Modern Avrupa'nın Gelişmesinde Türk Etkisi








Prof.Dr. Halil İNALCIK

Batıda Avrupa merkezli tarih görüşünün yerini gerçek dünya tarihi kavramının almasından bu yana, dünyanın çok önemli bir bölgesinde beşyüz yıldan fazla hüküm süren Osmanlı İmparatorluğu tarihi yeni bir ilgi odağı oluşturuyor. Avrupa tarihindeki Osmanlı imparatorluğunun yeri problemi üzerine Avrupa ve Amerika’da son zamanlarda yapılan bir dizi katkı, bu artan ilginin bir işareti sayılabilir. Esas itibariyle Osmanlı belgelerinden yararlanmamaları nedeniyle yeni çalışmaların bir kısmı belli ön yargılardan arınmamış da olsa, bunlar, yeni düşünceler ve yeni yönelimleri keşfetmişlerdir.

Bu yayınların ışığında şimdi biz, mesela, Osmanlı devletinin Avrupa politikalarındaki kuvvetler dengesinde nasıl önemli bir faktör haline geldiğini konuşabiliyoruz. 1430'dan 1525’e kadar süren İtalya savaşlarının ilk dönemi sırasında bile Osmanlı devleti, İtalyan diplomasisinde önemli bir faktördü. Fr. Babinger ve J. Kissling, İtalyan arşiv materyallerine dayanan çalışmalarında, ve S. Fısher, Pfefferman, Schvvoebel, D. Vaugan konuya daha genel yaklaşımlarında, İtalyan saraylarının Osmanlı Sultanıyla ilişkileri nasıl sürdürdüğünü gösterdiler. Bu tür siyasî ve askerî konular görüşmelerle halledildiği ve asla yazıya geçirilmediği için Batı arşivlerinde konuyla ilgili fazla bir malzeme yoktur Fakat bazen bir Osmanlı askerî müdahalesi gerçekten istenmese bile, gözdağı vermek için gizli bir işbirliği söylentisi kullanılıyordu. Büyük baskı altında kalan İtalyan devletleri son çare olarak Osmanlıyı yardıma çağırma tehdidini kullandılar. 1525’de kralları İmparator tarafından tutsak edilen Fransızlar da fiilen bu İtalyan politikasına başvurdular.

Osmanlılar 1526’da Macaristan’ı işgal etmek ve 1532’de Akdeniz’de İmparatora karşı bir deniz cephesi açmak ıçin bu fırsatı memnuniyetle karşıladı, tıpkı geçmişte Venedik’e karşı İtalya’daki durumdan yararlandıkları gibi. 1480’den itibaren Osman- lılar her zaman İtalya’yı işgal etmeyi düşündüler. Kararlı bir adım için onları tereddüde götüren iki faktör, Papa ve imparator önderliğinde birleşmiş bir Avrupa’nın direniş ihtimali, ve kendi deniz gücünün bir deniz cephesi açma noktasındaki zaafı. Fakat 1537’de Kanuni Sultan Süleyman, harekete geçme zamanının geldiğini düşündü.

Daha 1531 ’de Venedik elçisi, Venedik dükasına şöyle yazıyordu: “Süleyman, ‘Roma’ya, Roma’ya’ diyor ve Sezar lakabı nedeniyle İmparatordan nefret ediyor, çünkü bu kendisinin de Sezar [Kayser-i Rum] diye anılmasına yol açıyor”. 1537 ve 1538’de Osmanlıların Adriyatik kıyılarındaki Venedik kalelerini ve Korfu adasını ele geçirme girişimleri aslında İtalya işgaline bir hazırlıktı. O zaman Fransa Osmanlı’nın müttefikiydi. Korfu kuşatması, Fransız deniz gücü tarafından desteklenmişti. Fakat Kral ve İmparator bütün Avrupa Hıristiyanlığını ilgilendiren büyük tehlikeyi gördü. 1538 Temmuzunda Francis, Charles V ile Aigues-Mortes’de barış yaptı ve dahası, Osmanlılara karşı yapılacak bir sefere katılacağına söz verdi. İki ay sonra Sultan’ın büyük amirali Barbaros, Preveze’de güçlü bir haçlı donanmasını yenmeyi başardı. Daha sonra bu zafer, Fransız ittifakı olmadan faydasız bir hale geldi.

Vurgulamaya çalıştığım şey, Osmanlılar İtalyan savaşlarının ikinci döneminde aktif bir unsur haline geldiler ve öyle bir an geldi ki İtalya için mücadele eden Batılılar, kuvvetler dengesinin Sultan lehine kaybedildiğini gördüler. Burada, Osmanlıların Fransa ittifakının değerini tamamen takdir ettiklerini ve Kralı finansal olarak da desteklediklerini ilave etmek gerekiyor. 1533’de Padişah Francis’e, Charles V’e karşı İngiltere ve Almanya prensleriyle koalisyon kurmasını sağlamak için toplam yüzbin altın gönderdi. İki yıl sonra Fransa Kralı Padışah’dan bir milyon düka altını ek talepte bulundu. Daha sonra 1555’de Fransa Kralı II. Henry, paraya sıkışınca, Fransa’da faizi yüzde 12 ile 16 arasında değişen borçlanma bonosu çıkardı ve o zaman aralarında paşaların da bulunduğu pek çok Türk bu borçlanmaya para yatırmayı kârlı buldu. Kral, Sultan’ın Yahudi vergi mültezimi Joseph Nasi’den [Yusuf Nasi] 150.000 scudo borç aldı. Kendi payına Fransa kralı, Avrupa’daki Habsburg üstünlüğünü kontrol altına alan esas güç olarak Osmanlı ittifakının öneminin çok iyi farkındaydı. 1532’de I. Francis, Venedik büyükelçisine, Osmanlı İmparatorluğunu, Avrupa devletlerinin Charles V’e karşı devamlı varlığını garanti eden yegane güç olarak gördüğünü açıkladı.

Kısacası Osmanlı İmparatorluğunun 16. yüzyılda Avrupa’daki kuvvet dengesinde ve sonuç olarak Batı’daki ulus-devletlerin yükselişinde önemli bir rol oynadığı söylenebilir. Bu rolün 1580’den sonraki dönemde İngiliz ve Hollandalıların aldığı Os-manlı destek ve teşvikinde devam ettiği görülür ki o zaman bu uluslar Habsburgların üstünlük girişimlerine karşı Avrupa direnişinin öncüleri olduklarını kanıtlamışlardır.

Onaltıncı ve onyedinci yüzyıllarda Protestan ve Kalvinistlerin desteklenmesi, Avrupa’daki Osmanlı politikasının temel prensiplerinden birisiydi. Daha 1552’de Sultan Süleyman Almanya’daki Protestan prensleri Papa ve İmparatora karşı kışkırtmaya çalıştı. Onlara gönderdiği mektupta, kendisinin bir sefer başlatmak üzere olduğunu, Almanya’ya girdiği zaman kendilerinin bir zarar görmeyeceğine yemin ettiğini söylüyordu. Melanchton, sonuçta Sultan’ın bir memuru olan İstanbul Patriği ile doğrudan temas halindeydi. Daha sonra, Aşağı Ülkelerdeki ve İspanya’ya bağlı diğer topraklardaki Lüteryan prenslere gönderdiği bir mektupta Padişah askeri yardım teklif etti ve onları kendine yakın gördü, çünkü onlar putlara tapmıyor, tek Tanrıya inanıyor ve Papa ve İmparatora karşı savaşıyorlardı. Osmanlı hakimiyeti altında Macaristan ve Transilvanya’da serbestçe Kalvinizm propagandası yapılıyordu ki bu ülkeler onyedinci yüzyılda Kalvinist ve Unitarionların kalesi haline geldi. Habsburglar üzerindeki Osmanlı baskısının Avrupa’da Protestanlığın yayılmasında önemli bir faktör olduğu gerçeği, oldukça inandırıcı bir argümandır.

Ayrıca işaret edilmelidir ki Doğu Avrupa politikalarındaki büyük bir güç olarak, o zaman bölgede hakimiyet kurmaya ve pekiştirmeye çalışan Jagellonlara ve Altın Ordu’ya karşı Moskova- Kırım ittifakım desteklemek suretiyle Osmanlılar, Moskova’nın yükselişine katkıda bulunmuştur. Osmanlılar onaltıncı yüzyıl ortalarında Moskova’nın üstünlük ve yayılmasının, Karadeniz ve Kafkasya’daki çıkarları açısından oluşturduğu tehlikeyi gördükleri zaman ise iş işten geçmişti.

Bu noktada daha ayrıntılı bir şekilde Osmanlı İmparatorluğu'nun Avrupa ile olan ekonomik ilişkilerine geçmek istiyorum.

Osmanlı ekonomisinden bahsederken, Osmanlı hakim sınıfının üretici sınıflara karşı tavrını ve geneldeki ekonomi politikası problemini gözden kaçırmamak gerekir.

Her şeyden önce Osmanlı devletinin Avrupa-Asya steplerinde modelleri bulunan göçebe imparatorluklardan birisi olmadığı vurgulanmalıdır. O, bütün o yaşlanmış idari prensipleri ve kurumlarıyla tipik bir Orta Doğu imparatorluğuydu. Öncelikle hakimiyeti altındaki yerleşik nüfusun korunması ve onların tarımsal ve ticari çıkarlarının geliştirilmesiyle ilgileniyordu. Bu politikanın esas itibariyle ekonomik zihniyete değil, devletin İmansal sonuçlarına dayandığı ilave edilmelidir. Onüçüncü yüzyılda Osmanlı sınır boyu nüfusunda göçebe unsurlar belli bir rol oynamış da olsa, Osmanlı devleti kısa zamanda, bir Ortadoğu devletinin temel yapısına sahip tipik bir İslâmî sultanlık haline geldi.

Hukuk düzeni ve hareket tarzı bu noktada hiçbir kuşkuya yer bırakmaz. Mesela biliyoruz ki, Osmanlı devletinin onbeşinci ve onaltıncı yüzyıllarda yapmak zorunda kaldığı en uzun ıç çatışma, devletin yerleşik nüfusun çıkarlarına uyarak İç Anadolu’daki Uzun-Yayla ve Fırat’tan Batı Anadolu’ya uzanan Toros sıradağları göçebelerim kontrol altına alma girişiminden kaynaklanmıştır.

Osmanlı imparatorluğunun ekonomik sistemi ve temel ekonomik prensipleri, kendisinden önce antik zamanlardan beri gelen Ortadoğu imparatorluklarındaki geleneksel devlet ve toplum görüşünden alınmıştır. Bu prensipler, yöneticilerin davranış ve politikalarını belirlediğinden, büyük ölçüde pratik bir öneme sahipti.

İslam devletinde, önceki Ortadoğu devletlerinde olduğu gibi, bütün toplum katmanları ve bütün zenginlik kaynakları, hükümdarın gücünü koruma ve artırma yükümlülüğü altındaydı. Bu nedenle, bütün siyasî ve sosyal kurumlar ve her çeşit ekonomik faaliyet, bu hedefe ulaşmak için devlet tarafından düzenleniyordu. Toplumun iki ana gruba ayrıldığı kabul ediliyordu- hükümdarın otoritesini temsil edenler (yöneticiler, askerler, din adamları) ve sıradan teb’a, yani reaya. İlk gruba mensup olanlar üretimle ilgilenmiyor ve vergi vermiyordu, ikinci gruptakiler ise üretenler ve vergi ödeyenlerdi. Devletin önem verdiği temel özellik, her bireyin kendi sınıfında kalmasıydı; bu, siyasi-sosyal düzen ve uyumun temel gereği kabul ediliyordu.

Orta Doğu devletleri, vergi gelirlerini artırmak için ekonomik faaliyetleri geliştirmenin ve reayanın bütün sınıflarında mümkün olan en büyük üretim artışını sağlamanın gereğini kabul ediyordu. Ekili toprakların kanallar açmak suretiyle artırılması, yollar, köprüler ve kervansaraylar inşa etmek ve yolcuların güvenliğini sağlamak suretiyle de farklı bölgeler arasındaki ticaretin geliştirilmesi gerektiği öneriliyordu.

Üreticiler sınıfının kendi içinde, toprağı işleyenler ve sanat erbabı, tüccarlardan farklı bir hukuk nizamnamesine tabiydi; ilk grubun üretim metotları ve kâr marjları sıkı bir devlet kontrolü altındaydı, çünkü bu toplum görüşüne göre bunlar, hayatın temel ihtiyaçlarım üreten ve bu nedenle yaptığı işler sosyal ve siyasî düzenin korunmasıyla en yakından ilgili sınıflardı. Bu yüzden, bir köylü veya bir sanat erbabının üretim metodunu serbestçe değiştirmesi tasvip edilmiyordu; faaliyetlerine sadece devlet tarafından ortaya konan kuralların sınırları çerçevesinde izin veriliyordu. Orta Doğu toplumunda, sermayedar olmaya izin veren şartları serbestçe taşıyanlar sadece tüccarlardı. “Tüccar”, bu bağlamda, bölgeler arası ticaretle veya uzak diyarlardan ithal edilmiş malların satışı işiyle uğraşan büyük iş adamı demektir. Şehirlerde kendileri tarafından üretilmiş malları satan ve bu malları ikinci elde satan ticaret erbabı “tüccar” kategorisinin dışında kalır. Tüccar sınıfı, hisbe nizamnamelerine, yani çarşıda makul pazarlığı sağlayan dinî hukuk (fıkıh) kurallarına tabi değildi.

Osmanlılarda şehzadeler için yazılan bir nasihat kitabında, onbeşinci yüzyılın ikinci yarısında kaleme alman Sinan Paşa’nın Maarı/name’sinde, hükümdara şu tavsiyelerde bulunulur:

Ülkendeki tüccarlara iyi davran; her zaman onları kolla; kimsenin onlara zarar vermesine izin verme; kimsenin onların düzenini bozmasına izin verme çünkü onların ticaretiyle memleket zenginleşir, ve onların malları sayesinde dünyada ucuzluk yayı-lır; onlar aracılığıyla Sultanın yüce şöhreti çevredeki ülkelere taşınır ve onlar tarafından ülkenin zenginliği artar.

