Yeniçağ dindışı Batı Avrupa ile İngiliz- Yahudi Medeniyetleri



Yeniçağ dindışı Batı Avrupa ile Çağdaş küreselleştirilen İngiliz- Yahudi Medeniyetleri

(1) Ortaçağ için yaptığımız gibi, Yeniçağ dindışı Batı Avrupa ile Çağdaş küreselleştirilen İngiliz-Yahudi medeniyetlerini de devirlere ayırıyoruz. Böylesi ayırmalar, tanhi daha seçikçe anlayıp değerlendirmemize imkân tanır. Bu cüm­leden olmak üzre, Yeniçağ dindışı Batı Avrupa medeniyetini üç devir hâlinde mütâlea ediyoruz: Erken devrin başlangıcı, Ortaçağdan Yeniçağa geçiş tarihi ola­rak kabul ettiğimiz 1500dür. Bu tarih dolaylarında Ortaçağ Avrupasının hâkim toplum-kültür-siyâset manzarası demek olan derebeğliği, en azından, Batı Avrupadan silinmiş görünüyor. 1150ler ile 1200lerin İtalyan sâhil şehir devlet­çiklerinden Kuzey İtalya yoluyla Fransaya, Felemenk ile Baltık kıyılarına doğru yayılan merkantilist ticâret usulü, 1500 küsûrlarda Güney, Batı, Orta, Doğu ile Kuzey Avnıpanın bellibaşlı bütün ülkelerinde artık geçerakcaydı. Ticâretin temel ölçüsü altın ile gümüş esâsına dayalı paraydı. Özellikle tâze keşif Amerikadan taşınıp getirilen altın ile gümüş, ülkeler arasındaki ticâret ile servet dengelerini büyük çapta etkileyecekti. Mal — mal takasına dayalı köhne merkantilist usulü­nün yerini, altın ile gümüş pâyândâsına yaslanmış para merkantilisminin alması, Batı ile Orta Avrupa ülkelerine eski has imlan ile rakipleri olan Dârul-İslamın kar­şısında ilk defa üstünlük sağlamak imkânını tanıyacaktı.

Para, mala irtibâtlanmaktan kurtulup kendi başına değer olma durumuna gelmiştir. Bundan böyle altın yahut gümüş arkalı paraya dayanılarak ticârî muâmeleler yürütülmektedirler. Giderek, para arkalı, onu temsil eder nitelikte senet ve benzeri ‘değerli kâğıtlar’piyasaya sürülmeğe başlanacak. Böylelikle metâanın yerini mâlî piyasa alır olmuştur. Gerçek değer olan metâanın takas edildiği mahal, pazar yeridir. Buna karşılık, sunî bir değer ölçüsü olan paranın tedâvüle sokulup el değiştirdiği, demekki mâlî işlemlerin yürütüldüğü kuruluş, bankadır. Paranın git gide belli özel ile tüzel ellerde toplanır olması, gerçek anlamda ser­mâyenin teşekkülünü sağlamıştır. Buradan da para sermâyesinin, Yeniçağın ‘Klasik’ devrinde öncelikle İngilterede ortaya çıkan sermâyeciliğe zemin hazır­ladığını görüyoruz.

Ticârî muâmele yürütmek maksadıyla kişinin yahut şirketin elinde bulun­durduğu kullanılabilir metâa yahut para cinsinden iktisâdî değere ‘sermâye’ denir. Mal-mülk, yanî metâa çeşidinden olan sermâye ‘anamal’dır. Buna karşı­lık, paraya dayalı sermâye ‘anapara’dır. Bunlardan birincisi eski olmasına karşı­lık İkincisi yeni tür sermâyedir. Metâanın özellikle günümüzden önceki çağlarda nakli ve muâmeleye sokulması müşkil bir işdi. Para yahut ona dayalı senet, gerek kısa gerekse uzun yol ticârete ivme kazandırıp rahatlık ile güven sağlamıştır. Mâlî muâmelelerin kökleri Onbirinci yüzyıl İslâm medeniyetine değin gerisin geriye uzanmaktadır gerçi. Ancak, paranın yerini tutan ‘değerli kâğıt’la ticârî muâmele yürütme başarısı, Haçlı Seferleri sırasında Filistende olgunlaştırılmış bir ruhban-savaşcı teşkilât olan Tapınakcılara(52) nasîb olmuştur. Mali sermaye oluşturma ve senetle ticâret yapma usulünü İtalya ve bilâhare Fransa üzerinden Avrupaya sokan da yine onlardır. Nihâyet bu tutum ile usulün kurumlaşmaları Yeniçağın ‘Klasik’ devrinde gerçekleşmiştir.

Din, oldum olası, yeryüzünün her yerinde olduğu üzre, butun Avrupada da, gerek toplumun kurulu düzeni olarak gerekse bireyin hem kendine, hem yakın ile uzak efrâdı ve öteki varolanlara her ân takındığı tavırları ile davranışlarını belirleyen ana manevî-maddî etken olma keyfiyetini Yeniçağın ortalarına değin taşı- yagelmiştir. Yeniçağın ‘Erken’ devrinde başgösterip sonlarındaysa iyice belirginleşen, az önce bahsettiğimiz vasfıyla dinin, yaşama gündeminden git gide sürülüp çıkarılması vakası, toplumun kurumsal genelinde olduğu karlar, onu oluştu­ran teklerin dahî gönüllerinde kırılmalar ve yetki ile rehberlik boşlukları yarat­mıştır. Dinin, demekki Tanrının veya Onu temsil iddiasını güden kişinin yahut kurumun, öncelikle manevî ve buradan doğup gelişmiş maddî yetkililik ile reh­berlik iktidarını yitirmesi, Batı Avrupanın kimi ruhbân-olmayan toplum sınıfları­na neredeyse sonsuz, sınırsız hamle ile teşebbüs kapılarını ardına dek açmıştır. Bahse konu Klasik Yeniçağ anlayışının Fransızcada düstûrlaştırılmış şiârı, Türkceye “bırakınız ne yaparlarsa yapsınlar” şeklinde aktarabileceğimiz, “lais- sez-faire”dir.

(2)“Bırakınız ne yaparlarsa yapsınlar” şiârı, kalblerin mühürlenip ruhların kararacağı günlerin şaşmaz habercisiydi. Besini ile gücünü, insanın en insani hasleti olan vicdânın köreltilmesi ile ‘utanma’nın dumura uğratılmasından almış­tır: ‘Vicdânın sızlamadıktan’ ve dahî Hadisin dediği üzre, “utanmadıktan sonra, ne yaparsan yap!”(53) Sonuçta, içi boşalıp kalbsizleşen, gönlünden uzaklaşan insan, beşerleşmeğe doludizgin yol alır olmuştur. Beşerleşmenin bariz alâmeti, maddeye taparlıktır. Bunun da tezâhürü servet düşkünlüğü ile avcılığıdır.

Servet edinme ile zenginleşmeye doğru hamle, karşı konulamaz ihtiras olmuştur. Bir yanda, yeğin bir olumsuzluğu ifade eden, dinmek bilmez daha fazla servet edinme hırsı, öbür taraftaysa, insanı hayrete düşürecek raddede olumlu bir duygu durumu, karşı durulmaz bir merak güdüsü, Batı ile Kuzey Avrupadan bir­takım olağanüstü yiğit adamları, ufuklarının ötesi kesinlikle bilinmez uçsuz bucaksız azgın suları aşmaya sevketmiştir. 1500 ile 1550 arası ‘Erken’ devir Yeniçağının en baskın özelliği olarak iki hususa işâret cdilebilinir; bunlardan birincisi servet avcılığı, öbürüyse gerek geçmişiyle gerekse o günüyle dünyayı fizik ile coğrafî bağlamlarda bilme tutkusu. 1450lerde başgösteren bu tutkuya kapılmış kişilerin, denizler ile karaları keşfetme etkinliklerinin olgunlaştığı ve yapıp ettikleri üstüne düşünüp taşınarak bunların anlamını ortaya koymağa baş­ladıkları dönem 1550lerdir.

Yeniçağın ‘Klasik’ devri olan 1550 ile 1700 arası, düşünce ve eylem bakı­mından binlerce yıllık Avrupa tarihinin en ilgi çekici, verimli ve hareketli iki döneminden biridir.(54) Musikîde, resimde, heykeltraşlıkta, mimarlıkta, keşifte, icâtta, mekanikte, gökbilimde, doğa araştırmalarında, mantık ile matematikte ve nihayet metafizikte tarihin kalburüstü dimağları işte şu yüz elli yıl kadar kısa sürede boy göstermişlerdir.

