Kader Nedir? Kader Hakkında Tüm Meseleler



KADER

Mahlûkatı ilmi ile yaratıp onlara kaderler takdir etmiş, eceller tayin etmiştir.

Bu nokta önemlidir. Kader meselesine taalluk ettiği için bu nokta üzerinde bir miktar duracağız. İki sebeple; birincisi kader, İkincisi ecel. Çünkü burada da mugalatalar yapılıyor, kafa karıştırmaları söz konusu: "Kader diye bir şey yoktur. Ecel değişir; insan kendi fiilleriyle ecelini öne de alabilir geriye de bırakabilir" gibi saçma iddialar görüyoruz. Bu iddiaların kıymeti harbiyesini detaylıca göreceğiz.

Mahlûkatı yaratmadan önce O'na hiçbir şey gizli değildi. Onları yaratmadan önce onların ne yapacaklarını da bilmekteydi.

Yaratan bilmez mi? Bilir. Bilmeseydi yaratamazdı. Bir insan bile yani herhangi bir şey yapacağı zaman önce onu tasarlıyor, planını projesini yapıyor, neresine ne yapacak, hangi ölçüde ne miktarda boyutta yapacak... bütün bunları hesap ediyor ve ne yapacağını bildikten sonra o işi yapmaya koyuluyor. Dolayısıyla Cenab-ı Hakk sadece takdir eder ve ilmindeki şeyin meydana gelmesi için "Ol" der ve o şey olur. Bazen şöyle saçma sapan cümleler de kurarlar: "Cenab-ı Hakk karar veriyor, yapıyor!" Cenab-ı Hakk karar vermez, takdir eder ve yaratır.

Hemen peşinden gelen madde de bu bağlamda dikkat çekici: "Yarattıklarına, kendisine itaat etmelerini emretmiş, karşı gelmelerini de yasaklamıştır." Şimdi bir itikad metninde bu cümle niye yer aldı? Çünkü Cenab-ı Hakk'ın mahlûkatla ilişkisi -haşa- kâinatı yaratıp kenara çekilmiş bir ilah gibi değil. Cenab-ı Hakk kâinatı, insanı yaratıyor, insana bir mükellefiyet yüklüyor, her şeyin bir maksadı, amacı, hikmeti, var ediliş gayesi var. Cenab-ı Hakk insanlar üzerine birtakım sınırlar, kırmızıçizgiler çizmiştir. "Şuralara girmeyeceksiniz, buralara dokunmayacaksınız, şunları yapın, bunları yapmayın" gibi emirler ve yasaklar koymuştur. İşte Hükümde Tevhid'in tezahürünü de burada görüyoruz.

Metnimiz bize diyor ki: Cenab-ı Hakk yarattığı şeylere kaderler takdir etmiştir. Aynı şekilde eceller tayin etmiştir. Biz Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaat itikadına mensup olan Müslümanlar kader diye bir meselenin varlığına iman ederiz. "Kuran-ı Kerim'de kader meselesi yoktur" diye bir iddia Kaderiyye ve onların takipçisi Mutezile -ki bir kısım eserleri günümüze kadar gelmiştir- mezhepleri tarafından dillendirilmiştir. Bunların iddiasına göre kader diye bir şey yoktur. Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaat bunların karşısında Sahabe-i Kiram'dan din olarak öğrendikleri ne varsa, onları muhafaza ve müdafaa sadedinde kaderin var olduğunu ortaya koymuşlar, Efendimiz (s.a.v)'in böyle dediğini, sahabeye böyle öğrettiğini, onların da tabiin ve sonraki nesillere böyle naklettiğini söylemişlerdir.

Kader diye bir şey vardır. Peki, nedir bu kader? "Kader yoktur" diyen insanlara sorulması gereken bir soru var: Siz bunu inkâr ediyorsunuz da, olmadığını söylediğiniz kader nedir, bunu bir tarif edin. Örneğin M. İslamoğlu bunu yapıyor, bir kitap da neşretti bu konuda. "Yoktur" diyorsun, bütün kitabın boyunca ümmet-ı Muhammed'in selefine, fukahasına, muhaddisine, ulemasına olmadık şeyler söylüyorsun. Onların Efendimiz (s.a.v)'e, Kuran-ı Kerim'e iftira ettiğini söylüyorsun. Fakat bu senin olmadığını söylediğin, inkâr ettiğin kader nedir, sen bundan ne anlıyorsun?

Kader meselesini netleştirebilmek için birkaç nokta üzerinde durmak lazım.

1 - Allah Teâlâ'nın İlmi

Bunlardan birincisi Allah Teâlâ'nın ilmidir. Allah Teâlâ'nın ilmi meselesini netleştirmeden kaderi konuşmak eksik olur, bir neticeye götürmez. Nassî delillere/Kur'an ve Sünnet'e baktığımızda Allah Teâlâ'nın -tıpkı diğer ezelî kadim sıfatları gibi- ilim sıfatı ezelidir, kadimdir, zatı ile kaimdir, sonradan elde edilmiş değildir. Eğer bir şey sonradan elde edilmişse zaten ilahi olamaz. Bir vasfa, sıfata sahip değilken sonradan sahip olmak bir marifetse bu kullara mahsus bir marifettir. Çünkü o şeye sahip olmamak bir nakisadır, eksikliktir. Onu sonradan kazanmak durumunda kalmak bir eksikliktir ve biz “Sübhanellah" dediğimizde Cenab-ı Hakk'ı her türlü noksanlıktan, eksiklikten tenzih ediyoruz. Dolayısıyla Cenab-ı Hakk'ın ilmi, Kelam ulemasının tabiriyle söylersek "husûlî" değil "hudûrîdir", iktisabî (çalışarak elde edilmiş) değil zatı ile kaimdir. Ezelidir, kadimdir, başlangıcı yoktur, öğrenerek elde edilmiş bir ilim değildir.

Cenab-ı Hakk'ın ilminin kadim olmasının bu meseleyle irtibatı şudur: Cenab-ı Hakk'ın ilmi kadimse, bizim zamansallığımıza göre sonradan yaratacağı her ne varsa onunla ilgili bilinmesi gereken her şeyi biliyor olması gerekir. Çünkü bilmediği bir şeyi yaratamaz. La teşbih, bir kıyaslama yapalım: Bir mühendis düşünün, bina yapacak. Bu binayı daha önce zihninde tasarlıyor, sonra o tasarımını bir kâğıda döküyor ve planını, projesini yapıyor. Daha sonra bunlara bakarak binasını inşa ediyor. İşte Cenab-ı Hakk böyle tasarım yapmaz, plana, projeye dökmez. Bu Yahudilerin inancıdır. Yahudilere göre Tevrat'ı Cenab-ı Hakk yazmış, sonra kâinatı nasıl yaratacağını, ileride neler yapacağını da Tevrat'a yazmış, daha sonra vakti geldiğinde Tevrat'a bakarak -haşa- nereye ne yapacağını, yaratacağını ona göre yaratmıştır! Bu Yahudilerin tanrı tasavvurudur. Âlemlerin Rabbi değildir bu.

Allah Teâlâ mutlak ilmiyle bizim zamansallığımız içinde geçmiş, şimdi ve gelecek diye ifade ettiğimiz her ne varsa hepsini aynı şekilde, aynı bilgiyle bilir. Dolayısıyla yaratacağı şeylerle ilgili en detaylı malumat Cenab-ı Hakk'ın İlm-i Ezeli'sinde mevcuttur. Mülk Sûresindeki bir ayet bu durumu dikkatimize sunuyor:

"Dikkati edin! Yaratan bilmez mi?!

Yaratmayla bilgi arasında böyle varoluşsal, vazgeçilmez bir ilişki var. Cenab-ı Hakk eğer yaratıcıysa bunun tabiî bir gereği olarak bilmelidir, bilen olmalıdır ki yaratsın. Cenab-ı Hakk'ın bilmeden yaratması gibi bir şey tasavvur dahi edilemez. Bilmeden yaratılmaz. İnsan bile bilmediği bir şeyi yapamaz. Önce hakkında bilgi edinir, sonra onu yapar. İnsanda bu bilgi varsa Cenab-ı Hakk'ta evleviyetle vardır. Dolayısıyla Cenab-ı Hakk'ın yaratacağı şeyleri, yaratacağı şeyle ilgili bilgiyi ezelde mutlak ilmiyle biliyor olması gerekmektedir; aksi halde yaratamaz.

Bu bakımdan birey olarak her birimizin hayatı nerede, nasıl, ne şekilde cereyan edecek; bir karınca ne zaman dünyaya gelecek, ne iş yapacak, ne zaman ve nasıl ölecek... bunları bile Cenab-ı Hakk mutlak ve ezeli ilmiyle bilir. Dolayısıyla bizim iradî fiillerimizden tutun evrenin var oluşuna, geçireceği evrelere, kıyamete ve kıyamet sonrası hayata dair en küçük detaylara kadar bilir ve bu ilmine göre yaratır. Kaderle ilgili aklımızda tutmamız gereken birinci mesele budur. "Abdulaziz Bayındır böyle diyor" diye sorduklarında Mustafa İslamoğlu da bunu söylüyor nitekim. Diyor ki: "Hoca hata etmiştir. Hocayı tuzağa düşürmüşler. Allah her şeyi bilir. Geçmişi de, şimdiyi de, geleceği de bilir. O'nun ilmi her şeyi kuşatır..." Dolayısıyla kader meselesinin bu boyutuyla ilgili olarak Mustafa İslamoğlu da bizim gibi düşünüyor.

2 - Allah Teâlâ'nın Kudreti


Peki, geliyoruz ikinci noktaya: İlmi her şeyi kuşatan Allah Teâlâ'nın gücü de her şeye yeter. "Her şeyi bilir ama bazı şeylere gücü yetmez" derseniz bu O'na noksanlık atfı olur. Bu sizi küfre götürür, pek çok Kur"an ayetine toslarsınız. "Şüphesiz O her şeye kadirdir." ve "Şüphesiz O her şeyi bilendir." diye biten, O'nun hem ezeli- mutlak ilmine hem de ezeli-mutlak kudretine vurgu yapan bir çok ayet var.

Peki, her şeyi bilen ve kudreti her şeye yeten Cenab-ı Hakk dilediği zaman insanların iradesinin rağmına bir fiil işleyemez mi? İşleyebilir. Kâinatı yaratan ve ona bir düzen, sistem veren Cenab-ı Hakk dilediğinde bu sistemi durdurabilir mi? Durdurabilir. Fıtratında, tabiatında yakmak olan ateşe: "Ey nâr, İbrahim'e serin ve selâmet ol!" der ve ateş yakma hassasını kaybeder mi? Amennâ ve saddaknâ, kaybeder. Dolayısıyla ateş bize göre yakıcıdır, Cenab- ı Hakk "yakma" dediğinde ateş yakmaz.

İnsan suda yaşayamaz ama Cenab-ı Hakk dilerse yaşar. İnsan dünya dışında herhangi bir ortamda, gezegende yaşayamaz ama Allah dilerse yaşar. Allah'ın kudretinin dışında hiçbir şey yok, ilminin dışında hiçbir şey olmadığı gibi.

Allah Teâlâ dilediğinde herhangi bir hikmet gereği ya da bizim akıl erdiremeyeceğimiz bir gerekçeyle, kâinata hâkim kıldığı düzeni durdurabilme kudretine sahip olarak bunu yapmış mı, yapıyor mu? Elbette yapıyor. Biz kendi algı dünyamız içerisinde, kendi sebep- sonuç ilişkileriyle örülü hayat şartlarımız çerçevesinde bir takım şeyleri tasarlıyoruz; bazen yapıyor, bazen yapamıyoruz, bazen hiç ummadığımız şeylerle karşılaşıyoruz. Bütün bunlar kâinatın yürüyüş ve düzeninde hatta her birimizin hayatının işleyişinde, düzeninde mutlak belirleyici olmadığımızı gösteriyor. Bir şey yapmak istiyorsunuz birden bire bir telefon çalıyor, kapınız çalıyor, aklınıza başka bir şey geliyor ve yapmaya karar verdiğiniz o şey aklınızdan uçup gidiyor, yapamıyorsunuz. Bunu ne sanıyoruz? 

Bu insanın kendi iradesiyle olan bir şey midir? Değildir. Bir bebek apartmanın beşinci katından kaldırıma çakılıyor, ölmüyor; başka bir adam yolda giderken ayağı takılıp düşüyor, kafasını taşa çarpıp ölüyor. Bunları nasıl izaha kavuşturuyoruz. Nedir bu? İşte bu kaderin ikinci kısmıdır. Kaderin ikinci kısmında Cenab-ı Hakk'ın kudreti var. Cenab-ı Hakk'ın kudreti her şeyi belirleyendir. Evreni, bir gün gelecek nasıl yok edecekse, buna kudreti varsa, bizim hayatımızın en cüz'i anlarında bile, bize detay gibi gelen en küçük hususlarda bile Cenab-ı Hakk'ın kudreti devrededir.

Bu demek değildir ki, Cenab-ı Hakk kâinata herhangi bir yasa koymamış. Hayır, koymuş. Fıtratullah, Sünnetullah dediğimiz bir şey var, bu şey Cenab-ı Hakk müdahale edene kadar yürürlüktedir. Müdahale eder mi? Eder. Etmiş midir? Etmiştir. O'nun kudretine sınır koyacak hiçbir kudret olmaz. Kader meselesinin ikinci kısmı da budur.

3 - Allah Teâlâ'nın Meşieti/İradesi


Üçüncü kısım: Allah Teâlâ'mn iradesi, meşieti ve muradı. Evet, Cenab-ı Hakk bilir, bildiğini yapmaya gücü, kudreti vardır. Bunu nasıl yapar? İrade ederek yapar. Bu irade sıfatı da Cenab-ı Hakken zatıyla kaim ezeli sıfatlarından biridir: Cenab-ı Hakk irade edendir. Cenab-ı Hakken iradesine rağmen herhangi bir yerde, herhangi bir zamanda herhangi bir varlık herhangi bir iş yapamaz. Cenab-ı Hakk irade edecek ki yapsın. Bir şey yapmamızı bırakın, yapmayı dilememiz bile Cenab-ı Hakkın dilemesine bağlı. O dilemedikçe biz bir şeyi yapmayı bırakın, dileyemiyoruz. Bize dileme kudretini veren de, dilediğimiz şeyi kuvveden fiile çıkarma kabiliyeti veren de O'dur. Dolayısıyla O dilerse yapıyoruz, O dilemezse yapamıyoruz. İşte kader meselesinin üçüncü kısmı da Cenab-ı Hakk'ın İradesidir, dilemesidir, meşietidir. 

Bu kâinatta olup biten her şey Cenab-ı Hakk'ın iradesiyle, muradıyla oluyor, O murad etmezse olmuyor, dedik. Buna karşılık Mutezile bize bir soru soruyor, bunu M. İslamoğlu da soruyor: "Allah şerri murad eder mi?! Allah günahı diler mi?! Allah çirkinliği, haramı murad eder mi?!" Biz de "Evet, eder!" diyoruz. Cenab-ı Hakk'ın muradı, dilemesi başka şeydir, rızası başka şeydir. Her şey Cenab-ı Hakk'ın dilemesiyle oluyor ama O murad ettiği şeylerin bir kısmından razıdır, bir kısmına rızası yoktur. İmana rızası vardır, küfre rızası yoktur. Küfrü dileyen de O'dur, günahı dileyen de O'dur. Dilemezse olmaz.

Peki, bunları niye diliyor? Çünkü bizi imtihan ediyor. İnsana bir yol açmış Cenab-ı Hakk. İnsanı bir yol ayrımına bırakmış, iradesine de bir ket vurmamış, engel koymamış. Sen istediğini dile, ben sana istediğini vereceğim, dilediğin şeyi hayata geçirme imkânını sana vereceğim, küfür de istesen iman da istesen bunu işlemeni sana nasip edeceğim demiş. Fakat imana rızam var, küfre rızam yok. Böyle demezsek, insan Cenab-ı Hakk'ın istemediği, dilemediği şeyleri yapabilir gibi garip bir neticeye çıkarız. Mutezilenin bu noktada ayağı kayıyor, diyor ki: "Allah'ta bir kudret varsa insanda da bir kudret var. Dolayısıyla insan hayatıyla ilgili olarak kendi istediği şeyi Cenab-ı Hakk'tan bağımsız olarak yapar. Cenab-ı Hakk istese de yapar, istemese de yapar. 

Cenab-ı Hakk insanın isteyip istememesine karışmaz." Bu -haşa- dolaylı olarak Allah'a acziyet atfetmektir. İkinci olarak, kâinatta Allah'ın iradesinden bağımsız, hatta ona aykırı iradeler olabileceğini ifade etmektir ki bu, Cenab-ı Hakk'a noksanlık atfetmekten başka bir şey değildir. Dolayısıyla kader meselesinin üçüncü kısmı şudur: Cenab-ı Hakk'ın -ilmi ve mutlak kudretinin yanında- mutlak iradesi var Meşiet kelimesi de farklı bir kökten, aynı anlama geliyor. Meşietle murad aynı şeydir. A. Bayındır burada bir mugalata/kelime oyunu yapıyor kendince, meşiet ve irade başkadır diyor. İşin özeti şu: Meşietle irade aynı şeydir, aynı şeyleri anlatır. Dolayısıyla O'nun ilmi, kudreti ve meşieti kader meselesinin olmazsa olmaz üçayağını oluşturur.

4 - Allah Teâlâ'nın Kudreti ve İradesiyle İnsanın Kudreti, Fiilleri ve İradesi Arasındaki Bağlantı

Kader meselesiyle ilgili bilmemiz gereken dördüncü aşama: İnsanın iradesi, fiilleri, muradı, kudreti ve bunların Cenab-ı Hakk'ın iradesiyle, kudretiyle bağlantı ve münasebeti. Bu nokta, yukarıdan beri yaptığımız açıklamanın kristalleştiği, meselenin inceldiği noktadır. Hafızamızda burayı net biçimde aydınlatabilirsek kader meselesini de inşallah çözeriz.

4.1 - Allah Teâlâ'nın, Kulun Dilemesini İrade Etmesi


"Âlemlerin rabbi olan Allah bir şeyi dilemedikçe siz dileyemezsiniz."37 Bu, işin her aşamasında vardır. Yani Allah Teâlâ'nın insanı yaratırken ona bir dileme kabiliyeti, potansiyeli vermiş olması da, insanın herhangi bir fiilini hayata geçirmeden önceki dileme safhası da bu ayetin delalet sahası içindedir. Dolayısıyla Allah bizim dilememizi dilemeseydi herhangi bir şey dileyemezdik. İnsan fıtrat olarak buna uygun yaratılmış, bir şey dileyebilecek kabiliyette yaratılmış, başlangıçta da bunu ona Allah Teâlâ vermiş. Bu birinci husus.

