyiniz.'' Bugünkü felaketli gün­lerden kurtulması için en kestirme çare, dedelerinin dininden vaz­geçmektir. Niçin Müslümanlığı bırakıp Hıristiyanlığı seçmiyor? Zira tebaasının çoğunluğu Hıristiyan’dır...”(2) Osmanlı’nın Hıristiyan olma­sını yalnızca Çar I. Nicola istememişti. Aynı çağrı, Avrupalı devletler tarafından Sultan Abdülaziz’e de yapılacaktı.

1860’lı yıllardaki Avrupa kabinelerinin hemen hepsinde hakim olan düşünce şuydu: “Osmanlı İmparatorluğu, Bizans’ın din değiştir­miş şeklidir. Bu imparatorluğun 33 milyonluk nüfusundan sadece 14 milyonu Müslüman’dır. 18 milyon Hıristiyan ile bir milyon Yahudi’nin yaşadığı bir memlekette iktidar artık Hıristiyanlara geçmelidir. Os- manlı devri, Bizans’ta sadece bir hanedan değişikliğinden ibarettir. Ya bu hanedan Hıristiyanlık dinini kabul etmeli ya da bir Hıristiyan hanedan Osmanlı tahtına oturtulmalıdır”(3) Elbette Avrupa’nın istedi­ği gibi Osmanlı din değiştirmedi. Ancak 18 Temmuz 1923 tarihinde Teşkilat-ı Esasiye’deki bazı düzenlemeleri yapmak için toplanan Bü­yük Millet Meclisinde, Türkiye Cumhuriyetinin dininin ‘Hıristiyan­lık’ olması için teklif verilmesi üzücü bir gerçekti.(4)

16.yüzyıl itibariyle dünyanın en güçlü devleti olan Osmanlı İmparatorluğunda yapısal düzen sarsılıp toplumsal parçalanmalar başlayınca, ilk olarak Anadolu’daki Celali İsyanları baş göstermişti. Ancak imparatorluktaki güçlü yapı hâlâ etkin olduğu için, rejime yönelik faaliyetleri susturabiliyordu. Sonraki yıllarda devlet kadro­larına ehliyetsiz kişilerin getirilmesi, tımar sistemindeki bozulma ve Avrupa’daki teknik gelişmeler baş gösterince, toplumsal tepkiden zi­yade bir aydın örgütlenmesi başladı. Devlette görevli bazı bürokrat­lar, kendilerince bu çözülmeyi önlemek için çeşitli faaliyetlere girişti. Muhalif hareketler, kurulan gizli cemiyetlerle yürütüldü. Batı tarzı yaşam ve yönetim şeklini Osmanlıya uyarlamakla, bu çöküşün dur­durulacağına inanan bir aydın tipi oluştu.

Bu bağlamda Tanzimat, Osmanlı’daki yeni’ yaftası altında zehir­li ihtilalci akımların imparatorluğa enjekte edilme dönemiydi. Bazı aydınlar ve devlet yöneticileri; Devlet-i Aliyyenin içine düştüğü zor durumdan kurtulabilmesi için, felsefesini ve bakış açısını Batıdan alan ve Osmanlı medeniyeti ruhuna ters düşen yeni fikirleri, reform­ları çare olarak görüyordu. Bu yönelişlerden biri, Sultan Abdülaziz döneminde ortaya çıkan ‘Yeni Osmanlılar’ muhalit hareketi; diğeri ise, Sultan İkinci Abdülhamid döneminde başlayıp fiili olarak 1918 yılına kadar devam eden İttihat ve Terakki örgütlenmesiydi. Her iki cemiyet de gizli olarak kuruldu, faaliyetlerini yine gizlice sürdürdü. Cemiyet üyeleri, Batılı oryantalistlerce Osmanlıdaki kötü gidişin durdurulmasının Batı tarzı bir rejim değişikliği ile sağlanabileceğine inandırılmıştı.

18.yüzyıl Avrupa’sında etkin rol oynayan büyük devletler, Tanzimat’tan beri Osmanlı’yı parçalayacak her türlü fikri maddi ve manevi olarak destekledi. Sözde devletin kötü gidişatını durdurmak için kurulan bütün muhalif cemiyet ve gizli örgütlenmeleri, kendi çıkarları doğrultusunda kullandılar. 1860’lı yıllarda irili ufaklı baş­layan muhalif hareketler, önce yurt içinde başlamış gibi görünse de, filizlenip büyüdüğü yerler hep Avrupa’nın önde gelen başkentleri olmuştu. Paris’te başlayan Alliance Israelite üniverselle hareketi ile, ‘Yeni Osmanlılar’ muhalif hareketinin aynı tarihlerde başlaması bir tesadüf değildi. Cemiyet, sözde birlik ve beraberliği sağlamak adına benimsediği “Osmanlıcılık” fikriyle imparatorluktaki çözülmeyi hız­landırırken; bir Yahudi örgütlenmesi olan Alliance Israelite üniver­selle de, imparatorluktaki çöküş süreci sonrasına adam yetiştirmek’ için yoğun bir eğitim faaliyeti içerisine girmişti.

Öncelikle basm yoluyla muhalefete başlayan Yeni Osmanlılar Ce­miyeti, ‘ülkeyi kurtarma’ adına Batının etki ajanlığını’ üstlenmişti. Hedef; milletin iradesiyle oluşan bir devlet yerine, azınlık iradesine dayanan bir devlet modeli oluşturmaktı. Fransız İhtilalinin getirdiği “Özgürlük, Eşitlik, Kardeşlik” üçlemesi; Yeni Osmanlılar Cemiyeti üyelerince Osmanlıya “Hürriyet, Müsavat, Uhuvvet” olarak uyarlan­dı. Nihai hedef olarak ise, bu üçlemeye bir de rejimin değiştirilmesi anlamına gelen ‘Usül-i Meşveret’ kelimesi eklendi. Bunun kayna­ğını da Kur’an-ı Kerim’de geçen “Onların işi, aralarında meşveretli- dir”(5) ayetine dayandırıyorlardı. Oysa dikkatten kaçan ya da Cemiyet üyelerinin bilerek çarpıttığı önemli bir nokta vardı. Şura suresi 38. ayetin başında geçen ‘beynehum’ yani onlar’ gizli öznesi vardı. ‘On­larla ifade edilen, Müslümanlardı. Fakat Cemiyet’in savunduğu par­lamenter sistem, sadece Müslümanlardan oluşmayacaktı.

Cemiyet, kelimelerin seçiminde azami dikkat sarf ediyordu. Zira Müslüman mahallesinde salyangoz satmanın zorluğu ortadaydı. He­deflerin gerçekleştirilmesi için özellikle îslami terimler maske olarak kullanıldı. Geçmişin terimlerini kullandıkları zaman, onları geç­mişteki anlamlarında kullanmadıkları bir gerçekti. Mesela ‘ümmet’ kelimesi, batı anlamında ‘nation yani millet anlamındaydı. İçtihat, Cemiyet in lügatında parlamento yasası demekti. ‘Meşveret’ demokrasi anlamındaydı.6 Aynı taktiği İttihat ve Terakki Cemiyeti üyeleri de başarıyla uygulayacaktı. Mesela İttihat ve Terakki Cemiyetinin en önemli propaganda organı olan gazetenin adı ‘Meşveret’ idi. Sul­tan II. Abdülhamid’in dindar kişiliğini iyi bilen İttihat ve Terakki Cemiyetinin beyin takımından Ahmet Rıza Bey, şeriatın ‘meşveret’ usulünü emrettiğini anlatmak için sultana az mı dil dökmüştü.

Ne var ki Sultan Abdülhamid, hiçbir zaman bu oyuna gelmeye­cekti. Yaşadığımız yüzyıl penceresinden bakıldığında; Cemiyet’in dillendirdiği “hürriyet, eşitlik, kardeşlik” gibi ‘masumane istekler son derece haklı görülebilirdi. Ancak, Yeni Osmanlılar Cemiyeti üyelerinin yaşadıkları dönem içerisinde kendilerine sormayı unut­tukları basit bir soru vardı: Kime özgürlük? Kime eşitlik? Kiminle kardeşlik ve neden Meşveret? Bu soruların cevabını sadece Cemiyet üyeleri değil, onlar için “İyi niyetli çocuklardı” diyen resmi tarihçiler de yıllardır bilinçli olarak görmezden geldi. Zira Cemiyet’in başlattı­ğı yenilik’ hareketinin sorgulanması demek, cumhuriyet inkılapları­nın da eleştirisi anlamına gelecekti.

Her şeyden önce, Osmanlı’da bir sınıfsal ayrım yoktu. Hakim bir sınıf vardı. Bu hakim sınıf, Müslüman Türkler ve diğer Müslümanlardı. Dolayısıyla kendi kanunları ve hakları çerçevesinde özgürdü­ler. Öyleyse Cemiyet üyelerinin istediği özgürlük, Müslümanlar ve Müslüman Türkler için olamazdı. Kuruluş felsefesi gereği Müslüman Osmanlı tebaası, gayrimüslimlerle vergilerde eşit değildi. Bu, yürür­lükteki kanunların sistemin kurucu unsurlarına sağladığı doğal bir haktı. Devletin kurucu unsuru olan Müslüman Türklerle, asli tebaa sayılan diğer Müslümanlar arasında hiç bir ayrım yoktu. Öyleyse, eşitlik de Müslüman ve Müslüman Türkler için değildi.

Kardeşliğe gelince; Osmanlı’da bir ecnebinin horlanması, ezilme­si görülmüş vaka mıydı? İmparatorluk kanunlarının kurucu unsur­lara tanıdığı haklar, kanun önünde ecnebilerin eşitsizliği’ anlamına gelmiyordu. Osmanlı topraklarındaki gayrimüslimlerin durumları­nı anlayabilmek için, öncelikle Devlet-i Aliyye’nin onlara uyguladığı politika ve Müslüman halkın gayrimüslimlere bakışını iyi tahlil et­mek gerekiyor. Osmanlı yönetim anlayışı içinde bu unsurların her birine ‘millet’ dendiği gibi, oluşturulan sisteme de ‘millet sistemi’ adı verilmişti. Osmanlı millet sisteminin en temel özelliği; farklı inanç­lara sahip milletlere, kendi inançlarının ve hatta hukuklarının ge­rektirdiği şekilde yaşama imkanı tanımasıydı.(7) Dolayısıyla Osmanlı idaresi altındaki her millet, başlarındaki patrik, hahambaşı ve met­ropolitleri ile kendi dini ve sosyal işlerinde hür ve özerk bir şekilde yaşayabiliyordu.

Bu milletler, kendilerine tanınan bütün hâk ve hürriyetlere, ay­rıca savaş durumunda düşmanlara karşı korunmalarına karşılık, Osmanlıya sadece cizye(8) vermiş, böylece hem insanlık onurları hem de can ve malları emniyete alınmış olarak asırlarca huzur içinde ya­şamışlardı. Oysa aynı dönemde Rusya ve İngiltere sömürgesinde ya­şayan milyonlarca Müslüman olmasına rağmen, siyasal yönetimde hiç bir Müslüman temsilci yoktu.