Yeniçağın ‘Klasik’ devrinde atılan olağanüstü önemli tohumların başaklan­ması ve nihâyet hâsatlarının derlenmesi 1780lere rastgelir. 1700 - 1790 artık ‘Geç’ devir Yeniçağıdır. Bu devirde Yeniçağ medeniyetinde temâyüz etmiş İngiliz kültürü, git gide kendi başına medeniyet boyutlarına erişmeğe koyulmuş­tur. Yeniçağın merkez kültürü olan Fransızın ana şiârı “laissez-faire”i devralan İngiliz, kültür kabuğunu zorlayıp kırmağa yüz tutmuştur.

(3)Pariste 1788den itibâren patlak veren bir dizi ayaklanmanın arkasından ortaya çıkan 1789 Fransız İhtilâlikebîrle Yeniçağ Batı Avrupa medeniyeti, inki­şâfının şâhikasına ulaşmıştır. Temelde kentsoylu toplum sınıfının devrimci hare­keti olan İhtilâlikebîr, yeni bir toplum sınıfı olacak ‘emekciliğ’in (prolétariat) kuvvesini bağrında barındırmıştır. 1789 İhtilâlikebîr, bir şâhikanın olduğu kadar, kırılmanın yahut ayırım çizgisinin de ifadesidir. Bu tarihten sonra yeni bir mede­niyet biçim kazanacaktır. O da Çağdaş küreselleş/tiril/en İngiliz-Yahudî medeni­yetidir. Bahis konusu ‘nevzuhûr’ medeniyet, selefi Yeniçağ Batı Avrupa medeni­yetinin giderayak dünyagörüşü durumunu alacak maddeci—mekanikçi—hürriyet­çi—positivci—dindışı dünyatasavvuru çerçevesinde Hür Sermâyecilik ideolojisini geliştirecektir. Adı geçen ideoloji de nihâyet sömürücülük—sömürgecilik—ımperyalism sacayağına dayanacaktır.

(4)1789dan itibâren zuhûr eden Çağdaş küreselleştirilen İngiliz-Yahudî medeniyeti ‘Erken’ devrini yaşamağa koyulmuştur. İkisi sıcak, biri de soğuk tabîr olunan üç dünya savaşının sonunu ilân edecek 1990a değin sürmüş bu ‘Erken’ devirde ilkin hür sermâyeciliğin dördüncü ayağını ifade eden ‘sanayi devrimi’ vukûu bulmuştur. Bilâhare sermâyecilik, önce Batı, Orta, Güney ile Kuzey, sonunda da Doğu Avrupaya, buranın ardından yeryüzünün dörtbir köşe bucağına yayılacaktır. İlkin ‘beşerî emek-yoğun’ sanayinin rüzgârıyla ‘yelken açan’ ser­mâyecilik, 1920lerde başlayıp 1990larda tepe noktasına ulaşan bu tür sanayii bertaraf ederek tümüyle fennî olana geçmiştir. Böylelikle Çağdaş küreselleş/ tiril/en İngiliz-Yahudî medeniyeti, ‘Klasik’ devrini idrâk eder olmuştur. İmdi bugün dünyaca içinde yaşadığımız Çağdaş küreselleş/tiril/en Îngiliz-Yahudî medeniyetinin ‘Klasik’ devridir; yoksa anlamca içerikten yoksunmu yoksun ‘Postmodern’ devir filân değildir. ‘Çağdaşlığ’ın sona erip ‘çağdaşlık sonrası’na (Fr post-modeme) geçiş şöyle dursun, adı anılan çağın ‘Klasik’ devrinin bitimi bile henüz görünürlerde yoktur. ‘Geç’ devrin başgöstermesi, ancak farklı seçenek bir medeniyetin ufukta belirmesiyle söz konusu olabilir.

‘Erken’ devir Çağdaş Îngiliz-Yahudî medeniyetinin aslî ideolojisi ‘hür sermâyecilik’, toplumu iki temel sımfa ayırmıştır: Büyük çaplı üretimi elinde tutan­lar, bunlara ‘mâlikler’ diyebiliriz ve mâlik olmayan üretenler, yanî ‘emekçiler’. Bu iki temel kesimin dışında bir ara sınıf bulunur; buysa, küçük tarım üreticisi, esnaf, zanaatkâr ile hizmetlilerden oluşur. Söz konusu dört kümeyi belli bir sını­fa yerleştirmiş olmamıza rağmen, bunlar mütecânis bütünlük oluşturmazlar. En azından ilk iki küme ile sonuncular arasında önemli fark vardır. Küçük çiftci-tarımcı ile zanaatkâr, üretirler. Ancak, kendilerine sermâye birikimine imkân tanıyacak ölçüde artı ürünü, maddî nedenlerden ötürü, meydana getire­mezler.

Bununla birlikte, ortaya koydukları ‘emek’ ile kullandıkları malzemenin karşılığını görürler. Demekki, büyük sermâyenin buyruğunda çalışan emekci-işciden farklı olarak ‘emekleri’ne de onun ‘semere’sine de ‘yabancılaş­maklar. Küçük çiftçi yahut tarım üreticisi ile zanaatkâr, artık ‘çıkmaz yol’, ‘çağ­dışı’ yahut ‘köhne’ iktisâdî etkinliklerden sayılırlar. Aynı değerlendirme, aslında üreticilik yanı bulunmayan, küçük esnaf için de geçerlidir.

Üretici olmamakla birlikte, küçük esnaf, iktisâdî bir etkinlik içerisindedir. Hizmetliler, oysa, iktisâdî etkinlikte bile bulunmazlar. Buna karşılık, toplum hayatının düzen ile tertîbini sağlarlar. Şu var ki, bahsi geçen kısmen alışılagelinmiş öbeklendirme sermâyeci esâslı Çağdaş Îngiliz-Yahudî medeniyetinin günü­müz toplum yapısını, artık tam yansıtmıyor. Bir kere, A.B.D., İngiltere, Kanada, Avusturalya, Yeni Zelanda, Güney Afrika Birliği, Fransa, Almanya-Avusturya, Felemenk, İsviçre, İsveç, Norveç, Danimarka, Finlandiya, İtalya, Ispanya, Meksika, Şili, Aıjantin, Brezilya, Lehistan (Polonya), Macaristan, Rusya, Çin, Japonya, Kore, Hindistan, Tayland ile Malezya gibi, yeryüzünün ‘kalkınmış’ yahut, en azından, mâlî sermâyeci düzene dâhil olmuş ülkelerde özel ile kamu kuruluşları tarafından istihdâm olunan geniş bir ‘hizmetliler kesimi’ daha bulu­nur: Araştırmacı bilimadamları. Bunların, gerek üretime gerekse toplumun tanzi­mi ile tertibine doğrudan kısa vadede katkıları olmaz. Sözü edilen kesimin yanı- sıra, hiçbir yaran görülmeyen çığ misâli devleşen bir ‘işsizler ordusu’(55) ile ‘eğlence sanayii işçileri’(56) de vardır.

Görüldüğü gibi, Çağdaş Îngiliz-Yahudî medeniyetinin klasik devrinde, öncelikle elektronik sanayi hamlesinin ardısıra başgösteren ‘özgüç’ (Fr&İng automation) olayının sonucunda üretimçin istihdâm zorunluluğu gittikçe gerilemektedir. Yine de bu durum, sömüren - sömürülen keskin ayırımını ortadan kaldırmıyor. Tersine, söz konusu uçurumu genişletip derinleştirmektedir.

Günümüzde yürürlükteki Klasik İngiliz-Yahudi medeniyetinde zanaatkârın, küçük çiftçi ile esnafın ve hizmetlinin ‘sınıf niteliği bile müphemdir. Esnaf ile hizmetli, bir fasıl ‘küçük kentsoylu’ sayılmakla birlikte, zanaatkâr ile çiftci-tarımcı hangi öbeğe yerleştirilmeleri icâb ettiği belli değildir. Haddizatında bu, bir sorun olmaktan çıktı. Zirâ mâlî sermâyeci düzenin, hâkimiyetini tesis ettiği diyârlarda ‘el emeği göz nuru’, büyük çapta, hayatta kalmış ‘eskiler’in sisli puslu anı­larında yaşayan bir olaydan ileri geçmez oldu artık. Mamûl mallar, yüzde seksen, doksan oranında kendikendine işleyen âlet edevât yoluyla el değmeden üretilmek­tedirler.