4.2 - Allah Teâlâ'nın, Kulun Fiilini İrade Etmesi

İkinci husus: İnsan hayatın her safhasında kararlar veriyor, onda bir fikir oluşuyor, sonra onu "azm"e dönüştürüyor, sonra da onu azalarıyla kuvveden fiile çıkarıyor. Bütün bu aşamalar Cenab-ı Hakk'ın dilemesine bağlıdır. Cenab-ı Hakk dilememize izin verdiği için biz o somut olayı yapmayı (fiil) dileyebiliyoruz. Bunu nasıl yapıyoruz, biliyor muyuz? Belki çoğumuzun, insan nasıl fiil işler meselesinde çok fazla bilgisi yoktur. Ama bu çok enteresan bir şeydir. Cenab-ı Hakk'ın kudretini de gösteren bir şeydir. Şimdi biz bir fiil işlemeden önce bizim içimizde, iç dünyamızda bir dizi aşama gerçekleşir, bir dizi hadise olur. Bunlardan birincisi, ilk aşama bir şeyi yapma konusunda bizim içimizde, aklımızda bir fikir belirmesidir. 

Daha sonra bu fikir "karar"a dönüşür. Kelam âlimlerinin açıklamada ihtilafa düştüğü alan burasıdır: Bir şeyi yapma fikri "karar"a nasıl dönüşür? Hatta bunu daha geriye götürerek şöyle sorabiliriz: Başlangıç itibariyle o fikrin oluşumu insan kaynaklı bir şey midir, yoksa o fikri bize ilham eden Cenab-ı Hakk mıdır? Bu aşamada Eş'arilerle Mâturîdîler arasında bir ayrılık var. Eş'ariler diyorlar ki: "Bu, Cenab-ı Hakk'ın yaratmasıyla olur. Biz buna "Cüz'î irade" diyoruz. Cüz'i iradeyi Allah yaratmıştır, O'nun yaratmasından bağımsız değildir." Dolayısıyla Eş'arîlere göre bizim aklımızda beliren o ilk nüve de Cenab-ı Hakk'ın var etmesiyle olmuştur.

Mâturîdîler bu noktada ne diyor? Diyorlar ki: "İnsandaki bu irade, itibarî bir şeydir. Yani bunun dış âlemde bir varlığı yoktur. Dolayısıyla itibarîdir." Nasıl olur bu? Elmalılı Hamdi Efendi'nin izahıyla anlatalım: İnsan aklına bir şey gelir; şunu şöyle yapayım mı, yapmayayım mı diye. Yapsam ne olur, yapmasam ne olur? Saat sarkacının sağa sola gidip gelmesi gibi yapayım, yapmayayım... İnsan böyle bir karar alma süreci geçirir. Hamdi Efendi bunu saatin sarkacına benzetiyor. Diyor ki, insan bu iki seçenekten birine karar verdiği zaman, örneğin fiili işlemeye karar verdiği zaman aslında pozitif bir fiil işlemiş olmaz. Onun karşıtı, alternatifi olan fiili işlemekten vazgeçmiş olur. Yani negatif bir fiildir bu. Bir fiil işlemek değil, bir fiil işlemekten vazgeçmektir. Onun için bunun hariçte bir varlığı yoktur. Bu bakımdan Mâturîdîler irade-i cüz'iyye emr-i itibarîdir, mahlûk değildir, diyorlar. Buna başka örnekler de zikredilebilir. İnsandaki cüz'i irade ister mahlûktur diyelim, ister mahlûk değildir diyelim, bu "emr-i itibarî" meselesini iyi anlamak lazım.

Bunu iyi anlarsak Mâturîdîlerin yaklaşımını çözebiliriz. Hariçte bir varlığı olmayan şeylere emr-i itibarî diyoruz. Bu konuda biraz daha açıklama yapmak gerekirse şunlar söylenebilir: Bazı şeylerin varlığı bizim zihnimizdedir, dış âlemde bir varlığı yoktur. Bunlara kelam âlimleri emr-i itibarî diyor, bunlar itibarî varlıklardır, somut bir varlıkları yoktur. İnsanın cüz'i iradesi de böyledir, diyorlar. Buna biz, zaman kavramını da örnek olarak zikredebiliriz.38 Zaman emr-i itibarîdir, dışarıda bir varlığı var mıdır? "Zaman" dediğimizde bizim aklımıza güneşin doğması, batması, kolumuzdaki saat geliyor. Ama dünyanın dışına çıktığınızda bu şey anlamını kaybediyor. 

Dünyanın dışındaki bir varlık için, örneğin Mars'taki bir varlık için zaman nedir? Güneşin doğması, batması, saatin tik-takları bizim zaman için belirlediğimiz ölçülerdir. Biz onlara bakarak kendimizce bir zaman tahdidi yapıyoruz aslında. Zaman güneşin doğup batmasıyla kaim değil ki! Güneşin doğup batması dünyanın dönmesinden ibaret bir şey. Başka güneş sistemlerine gittiğinizde ne yapacaksınız, ne diyeceksiniz? Onlar için zaman farklı. Dolayısıyla bu noktada "zaman emr-i itibarîdir; onlara göre farklı, bize göre farklıdır" diyebiliriz. Dışarıda bir varlığı yok ki söz gelimi "Zaman şu bir bardak sudur!" diyelim. Şöyle bir örnek daha zikredebiliriz: Bir binanın "önü, arkası, sağı, solu vardır" deriz. Bunu neye göre söyleriz? Binanın bir tarafı yola bakıyorsa ve giriş kapısı da o taraftaysa buraya "binanın önü" deriz. Peki bir tarafından yol geçtiği halde kapısı başka bir taraftaysa? O zaman da mesela "girişi yan taraftan" deriz. Neye göre "yan taraf"? Yola göre. Yolu esas aldık ve giriş kapısının bulunduğu cepheyi "ön" değil de "yan" olarak itibara aldık.

Bir de bu binanın dört yanından da yol geçtiğini ve dört cephesinde de giriş kapısı olduğunu düşünelim. Bu binanın önü, arkası, sağı, solu neresidir? İşte burada "itibarî" bir durum ortaya çıktı.

İşte insanın cüz'i iradesinin de böyle itibarî olduğunu söylüyorlar. Bu, dışarıda varlığı olan somut bir şey değildir. Onun için "illet-i tâmme" olan İlahî irade ve kudretin taallukuna mahal teşkil etmez. Onun için bunu Allah yaratmıştır diyemiyoruz.

Evet, ister öyle olsun ister böyle olsun, Mâturîdîlerin bu cüz'i irade tarifi ister doğru, ister hatalı olsun meselenin aslına taalluk etmez. Yani bir şeyi dileme kabiliyetini Cenab-ı Hakk bizde yarattıysa olur. Bunda her ikisi de müttefik. Eş'ariler de Mâturîdîler de, "Bizdeki bu dileme kabiliyeti, kudreti Cenab-ı Hakk'ın var etmesiyle olmuştur, 0 bizim dilememizi dilediği için biz dileyebiliyoruz" diyorlar.

Evet, ikinci aşamadaydık. Aklımızda bir fikir belirdi; şunu yapayım mı, yapmayayım mı? Aklımızda beliren o düşünce bizde bu karar verme aşamasında bir fikir haline dönüşüyor: "Ben yarın falanlara gideyim mi?" diye bir düşünce beliriyor önce. Arkasından başka işlerimiz aklımıza geliyor: "Yapayım mı, erteleyeyim mi, başka zaman mı yapayım?" derken "Yapayım ben" diye onu fikir haline dönüştürüyoruz. Fikir aşamasında da bırakmıyoruz, onu kesin karara dönüştürüyoruz. Kesin karar aşamasında da bırakmıyoruz onu "azm-i musammem"e dönüştürüyoruz. İnsan kendi içinde tahlil ettikçe bu aşamalara ulaşabiliyor. Yani önce bir düşünce (1. aşama) halindeyken, fikre (2. aşama), sonra kesin karara (3. aşama), sonra da azm-i musammeme (4. aşama) dönüşüyor. 

Önünde herhangi bir engel de kalmayınca, 'Tamam ben yarın şu işi yapıyorum" diyerek, içimizde olup biten düşünceden azm-i musammem aşamasına gelen bu isteği en son aşamada azalanınızla "kuwe"den "fiil"e (5. aşama) çeviriyoruz. Bakın kuvveden fiile çıkmadan önce dört aşamalı bir süreçler dizisinden geçiyor ve bundan sonra dış aleme yansıyor fiillerimiz. Bütün bu aşamalar Cenab-ı Hakk'ın izîn vermesiyle oluyor. Cenab-ı Hakk izin vermezse biz o düşünceyi fikre, karara, azmi musammeme, azalarımıza intikal ettirip fjj|e dönüştürmeyeceğiz.

Nitekim bazen bir şey yapmaya karar veririz, elimizi uzatırız ama tutulur kalırız orada. Ya kolumuza kramp girer, ya belimize sancı girer. O azm-i musammem aşamasından fiil aşamasına geçene kadar bile Cenab-ı Hakk'ın iznine muhtacız. Parmaklarımıza bir şeyi kaldırma kabiliyeti, gücü veren O'dur. Parmaklarımızı öyle yaratan O'dur. Sonra elimizi uzattığımızda bardağı kavramamızı nasip eden de O'dur. Tüm bunlar O'nun izin vermesiyle, dilemesiyle, muradıyla oluyor. İşte bu da kaderin dördüncü aşamasıdır.

5 - Fiil İşlerken, İnsanın Kudretini Aşan Durumlar

Ve nihayet beşinci aşama: Başımıza gelen her şey bizim irademizle olmuyor. Fikir, karar, azm-i musammem aşamasına gelir, bunu yapmak için evden çıkarız ama Cenab-ı Hakk o işi yapmamızı nasip etmemiştir. O işi yapmak için yola çıktığımızda yolda biriyle karşılaşırız, daha önemli bir şey söyler bize, onunla beraber başka yere gideriz. Veya daha önemli bir şey gelir aklımıza, döner o şeyi yapmaya gideriz. Yani bizim elimizde olmayan şeyler; çatının altından geçerken bir kiremit düşer başına, ölür. Bu insanın iradesini, kararını, ufkunu, ön görüsünü açan bir şeydir. Bütün bunlar kader diye ifade ettiğimiz bir tek kelimenin içindedir. Ve Cenab-ı Hakk bütün bunları bütün detaylarıyla bilir.

Şimdi "Kader yoktur" diyebilmek için bütün bu hususları tek tek, bu şekilde ele alıp "Şu yoktur, çünkü böyle değildir, şöyledir" diyebilmek lazım. Böyle diyemiyorsunuz, meseleyi böyle netleştirip ameliyat masasına yatıramıyorsunuz ama kalkıp: "Efendim Allah Kuran-« Kerim'de iki yerde iman edilmesi gereken şeyleri saymış, madde. Altıncısı olarak kader diye bir şey yok, bunu sonra da âlim dediğimiz insanlar ilave etmiş." diyorsunuz. Bu ne demek biliyor musunuz? "Yahudiler, Hristiyanlar nasıl kendi dinlerini, itikadlarını kendileri yazdı, Müslümanlar da kendi itikatlarını kendileri yazdı" demektir. "Peygambere, Allah'a iftira etti" demektir. Bu ümmet bunları yaptıysa kıyameti beklememiz lazım. Bu din 1400 sene böyle hatalı, arızalı yaşandıysa -haşa ve kella- "Cenab-ı Hakk'ın muradı din üzerinde tecelli edemedi, Peygamber Efendimiz (s.a.v)'in vefatından hemen bir asır sonra ümmet yoldan çıktı. Allah ve Peygambere iftira etti, o zaman İslam diye bir din kalmadı" demek lazım. Bu kocaman bir tarihi, tecrübeyi, varlığı, ümmeti inkâr etmek demek, yok saymak demek, bunları tahkir, takbih etmek demektir.

Aklı başında bir Müslümandan bugüne kadar böyle bir şey sadır olmadı. Bugün sadır oluyorsa anormallik "kader vardır" diyen insanların zaafı değil, bu yanlışı diline dolayan adamın sözünün dinlenebiliyor olması dolayısıyla böyle bir ortama gelmiş olan bu ümmetin zaafıdır. Yoksa açın kelam, Usulu'd-Din kitaplarını, kaderle ilgili o kadar derin bahisler okursunuz ki, ondan sonra bu adamın "Ben falan ayetten delil getiriyorum kader yoktur" demesine gülesiniz mi> ağlayasınız mı, şaşırıp kalırsınız. Bu nasıl bir haldir?! Aynı şekilde bu kader inancının inkârını Kur'an-ı Kerim'e yükleyen insanlar, "Allah şerri dilemez, murad etmez" diyen insanlar, aslında gerçekten Kur'an-ı Kerim'den haberdar oldukları için mi bunları söylüyor yoksa bizim Kuran hakkındaki cehaletimizden istifade mi ediyor? Burası da üzerinde düşünülmesi gereken başka bir konu.

Cenab-ı Hakk "şerr"i murad eder mi?

Peki, Cenab-ı Hakk şerri murad eder mi? Şerr, günah, kötülük, isyan Cenab-ı Hakk'ın izniyle mi olur? O izin vermediği halde mi olur? İlk olarak şunu söyleyelim: Kur'an-ı Kerim'de İblis, Hz. Âdem'e (a.s) secde emrini yerine getirmeyip Cenab-ı Hakk'a isyan ettiğinde Cenab-ı Hakk onu katından kovuyor. Şeytan Cenab-ı Hakk'tan ahirete kadar kendisine bir süre vermesini istiyor. Cenab-ı Hakk da ona izin veriyor. Araf Sûresinde olay anlatılıyor, 14. ayette de şeytanın böyle bir talepte bulunduğu zikrediliyor.

"İblis, insanlar, cinler, yeniden diriltilip kaldırılacakları güne kadar bana mühlet ver, dedi." Cenab-ı Hakk da ona: "Sen mühlet verilmişlerdensin." buyurdu. O zaman şeytan ne dedi?: "Beni azgınlığa uğratmana karşılık olarak ben onlar için senin dosdoğru yolunun üzerinde oturacağım.", Cenab-ı Hakk bunu bile bile şeytana izin verdi. Sonra İblis, "Onlara önlerinden, arkalarından, sağlarından, sollarından geleceğim. Ve sen onların çoğunu şükrediciler olarak bulmayacaksın." dedi. O zaman Cenab-ı Hakk da Şeytan'a: "Kovulmuş ve uzaklaştırılmış olarak çık. Yemin olsun ki, insanlardan her kim sana uyarsa, senin ardınca gelirse kesin olarak sizin tamamımızdan Cehennem'i dolduracağım." diye mukabele etti. Evet, bir kere kâinattaki insanlar bakımından, kâinattaki kötülüklerin dışsal kaynağı olan şeytan, Cenab-ı Hakk'ın izniyle aramızda icraat yapıyor. O izin istedi, Cenab-ı Hakk da izin verdi. 0 zaman şöyle diyebilecek miyiz: Şeytanın bu şeytanlıkları Cenab-ı Hakk'ın iradesi ve izni olmadan oluyor. Hayır, Kur'an'a göre böyle diyemiyoruz. Şeytan izin istedi, Cenab-ı Hakk da izin verdi. Şeytanın yapacağı işten O'nun rızası yoktur, bunu ayıralım: Cenab-ı Hakk'ın izin verdiği, murad ettiği her şeyde rızası yoktur. Bir kısmında vardır, bir kısmında yoktur. Dolayısıyla Cenab-ı Hakk'ın dilemesiyle rızasını birbirinden ayırmamız gerekiyor.

İşte burada Araf Sûresi'nin ayetleri bize açık şekilde gösteriyor ki şeytana izin vermekle Cenab-ı Hakk şeytanın faaliyetlerini irade etti demektir. Şeytan, O'nun iradesi dâhilinde faaliyet gösteriyor demektir. Mesele bundan ibaret midir? Hayır. Yani bu âlemde gördüğümüz hayrın da, şerrin de, iyiliğin de kötülüğün de Cenab-ı Hakk'ın dilemesiyle olduğuna dair Kur'an-ı Kerim'de başka ayetler de var. Bunlardan biri Nisa Sûresi'nin 78. ayetidir: "O Müşriklere bir güzellik dokunduğunda derler ki, bu Allah katındandır. Başlarına bir kötülük geldiğinde (Peygamber Efendimize hitaben) derler ki, bu senin yüzündendir. Sen onlara de ki, Ey habibiml Hepsi (başınıza gelen iyilik de kötülük de) Cenab-ı Hakk nezdindendir." 

Bir diğeri Bakara Sûresi, 155. ayet: "Biz sizi biraz korkuyla, biraz açlıkla, mallardan, nefislerden ürünlerden biraz eksiltmeyle deneriz, imtihan ederiz. Sabredenleri müjdele!" Demek ki başımıza, bize kötülük olarak gelen şeyler, korku, açlık, mallardan ürünlerden nesilden eksiltmeler suretiyle yaşadığımız şeyler Cenab-ı Hakk'ın imtihan esprisi olarak başımıza getirdiği şeylerdir, O'nun iradesi ve meşieti doğrultusunda bunlar başımıza geliyor, 0 dilemezse bunlar başımıza gelmez. Bir diğeri de Enbiya Sûresi'nin 35. ayeti: "Her nefis ölümü tadacaktır. Biz sizi imtihan için hayırla da, şerle de deniyoruz. Sonunda bize döndürüleceksiniz."

Mustafa İslamoğlu'nun, şer Allah'tan değildir, insandandır. Hayır Allah'tandır, şerri Allah'a atfetmeyin sözlerine Kur'an-ı Kerim'den getirdiği delil. Nisa Sûresi'nin 79. ayeti: "Başına gelen iyi şey Allah'tandır. Başına gelen kötü şey de kendi nefsindendir." Bunu Peygamber Efendimizin şahsında bize hitaben söylüyor Cenab-ı Hakk. Başınıza gelen iyi şeyler Allah'tandır. Başınıza gelen kötü şeyler de kendinizdendir, onları Cenab-ı Hakk'a atfetmeyin, diyor. Yukarıda okuduğumuz ayet-i kerimelerle bu ayet arasında açıkça bir tearuz görülüyor. Ne yapacağız? İki şey yapmak mümkün:

1.Haşa, KuKân insan, peygamber sözüdür diyen insanların saçmalaması gibi: 'Teorik olarak bu iki ayet arasında çelişki var; ya o doğrudur, ya bu doğrudur" diyebiliriz.