Buna karşılık, Osmanlı İmparatorluğunda 1839 Tanzimat Fermanıyla başlatılan, 1856 Islahat Fermanı ve 1876 Kanun-i Esasi ile devam ettirilen entegrasyon politikası başlatılmış, bütün Osmanlı tebaası “Osmanlı Vatandaşlığı” bağıyla hem fiilen, hem de hukuken birleştirilmek istenmişti. Askerlik, vergi, eğitim ve idare kadrolarına gayrimüslimler de kabul edilerek, sözde Türklerin yükü hafifletilmek istenmiş, Hıristiyanlarda ise, sadakat duygusu oluşturmaya çalışıl­mıştı. Ne var ki, bütün bu gelişmelerin yaşandığı yıllarda alınan bu tedbirler, daha eğitimli olan Flıristiyanların işine yarayacaktı. Mese­lenin başka bir ilginç yönü ise, Avrupa devletlerinin Osmanlının iç işlerine karışmasına mani olma adına atılan bütün bu adımlar, hem Avrupa’yı hem de gayrimüslimleri memnun etmediği gibi, Müslü­manların devlet tarafından bir kenara itildikleri duygusuna kapılma­larına ve ciddi tepkiler ortaya koymalarına sebep olmuştu.

Sonuçta; sözde devleti kurtarmak için ilan edilen Tanzimat ve Islahat Fermanları, imparatorlukta asli unsur olan Müslüman te­baayı ikinci sınıf vatandaş durumuna düşürmüştü. Gelin o günleri imparatorluk terbiyesi almış, yeniliklere açık ama kendi vatandaş ve kültürünü küçümsemeyen, gerçek bir Osmanlı aydını olan Ahmet Cevdet Paşa’dan dinleyelim:

“Bu Ferman'ın hükmünce teba'a-i müslime ve gayr-i müslime  kâffe-i hukukda (her türlü hak ve hukukta) müsâvî olmak lâzım geldi. Bu ise ehl-i islâma pek ziyâde dokundu. Mukaddemâ musâlahaya esas ittihaz edilmiş (barışa esas kabul edilmiş) olan mevadd-ı erba'adan (dört maddeden) birisi Hıristiyanların imtiyâzâtı mes'elesi olup ancak istiklâl-i hükûmete dokunulmamak şartı ile mukayyed idi. Şimdi ise imtiyaz bahsi geride kaldı, bi'l-cümle hukuk-ı hükûmette teba'a-i gayr-i müslime ehl-i islâm ile müsâvî addolunuverdi. Ehl-i islâmdan birçoğu Âbâ ve ecdâdımızın kanıyla kazanılmış olan hukuk-ı mukaddese-i milliyyemizi bugün ga'ib ettik. Millet-i İslâmiye millet-i hâkime iken böyle bir mukaddes hakdan mahrum kaldı. Ehl-i islâma bir ağlayacak ve mâtem edecek gündür deyu söylenmeğe başladılar.

Teb'a-i gayr-i müslime ise ol gün raiyyet silkinden (vergi veren tebaa, azınlık olmaktan) çıkıp millet-i hâkime ile tesâvî (eşitlik, denklik) kazanmış olduklarından anlarca bir yevm-i meserret idi. Lâkin patriklerin ve sâir rüesâ-yı rûhâniyyenin tavzifleri (ruhanî liderlerin görevlendirilmeleri, tayinleri)  Ferman'da münderic olduğundan anlar dahi hoşnud olamadılar ve bir de öteden beri Devlet-i Aliyye'de ehl-i islâmdan sonra rumlar ve ba'dehû ermeniler ve ba'dehû yahudiler derece derece mu'teber oldukları halde bu kerre cümlesi bir raddede tutulacaklarından rumların bazıları Devlet bizi yahudilerle beraber etti. Biz İslâm'ın tefevvukuna (üstün tutuluşuna) râzı idik  deyu i'tiraz eylediler.

Binâenaleyh ol gün hava nasıl puslu ise arz odasında Ferman okunurken hazır olanlardan ekseri abûsü'l-vech (asık suratlı, somurtmuş) idi. Ancak bizim ziyy-i islâmda (müslüman kılığında) bulunan birtakım alafranga çelebilerin yüzlerinde eser-i beşâşet (güler yüz, neşe) görülüyordu ve bu makulelerden (bu cinsten) birtakım yâdgârlar(edepsizler) dahî Teba'a-i gayr-i müslime ehl-i islâm içine yayılıp mahalleler mahlût olıcak (mahalleler karışık hâle gelince) emlâkimizin fiatı terakkî ve medeniyyet tevessü' eder (emlâkimizin değeri artar, medeniyet yaygınlaşır) dedikleri ve bu vechile izhâr-ı memnuniyyet etdikleri (memnuniyet gösterdikleri) işidildi ve görüldü.

Elhâsıl bu Islahat Fermanı'ndan dolayı millet-i islâmiyye dil-gîr (kırgın, gücenik) olarak vükelâ-yı hâzırayı  fasl ü mezemmet eder oldular." (Devrin kabine üyelerini, yetkililerini çekiştirdiler, kınadılar)(9)

Şimdi gelin “Tanzimat batıcılığına tepki olarak ortaya çıktığı” iddia edilen Yeni Osmanlı Cemiyetinin, saraydan talep etmiş olduğu meş­veret’ sitemine yakından bakalım. Cemiyet üyeleri, doğrudan dillendi- remedikleri ‘demokrasi’ ve cumhuriyet’ kelimelerinin yerine, ‘Usul-ü meşveret’i kullanarak parlamenter bir sistem istiyorlardı. Peki meşve­ret, yani oluşturulacak bir parlamenter sistem kimin işine yarayacak­tı? Biz kime yaramayacağını ortaya koymak için, Cemiyet’in usül-i meşveret’ taleplerinin doruk noktasına vardığı bu yıllarda, Osmanlı coğrafyası üzerinde yaşayan etnik kimlik istatistiklerini verelim. 18. yüzyılda Osmanlı sınırları içerisinde toplam 33 milyon kişi yaşıyordu.

Bunların 14 milyonu Müslüman, 18 milyonu Hıristiyan ve 1 milyonu da Musevi kökenliydi. Seçim sistemine dayalı bir parlamenter rejim, Yeni Osmanlılar Cemiyeti üyelerinin deyimi ile usul-ü meşveret’ ku­rulduğunda, oluşacak meclisteki çoğunluk kimde olacaktı? Elbette Hıristiyanlarda. Dolayısıyla parlamenter sistemi Avrupalı devletlerin desteklemesi doğaldı. İşin ilginç tarafı, Cemiyet üyelerinin parlamen­ter sistemi savundukları zaman, örnek aldıkları büyük Avrupa devlet­lerinin hemen hiç birinde parlamenter sistem yoktu. Fransa, İngiltere, Almanya, Rusya, Avusturya... Hepsi imparatorluktu.

Halka Rağmen Halkçılık

Fransız İhtilaliyle başlayan küresel ölçekli ulusalcı akımların, Osmanlı İmparatorluğunu derinden etkilediği bir gerçekti. İmparator­lukta yaşayan etnik kimliklerin ulusal bilinçlerindeki dalgalanmalar,devletin hakimi olan Türklerin de bir “kimlik” arayışı içerisine gir­melerine neden olmuştu. Yüzyıllardır hakimi oldukları devlet etnik parçalanmaya doğru giderken, bir “Türk” bilincinin oluşması elbette normaldi. Hiç şüphesiz Yeni Osmanlılar Cemiyeti ve İttihat Terak­ki içerisinde vatanını canından çok seven, şehadet şerbetini içmek için Anadolu’da, Balkanlarda, Arap yarımadasında ölüme meydan okuyan nice yiğit vatan evlatları vardı. İmparatorluğu düştüğü kötü durumdan kurtarıp, eski günlerine döndürmek isteyen samimi Ce­miyet üyelerinin sayısı hiç de az değildi.

Ancak sorun, kuruluş felsefesi çerçevesinde milli olan bir siste­mi onarıp yeniden yükselişe geçme ideali yerine; rejimi yozlaştırma ve hatta değiştirme yoluna gidilmiş olmasıydı. İmparatorluğu içine düştüğü kötü durumdan kurtarmak için ortaya çıkan Jön Türk ha­reketi, Üst Aklın devreye girmesiyle tamamen rejimi değiştirme ha­reketine dönüşmüştü. Osmanlı’da rejim karşıtı muhalefeti başlatan Yeni Osmanlılar Cemiyeti ile, İttihat ve Terakki Cemiyetinin izlediği politikalara ve dönemin objektif verilerine bakıldığında; her iki Ce­miyetin de rejimi değiştirmek için çalıştıkları açıkça görülüyordu. Osmanlı arşivine hakim tarihçi/edebiyatçı yazar İbnül Emin Mahmud Kemal İnal, Tanzimat dönemi muhalif hareketin amacını şöyle açıklıyordu: “Ali Paşanın ağır ve ezici politikasına nihayet vermek ve devlette bir idare-i ahrarane vazeylemek... Bunu için evvelâ Ali Paşayı ıskat ve saniyyen onun yerine usul-i cedideyi tervil ve hürriyyetkar idareyi temin edici bir heyet tedarük ve ikame eylemek.. .”(10)

Kendisi de Yeni Osmanlılar Cemiyetinin aktif bir üyesi olan Ebuzziya Tevfık de İbnül Emin Mahmud Kemal İnal ile aynı görüş­leri paylaşıyor: “...O günkü müzakere, idare-i mutlakanın idare-i meşrütaya tahvili için ittihaz olunacak tedabir-i evleviyyeye, yani bir cemiyyet-i inkılabiyye teşkiline teşebbüs hakkında cereyan eder...”(11) Yine Tanzimat muhaliflerinin kıdemli üyesi Namık Kemal ise, Hür­riyet gazetesinde yazmış olduğu bir makalede, ne istediklerini şöyle açıklıyordu:"... biz usül-i meşveret istiyoruz, meclis-i şura-yı ümmet talebindeyiz. Onda her mezhebden adam bulunacak, hükümete ne­zaret edecek; umum halk hürriyyet-i siyasiyyesine malik olacak...”

Her ne kadar resmi tarih tezini oluşturanlar Tanzimat aydın ha­reketini “iyi niyetle” başlatılmış bir hareket olarak gösterseler de, bu ‘iyi niyet’ tanımına katılmak pek mümkün gözükmüyor. Zira söz ko­nusu muhalif hareket, her şeyden önce milli olmadığı gibi, halk taba­nına da dayanmıyordu. Jön Türk hareketinin tüzüğü, teşkilatlanma biçimi ve mücadele sahası hep ‘dış* eksenliydi. Cemiyet kuruluş fel­sefesini İtalyan ihtilal örgütü Carbonari'den, tüzüğünü ise Lehistan Gizli Cemiyetinden almıştı. Tanzimat süreciyle saraya karşı başlayan muhalif hareket, Avrupa ülkelerinin yanı sıra, küresel Büyük Mason Localarının da tam desteğine mazhar olmuştu.12 Cemiyet üyeleri, fi­kirlerini toplumsal sorunların doğuşundan değil, Batılı oryantalist­lerin paşa konaklarında verdiği ‘ihtilal’ derslerinden alıyordu.

Öyle ki, söz konusu muhalif harekete Avrupa’da yüklenen anlam ile, Türkiye’de yüklenen anlam bile birbirinden farklıydı. Muhalefet Avrupa’da “Jön Türkler” olarak tanınırken, Osmanlı’da “İttifak-ı Ha­miyet Cemiyeti” olarak biliniyordu. Avrupalıların Osmanlı için dü­şündükleri muhalefet tarzı, farklı milletlerin yaşadığı imparatorluğa “milliyetçilik” fikirlerini aşılamak ve anayasal bir düzene geçerek re­jimi değiştirmekti. Osmanlı’daki rejimin değişmesini halk istemedi­ği için, ihtilalci yöntemlerin kullanılması kaçınılmazdı. Zira Fransız ihtilalinde değişikliği halk isterken, Osmanlı’daki yenilik ve rejimi değiştirmeye yönelik çalışmalar halka rağmen yapılmıştı. 'Tanzimat Fermanı, Islahat Fermanı ve meşrutiyet süreçleri halk iradesiyle de­ğil, halk iradesini gasp eden elit bir zümre tarafından gerçekleşti­rildi. Elbette halk desteğinin olmadığı bir rejimi yerleştirmek kolay olmayacaktı. Öncelikle halife/padişahın tüm Müslümanlar adına kullandığı egemenlik hakkı, saraydan alınıp bürokrasiye verilmeliy­di. Bunu da Tanzimat süreciyle başaracaklardı.