Koca koca imâlathânelerde, fabrikalarda, kuruluşlar ile eneıji üretim mer­kezlerinde, bakıyorsunuz, beş on kişiden mürekkep mühendisler ile teknisyenler topluluğundan başkası yok. Çirkinlik abîdesi dev boyutta gemiler, altı yedi kişi tarafından tümüyle elektronik âletlerle yürütülüyor. Katar (tren) makinistleri ile metro sürücüleri araçlarında süs niyetine oturuyorlar. Yakında aynı durum, pilot­lar için de söz konusu olacağa benzer. Pek çok alanda kişinin, işlerini evinden yahut taşıtından bilgisayar ile telefon yoluyla yürüttüğünü görüyoruz. Bu yüzden yeryüzünün bellibaşlı büyük şehirlerinde işyeri satmak yahut onu kiraya vermek bayağı sorun olmağa başlamıştır. Oralarda yazıhâneler doluymuş gibi gözüksün, bundan dolayı da satış yahut kira râyiçleri düşmesin diye bunların ışıkları söndü­rülmüyor. ‘Alınteri dökerek ekmeğini taştan çıkarmak’, önemli ölçüde, çağdaş nesillerin tanımadığı ‘tarihöncesi’ bir tavrın deyimleşmiş hâlidir. Önemli ölçüde diye niteliyoruz.

Bu, Türkcede amelelik dediğimiz, kaba inşâat işçiliğinin dışında geçerliliği kalmamış bir maişeti temin çeşididir de ondan. O, inşaatlarda çalıştırı­lan, konutlar ile kamuda temizlik işlerinde kullanılan vasıfsız işçi, yanî ‘amele’dir. Kısacası, bu kişi, ucuz işgücü sunan, köleliğin bir gömlek üstünde bulunup her türlü toplum güvencesinden yoksun ‘sınıfdışı’ bir Lumperıproletardir. ‘Safahat toplundan ’ kendilerine yakıştırmadıkları en mihnetti ve pis işleri, yeryüzünün ‘bahtsız toplumlar’ından devşirip getirdikleri bahsi geçen Lumpenproletârlere gördürürler. Onlar da, kendi yerlerinde yurtlarında aç sefil kaldıklarından, mezkûr işleri boğaz tokluğuna görmeğe dünden teşnedirler. Amele olamayanlara kader daha da kötü bir oyun oynar.

Kadınlar, genç kızlar ile küçük erkek çocuklar, yer­yüzünün kimi yerlerinde dev boyutlara erişmiş fuhuş pazarlarında satışa arzolunurlar. Bunlar, kelimenin tam manâsıyla fuhuş köleleridir. Onları pazarlayanlar da köle tâcirlcridir. Bu tâcirler, kimi zaman işi meslek edinmiş kimselerdir. İşin daha da kötüsü, zaman zaman, baba, amca, ağabeğ yahut koca neviinden, ‘köle’nin birinci dereceden yakını dahî olabilir. Fahişelik, insanlık şeref ile haysîyetini topyekûn ayaklar altına alan en aşağılık tür köleliktir. İnsanın bundan daha fecîi duruma düşmesi düşünülemez. Fakat ‘insan’ bir kere ‘beşer’ düzlemi­ne indirgenmeyegörsün, her çeşit insanlıkdışı durum olağanlaşır.

(5) İnsan-olmanın maddî ile manevî çıkış yahut hareket noktası karşı cinsi­yete mensûb iki kişinin ‘sevişme’sidir. Aile dediğimiz temel toplum katmanı bu yoldan vucut bulur. Ama beşerleştiren Çağdaş İngiliz-Yahudî medeniyetiçin ‘aile’ mefhumu ortadan kalkmıştır. Bu mefhum ve bunun türevi olan kurumla birlikte ‘sevgi’, ‘saygı’, ‘dayanışma’ ile ‘savunma’ gaileleri de yok olmuştur. O hâlde her şey gibi, cinsiyet de serbestçe pazarlanır, satılır ve satın alınabilinir. Bu yüzden işte, en gözde metâa cinsiyet tâcirliğidir. Bahis konusu ticârette metâa her vakit açıkça sergilenmeyebilir. Ticârî ile siyâsî yatırımları ve mâlî kaynakları harekete geçiren, kişiyi cinsiyet alışverişine hazır hâle getirmek; çoşturmak; şeh­vete dâvet çeşidinden bellibaşlı etkenlerdir.

Batakhâneler, kumarhâneler, meyhâ-neler, genelevler, buluşmaevleri, ‘demiryolu hattı’nın son duraklarıdır. Oralara varmadan önceki ‘durak’lar, dev boyutlara erişmiş bir sanayinin kısımları gibi­dir. Nedir bu kısımlar? Öncelikle erkeği sevişmeğe, kadını da erkeği şehvetlendirmeğe teşvîk edici basın, yayın, sinema, tiyatro, roman, hikâye, müzik yollu propaganda, reklam; kamunun bakışma açık mahallerde levha yahut duvar ilânları. Bütün bir yaşama ve davranma tarzının kökten değiştirilişi; bu değişmenin öncelikle kadının giyimi ile kuşamında kendini yansıtışı: Çıplaklığa varacak rad­dede bedenin açık saçık teşhiri. 1960larda bu tavır deniz kenarında, kumsalda sergilenirken 1970lerin başlarından, özellikle de 1990ların ikinci yansından itibâren büyük şehirlerin kalabalık, işlek, saygın caddeleri ile mutenâ semtlerine taşınmıştır.

Asırlarca bütün müstesnâ medeniyetlerce müstehcen ve müstekreh görülüp kabul olunmuş insan manzaraları artık umûru-adiyeden addolunmaktadır. Tersine, yine öncelikle kadının iffetli, ağırbaşlı davranışı ve buna koşut kapalı giyim kuşamı yerilmekte ve hattâ kimi ülkelerde yasaklanmaktadır. Tasvirini sunduğumuz bu gidişin iktisâdî—ticârî nedenlerinin yanında, siyâsî sebepleri de var. Fuhuş ile zinâ, bireyin günümüzde son toplumsal dayanağı ile sığmağı olan aile kurumunu yıpratıp aşındırmakta; sonunda da çökertmektedir. Böylelikle birey, tümüyle dayanaksız ve korumasız kalmakta, sonuçta küresel sömürü kar­şısında dirençsiz bırakılmaktadır.

(6)1780lerde başlayan küreselleşme çabalan, başarının doruğuna 2000de ulaşmış görünüyor. Felsefe-bilimin dialektik yöntemiyle düşündüğümüzde, görülmemiş zafer, çöküşünün, inkırazının tohumlarını da bağrında taşıdığını anlarız. Çağdaş Küreselleşen İngiliz-Yahudî anlayışının, medeniyet düzleminde, görünürde, rakîbi, onu bırakın, en azından, seçeneği bile yoktur. Onun bildirdiği düstûrların, kalıpların dışında düşünüp eyleyemezsiniz. Ürettiği fennî araçlar ve cihâzlarla geçmişte yaşanmamış raddelere varan denetim, dolayısıyla baskı mekanismalarını kurup harekete geçirebilmektedir. İnsanın yaşamak amacıyla birinci derecede ihtiyâç duyduğu havanın, su ile ekmeğin yanında adâlettir. Haddizâtında bu dörtlünün başında adâlet gelir. O, sakatlanmışsa, hiç değilse, ekmek ile suyun temini zorlaşır, giderek imkânsızlaşır.

Çağdaş İngiliz-Yahudi medeniyetinin ana ideolojisi olan mâlî sermâyecilik adâleti ayaklar altına alan bir fikrî—siyâsî—İktisâdi işleyiştir. Dünya nüfusunun beşte biri yeryüzünün sunabildi­ği nimetlerin yüzde seksenine yakın payını zimmetine geçiriyorsa, beşte dördü­ne de yüzde yirmilik hisse kalır. İşte, uzaklara gitmeğe hâcet yok; A.B.D.nin 2004 başkanlık seçimlerine Demokrat Partinin aday adayı Lyndon LaRouche'un 24 temmuz günü, yani 11 eylül kundaklamalarından kırk sekiz gün önce, Birleşmiş Milletler ile Vaşingtonda iki yüz elli kişinin önünde yaptığı video des­tekli konuşmada mâlî sermâyeciliğin baş kalesi Birleşik Devletlerinin içinde bulunduğu durumu bizlere şöyle tasvir etmiştir:

“Mâlî bunalımda bulunuyoruz... Sistemimiz iflâs etmiş durumdadır. Ulaşım, takat/eneıji, eğitim, sağlık teşkilâtla­rımızın tamamı, altyapı ile sanayimiz çöküş hâlindedir. Halkın yüzde seksenini dar gelirliler oluşturuyor. Bunların durumu 1977dekinden fenâdır. Milletlerarası Para Fonu (IMF) ile hâlihazır siyâsetler devâm ettiği, Wall Street ile Federal Reserv sistemi varolan hâkimiyetlerini sürdürdükleri sürece, A.B.D. de kimse gelişme beklemesin... Çöküş, kendini birden duyurmaz. Kötü siyâsetler, sürer gider; bunalım ânsızın patlak verir. Sâdece A.B.D. değil, Batı Avrupada İngiltere, Almanya, Fransa ile İtalya dahî iflâsın eşiğindedirler...”(57)