2."Allah Kelamı'nda çelişki olmaz. O'nun kelamı tearuzdan, tutarsızlıktan münezzehtir. O zaman burada başka bir şey var" deriz. İşte burada devreye Usul-i Fıkıh girecek. Usul-i Fıkıh olmadan, bu türlü ayetlerin içinden çıkmamız mümkün değil. Burada;

a.Umum-husus ilişkisi vardır, diyeceğiz.

b.Nüzül sebeplerine bakacağız.

Bunlar olmadan mealler elimize tutuşturuluyor, "Hadi, Allah'ın kelamını okuyoruz!" diye biraz da gaz veriliyor, mealden okuyoruz. Fakat kafamız karışıyor işin içinden çıkamıyoruz, ya da işin içinden çıktığımızı sanıyoruz. Burası artık meal yazarının kabiliyet ve insafına kalmış bir şey. O ne düşünmemizi istiyorsa o şekilde düşünerek Kuran'ı anladığımızı sanıyoruz.

Aslında her iki ayet de ilahi hakikatin bir veçhesini anlatıyor. İlk gruptaki ayetler bize insan iradesinin Cenab-ı Hakk'ın izniyle iş görebileceğini ifade ediyor. Yani diyor ki: Sizin başınıza gelen hayır da şer de; yaptığınız iyi işler de kötü işler de Allah'tandır. Ne demek Allah'tandır? O şeyleri işleme kabiliyet ve kudretini size Allah verdi, Allah dilemeseydi siz onları işleyemezdiniz. Allah diledi, izin verdi, siz de işlediniz. Dolayısıyla iyilik de olsa kötülük de olsa işin kaynağını kendiniz olarak tayin etmeyin; sizde bir numara yok, Allah dilemezse dileyemiyorsunuz. Dilediğiniz şeyi vücuda getirmeyi murad etmedikçe vücuda getiremiyorsunuz. Yani hem dileyemiyorsunuz, hem dileğinizi hayata geçiremiyorsunuz.

Bütün her şey Cenab-ı Hakk'ın elindedir onun için havalara girmeyin. Son ayet de (Nisa, 79) bize diyor ki: Başınıza durup dururken bir kötülük geldiğinde "Yahu şimdi bu nereden çıktı?!" diye düşünürseniz, dönün, geri bakın. Allah hiç kimseye zulmetmez. Siz bir hata yaptınız, bir şeyi yanlış yaptınız, onun için bu geldi başınıza. Dolayısıyla kaynak olarak, dileme kudreti/kabiliyeti olarak bütün fiillerimizin kaynağı Allah'ın iradesidir fakat bunlar belli bir fıtrat yasası, sünnetullah çerçevesinde tecelli ediyor. Bazen insanın başına hoşlanmadığı bir iş geliyor. O zaman ne yapacak insan? Dönüp bakacak; ben nerede günah işledim de bu şer başıma geldi, diye. Çünkü Allah kimseye zulmetmez. Kendini kontrol edip hatasını tespit edecek ve bir daha yapmamaya çalışacak. Bu ayet-i kerime de bizi bir nefis muhasebesine yönlendiriyor.

Eğer durup dururken başımıza iyi bir iş gelmişse de havalara girmeyelim, ben başardım, ben yaptım havasına girmeyelim, bu Allah'tandır, O'nun ihsanıdır. Kötülük geldiğinde ise, "Ya Rabbi ben bunu hak etmemiştim, sen bunu niye verdin bana?!" demeyelim, geriye bakalım, hangi hatamızdan dolayı başımıza bu geldi, amellerimizi muhasebeye tabi tutalım. Demek ki bu iki grup ayet arasında herhangi bir çelişki yok. Meseleye biraz yakından baktığımızda ayetleri çarpıştırmamız gerekmiyor, her şey yerli yerine oturuyor. Bu da, Kuran ayetlerini ancak bir sistem içinde anlama ciddiyeti göstermemize bağlı bir durumdur. Yarattığı şeylere Cenab-ı Hakk'ın kaderler tayin etmesi konusunda baştan beri çizdiğimiz çerçeve, Cenab-ı Hakk'ın tek tek her birimiz için, toplumlar, dünya, evren/kâinat için birer kader tayin etmiş olmasını, cüz'i planda, bizim anlayabileceğimiz planda izah etmeye dönük şeylerdir.

Bütün bunları topladığımızda Cenab-ı Hakk'ın var ettiği, takdir ettiği şeyler üzerindeki "kader"i ortaya çıkıyor. İşte kader bu. Aklı başında kim böyle bir kader yoktur diyebilir? Eğer bu ümmete, âlimlerine, selefine özel bir kastı, garazı yoksa aklı başında kim bunu inkâr edebilir? Oturup konuları akıllı, mantıklı bir şekilde ilmi ölçüler çerçevesinde anlayacak, müzakere edecek ve her şeyi yerli yerine koyacak... Yok, adamın bir kastı varsa, bir projesi varsa siz ağzınızla kuş da tutsanız adama yetmiş değil yedi bin delil getirseniz o "Odun benim odunum" diyecek başka bir şey demeyecektir. Allah ıslah etsin diyelim.

Mustafa İslamoğlu bu meseleyi inkâr ederken diyor ki: "Kader ölçü, takdir, demektir. Hep aynı kökten geliyor. Allah her şeyi bir ölçüde yaratmıştır. Allah'ın yaratmasında bir ölçüsüzlük, bir rastgelelik, bir dengesizlik yoktur." Bizim söylediklerimiz M. İslamoğlu'nun öne sürdüğü bu noktaya aykırı değildir. Amenna ve saddaknâ, Allah her şeyi bir ölçüyle yaratmıştır. Ama her şeyi bir ölçüyle yaratmış olması, her şeyi bir kader çerçevesine yaratmış olmasına mani değildir. O da bunun içindedir; "Allah'ın her şeyi bir ölçüyle yaratması" da "her şeyi bir kaderle yaratması" külli hakikatinin içindedir. Dolayısıyla sapla samanı birbirine karıştırmamak gerek.

Ecel ve Rızık değişir mi?


Burada ecel meselesine de kısaca değinelim. Ehli Sünnet ve'l Cemaat inancına göre ecel değişmez. Allah Teâlâ her yarattığı şey için bir ecel takdir, tayin etmiştir. Vakti zamanı geldiğinde her şey cereyan eder. Dünyaya gelecek olan gelir, dünyadan gidecek olan gider. Eceli değişmez.

Mutezile'nin bir inancı var: Eceli insanlar değiştirebilir. Yani durup dururken tabancanızı çeker karşınızdaki adamı öldürürseniz onun ecelini öne almış olursunuz. Yoksa o adamı siz öldürmeseydiniz, kim bilir 60-70 sene yaşayacaktı. Abdülaziz Bayındır'ın da böyle saçma bazı sözleri var. İnsanın ölümünün aslında gerçekte bir tek vardır o da ecelinin gelmiş olmasıdır. Bu zahir planında bazen trafik kazasıdır, bazen bir kaza kurşunudur, bazen bir hastalık, bazen başka şeylerdir. İşin arka planındaysa o insanın eceli gelmiştir de onun için ölmüştür. Zahir planında bizim görebildiğimiz şeyler o insanın ecelinin değişebileceğini anlatmaz. Onun vadesi o kadardı, o kadar yaşayacaktı. Zahir planında bize görünen sebep bu hakikati perdelememelidir.

Burada aklımıza "Eğer Allah o adama o kadar ecel vermiş, o kadar ömür tayin etmişse ve ömrü o zaman bitecekse o zaman onun ölümüne sebep olan insanın da bir sorumluluğu olmamalıdır" gibi bir düşünce gelebilir. Burada insanın iradeli fiillerinin, sorumluluğun kaynağı olduğunu hatırlatmakta fayda varv İnsan iradesini kullanarak bir şey yaptığında o şey ister netice versin ister vermesin fark etmez, insan sorumludur. Yani bir adam öldürmek için siz silahı çektiniz, adama doğrulttunuz, bastınız tetiğe ama tabanca tutukluk yaptı. Siz günah işlediniz mi? Evet işlediniz. Çünkü adamı öldürme kastınız vardı. Efendimiz (s.a.v) ne buyuruyor: "İki kişi kılıçlarını çekip karşı karşıya geldiklerinde katil de maktul de ateştedir." Sahabe sormuş, ya Rasulallah katili anladık, öldürdü de Cehennem'e gitti. Peki, maktul niye Cehennem'e gitti? "Çünkü o öldürmese bu onu öldürecekti."40

Adamın kastında karşısındakini öldürmek olduğu için o fiili işlemiş gibidir. Bu hayli hassas bir mesele. Önemli detayları, açılımları olan bir mesele olduğu için burada bu kadarla iktifa edip meselenin Kur'an'dan beyanatlarına bakalım. Ecel niye değişmiyor? Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaat bunu söylerken nereye dayanıyor? Cenab-ı HakkÂl-i İmrân Sûresi'nin 154. ayetinde buyuruyor ki: "Onlar sana açıklayamadıklarını içlerinde saklıyorlar ve diyorlar ki: "Bu konuda bizim elimizde bir şey olsaydı; burada öldürülmezdik." De ki: "Evlerinizde dahi olsaydınız, üzerlerine öldürülmesi yazılmış bulunanlar mutlaka yatacakları (öldürülecekleri) yerlere çıiç,p gideceklerdi. Allah, bunu göğüslerinizdekini denemek kalplerinizdekini arındırmak için yaptı. Allah, kalplerde olanı bilir." 

İslam ordusu arasındaki müşriklerin, münafıkların bir iddiası vardı. Onlar diyorlardı ki, bizim elimizde bir şey olsaydı burada öldürülmezdik. Bu iddiaya karşılık Cenab-ı Hakk, Efendimiz (s.a.v)'e emir buyuruyor: Onlara de ki, buraya, İslam ordusunun içine girmeyip, bu topraklara gelmeyip evlerinizde otursaydınız bile içinizde burada ölmesi takdir edilmiş olanlar mutlaka kalkıp buraya gelecekti, burada ölecekti. Dolayısıyla ecel değişmiyor.

İnsanın nerede, nasıl, ne zaman can vereceğiyle ilgili ilahi takdir değişmiyor. Ne yaparsanız yapın, eceli ne bir adım öne alabiliyorsunuz, ne bir adım geriye bırakabiliyorsunuz. Tıpkı rızkın değişmediği gibi. Ecel değişmiyor, rızık değişmiyor, ömür değişmiyor... Peki değişen ne? diye bir soru sorabilirsiniz. Burada önemli bir mesele gündeme geliyor. Araf Sûresi, 34. ayetteki "Her ümmetin bir eceli vardır" ayeti ümmet planmdadır. Biz fert planında olan ayetleri aldık. Yani ümmet planında olanlara bunlar itiraz etmezler belki. Hani İbn Haldun'un bir teorisi var malum: Her medeniyetin bir doğuş, yükseliş ve çöküşe geçiş süreci vardır, diyor. Hiçbir şey ebedi değildir. Dolayısıyla her kavmin bir eceli vardır, eceli geldiğinde o tarih sahnesinden çekilir. Buna kaderi inkâr edenler itiraz etmeyebilirler. Çünkü sosyolojik bir şeydir, derler. Bizim kastettiğimiz daha ziyade bireysel olarak her birimizin ecelidir. O anlamda ecelin değişebileceğini savunuyorlar. Biz de buna cevap vermiş olduk.

Kaza ile Kader Arasındaki Fark

Şimdi şöyle bir mesele gündeme geliyor burada. Başımıza gelen şeyler, başımıza gelmeden önce kaza ve kader kelimelerinin kavramlarının anlattığı bir ilahi hakikat içinde yer alıyor. Kaderin bir kısmı değişmiyor, bir kısmı değişiyor. Veya kaza ile kader arasında bir ayrım yapanlar bakımından kaza değişir ama kader değişmez. Söz kader meselesine gelmişken bu ikisi arasındaki farka da kısaca değinelim. Cenab-ı Hakk, -ister insan olsun, ister hayvan, ister zerre olsun fark etmez- her bir yaratılmışın yaşayacağı şeyleri bildiği için bunları Levh-i Mahfuz'a yazdı. İşte bu kaderdir, değişmez. Cenab-ı Hakk'ın ilmi değişmez. Değişecek olan nedir? Bize göre değişecek olan kazadır. Yani vakti zamanı geldiğinde Levh-i Mahfuz'daki yazının, olduğu biçimde vukua gelmesi kazadır. 

Böyle bir ayrım yapılıyor Kader ile Kaza arasında. Değişirlik-değişmezlik meselesine de; kaza-i mübrem veya kader-i mübrem, kaza-ı muallak veya kader-i muallak diyorlar. Yani mübrem ve muallak... Burada ikili bir ayrım var; bunların değişeni var, değişmeyeni var. Değişmeyenler; ecel, rızık vs. Bunlar mübremdir, değişmez. Birde "dua ederek, hayır hasenat işleyerek insanın ömrü uzar", "bir sadaka bin belayı def eder" gibi hakikatlerden hareketle yaptığımız bazı işler başımıza gelecek bazı kötülükleri def ediyormuş diye düşünürüz.

O zaman bunlar kader değil mi? Bu mesele de tartışılır, konuşulur. Bunlar içinde mübrem olanı, değişmeyecek olanı vardır. Muallak olanı vardır, kulun fiiline göre netice verecek olanı vardır. Cenab-ı Hakk bunu da bilir. Kul hangi fiilini işleyecek ve netice neye göre tahakkuk edecek Cenab-ı Hakk bunu bilir, biz bilmiyoruz. Bizi de Cenab-ı Hakk, Efendimiz (s.a.v) vasıtasıyla yönlendiriyor: "Hayır ve hasenetta bulunun, infak ve tasaddukta bulunun ki ömrünüz uzasın" veya 'Tasaddukta bulunun, bol bol sadaka verin ki Cenab-ı Hakk sizden belaları defetsin" gibi. Demek ki başımıza gelecek belayı defetmeyi Cenab-ı Hakk bizim vereceğimiz sadakaya Ağlamış. Biliyor, biz sadaka vereceğiz ve o bela başımıza gelmeyecek. Dolayısıyla bu mübrem-muallak meselesi bize göredir. 

Bizim bakımımızdandır. Yoksa bu ayırım, biz bunu işlersek başımıza bu gelecek, sadakayı verirsek ömrümüz uzayacak, vermezsek kısalacak. Acaba verecek miyiz, vermeyecek miyiz?., bunları Cenab-ı Hakk'ın -haşa- bilmediği anlamına gelmiyor. Tabi ki bilir. Verecek miyiz, bilir. Vermemiz karşısında ömrümüz ne kadar uzayacak, bilir. Mübrem-muallak meselesinin bize göre olduğunu söyledik. Cenab-ı Hakk bizi biliyor, ne yapacağımızı, biliyor. Buna mukabil başımıza neyin gelip gelmeyeceğini de biliyor. Bu mübrem-muallak meselesi bize göredir.

Ecel ve Ömrün Uzaması

Peki, ömrümüz uzayacaksa ecel değişmez diyoruz bu nasıl olur? Bunu da izah edelim:

Sadakanın ömrü uzatması, ecel değişmiyorsa nasıl bir izaha kavuşturulabilir? Ömrün uzaması ecelin değişmesi anlamında değildir. Yani sadaka vermemesi halinde 70 sene yaşayacak bir insan sadaka verdiği için 150 sene yaşayacak değil. O insan yine 70 sene yaşayacak. Fakat Allah onun ömrüne öyle bir bereket verecek ki, o insan 150 sene içerisinde yapılacak işleri 70 sene içerisine sığdırabilecek. Yoksa 70 senenin sonunda öleceği, eceli takdir edilmiş bir kimse için "Sadaka verirse bunun ömrünü 100 sene daha uzatayım" şeklinde -haşa- bir kararsızlık, belirsizlik durumu Cenab-ı Hakk'ın ilmi ve takdiri için söz konusu değildir.

Konumuzun en başına dönecek olursak: Mahlûkatı yaratmadan önce O'na hiçbir şeyin gizli kalmaması ve yine onları yaratmadan önce ne yapacaklarını bilmesi zorunlu bir şeydir. Bilmek ile yaratmak arasında zaruri bir ilişki var. Bilmeyen bir varlık yaratamaz. Yaratıcı ise zaruri olarak aynı zamanda bilen de olmalıdır. Neyi bilecek? Bizim zamansallığımız içinde geçmiş-şimdi- gelecek diye ifade ettiğimiz her ne varsa, bilme konusunu teşkil eden ne varsa hepsini Cenab-ı Hakk bilir. "Olanları bilir, olmayanları bilmez" gibi bir saçma tasniflere Kur'an ve Sünnet zemininde baktığımızda bir yer bulmak mümkün değildir.

Zaten tarih içerisinde bildiğimiz kadarıyla Cehm b. Safvan ve Felasife (Filozoflar) dışında Cenab-ı Hakk cüz'iyyatı bilmez diyen kimse olmamıştır. Dolayısıyla aslı esası olmayan bu saçma düşünce tarihte kalmıştır. Cenab-ı Hakk tabi ki mahlûkatı yaratmadan önce neyi yaratacağını, yaratacağı şeylerin ne zaman, nasıl, hangi halde olacağını, hangi halden hangi hale geçeceklerini, ecellerini, ömürlerinin ne kadar olacağını bilir. Buna göre takdir eder ve yaratır. Bundan daha tabi bir şey olamaz.

Onlara (yarattıklarına), kendisine boyun eğmeyi emretmiş, karşı gelmeyi de yasaklamıştır.

Bu önemli bir madde. Özellikle günümüzde "Biz tanrıya inanırız ama onun dışında bir şeye inanmayız. Peygamber, kitap, vahiy yok! Bir yaratıcı var, onun dışında hiçbir şey yok. O yaratıcı da -tabiri caizse- yaratmış âlemi, sonra kenara çekilmiş; kimin ne yaptığıyla ilgilenmiyor" diyen Deistlerin bulunduğunu biliyoruz. Deist anlayış diyoruz buna biz. Oysa metnimizdeki bu fıkra diyor ki: Öyle değil; O yaratmış, yarattıklarına da kendisine itaat etmelerini emretmiş. Emirlerine karşı gelmelerini de yasaklamıştır. Hayata doğrudan her an her salise müdahale eden bir yaratıcıdan bahsediyoruz. Böyle olmasaydı zaten onda bir nakısa, bir acziyet, bir eksiklik bulunurdu. Böyle bir eksiklik içinde olan bir varlık yaratıcı olamaz. Her şey O'nun takdiri ve meşietiyle/dilemesiyle cereyan eder. Onun meşieti mutlaka geçerli olur. Kulların meşieti, ancak O'nun dilemesiyle gerçekleşir. O, kullar için neyi dilemişse o olur; neyi dilememişse o da olmaz. Her şey O'nun takdir ve meşietiyle, dilemesiyle cereyan eder.