İlk Paralel Devlet Yapılanması

Osmanlı İmparatorluğu yönetim sistemi, algı operasyonu için yazılmış tarih kitaplarında anlatıldığı gibi keyfiliğe dayanmıyordu. Osmanlı Devletinin yönetim felsefesi ve idari yapılanması, İslami devlet ve Orta Asya’dan Anadolu’ya kadar intikal eden Türk töresi­ne göre şekillenmişti. Beylik döneminde bile dini renge bürünen ve devletleşmeyle birlikte bünyesinde kurumsal ve bürokratik düzlem­de dine büyük önem veren Osmanlı’lar, yönetimlerini en üst kade­meden en alt kademeye kadar dini alanın kapsamında görmüş ve kendinden önceki İslam devletleri gibi kurumlarını İslam esasları üzerine kurmuşlardı. Elbette padişahın kanun koyma yetkisi bulun­makla birlikte; bu kanunların şeriata aykırı olmaması esastı. Osmanlı padişahları genellikle kendilerini hukukla sınırlamışlar ve hakim hukuk olan şeriattan ayrılmamaya özen göstermişlerdi.

Osmanlı İmparatorluğunda siyasal iktidarı meşrulaştıran başlıca unsur şeriattı. Şeriatın düzenleme yaptığı bir alanda, ona bağlı kal­makla yükümlü padişahın düzenleme yapma yetkisi yoktu. Padişah, atacağı önemli adımlarda, uygulayacağı kararlarda Şeyhülislamdan fetva almak mecburiyetindeydi. Ayrıca kanunlar, örf ve adetler padi­şahı da bağlamaktaydı. Daha sonra Osmanlı dönemini itibarsızlaştırmak için hazırlanan tarih kitaplarında anlatıldığı gibi, padişahın tek başına mutlak bir otoritesi söz konusu değildi. Padişahın mutlak otoritesi; öncelikle şer-i kurallar, ulemanın onayı, kurulu düzen ve gelenekler tarafından sınırlandırılmaktaydı.

Osmanlı devletinde çok açık konularda bile padişahlar yal­nız başlarına karar vermemiş, çeşitli divan ve kurullarla müşavere, birlikte karar verme yoluna gitmişti. Padişahlar, dönemin bilgin­lerinden faydalanmışlar, kararlarm şeriata uygunluğu hususunda Şeyhülislamdan onay almışlardı. Başında Şeyhülislam’ın bulunduğu ulema sınıfının en önemli görevi, siyasi otorite ve iktidarın yaptıkla­rının, uyguladığı siyasetin İslam hukukuna uyup uymadığını denet­lemekti. Yani padişahların aklına estiği gibi davranma lüksü yoktu. Padişahın örfi karar ve uygulamaların dahi İslam hukukuna uygun olması gerekiyordu. Öyle ki, Osmanlı döneminde hukukun en üstün makamı olarak tanınan Şeyhülislama, padişahı azletme yetkisi veril­mişti. Yine Osmanlı Devletinin ilk dönemlerinden itibaren, devlet işlerinin yürütülmesinde birinci derece sorumlu organ Divan-ı Hü­mayun da önemli bir istişare kuruluydu.

Devletin siyasi, idari, mali, hukuki her türlü işleri burada padişah adına görüşülüp, onun adına karara bağlanırdı.

Adli ve idari uygulamalardaki gevşeklik, bürokrasideki yapının bozulması ve Avrupa’daki sanayinin gelişmesiyle gerileme dönemi­nin başlaması; imparatorluğu değişim ve dönüşüme zorlamak is­teyenlerin eline büyük bir koz vermişti. Savaşlarla bir türlü yıkılıp parçalanamayan imparatorluk, seküler hukuk sistemi ve ulusalcı akımların bünyeye enjekte edilmesiyle yozlaştırılabilirdi. Altı yüzyıl­lık bir hükümranlığa son vermenin savaş yoluyla gerçekleşmeyece­ğini bilen Haçlı/Siyonist ittifak, imparatorluğun yönetim sisteminin kendilerine benzetilmesiyle amaçlarına ulaşacaklarının farkındaydı. Bunu gerçekleştirmenin yolu ise, ‘reorganizasyon adı altında impa­ratorluğun milli uygulamalarını, gelenek ve göreneklerini, hukuku­nu yeniden tanzim etmekten geçiyordu. İşte bu projenin adı; Tanzi­mat Fermanıydı.

Sözde halklar arasındaki eşitliği sağlamak amacıyla, bir Üst Akıl tarafından ilan edilen Tanzimat Fermanı, aslında ilk paralel devlet’ yapılanmasıydı. Bu da Osmanlı’daki siyasal rejimin değiştirilmesi için atılan ilk adım demekti. İmparatorluğun içişlerine doğrudan karışabil­mek için yenilik adı altındaki ayrıştırıcı fikirlerin Devlet-i Aliyye’ye sokulması, Tanzimat süreciyle oldu. Gerek Tanzimat Fermanı, gerek­se Islahat hareketleri, imparatorluğun gerçek sahipleri, yani ‘millet-i hakime' olarak adlandırılan Müslümanlar için değil; Hıristiyanları koruma, hatta ayrıcalıklı hale getirme çabasıydı. Karma mahkemeli rin kurulması, Hıristiyan halkın vermiş olduğu cizyenin kaldırılması Hıristiyanların da mecburi askerlik statüsüne dahil edilmesi ve misyo. nerliğin serbest bırakılması, gayrimüslim kitlenin imparatorluk içeri, sinde çok daha etkili hâle gelmesine neden olmuştu.

Ancak dönemine göre ‘radikal’ değişiklikler olarak sayılması ge­reken bu tavizler, Avrupalı devletleri yine de memnun etmemişti. Osmanlı’yı Hıristiyanlaştırmak için psikolojik savaş yürüten lngiü2 Büyükelçisi Stratford Canning, din özgürlüğünün hâlâ sağlanamadı­ğını iddia edip ‘Türklerin Müslüman kalarak’ asla Avrupalı olama­yacağını söylüyordu.(13) Elbette Stratford Canning’in ‘din özgürlüğün­den anladığı şey; Protestan misyonerlere tam bir Müslüman avlama fırsatının verilmesiydi. Fransız büyükelçisi ise; Müslüman Türklerin Avrupalılaşması için Fransız dilinin, medeni kanununun ve milli eğitim sisteminin alınmasını öneriyordu. Tanzimat, gerçekte impa­ratorluktaki azınlıklara eşit haklar vermeyi değil, azınlıkları siyasi otoriteye ortak etme projesiydi. Zira imparatorluktaki gayrimüslim­ler, din ve diğer konularda zaten fazlasıyla özgürdü. Gayrimüslimle­rin can, mal ve ırzları bütünüyle İslam hukukunun emniyeti altın­daydı. Endüstri, tarım ve ticaret alanında büyük haklara sahiptiler.

Kelime olarak ‘düzenleme’ anlamına gelen Tanzimat; kavram ola­rak siyasi, idari, iktisadi ve sosyal hayatta topyekun bir değişimi ifa­de ediyor. Karakteri itibariyle yarı anayasal bir belge olan Tanzimat Fermanı, orijinal metnindeki ifadesiyle “Devlet-i Aliyyemiz'in bidâyet-i zuhûrundan beri ahkâm-ı celîle-i Kur'âniyye ve kavânîn-i şer'iyye” ile yönetilen bir imparatorluğun, söz konusu fermanla beşeri sisteme geçişi demekti. Tanzimat süreci; sadece anayasal bir döneme geçi­şi sağlamakla kalmamış, yeni bir nesilin ve vesayetçi bir bürokratik zümrenin doğmasına da neden olmuştu. Sözkonusu fermandan bir yıl sonra yayınlanan ceza kanunnamesiyle, Osmanlı’daki tüm tebaa eşit hale gelmişti. Buradaki “eşitlik” kelimesi günümüzde kulağa hoş ve adil gelse de, Osmanlı idari sistemi için tam bir yıkımdı. Zira Av­rupalılar için Tanzimat’ın anlamı; askeri/teokratik bir temel üzerine kurulmuş Osmanlı’yı, ortaçağ devlet şeklinden, bir seküler Avrupai devlet şekline inkılap ettirme hamlesiydi. İşte bu proje de, devlet içe­risindeki yüksek bürokratlardan oluşturulan “paralel devlet” eliyk hayata geçirildi.

Her şeyden önce Tanzimat milli bir proje değildi. Fikirsel altyapısı ve uygulaması, Batılı devletlerin diretmeleriyle olmuştu. “İttihad-ı Anasır” diye projelendirilen bu düşünce, dönemin Batılı büyük dev­letlerine aitti. Fermanın Osmanlı’daki tatbikini sağlayan başta Mus­tafa Reşid Paşa olmak üzere, hemen bütün bürokrat takımı Avrupa görmüş kişilerdi. Fermanın gerek hazırlanmasında, gerekse uygu­lanmasında başrol oynayan devletler, Fransa ve İngiltere’ydi. Fransa Hariciye Nazırı Juies Favre, İstanbul’daki büyükelçisine gönderdiği talimatta; “Evvelce olduğu gibi, Bab-ı Ali’ye vermekte devam edece­ğimiz nasihatlerde, bütün tebaa için aynı ihtimam ve hukuku isteye­rek diğer herhangi bir vasıtadan daha müessir bir surette Hıristiyan­ların vaziyetini yükseltmeye yardım edebiliriz”(14) diyordu.

Nitekim Tanzimat süreciyle birlikte; Osmanlı’da gayrimüslimler etkin bir konuma geldi. Vilayet Kanunu ile idari meclislere gayrimüs­limlere de seçilme hakkı verildi. Osmanlı idari sisteminde önemli bir yere sahip olan “Şura-yı Devlet’e çok sayıda gayrimüslim dahil oldu. Devletin en kritik noktalarına Hıristiyanlar gelmişti. Öyle ki, dönemin Tanzimat yanlılarından Ziya Paşa bile bu durum karşısında çileden çıkmış, Tanzimat’ın üç silahşöründen biri olan Ali Paşaya şöyle isyan ediyordu: “Hıristiyanlardan paşalar, balalar, ulalar yaptın. Bunlardan Şura-yı Devlet, Divan-ı Ahkamı Adliye yaptın. Bunlara Hıristiyanlardan nice azalar koydun”(15) Tanzimat, Batı basınında da büyük yankı bulmuştu. Batı basını süreci manşetlere çekip alkışladı. Fransız gazetelerine göre bu vesika; “Osmanlı’nın muasır medeniyet yoluna girmesini mümkün kılacak müesseselerin temelini atmaktay­dı. Bu Batı medeniyetinin bir zaferiydi”(16)

.....