Osmanlı mahkemeleri tarafından yayınlanmış devlet belgelerine bakarken insan, yönetimin her zaman en fazla yukarıda özetlenen prensiplerin uygulanmasıyla ilgilendiği gerçeğini şaşkınlıkla fark eder.

Osmanlı hükümetinin ticareti geliştirmeye ve tüccar sınıfının çıkarlarını korumaya gösterdiği ilgi, ifadesini çeşitli şekillerde buluyordu.

Padişahların yabancılara kapitülasyonları ıhsan etmesinin esas amacı, ticareti teşvik etmekti. Şurası vurgulanmalıdır ki, bir kapitülasyon asla karşılıklı anlaşmaya dayanan bir belge sayılmıyordu ve Padişah’ın imtiyaz ihsanı olma karakterini, aynı imtiyazları Habsburglara ve Rusya’ya vermek zorunda kaldıkları on- sekızinci yüzyıla kadar korudu. Bu fiilî değişimden önce, Padişah, karşı tarafın dostluk sözünü bozması halinde tek taraflı olarak karar verme otoritesini elinde tutuyor ve kapitülasyon geçerliğini kaybediyordu.

Padişah tarafından ihsan edilen bir imtiyaz olma özelliği kabul edilmekle beraber kapitülasyon yine de belli siyasî, finansal ve ekonomik beklentilerle veriliyordu. Belirleyici faktörler genellikle Hıristiyan dünyadan bir müttefik kazanma fırsatı, yün kıyafet, kalay, çelik ve kâğıt gibi az bulunan malları elde etmek ve imparatorluk hâzinesinin esas nakit para kaynağı olan gümrük gelirlerini artırmak idi.

Bazen iddia edildiği gibi Osmanlı imparatorluğu ekonomik olarak kendine yeten bir yapıya sahip değildi. Mesela Batı gümüşünü ithal etmek ekonomi ve finans açısından hayati önem taşıyordu. Bunun ithalatı vergi muafiyetiyle teşvik ediliyordu ve altının daha ucuz olduğu Doğu ülkelerine akışını engellemek için önlemler almıyordu. Avrupalılar, Osmanlıların Doğu Akdenizde kendi ticaretlerine bağımlı olduğunu çok iyi biliyorlardı ve kapitülasyonlardaki özel bir imtiyaz için pazarlık yapmak zorunda kaldıklarında en büyük silahları Osmanlı limanlarını boykot edeceklerine dair tehdit savurmalarıydı.

1516 ile 1550 arasında Arap ülkelerinin ilhakıyla birlikte Osmanlı imparatorluğunun ekonomik tarihinde yeni bir devir başladı ki böylece Osmanlı, fiilen Akdeniz ve Hint Okyanusu arasındaki ticaret yollarının kontrolünü eline geçiriyordu. Onaltıncı yüzyıl boyunca Ortadoğu’nun Hindistan ve Güneydoğu Asya’dan direkt olarak baharat almaya devam etmesi herkesin bildiği bir gerçektir. Osmanlı kayıtlarına göre, 1562’de sadece Mekke’den Şam’a taşman baharatlara uygulanan gümrük vergisinin miktarı 110 bin altın dukadır. İşin dikkat edilmesi gereken ilginç yanı şudur ki, orada ithal edilen baharatlar daha kuzeye gitmek üzere gemilere yüklemek amacıyla Bursa ve İstanbul’a gidiyordu. İlginç bir örnek vermek gerekirse, 1547’de yünlü kumaş satan ve büyük miktarlarda baharat alan bir Macar tüccarını Bursa’da görüyoruz.

Bu dönemde Batıda yeni yükselen ulus-devletler Fransa, İngiltere ve Hollanda, Osmanlı İmparatorluğunda ticaret imtiyazı elde etmeyi en fazla arzu eden ülkeler oldu. Doğu Akdeniz’in, eskiden olduğu gibi ekonomik kalkınma için en fazla gelecek vadeden bölge olduğu inancı vardı. 1550'lerde o zaman Avrupa’daki baharat ticaretini kontrol eden Marrano’lu Mendes ailesinin yerleşmek için Osmanlı başkentine gelmesi sadece dinî temellere dayanmıyordu.

Doğu Akdeniz’deki Venedik hakimiyetine karşı Osmanlılar her zaman rakip uluslara olumlu baktı, önce Cenevizlilere, sonra Raguzalılara ve onbeşinci yüzyılda Floransalılara.

Batılı uluslar arasında Fransızlar ilk ilerlemeyi, Yavuz Sultan Selim’in 1517’de Memlûk kapitülasyonlarını yenilemesinden sonra Suriye ve Mısır’da sağladı. Fakat Doğu Akdeniz’de gerçekten Venediklilerin yerini almaya başlamaları 1570-73’dekı Osmanlı-Venedik savaşından sonradır. Bununla beraber, 1536’deki Fransız kapitülasyonları adı verilen şey, asla bir sonuca bağlanmadı. Fransızlara verilen ilk resmi Osmanlı kapitülasyonunun yılı 1569’dur. O günden sonra diğer Batılı ülkeler Fransız bayrağı altında gemi yüzdürmek ve ticaret yapmak zorunda kaldı. Onyedinci yüzyılın başında Doğu Akdeniz’deki Fransız ticaretinin hacmi otuz Fransız livresine ulaştı ki bu o zamanın Fransa ticaretinin yarısını meydana getiriyordu.

Daha sonra İngiliz ve Hollandalılar Habsburglara karşı Fransa’dan daha da güçlü rakipler olduklarını kanıtladıkları zaman, Osmanlılar bu uluslara da kapitülasyonları ıhsan ederek yardımcı ol-makta tereddüt etmedi; İngilizlere 1 580’de ve Hollandalılara 1612’de bu imtiyazı tanıdı. 1642 ve 1660 arasındaki iç savaş dönemi dışında onyedinci yüzyılda İngilizler Doğu Akdeniz ticaretinde öncüydü. O çağa ait bir kaynağa göre ana ihracat ürünü olan İngiliz tekstili için Doğu Akdeniz pazarı üçte bir oranında genişledi ve bütün İngiliz üreticilerin dörtte biri Doğu Akdeniz’e ihracat yapıyordu. W. Sombart’ın kaydettiği gibi, Batı ekonomik yayılması için Doğu Akdeniz ticaretinin önemini kavramadan Batı kapitalizminin yükselişini anlamak mümkün değildir.

Kapitülasyon imtiyazları kademeli olarak o kadar yaygınlaştırıldı ki, Doğu Akdeniz ticareti uzmanlan olan Paul Masson ve R. Mantran, onyedinci yüzyılda yabancı tüccarlara karşı Osmanlı imparatorluğundan daha fazla liberal politika uygulayan dünyada başka hiçbir devlet bulunmadığını tam bir görüş birliği içinde vurgulayabiliyor.

Osmanlıların o zaman ticaret dengesi hakkında hiçbir fikirleri yoktu; bu fikri ilk defa açık bir şekilde tanımlanmış haliyle ancak onaltıncı yüzyılın merkantilıst İngiltere’sinde buluyoruz. Eski çağlardan kalma Orta Doğu geleneğine dayanan Osmanlı ticaret politikasına göre devlet, iç pazardaki mal hacmiyle her şeyin üzerinde kabul edilmeliydi. Öyle ki özellikle şehirlerdeki ahali ve sanat erbabı ihtiyaç maddeleri ve hammaddelerde kıtlık sıkıntısı çekmeyecektir. Sonuç olarak ithalat her zaman iyi karşılanmış ve teşvik edilmiş, ihracat ise önlenmeye çalışılmıştır. Bu nedenle bazen ihracat için daha yüksek gümrük oranlarıyla, hatta buğday, pamuk, deri ve balmumu gibi mallara konan ihracat yasağıyla karşılaşıyoruz. Gümüş ve altın ithalatını teşvik için, bunlar gümrük vergisinden muaftı ve ihracatını engellemek için her türlü adım atılıyordu.

Osmanlılar kesinlikle külçeciydiler; bu Batıdaki gerçek merkantilizm öncesindeki dönemdir. Batıdaki merkantilist ülkelerle arasındaki fark, Osmanlıların devlet ve toplumun temel dayanağı olarak lonca sistemine bağlı olmasıydı. Avrupalılar ise mamul madde ihracatının, külçeleri dışarıdan getirmenin temel bir aracı olduğunu görmüşlerdi. Daha kârlı bir ticaret dengesi kurmayı başarmak amacıyla, yerli endüstri ve ticaret organizasyonlarını kapitalist çizgide geliştirmek, daha çok mal satmak ve daha çok dünya pazarını fethetmek için ele aldılar. Bu arada, onbeşinci yüzyılda Batı ticaret dengelerindeki gittikçe artan olumsuzluğun belki de onları bu yöne ittiği ve onların merkantilist bir politika geliştirmesine yol açtığı, çünkü Doğuya ihraç edecek kıyafet ve madenlerden başka önemli bir ticaret malına sahip olmadıkları söylenebilir. Kapitülasyonlar bu modeli tamamlayıcı nitelikteydi ve şunu kaydetmekte fayda var ki, merkantilist Batı ülkeleri öncelikle Doğu Akdeniz’de kendi şirketlerini kurmak ve kapitülasyonları elde etmekle ilgilenmişti. Osmanlılar farkında olmadan modern kapitalizmin yükselmesini sağlayan Avrupalı bir ekonomik sistemin parçası oldular.

YORUM

C. M. KORTEPETER

New York Üniversitesi

Wisconsin Üniversitesi’nin desteğiyle Profesör Kemal Karpat tarafından Türk Araştırmaları üzerine düzenlenen bu konferans, önemli bir olaydır. Türkler neredeyse bin yıl Orta Doğu tarihinin hakim unsuru olmakla beraber Türklerle ilgili çalışmalar bir çok eksikliğin sıkıntısı içindedir. Bu gözlem Doğu Avrupa tarihi öğrencileri Osmanlı tarihi ve kurumlarıyla ilgili gerekli bilgi elde olmadan siyasî, ekonomik ve sosyal olayları incelemeye giriştiği zaman özellikle açığa çıkmaktadır.

Bugün Profesör Halil İnalcık tarafından sunulan tebliğin ortaya attığı Doğu Avrupa tarihinin bazı önemli sorunları üzerine kısaca yorum yapmam istendi. Profesör İnalcık, Arnavutluk defterleri, Stefan Duşan devri ve Fatih Kanunnameleri üzerine yaptığı çok iyi bilinen çalışmalarıyla, meslektaşlarıyla birlikte, Osmanlı Doğu Avrupa'sı üzerine yapılan bilimsel çalışmaların temellerini atmıştır. Reform çağı sırasındaki Osmanlı Doğu Avrupa'sı üzerine yap­tığım çalışmalar ışığında, İnalcık’ın tebliği tarafından ortaya atı­lan bazı genel sorunlar üzerine detaylı yorum getirmek isterim.

1. Kaynaklar: Profesör İnalcık, Doğu Avrupa araştırması için Osmanlı arşivlerinin merkezi önemi üzerine açıklamada bu­lundu. Bu noktaya bir itirazım olmamakla beraber, burada iki gözlemimi aktarmak isterim. Seyahat ve arşivlerde zaman ge­çirmek üzere ayırdığımız nispeten yetersiz fonlara bağımlı ol­duğumuzdan, bugüne kadar Osmanlı arşivleri Amerikan bilim adamları için girilmez bir yer durumundadır. İstanbul’a ulaşır ulaşmaz arşiv materyallerinin etkili bir şekilde kullanılabilmesi amacına yönelik olarak arşivlerdeki en önemli serilerin bir tak­vimim hazırlama hedefi orada duruyor. Bu bağlamda Prof. Benningsen ve meslektaşları tarafından Osmanlı-Rus ilişkilerinin takvimini hazırlama yönünde yapılan çalışma, fazlasıyla övgü­ye değer niteliktedir. Şurası da açıktır ki, Osmanlı arşivlerinin dışında, Avusturya, Macaristan, Romanya, Polonya, Rusya vs. gibi ülkelerde de resmi belgeler arasında büyük bir bilgi depo­su, araştırmacıları bekliyor. Bu materyalin büyük bir kısmı sis­tematik bir düzene konulmuş durumdadır ve çoğu basılmış versiyonları ABD kütüphanelerinde kullanımdadır. Burada Hurmuzaki, Veress, Abrahamovicz ve Dorev’in kolleksiyonları kayd edilebilir.

2. Avrupa'da Kuvvet Dengesi: Profesör İnalcık’ın belirttiği gibi Doğu Avrupa’daki Osmanlı varlığı ve faaliyetleri Avrupa tari­hindeki olaylara sıklıkla nihai katkıda bulunmuştur. Bazı yüz­yıllarda Osmanlı hükümetinin bugün geri besleme (feedback) adı verilen kapasiteye sahip olduğu açıktır. Yanı bir köylünün şikayeti hükümetin en yüksek mevkilerinde duyulabiliyordu ve çoğunlukla bir çözüm yolu bulunuyordu. Dahil! planda impa­ratorluğun çöküşü belki de idari Şikayetname sürecinin bozul­duğu günlerden başlatılabilir. Osmanlılar, kendi çağlarında Do­ğu Avrupa ile olan ilişkilerde büyük oranda bir esnekliğe sahip olduklarına dair de bize kanıtlar sunuyor. Macaristan toprakları bir eyalet (Budin Beylerbeyiliği) veya bir vasal (Erdel veya Transilvanya prensliği) olarak yönetildi. Yerli Prensler Erdel, Eflak ve Boğdan’ı idare etti. Osmanlılar onların dış işleri, gümrük ge­lirleri ve savaş ve barışla ilgili işlerini kontrol altında tuttu (Erdel’deki bazı istisnalar dışında). Kırım Tatarlarına, Osmanlıların Polonya-Litvanya, Moskova veya İran’la olan ilişkilerini rahat­sız etmedikçe steplerde ve Tatar politikalarında serbestlik ta­nınmıştı. Uzun vadeli düşünüldüğünde, Osmanlılar böyle bir politik esnekliği korudukları için övülmelıdir, moral anlamda ise asıl övgüyü hak eden, millet sistemi, düşük gümrük vergile­ri ve imtiyaz veya kapitülasyon kavramını getiren İslâmî uygu­lamalardır ki bunlar Osmanlıların hızlı bir şekilde modernleşmesini veya dinî azınlıkların Osmanlı politikalarının içine çe­kilmesini engellemiştir.