Her şey O'nun takdiri ve dilemesi içindedir. O'nun takdirinden, dilmesinden bağımsız bir takdir dileme, bir ölüş, bir hareket, eylem, fiil düşünmek mümkün değildir. Buna bizim fiillerimiz, dilemelerimiz de şüphesiz dâhildir. Onun meşieti mutlaka nafiz olur, geçerli olur. Cenab-ı Hakk bir şeyi dilesin de o hayata geçmesin bu mümkün değil, O neyi dilemişse o olur. Zaten 0;nun diledikleri dışında hiçbir şey olmaz. Hayatta olan ne varsa, olacak olan ve olmakta olan ne varsa tüm bunlar Cenab-ı Hakk'ın dilemesiyle oluyor. O'nun dilemesi dışında hiçbir şey, başka varlıklar istedikleri kadar dilesinler, olmaz. Geçerli olan, nafiz olan O'nun dilemesidir. Kulların dilemesi de ancak Allah'ın dilemesiyle oluyor. Kullar ancak Allah'ın dilediği şeyleri dileyebilirler. Dolayısıyla bizim dileme kudretimiz kapasitemiz de sınırlıdır. Yani biz beş duyu âlemi ve vahyin bize haberdar ettiği şeyler neyse onları biliyoruz. Bizim bilgi sahamız bunlarla sınırlıdır. Dolayısıyla dileme sahamız da bildiklerimizle sınırlıdır. Biz bildiklerimizin bir bölümünü ancak dileyebiliyoruz.

Oysa hakikat bizim dilediğimiz şeylerden ibaret değil. Bizim algılayamadığımız kim bilir ne hakikatler var biz onları haberdar olmadığımız için bilmiyoruz. Dolayısıyla onlar hakkında bir dilekte, muratta bulunamıyoruz. Bizim neyi, nasıl, ne kadar dilememizi Cenab-ı Hakk takdir etmişse biz onu o kadar diliyoruz. Dolayısıyla bizim dilememizin Cenab-ı Hakk'ın dilemesiyle ancak mümkün olduğunu anlamak çok zor değil. Eşyanın tabiatı gereği bu böyledir zaten. Cenab-ı Hakk kullar için neyi dilemişse o olur. Kullar için neyi dilememişse o da olmaz. Bu aynı zamanda bir hadisi şerifin ifadesi. Cenab-ı Hakk'ın dilediği şey ancak varlıklar âleminde vücut bulur. Dilemediği şeyler oluş haline geçemez, vücut bulamaz. Burada acaba bizde bir cebrî/icbarî durum mu oluyor?

Biz ancak Cenab-ı Hakk'ın dilediklerini dileyebiliyorsak bizim dileme kudretimiz, muhayyerliğimiz, dolayısıyla imtihan nereye gidiyor? Bu ikisini çarpıştırmak, ikisi arasında bir tenakuz bulunduğunu söylemek zorunda değiliz. Yukarıda ifade edildi: Bizim dileme kudretimiz, kapasitemiz Cenab-ı Hakk'ın tayiniyle çerçevelidir. Çünkü bizim bilgi sahamız, malumatımız sınırlıdır. Biz o malumat çerçevesinde bildiğimiz şeylerin bir kısmını dileyebiliyoruz. Ama varlık ve hakikat bizim bildiğimizden ibaret değil. KuKan-ı Kerim'de de ifade buyurulduğu gibi, Şüphesiz bize ilimden çok az bir şey verilmiş. Bildiklerimizle bilmediklerimizi kıyasladığımızda şüphesiz bilmediklerimiz bildiklerimizden çok çok daha fazla. Dilemelerimiz de bildiklerimizle sınırlı oluyor. Dolayısıyla biz sonsuz bir özgür iradeyle dilekte, tercihte bulunduğumuzu vehmediyoruz ama aslında böyle değil. Bizim tercihte bulunma özgürlüğümüz ya da irademiz de sınırlı bir iradedir.

Cenab-ı Hakk'ın çizdiği sınırlar içinde tercihte bulunabiliyoruz. Bu sınırlar içinde irademizi özgürce kullandığımızı düşünüyoruz. Evet, bu sınırlar içerisinde özgürüz. Ama bu sınırların dışı diye bir şey var, biz ondan haberdarız fakat detayını, cüz'iyyatını bilmiyoruz. Sadece çok az şey bildiğimizi biliyoruz, o kadar. Tercihlerimiz ve dilemelerimiz de bu sınırlı bilgimiz dâhilinde olduğu için Cenab-ı Hakk'ın dilememizi dilediği kadarını ve şeyleri dileyebiliyoruz. Dilememizi dilemediği şeyleri de dileme kabiliyetinden, kudretinden mahrumuz. Dolayısıyla evet, insan özgürdür ama özgürlüğünün sınırlarını çizen Cenab-ı Hakk olduğu İçin bu mutlak bir özgürlük değildir. Cenab-ı Hakk'ın çizdiği sınırlar içinde bir özgürlüktür. Bu sınırların dışı var mıdır? Vardır ama bunu bilemiyoruz. Çünkü bilgi verilmemiş bize; bunun dışında ne olabilir, nasıl olabilir... Bunun bilgisi verilmediği için dileme sınırları içerisinde dileyebiliyoruz. Fazl-u keremiyle dilediğini hidayete sevk eder, (dalaletten) korur, afiyet/esenlik verir. Adaletiyle de dilediğini dalalete sevk eder, yardımsız bırakır.

Bu bakımdan hepsi, O'nun meşieti/dilemesi sınırları içinde fazl-u keremi ve adaleti arasında dönüp dururlar. Dilediğine hidayet verir. Dilediğini hidayete sevk eder. Dilediğini günaha düşmekten veya küfre sapmaktan, dalalete düşmekten korur. Dilediği kimselere afiyet, esenlik verir. Bu O'nun fazl u keremidir. Cenab-ı Hakk'ın bize lütfettiği şey tamamen O'nun fazi u keremiyle idrak ettiğimiz şeydir. "Biz hak ettik", "ben başardım" demiyoruz. Bu mümin edebine de hakikate de aykırıdır. "Ben başardım" demeyiz, "Allah muvaffak kıldı", "Allah yardım etti, biz de bu işi yapabildik" deriz. Onun için kitapların önsöz veya sonlarında şu yazıya rastlarsınız: "Tevfik Allah'tandır." Dolayısıyla Cenab-ı Hakk'ın dilediği kimseye afiyet ve hidayet vermesi, onu küfür ve dalaletten koruması tamamen Cenab-ı Hakk'ın fazl u keremidir. Cenab-ı Hakk dilediği kimseleri de dalalete sevk eder, saptırır, yardımsız bırakır. Tevfikten mahrum bırakır. Ve onu küfre veya dalalete müptela kılar. Bu da O'nun adaletinin bir neticesidir. Yani Cenab-ı Hakk'ın esenlik verdiği kimse bunu hak ettiği için almış değildir, Cenab-ı Hakk'ın lütfudur. Fakat saptırdığı kimse bunu hak ettiği için Cenab-ı Hakk onu saptırmıştır. Bu ikisi arasında, Cenab-ı Hakk'ın adli ile fazlı arasında böyle bir ilişki var.

Bu çok mühim bir incelik gerçekten. Yani bizim başımıza gelen her iyi şey Cenab-ı Hakk'tandır. Her kötü şey de bizdendir. Kader meselesini incelerken, Mustafa İslamoğlu bağlamında gündeme getirmiştik. Onun, "Allah insanlar için şerri murad etmez" gibi bir iddiası var. Mutezilenin iddiası bu malum. Biz de buna KuKan ayetlerinden hareketle cevap vermiştik: Müşrikler diyorlar ki, başımıza iyi bir şey geldiği zaman bu Allah'tandır, kötü bir şey geldiği zaman şendendir ey Muhammed diyorlar. Ayet-i kerime de buyuruyor ki “Hepsi Allah indindendir."42 Dolayısıyla başımıza gelen iyi şeyler biz hak ettiğimiz için gelmiyor; Cenab-ı Hakk'ın fazi u keremi olduğu için geliyor. Başımıza gelen kötü şeyler yani dalalet, sapkınlık, küfür, isyan, şirk, masiyet... gibi şeyleri de Cenab-ı Hakk bize, biz hak edersek musallat kılıyor. Yani imandaki, hidayet yolundaki kimseyi Cenab-ı Hakk durup dururken küfre dalalete sevk etmez.

O insan kendisi azar, kendisi yoldan çıkar Cenab-ı Hakk da onu istediği hedefe ulaştırır. Ama bir insan hidayetteyse, esenlik içindeyse bu Cenab-ı Hakk'ın lütfü keremidir, insanın hak etmesiyle olmuş değildir. Çünkü ayeti kerimede: "Allah Teâlâ dilerse kişiyle kalbi arasına girer."buyuruluyor. Dolayısıyla bütün varlıklar Cenab-ı Hakk'ın meşieti, dilemesi, iradesi çerçevesinde, O'nun fazl u keremi ile adaleti arasında döner dururlar. Kâh adaletinin tecellisine, kâh lütfunun, fazl u ikramının tecellisine maruz kalırlar. Bunlar hep Cenab-ı Hakk'ın dilemesiyle olan şeylerdir fakat bunun bir kanunu, kuralı, ilkesi vardır: Cenab-ı Hakk küfrü istemeyen hiç kimseyi -özellikle hidayette bulunanları-, dalaleti istemedikçe ve bunda ısrar etmedikçe saptırmaz, küfre döndürmez. Ama küfür içindeki bir kimseyi dilerse fazlı keremiyle hidayete sevk edebilir.

Hidayete sevk ettiği insanların tamamı da O'nun fazl u keremiyle hidayet bulmuştur, hepimiz böyleyiz. Dolayısıyla O'nun adaletiyle fazileti arasında böyle bir denge vardır, bunu gözden uzak tutmamak gerek. Kader konusunda çok hassas bir meseledir bu. Bunu gözden kaçırırsak pek çok meselede izahi mümkün olmayan yollara gireriz, Allah korusun. Cenab-ı Hakk zıtları ve denkleri olmaktan yücedir. O'nun kazasını geri çevirecek, O'nun hükmünü kontrol edecek, O'nun emrine galip gelecek hiçbir kudret yoktur. Cenab-ı Hakk zıtları ve denkleri olmaktan yücedir ve münezzehtir. Cenab-ı Hakk'ın zıtları var mıdır? Vardır. Tüm mahlûkat Cenab-ı Hakk'ın zıtlarıdır aslında. Biz, Sıfât-ı Selbiyye konusunda, Muhalefetün lil-Havadis'in, Cenab-ı Hakk'ın en mühim sıfatlarından birisi olduğunu söylemiştik. O yaratılmış gibi değildir, dolayısıyla O'nun zıttı çoktur. Cenab-ı Hakk ölümsüzdür, varlıklar ölümlüdür.

Cenab-ı Hakk mutlak ilim sahibidir, varlıklarda mutlak ilim yoktur. Dolayısıyla buradaki zıtlar ifadesi üzerinde önemle durmak lazım. Cenab-ı Hakk varlıkların kendi zıddına muhalif işler yapamayacağı yegâne mutlak varlıktır. Yani O, başka herhangi bir varlığın O'nun zıddına hareket edebilmesinden yüce ve münezzehtir demek istiyor İmam et-Tahâvî. Bu nokta üzerinde durmamış İbn Ebi'l-İzz. Ama bu metnin Kelami şerhlerine baktığımızda buradaki hakikat ortaya çıkıyor. Bu önemli bir şeydir. Cenab-ı Hakk'a denk hiçbir varlık yoktur. İhlas Sûresi baştan sona bu hakikati haykırmaktadır. O'na, herhangi bir işinde muhalefet edecek bir kuvvet ve güç yoktur manasındadır. Cenab-ı Hakk'ın "kaza"sını geri çevirecek hiçbir kudret yoktur.

Cenab-ı Hakk bir şeyin olmasını takdir ettiğinde, ona hükmettiğinde bu hükmü geri çevirebilecek, ona direnebilecek hiçbir kuvvet yoktur. O'nun hükmüne itiraz veya onu sorgulayabilecek hiçbir kuvvet kudret yoktur. O'nun emrine galip gelecek, O bir şey dilediğinde başka bir şey dileyerek onu yapabilecek bir kuvvet sahibi hiçbir varlık yoktur. Dolayısıyla kâinatın mutlak sahibi, tasarruf sahibi de Cenab-ı Hakk'tır. O'nun hükmünü, kazasını, takdirini geri çevirebilecek, O'nun verdiği hükmü durdurabilecek veya O'na galip gelebilecek herhangi bir varlık tasavvur olunamaz. Bunların tamamına iman ettik ve hepsinin O'nun katından geldiğine yakinen inandık. Bunları söyledikten sonra İmam et-Tahâvî "Bütün bunlara iman ettik." diyor. Ve yakinen bilir ve iman ederiz ki hepsi Allah katından gelmiştir. Yani bu 23 madde içinde gördüğümüz şeylerin ve aşağıda gelecek olanların her biri mutlaka "nass"ların formüle edilmiş şeklidir. Her bir cümlenin arkasında en az birkaç ayet, en az birkaç hadis vardır. Onun için İmam et-Tahâvî burada bunları ifade etmek için diyor ki: Bunların hepsinin Allah katından geldiğine yakînî bir biçimde iman eder, inanırız.

SUAL-CEVAP

Sual:


Allah Teâlâ "Kün" emriyle dilediğini yaratıyor. Allah Teâlâ'nın yaratması Kelam sıfatının tecellisiyle mi oluyor, yoksa irade ve kudret sıfatlarının tecellisiyle mi oluyor?

Cevap:


Cenab-ı Hakk'ın "Kün" emri Kelam sıfatının tecellisidir. Cenab-ı Hakk'ın Kelam sıfatıyla verdiği bu emir iradesine ve ilmine de uygundur. Dolayısıyla bu emirde Cenab-ı Hakk'ın ilminin de iradesinin de taalluku vardır, kelamının da taalluku vardır. Yani Cenab-ı Hakk kelamıyla mı, el-Hâlık sıfatıyla mı, el-Mürîd ismi şerifiyle mi yaratıyor? Bu yaratma işinde Cenab-ı Hakk'ın dilemesi, halk etmesi, var etmesi ve bununla ilgili sıfatlarının tamamının taalluku vardır, diyoruz.

Sual:

"Kün fe yekûn = " ayetindeki emir muhataba verilir. Haşa,burada Allah Teâlâ karşısında bir varlık mı var?

Cevap:

Bu, Cenab-ı Hakk'ın kudretinin muradına tesirinin ifadesidir. Selef, bunu bu şekilde kabul edip, gerisini sorgulamamayı tercih etmiş, sonraki ulema ise birtakım yorumlar yapmışlardır.

Bu bağlamda kayda değer olan şudur: Cenab-ı Hakk, "Kün = dedi, bizi yarattı. Peki, biz birden bire mi yokluk âleminden varlık âlemine çıktık, insan olduk? Hayır, birden bire olmadık. Bir takım aşamalardan geçtik. Yani ana rahminde o embriyonun geçirdiği aşamalara bakın. Ona ruh üflendikten sonra geçirdiği aşamalara bakın. Dünyaya geldikten sonra geçirdiği aşamalara bakın. Bunlar aniden olan şeyler değil. Dolayısıyla “Künfe yekûn = ayetini, bir şeyi yaratılış sürecine sokmak olarak anlayacağız.

Hz. Âdem (a.s)'ın yaratılışı da böyledir. O balçıktan yaratıldı değil mi? Yani bir kıvamı vardı. Yaratılışın bir süreçleri vardı. Birden bire yoktan Âdem olarak var olmadı Hz. Âdem (a.s). Cenab-ı Hakk onu yaratılış süreçlerine tabi tuttu: Önce balçıktan yarattı. Sonra o balçığa ruh üflendi. O ruhtan Âdem (a.s) oldu. Bunlar hep süreçtir. "Künfe yekûn = emrini böyle de anlayabiliriz.

Sual:

Kader meselesinde duaların yeri nedir? Dualarımız kaderimizi değiştirmiş mi oluyor? Sadaka belayı defeder mi? Yani amellerimiz, isteklerimiz kaderlerimizi değiştirir mi?

Cevap:

Değiştirmez. Kaderimiz bellidir. Muallak olan kısmı bizim irademizi ne yönde kullanacağımıza bağlı olarak tahakkuk ediyor. Cenab-ı Hakk bunu biliyor mu? Tabi ki biliyor. O bize göre muallak, Cenab-ı Hakk onun nasıl tahakkuk edeceğini biliyor, biz bilmiyoruz. Bizim tercihimiz hangi yönde olursa Cenab-ı Hakk onu o şekilde yaratıyor ama bizim tercihimizin hangi yönde olacağını da biliyor.

Meşhur bir misaldir: Yahudi'nin biri Hz. Ali'ye (r.a) gelmiş, elinde bir lokma var. Demiş ki, "bu benim nasibim mi, değil mi?" Hz. Ali (r.a), nasibin dese adam yere atacak yemeyecek. Nasibin değil dese ağzına atıp yiyecek. Hz. Ali (r.a) ona "Yersen nasibin, yemezsen değil" diye cevap vermiş.

Dilimizde bir söz var: -Yersen yoğurt, içersen ayran-. Dolayısıyla muallak kısmını Cenab-ı Hakk tercihlerimize bırakmış ama tercihlerimizi hangi yönde kullanacağımızı biliyor. Dolayısıyla bu muallaklık bize göredir, Cenab-ı Hakk'a göre değildir. O, neyin nasıl olacağını biliyor.

Sual:

“O, ateş ederek öldürdü" gibi bir söylemde takdir-i İlahînin ihmali gibi bir arıza olmuyor mu?

Cevap:

Biz burada sebep-müsebbeb şeklinde mecazi bir ifade kullanıyoruz. Yani aslına öldüren Allah'tır. "Onları siz öldürmediniz fakat Allah öldürdü. (Savaşta ok, mızrak) attığın zaman da sen atmamıştın, fakat Allah atmıştı,"(Enfal,17) Allah fail-î mutlaktır ama biz bazen sebepleri müsebbib yerine mecazen fail diye ifade ediyoruz. Yani birisi çekip karşısındaki adama ateş ettiğinde, "falan adam filanı öldürdü" diyoruz. Aslında "ölmesine vesile oldu, sebep oldu" dememiz lazım. Ama öldüren Allah olduğunu bildikten sonra bu tür mecaz ifadelerinde herhangi bir sorun yok. Kur'an ve Sünnet'te de buna mümasil şeyler bulunuyor. Dolayısıyla bu mecazi anlatımdır, bunda bir beis yoktur.