Uşakların Efendisi

Pek çok tarihçi tarafından ‘Lord Stratford Canning’ ismine sıkça rastlanmasına rağmen, her nedense bu etki’ ajanı sürekli görmez­den gelindi. Oysa Canning öldüğünde, îngilizler onun mezar taşma “İngiltere’nin Doğudaki Sesi” diye yazacaktı. Dahası, imparatorluğun başkentinde dönen bütün dolapların altında hem onun parmağı var­dı, hem de Üst Aklın Osmanlı’daki en büyük temsilcilerinden biriy­di. Mesela Tanzimat’la oluşturulan “paralel devlet” yapılanması onun eseriydi. Mustafa Reşid Paşa eliyle devletin yüksek kademelerine yerleştirdiği bürokratlar sayesinde, istediği uygulamaları kolaylıkla yaptırabiliyordu. Öyle ki dönemin Vezir-i Azamları ve Bab-ı Ali me­murları, onun karşısında el pençe divan duracak kadar korkarlardı(38) kendisinden. Stratford Canning, gerek Tanzimat öncesinde, gerekse sonrasında elde ettiği Osmanlı bürokratları sayesinde imparatorluğun siyasetini etkileyen, yönlendiren en önemli kişilerden biriydi bütün bunlara rağmen Canning’in görmezden gelinmesinin sebebi resmi tarih tezi oluşturulurken geçmişin karanlık noktalarının ör­tülmek istenmesinden kaynaklanıyordu.

Zira Tanzimat’la başlayıp cumhuriyetin ilanına kadar devam eden ‘değişim ve dönüşüm’ su recinin dayandığı temel felsefe, Canning e kadar uzanıyordu. ‘Koca’ Mustafa Reşid Paşa ve ‘Hürriyet Abidesi’ Mithat Paşanın bir ‘yabancı efendisi’ olduğu bilinmemeliydi.

Mustafa Reşid Paşayı parlatıp, Osmanlı’daki bütün yüksek mev­kilere o getirmişti. Getirmekle kalmadı, yıllarca iktidarda kalmasını sağladı. Mustafa Reşid Paşa da bu hizmetlerinin karşılığında, görevde olduğu sürece onun sözünden hiç çıkmadı. İmparatorluk içerisinde ‘halka rağmen halkçılık” yapan, milli olmayan düşünceleri tepeden halka zorla benimseten, kısacası vesayetçi bir zümrenin türemesini sağlayan ondan başkası değildi. Gerçi Canning, aynı dönemin bürok­ratları, daha doğrusu Tanzimat’ın en önemli emir kulları’ Ali Paşa ve Keçecizade Fuat Paşayı pek sevmezdi. Ama, ‘höt’ dediği zaman her iki paşanın da yürekleri oynardı. Onlar da en az Mustafa Reşid Paşa kadar Batı taklitçisi ve tepeden inmeciydi. Tek farkları, İngiltere’den daha çok Fransa aşığı olmalarıydı.(39) Asıl adı Mehmet Emin olan Ali Paşa, Sultan Abdülmecit ve Sultan Abdülaziz dönemlerinde toplam sekiz yıl üç ay on dokuz gün sadrazamlık yaptı. Osmanlı’da Hıristiyanları ‘egemen güç’ haline getiren Islahat Fermanını Canning ve diğer yabancı devlet büyükelçiliklerinin emriyle’ o yayımlamıştı.

Tanzimat’ın emir kullarından, bir başka deyişle Mustafa Reşid Paşa ekibinden Keçecizade Fuat Paşa’dan da biraz bahsetmek gereki­yor. Hani şu Fransa İmparatoru Üçüncü Napolyon’un sonsuz istekle­rine dayanamayıp: “Haşmetmeab, siz bendenize başka bir devlet gös­terebilir misiniz ki üç yüz senedir dışarıdan sizlerin, içeriden bizlerin devamlı tahribine direnebilmiş. Evet, üç yüz senedir siz dışarıdan, biz içeriden bu devleti yıkamadık” diyen Hariciye Nazırı... Millet vergiler altında kan ağlarken, tıpkı diğer Tanzimat paşaları gibi ko­nak ve yalılarda lüks hayat süren Fuat Paşa... Abdülaziz saltanatında iki kez sadrazam ve toplam on yıla yakın Hariciye Nazırlığı (dışişleri bakanlığı) yapmıştı. Mustafa Reşid Paşanın teşvikiyle siyasete girdi. 1854’ten itibaren Tanzimat reformlarını planlamakla görevlendiri­len Fuat Paşa, Meclis-i Ali-i Tanzimat üyeliği ve birkaç kez de bu meclisin başkanlığında bulundu.

Bir Fransız’dan ayırt edilemeyecek kadar Fransız’dı. Keçecizade Fuat Paşayı ve kişiliğini en güzel anla­tan İbnül-Eminden dinleyelim: “Kaddü kametde (boy pos) olduğu gibi talakat-ı lisaniyede, zerafetde, şetaretde, nükteperdazlıkda, hazır cevablıkda, pervasızlıkda da babasının tam varisi idi... Hazır cevablığı, cüret ve cerbezesi, her şeyde sürat ve serbestiyi iltizam etmesi, aleyhinde söylenen sözlere kulak vermiyerek yalnız varacağı noktayı nasb-ı nazar eylemesi, muvaffakiyetini teshil etdi.(40) Başka bir yazara göre de, “Tamamıyla Avrupa tabı ve meşrebine malik, gayet latifegü (esprili) Parislilere taş çıkarırcasına zarif bir zat idi. Baston ve çaket gibi Avrupa adat ve usuline ziyade taklid buyurdu.”

Biz tekrar “uşakların efendisi” Stratford Canninge dönelim. Osmanlı başkentinde kesintili olarak görev yaptığı yirmi yıl boyunca yönetimin her kademesinin işine karışmış, Islahat Fermanı da onun baskısı sonucu kaleme alınarak yayınlanmıştı. Canning, Bab-ı Ali’de ‘sağlam’ bir ekip kurduktan sonra, hemen hemen istediği her kanu­nu çıkartmıştı. Mesela değişmesini istediği en önemli kanun, Kuran esaslarına dayanan ceza kanunu maddelerinden biriydi.

Osmanlı’da dinden dönenlere uygulanan ölüm cezasını beğenmiyordu. Ona göre bir Müslüman rahatlıkla Hıristiyan olabilmeliydi. Dolayısıyla Canning’in ilk etapta yapmak istediği şey; “gerektiğinde Kuran ya­sası da değiştirilebilirmiş” algısı oluşturmaktı. Bunu da hatıralarında şöyle özetleyecekti: “Üzücü bir olay. Osmanlı Hükümeti’nin ilkele­rinde olmasa bile, törelerinde yeni bir değişikliğe yol açtı.”(41) Stratford Canning, Osmanlı’daki şeriat kanunlarını kolayca değiştirirken, ken­di dini olan Hıristiyanlığın yayılması için de elinden gelen tüm im­kanları kullanıyordu. Onun tek amacı; Osmanlı Devleti’ndeki tüm Hıristiyanların eşit ve Müslümanlardan daha ayrıcalıklı konumda olmalarını sağlamaktı. Bu işi de büyük ölçüde başaracaktı.

Lord Stratford Canning, İngiltere Dışişleri Bakanlığında başla­mıştı bürokratlık hayatına. Daha sonra 1808 yılında İstanbul’a Bü­yükelçi olarak atanan Robert Adair’in yanında ikinci katip olarak çalıştı. Bu sırada Türkiye’yi yakından tanıma fırsatı buldu. Gözlem kabiliyeti yüksek, Osmanlı yönetim sistemini iyi bilen sadık bir İngi­liz bürokratıydı. Aynı zamanda fanatik bir Hıristiyan’dı. Bu fanatik­liğini eleştirenlere cevap için “Neden Hıristiyanım?” isimli bir kitap bile yazacaktı. İşte onun bu özellikleri, İstanbul’a büyükelçi olarak atanmasını sağladı. Robert Adair’in 1810 yılında İstanbul’dan ayrıl­masıyla birlikte, Canning büyükelçi oldu.42 Ancak Canning o dönem İstanbul’da sadece iki yıl kaldı. Londra’ya geri dönmüştü. Başta ABD, Rusya, İsviçre ve Danimarka olmak üzere, birçok farklı ülkede görev yaptıktan sonra yine Türkiye’nin yolunu tutacaktı.

Şimdi çok daha tecrübeliydi. Üstelik Osmanlı payitahtında ya­pacağı daha pek çok işi vardı. 1824 yılında İstanbul’a ikinci defa büyükelçi olarak atandı. Gelir gelmez de Osmanlı’nın siyasi ve ida­ri yapısını değiştirecek organizasyonların içine girdi. Canning, Osmanlı geleneksel yönetim sistemini değiştirecekleri ve iktidar erki, ne ortak edecekleri sadık bir ekip arıyordu. îlk tanıştığı kişilerden biri, Mustafa Reşid Paşa olmuştu.(43) Yani Canning ile Mustafa Reşid Paşanın tanışmaları, Tanzimat sürecinin çok öncesine dayanıyordu. 1858 yılına kadar aralıklı 20 yıl sürecek olan büyükelçilik dönemin­de, hep paşa ve ekibinin arkasında durdu. Mustafa Reşid Paşa, cam sıkıldığında çoluk çocuğuyla bu İngiliz Büyükelçisinin yanında so­luğu alacak kadar ona yakındı. Stratford Canning, İngiltere hükü­metinden ‘Lord’ payesini de Osmanlı İmparatorluğundaki ‘başarılı’ çalışmalarından dolayı aldı. Mustafa Reşid Paşa ve ekibiyle genelde gizli’ görüşür, buluşurlardı.

Bu görüşmeleri Canning şöyle anlatıyor: “Baltalimanı’ndaki görüşmelerimizde sık sık buluşmayı kararlaştır­mıştık. Gelgelelim, açıkta bir devlet adamı Türkiye’de ayağını denk atmayı bilmeliydi; yabancı bir diplomatla münasebeti şüpheye yol açacağından, başka birinin evinde gizlice buluşuyorduk. Bu görüş­melerin sonucu olarak kabinede değişmeler yapıldı. Reşid Paşanın her vesileyle dost, güçlü bir yardımcı olduğuna aklım yattı. Devrim meselelerinin çoğunda kafa birliği ettik.”(44)

Lord Stratford Canning, Tanzimat Fermanının gerçek mima­rı ve Mustafa Reşid Paşanın emir hocasıydı. Sultan II. Mahmut ve özellikle Sultan Abdülmecit dönemlerinde yapılan tüm ıslahatla­rın, batılılaşma ve yenileşme çabalarının mimarı, perde arkasındaki yönlendiricisi ve aleni teşvikçisiydi. Katoliklerin, Ortodoksların ve Protestanların eşit Hıristiyanlar olarak, Osmanlı Devletinin asli un­suru Müslüman Türklerle eşit olması için tam 50 yıl boyunca uğraş verdi. Protestan İngiliz ve Amerikan misyonerlerinin okullar, hasta­neler açması ve Osmanlı Devletinin her köşesinde teşkilatlanması­nı sağlamak için bütün imkanlarını kullandı. Öyle ki, 1858 yılında İngiltere’ye dönerken ‘hizmetlerinden ötürü padişahın şahsına he­diye ettiği arazinin üzerine bir Protestan Kilisesi yaptıracak kadar da dini inançlarına bağlıydı.