3. Ekonomik ilişkiler: Profesör İnalcık aynı zamanda Osmanlıların Avrupa ile olan ekonomik ilişkilerinin ana hatlarına de­ğindi. Osmanlılarla Avrupalılar arasındaki ticaret ve alış verişin hukukî durumu hakkında ayrıntılı bir inceleme için öğrenci, Profesör İnalcık tarafından yazılan “İmtiyazat” maddesine (Encyclopaedia of Islanı III, 1179-1189) başvurması konusunda uyarılır. Osmanlı İmparatorluğu gıda maddeleri bakımından açık bir şekilde kendine yeterliydi fakat bazı stratejik hammad­de ve ateşli silahların kıtlığını çekiyordu. Bu nedenle Osmanlıların, İngiltere’de terkedilmiş manastırların çatılarından kur­şun, Fransa ve İsviçre’de ateşli silahlar, Erdel maden ocakların­da gümüş, Kafkaslarda demir cevheri, ipek ve köle, Moskova’da kürk ve Kürt aşiretleri bölgelerinde güherçile peşinde olduğunu görüyoruz. Aynı zamanda biliyoruz ki Osmanlılar koyun, ma­den cevheri ve hububat ihracatını dikkatli bir şekilde kontrol ederken, Venedik, Polonya ve bu ülkeden İngiltere’ye domuz ve büyük baş hayvan ihracatını teşvik etti. Osmanlı fetih modeli incelenirken kritik mineral ve insan gücü kıtlığının önemi göz ardı edilmemelidir.

4. Şiilik, Reformasyon ve Osmanlı Liderliği Problemi: Ne var ki bu bölgeye siyasî bir birliğin parçası olarak bakmadan, birisinin dikkatini Doğu Avrupa veya Osmanlı İmparatorluğu’nun herhangi bir bölgesinde yoğunlaştırması yeterli değildir. En ka­pasiteli Osmanlı liderleri, sadece Avrupa’daki değil, Asya ve Kuzey Afrika’daki sıyası ve ekonomik konularla da ilgilenebile­cek durumdaydı. Onaltmcı ve orıyedmci yüzyıllarda Osmanlı liderlerinin geldikleri yer, başta Arnavutluk, Bosna, Macaristan vs. olmak üzere Doğu Avrupa, çoğu devşirme sisteminin ürünü olan Osmanlı liderlerinin siyasi stilini etkilemiş gibi görünü­yor. Neredeyse hiç fire vermeden Sultandan ordu komutanları­na kadar Osmanlı liderleri Protestan reformasyonuna destek verdi ve Doğu Avrupa’nın köylü ve kentli sınıflarını korumaya çalıştı. Bu aydınlanmış politika bu haliyle neredeyse onsekızinci yüzyıla kadar Macaristan’ın Türklerin elinde kalmasını ga­rantiledi ve Habsburglar’dan gelen güneydoğu kanadında dinî ve siyasî birliği yeniden kurma yönündeki her türlü girişimi bütünüyle tahrip etti.

Reformasyon, Hıristiyan dünyanın birliğine kökten ve kalıcı bir darbe vururken, aynı dönemde Osmanlılar, Safevi İran Devle­tinin yükselişinden ve Osmanlı İslam Sünniliğine tamamen tezat teşkil eden Oniki imam doğması ve epistemolojisi tanımlamasın­dan kaynaklanan benzeri bir iç mücadele ile karşı karşıyaydı, il­ginçtir ki çoğu Avrupa kökenli olan Osmanlı liderliği, Hıristiyan reformist görüşlerine karşı hassas davranmış görünürken, Şii öğ­retisine bağlı olduğundan şüphelendiği Osmanlı vatandaşlarına karşı aşırı bir sertlik ve acımasızlık sergilemiştir. İşin merak edi­lecek yanı, bu düşmana karşı basit bir uzlaşma problemiyle ken­di insanları arasındaki bir sapkınlığı bastırma arasındaki bir tezat mı sözkonusu yoksa Osmanlı eliti aslında daha iyi anladığı ko­nulara daha hukukî yollarla mı yaklaştı? Bunlar sık sık kendi ana dilleri olan Balkan dillerinde entrikalar hazırlıyor veya görüşme­ler yapabiliyordu.

Açıkçası Osmanlı İmparatorluğunun Avrupa'daki önemli siya­si ve sosyal gelişmelerle olan ilişkisi henüz yeterli ilgiyi görmüş değil. Osmanlı Avrupa ilişkileri temel problemine gelecek araş­tırma ve tartışmalarla ilgili programda yer vermek bu konferan­sın boynun borcudur.

Çeviren: Kemal Kahraman

Kaynak:Kemal Karpat-Osmanlı ve Dünya,Timaş,syf:87-103
Devamını Oku »

Saltanat Verâseti ve Kardeş Katli



Saltanat verâseti hakkında Neşrî (1493), kardeş katlinin Osmanlılarda “âdet-i kadîme” olduğunu işaret eder.76 Eski bir rivâyete göre,77 Osman Gazi, bey olduğu zaman rakibi amcasına dokunmamış, fakat sonra kendisine karşı geldiği iddiasıyla öldürmüştür. Bununla beraber gerek Osman’ın gerekse oğlu Orhan’ın zamanlarında, kardeşlerin ve amcaların ülkenin çeşitli yerlerinde yurtluk aldıkları kaydedilmiştir.

I. Murad, kendisine karşı ayaklanmış olan kardeşleri Halil ve İbrahim’i idam ettirmiştir.78 Murad, saltanatı ele geçirmek için ayaklanmış olan kendi oğlu Savcı’yı da gözlerini kör etmek suretiyle cezalandırdı.

Osmanlılarda sırf saltanata rakip olduğu düşüncesiyle kardeş katli, ilkin 1389’da I.Bayezid’in Kosova harp meydanında kardeşi Ya’kub’u idam ettirmesinde görülür. Burada da birtakım özel koşullar, bunu haklı ve gerekli göstermekteydi: Ya’kub ordunun bir kısmına kumanda etmekteydi, Sırplarla savaş neticelenmemişti. Öte taraftan, Bayezid’in tahta çıkarılmasında ve kardeşinin idamında esas rolü devlet büyükleri oynamış görünmektedir.79

Bayezid’den sonra oğulları arasında taht için uzun ve kanlı savaşlar (1402–1413), 1453’e kadar saltanat üzerinde hak iddia edenlerin çıkardıkları karışıklıklar, devletin birliği ve selâmeti için kardeşlerin ortadan kaldırılmasının gerekli olduğu kanısını yerleştirmiştir. Bu mücadeleler sırasında İsa, Süleyman, Musa ve nihayet Mustafa idam edilmek suretiyle ortadan kaldırılmış, fakat kaçıp kurtulmayı başarmış olan oğullar Bizans’ta, Macaristan’da, Arnavutluk’ta devletin güvenliğini tehdit etmeye devam etmişlerdi.80

Özetle, 1389–1413 dönemi kardeş katli konusunda olaylı bir devir olmuştur.Bizans kaynaklarından (Doukas ve Chalkokondyles) anlaşıldığına göre, I. Mehmed ölmeden, çocuklarını bir iç harpten ve ölümden kurtarmak için birtakım önlemler almıştı:

Çelebi Mehmed’in sekiz yaşındaki oğlu Yusuf’la bir yaş küçüğü Mahmud, Bizans’la yapılan anlaşma gereğince imparatorun yanına verilecekti. II. Murad, tahta çıkınca bu çocukları Bizans’a teslim etmedi. Saltanata yararsız hale getirmek için gözlerini kör etti ve Tokat’ta hapsetti. Tahtta iyice yerleştiğini hissedince onları Bursa’ya geri getirtti ve iltifatla gönüllerini almaya çalıştı. Fakat onun oğlu II. Mehmed (Fâtih) tahta çıkar çıkmaz, çocuk yaştaki kardeşi Ahmed’i boğdurdu.81

Sonuçta, ilk defa Fâtih Sultan Mehmed, normal koşullar altında suçsuz olan kardeşini idam ettirmiş ve Kanûnnâme’sine kardeş katli maddesini koymuştur.82

Chalkokondyles, 1444 Varna buhranı dolayısıyla, Osmanlı ülkesinde halkın bir iç savaştan daha çok korktuğu bir şey yoktur, diyor. Doukas, “Her Türk hükümdarının saltanat değişiminde isyan çıkması âdet hükmüne gelmiştir” diye yazmıştır.83

Yıldırım Bayezid, Ankara Savaşı’nda bozguna uğrayınca büyük oğlu Süleyman Çelebi Edirne’ye kaçmış, orada Osmanlı Devleti’nin hükümdarı olarak emîr unvanıyla beyliğini ilân etmişti. İlk zamanlarda kardeşi Çelebi Mehmed onun beyliğini tanıdı. Süleyman’ın yakını Şâir Ahmedî’den Neşrî’ye geçen84 rivâyet aynen şöyledir: “Sultan Mehmed karındaşı Süleyman’ın tahta geçdigün işidicek, emrem sağolsun, atamız gittiyse emrem bize atamız yerindedir”demiş.85

Fakat Çelebi Mehmed, İsa Çelebi’ye galebe çalıp dârussaltana (saltanat merkezi) Bursa’yı.ele geçirip orada gümüş sikke bastırınca, saltanat iddiasında bulundu ve Süleyman Çelebi’ye karşı mücadeleye girdi. Emîr Süleyman, kendisini tek Osmanlı sultanı saymakta idi. Emîr Süleyman86 Edirne’de tanındı, Rumeli’de egemen oldu.

Kuşkusuz Çelebi Mehmed’den daha güçlü idi. Sayısı 7000’i bulan yeniçeriler onunla beraberdi. Dârussaltana Bursa’yı da almak istedi. Kendisine karşı küçük kardeşi Musa Çelebi, Rumeli’ye geçip uc beylerini ve yeniçeriyi kendi tarafına çekti ve Süleyman’ı Edirne’de bastı. Kaçan Süleyman hayatını kaybetti (1411).87

Süleyman’ın oğlu Orhan Çelebi, babasının Yıldırım Bayezid’den sonra ilk kez sultan olduğu savıyla Osmanlı tahtı üzerinde hak iddia etti.

Gazavâtnâme, onun II. Mehmed’in ilk saltanatı (1444–1446) sırasında Osmanlı tahtı için mücadelesi üzerinde ayrıntılı bilgi sağlamaktadır.88 Orhan’ın 1444’e kadar hareketleri hakkında kaynaklarda bilgimiz yoktur.89 1444’te onu Bizans’ta sığıntı olarak buluyoruz.90

1444 yazında Orhan, İstanbul’dan hareketle ilkin İnceğiz’e gelir, Rumeli’yi çocuk sultan II. Mehmed’e karşı ayaklandırma çabası başarıya ulaşamaz. İnceğiz’de tutunamaz, eskiden beri derviş grupların merkezi Ağaç-Denizi (Deli-Orman) bölgesine kaçar. Balkan dağlarıyla Tuna arasındaki bölgeyi ele geçirdiği anlaşılıyor. Gazavât’a göre 91 durum, Edirne’de büyük telâşa neden olur.

Dönemin en tanınmış askeri sayılan Rumeli Beylerbeyi Şihâbeddin Paşa düzme ilân edilen Orhan üzerine yürür, Orhan kaçıp Bizans’a sığınır. 1444–1453 döneminde onun maiyetiyle Konstantinopolis’te oturduğunu görüyoruz.

II. Murad döneminde Çandarlı onu orada zararsız tutmak için Bizans ile anlaşma yapar: Masrafları için imparatora yılda 300.000 akça (yaklaşık 7000 altın) bir para ödenir (bu gelir, Strymon ırmağı üzerinde bir bölgedeki köylerin hazineye ait vergilerinden oluşan bir çeşit zeâmetten gelmekteydi).92

1453 İstanbul kuşatmasında güç koşullar altında bulunan sultan,93 Bizans elçilerini iyi karşıladı. İstanbul kuşatmasında Orhan, Franklar Burcu’nda Sultan Mehmed’e karşı savaşa katıldı. Şehir düşünce Orhan kaçmayı denedi: Bir siyah keşiş kılığına girerek surdan kendini aşağı saldı. Orhan ve öteki Bizanslı esirler bir Osmanlı gemisine tutsak götürüldüler.

Esirlerden biri, gemi kaptanına Orhan’ı ve Büyük Domestikos Lukas Notaras’ı tanıttı. Kaptan hemen Orhan’ın başını kesti ve Lukas ile kesik başı Fâtih’in huzuruna götürdü.94 Osmanlı tahtına geçmeyi kendi hakkı bilen Şehzâde Orhan’ın sonu böyle olmuştur.

Fâtih, tahtta en tehlikeli rakibinden böylece kurtulmuş oldu; devlet kurumlarını yeni bir düzene sokan Kanûnnâme’sinde rakip kardeşler sorununu sonlandırmaya karar verdi; “Kardeş katli” maddesini koymaktan geri kalmadı. Fâtih’in kardeş katli maddesini işte bu tarihî koşullar altında görmelidir.

Fâtih’in Kanûnnâme’sindeki madde aynen şöyle:

“1. Ve her kimesneye evlâdımdan saltanat müyesser ola,

2. karındaşların nizâm-i ‘âlem için katletmek münâsibdir,

3. esker ‘ulemâ dahi tecvîz itmişdir,

4. anınla ‘âmil olalar.”