(7)Çağdaş küreselleş/tiril/en İngiliz-Yahudî medeniyeti, tarihin sönümü­dür? Tarihte ilk defa seçeneksiz bir medeniyet olması itibâriyle adı anılanın çürü­yüp çökmesi, batmasıyla insan varoluşunun noktalanması mantık gereğidir. Dış görünüşçe ‘beşer’e benzese bile, duygulanmayan, tefekkür edemeyen; şan, şeref, haysiyet, adâlet, merhamet ile güzellik duygularından yoksun fabrika yahut laboratuvar ürünü ‘ruhsuz', hattâ ‘nefssiz’ ‘beşer kopyaları’na yahut ‘kopyalanmış beşerilere, ‘insan’ bir yana, ‘beşer’ bile diyemeyiz. Kimliğiyle, toplum ortamıy­la, doğal çevresiyle, bir bütün olarak, ‘insan’, ‘soykırım’a uğramaktadır.

 

Dipnotlar:

 

(52)- Bkz: Teoman Duralı: “Çağdaş Küresel Medeniyet’, 74. - 77.syflr.

(53)- Bkz Abdübakı Gölpınarlı: “Hz Muhammed vc Hadisleri’, I43.sayfa, 916,satır.

(54)- Öbürüyse, Eskiçağ Ege medeniyetinin M.Ö. Beşinci ile Üçüncü yüzyılar arasında kalan Klasik dev­ridir. Ege medeniyeti Klasik devrinin,Yeniçağınkinden en bariz farkı, etkilelerini nisbeten dar bir coğ­rafyaya yayıp duyurabilmiş olmasıdır.

(55)- İşsizler ordusu içinde çalışma yaşında olup iş bulamayan vasıflı - vasıfsız istihdâm edilebilir olanla­rın yanında, emekliye ayınlmışlar da yer alırlar.

(56)- Tekmil ‘hâne’lerde istihdâm edilen kadın, erkek ve hattâ çocuklar. Bu andığımız kadın, erkek ve hattâ çocuklar, çoğu kere, özellikle ‘fuhuş sanayii’nde köle durumunda çalıştırılırlar.

(57)-Lyndon LaRouche (1922 - ); “How to Survire the Ongoing Financial Collapse''

 

Ş.Teoman Duralı-Sorun Nedir?,syf:275-281
Devamını Oku »

İktisatperestlik



(1)-Tarih boyunca bütün toplum-kültürlerde ‘iktisât’, tıpkı solumak, yemek, içmek, evlenip aile kurmak gibi, üstünde durulmayacak kadar kendiliğinden anlaşılır, Frenklerin banal dedikleri, türden birtakım eylemelerin adı olmuştur. Hattâ, cinsiyet meseleleri gibi, hakkında konuşmak ayıp sayılırdı. İşte bu durum­daki ‘iktisât’, eşine benzerine geçmişte rastgelemeyeceğimiz yepyeni bir mede­niyetle birlikte hayatın ve bilcümle ifadelerin, başka bir sözle, söylemlerin, mer­kezini işğâl eder olmuştur.

(2)‘Makine’, kısaca, kendine vucut veren parçalar ile unsurların eşgüdüm hâlinde çalışarak verim sağlayan bir işleyiş bütünlüğüdür. Bir işleyiş bütünlüğünü açıp bunun içine baktığınızda, kurucu unsurlarını yahut yapıtaşlarını teker teker görebileceğiniz, bunların arasındaki neden - etki bağıntılarını teker teker tesbit edebileceğiniz iş gören yapıdır.(7) Böylece incelenmeye, çözümlenmeye açık olan, öyleyse gizli kapaklı, kısacası esrârengîz yanları yönleri bulunmayan işleyiş bütün­lüğü cinsinden mekanik yapılar insan elinden çıkmadır. İşte makine örneğinden hareketle, evrenin de bir işleyiş bütünlüğü olduğu öne sürülür olmuştur. Ne zaman­dır? Özellikle 1600lerden bu yana söz konusu iddia git gide güç kazanmıştır.

(3)İlk dönemlerde, meselâ Sir Isaac Newton'âz (1642 - 1727) bu işleyiş bütünlüğünün yaratılmış olduğuna inanılıyordu. Fakat öncelikle Ondukuzuncu yüzyılla birlikte bu inanç terkedilir olmuştur. Yaratıcısı bulunmayan, işleyiş yasa­ları doğrultusunda ezelden ebede dönüşümler geçirerek evrilen evrenin gerek tümü gerekse kapsadıkları, ilkece açıklanabilir süreçler veya varolanlardır. Böyle işleyen evreni ve kapsadıklarını inceleyip açıklayabilecek ‘ülküsel’ (ideal) bilim, fizik-kimyadır. O hâlde, fizik-kimya bilimleri ile bilim kollarının açıklayamadı­ğı süreçler yok sayılmalıdır; zirâ anlamsız, saçmadırlar. Fizik-kimya bilimlerinin, yânî çözümleyici aklın açıklamakta âciz kaldıklarına mucize diyoruz. "Ben kimim?”, “nereden gelip nereye gidiyorum?”, “niçin, nereden varoldum?', ‘“ben’imi çevreleyen bütün şu varolanların hikmet-i sebebi nedir?” türünden soru­lardan yansıyan irâdede kendini gösterip de insanın temel insan-olma  hâlini oluş­turan onun aslî vasfını, kimliğini çözümleyici akılla açıklamaktan kesinlikle âci­ziz.

Demekki insan, ama beşer değil, mucizedir. İnanışı, iyilik ile güzellik değer­lendirişleri, barınışı, yiyişi, içişi, konmuşu, aile ile topluluk bağlarını örüşü, sevişişi, iş görüşü, hak ile adâlet dağıtışı ve nihâyet teşkilâtlanışıyla insanın tüm kap- saycı eserine kültür diyoruz. İnsanın eseri kültür de mucizevîdir. Madem mucize­de çözümleyici aklın yeri yoktur, o hâlde orada inanç, salt inanç söz konusudur. İnanıp inanmamakta ise serbestiz. Görülüyor ki, inancın bulunduğu ortamda hür­lük vardır. Bir varolan insansa, onun hür olması lazım gelir. Hürse, insandır. İnsan, özden hürdür. Hürlüğün insandaki ilk ve asıl tecellî yeri, onun manevî—zihnî-ahlâkî âlemidir. Bu âlemin kötürümleşmesi, inşam hürlüğünden, dolayısıyla da insan-olma-durumundan eder. İşte, Kur'ân, serhoşluğu da bu sebeple yasaklar.

(4)Hür-olan, hürlüğünün hikmetisebebi demek olan kimliğini korumanın mücâdelesindedir. Kimliği olmayanın hürlüğü de yoktur. Hür-olmayan, ‘meka-nik’tir. Mekanik-olansa, her türlü işi direnmeden görmeğe teşnedir. İşte nasıl ilkin evren, doğa, dünya, mekanik kabul edilmişlerse, tedricen insan da dirim-beşer temeline indirgenerek kimliğinden, böylelikle de hürlüğünden yok­sun kılınarak mekanikleştirilmiştir. Böylece o, artık sömürünün konusu kılınmış­tır. Kimiliğini oluşturan cümle değerlerçin mücâdele veren ‘dindar-inanan-savaşan insan’, yanî mücâhid, kendine buyrulduğu biçimde hareket ve imâl eden, yiyip içen, mutlanmayan, ıztırâp çekmeyen, çiftleşip eğlenen beşer, demekki ‘iktisâdiyâtcı adam’(8) derekesine düşürülmüştür. Doğanın mekanikleştirilmesine maddecilik-mekanikcilik; beşerinkineyse iktisâdiyâtcılık diyoruz. Peki bu yeni dönem nerede, ne vakit başlamıştır?

 

Dipnotlar:

 

(7)-Fr structure fonctionnelle.