Stratford Canning’in Osmanlı’daki en yakın çalışma arkadaşı, hiç şüphesiz Mustafa Reşid Paşaydı. Osmanlı’nın bütün içişlerine Mus­tafa Reşid Paşayı kullanarak müdahale ediyordu. Osmanlı’da uygu­lanan tüm yenilik faaliyetlerinin gizli mimarıydı. Kendisi de bir Jön Türk üyesi olan Ahmet Saib, Stratford Canning’i şöyle anlatıyordu: “...İngiltere’nin İstanbul sefiri Canning’in viikelay-ı Osmaniye’ye adeta efendilerinin uşaklarına ettikleri muameleden çok daha fark­lı bir muamelede bulunmadığı, o günün evrak-ı siyasasını mütalaa edenlerce malumdur, öyle ki Canning’in yazdıklarına göre, Canning Babıali’de boy gösterdiği zaman memurları bir korkudur alıyordu.

Vezir-i azam bile acele toparlanıp arzularını öğrenmek üzere telaş ve tereddütle bu azılı İngiliz’e koşuyordu.”(45)

Hiç şüphesiz Tanzimat Fermanı, resmi tarih tezine göre “çöküşün engellenmesi için yapılan iyi niyetli reformlar” ve “imparatorlukta­ki çağdaş hukukun başlangıcı” olarak görülüyor. Ne var ki bu süreç dönemin şarlarına göre değerlendirildiğinde; imparatorlukta uygu­lanan 540 yıllık bir şeriat hukukunun bilinçli şekilde değiştirildiği ve gayri milli uygulamaların topluma dayatıldığı gerçeğini değiştir­miyor. Zira o gün yapılan idari değişiklikler, bugünkü Cumhuriyet rejimini şeriat hukukuna dönüştürmek kadar radikal bir değişimdi. Lord Stratford Canning’in bizzat anılarını yazan Stanley Lane Poo- le göre, Tanzimat Fermanı Devlet-i Aliyye’nin ‘ilerlemesi’ için değil, gerçekte Türklerin Hıristiyanlaştırılmasını, en azından Türkiye’nin Hıristiyan medeniyetine yaklaştırılmasını hedefliyordu.46 Çünkü Canning’e göre; Türklerin Müslüman kalarak Avrupalı olmaları mümkün değildi.(47)

Canning’in bundan tam 165 yıl önce dile getir­diği gerekçelerle, Avrupa Birliğinin (AB) yıllarca Türkiye’yi içine al­mama gerekçelerinin başında din anlayışının olması ilginç değil mi? Ya da Cumhuriyetin kurulduğu yıllarda, Büyük Millet Meclisinde devletin dininin ‘Hıristiyanlık’ olması için yapılan teklifler(48) bir rast­lantı olabilir miydi?

İngiliz Elçinin İlk Derin Devlet Denemesi

Üst Aklın Türkiye’deki temsilcisi Stratford Canning, dışa bağım­lı vesayetçi bir bürokratik zümre oluşturmakla yetinmedi, Musta­fa Reşid Paşa üzerindeki hakimiyetini kullanarak, Osmanlı’nın ilk Gizli Polis Teşkilatını da kurdurup dolaylı yoldan kendine bağladı. Zira başkent İstanbul’daki derin iktidar savaşının sürekliliğini sağla­yabilmenin yolu, devletin kılcal damarlarına kadar sızacak gizli bir istihbarat örgütünün kurulmasından geçiyordu. Aslında saraya bağlı yürütülen devletin geleneksel bir jurnalcilik sistemi vardı ama, bu Canning ve Mustafa Reşid Paşanın işine gelmiyordu. Çünkü saray hafıyeleri, topladıkları bilgileri genellikle doğrudan padişaha veri­yordu. Eğer profesyonel bir istihbarat teşkilatı kurulup bürokrasiye bağlanırsa, İngiliz Büyükelçi Stratford Canning, imparatorluk içeri­sinde olup bitenleri yasal kılıf’ altında takip etme imkanına da ka­vuşmuş olacaktı.

Konu hemen Mustafa Reşid Paşa ile görüşülüp karara bağlandı. Zaten Reşid Paşanın itiraz etme gibi bir şansı yoktu. Onun her dediği bir emir sayılırdı. Canningden gerekli talimatı alan Paşa, hemen pa­dişahın yanma gidip durumu arz etti. Ancak saray, Canning’in öneri­sine hiç de sıcak bakmamıştı.49 Fakat emir büyük yerdendi. Ne yapıp edip, Canning’in bu talebi yerine getirilmeliydi. Derhal geçerli bir sebep bulundu. Padişah Sultan Abdülmecid’i ikna etmek için, “Balkan­lardaki muhtemel ayaklanmaları gözlemek” bahanesi öne sürülecek­ti. Kurulacak Gizli Polis Teşkilatı, Devlet-i Aliyye’nin Balkanlardaki bekası için bilgi toplayacak, içeride de muhalefeti izleyecekti!

İşin içerisine Osmanlının kanayan yarası Balkanlar girince, pa­dişah ikna olmuştu. Yine İngiltere Büyükelçisi’ Stratford Canning’in dediği oluyor, bir ülkenin istihbarat örgütü bir yabancı büyükelçi ta­rafından kuruluyordu. Mustafa Reşid Paşa, derhal Avrupa’da görev yapan Osmanlı elçilerine talimat vererek, Avrupa’daki istihbarat ör­gütleri hakkında rapor hazırlamalarını istedi. Kısa sürede gönderilen raporlar incelenerek gerekli altyapı hazırlandı. Artık Osmanlının ilk Gizli Polis Teşkilatı kurulmuştu. Teşkilatın başına da bir Rum olan Civinis Efendi getirildi. Yıllarca St. Petersburg’ta kalmış ve orada Çariçenin hizmetinde bulunmuş Civinis Efendi, karanlık bir kişilik­ti. Türkiye ile yollarının kesişmesi de en az teşkilatın başına getirilişi kadar ilginçti. İngiltere Büyükelçisi Canning’in Türk istihbaratının başına getirdiği Civinis Efendi, Rus Çariçesinin özel hizmetinde bu­lunduğu sırada, Rus muhafızlarından birinin elmaslarını çalmıştı.

Hırsızlık olayının Civinis Efendi tarafından yapıldığı anlaşılınca, o da imam kıyafeti giyinip soluğu Anadolu’ya kaçmakta bulmuştu. Rus ajanlarının ensesinde olduğunun farkına varan Civinis Efendi, bir süre camilerde vaazlar verdikten sonra tekrar ortadan kayboldu. Bu sefer ‘Comte Riveroso’ ismine sahte kimlik düzenletip, zengin bir Italyan turist olarak Ege adalarına yerleşmişti. Sonra her nasıl olduy­sa bir yolunu bulup, İstanbul’a geldi. İşte binbir surat tescilli hırsız, Canning’in önerisiyle albay rütbesi verilerek yeni kurulan Gizli Polis Teşkilatının başına getirildi. Böylece, Rum asıllı, Fransızca ve İtal­yanca bilen, yıllarca Rus Sarayında çalışmış biri, İngiliz elçisinin is­teği ile Osmanlı Gizli Polis Teşkilatının ilk şefi olmuştu.

Gizli Polis Teşkilatını kuranlar arasında bir başka ilginç isim daha vardı: Ahmet Rasim Paşa... Babası da kendisi gibi Yeniçeri olan Ahmet Rasim’in, annesi de bir Rum’du. Atina’da Hıristiyan inançlarına göre yetiştirilen Ahmet Rasim, İstanbul’da ajan olarak çalışıyordu. Evlilik yoluyla akrabalık bağı kurduğu Mithat Paşa, onu ajanlıktan paşalığa kadar yükseltmeyi başarmıştı. İki gayrimüslimin başında bulunduğu bu Gizli Polis Teşkilatı, kurulduktan sonra devlet yararına hemen hiç­bir faydalı iş yapmadı. Zira Osmanlının Gizli Polis Teşkilatı, Canning ve Mustafa Reşid Paşanın şahsi hesapları için çalışan gizli bir örgüte dönüşmüştü. Dolayısıyla ne Balkanlardaki çözülme engellenebilmiş ne de İstanbul’da dönen tezgahların önüne geçilebilmişti..

Teşkilat, çalışmalarının ilk yıllarına İstanbul’un tanınmış tüccar­larının, paşaların, sarrafların ve diplomatların özel hayatlarını sıkı bir takibe almakla işe başladı. Gizli Polis Teşkilatının derin kulakla­rı, paşa konaklarından sarayın haremine kadar uzanıyordu. Devlet ve cemiyet hayatında önemli kişilerin özel hayatları izlenerek, top­lanan dedikodular rapor haline getiriliyordu. Ancak her ne hikmet­se, paşa konaklarında Avrupalı oryantalistlerin ihtilal toplantıları ve başkentte dönen dolapların hiçbiri saraya rapor edilmiyordu. Zira teşkilat, devletin bekasını ilgilendiren konuları değil, haremden so­kağa, bürokratların özel yaşamlarından paşaların yatak odalarına kadar, çeşitli verileri toplayarak Canning ve Mustafa Reşid Paşanın siyasi amaçları için kullanıyordu.(50)

Mesela genç bir Osmanlı diplomatının Paris’te Juliette adındaki bir “bulvar kadını” ile olan ilişkisi takip edilip(51) rapor haline getiri­lirken, Paris’ten Osmanlı coğrafyasına kaçan Avrupalı ihtilalcilerle ilgili tek bir rapor yazılmıyordu. Nitekim bütün bu anormallikleri fark ederek teşkilattan yeterli verimi alamadığını düşünen Sultan Abdülmecid, Mustafa Reşid Paşa’dan teşkilatı lağvetmesini isteye­cekti. Sonuçta derin iktidar mücadelesinin bir aracı haline gelen teş­kilat, padişahın ısrarlarıyla kapısına kilit vurmuştu.

Ne var ki yabancıların devlet içerisindeki eli ayağı olan bu teşki­lat, Tanzimat bürokrasisinin dayanılmaz baskılarıyla 1863 yılında yeniden faaliyete başlayacaktı.(52) Üstelik bu kez de, büyük bir Katolik Ermeni grubun isteği üzerine, teşkilatın başına ‘Baron C...’ adında yine bir gayrimüslim getirilerek... İhanetler zinciri bundan sonra da artarak devam edecekti. Zira Baron C... de teşkilatın başına geçer geçmez, kişisel çıkarları için çalışmaya başlamıştı. İlk icraatı, kendi hazırladığı bir uydurma anlaşma taslağının kopyasını, yabancı bir elçiye uygun bir fiyatla satmak olmuştu. Söz konusu anlaşma taslağı, belgenin satıldığı elçinin ülkesine yönelik Osmanlı Devletinin bir başka ülkeyle birlikte saldırı planlarını içeriyordu.

Yabancı elçi taslağı ele geçirir geçirmez, soluğu Sadrazam Ali Paşanın yanında almıştı. Şüphesiz Ali Paşa da hazırlıklıydı. Elçinin elindeki taslağı gördükten sonra, çekmecesinden başka bir taslak çı­karıp misafirinin önüne koydu. Viyanadaki Türk Büyükelçisinin çok para ödeyerek elde ettiği bu taslağa göre, elçinin ülkesi Osmanlıla­ra karşı bir taksim anlaşması imzalamıştı. Taslaklar karşılaştırılınca, ikisinin de Osmanlı Gizli Polis Teşkilatının başındaki Baron C...nin kaleminden çıktığı anlaşıldı. İşin ilginç yanı, bütün bu olaylara rağ­men yabancı büyükelçi Teşkilat Şefi Baronu savunuyordu. Hatta ter­fisini bile istemişti. Ancak Baron dolap çevirmeye devam ediyordu.

Bir süre sonra başka bir skandala daha imza atınca, görevinden alın­dı. Sonuçta Baron C... Osmanlı’ların sırtından kazandığı büyük bir servetle imparatorluk topraklarını terk etmişti....