1. Padişâh çocuklarından herhangi birine sultanlık “müyesser” ola.Bu kanûn maddesini incelersek: Madde, saltanatın evlâddan hangisine geçeceğini belirtmemektedir. Bu da, Orta-Asya Türk-Mogol dünyasında kaganlığın, kaganın hangi oğluna geçeceği hakkında herhangi bir kanûn, töre bulunamadığı gerçeğini göstermektedir.

“Müyesser” olsa sözcüğü, bunu kesinlikle ifade etmektedir. (Müyesser sözcüğü Ahmed Vefik Paşa’nın Lehce-i Osmânî sözlüğünde 95 “kolay gelmiş, … muvaffak olmuş; İ. Parlatır’ın Osmanlı Türkçesi Sözlüğü’nde, müyesser: kolaylıkla elde etme, diye açıklanır).

Kanûnnâme’de anlamı, egemenliği (kaderin yardımıyla) herhangi bir biçimde ele geçirme olarak yorumlanabilir.

2. Kardeşlerini “nizâm-i ‘âlem” için katletmek münâsib’dir.

a) Katletme “nizâm-i ‘âlem”, yani toplumun düzeni için uygun görülür. Kardeşler arasında taht için mücadelenin, kargaşanın, belirsizliğin Osmanlı toplumu için ne kadar yıkıcı sonuçlar doğurduğu özellikle Fetret Devri’nde görülmüş 96 olup bundan Bizans’ın ne denli yararlandığı herkesin belleğinde idi.

b) “Münâsibdir” ifadesi üzerinde durulmalıdır. Münâsib sözcüğüne İ. Parlatır lûgatında “yakışır, uygun, yaraşır” anlamları verilmiştir. Bu ifadeyi “kardeşleri katletmek” uygun, yerinde olur biçiminde anlamalıdır. Bundan mutlaka katil işini yapmak gerektir, anlamı çıkarılamaz. Ama, XVI. yüzyıl sonlarında tahta geçenler, bunu “her halde”, “mutlaka” şeklinde yorumlamışlar; bu da işlerine yaramıştır.

3. “Ekser ‘ulemâ dahi tecvîz itmişdir.” Açıkça anlaşılıyor ki, Şerîat’a saygısını bildiğimiz Fâtih, katletme gibi bir fiilin şerî, hukukî dayanağını ulemâya danışma gereğini duymuştur.

Ulemânın hepsi değil, çoğu bunu “tecvîz” etmiş. Demek ki, ulemâdan bazıları suçsuz bir kimseyi katletmeyi Şerîat’a aykırı bulmuştur. Tecvîz sözcüğü üzerinde durmamız gerekir.Tecvîz, cevâz fıkh ilminde bir iş için müsaade etme, serbest bırakma anlamındadır; fiili yerine getirme, izni alanın kararına bağlıdır. İsterse katli yerine getirir, istemezse yapmaz. Bu anlam yukarıda tartışılan “münâsibdir” ifadesiyle uygun düşer. Fâtih Kanûnnâmesi, devlet kanûnnâmelerini kaleme alan ve uygulayan nişancının yetkisindedir. Fâtih Kanûnnâmesi son şekliyle, nişancılıktan veziriâzamlığa getirilmiş olan Karamânî Mehmed Paşa tarafından kaleme alınmış olmalıdır.

Bu incelemenin ortaya koyduğu gerçek şudur: Fetret’in canlı biçimde belleklerde olduğu bir zamanda kendi saltanatı için düşman yanına sığınmış bir rakibini, Orhan’ı karşısında bulan ve kendi kardeşi bir meme çocuğu olan Ahmed’i idam eden Fâtih, bir devlet kanûnnâmesini düzenlerken “kardeşleri katl” maddesini bu kanûnnâmeye eklemiş, aynı zamanda o anda bir tehlike göstermeyen bir ma’sûmu 97 katletme fiilini haklı gösterme çabasında bulunmuştur.

Ulemânın iznini aramış olması kamuoyunu ve Şerîat’ı dikkate alma zorunluluğunu duymuş olduğunu göstermektedir. Halk, devlet adamları ve ulemâ, devletin varlığını tehlikeye atan, iç harbe ve pek çok nüfus ve servet kaybına yol açan kardeş mücadelelerini önleyecek bir önlemi onayla karşılamışlardır. Fâtih Kanûnnâmesi’nin yazılması sırasında veziriâzam olan
Karamânî Mehmed Paşa, tarihinde Yıldırım Bayezid tarafından Ya’kub’un idam edilmesini onaylayarak, “Onun bekasında büyük kargaşalıklar çıkması ihtimali vardı” diyor.98

1422’de Küçük Mustafa’nın yakalanıp idam edilmesine sebep olan Şarâbdâr İlyas’a atf olunan şu sözler dikkate değer: “Eğerçi suretâ ben ihânet ettim, amma ma’nen isâbet kıldım. Eğer kosam bu ikisi oğraşıp yüriyüb iklîmi harâba verirdi. Zarar-i âmdan zarar-i hâs yegdir, bu fiil asılda âdet-i kadîmedir.”99

Fâtih Kanûnnâmesi’nde kardeş idamını câiz göstermek üzere ileri sürülen nizâm-i ‘âlem maddesi bunun başka bir ifadesinden ibarettir.

Kardeşler arasında taht üzerinde üstün hak sağlayan herhangi bir kural olmadığı için halk ve asker, hânedândan kim gelirse ona itaat göstermekten başka bir şey yapamıyordu.100 Bunun içindir ki, saltanat iddiasında olanlara karşı mücadelede en etkin silâh, onların Osmanlı  soyundan olmadıkları, düzme oldukları savını ortaya atmaktı.

Saltanatın sahibini Allâh belirler inancı, Türkler arasında kuvvetli idi. Mehmed Çelebi, kardeşi Musa’ya karşı seferinde Edirne önüne geldiği zaman, şehir halkı kendisine şöyle demişti: “Biz sana şehri ve hisârı vermeziz, inşallâhulazîz birbirinizle buluşub bir yanaolub…”101

Savaş, egemenlik için Tanrı hükmünü meydana çıkaran doğal bir imtihan olarak düşünülüyordu. Çelebi Mehmed, Musa’yı yenip idam etti. Osmanlı şehzâdelerinin acıklı sonu,daima iradeleri dışında tanrısal bir kanûnun kaçınılmaz sonucu gibi tevekkülle karşılanmıştır.

Baba oğul, II. Bayezid’le Selim, Kanunî Süleyman ile oğlu Mustafa bir savaşta karşı karşıya geldikleri zaman, Tanrı’nın iradesine boyun eğdikleri inancındaydılar.XV. yüzyılda Osmanlı Devleti’nde mutlak, bölünmez bir egemenlik inancı yerleşmişti.102 Devlet, hânedânın bir mirası gibi düşünülmüyor, pâdişah, halife veya imparator gibi bölünmez bir egemenliğin temsilcisi sayılıyordu. Devlet gücü, hukukun ve her türlü imtiyaz ve tasarrufun kaynağı sayılan tek egemenlik sahibi hükümdarda toplanıyordu. Otoriteye, ülke ve nüfus unsurları yanında ölçüsüz derecede üstün bir yer veren bu devlet-hükümdar anlayışı, devleti mutlak ve bölünmez bir tek iradeye indirgiyordu. Böylece, kabile-devlet gelenekleri bertaraf edilerek, Roma tarihindeki gibi mutlak ve soyut bir hâkimiyet anlayışına varılmış oluyordu.

Osmanlı tarihinin ilk yüzyıllarını dolduran taht mücadeleleri, aslında bu gelişmiş devlet ve hâkimiyet anlayışında aranmalıdır.

Halil Inalcık - Devlet-i Aliyye(Osmanlı Imparatorluğu Üzerine Araştırmalar 2) Iş Bankası Yayınları

Dipnotlar:

76 Neşrî, (Menzel nüshası) Gīhānnümā: die altosmanische Chronik des MevlānāMehemmed Neschrî/1 Einleitung und Text des Cod. Menzel., yay. F. Taeschner, I, Leipzig, 1951, s. 153.

77 Neşrî, s. 25, 29.

78 Orhan Gazi’nin H. 749 Rebî’ülâhir sonları tarihli vakfiyesinde (Arşiv Kılavuzu, İstanbul, 1938, Levha I) oğulları sırasıyla Süleyman,Murad, Halil, İbrahim’dir: İ. H. Uzunçarşılı (Belleten, IX, s. 105 ve LXVIII, s. 519) Murad’ın tahta çıkınca Halil ve İbrahim’i ortadan kaldırdığını düşünmektedir.

79 Neşrî, 83; Anonim Tevârîh-i Âl-i Osman: F. Giese neşri, yay. N. Azamat, İstanbul, 1992, s. 27.

80 Bkz. “Murad II,” MEB IA, s. 598-615.

81 Onun kaçırıldığı, Hıristiyan olduğu ve haçlı seferi projelerinde Fâtih’e karşı kullanılmak istendiği hakkında bkz. F. Babinger, “Bajezid Osman” (Calixtus Ottomanus), La Nouvelle Clio, III (1951), no. 9-10, s. 349-388.

82 “Fâtih Kanûnnâmesi”, TOEM ilâve, s. 27: “Ve her kimesneye evladımdan saltanat müyesser ola, karındaşların nizâm-i âlem için katletmek münâsibdir, ekser ulemâ dahi tecvîz etmiştir, anınla âmil olalar.”

83 M. Doukas, Ducae, Michaelis Ducae nepotis, Historia byzantina, yay. I. Bekker, I. Boulliau, Bonn, 1834, s. 226.

84 Göz tanığı Ahmedî’ye ait bu tarih için bkz. H. İnalcık, Hâs-Bağçede ‘Ayş u Tarab, İstanbul, 2011.

85 Neşrî, Kitâ b-ı Cihan-nü mâ (bundan sonra Neşrî), yay. F. R. Unat, M. A. Köymen, I, Ankara, 1944, s. 364.

86 Süleyman’ın yanında bulunan Şâir Ahmedî İskendernâme’de onu ülkenin tek sultanı olarak anar.

87 Ahmedî rivâyeti tüm ayrıntıları verir, bkz. Neşrî, II, s. 450-486.

88 Bkz. H. İnalcık, Fâtih Devri Üzerinde Tetkikler ve Vesikalar, Ankara, 1954, dizin: Orhan Çelebi.

89 Bazı tarihçiler Orhan’ın Emîr Süleyman’ın torunu olduğunu düşünmektedirler.

90 Bkz. H. İnalcık, Fâtih Devri Üzerinde Tetkikler ve Vesikalar, dizin: Orhan Çelebi.

91 Gazavât-i Sultan Murad b. Mehemmed Han: İzladi ve Varna Savaşları (1443-1444) Üzerinde Anonim Gazavâtnâme , yay. H. Inalcık, M. Oğuz, Ankara, 1978.

92 Doukas, Decline and Fall of Byzantium to the Ottoman Turks, çev. H. J. Magulias, Detroit, 1975, s. 191.

93 Doukas, Decline and Fall of Byzantium to the Ottoman Turks, s. 191.

94 Doukas (1975), s. 232-233; S. Runciman, The Fall of Constantinopolis, 1453, New York, 1965.

95 Ahmed Vefik Paşa, Lehce-i Osmanî, yay. R. Toparlı, Ankara, 2000, s. 7.

96 Fetret veya feterât denilen bu kargaşa dönemi, Ahmedî’nin Menâkıbnâme’sinde (Neşrî, II, s. 423-503) tüm ayrıntılarıyla anlatılmıştır.

97 Bugün Rumeli lehçesinde çocuk için maksim (ma’sûm) söyleyişine rastlarsınız.

98 Karamânî Mehmed Paşa, “Tarih-i Âl-i Osman”, yay. M. H. Yinanç, TOEM, XIV, s. 92.
99 Neşrî, s. 153.

100 Neşrî, s. 152.

101 Neşrî, s. 138.

102 Bunun için bkz. H. İnalcık, “Osmanlı Pâdişahı”, AÜ SBF Dergisi, XIII (1958), s. 68-79.




Devamını Oku »

Modern Avrupa'nın Gelişmesinde Türk Etkisi








Prof.Dr. Halil İNALCIK

Batıda Avrupa merkezli tarih görüşünün yerini gerçek dünya tarihi kavramının almasından bu yana, dünyanın çok önemli bir bölgesinde beşyüz yıldan fazla hüküm süren Osmanlı İmparatorluğu tarihi yeni bir ilgi odağı oluşturuyor. Avrupa tarihindeki Osmanlı imparatorluğunun yeri problemi üzerine Avrupa ve Amerika’da son zamanlarda yapılan bir dizi katkı, bu artan ilginin bir işareti sayılabilir. Esas itibariyle Osmanlı belgelerinden yararlanmamaları nedeniyle yeni çalışmaların bir kısmı belli ön yargılardan arınmamış da olsa, bunlar, yeni düşünceler ve yeni yönelimleri keşfetmişlerdir.

Bu yayınların ışığında şimdi biz, mesela, Osmanlı devletinin Avrupa politikalarındaki kuvvetler dengesinde nasıl önemli bir faktör haline geldiğini konuşabiliyoruz. 1430'dan 1525’e kadar süren İtalya savaşlarının ilk dönemi sırasında bile Osmanlı devleti, İtalyan diplomasisinde önemli bir faktördü. Fr. Babinger ve J. Kissling, İtalyan arşiv materyallerine dayanan çalışmalarında, ve S. Fısher, Pfefferman, Schvvoebel, D. Vaugan konuya daha genel yaklaşımlarında, İtalyan saraylarının Osmanlı Sultanıyla ilişkileri nasıl sürdürdüğünü gösterdiler. Bu tür siyasî ve askerî konular görüşmelerle halledildiği ve asla yazıya geçirilmediği için Batı arşivlerinde konuyla ilgili fazla bir malzeme yoktur Fakat bazen bir Osmanlı askerî müdahalesi gerçekten istenmese bile, gözdağı vermek için gizli bir işbirliği söylentisi kullanılıyordu. Büyük baskı altında kalan İtalyan devletleri son çare olarak Osmanlıyı yardıma çağırma tehdidini kullandılar. 1525’de kralları İmparator tarafından tutsak edilen Fransızlar da fiilen bu İtalyan politikasına başvurdular.