(8)- GeçL ‘homo economicus*

 

Ş.Teoman Duralı-Sorun Nedir?,syf:243-244
Devamını Oku »

Barış — Savaş zıtlığı



(1) Zorluk, başlıbaşına bir varlık değildir. Tıpkı yakın akrabâsı, kötülük gibi, zorluk da, olumsuzluktur. Olumsuzluksa, kelimenin yapısından anlaşılacağı üzre, ‘olum’un, ‘olma’nın bulunmaması anlamındadır. Zorluk şu durumda, rahatın, düzgünlüğün yoksunluğudur. Rahat, düzgünlük ve bunların devâmı, bireysel sağlık ile onun toplumsal mukabili olan barış olağanlığın ifadesidirler. Lâkin ola­ğanlığı, yine karşıtıyla idrâk edebiliriz. İşte bundan dolayı zorluktan rahat ile düzgünlük doğar. Nitekim Alman şairi Friedrich Hölderlin (1770 - 1843) bu hususu şu unutulmaz mısrayla dile getirmiştir: “Tehlikenin başgösterdiği yerde, çâre de göğüverir.”(207)

İnsanın ‘olağan’ hâli, birey düzleminde sağlık; toplum bağlamındaysa, barış­tır, demiştik. Barış,(208) sevgi ile saygının yaygınlık kazanması durumudur. Barışın zıddı savaştır.(209) O da, öfke ile nefret duygularından kalkan teşkilâtlandırılmış maşeri eylemler dizisidir. Ne var ki, barışın da savaşın da ortak paydası, saygı­dır. O ise, önünde sonunda edebin türevi olduğuna göre, ahlâkın en önde gelen unsurlarındandır. Öyleyse barış gibi, savaş da ahlâka dayanır. Aradaki fark, sevgi — nefret zıtlığında yatar.

(2)Sevgi, ‘ben’in, kendini ‘ben-olmayan’a katıp karıştırma çabasıdır. ‘Ben-olmayan-sen’in duvgularına ‘ben’in katılmasına duygudaşlık(210) diyoruz. Duygudaşlık, ıztırâb ile acıda da sevinç ile neşede de görülür. Duygudaşlığın, ıztırâptaki tezâhürü, merhâmettir. Onun da, zayıf ve yüzeyde kalan hâli, acıma; en güçlü ve tanrısal kudretteki ifâdesiyse, rahmettir.

(3)Duygudaşlık, öncelikle de merhâmet ile bunun genelleşmiş devâmı olan banş, dişi, böylelikle de anne; zıddı, savaş ise, erkek, demekki baba özelliğini barındırır. Her iki özelliği dengede tutabilen toplumun sağlığı yerindedir. Böyle bir toplum, banşta savaşabilme kuvvesi ile irâdesine mâlik olup savaşta, barışma imkânını elinde tutar. Aynı durumun aile düzlemindeki yansımasına baktığımızda, annesinden şefkat dolu destek gören çocuğun, babasından yapabileceklerinin sınırlarını, erk (Fr autorité) yoluyla öğrendiğine tanık oluruz. İster ailede, ister daha geniş toplum bağlamlarında olsun, şefkat ile merhâmet çeşidinden dişilik veçheleri, tek hâkim âmil durumuna gelirlerse, yozlaşma, giderek, soysuzlaşma başgösterir.

Sertlik ile kavga şeklindeki erkeklik tezâhürleri önplana çıkarlarsa, o takdirde de, kültür, medeniyet seviyesine asla ulaşamaz, vahşîlik dediğimiz durum, ortalığı kırar geçer. Öyleyse sevgi ve nefretle dengede birarada yaşamaya da savaşmaya da, ruhça ile bedence hazır olma tavrı, aklın ve sonuçta adâletin gerektirdiklerindendirler. Aklın bildirdiklerini âdilce ifa etmek ise, Müslümanlığın başta gelen vecîbelerindendir. Nitekim Hadîse bakılırsa, aklın onayladığı her şeyi, din teyîd eder; ve, dinin tasdik ettiği her şeyiyse, akıl da benimser. Şu durumda İslâmın, gerek bireysel gerekse toplumsal hayatımıza iliş­kin buyruk ile talimâtlan akılla çelişmez. Nihâyet, aklın kendisi de, dinin aslî uzvudur.

 

Dipnotlar:

 

(207)-“Wo aber Gefahr ist, wächst das Rettende auch” —“Patmos”.

(208)-Bkz: EK 11 e

(209)-Bkz: EK 12ye

(210)-Y sümpathia; Fr&lng compassion.

 

Ş.Teoman Duralı-Sorun Nedir?,syf:211-212
Devamını Oku »

Bireylilik-Kimlik-Kişilik Sorunları



(1)-Her canlı, başka birtakım varolanlara nice benzerse benzesin, kendine has özellikler taşır. Bu özellikler, nice özelleşirlerse, onlarla donanmış canlı, o denli karmaşıklaşır. Kendine has özelliklerince başka hiçbir şeye geri götürüle- mez, indirgenemez varolana birey diyoruz. Hücreden beşere dek istisnâsız bütün canlılar, şu durumda, bireydirler. Yalnızca insanlaşmış beşerin bireyliliği, artık eşsiz diye niteleyeceğimiz özellikleri hâizdir. Böylesi bir bireylilik, kimlik kazanmış olur. ‘Kimlikli insan’sa, ‘kişi’dir. Kimlik kazanılıp kişileşildiği ölçüde insanlaşılmış olunur. İşte böylesine, kişilikli insan diyoruz. Kişilikli insan, düşünme itiyâdındaki bireydir. Düşünme itiyâdında olmak, olup bitenler hakkın­da olup bittikleri ânda düşünmekten ibâret olmayıp düşünme işlemlerinin ürünü olan düşünceler üzerine de düşünmektir. Birincisi az yahut çok mıkyâsta bütün insanlara yaygın olmasına karşılık, İkincisi pek az kimseye nasîb olur.

(2)-Düşüncesi üstünde katlanarak düşünebilen, hareketlerini de düşüncele­riyle biçimlendirir. Düşünceler yoluyla biçimlendirilen hareketlere eylem diyo­ruz. Şu hâlde kendi başına eyleyebilmekçin kendikendine, yanî özerkçe düşün­mek gerekir. Başka bir mercie bağımlı kalmadan düşünmekse, hür olmak demek­tir. Kendi düşünmeleri doğrultusunda hareket eden yahut eyleyen de özerk kişi­dir. Düşünme dizileri arasındaki mantık bağlantılarını dikkatten kaçırmamağa özen gösteren, tutarlı düşünür. Tutarlı düşünme çabasındaki kişinin, bu uğurda, düşünme dizilerini süreklice, düşünerek, denetlemesi, onu bilinçli kılar. Böyle birinin eylemleri arasında da sıkı bir düzen bulunur. Eylemlerinde tutarsızlık bulunmayana da disiplinli kişi deriz. Buna karşılık, yargılarında, davranmaların­ca, hâl ile hareketlerinde tutarsız olan kişi, tabiatı itibâriyle böyleyse, delidir; yok, bu tavrı, sunî yollardan meydana geliyorsa, serhoştur.

Bir kimsenin davranmasını, hâl ile hareketlerini, tavır ile tutumlarını belirle­yen ahlâkıdır. Davranışlarını, hâl ile görünüme çıkan hareketlerini, yanî eylemlerini kendine ve başkalarına karşı hâlis niyet besleyerek belirleyen, ahlâklı kişi­dir. Ahlâkında oynamalar olmaz, hep aynı minvâlde yürürse, bu kişiye dürüst deriz. Dürüst kişinin en belirgin vasfı, özü ile sözünün, niyeti ile amelinin birbir­lerini tutmalarıdır. Gerçi dürüst olmayan kişinin de özü ile sözü çakışabilir, örtüşebilir.Ölçüsü nedir öyleyse? Niyetin hâlis olup olmamasıdır. Bu hususu nitekim, lmmanuel Kant, şöyle dile getirmiştir: “...irâdeni izhâr edebileceğin öyle bir kural uyarınca davran ki, sonuçta o, genelgeçer bir yasa değerini kazanabilsin.”(169)

Derin düşünmeye, yanı niyete göre düzenlenmiş eylemler, ameller, ahlâk makûlesinden sayılırlar. Ama niyetin kendisine gelince; o, dinîdir. Madem niye­te dayanır, öyleyse sonuçta ahlâk da, din çıkışlıdır. Esâsında hayatımız da tabiat talâkkîmiz de dinîdir.