Murat Akan - Üst Akıl,Hayat yayınları,syf:17-27;37-44

Dipnotlar:

1- Ertuğrul Düzdağ, Şeyhülislam Ebussuud Efendi Fetvaları, Enderun Ki- tabevi, İstanbul, 1983, s. 118.
2- Nizamettin Nazif Tepedelenlioğlu, Sultan II. Abdülhamid ve Osmanlı İmparatorluğunda Komitacılar, Divan Yayınları, 3. Baskı, İstanbul, 1978, s. 82.
3- A.g.e s. 84.
4- Yeni İstanbul Gazetesi, Kazım Karabekir Paşanın Hatıraları, 13,14,15, 16 Kasım, 1970.
5- Şûra Suresi, 38. Ayet.
6- Niyazi Berkes, Türkiye’de Çağdaşlaşma, Haz: Ahmet Kuyaş, Yapı Kredi Yayınları, 16. Baskı, İstanbul, 2002, s. 351.
7- Mehmet Fuat Köprülü, Bizans Müesseselerinin Osmanlı Müessesele- rine Tesiri Hakkında Bazı Mülahazalar, Türk Hukuk ve İktisat Tarihi Mec­muası, I, İstanbul, 1939, s. 283.
8- Ercan Yavuz, Osmanlı İmparatorluğunda Gayrimüslimlerin Ödedik­leri Vergiler ve Bu Vergilerin Doğurduğu Sosyal Sonuçlar, Belleten, Cilt LV, Sayı 212 - 214, 1991, s. 371 - 391.
9- Ahmed Cevdet Paşa, Tezakir 1-12, TTK Yayınları, Ankara, 1986, s.68-69.
10- İbnül Emin Mahmud Kemal İnal, Son Asır Türk Şairleri I, Atatürk Kültür Merkezi Yayınları, 1. Baskı Ankara, 1999, s.946.
11- Yeni Türk Edebiyatı Antolojisi-II, 1865 -1876, Haz: Mehmet Kaplan- İnci Enginün-Birol Emil, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yayınları, İstanbul, 1978, s. 609.
12- Niyazi Berkes, a.g.e, s. 279.
13- A.g.e. s. 218.
14- Documents Diplomatiques Français, seri.l, ciltl, vesika no. 8.
15- İhsan Sungu, Tanzimat ve Yeni Osmanlılar I, Maarif Vekaleti, İstan­bul, 1940, s.794.
16- Sabri Esat Siyavuşgil, Tanzimat’ın Fransız Efkar-ı Umumiyesinde Uyandırdığı Akisler, MEB, 1940, s.750.

....

38- A. Henry Layard, Autobiography and Letters, Londra, 1930, c.2. s.83.
39- Edouard Philippe Engelhardt, Türkiye’de Çağdaşlaşma Hareketleri: Tanzimat, Çev: Ali Reşat, Örgün Yayınları, İstanbul, 2010, s. 167.
40- İbnül Emin Mahmud Kemal İnal, Son Sadrazamlar, Dergah Yayınlan,
3. Basım İstanbul, 1980, sf. 182.
41- Stanley Lane Poole (11. Basım), s. 86-87.
42- London Gazette: no. 17617. p. 1430. 22 July 1820.
43- Stanley Lane Poole, a.g.e, s. 53.
44- A.g.e, s. 120.
45- Ahmet Saib, Şark Meselesi, Haz: Prof. Dr. Saadettin Gömeç, Akçağ Yayınları, Ankara, 2008, s.65.
46- Stanley Lane Poole, a.g.e, s. 101-102.
47- D. Mehmet Doğam, Türkiye’de Darbeler, Müdahaleler ve Siyasî Sis­tem, Rehber Yayınları, 1990, s. 11.
48- Kazım Karabekir, Yeni İstanbul Gazetesi, 1970 - Mahmud Esad Boz- kurt, Atatürk İhtilali, İstanbul 1940, s. 137.
49- Suat Parlar, Osmanlı’dan Günümüze Gizli Devlet, 1. Baskı, Spartaküs Yayınları, İstanbul, 1996, s.44.

50- Tuncay Özkan, MİT’in Gizli Tarihi, 7. Baskı, Alfa Yayınları, İstanbul, 2003, s. 36.
51- Taner Timur, Osmanlı Çakışmaları: İlkel Feodalizmden Yan Sömürge Ekonomisine, imge Kitabevi Yayınları, 3. Baskı, Ankara, 1996, s. 289.
52- Erdal Şimşek, Türkiye’de İstihbaratçılık ve MİT, 5. Baskı, Kum Saati Yayınları, İstanbul, 2004, s.31.
Devamını Oku »

1961 Anayasası’nı Sabetayistler mi Yaptı?



1960 Darbesi’nden sonra yapılan anayasanın giriş bölümündek- ilk cümle, meşru iktidarların nasıl bir algı yönetimiyle yıkıldığa açık delili niteliğindeydi. 1961 Anayasasına girmiş haliyle 27 Darbesinin gerekçesi; “Anayasa ve hukuk dışı tutum ve davranışlarıyla meşruluğunu kaybetmiş bir iktidara karşı direnme hakkı" 0larak gösteriliyordu. Dahası, cunta tarafından yapılan askeri bir darb “devrim” olarak nitelendirilerek, silah gücüyle yapılan iktidar gasbın Türk Milleti nin geneline mal etme kurnazlığına da başvurulmuştu

Oysa bırakın halkın bu ‘iktidar gasbına destek vermesini, darbe emir komuta zinciriyle bile yapılmamıştı. Yani ordu içerisinde bile fikir birliği yoktu. Dolayısıyla “Türk milleti adına” her şeye hepi topu 38 kişilik bir cunta ekibi karar vermişti. Neyin meşru, neyin gayri­meşru olduğu cunta tarafından belirlendiği gibi, darbeden sonra ya­pılan 1961 Anayasasının nasıl olacağına da, içerisinde sabetaycıların etkili olduğu iddia edilen 20 kişilik bir komisyon karar vermişti.

Burada üzülerek belirtmek gerekir ki, 1876 Anayasası dahil, bugü­ne kadar yapılmış olan hiçbir anayasa, maalesef milletin özgür irade­siyle gerçekleşmemişti. Zira mevcut beş anayasadan üçü askeri darbe­ler sonucu, diğer ikisi de olağanüstü şartlar altında yapılmıştı. 1961 ve 1982 anayasaları sözde referanduma sunulmuş ise de, hem alternatif­siz, hem de tek taraflı propaganda neticesinde halka dikte ettirilmişti. Öyle ki, AK Parti'nin 2007 yılı Genel Seçimleri'nde kazandığı 363 milletvekiliyle TBMM'nin yaklaşık yüzde 66 sim temsil etmesine rağmen, sivil bir anayasa yapmaya cesaret edememesi, Türkiye’de anayasaların şimdiye kadar kimler tarafından yapıldığının açık bir göstergesiydi.

Özellikle 1876, 1960 ve 28 Şubat 1997 darbelerinin gerçekleş­mesinde büyük rol oynayan masonlar, bir yandan darbe sonrasın­da devletin kilit noktalarına adamlarını yerleştirirken, diğer yandan da devletin istikametini belirleyen anayasaların yapılmasında tam yetki sahibi olmuşlardı. Mesela 1960 Darbesinden sonra anayasa­nın hazırlanması için Milli Birlik Komitesi (MBK) tarafından Ana­yasa Komisyonu Başkanlığına bir mason olan Prof. Dr. Enver Ziya Karal getirilmişti. Dahası, 1961 Anayasasını hazırlayan kurulun ilk Başkanlığını yapan Prof. Dr. Sıddık Sami Onar, komisyonun sözcü­lüğünü yapan Prof. Dr. Muammer Aksoy ve komisyonun diğer üye­lerinden Prof. Dr. Münci Kapani ile Coşkun Kırca'nin da ‘sabetayist olduklarına yönelik ciddi iddialar var.

Tabi 27 Mayıs Darbesi’nden bahsederken, burada Prof. Dr. Sıddık Sami Onar’a ayrı bir paragraf açmak gerekiyor. Zira “sabetayistlerin okullar zinciri” olduğu iddia edilen Fevziye Mektepleri Vakfının 1955 yılından itibaren yönetim kurulu üyeliği ve başkanlığını da yapan Onar, sadece 1961 Anayasasının yapımında rol oynamamış, darbe öncesi öğrenci hareketlerinin yönlendirilmesi ve darbeyi meş­rulaştırmak için yapılan dezenformasyon faaliyetlerinde de üzerine düşen görevi fazlasıyla yerine getirmişti. Mesela 27 Mayıs Darbesinin en meşhur ajitasyonlarından biri olan “öğrencilerin kıyma makine­lerinde kıyıldığı” yalanını ilk ortaya atan kişi, Sıddık Sami Onardı.

Dönemin İstanbul Üniversitesi Rektörü olan Sıddık Sami Onar, üniversite binasında yapmış olduğu 2 Haziran 1960 tarihli basın top­lantısında şöyle diyordu: .. Şehitlerin listesini tam olarak tesbit et­mek üzere gerek İstanbul dahilinde, gerek taşrada bulunan ailelerden yüksek tahsil yapmakta olan çocuklarından haber alamayanların bize müracaat etmelerini, yarından itibaren radyo ve gazeteler vasıtasıyla ilan edeceğim. Bazı mezarlıklara kamyonlarla getirilip gömülen ta­lebelerden, buzhanelere konulanlardan, kıyma makinalarında çeki­lenlerden bahsedilmektedir. Bu iş için üniversitede bir teknik kurul teşkil edilmiştir. Ölenler hakkında ileri sürülen rakamlar mübalağalı değildir. Ölenler vardır ve bunların tespitine çalışılmaktadır.”

Aslında böyle bir vakanın yaşanmadığını Onar da biliyordu. Zira daha sonra yapılan araştırmalarda, bu dezenformasyonun tamamen darbeyi meşrulaştırmak için bilinçli şekilde üretildiği ortaya orta­ya çıkacaktı. Onar, darbe sonrası seçime gitme ve yönetimi sivillere bırakmaya da şiddetle karşı çıkanlardandı. Onar'ın başında olduğu komisyon, Tarık Zafer Tunaya ve İsmet Giritli gibi demokratik re­jimden yana olan üyeleri tasfiye etmesiyle de biliniyor.

1961 Anayasasını hazırlayan komisyon üyelerinden dikkat çeken bir diğer kişi ise Emin Paksüt’tü. Zira Türkiye'deki iktidar mücadelesi­nin sürekliliğini özetlemesi açısından Emin Paksüt ilginç bir örnek.,. Emin Paksüt, Osmanlı sonrası yeni rejimin kökleşmesini sağlayan İs­tiklal Mahkemeleri'nin Başkanı Ali Çetinkayanın oğluydu. “Paksüt” soyadını bir yerden daha hatırlıyoruz. AK Parti hakkında 2008 yılında açılan kapatma davasında, partinin kapatılması için kulis faaliyetleri yürüten ve aleyhte oy kullanan Anayasa Mahkemesi Başkan Vekili Os-man Paksüt de Emin Paksüt’ün oğluydu. Yani Cellat Alı lakaplı Ah Çetinkayanın torunu...

Murat Akan - Üst Akıl,Hayat yayınları,syf:132-133
Devamını Oku »

'2.Meşruiyet'Darbe mi, Devrim mi?