Osmanlılar 1526’da Macaristan’ı işgal etmek ve 1532’de Akdeniz’de İmparatora karşı bir deniz cephesi açmak ıçin bu fırsatı memnuniyetle karşıladı, tıpkı geçmişte Venedik’e karşı İtalya’daki durumdan yararlandıkları gibi. 1480’den itibaren Osman- lılar her zaman İtalya’yı işgal etmeyi düşündüler. Kararlı bir adım için onları tereddüde götüren iki faktör, Papa ve imparator önderliğinde birleşmiş bir Avrupa’nın direniş ihtimali, ve kendi deniz gücünün bir deniz cephesi açma noktasındaki zaafı. Fakat 1537’de Kanuni Sultan Süleyman, harekete geçme zamanının geldiğini düşündü.

Daha 1531 ’de Venedik elçisi, Venedik dükasına şöyle yazıyordu: “Süleyman, ‘Roma’ya, Roma’ya’ diyor ve Sezar lakabı nedeniyle İmparatordan nefret ediyor, çünkü bu kendisinin de Sezar [Kayser-i Rum] diye anılmasına yol açıyor”. 1537 ve 1538’de Osmanlıların Adriyatik kıyılarındaki Venedik kalelerini ve Korfu adasını ele geçirme girişimleri aslında İtalya işgaline bir hazırlıktı. O zaman Fransa Osmanlı’nın müttefikiydi. Korfu kuşatması, Fransız deniz gücü tarafından desteklenmişti. Fakat Kral ve İmparator bütün Avrupa Hıristiyanlığını ilgilendiren büyük tehlikeyi gördü. 1538 Temmuzunda Francis, Charles V ile Aigues-Mortes’de barış yaptı ve dahası, Osmanlılara karşı yapılacak bir sefere katılacağına söz verdi. İki ay sonra Sultan’ın büyük amirali Barbaros, Preveze’de güçlü bir haçlı donanmasını yenmeyi başardı. Daha sonra bu zafer, Fransız ittifakı olmadan faydasız bir hale geldi.

Vurgulamaya çalıştığım şey, Osmanlılar İtalyan savaşlarının ikinci döneminde aktif bir unsur haline geldiler ve öyle bir an geldi ki İtalya için mücadele eden Batılılar, kuvvetler dengesinin Sultan lehine kaybedildiğini gördüler. Burada, Osmanlıların Fransa ittifakının değerini tamamen takdir ettiklerini ve Kralı finansal olarak da desteklediklerini ilave etmek gerekiyor. 1533’de Padişah Francis’e, Charles V’e karşı İngiltere ve Almanya prensleriyle koalisyon kurmasını sağlamak için toplam yüzbin altın gönderdi. İki yıl sonra Fransa Kralı Padışah’dan bir milyon düka altını ek talepte bulundu. Daha sonra 1555’de Fransa Kralı II. Henry, paraya sıkışınca, Fransa’da faizi yüzde 12 ile 16 arasında değişen borçlanma bonosu çıkardı ve o zaman aralarında paşaların da bulunduğu pek çok Türk bu borçlanmaya para yatırmayı kârlı buldu. Kral, Sultan’ın Yahudi vergi mültezimi Joseph Nasi’den [Yusuf Nasi] 150.000 scudo borç aldı. Kendi payına Fransa kralı, Avrupa’daki Habsburg üstünlüğünü kontrol altına alan esas güç olarak Osmanlı ittifakının öneminin çok iyi farkındaydı. 1532’de I. Francis, Venedik büyükelçisine, Osmanlı İmparatorluğunu, Avrupa devletlerinin Charles V’e karşı devamlı varlığını garanti eden yegane güç olarak gördüğünü açıkladı.

Kısacası Osmanlı İmparatorluğunun 16. yüzyılda Avrupa’daki kuvvet dengesinde ve sonuç olarak Batı’daki ulus-devletlerin yükselişinde önemli bir rol oynadığı söylenebilir. Bu rolün 1580’den sonraki dönemde İngiliz ve Hollandalıların aldığı Os-manlı destek ve teşvikinde devam ettiği görülür ki o zaman bu uluslar Habsburgların üstünlük girişimlerine karşı Avrupa direnişinin öncüleri olduklarını kanıtlamışlardır.

Onaltıncı ve onyedinci yüzyıllarda Protestan ve Kalvinistlerin desteklenmesi, Avrupa’daki Osmanlı politikasının temel prensiplerinden birisiydi. Daha 1552’de Sultan Süleyman Almanya’daki Protestan prensleri Papa ve İmparatora karşı kışkırtmaya çalıştı. Onlara gönderdiği mektupta, kendisinin bir sefer başlatmak üzere olduğunu, Almanya’ya girdiği zaman kendilerinin bir zarar görmeyeceğine yemin ettiğini söylüyordu. Melanchton, sonuçta Sultan’ın bir memuru olan İstanbul Patriği ile doğrudan temas halindeydi. Daha sonra, Aşağı Ülkelerdeki ve İspanya’ya bağlı diğer topraklardaki Lüteryan prenslere gönderdiği bir mektupta Padişah askeri yardım teklif etti ve onları kendine yakın gördü, çünkü onlar putlara tapmıyor, tek Tanrıya inanıyor ve Papa ve İmparatora karşı savaşıyorlardı. Osmanlı hakimiyeti altında Macaristan ve Transilvanya’da serbestçe Kalvinizm propagandası yapılıyordu ki bu ülkeler onyedinci yüzyılda Kalvinist ve Unitarionların kalesi haline geldi. Habsburglar üzerindeki Osmanlı baskısının Avrupa’da Protestanlığın yayılmasında önemli bir faktör olduğu gerçeği, oldukça inandırıcı bir argümandır.

Ayrıca işaret edilmelidir ki Doğu Avrupa politikalarındaki büyük bir güç olarak, o zaman bölgede hakimiyet kurmaya ve pekiştirmeye çalışan Jagellonlara ve Altın Ordu’ya karşı Moskova- Kırım ittifakım desteklemek suretiyle Osmanlılar, Moskova’nın yükselişine katkıda bulunmuştur. Osmanlılar onaltıncı yüzyıl ortalarında Moskova’nın üstünlük ve yayılmasının, Karadeniz ve Kafkasya’daki çıkarları açısından oluşturduğu tehlikeyi gördükleri zaman ise iş işten geçmişti.

Bu noktada daha ayrıntılı bir şekilde Osmanlı İmparatorluğu'nun Avrupa ile olan ekonomik ilişkilerine geçmek istiyorum.

Osmanlı ekonomisinden bahsederken, Osmanlı hakim sınıfının üretici sınıflara karşı tavrını ve geneldeki ekonomi politikası problemini gözden kaçırmamak gerekir.

Her şeyden önce Osmanlı devletinin Avrupa-Asya steplerinde modelleri bulunan göçebe imparatorluklardan birisi olmadığı vurgulanmalıdır. O, bütün o yaşlanmış idari prensipleri ve kurumlarıyla tipik bir Orta Doğu imparatorluğuydu. Öncelikle hakimiyeti altındaki yerleşik nüfusun korunması ve onların tarımsal ve ticari çıkarlarının geliştirilmesiyle ilgileniyordu. Bu politikanın esas itibariyle ekonomik zihniyete değil, devletin İmansal sonuçlarına dayandığı ilave edilmelidir. Onüçüncü yüzyılda Osmanlı sınır boyu nüfusunda göçebe unsurlar belli bir rol oynamış da olsa, Osmanlı devleti kısa zamanda, bir Ortadoğu devletinin temel yapısına sahip tipik bir İslâmî sultanlık haline geldi.

Hukuk düzeni ve hareket tarzı bu noktada hiçbir kuşkuya yer bırakmaz. Mesela biliyoruz ki, Osmanlı devletinin onbeşinci ve onaltıncı yüzyıllarda yapmak zorunda kaldığı en uzun ıç çatışma, devletin yerleşik nüfusun çıkarlarına uyarak İç Anadolu’daki Uzun-Yayla ve Fırat’tan Batı Anadolu’ya uzanan Toros sıradağları göçebelerim kontrol altına alma girişiminden kaynaklanmıştır.

Osmanlı imparatorluğunun ekonomik sistemi ve temel ekonomik prensipleri, kendisinden önce antik zamanlardan beri gelen Ortadoğu imparatorluklarındaki geleneksel devlet ve toplum görüşünden alınmıştır. Bu prensipler, yöneticilerin davranış ve politikalarını belirlediğinden, büyük ölçüde pratik bir öneme sahipti.

İslam devletinde, önceki Ortadoğu devletlerinde olduğu gibi, bütün toplum katmanları ve bütün zenginlik kaynakları, hükümdarın gücünü koruma ve artırma yükümlülüğü altındaydı. Bu nedenle, bütün siyasî ve sosyal kurumlar ve her çeşit ekonomik faaliyet, bu hedefe ulaşmak için devlet tarafından düzenleniyordu. Toplumun iki ana gruba ayrıldığı kabul ediliyordu- hükümdarın otoritesini temsil edenler (yöneticiler, askerler, din adamları) ve sıradan teb’a, yani reaya. İlk gruba mensup olanlar üretimle ilgilenmiyor ve vergi vermiyordu, ikinci gruptakiler ise üretenler ve vergi ödeyenlerdi. Devletin önem verdiği temel özellik, her bireyin kendi sınıfında kalmasıydı; bu, siyasi-sosyal düzen ve uyumun temel gereği kabul ediliyordu.

Orta Doğu devletleri, vergi gelirlerini artırmak için ekonomik faaliyetleri geliştirmenin ve reayanın bütün sınıflarında mümkün olan en büyük üretim artışını sağlamanın gereğini kabul ediyordu. Ekili toprakların kanallar açmak suretiyle artırılması, yollar, köprüler ve kervansaraylar inşa etmek ve yolcuların güvenliğini sağlamak suretiyle de farklı bölgeler arasındaki ticaretin geliştirilmesi gerektiği öneriliyordu.

Üreticiler sınıfının kendi içinde, toprağı işleyenler ve sanat erbabı, tüccarlardan farklı bir hukuk nizamnamesine tabiydi; ilk grubun üretim metotları ve kâr marjları sıkı bir devlet kontrolü altındaydı, çünkü bu toplum görüşüne göre bunlar, hayatın temel ihtiyaçlarım üreten ve bu nedenle yaptığı işler sosyal ve siyasî düzenin korunmasıyla en yakından ilgili sınıflardı. Bu yüzden, bir köylü veya bir sanat erbabının üretim metodunu serbestçe değiştirmesi tasvip edilmiyordu; faaliyetlerine sadece devlet tarafından ortaya konan kuralların sınırları çerçevesinde izin veriliyordu. Orta Doğu toplumunda, sermayedar olmaya izin veren şartları serbestçe taşıyanlar sadece tüccarlardı. “Tüccar”, bu bağlamda, bölgeler arası ticaretle veya uzak diyarlardan ithal edilmiş malların satışı işiyle uğraşan büyük iş adamı demektir. Şehirlerde kendileri tarafından üretilmiş malları satan ve bu malları ikinci elde satan ticaret erbabı “tüccar” kategorisinin dışında kalır. Tüccar sınıfı, hisbe nizamnamelerine, yani çarşıda makul pazarlığı sağlayan dinî hukuk (fıkıh) kurallarına tabi değildi.

Osmanlılarda şehzadeler için yazılan bir nasihat kitabında, onbeşinci yüzyılın ikinci yarısında kaleme alman Sinan Paşa’nın Maarı/name’sinde, hükümdara şu tavsiyelerde bulunulur:

Ülkendeki tüccarlara iyi davran; her zaman onları kolla; kimsenin onlara zarar vermesine izin verme; kimsenin onların düzenini bozmasına izin verme çünkü onların ticaretiyle memleket zenginleşir, ve onların malları sayesinde dünyada ucuzluk yayı-lır; onlar aracılığıyla Sultanın yüce şöhreti çevredeki ülkelere taşınır ve onlar tarafından ülkenin zenginliği artar.

Osmanlı mahkemeleri tarafından yayınlanmış devlet belgelerine bakarken insan, yönetimin her zaman en fazla yukarıda özetlenen prensiplerin uygulanmasıyla ilgilendiği gerçeğini şaşkınlıkla fark eder.

Osmanlı hükümetinin ticareti geliştirmeye ve tüccar sınıfının çıkarlarını korumaya gösterdiği ilgi, ifadesini çeşitli şekillerde buluyordu.

Padişahların yabancılara kapitülasyonları ıhsan etmesinin esas amacı, ticareti teşvik etmekti. Şurası vurgulanmalıdır ki, bir kapitülasyon asla karşılıklı anlaşmaya dayanan bir belge sayılmıyordu ve Padişah’ın imtiyaz ihsanı olma karakterini, aynı imtiyazları Habsburglara ve Rusya’ya vermek zorunda kaldıkları on- sekızinci yüzyıla kadar korudu. Bu fiilî değişimden önce, Padişah, karşı tarafın dostluk sözünü bozması halinde tek taraflı olarak karar verme otoritesini elinde tutuyor ve kapitülasyon geçerliğini kaybediyordu.

Padişah tarafından ihsan edilen bir imtiyaz olma özelliği kabul edilmekle beraber kapitülasyon yine de belli siyasî, finansal ve ekonomik beklentilerle veriliyordu. Belirleyici faktörler genellikle Hıristiyan dünyadan bir müttefik kazanma fırsatı, yün kıyafet, kalay, çelik ve kâğıt gibi az bulunan malları elde etmek ve imparatorluk hâzinesinin esas nakit para kaynağı olan gümrük gelirlerini artırmak idi.