(3)-Görünür düzlemde olup bitenler, dinin zahirî yakasında yer alırlar. Dışarıdan bakıldığında algılanamayan niyetse, dinin bâtınî tarafındadır. Bâtınî hususlar, gözlemlenip irdelenmeğe yatkın değildirler. O hâlde onların yalnızca görünüme çıkmış, tezâhür etmiş taraflarıyla meşğûl olabiliriz. Nitekim Hz Muhammed, “gördüklerime inanır (yanî bilir), görmediklerimiyse, Allaha, havâle ederim” demiştir. Yine aynı iddianın bir başka ifadesini Ziyâ Paşa'da (1825 - 1880) buluyoruz: “Âyinesi işdir kişinin, lâfa bakılmaz; şahsın görünür rütbe-i aklı eserinde”dir.(170)

Kişi, niyet sahihliğine, hâlisliğine fıtratından ya yatkındır ya da değildir. Şu var ki, fıtratını da, toplum, inkişâf ettirir veya ettirmez: Eğitim. Toplum, eğitme yetisini (Fr capacité) geçmiş nesillerden devralıp işler ve ileriki nesillere devre­der: Gelenekler ile görenekler. Peki, eğitimin kendilerinden kalktığı başlangıç ilkeleri nerede bulunurlar? Vahiyde. Ona sâdık kalan toplumlar, niyet sahihliğini besleyip geliştirirler. Vahiyi çarpıtan, kirleten yahut toptan unutan toplumların eğitim düzeni de iflâs eder. Eğitimi iflâs etmiş toplumlardan ahlâklı kişilerin çık­ması neredeyse mucize kabîlindendir. Ahlâk, birey düzleminde kişinin kendi kendisiyle barışık hâlde eyleme; toplumunkindeyse, öteki bireylerle, menfaati ön plana çekmeksizin, ödevi öyle gerektirdiğinden, iş görmesi kâbiliyetidir.

Kişinin kendikendisiyle barışık olması, ‘vicdân’ dediğimiz, kendi içerisindeki, Allah sesine kulak kabartması, bu seste ifadesini bulan Onun kılavuzluğuna tereddüt­süzce uyması anlamına gelir. Nitekim İslâm, Allahın kılavuzluğunu tereddüt etmeksizin kabul etmek (imân), özetle Ona teslim olmak manâsını taşır. Elçileri, Allahın buyrukları ile tavsiyelerini en eski devirlerde kendi topluluklarına, daha sonralarıysa, bütün insanlığa tebliğle yükümlüydüler. Tebliğlerde ağırlıklı biçimde bahsolunan konu, kişinin öteki insanlarla kurduğu yahut kuracağı ilişkilerdir: Kul hakkı. Bunun bulunduğu yerde ahlâk vardır.

(4)- Vahiyden doğrudan yahut dolaylı kaynaklanmayan gelenekler ile göre­nekler, ahlâk orununa çıkamazlar. Ahlâk orununa çıkamamış gelenek ile göre­nekler, aid oldukları toplumlara mahsûs kalıp cihânşumûl değerlere kavuşmuş gözükmezler. Mahallî ve mevziîdirler. Meselâ kadîm aşîret görenekleri, sizi, mensûbu olduğunuz topluluktan birini öldürdüğünüzde, katil; birinin malını çal­dığınızda hırsız olarak değerlendirir. Aynı fiilleri topluluğunuzdan olmayana karşı işlediğinizdeyse icâbı hâlinde, ödüllendirilebilirsiniz dahî.(171)

(5)-Milletleşmiş olsun olmasın, bütün toplumların dayandığı, ve kısaca din dediğimiz, inanç düzenleri vardır. Bunlardan îbrâhim dininin İlahî menşei sarih olup tamamı İslâmdır.(172) Filvakî, İslâm bütün inanç düzenlerinin toplu adıdır. Müslümanın indinde, Onun tek saptırılıp çarpıtılmamış hâli olmasından ötürü Müslümanlık, esâsında ‘din’ demek olan İslâmla örtüşür. Öbür(173) kutsal yahut öyle kabul görmüş tebliğler veya metinler, Kur ’ânın az yahut çok çarpıtılmış par­çaları yahut cüzleridir. Öyleyse Kur ’ân ile Islâm, bütünü temsil ve ifâde ederler.

Kur'ân, neye inanmamız ve bakarak görmemiz gerektiğini bize öğretir. Nite­kim, Allah, Rabbdır, öğretendir. Şüpheye düşmeden tereddütsüzce inanmak, imân­dır. Bu, çok sıkı bir iç düzen gerektirir. Bahse konu çok sıkı iç düzeni sağlayan din eğitimidir.(174) Onun, evvelemirde ibâdet alışkanlığım kazandırma ödevi vardır. Nasıl, talîm, en müşkil iş demek olan, savaşanı ölmeğe ve öldürmeğe hazırlamak­la yükümlüyse, ibâdet de, kişiyi Allahı süreklice anıp Onun buyurduğu yoldan istediği biçimde yürümeğe alıştırmakla görevlidir. Asker olmayanın, talîmin bit­eviyeliğini saçmalık olarak nitelemesi gibi, inanmayanın da ibâdeti, öncelikle de onun tören tarafını hiddet ve şiddetle yerip küçümsemesi umûruâdiyyedendir.

(6)-Dine inanmanın ve icâplarının ifasının başında ibâdet gelir. Yine de dine inanmak ile icâplarının ifası herkeste ve her vakit iç içe yürümeyebilir.(175) Yaşayan dinlerde aslî cinsten olmayan icâplar, zamanın ve zeminin gereklerine göre değişirler. Demekki durağan değildirler. Belli bir dine mensûb olamak, onun şart koştuğu ibâdetleri, muâmelâtı, usul ile erkânı, kısacası şeriatı harfi harfine yerine getiriyor olma anlamına gelmez. Çarpıtmaya uğramadıkça genelde din özellikle de Müslümanlık« inananlarının, şeriata uyup uymadıklarını, ilkece, kolluk kuvvetleri gibi, belirli bir dünyevî güç yoluyla denetleyemez. Buna tevessül ettiğinde, müellifi Tanrı olan din, dinliliğini yitirip kapalı devre çalışan felsefe sis- temi çıkışlı, demekki akıl ürünü, ideolojiye dönüşür. Nitekim bir din adının sonu­na ideolojiyi belirtir Türkcede ~cılık/~cilik, Fransızcadaysa ~isme ekinin ilâvesi Özde, dine tamamıyla aykırı bir keyfiyettir.(176) Din, önünde sonunda, demek, ideo­lojik siyâsî kuruluş, hizip filân değildir. Şeriat, gönüllü izlenmesi gereken bir yol yordamdır. Dinin manâsı, mümininin gönlüne gömülü olup ifâdesini irâdesinde bulur. Bâhusus Müslümanlıkta, başta insan olmak üzre, hiçbir dünya varlığı, yahut bir benzeri, tapınma nesnesi kılınamaz. Bundan dolayı dinin, dünyevî var­lığa tapmağı çağrıştıracak ad yahut ünvânla anılması kabule şâyân değildir.

(7)-Dinin, öncelikle de iç düzenini kişiye bahşetmeğe matûf ibâdetin zorluk­larından kaçanların, bu arada Tanrıyı reddetmeği de göze alamayanların, beğlik çâresi, “dine bağlı değilim, ama, evrensel bir düzgünlüğün ve yaratıcılığın varol­duğuna inanıyorum” kolaycılığıdır. Unutulan husus, din denilen kurumun gör­evinin, yalnızca Tanrıya yahut benzeri kudretitam manevî güce inanmanın şartla­rını sağlayıp belirlemekten ibâret kalmayıp insana yaşayışım bireysel ile toplum­sal düzlemlerde tayin ile tanzîm etmek olduğudur. Burkancılık yahut Konfuçiyusculuk gibi, öyle dinler var ki, bunların önem sıralamasında düzgün ve anlamlı yaşayışa dair sunulan reçeteler, tanrılılıkla ilgili belirlemelerin önünde ve üstündedir. Şu durumda din, daha önce de belirttiğimiz üzre, yaşanana anlam ve çekidüzen verme meselesiyle birebir ilgilidir. ‘Bu-dünya-ötesi’ demeler, anlatım­lar, yer yer ve zaman zaman, vesîle yahut araç kisvesine bürünmektedirler. Vurgu yapmak ve meşrûuluklarını temellendirmek amacıyla kullanıldıkları izlenimini vermektedirler. Nitekim neredeyse bütün dinlerde ibâdetin, genellikle öteki duyu­lara nisbetle görmeğe bunca ağırlık tanıması, tebliğ olunanı, kişinin, bizzât dünya hayatında görerek aklı ve kalbiyle tasdik etmesi maksadına matûfdur.