Cumhuriyet rejiminin temel felsefesini oluşturan İkinci Meşrutiyet dönemi, üzerinden bir asırdan fazla zaman geçmiş olmasına rağmen, bugün hâlâ tartışma konusu olmaya devam ediyor. Zira bu dönem kimine göre “demokrasinin” başlangıç tarihi, kimine göre ise, darbe yoluyla iktidarın el değiştirme süreciydi. Sanırım bu tartışma­lara bir nokta koyabilmek için, Meşrutiyetin ilanına giden dönemeç­te yaşanan olayları incelemek gerekiyor.

1839 Tanzimat süreciyle başlayan geleneksel iktidar erkinin bü­rokrasi eliyle paylaşımına dönük çalışmalar, Osmanlı yönetim sisteminde köklü değişikliklere yol açmıştı. Bu sistem değişikliği, öncelik­le Müslüman halklar ile gayrimüslimler arasındaki hukukta önemli dengesizliklerin oluşmasına neden olmuştu.

Bilindiği gibi, impara­torlukta yaşayan Müslümanlar arasında ‘millet’ ayrımı yoktu. Mev­cut haklardan yararlanma konusunda, kurucu unsur Türklerle diğer Müslüman uyruklar arasında hiçbir fark gözetilmezdi.(188) Ehl-i Beyt çizgisine mensup her Müslüman, Osmanlı ülkesine gelip rahatlıkla yerleşebilirdi. Din değiştirip Müslüman olan hıristiyanlar bile aynı haklara sahipti. Ancak gayrimüslimlere büyük özgürlükler tanınma­sına rağmen, başta vergilendirme olmak üzere, pek çok konuda Müs­lümanlarla eşit haklara sahip değillerdi. İşte Tanzimat ve Islahat fer­manlarıyla birlikte, ecnebiler ‘Müslüman’ olmadan, Müslümanlarla eşit haklara sahip olmuşlardı. Hatta özellikle hıristiyanların, Müslü­man tebaadan daha güçlü konuma geldiğini söylemek bile mümkün.

Tanzimat’la başlayıp I. ve II. Meşrutiyet dönemleriyle devam eden süreçte ‘ümmetçilik’ anlayışı dejenere edilirken, bunun yerine ‘ulusalcı’ fikirler aşılanmaya çalışılıyordu. Sözde tüm etnik unsurları aynı gaye etrafında birleştirecek bir “Osmanlıcılık” fikri oluşturmaya çalışan muhalifler, kulağa hoş gelen ‘hürriyet, eşitlik, kardeşlik’ gibi süslü kelimeleri kullanarak bunu başaracaklarını sanıyorlardı. Din­daşlarının durumlarını bahane ederek sürekli imparatorluğun içiş­lerine karışan Batılı devletler ise, hem muhalefetin bu ‘Osmanlıcılık’ fikrini, hem de ‘parlamenter’ rejim taleplerini açıkça destekliyordu. Avrupalı devletlerin ‘parlamenter’ sistemi desteklemelerinin nedeni, halife/padişahın bütün Müslümanlar adına kullandığı yetkiyi elin­den alarak, kendi soydaşlarının da dahil olacağı parlamentoya ver­mekti. Böylelikle hıristiyanların ülke yönetiminde söz sahibi olması hedefleniyordu. Dahası, parlamentoda çoğunluğu sağlama ihtimal­leri bile mümkündü.

Meşrutiyet süreçlerinde yapılan inkılaplar geniş halk kitlelerinin talepleri değil, gücünü ordudan alan azınlık bir zümrenin tepeden inme dayatmalarıydı. Her ne kadar 1876 Kanun-i Esasisi Sultan Abdülhamid’in iradesiyle yürürlüğe girse de, sonuçta anayasal dü­zene geçilmesi bir askeri darbeyle olmuştu. Yine İkinci Meşrutiyet’in ilanı da, 3. Ordu içerisindeki askeri cuntanın müdahalesiyle gerçek­leşmişti. Dolayısıyla bütün bu ‘değişim ve dönüşüm’ faaliyetleri hal­ka sorulmadığı ve uygulama gücü askerden alındığı içindir ki, meş­rutiyet süreçlerini bir devrim ya da ihtilal olarak nitelemek mümkün görünmüyor. Ancak Cumhuriyet devrimleri de benzer yöntemlerle uygulandığı için, resmi tarih tezi oluşturulurken Meşrutiyet süreçle­rine “devrim” demek zorunda kalınacaktı.

Öte yandan dünya tarihindeki örneklere bakıldığında, ülke re­jimlerinin ancak olağanüstü krizler sonrasında değişebildiği görü­lüyor. Oysa her iki Meşrutiyet sürecinde de, rejimin değiştirilmesini gerektirecek olağanüstü krizler yoktu. Fransız İhtilalinde olduğu gibi ne halk rejim değişsin diye sokaklara dökülmüştü, ne de Osmanlı büyük bir savaş ortamındaydı. Üstelik dünyadaki ihtilallerde sade­ce yönetimdeki elit’ kesim değişirken; bizde elit tabakanın yanında, hemen bütün köklü kurumlar ve geleneksel yönetim şekli de değiş­mişti. Mesela Fransa, Rusya, Almanya ve İngiltere’de yapılan devrimlerde sadece yönetimdeki ‘seçkinler grubu değişirken, kurum ve ge­leneksel uygulamalar aynen devam etmişti.

En katı uygulamalarıyla bilinen Bolşevikler dahi köklü kurumlara dokunmamış, yenilerini tamamen kendi tarihlerinden bilinen model ve pratiklerle hayata geçirmişlerdi. Hakeza, Almanya’da Nazilerin iktidara gelmesinden sonra bile, geleneksel kurumlar tasfiye edilmemişti.(189) Oysa bizde, Tanzimat’la başlayan ve cumhuriyet devrimleriyle tamamlanan inkı­laplar sırasında rejim tamamen değişmiş, geleneksel kurum ve uygu­lamalar yıkılarak, geçmiş kuşaklarla bütün bağlar koparılmıştı.

Türk Dil Kurumu’nun tarifine göre devrim ya da ihtilal “Bir ülke­nin siyasal, sosyal ve ekonomik yapısını veya yönetim düzenini de­ğiştirmek amacıyla, kanunlara uymaksızın cebir ve şiddet kullanarak yapılan geniş halk hareketi.” Öyleyse devrim ya da ihtilalin meşru­luğu, toplumsal değişimlerin büyük halk kitlelerinin iradesi ve tale­biyle gerçekleşmiş olmasına dayanıyor. Darbe ise bir ülkedeki silahlı kuvvetlerin doğrudan yönetime el koyması anlamına geldiğine göre, darbeyi destekleyen sivil unsurlar olsa bile bunun adına “devrim” de­mek mümkün mü?

Dolayısıyla sivil ya da askeri bir grubun talebiyle başlayan ve geniş halk kitlelerinin sindirilmesiyle gerçekleşen süreç­ler ‘devrim’ değil, ancak ‘darbe’ olarak nitelendirilebilir. Bu yüzden­dir ki, 12 Eylül 1980 Darbesi sonrasında sakıncalı bir terim olduğu gerekçesiyle, ‘devrim’ yerine ‘ihtilâl' ve ‘inkılap’ sözcükleri kullanıl­maya başlanmış, yeni basılan ders kitaplarında ‘devrim’ sözcüğü eski karşılıklarıyla değiştirilmişti.

Şimdi yeniden I. ve II. Meşrutiyet süreçlerine dönecek olursak; birincisi tamamen emir-komuta zinciriyle yapılan profesyonel bir askeri darbe, İkincisi de Makedonya’daki bir askeri cuntanın ve bu cuntaya bağlı sivil unsurların cebir ve şiddet kullanmak suretiyle ger­çekleştirdikleri bir düzendi. Her iki süreç de, değişimi isteyen geniş halk kitlelerinin talep ve destekleriyle değil, azınlık iradesi temeline dayanan taleplerin, silah gücüyle çoğunluğa dayatılması sonucunda gerçekleşen birer askeri darbeden başka bir şey değildi.

28 Şubat’ın Referansı

Osmanlı İmparatorluğunda bir grup aydın/bürokratın saraya karşı duymuş olduğu nefret, 1839 sonrasında rejim karşıtı bir muha­lif hareketin doğmasına neden olmuştu. Tanzimat’la başlayan gele­neksel rejimi değiştirme hamleleri zaman zaman akamete uğrasa da, dış destekli muhalefet bu mücadeleden hiçbir zaman vazgeçmemişti. Ancak basın yoluyla yürütülmeye çalışılan muhalefet tarzı toplumda karşılık bulmayınca mücadelenin dozu sertleşmiş, askeri yöntemler devreye girmişti. Zira halife sultanın şahsında toplanan iktidar gücü­nün paylaşılması ya dış destekli bir devrimle ya da doğrudan askeri bir darbeyle gerçekleşebilirdi. Yeni Osmanlılar Cemiyeti ile “surda bir gedik’ açan Üst Akıl, 1876 Darbesiyle Sultan Abdülaziz’i tahtın­dan ederek yeni bir dönemi başlatmıştı. “I. Meşrutiyet” adı verilen bu süreçle birlikte, Avrupa’nın istediği parlamenter’ sisteme geçil­miş, rejim kısmen de olsa değiştirilebilmişti.

Ancak her ne kadar 1876 Darbesinin sivil mimarı Mithat Paşa ve ekibi, Sultan Abdülhamid’e anayasayı zorla kabul ettirmeyi başarsa da, kısa sürede ipleri eline alan Abdülhamid, parlamentoyu feshede­rek bu süreci tersine çevirmişti. Böylelikle imparatorluk geleneksel rejimine geri dönmüş, ulusalcılık’ yerine tekrar ‘ümmetçilik’ fikri hakim kılınmış ve “hasta adam” iyileşmeye başlamıştı. Ne var ki, Osmanlı imparatorluğundaki rejim değişikliğini “ölüm kalım savaşı” olarak gören Üst Akıl, bu sefer de Sultan Abdülhamid’i tahttan in­direcek ve II. Meşrutiyet sürecini devreye sokacaktı. Zira uğruna yıl­larca mücadele verilen “seküler değişim ve dönüşüm” programı asla yarım kalmamalıydı. Nitekim Sultan Abdülhamid’in usta manevrala­rıyla yürürlükten kaldırılan Mithat Paşa Anayasası, İttihat ve Terakki Cemiyetinin 1908’de yaptığı postmodern darbeyle yeniden yürürlüğe konuldu. Böylelikle iktidar, birkez daha Üst Aklın ittifak halinde ol­duğu seçkin azınlığın eline geçmişti. Cumhuriyet’in kuruluşuyla bir­likte ise, imparatorluk tümüyle safdışı edilecek, “seküler değişim ve dönüşüm” programı büyük ölçüde tamamlanmış olacaktı.

Şimdi Türk-Islam coğrafyasında yaşanan bütün bu iktidar savaş­larının nasıl tek elden yönetildiğini ve aynı senaryonun nasıl fark­lı tarihlerde yeniden sahneye konulduklarına bakalım. Zira azınlık iradesine dayalı bir rejimin kurulabilmesi için, Cumhuriyet döne­minde yapılan askeri darbelerin gerekçe ve yöntemleriyle, Osmanlı İmparatorluğunda saraya karşı gerçekleştirilen darbelerin gerekçe ve yöntemlerinin birbirlerinden hiçbir farkı yoktu. Mesela Hareket Ordusu kurmaylarının 1909 Darbesi sonrasında İstanbul halkına yapmış olduğu bildiride yer alan “Vatan ve milletin bölünmez bütün­lüğü ile Meşrutiyet rejiminin daima korunup kollanacağı” cümlesi 1960, 1971, 1980 ve 28 Şubat darbeleri sonrasında da aynen tekrarlanacaktı. Değişen tek şey, ‘meşrutiyet’ kelimesi yerine, cumhuriyet’ kelimesinin bildirilere eklenmesiydi.