Bazen iddia edildiği gibi Osmanlı imparatorluğu ekonomik olarak kendine yeten bir yapıya sahip değildi. Mesela Batı gümüşünü ithal etmek ekonomi ve finans açısından hayati önem taşıyordu. Bunun ithalatı vergi muafiyetiyle teşvik ediliyordu ve altının daha ucuz olduğu Doğu ülkelerine akışını engellemek için önlemler almıyordu. Avrupalılar, Osmanlıların Doğu Akdenizde kendi ticaretlerine bağımlı olduğunu çok iyi biliyorlardı ve kapitülasyonlardaki özel bir imtiyaz için pazarlık yapmak zorunda kaldıklarında en büyük silahları Osmanlı limanlarını boykot edeceklerine dair tehdit savurmalarıydı.

1516 ile 1550 arasında Arap ülkelerinin ilhakıyla birlikte Osmanlı imparatorluğunun ekonomik tarihinde yeni bir devir başladı ki böylece Osmanlı, fiilen Akdeniz ve Hint Okyanusu arasındaki ticaret yollarının kontrolünü eline geçiriyordu. Onaltıncı yüzyıl boyunca Ortadoğu’nun Hindistan ve Güneydoğu Asya’dan direkt olarak baharat almaya devam etmesi herkesin bildiği bir gerçektir. Osmanlı kayıtlarına göre, 1562’de sadece Mekke’den Şam’a taşman baharatlara uygulanan gümrük vergisinin miktarı 110 bin altın dukadır. İşin dikkat edilmesi gereken ilginç yanı şudur ki, orada ithal edilen baharatlar daha kuzeye gitmek üzere gemilere yüklemek amacıyla Bursa ve İstanbul’a gidiyordu. İlginç bir örnek vermek gerekirse, 1547’de yünlü kumaş satan ve büyük miktarlarda baharat alan bir Macar tüccarını Bursa’da görüyoruz.

Bu dönemde Batıda yeni yükselen ulus-devletler Fransa, İngiltere ve Hollanda, Osmanlı İmparatorluğunda ticaret imtiyazı elde etmeyi en fazla arzu eden ülkeler oldu. Doğu Akdeniz’in, eskiden olduğu gibi ekonomik kalkınma için en fazla gelecek vadeden bölge olduğu inancı vardı. 1550'lerde o zaman Avrupa’daki baharat ticaretini kontrol eden Marrano’lu Mendes ailesinin yerleşmek için Osmanlı başkentine gelmesi sadece dinî temellere dayanmıyordu.

Doğu Akdeniz’deki Venedik hakimiyetine karşı Osmanlılar her zaman rakip uluslara olumlu baktı, önce Cenevizlilere, sonra Raguzalılara ve onbeşinci yüzyılda Floransalılara.

Batılı uluslar arasında Fransızlar ilk ilerlemeyi, Yavuz Sultan Selim’in 1517’de Memlûk kapitülasyonlarını yenilemesinden sonra Suriye ve Mısır’da sağladı. Fakat Doğu Akdeniz’de gerçekten Venediklilerin yerini almaya başlamaları 1570-73’dekı Osmanlı-Venedik savaşından sonradır. Bununla beraber, 1536’deki Fransız kapitülasyonları adı verilen şey, asla bir sonuca bağlanmadı. Fransızlara verilen ilk resmi Osmanlı kapitülasyonunun yılı 1569’dur. O günden sonra diğer Batılı ülkeler Fransız bayrağı altında gemi yüzdürmek ve ticaret yapmak zorunda kaldı. Onyedinci yüzyılın başında Doğu Akdeniz’deki Fransız ticaretinin hacmi otuz Fransız livresine ulaştı ki bu o zamanın Fransa ticaretinin yarısını meydana getiriyordu.

Daha sonra İngiliz ve Hollandalılar Habsburglara karşı Fransa’dan daha da güçlü rakipler olduklarını kanıtladıkları zaman, Osmanlılar bu uluslara da kapitülasyonları ıhsan ederek yardımcı ol-makta tereddüt etmedi; İngilizlere 1 580’de ve Hollandalılara 1612’de bu imtiyazı tanıdı. 1642 ve 1660 arasındaki iç savaş dönemi dışında onyedinci yüzyılda İngilizler Doğu Akdeniz ticaretinde öncüydü. O çağa ait bir kaynağa göre ana ihracat ürünü olan İngiliz tekstili için Doğu Akdeniz pazarı üçte bir oranında genişledi ve bütün İngiliz üreticilerin dörtte biri Doğu Akdeniz’e ihracat yapıyordu. W. Sombart’ın kaydettiği gibi, Batı ekonomik yayılması için Doğu Akdeniz ticaretinin önemini kavramadan Batı kapitalizminin yükselişini anlamak mümkün değildir.

Kapitülasyon imtiyazları kademeli olarak o kadar yaygınlaştırıldı ki, Doğu Akdeniz ticareti uzmanlan olan Paul Masson ve R. Mantran, onyedinci yüzyılda yabancı tüccarlara karşı Osmanlı imparatorluğundan daha fazla liberal politika uygulayan dünyada başka hiçbir devlet bulunmadığını tam bir görüş birliği içinde vurgulayabiliyor.

Osmanlıların o zaman ticaret dengesi hakkında hiçbir fikirleri yoktu; bu fikri ilk defa açık bir şekilde tanımlanmış haliyle ancak onaltıncı yüzyılın merkantilıst İngiltere’sinde buluyoruz. Eski çağlardan kalma Orta Doğu geleneğine dayanan Osmanlı ticaret politikasına göre devlet, iç pazardaki mal hacmiyle her şeyin üzerinde kabul edilmeliydi. Öyle ki özellikle şehirlerdeki ahali ve sanat erbabı ihtiyaç maddeleri ve hammaddelerde kıtlık sıkıntısı çekmeyecektir. Sonuç olarak ithalat her zaman iyi karşılanmış ve teşvik edilmiş, ihracat ise önlenmeye çalışılmıştır. Bu nedenle bazen ihracat için daha yüksek gümrük oranlarıyla, hatta buğday, pamuk, deri ve balmumu gibi mallara konan ihracat yasağıyla karşılaşıyoruz. Gümüş ve altın ithalatını teşvik için, bunlar gümrük vergisinden muaftı ve ihracatını engellemek için her türlü adım atılıyordu.

Osmanlılar kesinlikle külçeciydiler; bu Batıdaki gerçek merkantilizm öncesindeki dönemdir. Batıdaki merkantilist ülkelerle arasındaki fark, Osmanlıların devlet ve toplumun temel dayanağı olarak lonca sistemine bağlı olmasıydı. Avrupalılar ise mamul madde ihracatının, külçeleri dışarıdan getirmenin temel bir aracı olduğunu görmüşlerdi. Daha kârlı bir ticaret dengesi kurmayı başarmak amacıyla, yerli endüstri ve ticaret organizasyonlarını kapitalist çizgide geliştirmek, daha çok mal satmak ve daha çok dünya pazarını fethetmek için ele aldılar. Bu arada, onbeşinci yüzyılda Batı ticaret dengelerindeki gittikçe artan olumsuzluğun belki de onları bu yöne ittiği ve onların merkantilist bir politika geliştirmesine yol açtığı, çünkü Doğuya ihraç edecek kıyafet ve madenlerden başka önemli bir ticaret malına sahip olmadıkları söylenebilir. Kapitülasyonlar bu modeli tamamlayıcı nitelikteydi ve şunu kaydetmekte fayda var ki, merkantilist Batı ülkeleri öncelikle Doğu Akdeniz’de kendi şirketlerini kurmak ve kapitülasyonları elde etmekle ilgilenmişti. Osmanlılar farkında olmadan modern kapitalizmin yükselmesini sağlayan Avrupalı bir ekonomik sistemin parçası oldular.

YORUM

C. M. KORTEPETER

New York Üniversitesi

Wisconsin Üniversitesi’nin desteğiyle Profesör Kemal Karpat tarafından Türk Araştırmaları üzerine düzenlenen bu konferans, önemli bir olaydır. Türkler neredeyse bin yıl Orta Doğu tarihinin hakim unsuru olmakla beraber Türklerle ilgili çalışmalar bir çok eksikliğin sıkıntısı içindedir. Bu gözlem Doğu Avrupa tarihi öğrencileri Osmanlı tarihi ve kurumlarıyla ilgili gerekli bilgi elde olmadan siyasî, ekonomik ve sosyal olayları incelemeye giriştiği zaman özellikle açığa çıkmaktadır.

Bugün Profesör Halil İnalcık tarafından sunulan tebliğin ortaya attığı Doğu Avrupa tarihinin bazı önemli sorunları üzerine kısaca yorum yapmam istendi. Profesör İnalcık, Arnavutluk defterleri, Stefan Duşan devri ve Fatih Kanunnameleri üzerine yaptığı çok iyi bilinen çalışmalarıyla, meslektaşlarıyla birlikte, Osmanlı Doğu Avrupa'sı üzerine yapılan bilimsel çalışmaların temellerini atmıştır. Reform çağı sırasındaki Osmanlı Doğu Avrupa'sı üzerine yap­tığım çalışmalar ışığında, İnalcık’ın tebliği tarafından ortaya atı­lan bazı genel sorunlar üzerine detaylı yorum getirmek isterim.

1. Kaynaklar: Profesör İnalcık, Doğu Avrupa araştırması için Osmanlı arşivlerinin merkezi önemi üzerine açıklamada bu­lundu. Bu noktaya bir itirazım olmamakla beraber, burada iki gözlemimi aktarmak isterim. Seyahat ve arşivlerde zaman ge­çirmek üzere ayırdığımız nispeten yetersiz fonlara bağımlı ol­duğumuzdan, bugüne kadar Osmanlı arşivleri Amerikan bilim adamları için girilmez bir yer durumundadır. İstanbul’a ulaşır ulaşmaz arşiv materyallerinin etkili bir şekilde kullanılabilmesi amacına yönelik olarak arşivlerdeki en önemli serilerin bir tak­vimim hazırlama hedefi orada duruyor. Bu bağlamda Prof. Benningsen ve meslektaşları tarafından Osmanlı-Rus ilişkilerinin takvimini hazırlama yönünde yapılan çalışma, fazlasıyla övgü­ye değer niteliktedir. Şurası da açıktır ki, Osmanlı arşivlerinin dışında, Avusturya, Macaristan, Romanya, Polonya, Rusya vs. gibi ülkelerde de resmi belgeler arasında büyük bir bilgi depo­su, araştırmacıları bekliyor. Bu materyalin büyük bir kısmı sis­tematik bir düzene konulmuş durumdadır ve çoğu basılmış versiyonları ABD kütüphanelerinde kullanımdadır. Burada Hurmuzaki, Veress, Abrahamovicz ve Dorev’in kolleksiyonları kayd edilebilir.

2. Avrupa'da Kuvvet Dengesi: Profesör İnalcık’ın belirttiği gibi Doğu Avrupa’daki Osmanlı varlığı ve faaliyetleri Avrupa tari­hindeki olaylara sıklıkla nihai katkıda bulunmuştur. Bazı yüz­yıllarda Osmanlı hükümetinin bugün geri besleme (feedback) adı verilen kapasiteye sahip olduğu açıktır. Yanı bir köylünün şikayeti hükümetin en yüksek mevkilerinde duyulabiliyordu ve çoğunlukla bir çözüm yolu bulunuyordu. Dahil! planda impa­ratorluğun çöküşü belki de idari Şikayetname sürecinin bozul­duğu günlerden başlatılabilir. Osmanlılar, kendi çağlarında Do­ğu Avrupa ile olan ilişkilerde büyük oranda bir esnekliğe sahip olduklarına dair de bize kanıtlar sunuyor. Macaristan toprakları bir eyalet (Budin Beylerbeyiliği) veya bir vasal (Erdel veya Transilvanya prensliği) olarak yönetildi. Yerli Prensler Erdel, Eflak ve Boğdan’ı idare etti. Osmanlılar onların dış işleri, gümrük ge­lirleri ve savaş ve barışla ilgili işlerini kontrol altında tuttu (Erdel’deki bazı istisnalar dışında). Kırım Tatarlarına, Osmanlıların Polonya-Litvanya, Moskova veya İran’la olan ilişkilerini rahat­sız etmedikçe steplerde ve Tatar politikalarında serbestlik ta­nınmıştı. Uzun vadeli düşünüldüğünde, Osmanlılar böyle bir politik esnekliği korudukları için övülmelıdir, moral anlamda ise asıl övgüyü hak eden, millet sistemi, düşük gümrük vergile­ri ve imtiyaz veya kapitülasyon kavramını getiren İslâmî uygu­lamalardır ki bunlar Osmanlıların hızlı bir şekilde modernleşmesini veya dinî azınlıkların Osmanlı politikalarının içine çe­kilmesini engellemiştir.

3. Ekonomik ilişkiler: Profesör İnalcık aynı zamanda Osmanlıların Avrupa ile olan ekonomik ilişkilerinin ana hatlarına de­ğindi. Osmanlılarla Avrupalılar arasındaki ticaret ve alış verişin hukukî durumu hakkında ayrıntılı bir inceleme için öğrenci, Profesör İnalcık tarafından yazılan “İmtiyazat” maddesine (Encyclopaedia of Islanı III, 1179-1189) başvurması konusunda uyarılır. Osmanlı İmparatorluğu gıda maddeleri bakımından açık bir şekilde kendine yeterliydi fakat bazı stratejik hammad­de ve ateşli silahların kıtlığını çekiyordu. Bu nedenle Osmanlıların, İngiltere’de terkedilmiş manastırların çatılarından kur­şun, Fransa ve İsviçre’de ateşli silahlar, Erdel maden ocakların­da gümüş, Kafkaslarda demir cevheri, ipek ve köle, Moskova’da kürk ve Kürt aşiretleri bölgelerinde güherçile peşinde olduğunu görüyoruz. Aynı zamanda biliyoruz ki Osmanlılar koyun, ma­den cevheri ve hububat ihracatını dikkatli bir şekilde kontrol ederken, Venedik, Polonya ve bu ülkeden İngiltere’ye domuz ve büyük baş hayvan ihracatını teşvik etti. Osmanlı fetih modeli incelenirken kritik mineral ve insan gücü kıtlığının önemi göz ardı edilmemelidir.