Sual:

Hastalıkları, kazaları, felaketleri biz dilemeyiz. Bu olaylardaki konumumuz, mesuliyetimiz nasıl olur? Bunlar yaptığımız hatalardan dolayı mı gelir, yoksa başımıza gelen böyle musibetlerden dolayı ahirette mükâfat var mı?

Cevap:

Her ikisi de olabilir. Ya da bir kısmı hak etmemizden kaynaklanır. Bu bize bir ders, ibret, ikazdır. Bir kısmı da durup dururken olur. Bunlar müminlere bir rahmet, günahlarına kefarettir. Yaşadığımız her bir sıkıntı günahlarımıza kefaret olur. Bunların bir kısmında bizim hatamız, kusurumuz vardır. Geri döner bakarız; bu binayı sağlam yapsaydım, bu 4,3 şiddetindeki sarsıntıdan dolayı bu bina yıkılmazdı. Yıkıldıysa bana Allah korusun çoluğuma zarar geldiyse geriye dönüp bakacağım; ben bir yerde hata yaptım ki bu başıma geldi. Ama binayı sağlam yaptım, 12 şiddetindeki depreme dayanıklı yaptım, buna rağmen deprem olduğunda ben pencereden fırladım ve öldüm veya sakat kaldım... Bu da bir kefarettir, ibrettir. Dolayısıyla her iki neticede de kulun yapması gereken ilk şey Cenab-ı Hakk'ın rızasına teslim olmaktır. İkincisi, bundan payına düşeni almaktır. Üçüncüsü, asla kadere isyan etmemektir. Hastalıklar da böyledir, bir kısmı tedbirsizlikten kaynaklanır. İnsan tedbir almaz, mikroplu yerlerde dolaşır, hijyene dikkat etmez ve hasta olur. Kendi fiillerinin neticesidir bu. Bir kısmı da durup dururken olur, kast u kusuru olmadan meydana gelir. İşte bu da kulun günahlarına kefaret olur.

Sual:

Kaderi inkâr etmek küfrü gerektirir mi?

Cevap:

Gerektirmez. Çünkü kaderi inkâr edenler nassları inkâr etmiyorlar, tevil ediyorlar. Biz onlar için, “tevillerinden dolayı hata etmişlerdir, bid'ata sapmışlardır” diyoruz ama “kafir olmuşlardır demiyoruz. Bizim diğerlerinden farkımız da budur.

Sual:

Mâturîdîlerin cüz'i irade anlayışını başka örneklerle anlatabilir misiniz?

Cevap:

Bir takım şeyler itibaridir. Yani varlıkları aslında başka bir şeyin varlığına bağlıdır. O başka bir şeyin varlığının yansımasıdır diyelim. Dolayısıyla kendi başlarına bir varlıkları yoktur. Şöyle bir örnek verelim: Bir ev yapıyoruz mesela. 0 evin varlığı hakiki, yani dışarıda mücessem bir varlıktır. Gözümüzle penceresini kapısını görebiliriz Bunun varlığı izafî, itibarî değildir, hakikidir. Bir de bu binanın önü arkası, sağı, solu vardır. Bunlar da itibaridir. Ön, arka, sağ, sol derken bir şeyi ifade ediyoruz ama hakikatte bunların bir varlığı yok, bir şeye izafetle bunlara bir varlık atfediyoruz. Binanın aslında ön tarafı yoktur, binaya izafeten bizim söylediğimiz bir şeydir. Bina ortadan kalkınca ön taraf da ortadan kalkıyor. Dolayısıyla varlığı onun varlığına bağlı, izafidir. İşte kuldaki cüz'i irade de böyle. Cüz'i iradenin kendisinin hakiki bir varlığı yok. Yani cüz'i iradenin varlığını göster desek, gösterebileceğimiz bir şey yok. Onun bizim içimizde de doğrudan varlığını gösteren hakiki bir şey yok. Dolayısıyla "saatin sarkacı" örneği bunu açıklayan bir örnek: Bir o tarafa bir bu tarafa gidiyor; aslında eseri, bir fiil işlememekle dış dünyada tahakkuk ediyor. Dolayısıyla varlığı itibaridir. İşte cüzi irade de böyledir.

Sual:

Berat gecesinde bir yılda olacak olaylar karara bağlanır mı?

Cevap:

Böyle bir şey var. Yani Cenab-ı Hakk'ın takdiri Levh-i Mahfuz'da mevcuttur. Dolayısıyla bir yıllık eceller, o yıl içerisinde meydana gelecek hadiseler yıldan yıla, o takdir çerçevesinde ilgili melekler tarafından kuvveden fiile çıkartılır. Bunu söylememiz yanlış olmaz.

Sual:

Cüz'i irade ve her şey Allah'ın dilemesi ise Allah'ın imtihanı nasıl oluyor? Haşa, o zaman bazımızı Cennet'e bazımızı Cehennem'e atmış olmuyor mu?

Cevap:

Allah insandan bir şey yapma kudretini, kabiliyetini almıyor. Yani Allah Teâlâ önümüze iki yol koymuş, doğru ve yanlış, yapın veya yapmayın. Yani hiç kimse şunu söyleyemez: ben namaz kılmak istemiştim aslında ama Allah buna mani oldu. Nasıl mani oldu? Hangi insan buna hayatından somut bir örnek verebilir? Yani Allah hayırla insanın arasına girmez. Ta ki insanın hayrından ümit kesmesine kadar. Nitekim Kur'an-ı Kerim'de bu konuyla ilgili bir çok ayet-i kerime var. Cenab-ı Hakk buyuyor ki: Biz onlar hakikati görmeyecekleri için onlara işittirmedik. İşitmeyecek hale gelmişlerdi hakikati onlara işittirmedik. İşittirseydik bile arkalarını dönüp gideceklerdi.(Enfal,23) 

İnsan Allah korusun bu aşamaya gelene kadar Allah Teâlâ hakikatle insan arasına girmiyor. Ne zaman ki insan günahta, şirkte, isyanda artık geri dönülmez noktaya geliyor o zaman Allah onunla hakikat arasına giriyor o insana bir daha hakikate, tevhide, imana, hayra dönme imkânı kapıları kapanıyor. Bu aşamaya gelene kadar -ki bu artık insanın yoldan çıktığı aşamadır Allah korusun- Allah (c.c) hayırla, sevapla kulun arasına girmez. Kul kendi iradesine sahiptir, dilediği zaman bu yola, istikamete dönebilir. Bazen de Allah Teâlâ dilerse bir insana bu hakikat, hidayet yoluna girmeyi lütfedebilir. Bu Allah'ın lütfudur; "Niye Allah böyle yaptı?" denmez. Çünkü bunu yapmakla kimseye haksızlık etmiyor, kimsenin elinden bir imkânı almıyor. Eğer bir insana re'sen/yekten hidayet verirse bu O'nun lütfudur. Ama Cenab-ı Hakk iradesini hayra sevk etmeyi dileyen hiçbir insanla o hayır arasına girmez. Kötülükleri cezalandırır, iyilikleri mükâfatlandırır. Adalet-i ilahiye budur.

Sual:

Bir insan Cehennemlik mi, Cennetlik mi, Allah bunu biliyor. Fiillerimizi yapmamıza izin veren de Allah'tır. Allah adildir ama sonumuz önceden takdir edildiyse biz nasıl iyi veya kötü olabilmeyi etkileyebiliriz. Adalet sarsılmış gibi olmuyor mu zahiren? Yani bir hocanın "Sen ne kadar çalışırsan çalış notun belli" demesinin adilliği ile arasındaki fark ne?

Cevap:

Allah Teâlâ'nın bir şeyi bilmesi ve takdir etmesi bizi herhangi bir şeye zorlayan şeyler değildir. Bir kere bu ayrımı yapalım. "Allah böyle dilemiş ne yapayım benim elimde değilmiş” diyemeyiz, Allah'ın (c.c) dilemesi bizim dilememize mutlak manada mani değil, yani biz bir hayır işlemek istediğimizde Allah buna mani olmaz. Fakat bizim hayır işleyeceğimizi O biliyor, şer ise onu da biliyor. Şerri de hayrı da işlememizin önünü açmış. Bizim irademizi hangi yönde kullanacağımızı biliyor ve bunu yazmış. Biz irademizi devreye soktuğumuzda O takdir ediyor ve biz işliyoruz. Yani Cenab-ı Hakk takdir ettiği için biz işlemiyoruz. Biz işleyecek olduğumuz için 0 takdir edip yazmıştır.

Bunu şöyle bir misalle açıklayalım: (Misaller her zaman eksiktir bunu göz önünde tutarak) Herhangi bir organımızı harekete geçireceğimiz zaman beynimize bir komut gönderiyoruz. Beyin o organımıza o komutu gönderiyor ve biz hareket ediyoruz. O komutu vermeyi beynimize biz emrediyoruz. Dolayısıyla beyin şunu diyebilir mi: "Ben bu azaya bu işini yapmasını emretmeyecektim, bana sen zorla yaptırdın." Veya o aza bunu söyleyebilir mi? Söyleyemez. Çünkü beyne o komutu vermesini biz söyledik. Yani aza "ben işlemeyecektim, sen beni zorladın" diyemez. Çünkü o emri beynimize biz gönderdik. Başta mesul biziz. 

Burada sorguya çekilmesi gereken aza ve beyin değil, insan. O emri onlara vasıtalı biçimde ileten insan. Dolayısıyla burada da böyle bir şey söz konusu. Biz fiili işleyeceğimiz için Cenab-ı Hakk'a onu, tabiri caizse dilekçe yazıp gönderiyoruz. "Ben falan adamı pencereden atacağım. Ya Rabbi, bana izin ver!" Cenab-ı Hakk da izin veriyor. Sonra kaldırıp adamı pencereden atıyoruz. Sonra diyebilir miyiz "Ya Rabbi, ben onu niye attım, buradan bana niye attırdın bunu?" Cenab-ı Hakk diyecek ki "bu dilekçeyi sen verdin bana, 'ben bu adamı buradan atacağım, bana kudret izin ver' diyen şendin. Ben de verdim sen de kaldırdın attın"! Buna benziyor işte. Bizim fiillerimiz, kuvveden iradeye çıkan her türlü fiilimiz bizim Cenab-ı Hakk'a dilekçe vermemiz sonucu O'nun bize verdiği kuvvet ve imkânlarla oluyor. Dolayısıyla burada sorumluluğumuz kalkmıyor, devam ediyor.

Sual:

Başımıza gelen bir musibet için dönüp kendimize baktığımızda bir hata göremiyorsak onu bir imtihan olarak görmemiz gerekir diyebilir miyiz?

Cevap:

Döndünüz baktınız bir hata göremediniz o zaman bu bir imtihandır. "Allah'tan (c.c) geldi, lütfün da hoş, kahrın da..." diyeceksiniz. Efendimiz (s.a.v) bir hadis-i kudsi'de buyuruyor ki: "Cenab-ı Hakk mümin kul işinden memnun olur, razı olur. O kul ki, başına bir hayır geldiğinde hamd eder, derecesi artar, fazileti, sevap hanesi artar. Başına bir musibet geldiğinde sabreder yine derecesi artar, sevap hanesi kabarır. Bu da Cenab-ı Hakk'ın hoşuna gider." Yani her durumda işi bağlamamız gereken asıl mercii unutmazsak her durumda hayır ve salah üzere oluruz inşallah.

Sual:

Akıl ve gönül cüz'i irade midir?

Cevap:


Akıl başka bir şey, gönül başka bir şey, cüzi irade ise başka bir şeydir. İrade derken insanın bir şey yapabilme kabiliyetini ve kudretini kastediyoruz. Onun içinde bir karar verme de var, o kararı uygulama da var. Akılla gönül belki dolaylı bir şekilde bunlarla ilgilidir ama bunlar cüzi iradedir veya onun gibidir diyemeyiz.

Sual:

Duanın belayı defetmesi meselesini, ömrün uzun olması meselesiyle kıyaslarsak "Başımıza bela gelecek ama dua edersek en az hasarla atlatırız" şeklinde mi anlamalıyız?

Cevap:

Dua ederek biz Allah Teâlâ'dan afiyet sağlık isteriz. Bunların bir kısmını fiili dualarımızla destekleriz. Bir kısmını fiili dualarımızla teyid etmeyiz. Duamızda "bize hayır ver doğru yola ilet, bize para ver" deriz ama bu isteğimizi fiili dualarımızla kuvveden fiile çıkarmak için bir şey yapmayız. Böyle bir durumda Cenab-ı Hakk dilerse bizi ona kudretiyle rahmetiyle sevk eder. Ama genellikle kul yatarsa Cenab-ı Hakk öyle bir şey yapmaz. Dolayısıyla kavli dua ve fiili dua birlikte yürür. Bir insan ömrüne bereket istiyorsa bunu "Ya Rabbi ömrüme bereket!" demekle yetinerek yapamaz. Sadaka verecek, dua edecek, salih amel işleyecek... Cenab-ı Hakk da onun ömrüne bereket verecek. Yani kavli duayı fiili duayla desteklemek durumundayız.

Sual:

Mâturîdîler Cüzi iradenin mahlûk olmadığını mı savunuyor?

Cevap:

Evet, öyle diyorlar. Bu da hariçte bir varlığı olmadığı içindir. Bina örneğini hatırlarsak, önü arkası, sağı solu... Bu binanın önü derken kastettiğimiz şey mahlûk mudur? Öyle bir şey yok ki, hariçte bunun bir varlığı yok yani... Bu itibari bir şey, biz onu öyle var sayıyoruz. Hadise budur.

Sual:


Kader hakkında fazla düşünmek, fikir yürütmek tavsiye edilmiyor bildiğim kadarıyla. Sınırı nasıl belirlemeliyiz?

Cevap:


Sınır amentüde gizli. "Ve bi'l-kaderi hayrihîve şerrihîminallahi tealâ - ju; M & ' diye bilip bu şekilde inanmamız yeterli.

Başımıza gelen her şey Allah Teâlâ'dandır, O'nun dilemesiyle oluyor. İnsan kendi iradi fiillerinin sorumlusudur dolayısıyla kendi fiilini, hatasını Allah'a atfedemez. Biz bu kadarını bilirsek kader meselesi için yeterli olur.

Sual:

Kader-i Muallak'ı açıklar mısınız? Eğer Cenab-ı Hakk her şeyi takdir etmiş ise kader-i Muallak'i nasıl anlamalıyız?

Cevap:

Cenab-ı Hakk katında her şey takdir edilmiştir. Kaderi-i muallak da takdir edilmiştir. Bizim fiillerimize bağlı olarak Cenab-ı Hakk tarafından takdir edilen takdir edilmiştir. Yalnız biz Cenab-ı Hakk'ın bizim fiillerimize bağlı olarak yaratacağını ya da yaratmayacağını bilmiyoruz ama Cenab-ı Hakk biliyor. Örneğin, güzel bir rüya gördük, onun tahakkuk etmesini istiyoruz, Efendimiz (s.a.v)'in tavsiyesine uyarak onu salih insanlara, sevdiğimiz insanlara anlatıyoruz. O rüya tahakkuk ettiğinde bu kader-i muallaktır. Anlatmazsak tahakkuk etmeyecek. Bizim fiillerimize bağlı yani. Bizim onu anlatacağımız ya da anlatmayacağız Cenab-ı Hakk tarafından biliniyor. Kötü bir rüya gördük, bir başkasına anlatırsak tahakkuk edecek, aleyhimize olacak bunu da Cenab-ı Hakk biliyor. Biz onu anlatmazsak "anlatmayacağımızı biliyordu" diyeceğiz. Yani bizim fiillerimize bağlı olarak tahakkuk edecek takdir-i ilahi var.

O zaman biz takdir-i ilahiyi ikiye ayırıyoruz: Birincisi, bizim fillerimizden tamamen bağımsız, fiillerimizle hiç alakası olmayan. Biz ona boyun eğiyoruz. Mesela ne zaman öleceğimiz bizim fiilimize bağlı değil, erkek mi kadın mı doğacağımız, hangi tarihte doğacağımız, hangi milletten olacağımız bizim fiillerimize bağlı değil. Bunlar kader-i mübrem.

İkincisi de kader-i muallak: Örneğin, sadaka verdiğinizde ömrünüz uzuyor; tevbe ediyorsunuz, günahlarınız bağışlanıyor; dua ediyorsunuz, bir şey istiyorsunuz Cenab-ı Hakk ona icabet ediyor.Fakat bunun muallak olmasının bize göre olduğunu unutmamanız lazım. Cenab-ı Hakk için bir meçhuliyet, bilinmezlik yoktur. Bilmeyen biziz. Cenab-ı Hakk biliyor. Kaderin bu kısmı bize göre muallaktır,Cenab-ı Hakk'a göre değil. Bunlar kaderin bize bakan yönü ile ilgili yapılmış izahtır.

Kaynak:

Ebubekir Sifil-Muhtasar Tahâvî Akidesi Şerhi,syf:75-114
Devamını Oku »

Kabir Azabı Olmadığını İddia Edenlere Cevaplar



Duyular ve akıl yürütme vasıtasıyla bilinemeyip vahiy yoluyla sabit olan gaybî konulardan biri de kabir azabıdır. Bu hususta bazı âyetlerin işareti ve çeşitli hadislerin açık beyanları mevcuttur.

Kabir azabının olmadığını söyleyenlerin iddialarını yazıp her iddiaya yerinde cevap vermeye çalışacağız:

İddia:

Araf suresi 33. ayet; De ki: Rabbim ancak açık ve gizli kötülükleri, günahı ve haksız yere sınırı aşmayı, hakkında hiçbir delil indirmediği bir şeyi, Allah’a ortak koşmanızı ve Allah hakkında bilmediğiniz şeyleri söylemenizi haram kılmıştır.
Rahmanın kulları, lütfen ayeti iyice okuyunuz. Ne diyor Yaratan, hakkında hiçbir delil indirmediği bir şey hakkında, yine Allah hakkında bilmediğiniz şeyleri söylememizi HARAM kıldığını yasakladığını çok açık bir şekilde belirtiyor. Bu ayeti yazının devamı sürecince lütfen unutmayalım. Önce hemen ifade edelim ki, kabir suali ve kabir azabı ile ilgili Kur’an-ı
Kerim’de hiçbir beyan yoktur. Burası çok önemlidir.