(8)- Görerek tasdik, dine mahsûs bir şart değildir. Bununla, başta bilim olmak üzre, inanma ile düşünme etkinliklerinin diğer kesimlerinde de karşılaşıyoruz. Bakarak görmek, aklı kullanmağı şart koşar. Sıkı ve tutarlı düşünmek demek olan ‘akılyürütme’nin kurallarını araştırıp tesbit etme sanatıysa, ‘mantık’tır. Mantık esâs­larına dayalı olarak gözlemlerde bulunup deney yapmak ve bu uğraşılardan geniş çaplı soyut gerekçelendirilebilinir ve denetlenebilir, tercihan da matematik ifâde­lerle techîz olmuş sonuçlara ulaşmak ‘bilim’in, bütün bunların nihâî değerlendirmesini yapıp sistemli bir evren tablosu yahut şablonunu çıkarmak da ‘felsefe’nin işidir. Bu hüneri edinmekse, felsefe-bilim öğrenimi yoluyla olur.

(9)-Sonuçta imân etme disiplinini edinmek ile dış fizik gerçekliğine bakıp onu görerek öğrenmek, bir ve aynı pınardan fışkırıp birbirlerini tamamlayan insanın iki meşrebidir. îlki, enine, boyuna ve derinliğine çok çeşitli hâlleri ve veçheleriyle ‘kendim’i tanımak, demekki bilinçlenmek; sonrakiyse, dış fizik ger­çekliği öğrenmek, yani bilgilenmektir. İkisinden birinin eksik kalması, daha da kötüsü ikisinin birden bulanık olması, bir medeniyeti ve onun mensûbu kültürle­ri kötürüm kılar. Kötürüm bulunan yahut öyle kılınmış olan bir kültür ortamının bireyleri de, ‘gelişen insan tipi’ anlamına gelen ‘kişilikli insan’ durumuna bir türlü intikâl edemezler. Kötürüm kültürlerin ve onlarda yer alan bireylerin insan kimlikleri, yanı kişilikleri de çözülüp çökmeğe hükümlüdür.

 

Dipnotlar:

(169)-Bkz. “Ahlâk Metafiziğinin Temeli

(170)-Bkz: "Terkibibent", 5.

(171)- Bahsi geçen kabîle-aşîret örfü çağlar boyu geçerliliğini askerî ortamlarda, yanî ordularda korumuş­tur. Birliğinizden birini vurduğunuzda, katil zanlısı olarak yargı önüne çıkarsınız. Çarpışmalar sıra­sında düşman saflarından adam öldürmek serbest olmakla kalmayıp ödevdir, ödevini yerine getiren göğsüne nişân takılarak ödüllendirilir.

(172)-Bkz: EK le

(173)-Bkz: EK 2ye

(174)-Kişiye dış, yanî giyimini, kuşamını, tavır ile davranışlarını belli bir tertibe sokmağa çaba harcayan öteden beri, genellikle, askerî eğitim olmuştur. Geleneksel Osmanlı Türk terbiyesinde, neredeyse sor dönemlere değin, din ile askerlik eğitimleri iç içe yürüyüp birbirlerini bütünlemişlerdir.

(175)-Dindar ile mütedeyyin farklı anlamlar taşırlar. ‘Dindâr’, belli bir dine mensûb olan ve bu mensûp luğunu beyân eden, mütedeyyin’se, mensûb olduğunu beyân buyurduğu dinin şeriatına harfi harfi ne uygun yaşayan kimsedir.

Bu önemli ince ayınım Türicceye dayanarak yapabiliyoruz. Haddizâtında, ‘dindar’ ile ‘mütedeyyit ayn anlamdadır. Ilkı, ‘-dar’ sonekiyle Farscayken, sonrakisi Arapcadır.

(176)- Kimi dinlerin yahut dinimsi oluşumların ~cılık/~cilik soneki almaları alelıtrâk hâle gelmiştir. Bunlar, Burkancılık, Konfuçiyusculuk gibi, kurucularının adıyla anılır olmuştur. Ancak, asla genelgeçer örnek oluşturmazlar. Meselâ İslâmî yahut Müslümanlığı 'İslâmcılık' veya 'Muhammetcilik’/ ‘Muhammediye’; Yahudiliği ‘Musâcılık’/'Musevîlik’; Hıristiyanlığı ‘İsâcılık' 'îsevîlik’ şeklinde zikretmek hatâdan da öte izânsızlık, basiretsizliktir.

 

Ş.Teoman Duralı-Sorun Nedir?,syf:181-185
Devamını Oku »

Kültürün Aslî Dokusu: İnanç Düzeni



Nasıl toplum ile kültür, kesinlikle örtüşürlerse, birbirlerinden asla ayırt olunamazlarsa, inanç da bu iki unsurla aynı durumdadır. Kadın ile erkek tohumları­nın mezcinden anne rahminde beşer oluşur: Doğum. Beşerin, rahimden çıkışıy­sa, dünyaya gelmedir. Söz konusu safhadan itibâren biyo-fizik süreçlerin yanın­da, hattâ zamanla onlara baskın çıkacak şekilde, yeni özgün etkenler, gündeme girecek: İnançlar. Bunların gündeme girişiyle o safhaya değin sürüp gelmiş yaşa­manın —beşerin salt dirimlilik durumu— üstünde yeni bir yapı şekillenir: Hayat. Bu, yepyeni bir şekildir; benzersiz, tümüyle özgün. Hayat, varolabilmekçin yaşa­mayı şart koşar. Başka bir deyişle, hayat, dünyada varoluşça, yaşamaya bağlıdır. Bununla birlikte, birinci, İkincinin tabîî, uzvî uzantısı yahut türevi değildir. Diğer bir ifâdeyle, hayatı biyo-fizik çözümlemelerle beşere indirgeyip izâh edemeyiz.

Nasıl, ‘dirim’i belirleyen ‘gen’ ise, ‘hayat’ı da, aynı şekilde, ‘inanç’lar biçim­lendirirler. İnançlarla dokunmuş en geniş toplum örgüsüyse, ‘kültür’dür. İnançları gen esâsına indirgemek de, maddeci—mekanikçi dünyatasavvunına dayalı Çağdaş Küreselleştirilen İngiliz-Yahudî medeniyetinin hedeflerindendir. Bu yolla inanç, dirimötesi cihetini yitirerek mekanikleştirilip denetim altına alınabilir.

Beşer yaşamasının üstünde kurucu unsurları inanç olan hayatın temel vasfı hürlüktür. Hür olma keyfiyeti, insandaki ruhluluk veçhesinin en bâriz ifâdesidir. Manevî âlem. Kendi iç işleyişi doğrultusunda çalışan fizik-kimya-dirim dünya­sının, yanî maddî dünyanın tersine, inanç varlığı insan, doğal belirlenimden yok­sundur. Bu sebeple o, hürdür. Hür varlık baştan belirlenmiş olmaz. Baştan belir­lenmemiş varlık, yasaya tâbî değildir. Bundan dolayı, baştan belirlenmemiş var­lığın, yaşayabilmesi, demekki hayatını kurabilmesiçin kendine kurallar koymak zorundadır. Bunu o, Allah tebliğlerinin kılavuzluğunda duyu - sezgi - akıl üçlü­süne dayanarak başarır.

Baştan belirlenmiş doğal işleyişlere ‘yasa’ derken, hayatını kuran insanın kendine koyduğu kuralların en mütekâmil şekline kanun, bunlardan oluşmuş geniş ve karmaşık şebekeye de hukuk diyoruz. Hukukun vucut verdiği düşünü­lebilecek en kapsamlı ve çetrefil teşkilâtıysa, devlettir. Bütün bu inşâaları baştan belirlenmemiş, demekki hür bir varlık olarak insan, kısmen kendinden öncekiler ile çağdaşı olanlardan devraldığı, kısmen de kendisinin oluşturduğu inançlardan hareketle gerçekleştirir.

Belli bir iş görmek, maksada erişmek üzre kullanılabilir araç seçeneklerin­den birini yahut birkaçını seçmek, tercihtir. ‘Niye şu aracı seçiyorum da onu seç­miyorum’un gerekçesini hesaplayıp verme yetisiyse, hürlüktür. Bahis konusu gerekçeyi hesaplayıp verme yetisini hâîz ve işleten meleke de akıldır. Hâîz olduğu melekeyi akim, bilkuvveden bilfiile intikâl ettirme isteği, irâdedir. Seçenekler «asında tercihte bulunurken akıl, gereksediği gerekçeyi ‘yeter sebep' (YeL ratio sufficiens)ilkesinde bulur.Yeter sebep ilkesi,Leibnz'in deyişiyle ''Rationem reddere''den,yani aklın,bulunduğu tercihin hesabını vermesinden ortaya çıkar.Hesabı verilmemiş yahut verilmeyen bir seçme,şu durumda aklın tercihi sayılmaz.

Sonuç olarak aklın,bililtizam karar mercii olmadığı ortam ile durumlarda ne iradeden ne de onunla birlikte ışıyan hürlükten bahsolunabilir.