4. Şiilik, Reformasyon ve Osmanlı Liderliği Problemi: Ne var ki bu bölgeye siyasî bir birliğin parçası olarak bakmadan, birisinin dikkatini Doğu Avrupa veya Osmanlı İmparatorluğu’nun herhangi bir bölgesinde yoğunlaştırması yeterli değildir. En ka­pasiteli Osmanlı liderleri, sadece Avrupa’daki değil, Asya ve Kuzey Afrika’daki sıyası ve ekonomik konularla da ilgilenebile­cek durumdaydı. Onaltmcı ve orıyedmci yüzyıllarda Osmanlı liderlerinin geldikleri yer, başta Arnavutluk, Bosna, Macaristan vs. olmak üzere Doğu Avrupa, çoğu devşirme sisteminin ürünü olan Osmanlı liderlerinin siyasi stilini etkilemiş gibi görünü­yor. Neredeyse hiç fire vermeden Sultandan ordu komutanları­na kadar Osmanlı liderleri Protestan reformasyonuna destek verdi ve Doğu Avrupa’nın köylü ve kentli sınıflarını korumaya çalıştı. Bu aydınlanmış politika bu haliyle neredeyse onsekızinci yüzyıla kadar Macaristan’ın Türklerin elinde kalmasını ga­rantiledi ve Habsburglar’dan gelen güneydoğu kanadında dinî ve siyasî birliği yeniden kurma yönündeki her türlü girişimi bütünüyle tahrip etti.

Reformasyon, Hıristiyan dünyanın birliğine kökten ve kalıcı bir darbe vururken, aynı dönemde Osmanlılar, Safevi İran Devle­tinin yükselişinden ve Osmanlı İslam Sünniliğine tamamen tezat teşkil eden Oniki imam doğması ve epistemolojisi tanımlamasın­dan kaynaklanan benzeri bir iç mücadele ile karşı karşıyaydı, il­ginçtir ki çoğu Avrupa kökenli olan Osmanlı liderliği, Hıristiyan reformist görüşlerine karşı hassas davranmış görünürken, Şii öğ­retisine bağlı olduğundan şüphelendiği Osmanlı vatandaşlarına karşı aşırı bir sertlik ve acımasızlık sergilemiştir. İşin merak edi­lecek yanı, bu düşmana karşı basit bir uzlaşma problemiyle ken­di insanları arasındaki bir sapkınlığı bastırma arasındaki bir tezat mı sözkonusu yoksa Osmanlı eliti aslında daha iyi anladığı ko­nulara daha hukukî yollarla mı yaklaştı? Bunlar sık sık kendi ana dilleri olan Balkan dillerinde entrikalar hazırlıyor veya görüşme­ler yapabiliyordu.

Açıkçası Osmanlı İmparatorluğunun Avrupa'daki önemli siya­si ve sosyal gelişmelerle olan ilişkisi henüz yeterli ilgiyi görmüş değil. Osmanlı Avrupa ilişkileri temel problemine gelecek araş­tırma ve tartışmalarla ilgili programda yer vermek bu konferan­sın boynun borcudur.

Çeviren: Kemal Kahraman

Kaynak:Kemal Karpat-Osmanlı ve Dünya,Timaş,syf:87-103
Devamını Oku »

Fatih ve Bürokratik-Merkeziyetçiliğin Kurulması



Fatih ve Bürokratik-Merkeziyetçi İmparatorluğun Kurulması

Fatih Sultan Mehmed imparatorluğun gerçek kurucusudur. Fatih bildigimiz temel özellikleriyle klasik Osmanlı idare rejimini kesin biçimde yerleştirmiştir.(1) Başka bir deyimle Anadolu ve Rumeli'yi bir tek ülke halinde birleştirip, mutlak bir otorite altında imparatorlugu örgütleyen Fatih Sultan Mehmed olmuştur. İstanbul'un fethi dönüm noktasıdır.

Böylece Fatih bir anda İslam dünyasının en şanlı ve güçlü hükümdarı durumuna gelmiş ve kendi ülkesinde son derece büyük bir nüfuz ve otorite kazanmış bulunmaktaydı. Her şeyden önce o bütün saltanatı boyunca İstanbul'u Balkanlar'ın ve Anadolu'nun gerçekten siyasi-dini bir metropolü haline getirmeye çalıştı.

Bu amaçla her yandan şehre Türk, Rum, Ermeni, Yahudi nüfusu getirip yerleştirdi; Rum Patrikliği'ni eski yetki ve ayrıcalıklarıyla canlandırdı. Şehri kalkındırma amacıyla İtalyanlara geniş ticaret serbestileri tanıdı. Venedik'e karşı Floransalıları tuttu. 1478 tarihli sayıma göre Galata' da o zaman 332 Avrupalı aile vardı.

Bütün Galata nüfusu 1 .521 haneydi. İstanbul ve Galata'nın bütün nüfusu 16.324 hane (aile) idi, İstanbul' da 3.667, Galata' da 260 dükkan sayılmıştı.

Fatih, Kayser'in payitahtını almakla kendisini Roma İmparatorluğu'nun biricik haklı mirasçısı sayıyor ve fetihlerinde bu görüşten esinleniyordu.O, her şeyden önce Gazi Sultan unvanını benimsemekle beraber kişiliginde İslam, Türk ve Bizans imparatorluk geleneklerini bağdaştırarak klasik Osmanlı padişahı yaratmış oluyordu. Fatih, Macaristan ve Venedik'e Balkan işlerine karışma fırsatı verebilecek bütün yerli hanedanları ortadan kaldırarak, Yarımadayı bir tek yönetim altında birleştirme siyasetinde başanya ulaştı.

1463'te Çanakkale Boğazı'nda yaptırdığı kalelerle Boğazlarda tam egemenlik kurdu ve bir haçlı donanmasının İstanbul' a saldırması olasılığını kaldırdı. Karadeniz'i bir Osmanlı gölü haline getirme planında ona karşı yalnız Boğdan Voyvodası Büyük Stefan Lehistan' a dayanarak direniş gösterdi. 1484'te Kili ve Akkerman'ın fethiyle bu egemenlik tamamlanmıştır. Sultanu'l-Berreyn ve Hakanu'l-Bahreyn (iki kara ve iki denizin hükümdarı) unvanını kullanan Fatih, Karadeniz ve Ege üzerinde egemenliğini belirtiyor, böylece Anadolu ve Balkanlar'ı birleştirerek İstanbul etrafında 400 yıl dayanan imparatorluk çekirdeğini kurmuş oluyordu.

Öte yandan Fatih içeride merkeziyetçi-bürokratik yönetimi güçlendirmek için birtakım köklü önlemler aldı:Yeniçerileri iki katına, 10.000lere çıkardı; o zamana kadar oldukça bağımsız davranan udan merkezin daha sıkı kontrolü altına soktu. Eski vakf ve mülkleri yeniden gözden geçirip, binası yıkık olan veya zamanında devletçe onaylanmamış yalnız kadı onayı ile kalmış vakıflara ait toprakları devlete mal etti.(2)

Bu yolla 20.000' e yakın köy ve mezra' a doğrudan doğruya devlet tasarrufu altına geçti ve timar olarak sipahilere dağıtıldı. Ulema ve özellikle zaviye ve toprak sahibi şeyh ve dervişler bundan etkilendiler. Anadolu' da eski yerli,soylu kişiler elinde bıraktığı mülk topraklar için de, eşkinci adıyla orduya asker göndermeyi zorunlu kıldı. Devlet, tarım topraklarının çıplak mülkiyet hakkını,haraci-miri niteliği sebebiyle yalnız kendisine ait sayıyordu.Temlik ve vakfin dahi bu hakkı kaldırmadığı görüşü bu dönemde yerleşmiş görünmektedir. Zayıf yönetimler zamanında özel kişiler, temlik ve vakf yoluyla mırı aleyhine toprak üzerinde tasarruf haklarını ve alanlarını genişletmişlerdi. Bizans döneminde olduğu gibi, Osmanlı döneminde de, tarım topraklarının kullanımı ve kontrolü devletle özel kişiler arasında gizli-açık, sürekli bir uğraşı ve anlaşmazlık konusu olmuştur.

Osmanlılar vakf ve mülkleri, ilk kez 1. Bayezid (1389-1402) döneminde geniş ölçüde devletleştirdiler. İkinci reformu Fatih yapmıştır. Devlet, toprak üzerinde gerekli kontrolü 16. yüzyıldan sonra kaybetmeye başlayacaktır.Ayan döneminde, miri topraklar üzerinde, kişilerin kontrol ve kullanım hakları , malikane-mukataa yoluyla hayat boyu, hatta irsi bir hal alarak son derece genişlemiştir.Tanzimat döneminden sonra yavaş yavaş bu topraklar üzerinde Roma hukuku ve Batı'nın mülkiyet anlayışına yakın bir mülkiyet anlayışı yerleşecektir.

Şu bir gerçektir ki devlet toprak rejimi, timar sistemiyle sıkı sıkıya bağlıdır. Anadolu'da ve Rumeli'de 1475'te aşağı yukan 40.000 timarlı sipahi tahmin olunuyordu. Fatih'in toprak reformu sonucu özellikle vakıflardan yararlanan dini gruplar ve eski büyük toprak sahibi soylular hoşnutsuzluk gösterdi. II. Bayezid tahta geçince vakf ve mülkleri geri verdiyse de bu tepki çok genişlemedi.

Öbür taraftan Fatih ilk kez yeni akçe (devletin resmi gümüş parası)bastırdı ve her defasında eski akçayı dolaşımdan kaldırdı. Eski akçaları gümüş rayid üzerinden ödediğinden,piyasadaki gümüş stokunun altıda birini devlet geliri olarak almış oluyordu. II. Bayezid tahta çıkar çıkmaz ayaklanan yeniçeriler ona bu yöntemden de vazgeçmesini zorla kabul ettirmişlerdir.

Fatih dönemi anlatılırken Bizans etkisi sorununa da değinmek gerekir. Gerçekte N. Jorga ve başkaları bunu abartmışlardır.

M. F. Köprülü'nün eleştirileriyse yanlış anlaşılmıştır.Köprülü, saray ve merkezi devlet kurumlarında Bizans etkisini, Osmanlılardan önceki İslam devletle rinde aramanın daha doğru olduğunu söylemiş, vergilerde ve adetlerde doğrudan doğruya etki olabileceğini kabul etmiştir.(3)

Bugün bu alanda bilgilerimiz genişlemiştir.(4)Osmanlıların Balkanlar' da ve Bizans topraklarında istimaıet politikası sonucu olarak birtakım vergileri, bazı şehirlerin ve grupların bağışıklıklarını ve ayrıcalıklarını, yerli askeri sınıfları, halkın yüzyıllardan beri alışık olduğu birçok kurumu yerinde bıraktığını görmekteyiz.(5)

Halil İnalcık - Akademik Ders Notları(timaş)syf.213-215

Dipnotlar:

(1)-Bkz. H. İnalcık, "Mehmed II lA, Vıı (1957). 506-535.

(2)- 46 Bu "nesh" hareketine ilk şu yazılarımda değindim: "Mehmed II," LA, 533; "Mehmed the Conqueror ( 1432-1481) and his Time," Speculu m, XXXV-3 ( 1960). 408-427; krş. V. P. Mutaf çieva,Agreria n Relations in the Ottoman Empire in the 15th and 16th Centuries. New York 1 988; B. Cvetkova, 'Sur Certaines reformes du regime foncier au temps de Mehmed II," JESHO, vı - 1(19631, 104-120.

(3)- M. Köprülü, "Bizans Müesseselerinin Osmanlı Müessese/erine Tesiri Hakkında Bazı Mülahazalar; THİM, I ( 1931 ), 165-313.

(4)-Bkz. H.İnalcık, -The Problem of Relationship between Byzantine and Ottoman Taxation; Akten des XI. Internationalen Byzantinisten Kongresses, 1958, 237-242; B. evetkova, "Influence exercee par certaines Institutions de Byzance et des Balkans du Moyen age sur le systeme feodal
Ottoman," Byzantino-Bu/garica, i (Sofya 1962), 237-250.

(5)- M. Hadzijahic, «Die privilegierten Stiidte zur Zeit Des Osmanischen Feudalismas," Südost-Forsehungen, XX, ( 1961) 1 30-158; H. ınalcık, ·Stefan Duşandan Osmanlı ımparatorluğuna,"Fatih Devri üzerine Tetkikler ve Vesikalar, Ankara, 1954, 1 36-184; H. Beldiceanu, Les aetes des premiers su ltans conserves dans /es manuserits, 1390-1512, Paris-La Haye 1 964; H. Sabanovic, "Upravna podejela Jugoslavenskih zemlja pod turskom vladavinom do Karlovackog mire 1699 god," Godisnjak Istoriskog Drustva Bosne i Hereegovine, ıV, (1952) s.I71-204 idem, Bosanski Pasaluk, Sarajevo 1959.

Halil İnalcık - Akademik Ders Notları(timaş)syf.213-215
Devamını Oku »

Osmanlı Klasik Kültürü



Osmanlı kültürü ilk döneminde yani gelişme çağında bağnaz de­ğildi. Yabana kültürlere özeniliyor, bilinçli kültür alınblan yapılabiliyor,dışarıdan alim ve sanatçı getirilmesine çalışılıyordu. Tursun Bey (15. yüzyıl sonu) kendi zamanında sanatta başlıca üç üsluptan, Tavr-i Rumi (Anadolu Türk), Tavr-i Hatayı (Orta-Asya) ve Tavr-i Frengi (Avrupa) üsluplarından söz ediyordu.(1) Kanuni Sultan Süleyman dönemiyle, Osmanlı kültürünün klasikleştiği, dış etkilere kapanmaya başladığı düşünülebilir.