Cevap:
Kur’an’ın açık ifadeleri yanında işaret, delalet yoluyla yaptığı ifadeleri de vardır. Firavun ailesinin ahiret azabından önce sabah-akşam ateşe atılacağını ifade eden Mümin suresinin “Onlar, sabah akşam ateşe arz olunurlar. Kıyamet kopacağı gün de: “Firavun hanedanını azabın en şiddetlisine tıkın!” (denilecektir)” mealindeki 46.ayeti bu delalet yoluyla kabir azabına işaret etmektedir. Çünkü burada cehennem azabından önce bir diğer azaptan bahsedilmektedir.

Ayrıca Nûh kavminin suda boğulmasının ardından ateşe atıldığını (Nûh 71/25) bildiren âyetler de Ehl-i sünnet âlimlerine göre kabir azabına ilişkin delillerdendir.

Bunların dışında, iyilerle kötülere dünyada ve âhirette yapılacak muamelenin aynı olmayacağını (Câsiye 45/21-22), münafıkların iki defa azap gördükten sonra büyük bir azaba mâruz bırakılacağını (Tevbe 9/101), kâfir ve münafık olanlara cehennemdeki büyük azaptan önce yakın bir azabın tattırılacağını (Secde 32/21; Tûr 52/47) belirten âyetler de kabir azabına işaret eden deliller arasında zikredilir.

İddia:
İki melek gelip kabirdeki ölüye sual soracakmış. Peki ölü bir şey işitir mi? Kur’anı Kerim’deki ayet, ölülerin bir şey işitmeyeceklerini söylüyor. Biz de biliyoruz ki Kur’anı Kerim’de beyan ediyor ki, ölüler bir şey duymazlar. Öyle ise o sözde karayüzlü melek ne diye gelip de ölüye sorular soracakmış? “Kuşkusuz sen ölülere bir şey işittiremezsin…” (Neml Suresi: 80, Rum Suresi: 52)

Cevap:
“Sen ölülere işittiremezsin” demek, “Sen kâfirleri imana kavuşturamazsın” demektir. Bu bir mecaz ifadedir. Kâfirler idrak noktasında akıllarını kullanmadıkları için ölülere benzetilmiştir.

Örneğin bir ayette “Onlar/kâfirler sağırdır, kördür, dilişizdir.” (Bakara, 2/171) denilmiştir. Bu ifadeden bütün kâfirlerin sağır, kör, dilsiz olduğunu söyleyebilir miyiz?

Demek bu bir mecaz ifadedir.

İddia:
- Dirilme kıyametten sonradır.
- Ölülerin dirilmesine ait Kur’an-ı Kerim’de çok sayıda ayet-i kerime vardır. Bu ayetlerin hemen tamamı ölülerin kıyametten sonra diriltileceğini açıklamaktadır. Hiçbir ayet de ölülerin kabirde dirileceğini beyan etmemektedir. Evet, altını çizerek tekrar edelim, ölülerin diriltilmesi kıyametten sonradır.
- Azap hesaptan sonradır.
Müşriklerin, kafirlerin ve diğer zalimlerin azaba uğrayacağını Kur’an-ı Kerim yüzlerce ayetinde beyan etmektedir. Ancak bütün bunlar kıyametten ve insanlar hesaba çekildikten sonradır. Ayetler böyle açıklıyor. Hiçbir ayette, kıyametten ve hesaba çekilmeden önce insanların cehenneme atılacağına dair hiçbir beyan yok. Dolayısıyla kabir azabı da yoktur. Kabirin bir cehennem çukuru olduğu da yanlış ve yalandır.

Cevap:
Kur’an’da dünya ve ahiret âleminin muvazenesi yapılmaktadır. Ahiretin tarlası olan dünyada ekin ekilecek orada mahsulat biçilecektir. Dolayısıyla bu dünyanın hesap günü öbür dünyadır. Ancak öbür dünyaya varıncaya kadar uzun bir yol vardır. Bu yolun ilk basamağı kabir hayatıdır. Kur’an’da şehitlerin ölü olmadıkları (kabirlerinde diri olduklarını) beyan etmektedir.

Demek ki ahiretten önce de bir kabir, berzah hayatı vardır.

İddia:
- Uyduruk hadislerde var.
- Kabir azabı Peygamberimizin göçünden yüzlerce yıl sonra ortaya çıkan uyduruk hadislerde vardır. O hadisler tamamen tek kişi haberidir ve hiçbir suretle hüküm ifade etmezler. Dini açıdan, ilmi açıdan o hadislerin hiçbir değeri yoktur.

Cevap:

- Hadislerin yüzlerce yıl sonra ortaya çıktığı iddiası tamamen yalandır. Hz. Peygamber daha hayatta iken hadislerin yazıldığına dair sahih haberler vardır. Hadislerin ilk resmi devlet tarafından yazıya dökülmesi bile Hz. Peygamberin vefatından yaklaşık 90 yıl sonradır. Çünkü bu hizmet, Ömer b. Abdulaziz tarafından yaptırılmıştır. Bu zat, hiçi 99 yılında halife olmuş ve hicri 101’de vefat etmiştir. Bu da Hz. Peygamberin vefatından sonra yaklaşık 90 yıla tekabül eder.

Demek ki “hadislerin yazılması Hz. Peygamberin vefatından yüzlerce yıl sonra ortaya çıkmış” iddiası tevil ve telafisi kabil olmayan açık bir yalan ve iftiradır.

- İslam Literatüründe olduğu gibi bütün akılların kabul ettiği gerçek şudur ki, kesin bilgi yollarından biri de sağlam haberdir. Sağlam haber mütevatir haberdir.

Mütevatir haber lafzi ve manevi mütevatir olmak üzere iki çeşittir. Hadislerin bir kısmı lafzi mütevatirdir. Bu konuda hususi eserler yazılmıştır. Bir kısmı da manevi mütevatirdir.

Bunlar lafzen “âhad/tekil” haberler olsa da şartlerı itibariyle tevatür derecesinde kuvvetlidir. Bu husus hadis uzmanları tarafından kabul edilmiştir.

Binlerce hadisi yazan otoritelerin bu davranışı bile, onların bu âhad/tekil hadislerin de sağlam olduğunu belirtiyor. Örneğin, Buhari ve Müslim kendi kitaplarına “sahih” kaydını koymuşlardır.

Verilen bilgilere göre, hadisleri ilk defa toptan inkâr eden Gulam Ahmet adındaki şahıs o günkü âlimler tarafından tekfir edilmiştir. Onun için bu konuda dikkatli olmak akl-ı selimin zorunlu işidir.

İddia:
Kabir azabının olduğuyla ilgili hadisler uydurmadır:
Peygamberimiz mezarlıktan geçerken: “Kardeşiniz için Allah’tan mağfiret dileyiniz. Çünkü o şu anda sorguya çekilmektedir” demiştir.
– İdrardan sakınınız, zira kabir azabının çoğu ondandır.
– Şüphesiz kabir ahiret konaklarının ilkidir. Eğer ölü bu konaktan kurtulursa ondan sonrası daha kolaydır. Ondan kurtulamazsa sonrası daha zordur.
– Hz. Peygamber Hz. Ayşe’ye sordu: “Kabirde halin nedir.” Kendisi cevap verdi: Ya Hümeyra şüphesiz kabrin mü’mini sıkıştırması, ananın çocuğunun ayağını sıkması gibidir. Münker-Nekir meleklerinin soru sorması da; göz kamaştığı zaman ona sürme çekmek gibidir.
– Hz. Peygamber, Hz. Ömer’e: “Kabirde halin nicedir?” demiş. Hz. Ömer de- “Aklım başımda mı olacak ?’ demiş. Resulullah ‘Evet’ demiş. Hz. Ömer de ‘O takdirde hiç aldırmam’ cevabını vermiş.

Cevap:

Bu hadislerin önemli bir kısmı sitemizde kaynaklarıyla verilmiştir. Bunların sahih olup olmaması bu noktada bir şey ifade etmez. Çünkü kabir hayatını inkâr eden adam sahih hadisleri de kabul etmiyor.

Hadislerde belirtildiğine göre, Resûlullah (asm) Efendimiz:

kabirde azap gören bazı kimselerin sesini işitmiş (Müsned, III, 103, 104; Müslim, Cennet, 67-69),kabir azabından Allah’a sığınmış ve ashaba da Allah’a sığınmalarını söylemiş (Müsned, III, 296; Müslim, Cennet, 67),

cenaze namazını kıldırdığı ölüyü kabir azabından koruması için Allah’a dua etmiş (Müslim, Cenâiz, 86),ayrıca azap görenlerin sesini hayvanların işittiğini haber vermiştir (Nesâî, Cenâiz, 115).

Gıybet ve koğuculuk yapmak (Müsned, I, 225; Buhârî, Cenâiz, 88, Vudu, 57),ölüye ağıtlar yakarak ağlamak (Buhârî, Cenâiz, 33; Müslim, Cenâiz, 16-28),borçlu olarak ölmek (İbn Mâce, Sadakat, 12),yalan söylemek, zina etmek, faiz yemek, içki içmek (Buhârî, Cenâiz, 92; Tabîrü’r-rüyâ, 48) gibi fiillerin kabir azabına sebep teşkil ettiği yine hadislerde bildirilmektedir.

Hadislerde kabrin sıkması (Tirmizî, Cenâiz, 70) kişiye sabah akşam cehennemdeki yerinin gösterilmesi (Buhârî, Cenâiz, 88; Müslim, Cennet, 65-66) gibi azap şekillerinin bulunduğu da haber verilmiştir.

Kabir azabının kâfirler ve günahı çok olan müminler için kıyamete kadar devam edeceği, günahı az olan müminler içinse geçici olacağı kabul edilir. (Kabir azabının isbatı için bkz. Nevevi, Müslim Şerhi, (Müslim, Cennet, 17) 11:7088-7091, 1996 Beyrut, Da-ru'l-Fikr Yay.)

İddia:
Enam 38:Biz bu Kitap’ta, herhangi bir şeyi ne eksik bıraktık ne fazla yaptık. Onlar, sonunda Rableri önünde hasredilirler.
İsra 89; Yemin olsun, biz bu Kuran’da, insanlar için her benzetmeden nice örnekler sıraladık. Ama insanların çoğu inkâr ve nankörlükten başka bir şeyde diretmediler.
Enam 114: Allah size Kitap’ı ayrıntılı kılınmış bir halde indirmişken, Allah’ın dışında bir hakem mi arayayım?)
Zühruf 44 Gerçek şu: Bu Kuran sana ve toplumuna elbette ki bir hatırlatıcı/bir düşündürücü/bir şeref/bir öğüttür. Bu kitaptan sorumlu tutulacaksınız.
Demek ki Rabbimiz bu kitapta hiçbir eksik bırakmadığını ve her benzetmeden, konudan nice örnekler verdiğini ayrıca kur’anı ayrıntılı kıldığını ve işin ilginci sizleri bu kitaptan sorumlu tutacağını bizlere açıkça söylüyor. Peki, tüm söylenenler sorumlu olduğumuz kitapta neden yok dersiniz? Önce kabir azabının, Kur’an ayetlerine baktığınızda asla olamayacağını gösteren ayetleri sizlere hatırlatmak istiyorum.

Cevap:

Bu ayetlerin ifadesinden anlaşılıyor ki, Kur’an’da her şey vardır. Fakat her şey çok açık değildir. Eğer öyle olsaydı, namazın kaç rekat olduğu, tavafın kaç şavt olduğu, zekatın kaçta kaçı olduğunu da Kur’an’da bulmamız gerekecekti.

Bunlar ve bunlar gibi yüzlerce İslam meselesi var ki, Kur’an’da açık olarak ifade edilmemiştir.

Demek ki, bu ayetlerde “kabir hayatından, nekir-münker suallerinden bahsedilmemiş” diye bunları inkâr etmek Kur’an’ı bilmemek manasına gelir. Bu mantıkla hareket edenler, dinin üçte birini (ki bunlar ancak hadislerden öğrenilmiş) inkâr etmeleri gerekir.

Üstelik bu mantığa göre hareket edilirse, Hz. Peygamberin hadislerini kabul eden başta sahabe ve tabiin olmak üzere hak mezhep imamlarını ve milyonlarca İslam âlimlerini geri zekâlı ve cahil olarak kabul etmek gerekir. Bunu şeytan bile kimseye kabul ettirmeye yeltenmez.

İddia:
Nahl 2: Onlar diriler değil, ölülerdir. Ne zaman diriltileceklerini de bilmezler.
Demek ki bu ayete göre öldükten sonra yalnız mahşer günü diriliş var. Kabirde tekrar dirilip hesaba çekilmiş olsak mahşerde dirileceğimizi bilmemiz gerekir.

Cevap:
Bu ayette hayatta olan kâfirlerin gerçek manada hayatta olmadıkları, ölü gibi oldukları, mecaz olarak ifade edilmiştir. Buradaki “ölü” ifadesi, normal dünya şartlarına göredir. Çünkü muhatap olanlar dünyadadır.

Şimdi hangi akıllı ve mantıklı insan var ki, hayatta olanlarla ölü olanları aynı kefeye koysun.

Bu konuda şehitler de ölü değil mi? Onlar da kabre konulmuyor mu? Halbuki Kur’an’da “onların ölü olmadıklarına” vurgu yapılmıştır.

Demek ki, dünyadaki normal şartlara göre ölü sayılanlar kabirde/berzahta diri olmaları buna aykırı değildir. Her mümin ruhların ölmezliğine iman etmek zorundadır. Fakat ölenin ruhu da –dünya hayatı standartlarına göre- ölüp gidiyor.

Demek ki, Kur’an’da misal olarak verilen “ölüler” ifadesi dünya bakış açısına göredir. Yoksa gerçekte ölenlerin kıyamete kadar “bir daha hayat yüzünü görmeyecekleri” manasına gelmez.

İddia:
Duhan 56:Orada, ilk ölümden başka bir ölüm tatmazlar.
Bu ayetten de anlaşılıyor, bizler öldükten sonra eğer kabirde dirilip hesaba çekildikten sonra yine öldürülecek, daha sonra mahşer günü diriltileceksek, iki kez ölüm tatmış oluruz. Buda bu ayete ters düşer.

Cevap:
Onlar: “Rabbimiz!” derler “ Sen bizi iki defa öldürdün, iki defa dirilttin...” (Mümin, 40/11) mealindeki ayetin ifadesi, yukarıdaki iddiayı kökünden çürütmektedir. Bu ayetin gerçek anlamı ve detaylı bilgi için Sitemize bakılabilir.

Bununla beraber, daha önce de söylediğimiz gibi, Kur’an’da iman-küfür; cennet-cehennem nazara verildiği gibi, dünya ve ahiret hayatına dikkat çekilmektedir. Dünyadan ahirete gidinceye kadarki yolda neler var neler yok, onu peygamberimiz açıklamıştır. Evet, peygamberimiz, Kur’an’da açıkça olmayan bir çok ibadet konusunu detaylarını açıkladığı gibi, bu uzun ahiret yolculuğuyla ilgili bilginin detayların da o vermiştir.

İddia:
İsra 52 :Sizi çağıracağı gün, onu hamt ederek çağrısına derhal uyacaksınız. Ve sadece az bir süre kaldığınızı düşüneceksiniz.
Yüce Rabbimiz bu olayı da uykuya benzetir. Nasıl saatlerce uyuduğumuz halde, zaman kavramını yitirip bir göz kırpması kadar uyuduğumuzu sanırsak, benzer şekilde öldükten sonra diriltilinceye kadar bir yokluk yaşarız. Eğer mahşer gününden önce bir hesap olsaydı kabirde, önce yapılanlar hatırlanacaktır.

Cevap:

Bugün tıpta hastalara verilen şok tedavisiyle insanın hafızası bir anda silindiği bilinmektedir. Bir trafik kazasını geçiren bazı kimselerin bile geçirdiği travmalar sonucu uzun bir süre kendine gelmediği de bilinmektedir.

Acaba o uzun zaman zarfında bunca şoklara ve travmalara karşılık hafızalarını kaybetmeleri için başka sebep aramaya gerek var mı?

Kaldı ki dünya hayatının faniliğini ve kısalığını ifade eden bu gibi ayetleri bahane ederek sahih hadislerde açıkça belirtilen ve ehl-i sünnetin milyonlarca âlimi tarafından kabul edilen kabir ve berzah hayatını inkâr etmek bir cehaletten kaynaklanan bir cüret değil de nedir?

İddia:
Enam 60: O, odur ki, geceleyin sizi öldürür. Gün boyunca neler yapıp neler kazandığınızı bilir. Sonra, belirlenmiş süre işletilip tamamlansın diye, gün içinde sizi diriltir. Nihayet O’nadır dönüşünüz. Sonra, yapıp ettiklerinizi size haber verecektir.
Bu ayete de lütfen dikkat ediniz. Ömür bittikten sonra dönüşümüzde yaptıklarımızın hesabı sorulacağını söylüyor. Hiçbir suçtan iki kez hesap sorulup iki kez ceza alınamayacağına göre, demek ki hesap mahşer günü sorulacak olduğu anlaşılıyor.

Cevap:
Öncelikle şunu iyi bilmek gerekir ki, kabirdeki sorgulama imanla alakalıdır. Mahşerdeki hesap ise amelle alakalıdır. Her mahkemenin safahatı olduğu gibi, dünyada yapılan işlerin de değişik safahatının olmasında -dini, akli, hukuki- ne sakınca vardır?

Yeni bir ülkeye gidildiği zaman önce pasaport sorulur. Daha sonra –icap ederse- kişinin sabıkasına bakılır. Kabir hayatı, Ahiret ülkesinin ilk “iman-pasaport” kontrol noktasıdır. Mahşerdeki mahkemede ise, insanların sicillerine, sabıkalarına bakılır.

Yukarıdaki ayette yer alan “Nihayet O’nadır dönüşünüz. Sonra, yapıp ettiklerinizi size haber verecektir” mealindeki ifadeden kabir sorgusunun olmayacağını nasıl çıkarabiliriz?

Bu haber verme işinin kabirden başlamayacağında dair bir açıklama var mı bu ayette?

Kaldı ki, yukarıda defalarca ifade ettiğimiz gibi, Kur’an’da “dünya-ahiret” eksenli ifadelere yer verilir ve prensip olarak dünya-ahiret ikilisine dikkat çekilir. Kabrin de ahiretten sayıldığını sahih hadislerden ve ümmetin icmaından öğreniyoruz.

İddia:
Yasin 51: Nihayet Sur’a üfürülecek(Kalk borusu çaldığında). Bir de bakarsın ki onlar kabirlerinden kalkıp koşarak Rablerine giderler.
Yasin 52 :Ve demişlerdir ki: Yazıklar olsun bize, kim kaldırdı bizi uyuduğumuz yerden; bu, rahmanın bize vaadettiği şey ve peygamberler gerçek söylemişler.