Özellikle İkinci Meşrutiyet süreciyle, 28 Şubat postmodern dar­besi adeta birbirlerinin kopyasıydı. Zira 28 Şubat postmodern dar­besini gerçekleştiren cunta ekibi, tamamen II. Meşrutiyet sürecini referans almıştı, öyle ki, 89 yıl önce iki aşamalı olarak yapılan bir darbenin bütün gerekçe ve yöntemleri, 28 Şubat postmodern darbe sürecinde de aynen uygulanacaktı. Mesela medya gücünü kullanarak toplumda bir “korku yaratma” ve daha sonra bu korkuyu baskı aracı olarak kullanma yöntemi, tamamen bir İkinci Meşrutiyet uygula­masıydı. İttihat ve Terakki Cemiyeti, 1908 öncesi darbe koşullarını olgunlaştırmak için basın yoluyla büyük bir psikolojik savaş başlat­mıştı. Osmanlı tebaası, gazeteciler ve yüksek bürokratlar eliyle mev­cut rejimin eskidiğine, ülkenin kötü yönetildiğine, padişahın milleti sömürdüğüne ve Meşrutiyet ilan edilirse bütün bu olumsuzlukların ortadan kalkacağına inandırılmaya çalışılmıştı.

Dönemin basınında ‘meşrutiyet’ sihirli bir değnek, İttihat ve Te­rakki Cemiyeti ise ‘kurtarıcı’ olarak sunulurken, Sultan Abdülhamid “vatanını satan, kan içici bir vampir” olarak tanıtılıyordu. İşte 28 Şubat darbesinin gerekçeleri de aynen böyle oluşturulmuştu. Meş­rutiyet sürecindeki ‘hürriyetin’ yerini laiklik, Sultan Abdülhamid’in yerini ise dönemin Başbakanı Necmettin Erbakan almıştı. Müslü­man bir ülkede normal olan olaylar bile cunta tarafından öylesine ajite edilerek basma servis ediliyordu ki, Kur’an kursu öğrencilerinin Kutlu Doğum Haftası kutlamaları bile, laiklik karşıtı “irtica” eylemi olarak sunuluyordu. Oysa darbe başarılı olup Refah Partisi hakkında kapatma davası açıldığında, aslında bütün bu uygulamaların tama­men bir psikolojik harekat faaliyeti olduğu ortaya çıkacaktı. Zira ka­patma davasma gerekçe olarak gösterilen 450 delilin 435’inin basın küpürlerinden derlendiği ortaya çıkmıştı.

Yine 28 Şubat darbesinin en kritik icraatlarını yapan Batı Ça­lışma Grubu (BÇG), Cemiyet’in 1908 postmodern darbesi sonra­sında oluşturduğu ‘Heyet-i Mahsusa’nın isim değiştirmiş haliydi. Cemiyet’in beş kıdemli üyesinden kurulan Heyet-i Mahsusa, esasın­da bir gölge kabine görevi yürütüyordu. Darbeden dokuz gün sonra, yani 3 Ağustos 1908’de Talat, Cemal, Hakkı, Rahmi ve Necib Bey’den müteşekkil Heyet-i Mahsusa, hem hükümetin icraatlarını denetliyor, hem de kendilerine isimleri sunulan Sultan Abdülhamid yanlılarının tasfiyelerine karar veriyordu. Cemiyete bağlı ittihatçı kulüpler tara­fından bu heyete bildirilen devlet daireleri ve ordu içerisindeki “Sultan Abdülhamid yanlıları” görevlerinden birer birer atılıyorlardı.(190) Atılan personelin yerine ise, Cemiyete üye subaylar getirilerek yöne tim askerileştiriliyordu.

Bu tasfiye süreci tam bir yıl sürmüştü. Cemiyet, bu dönem içerisinde tüm devlet kurumlarına kendi adamlarını yerleştirdi. Üstelik bu memur ve bürokrat kıyımlarına dönemin basını, özellikle de Cemiyetin yayın organı Tanin gazetesi büyük destek veriyordu.(191) Abdülhamid yanlısı memurların yerine atanan Cemiyet mensupları genellikle asker ya da asker kökenli sivil olduklarından, yönetim hem tepeden sekülerleştirilmiş oluyor, hem de devlet ku­rumları vesayet altına alınmış oluyordu.

İkinci Meşrutiyet süreci ile başlayan memur fişlemeleri, 28 Şubat döneminde de aynen uygulanacaktı. Genelkurmay Başkanlığı, onaltı bakanlık ile YÖK ve Diyanet gibi devlet kurumlarını yakın takibe alarak, 4 bin 300 kişiyi “irticacı” oldukları gerekçesiyle çalıştıkları kurumlara ihbar etmiş, bunların ceza alıp almadıklarını da bizzat denetlemişti. Dönemin başbakanı Necmettin Erbakan, Büyük Bir­lik Partisi Genel Başkanı Muhsin Yazıcıoğlu’na dert yanarken, her bakanlığın bir subay tarafından denetlendiğini açıkça itiraf edecekti. Üstelik fişleme ve ‘irticacı memur avcılığı sadece bakanlıklarla da sı­nırlı kalmamıştı. Valilikler tarafından başta belediyeler olmak üzere, illerdeki tüm resmi kurumlara her ay gizli’ ibareli yazılar gönderile­rek, kurumlarında ‘başörtülü’ ve ‘irticacı’ personel çalışıp çalışmadı­ğı sorgulanıyordu.

İşte 28 Şubat sürecinde uygulanan bu yöntemin de, birebir İkin­ci Meşrutiyet döneminden alındığını görüyoruz. İttihat ve Terakki Cemiyeti, 1908 postmodern darbesi sonrasında valilerin eline be­ğenmedikleri memur ve bürokratların isimlerini tutuşturarak tasfiye edilmelerini sağlamış, hatta bazılarını da tutuklatarak Selanik’e sür­güne göndermişti. Hangi memurun irticacı, hangi memurun Abdül­hamid yanlısı olduğuna, vilayetlerde kurulan İttihatçı kulüpler ka­rar veriyordu. Sözkonusu kulüplerde görevli ittihatçı subaylar, birer hafiye gibi çalışarak ‘Abdülhamid yanlısı’ memur ve bürokratların isimlerini Heyet-i Mahsusa ya jurnalliyordu. Bu uygulamanın 28 Şu­bat sürecindeki versiyonu ise, Batı Çalışma Grubuydu. Bu illegal ya­pılanma tarafından fişlenen memur, asker ve bürokratların isimleri, tek tek Genelkurmay Başkanlığına bildiriliyordu. Bu doğrultuda çok sayıda vali, emniyet müdürü, bürokrat ve memurun yeri değiştiril­miş, ordu içerisindeki ‘irticacı’ askerler tasfiye edilmişti. II. Meşru­tiyet döneminde işinden atılan, sürgüne gönderilen memurlara “Abdülhamidçi” damgası vurulurken, 28 Şubat’ta fişlenen, işinden atılan asker ve memurlara da “irticacı” damgası vuruluyordu.

28 Şubat sürecinin ünlü uygulamalarından biri de, kamu kurumlarında çalışan yüksek bürokratlar ve sivil toplum kuruluşu temsilcile­rinin Genelkurmay Başkanlığına çağrılarak kendilerine brifingler ve­rilmesiydi. Yargı, basın ve üniversite camiası başta olmak üzere, çeşitli meslek kuruluşlarının temsilcileri karargaha davet ediliyor, gidişatın ne kadar ‘vahim’ olduğu anlatılarak bir ‘korku’ ortamı hazırlanıyordu. Hiç şüphesiz bu uygulama da İkinci Meşrutiyet döneminden kalma bir yöntemdi. Vilayetlerdeki İttihatçı kulüpler, sadece Cemiyet karşıtı memur, asker ve bürokratları fişlemekle görevli değildi. Bulundukları vilayetlerin ileri gelenlerini bu kulüplerde toplayarak çeşitli konularda brifingler veriliyor, durumun “vehameti” anlatılıyordu.

Yine 28 Şubat postmodern darbesinin en belirgin özelliklerinden bir diğeri de, darbe şartlarını olgunlaştırmak için sendikaların so­kağa dökülmesiydi. Daha sonra “Beşli Çete” olarak adlandırılacak Türkiye İşverenler Sendikası Konfederasyonu (TÎSK), Türkiye Esnaf ve Sanatkarlar Konfederasyonu (TESK), Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği (TOBB), Türkiye İşçi Sendikaları Konfederasyonu (TÜRK-İŞ) ve Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu (DİSK), 28 Şubat süre­cinin ‘sivil’ ayağını oluşturuyordu. Sokağa dökülen bu sendikaların gereksiz grev eylemleri ve amaç dışı kitle gösterileriyle “Halk gidişat­tan memnun değil” mesajı verilmek isteniyordu.

Şüphesiz sendikaların siyasi bir amaç için kullanılması da yine bir Meşrutiyet uygulamasıydı. Cemiyet, Meşrutiyet sürecinde bir­birinden farklı nedenlerle başlayan çeşitli eylem ve protestoları bir yaptırım aracı olan boykota(192) dönüştürmüş, böylece darbenin arka­sında “halk desteği varmış” izlenimi vermeye çalışmıştı. Cumhuriyet dönemindeki tüm darbelerin olmazsa olmaz' koşulu sayılan üniver­site öğrencilerinin sokağa dökülmeleri de, yine geçmişten alman bir başka uygulamaydı. Her iki Meşrutiyet sürecinde de “talebe-i ulûm” sokaklara dökülmüş, darbeciler tarafından tahrik edilmişti.(193)

Meşrutiyet sürecinin bir başka ünlü uygulaması da, yüksek görev­lerde bulunmuş, ancak Cemiyete üye olmayan bürokratların itibarsızlaştırılmasıydı. Öyle ki Sultan Abdülhamid yanlısı sivil ve askerlerin yüzlerine tükürülerek Meşrutiyete sadakat yemini ettirilmişlerdi.(194) 28 Şubat döneminin kudretli generali Çevik Bir tarafından hazırlattı­rılan ve bütün komutanlıkların dış duvarlarına astırılan “Orduya sa­dakat şerefimizdir” pankartları ne kadar da tanıdık geliyor...

Murat Akan - Üst Akıl,syf:278-284

Dipnotlar:

188- Rona Aybay, Vatandaşlık Hukuku, Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2. Ba­sım, İstanbul 2006, s. 68.
189- Françoise Dreyfus, Bürokrasinin İcadı, Büyük Biritanya ve ABD’de Devlete Hizmet Etmek (XVIII-XX. Yüzyıl) Çev: Işık Ergüden, İletişim Ya­yınları, İstanbul, 2007, s. 6.
190- Enver Ziya Karal, Osmanlı Tarihi, c. IX, Türk Tarih Kurumu Yayın­ları, Ankara, 1996, s.51-55.
191- Sina Akşin-Sarp Balcı-Barış Ünlü, a.g.e, s.340.
192- Orhan Hançerlioğlu, Ekonomi Sözlüğü, Üçüncü Basım, Remzi Ki- tabevi, İstanbul, 1977, s.29.
193- Kudret Emiroğlu, Anadolu’da Devrim Günleri, II. Meşrutiyet’in İla­nı, İmge Yayınları, Ankara, 1999, s. 125,126.
194- Nahit Sırrı Örik, Hayat ile Kitaplar, Kanaat Kitabevi, c. 1 Ankara, 1946, s. 173.
Devamını Oku »