Osmanlı kültürü, gerçekte o zaman en büyük üstadlarını vererek, ideal şekillerine kavuşmuş bir kültür bilincine vardı ve artık dış alınlara özenmedi ve kendi klasik şekilleri içinde kalıplaştı. Yine bu dönemde,devletin miri toprak, timar ve kul sistemine dayanan soyal politik yapısı nitelik bakımından en yüksek seviyesine ulaşmıştı. Mutlak bir otoritenin sahibi sayılan padişah, bütün politik-sosyal düzenin kaynağı ve dayanağı sayılıyordu. Padişah iradeleri şeklinde çıkan örfi kanun ve tüzükler,Kanuni döneminde ideal şekillerine kavuşmuş kabul ediliyordu.(2)

16. yüzyılda klasik şekillerine ulaşan bu ilk dönem Osmanlı devlet yapısı,gazi uc toplum ve geleneğinin gelişmiş bir şekli olarak, askeri bir devlet karakteri gösteriyordu. Gaza prensibinin, emperyalist girişimlerin devlet hayahnda üstün rolü göz önünde tutulursa, bu görüş bir bakıma kabul edilebilir. Daha önceki İslam devletlerinden farklı olarak, Osmanlılarda sivil yönetim, hatta dini kaza göreviyle askeri görevlerin aynı kişiler elinde toplanmış olması da dikkate değer. Daha 15. yüzyılda Bursa gibi bir ticaret ve endüstri merkezinde dahi, en yüksek servetlere sahip yüksek tabakayı, askeri sınıf görevlileri oluşturmaktaydı.(3) Nihayet askeri uc ve gazn örgütünün devlet içindeki rolü, sürekli yeni toprakların fethini bir gereklilik haline getiren timar sistemi göz önünde tutulmalıdır.

Bu gözlemler doğru olmakla beraber, çeşitli etkilerden yoğrulmuş kendine özgü bir Osmanlı kültürünün ve yaşam üslubunun varlığı ve Osmanlı yönetiminin yerleştiği ülkelerde bu kültürün ve yaşam tarzının derin etkileri unutulmamalıdır. Orijinal bir Osmanlı kültürü, devlet ve hukuk düzeni var olmuştur. Özellikle Osmanlıların Balkanlar' da sosyal ve kültürel etkileri derindir. O zaman bu kültürün,büyük bir çekici kuvveti vardı. Kendi iç değeri yanında, Osmanlı emperyal kültürü, bir prestij kültürüydü. Bir gayrimüslim için en arzu edilir şeylerden biri, giyimini ve yaşamını Müslüman Osmanlı'ya benzetebilmekti. Balkanlı, hatta Arap tarihçilerin bugünkü geri kalmışlığı, Osmanlı rejimiyle açıklamaya yeltenmeleri anakronistik bir özlemden ibarettir.

O zaman kimse hümanizma ve Rönesans'ın Batılı milletlere getireceği kudreti, serveti ve prestiji hayalinden geçiremezdi. Doğu Hristiyan kültürünün bağımsız yaşadığı ülkelerde, örneğin Rusya' da dahi Rönesansı izleyemediği, izlemek istemediği ortada olan bir gerçektir.(4)Osmanlı patrimonyal toplumunda yüksek kültür yarahmı, sarayın ve saraydan çıkma kullann patronajı altında gerçekleşiyor, gelişiyordu. Osmanlı kültürünün geliştirildiği merkez, İstanbul, daha dogrusu, Saray-ı
Hümayundu. Birçok sanat kolları, hassa sıfatıyla padişaha mensup hirfetler olarak sarayda örgütlenmişti. Saray mimarları, nakkaşlar, hanendeler (mutriban), şairler, kuyumcular, hil' at ve kaftan yapanlar, halı ve ipekli dokuyanlar, çarşıda en usta kişiler arasından seçiliyor veya saray için tutuluyordu. Bunlar padişah için en nefis eserleri yaratırlar, eserleri ötekiler için örnek olurdu. Öbür taraftan saray okullarında iç oglanlarına çeşitli sanatlar ögretilirdi. İç oglanlarından kumandan veya vali olarak taşraya çıkanlar, gittikleri vilayetlerde, padişah sarayını taklitle kendi saraylarını kurarlar ve Osmanlı saray üslubunu çevrelerinde yayarlardı.

Her önemli şehirde saraydaki baş mimara (ser-rnfmaran-i hassa) bağlı bir mimar olup kamu yapılan onun gözetimi altında yapılırdı. Osmanlı kültürünün en önemli ve orijinal bir kolu da hukuk alanındadır.

 

Halil İnalcık-Akademik Ders Notları

Dipnotlar:

(1)-Tarih-i Abu"l-Fath, The History of Mehmed the Conqueror, yay. H. İnalcık ve R. Murphey, Minneapolis ve Chichago: Bibliotheca Islamica 1978, 55-61.

(2)- Osmanlı hukuku üzerinde bkz. H. Inalcık, "Osmanlı Hukukuna Giriş:' Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisi, XIII-2, 1 958, 102-126; Fatih Sultan Mehmed"in reayaya ait kanunnamesinin analizi: H. İnalcık, "Osmanlılarda Raiyyet Rüsumu:' Bel/eten XXIII, 1959, 575-608; Süleyman Kanunnamesi için bkz. H. Hadzibegic, "Kanun-nama sultana Sulejmana Zakonodavca:' Glasnik Zemaljskog Muzeja Sarajevu, IV-V, 1950, 295-382; Ö. L. Barkan, xv. Ve XVI. Asırlarda Osmanlı Imparatorluğunda Zirai Ekonominin Hukuki ve Mali Esasları, I, Kanunlar, 1943, I-LXXII; Sü­leyman Kanunnamesi'nin ideal sayılması hakkında 1956 tarihli adaletnameye bkz. H. İnalcık,"Adfıletnameler:' Belgeler, II (1965), 405; H. İnalcık, "Kanun," EI', IV, "Kanunname:' EI', IV:Süleyman'a atfedilen kanunname metni tamamıyla Bayezid dönemine aittir, bkz. N. Beldiceanu,Code de lois Coutumieres de Mehmed II, Wiesbaden 1967, tarihlerne yanlıştır; Süleyman'a atfedilen bu kanunnamenin yapılan bütün yayınları yanlışlarla doludur, birçok yazmanın karşılaştırılmasiyle metnin aslının çıkarılması işini tamamlamış bulunuyoruz, yorumlarla yayımlayacağız,kanunnamelerin hukuki bir analizi için şimdi bkz. A.Akgündüz, op.cit. 41 -301; yazar Süleyman'a atfedilen genel kanunnameyi, en eski fakat noksan ve hatalı Koyunoğlu nüshasından almıştır.,bkz. Cilt ıı, 39- 1 14; bu kanunnamenin Viyanaöa Staatsbibliotheköe tuğra ile tasdik edilmiş bir nüshası vardır.

(3)- Bkz. H. İnakık, "ıs. asır Türkiye Iktisadi ve İçtimai Tarihi Kaynakları:' IFM, XI (1953-1954),51-75

(4)- Doğu Avrupa ve bu arada Osmanlıların geri kalmışlığı üzerinde son olarak bkz. The Origins of Backwardness in Eastern Europe, Economics and Politics from the Middle Ages until the Early Twentieth Century, yay. D. Chirot, Berkeley: University ofCalifornia Press 1989; bu cil! içinde Osmanlılara ait bir bölüm V: E Adanır, "Tradition and Rural Change in Southeastern Europe During Ottoman Rule:' i 3 i . i

(5)-: Türkiye'nin geri kalmışlığı sorunu, IL Dünya Savaşı'ndan sonra Türk aydınlarını en çok düşündürmüş ve bir yığın yayına vücut vermiştir. Bu yayınların büyük bölümü Marxist teoriyi izlemiştir. Genel olarak bu teorinin tartışması için bkz. B. Chandra,"Karl Marx, His Theories of Asian Sodeties, and Colonial Role." Review, v- ı (1981 ), 13-91, A.M. Bailey ve J. R. L1obera, The Asia/ic Mode of Production: Science and Politics, London: Routledge ve Kagan Paul 1 981: Doğu Avrupa'da Osmanlı toplum yapısı başlangıçta Marx'ın feodal toplum teorisine göre yorumlanmıştır. Bu konuda en esaslı inceleme: V. P. Mutafcieva, Agrarian Relations in tha Ottoman Empire in the 15th and 16th Centuries, New York 1988. Sosyal yapıyı Marx'ın Asya Tipi Uretim Tarzı teorisi bakımından işleyenler, S. Divitçioğlu. Asya Tipi Uretim Tarzı ve Osmanlı Toplumu, İstanbul 1967: S. Yerasimos, "Le Mode de produclİon asialtique et la sodete Ottomane", unpublished thesis, translated into Turkish by B. Kuzucu. Azgelişmişlik Sürecinde Türkiye, 3 Cilt (İstanbul: Gözlem, 1974); H. İslamoğlu ve ç. Keyder. "Agenda for Ottoman History'; Economy and Society, V-2 (i 976) 178-196; Asya Tipi Üretim Tarzı'nı Türk yazarları Divitçioğlu'ndan beri Osmanlı'ya özgü bazı farkları belirterek ılımlılaştırırlar; daha genel biçimde ele alanlar arasında bkz. M. A. Şevki, Osmanlı Toplumunun Sosyal Bilimle Açıklanması, İstanbul: ElifYay., 1968; M. Sencer, Osmanlı Toplum Yapısı, İstanbul: MAY, 1969, 1 86-378; B. Boratav, Tarımsal Yapılar ve Kapitalizm, Ankara: SBF. 1 980; R. Aktan, Türkiye Iktisadı,3rd edition, Ankara: SBF, 1978; ç. Keyder, Toplumsal Tarih Çalışmaları, Ankara: Dost, no. ı 98:Marx etkisiyle genel sosyolojik analiz için bkz., ıbrahim Yasa, Türkiye'nin Toplumsal Yapısı ve Temel Sorunları. 2. Baskı Ankara, 1 973; J. Hinderink ve M. B. Kıray, Social Stratification as an Obstade to Development, A Study of Four Turkish Villages, New York: Praeger, 1970: Osmanlı ekonomisinin durağan (stagnant) karakteri üzerinde tartışmalar da, tarihi verilere dayanacak yerde çoğu zaman olayları teoriye uydurma biçiminde gelişmiştir. Asya Üretim Tarzı teorisiyle i. Wallerstein'in kapitalist Dünya Ekonomisi ve onunla bütünleşme teorisini kaynaştıran ve tarihi veriler ışığında yeni bir yorum getirme çabası için bkz. The Ottoman Empire and the World Economy, yay. H. lslamoğlu-Inan, Cambridge, i 987, 1 -26; idem, "Les paysans, le marche et ('Etat en Anatolie au XVI e siede:' Annales, E.S.C., V (1988), 1025-1043; durağanlık için bizim tarihi verilere dayanan görüşümüx, toprak ve köylü üzerinde beUi fıskal-politik gereklerin doğurduğu çift-hane, kentte hirfet rejimidir (infra).

Üretim tarzına bağlanan toplum yapısı teorisinin Max Weber sosyolojisiyle değişik biçimde yorumu için bkz. K. Wittfogel, Oriental Despotism, A Comperative Study of Total Power, 5. baskı,New Haven ve Londra: Yale Univ. Press, 1964; Wittfogel, Osmanlı Imparatorluğu'nu önemli bir toplum tipi olarak alır, fakat sulamanın esas olduğu Mezopotamya, Mısır, Çin imparatorlukları yanında Osmanlı despotizmi için özel bir üretim tarzı bulamaz, bize göre büyük hidrolik devlet girişimi yerine Osmanlı örneğini belirleyen üretim tarzı, çift-hane sistemidir; bunun için geniş
bir biçimde bkz. H. lnalcık, The Middle East and the Balkans Under the Ottomans: Selected Papers on Economy and Society, Bloomington 1992; Osmanlı'nın toprağı ve köylü emeğini mutlak devlet kontrolü altında tutması, miri sistem, klasik dönemde Osmanlı rejiminin temeli ve ana karakteridir; çift-hane sistemi olarak nitelendirdiğimiz bu "üretim tarzı"nı belirleyen baskı veya koşul, İslam'ı gittikçe güçlenen bir haçlı Avrupası karşısında koruma, direnme ve karşı saldırıya geçip Hak sözü'nü dünyada egemen yapma çabası, yani gaza ideolojisidir. Osmanlılar toprağı ve köylü emeğini kontrol veya "despotizm"i bununla haklı göstermiş ve topluma kabul ettirmiştir.

13. yüzyılda iki yandan, Mogol ve haçlı baskısı altında yok olma karşısında kalan Islam alemi Mısır ve Suriye'yle Memlukların, Anadoluda Osmanlıların askeri rejimini bir Çıkış yolu olarak benimsemiştir. Bu, bir "meşrulaştırma" ideolojisi olup asıl temel sosyal ekonomik yapıyı, çift-hane sisteminde aramak gerekir. Bizim bu açık yorum tarzımız, son yayınlarda hayretle görüyoruz ki, ters ve noksan biçimde özetlenmekte ve bize ait olmayan düşünceler bize atfedilmektedir.

Mesela, bkz. C. Imber, "The Ottoman Dynastic Myth", Turcica, XV ( 1987) 7-27, bu yazıdaki esas düşünceler için bkz. H. Inalcık, "Padişah", IA, IX (1969) 491-495; 1964'te ÇıkmıŞ olan bu yazıda (s.492-493) Hanedanın hakimiyetini meşrulaştırmak amacıyla Osmanlıların çeşitli rakip Müslüman hükümdarlara karşı hükümdarlık haklannı ve hakimiyet kaynağını Orta Asya hanlık geleneğine, Selçuk sultanlarının varisliğine veya doğrudan Tanrı tarafından verilmiş olduğuna bağladıklarını belirtmiştik.

Bir grup sosyolog, Osmanlı ımparatorluğu'nun politik sosyoloji bakımından yapısını, merkeziyetçi-bürokratik imparatorluk çerçevesinde inceler. Osmanlı örneğine önemli bir yer ayıran böyle bir teori için bkz. S. N. Eisenstadt, The Political Systems of Empires, New York: The Free Press, i 969, Index: Ottoman Empire
Devamını Oku »