Cevap:
İslam alimlerinin bildirdiğine göre, “Kim bizi kaldırdı uyuduğumuz yerden” mealindeki ifadenin manası şudur:

Bunu İkinci sura üflendikten sonra kalkan kâfirler söylerler.Kabir/berzah azabı onlar için aralıksız devam eder. Ancak iki sur arasında bütün insanlar uyurlar (bazılarına göre kendilerini uyumuş gibi hissederler). Bunun için “kim bizi, kaldırdı uykumuzdan “derler(bk. Taberi, Beğavî, Zemahşeri, Maverdi, İbnu’l-Cevzi, İbn Atiye, Nesefi, Kurtubî, ed-Durru’l-Mensur, İlgili ayetin tefsiri).

Diğer bazı alimlere göre, gerçekten orada onlar için bir uyku söz konusu olmamıştır. Ancak kıyametin şoku karşısında akılları karıştığı için uyduklarını zannederler(bk. Beydavî, ilgili ayetin tefsiri)

sorularlaislamiyet.com sitesinden alıntılanmıştır...
Devamını Oku »

Kur’ân Apaçık mı?



Günümüz mealcilik furyasının önemli argümanlarından biri Kur’ân-ı Kerim’in “apaçık bir kitap” olduğu postulatıdır. Buna göre herhangi biri bir meali açıp okuyacak olsa apaçık bir metin okumuş olacağı için bir anlama problemi yaşamayacaktır.

Nitekim Kur’ân birçok ayette kendisini “apaçık bir kitap” olarak tavsif etmiştir. Kitabın kendisine dair yaptığı bu tanımdan hareketle “mademki Kur’ân apaçıktır, herhangi bir kimse eline bir meal alıp okuduğunda onu hakkıyla anlayacaktır” iddiası ise sebep-sonuç ilişkisi içerisinde kaçınılmaz ve tartışıl(a)maz bir netice gibi takdim edilmektedir. Öyle ya, Kur’ân kendisi için “apaçık” diyorken kim kalkıp da “apaçık Kur’ân’ın mealini okuyan herhangi biri onu kolaylıkla anlar” iddiasını tartışabilir!

Ancak “apaçık kitap/Kur’ân” tabirini biraz daha yakından mercek altına aldığımızda, bu terkipte söz konusu edilen açıklığın Kur’ân’ın ifadeleriyle değil, bizzat kendisiyle ilgili olduğunu görürüz.

Şimdi bunun izahına geçelim:

Kur’ân-ı Kerim’de Kitab-ı mübin/Apaçık kitap tabiri yedi yerde, Kur’ân-ı mübin/apaçık Kur’ân tabiri iki yerde geçmektedir.

Kader bilgisi olarak niteleyebileceğimiz hususların kitab-ı mübin’de olduğunu bildiren ayetlerde[1] geçen “kitap”tan kasıt, Allah’ın ilmi ya da levh-i mahfuzdur.[2] Dolayısıyla bu ayetlerin “meâl-i müşterek”leri şöyledir:

“Kaderle ilgili hususlar, mübin olan, (yani içinde kayıtlı olan hususların aynen vuku bulmaları suretiyle doğruluklarını ortaya koyan) levh-i mahfuzdadır ya da Allah’ın ilmindedir”.

Buralardaki “kitap” sözüyle Kur’ân-ı Kerim kastedilmediğinden bu ayetler ilgili iddiaya mesnet teşkil edemezler.

Maide: 15 ile Neml: 1’de geçen “Kitab-ı mübin” ve Hicr 1 ve Yasin 69’da geçen “Kur’ân-ı mübin” tabirleri ile kastedilen ise Kur’ân’dır:

“Gerçekten size Allah’tan bir nur, apaçık bir kitap geldi” (Maide: 15)

“Tâ. Sîn. Bunlar Kur’ân’ın, apaçık kitab’ın ayetleridir.” (Neml: 1)

“Elif. Lâm. Râ. Bunlar kitabın, apaçık Kur’ân’ın ayetleridir.” (Hicr: 1)

“O ancak bir zikir ve apaçık Kur’ân’dır.” (Yasin: 69)

Ancak buralarda yer alan “mübin” kelimesi, Kur’ân’ın/Kitab’ın ifadelerinin apaçık olduğunu, binaenaleyh her okuyanın kolaylıkla anlayabileceği bir kitap olduğu hususunu bildirmez. Zira bu anlam Kur’ân-ı Kerim’de yer alan ve Kur’ân’ın bazı ayetlerinin muhkem, bazılarınınsa müteşabih olduğunu bildiren Âli İmran: 7 ayetiyle çelişir:

“O’nun (Kur’ân’ın) bazı ayetleri muhkem olup bunlar Kitab’ın esasıdır. Diğer bir kısmı da müteşabihtir.” (Âl-i İmran: 7)

Usulcülerin çoğu ayetteki “muhkem”i tek bir anlama ihtimal eden, “müteşabih”i ise birkaç anlama ihtimali olan şeklinde tarif etmişlerdir.[3] Buna göre Kur’ân-ı Kerim’de manası açık olan ayetler olduğu gibi kapalı olan ayetler de bulunmaktadır. Bu hususu bizzat Kur’ân’ın kendisi haber vermektedir.

Zaten vakıa da bu durumu destekler. Kur’ân-ı Kerîm’in ifadeleri istikra edildiğinde bazı ifadelerinin kapalı olduğu ve âlimlerin kimi ihtilaflarının da bu durumdan kaynaklandığı görülecektir. Buna örnek olarak 2/Bakara: 228’de geçen “kurû” kelimesini gösterebiliriz. Nitekim bu kelime hanımların temizlik dönemi anlamına geldiği gibi hayız dönemi anlamına da gelmektedir. Bu anlamlardan birincisini tercih eden Şafii âlimlere göre boşanmış kadınların bekleyeceği iddet, üç temizlik döneminden ibarettir. İkinci anlamı tercih eden Hanefi âlimlere göre ise iddet dönemi üç hayız dönemidir. Görüldüğü gibi bu hususta meydana gelen ihtilaf, ayette geçen bir kelimenin anlamının kapalı olmasından kaynaklanmıştır.

Ayrıca usul-i fıkıh ilminde Kur’ân ve Sünnet nasslarındaki ifadelerin, açık olmaları yönüne dikkat çeken “zahir”, “nass”, “müfesser” gibi; kapalı olmaları yönüne dikkat çeken “mücmel”, “müevvel” gibi kısımlara ayrılması da hep bu istikranın sonucudur. Nitekim Fahruddin er-Râzî “Muhkem” terimini, nass ve zahir ifadeleri kapsayan bir üst başlık, müteşabih terimini ise mücmel ve müevvel ifadeleri kapsayan bir diğer üst başlık olarak takdim etmiştir.[4]

Binaenaleyh “apaçık kitap/Kur’ân” tabirini, ifadeleri apaçık olarak görmek, hem Kur’ân’ın kendisine hem de vâkıa ters düşen bir anlayıştır.

Bütün bunların yanında mezkur anlayış, Hz. Peygamber efendimizi Kur’ân-ı hem tilavet eden hem de talim eden biri olarak tavsif eden ayetlerle[5] de çatışır.

Hz. Peygamberin (s.a.v.) Kur’ân ayetlerinin okuduktan sonra onları bir de talim etmesi, Kur’ân’ın ifadelerinin apaçık olmasına aykırı bir durum teşkil eder. Zira apaçık ifadelere sahip olan bir kitabın bir muallim tarafından talim edilip öğretilmesi fuzuli bir iştigal olur. Nasıl olsa herkes kendisine okunanı apaçık olduğu için hemen anlayıvermektedir!

Bütün bunlardan hareketle şunu söyleyebiliriz ki Kur’ân-ı Kerim’in en azından bazı ifadeleri “kesinlikle” açık değil kapalıdır.

Peki, durum böyleyse “apaçık kitap/Kur’ân” ifadesi ne anlama gelmektedir?

Müfessirler, (b,y,n) maddesinden gelen “mübin/apaçık” sözcüğünün kök fiilinin müteaddi/geçişli olabileceği gibi lazım/geçişsiz de olabileceğini belirtmişlerdir.

Buna göre kök fiil lazım kabul edildiği takdirde terkibin anlamı şöyle olmalıdır: “(Allah tarafından nazil olduğu) apaçık olan kitap/Kur’ân”

Her ne kadar kök fiilin hem müteaddi hem de lazım olmasına teorik olarak bir engel yoksa da özellikle Yasin: 69 ayetinin bağlamı, kök fiilin lazım olduğu şu manayı desteklemektedir:

“Biz ona bir şiir öğretmedik, zaten (şiir) ona yaraşmaz da! O ancak bir zikir ve (şiir vs. olmadığı; vahiy olduğu) apaçık (ortada olan) bir Kur’ân’dır.”

Bağlamı dikkate alındığında şu husus net olarak ortaya çıkar ki, ayette önce Kur’ân-ı Kerim’in şiir ve beşer mahsülü olmadığı ifade edilmiş sonra da onun semavi bir kitap olduğunun; dolayısıyla vahiy menşeli Allah kelamı olduğunun apaçık bir husus olduğu vurgulanmıştır.

Bu ayeti kerimenin bağlamı ile birlikte değerlendirildiğinde ortaya çıkan anlamının Neml: 1 ve Hicr: 1 ayetlerinde geçerli olduğunu söylemek durumundayız; zira Kur’ân ayetleri birbirini tefsir eder niteliktedir. Bir ayette kapalı olan bir husus, başka bir ayet vasıtasıyla vuzuha kavuşabilir.

Bu ayetlerde geçen “mübin” kelimesini kök fiilinin müteaddi olduğunu varsaydığımızda ise bu kelimeye “apaçık” anlamı vermek mümkün olmaz. Bu durumda “mübin” kelimesi “beyan eden”, “ortaya koyan” anlamlarına gelir. Ortaya koyduğu şeyin ne olduğu hususunda çeşitli görüşler öne sürülmüştür. Bunlar arasından “hidayet-dalalet”, “hak-batıl”, “helal-haram” gibi anlamlar öne çıkmaktadır.[6]


Ayrıca İmam Maturidi, kök fiili müteaddi olarak aldığı halde ortaya çıkan ihtimaller arasında şunu da zikretmiştir: Kur’ân beyan eder, ortaya koyar ki o, Allah katından inmiştir; beşer mahsülü değildir.[7] Bu durumda “mübin” kelimesini ister lazım isterse müteaddi kabul edelim ayetin anlamını belirleyen husus bağlamıdır ve bu bağlam, Kur’ân’ın beşer ürünü olmadığı vahiy kaynaklı olduğu anlamını tayin etmektedir.

Hâsılı, müfessirlerin eserlerinden istifade ile bu terkibi bağlamı içerisinde değerlendirerek anlamaya çalıştığımızda ortaya çıkan mana, mealciliğe hiç de yâr olacak bir mana değildir. Apaçık kuran/kitap sözünü “bütün ifadeleri apaçık bir kitap” şeklinde anlayıp bunun üzerine “Kur’ân-ı herkes mealden anlayabilir” neticesini bina eden malül anlayışın sahipleri, aslında Kur’ân’ın kendisine, vakıaya ve Hz. Peygamberin beyan edicilik vazifesine aykırı bir anlam ve neticeyi Kur’ân’a mâlederek kendi sırtlarına bir vebal yüklemişlerdir.[8]

***

Abdulkadir Yılmaz’ın “Apaçık Kitap Kur’ân” adlı makalesi:

http://darulhikme.org.tr/darulhikme/tr/2009/12/21/apacik-kitap-kuran/

KAYNAKLAR:

[1] el-Enam: 59, Yunus: 61, Hud: 6, en-Neml: 75, es-Sebe: 3.

[2] Bkz.

– el-Enam: 59: Taberi, IX, 283; Tefsîr-i Beydâvî, II, 165; Tefsîr-i Celâleyn, 134; el-Keşşâf, II, 355; Tefsir-i Kebîr, XIII, 12 (er-Razi “Allah’ın ilmi” vechini tercih etmiştir) Âlûsî, VII, 172; Hak Dini Kur’ân Dili, III, 472; Kurtubî, VII, 5; Mâverdî, II, 122; Nesefî, II, 24.

– Yunus, 61: Âlûsî, XI, 146; Taberî, XII, 208; Te’vîlât-ı Mâtürîdî, VI, 59 (İmam Matüridi buradaki kitabın levh-i mahfuz olduğu görüşünü aktardıktan sonra gökten indirilen kitaplar olması ihtimalini de zikretmiştir. Ancak ayetin öncesi bu ihtimali uzaklaştırmaktadır.) Tefsîr-i Celâleyn, 176; Tefsîr-i Beydâvî, III, 118; Kurtubî, VIII, 357; Nesefî, II, 242; Tefsir-i Kebîr, XVII, 100.

– Hud: 6: Taberî, XII, 328; Kurtubî, IX, 8; Tefsîr-i Beydâvî, III, 128; Nesefî, II, 259; Tefsir-i Kebîr, XVII, 149; Hak Dini Kur’ân Dili, IV, 555; Tefsîr-i Celâleyn, 291; Âlûsî, XII, 3

– en-Neml: 75: Taberî, XVIII, 116; el-Keşşâf, III, 369; en-Nesefî, III, 321; Tefsîr-i Beydâvî, IV, 167; Kurtubî, XIII, 231; Mâverdî, IV, 226; Tefsir-i Kebîr, XXIV, 184; Tefsîr-i Celâleyn, 79; Âlûsî, XX, 17.

– es-Sebe: 3: Tefsîr-i Celâleyn, 113; en-Nesefî, III, 462; Hak Dini Kur’ân Dili, IV, 362; Âlûsî, XXII, 106; Tefsîr-i Beydâvî, IV, 241; Kurtubî, XIV, 261.

[3] ez-Zerkeşî, el-Bahru’l-Muhît: I, 364.

[4] el-Mahsul, I, 231.

[5] Bakara: 129, Âli İmran: 164, Cuma: 2.

[6] Bkz. Tefsir-i Taberî, II, 6; Tevilat-ı Matüridi, VI, 419. Tefsîr-i Mâverdî, III, 147.

[7] Bkz. Tevilat: VIII, 536.

[8] Zikrettiğimiz ayetlere çeşitli tefsirlerden alternatif anlamların bulunması vardığımız sonucu değiştirmeyecektir. Zira biz, belirttiğimiz hususlardan hareketle tefsirlerde zikredilen bir mananın daha fazla öne çıktığını ve bu mananın tercihe daha layık olduğunu düşünüyoruz. Ortaya konulması muhtemel alternatif anlamlar, “Kur’ân’ın ifadesi apaçık olan ve kolaylıkla herkesin anlayabileceği bir kitap” olduğu neticesini doğurmadıkça, yazımızda öne çıkardığımız anlamla bir çelişki arz etme durumunun söz konusu olmayacağını belirtmeliyiz.


belgelerlegercektarih.com adlı siteden alıntılanmıştır...
Devamını Oku »

Kabir alemi nedir?

“Ve o nefy ve yolculuk ise, âlem-i ervâhtan, rahm-ı mâderden, sabâvetten, ihtiyarlıktan, dünyadan, kabirden, berzahtan, haşirden, Sırattan geçer bir uzun sefer-i imtihandır.(Sözler,35)”

sırrınca kabir alemi, insan için ebet yolculuğunda mutlaka ki uğranılması gereken bir istasyon, bir duraktır. Bir başka ifade ile bir salondur, bilhassa bir bekleme salonu.

Ruhlar aleminden bu aleme gelen insan, ömrünü tamamladığı zaman ilk olarak berzah alemi dediğimiz kabir alemine intikal eder. Haşir meydanına çıkmadan önceki ilk durak kabir alemidir.
“İnsanlar öldükten sonra, ruhları başka makamlara gider. Cesedleri çürüyor,” sırrınca kabir alemi bir ara hayat tarzıdır.

Ruh yaşamaya devam ediyor, ancak ceset çürümüş. Ceset çürüdüğü için bu dünya hayatının şartlarına sahip değiliz. Yani kabirde bu dünyadaki gibi bir hayat sürmemiz mümkün değil. Ruh bu dünyayı hem biliyor, hem de berzah aleminden görebiliyor, ama bu dünyadaki gibi yaşama sahip olamıyor. Aynı şekilde ceset çürümüş ve haşir meydanındaki cesedimiz de inşa edilmemiş olduğundan, yani haşir meydanına çıkmadığımız için ruh süratine ve hayal hareketine sahip olan yeni cesedimizi de giymemişiz. O zaman kabir hayatı tam olarak haşir sonrası hayatımızın şartlarını da taşımıyor demektir.

Bu noktada, ruh bir ölçüde akıbetini görüyor, ahiret şartlarını idrak ediyor, nereye gideceğini biliyor, ama o hayat gibi yaşayamıyor. Çünkü ahiret şartlarına uygun cesedi yok. Zaten ahiret şartları da tam olarak oluşmamış. Haşir meydanına çıkmamış, ahiretteki ebedi hayatında kendisine eşlik edecek olan yeni cesedi ile bir araya gelmemiş.

Demek ki kabir hayatı ruh için bu dünya cesedinin kaybedildiği, ahiretteki cismin de eline geçmediği tam bir ara hayat tarzı. Zaten berzah alemi denmesi de buna işaret ediyor.

Bir misal ile açıklarsak:

Diyelim ki bir süreliğine Almanya'ya misafirliğe gittiniz. Orada size verilen vize süresince gezdiniz ve ziyaretlerde bulundunuz. Sonra memlekete geri dönüyorsunuz. Asıl vatanınız olan ülkenize avdet ediyorsunuz. Köln hava alanına gittiniz ve gümrükten geçtiniz, dış hatlar servisinde ülkenize dönmek için uçağınızı beklemeye başladınız. İşte sizin asli vatanınıza dönmek için beklediğiniz salon bir ölçüde kabir alemine işaret eder. Gümrükten geçmeniz ise ölüme. Ölüm yolu ile ahiretin ilk salonuna giriyorsunuz. Nasıl ki o hava alanı veya istasyon o ülkenin bir parçası, siz daha uçağa binmediniz. İşte onun gibi kabir alemi de bu dünya şartlarının bir parçası. Evet gümrükten geri dönüş olmadığı gibi, kabir alemindeki gümrük salonundan da dönüş söz konusu değil. Uçağınız geldiği zaman asli vatanınıza doğru yola çıkacaksınız. Elbette ki bu bekleme salonunda da bir süre bekleyeceksiniz.

Sual: Kabir alemi “Cennet bahçelerinden bir bahçe veya Cehennem çukurlarından bir çukur” olarak tanımlanmış. Bu ne demektir?

Cevap: Ölümden sonraki hayatımız izafi bir mahiyet taşır. Kişi kabirde ameline göre bir yaşam sürer. Ömrünü küfür ve isyan ile geçirmiş bir kişi elbette ki, kabir alemine girdiği zaman hayatının neticesini görür. Yani Cehennemde ebedi bir zahmet ve sıkıntıyı haber alır. Bir ölçüde Cehenneme uzanan hayatı ile karşı karşıya gelir. Ve bu akibetin neticesi bulunduğu berzah hayatını Cehennem çukuruna çevirir.

Öte yandan ömrünü itaat ve ibadetle geçirmiş, musibetlere sabretmiş, daima Allah'a şükretmiş bir mümin insan da, Rahmet-i İlahiyenin ihsanı ile kabre girdiği zaman Allah'ın ebedi rahmetini görür ve tüm hissiyatı ile Cennete müştak olur. Bir ölçüde gideceği yer olan Cenneti müşahede eder. Veya hazret-i Üstadın tabiri ile, müminler “Cennet bağlarını sinema gibi görüp temâşâ ederler.” İşte bir mümin kulun bu müşahededen aldığı lezzet de hiç kuşkusuz kabri bir Cennet bahçesine çevirir.

Bu dünyada bile Abdülkadir-i Geylani gibi büyük evliyalar Cennet ve Cehennemi müşahede ettikleri gibi, imtihan dünyasından ayrılmış bir kul da ebedi alemlerin ilk durağı olan kabirden ebedi alemleri müşahede edebilir.

Sual:Kabir hayatı bir ölçüde ruhi bir hayat gibi gözüküyor. Yani dünya cismi çürüyor, ahiret cismi de haşirden sonra insana verilecek. Bu nedenle kabirde tam olarak cismani olmayan bir hayat yaşanacak. Kabirde insan azaba uğrayacak deniliyor. Peki cisme sahip olmayan ruh nasıl azap çeker? Ruhu dövmek, ruhu parçalamak, ruhu yakmak mümkün olmadığına göre bu nasıl bir azap türü olacak?

Cevap: Kabir azabı haktır.Çünkü bu konuda birçok sahih rivayet var. Ancak bu azabın mahiyeti bizce meçhuldür. Yani orada nasıl bir azap var olduğunu bilmiyoruz. Bu azabın dünyada ve ahirette çekilecek azap tarzında olmadığı açık. Çünkü insan bu dünyada cism-i dünyevisi ile birlikte sıkıntıya maruz kalır. Cehennemde ise cism-i uhreviyesiyle birlikte sıkıntı çekecek. Kabirde ise ruhi veya yarı cismani bir hayat yaşandığına göre çektiği sıkıntı ve azap da bir ölçüde ruhi olacaktır. Azabın bizzat kendisinden çok, azabın haberi ile azaba uğrayacaktır.

Şöyle ki:

Şimdi bir insana “Üç gün sonra öleceksin veya üç gün sonra başına büyük bir musibet gelecek” dense bu kişi aldığı haberin tesiri ile çok büyük bir sıkıntı çeker. Bir ölçüde azabın haberi azabın kendisinden daha fazla sıkıntı verir. Ya da musibetin mukaddimesi musibetten daha beterdir. Bu noktada kabre giren bir inançsız kişi ebedi cehennem azabına uğrayacağını haber alsa ve tam olarak öğrense. Bu bilginin insana vereceği sıkıntı belki de azabın kendisinden daha çok tesir eder. İşte kabir azabı böyle bir azaptır.

Belki de kabir azabı ekseriyetle müminler içindir. Nasıl ki dünyevi musibet ve belalar mümin insanın günahlarını temizler, öyle de kabirde çekeceği sıkıntı, günahları nedeniyle duyacağı utanç ve nedamet ölümden sonra kalan günahlarını temizler de, haşir meydanına günahsız çıkar. Bu yönde sahih rivayetler ve haberler olduğu unutulmasın.

Hadislerde kabir alemi ile ilgili bazı hususlar yaşayan insanları ikaz etmek için söylenmiş. Ölümü hatırlatmak, insanları iman ve itaat konusunda ikaz etmek için Resul-u Ekrem kabir alemine ait bazı hallerden bahsetmiş. Yoksa dünya cihetine bakarak yorum yapmak, sanki kabirde yaşanan bazı haller dünya şartlarında görülecek ve bilinecek diye bir fikre kapılmak meselenin yanlış anlaşılmasına yol açar.

Sual: ölüm sonrası insan defnediliyor. Ruh tekrar ölmüş olan cesede iade ediliyor mu?

Cevap: Bu konuda bazı İslam alimleri ruhun tekrar cesede döndüğünü ifade ediyorlar. Bu durum daha çok kabir azabı ile ilgili. Zira bazı alimler kabir azabının ruh ve cesedin her ikisine birden tatbik edildiğini söylüyorlar. Ancak Risale-i Nurdaki ifadelere baktığımızda durumun böyle olmadığını görüyoruz. “İnsanlar öldükten sonra, ruhları başka makamlara gider. Cesedleri çürüyor...” ifadesi bu hakikate işaret eder. Bu nedenle çürüyen cesede ruhun dönmesi söz konusu değil. Şayet kabirde “Cesetle birlikte bir hayat olduğu fikri ortaya atılırsa”, “O zaman tam olarak itaat etmiş, imanla kabre girmiş bir mümin de cesedi ile birlikte zevk yaşar” gibi bir sonuç ortaya çıkar ki, bu durum pek de hikmete uygun gözükmüyor.

Kabir alemindeki hayat, “Belki, cesed ruhun hânesi ve yuvasıdır, libası değil. Belki ruhun libası, bir derece sabit ve letâfetçe ruha münâsip bir gılâf-ı latîfi ve bir beden-i misâlîsi vardır. Öyle ise mevt hengâmında bütün bütün çıplak olmaz, yuvasından çıkar, beden-i misâlîsini giyer.(Sözler, 478 )” ifadesi doğrultusunda ne tam maddi, ne de tam ruhi olmayan tamı tamına bir ara hayattır. Ruhun misali bedenle yaşadığı, dünya hayatından uzak ama tam kopmuş değil, ahiret hayatına yakın ama tam elde etmiş değil. Bir ara hayat, bir berzah hayatı.

Aynı şekilde “hattâ ölmüş evliyaların çoklarının ervahlarını cesed-i misaliyle dünyaya
gönderen bir Hakîm-i Zülcelâl,” ifadesi de misali bir hayata işaret eder.

Son söz Hazret-i Üstad'ın(Bediüzzaman):

“Hem, mevt ve eceli âlem-i berzaha giden ve âlem-i bekàda olan ahbablara visâl ve mülâkàt mukaddimesi olarak gösterir. Ehl-i dalâletin nazarında bütün ahbabından bir firâk-ı ebedî telâkkî ettiği ölüm yaralarını böylece tedâvi eder. Ve o firâk, ayn-ı likà olduğunu ispat eder.

Hem, kabrin âlem-i rahmete ve dâr-ı saadete ve bâğistân-ı Cinâna ve nuristân-ı Rahmâna açılan bir kapı olduğunu ispat etmekle, beşerin en müthiş korkusunu izâle edip, en elîm ve kasâvetli ve sıkıntılı olan berzah seyahatini, en leziz ve ünsiyetli ve ferahlı bir seyahat olduğunu gösterir. Kabir ile ejderha ağzını kapatır, güzel bir bahçeye kapı açar. Yani, kabir ejderha ağzı olmadığını, belki bâğistân-ı rahmete açılan bir kapı olduğunu gösterir.(Sözler, 580)”


www.saidnursi.de
Devamını Oku »

Yüce Allah Cisim Değildir

İkinci Maksat:

Yüce Allah’ın cisim olmadığı Ehl-i Hakk’ın görüşüdür. Bazı cahiller O’nun cisim olduğunu düşünmüşler sonra da görüş ayrılığına düşmüşlerdir. Buna göre Kerrâmiyye’nin bir kısmı şöyle demiştir: O cisimdir yani mevcuttur. Kerrâmiyye içinde başka bir grup ise O’nun cisim olduğunu yani kendi başına var olduğunu söylemiştir. Bu iki açıklamaya göre onlarla tartışma yalnızca isimlendirmede yani cisim lafzının Allah’a söylenip söylenmeyeceğindedir. İsmi söylemenin dayanağı ise dinin bildirmesidir. Oysa burada dinin bildirimi söz konusu değildir.

Mücessime ise şöyle demiştir: Allah gerçek anlamda bir cisimdir. Bu bağlamda O’nun et ve kandan birleşik olduğu söylenmiştir. Mesela Mukâtil b. Süleyman ve başkaları böyle demiştir. O’nun beyaz bir külçe gibi parıldayan bir nur olduğu ve kendi karışıyla yedi karış uzunluğu bulunduğu söylenmiştir. Mücessimeden bazıları aşırıya giderek O’nun insan biçiminde olduğunu söylemiştir. Bu bağlamda O’nun aşırı derecede kıvırcık saçlı tüysüz bir delikanlı olduğu söylendiği gibi saçı sakalı ağarmış bir yaşlı olduğu da söylenmiştir. Allah, sapkınların sözlerinden münezzehtir.

Bunların yanlışlığında dayanılacak delil şudur: Eğer O, cisim olsaydı mekânlı olurdu. Oysa bunun yanlışlığını birinci maksatta ortaya koymuştuk. Yine bu durumda O’nun bileşik ve hâdis olması gerekir. Çünkü her cisim böyledir. Yine O, cisim olsaydı cisimlerin ya bütün sıfatlarıyla ya da bir kısım sıfatlarıyla nitelenirdi. Bütün sıfatlarıyla nitelenmesi durumunda iki zıt bir araya gelir.

Bir kısım sıfatlarıyla nitelenmesi durumunda orada dışarıdan bir müreccih yoksa müreccihsiz tercih yahut O’nun zâtının söz konusu bir kısım sıfatla nitelenmek için başkasına muhtaç olması gerekir. Müreccihsiz tercihin gerekmesinin nedeni yüce Allah’ın zâtının o sıfatların tamamına nispetinin eşit olmasıdır. Yine O, cisim olması halinde sonlu olacak ve dolayısıyla belirli bir miktara ve hususi bir şekle sahip olacaktır.

Diğer cisimlerin değil de O’nun bu miktar ve şekle sahip olması ise müreccihsiz tercih olmaması için O’nun zâtının dışında bir tahsis ediciyle olur. Bu takdirde de O’nun söz konusu şekil ve miktarla nitelenmesi için başkasına muhtaç olması gerekir. Onların delili ise daha önce geçen şu istidlâldir: Her mevcut bedîhenin tanıklık ettiği üzere ya mekânlıdır ya da mekânlıya yerleşmiştir. İkincisi yüce Allah hakkında düşünülemez. Birincisi ise cisimdir. Yine kendi başına kâim olan her şey cisimdir. Bir diğer delil grubu ise O’nun cisim olduğuna delalet eden âyet ve hadislerdir. Bunların cevabı da orada verilen cevabın aynısıdır.

Seyyid Şerif Cürcani - Mevakıf Şerhi(Eş'ari Kelamı),cilt:3,syf:48

Türkiye Yazma Eserler
Devamını Oku »

Müslüman'a Çağrı


İslâm önce Müslümanı çağıracaktır elbet. O, her şeyden önce, Müslümanın kendine dönmesi için yükseltilmiş bir sestir. Av ve savaştan önce av ve savaş borusu öter. Boru çalınır ve avın olsun, savaşın olsun bütün üyeleri ilkin kulak kabartırlar, sonra, önceden konuşulmuşçasına bir yerde toplanırlar. Sonra av başlar. Hakikatin eşsiz avında insanı avlamak için av ve savaş güçleri olan gerçek inanmışlar kadrosunun oluşması gerekir. Bu kadronun yapı kaynağı elbet Müslümanlardır. Fark fark İslâm’dan uzaklaşmış ta olsa, yine av kokusu ve savaş tozu onların üstündedir. Kimileri baba katında Müslümandırlar, kimileri dede katında. Kimilerinde Müslümanlık bir folklor, kimilerinde sararmış bir vesika, hattâ kimilerinde utanç ta olsa, bu kutsal mirasın taşıyıcıları yine de onlardır.


Ola ki, av borusunun sesini duyunca çoktan unutmuş gibi oldukları bu ses çok tatlı anılarla onların yüreklerinde geçmiş ve kaybolmuş mutlu zamanı canlandırsın ve diriltsin. İçlerinde artık yosun bağladıkları yatakları dürsünler ve kendilerine dönsünler. Müslümanın kendine dönmesi kültür ve medeniyet hamlesini yeni baştan İslâm’a ayarlaması demektir. Bunun da en büyük belirtisi, düşüncesi onun kültürüyle yoğrulacak, keskinleşecek ve tazelenecek, davranışı, İslâm’ın çizgisinde gelişecek ve onun cihat ve aksiyonunu yüklenecektir. Yüreği, İslâm içtenliğiyle kabaracak, yaşantısı İslâm yaşantısı olacak, çağı, İslâm’ın değer yargılarıyla yorumlayacak, sorumluluğu İslâmcı bir anlam kazanacaktır. Bu bir çile demektir.


Müslümanların İslâm’a yeniden dönüşleri, Kur’an-ı yeniden bulmaları, hadisi ve sünneti yeniden anlamaları, klâsik İslâm düşünce ve teoriğini, çağdaş İs-lâm düşüncesini, tarihî İslâm pratiğini şuura getirmeleri demek olacaktır. Gelenekleşmiş bölümler yıkılacak, çatışmalar durdurulacak, sapmalar düzeltilecek, yeni, diri bir İslâm insanı ortaya konacaktır. Bu insan, bütün hayatını İslâm’ın dirilişine adayacaktır. Bu ülkelerden, bütün dünyanın gözü oralara çevrilecek şekilde İslâm yeniden fışkıracaktır. Bunlar, ikinci ilkler olacaktır.


Müslümanların kendine dönüşmesi, başka bir kültüre dönüşmelerinden belki daha güç, ama tek kurtuluş umutları olacaktır. Bu ne bir doğal gelişmeyle, ne de bir devrimle olabilir. Bu olsa olsa, üstün, derin ve samimî bir sesin çağırışıyla başlayan köklü bir dirilişle olur. Bunun şartları yeni bir diriliş kadar komplekstir. Ama, baharda toprağın kabarışını hiç bir güç durduramaz ve geri çeviremez. Sabah geldi mi uyuyan her canlı da mutlaka uyanacaktır. Sûr çalındı mı bütün ölüler de dirilecektir. Yaratıcının vâd ettiği geri döndürülemez bir kader şartı ve dönümüdür bu.


Tarihin bütün yükü bu neslin omuzlarındadır. Bunu yüklenen var olacaktır. İslâm’ın Müslümanlara çağrısı, bu ağır ama şanlı yükü omuzlamaya çağrıdır.


Bir imam gelecek ve Tarihle birlikte diyecektir ki :


Müslüman, derinleş. Eşyaya olduğu kadar insana ve toplumlara doğru da derinleş. Öyle derin ol ki, şendeki çekim gücü, eşya ve insanı bir vehim dünyasının buğuları gibi senin sularına çeksin… Bir ikindi vakti, Galata Kulesini arkana almış, Köprüde, Yenicami’ye doğru yürürken, yanından geçenler, bir bakışta, yeryüzünde henüz gerçek bilgisini taşıyanların tükenmediğini anlasınlar. İnsan, beş yüz yıl önce İstanbul’da, bin yıl önce Bağdat’ta, bin üçyüz elli yıl önce Mekke’de, bin dokuz yüz yıl önce Kudüs’te, üç bin yıl önce Mısırda, dört bin yıl önce Babil’de üstün insanın bulunduğunu bilir de, kendi gününde yaşayacağına inanamaz.


Sen, derinliği öylesine yüklen ve getir ki, her insan bu derinliği kendi derinliği sansın, şuuraltında bir umut buğusu, gerçek insana bir gün rastlayacağı güvenini kaynatıp dursun. Senin derinliğinden topluma boz bulanık öyle bir cemre düşsün ki, gözüyle görmese, kulağıyla işitmese, eliyle tutmasa bile gerçeğin var olduğunu, kubbelerde çınladığını, kemerlerde bir örgü olduğunu duysun ve sezsin insan. Namazda, oruçta, zekâtta, hacda, hac yollarında derinleş. Akşam vakti, güneşin batışından paniğe kapılan kuşların çığlıklarında, sabah, dağ doruklarından günün huzurunu getiren yumuşak ışıkların gümüşsü tüylerinde derinleş. Trajik olma, trajedide derinleş. İstekle kan akıtma, akan kanda derinleş. Çocuğunu hep teknik öğretime koşturuyorsun, çağın alışkanlıklarına ve eğilimlerine uyarak. Onu edebiyata ve düşünceye de yönelt.


Müslüman, şuurlaş. Çileleş ve şuurlaş. Hz. Hüseyin’in sırf bir dünya günü görmek için şehit olmadığını bil ve şuurlaş. Din ve gerçek için ebedi bir modeldir sana O. Komünizmin senin insanım eritmek için nasıl anlar ve karıncalar gibi çalıştığım gör ve bu ağı parçalamak için şuur kılıcını keskinlet. Hıristiyanlığın, kendi ülkesindeki yenilgisini senin ülkendeki zaferle kapatmaya çalışan Papalığın ihtirasını sez. Şuur yığınağı yap. Doğuyu, Batıyı tanı. Geçmişi iyi bil ve geleceği iyi düşün. Zamanın her atomunda tarih dolduran bir av yap. Şuurlaş, şuurlaş, öyle şuurlaş ki, dıştan gelen her yıkış plânının daha ilk maddesi açıklanmadan, sen son maddesini söyleyeceksin. İlerleyişlerinde metrelerine kilometrelerle cevap verecek bir şuur gerek sana. Şuurunu öyle bütünleştir ki, içine yabancı hiç bir madde karışmasın ve orada küf bağlamasın.


Müslüman, birleş. Bir tek el, bir tek gövde ol. Bir tek şuur ör. Sımsıkı birliğe ermeden, lâmban yanmaz. Tüten bacalar, akşamları yanan lâmbalar, oda ışıkları, hep aynı ailenin bacaları ve lâmbaları gibi olsun.


Erdemlikte en yüce olmalısın ki, peşin hükümle seni aşağı görmeye gelen kendi aşağılığını görsün.


Müslüman, İslâm’ı öyle sağ ve diri, canlı yaşa ki, seni öldürmeye gelen sende dirilsin.


Sezai Karakoç - İslamın Dirilişi(Diriliş yay.)

Devamını Oku »