 

Ş.Teoman Duralı-Sorun Nedir?,syf:164-166
Devamını Oku »

Süleymaniye Camii'nin İşaret ve Sembolleri



İŞARET  VE SEMBOLLER

‘’Sonunda caminin güzel kubbesi kapandı ve diğer köşeler dengesini bularak tamamlandı. Hattatların kıblesi rahmet­li Haşan Karahisarî, müsennâ hattı ile kubbeye "Allahü yümsikü 's-semâvâti ve’l-arz" (Allah gökleri ve yeri nizamları bozulmasın diye tutuyor. Fâtır, 41) ayetini, sonuna kadar yazdı."Tezkiretü'l-Bünyan, s. 66.

Caminin kemerini çevreleyen yazıyı Hattat Karahisarlı Ahmet (1468- 1556);(1) kapı, pencere ve mihraptaki ayetleri ise Karahisarlı Haşan Çelebi(2) yazmışlardır.(3)

Ayet bir hakikati gösteren işarettir. Süleymaniye Camii'ndeki ayetlerde hedef kitle, Arapça bilen yöneticiler, sanatçılar ve âlimlerdir. Bu kişiler, devlete ve topluma yön veren ve toplumun davranışlarında kendilerine örnek aldığı insanlardır. Amaç toplumun rehberi ve yönlendiricisi olan kesimlere, temel değerleri sürekli hatırlatmak ve onları her camiye girişlerinde içsel bir yolculuğa, bir iç eğitime tabi tutmaktır.

Süleymaniye Camii'nde ayetler, bu içsel yolculuğu, kapılardan yani girişten başlatır, mihrapta yani ortak yönelim ve amaçta bitirirler.

Bu içsel eğitim ve yolculuk dış kapılarda kişileri selamlamakla; barış, huzur ve umuda vurguyla; yapılacak davranışlar sonucunda alınacak ödülü, bu ödüle ulaşmak için taşınması gerekli olan niteliği ve temel değeri hatırlatmayla başlar.

Ana mekâna girmeden önce sağ tarafta kurumsal bir bildiri niteliği taşıyan ayetlerle kişinin yöneldiği temel değerin, inancın, insanın ve hayatın kaynağı ve sahibi olan Yaratıcı'nın temel vasıflan hatırlatılır. Girişin solunda ise bu mekâna girecek olan kişinin taşıdığı kimliğin tarihi kökleri ve kişinin varlık görevi, insan ilişkilerindeki denge, ona moral verecek bir üslupla ifade edilir.



Cami iç mekânının giriş bölümü kubbelerinde; iç mekânla özdeşen temel davranışın getireceği kazanç ve şahsiyet gelişimine yapacağı katkı, dayanıklılık ve krizlere hazırlıklı olmak ve başarının temel ölçütüne atıf yer alır.

Bütün mekânı kucaklayan kubbede; Yaratıcı'nın her şeyi kuşatıp koruduğu, denge vurgusuyla ifade edilirken onun merhameti ve hatalar karşısında bağışlayıcılığı vurgulanır. Yani korku ve tehdit değil, denge, merhamet ve sevgi hatırlatılır. Ana kubbedeki ayette ödüllendirici yaklaşım ve olumlu ifade biçimi dikkat çeker.

Ana kubbenin yükünü ana sütunlara dağıtan kemerlerdeki yazılarla, değerleri hayatlarında temsil etmesi gereken kişilere, taşımaları gereken sorumluluğun yükünü dengeleyecek, inançlarında onları besle­yecek olan ilkeler hatırlatılır. Yaratıcı'nın her şeyin sahibi ve gerçek güven kaynağı olduğu, başarının ve sonuçların gerçek belirleyicisinin o olduğu, bu nedenle insanın üstünlük ve gurura kapılmamasının gerektiği ve insanın bütün ilişkilerinde insan farklılıklarını dikkate almasının önemi çok özlü ve net bir şekilde ifade edilir.

Dört granit sütunun kemerlerinde kişinin görevi esnasında yapması gereken davranış ve temel yetkinlikler ona kuşatıcı bir bütünlük için­de özetlenir. Kişi ne yapmasının farkına varır. Nasıl yapması gerektiği konusunda ise fil ayaklara yerleştirilmiş olan isimlerle görevlerini yaparken rehberlik edebilecek şahsiyetler kişilere kaynak olarak gösterilir. Bu şahsiyetlerin sıralanması toplumsal düzene vurgu yaparken aynı zamanda içsel olgunluğun aşamalarını da gösterir: İlim, adalet, ahlâk, denge ve tutarlılık, ilim ve adalet ilk iki sütunda yer alır. Çünkü karşılıklı bu iki değer gerçekleştirildiğinde ahlaki karakter olgunluğuna, iç ve dış arasında bütünlük ve tutarlılığa ulaşılır. Diğer yandan ilim ve adaletin ancak birlikte gerçekleşeceği vurgulanırken bu iki dinamiğin arkasında besleyici gücün ahlak ve denge anlayışı olması gerektiği sembolik olarak anlatılır. Orta kubbeden mihrabın olduğu mekâna hafif bir yükseltiyle çıkılır. Bu şekilde dört temel değerin kişi, kurum ve toplumda bütünleşmesiyle ancak mihrabın temsil ettiği ortak bütünlük, yönelim ve birliğe ulaşılabileceğine dikkat çekilir.

Mihrap yarım ve çeyrek kubbelerinde, ortak yönelimin amacı açıklanır. Ulaşılması gereken hedef belirtilir.

Mihrabın üstünde, mihrabın anlamına, dua ve yaratıcıya sığınma olu­şuna atıf yer alır. Mihrabın sağı ve solundaki çini madalyonlarda, kişi­nin görevini yaparken yaratıcı ile ilişkisinin temel çerçevesini veren, açan, genişleten, açmaya ve genişletmeye vurgu yapan ayetler vardır. Mihrabın yanındaki vitraylı pencerelerin sağında "Allah'tan başka ilah olmadığı" ve solunda "Muhammed'in onun peygamberi olduğu" vurgulanır. Mihrabın üzerinden ışığın süzüldüğü vitraylı pencerelerde, ışığın yaratıcısı olan ve insanın toplum içindeki yolculuğunda içsel aydınlığın kaynağı olarak yaratıcıya işaret eden ayetlerle yolculuk, hatırlatma ve içsel eğitim tamamlanır. Taç Kapı'dan yolculuk Tevhid kelimesiyle başlamıştı ve mihrapta yolculuk Tevhid kelimesiyle biter. Başlangıç ve son sadece O'dur. Bütün yolculuklar ona ulaşmak içindir, başlayan her şey O'nun gücü ve azametinde son bulur.

İçsel eğitimini tamamlayan kişi mekândan çıkmadan önce dış avluya açılan kapıların üzerindeki ayetlerle uyarılır: "Umudunu asla kaybetme. Hatalar yapsan da yüzünü doğru yöne çevirmesini bil. Yaratıcının rahmet ve bağışlayıcılığından umudunu kesme". Selamlama, fark etme ve ödüllendirmeyle başlayan ilk adımla giriş, umut ve ödüllendirmeyle biten son adımla çıkış. İçsel bir donanım ve yenilenmenin ardından içsel zenginliğini paylaşmak için toplumun içine yeniden karışmak. Kurumda öğrendiği bilgi ve deneyimi toplumun gelişimine katmak.

Süleymaniye Külliyesi'nde ayetler temel değerlere ve inanç sistemine işaret etmektedir. Cami içerisinde planlı bir şekilde yerleştirilen ayetlerin amacı binanın bölümleriyle de bütünleşerek kişilere görevlerini hatırlatmak, onlarda ortak duyarlılık, dil oluşturmak, onlara moral vermek ve motive etmektir. Ayetlerin Süleymaniye Camii'nde yük­lendiği görevi bugün kurum kültüründe semboller yüklenmektedir.

"Semboller, kültürün içerisinde özel anlam taşıyan kelimeler ve obje­lerdir. Bir sembol içsel bir inanışın dışsal bir işaretidir. Sembollerin çok güçlü motivasyon etkisi vardır, davranışı yönlendirebilir ve işin amaçlarını belirleyebilirler. Kurum üyelerince paylaşılmış bir dil olan semboller, çalışanlara topluluk hissi ve grup kimliği kazandırır. Semboller kültürün anlamını açıklayarak kurumun derinliklerindeki değerleri simgelerler. Semboller sistemin korunmasında ve denge­sinin sağlanmasında yönlendirici işlevlere sahiptir. Sistemdeki roller arasındaki ilişkileri daha anlamlı kılar ve ilişkilerin sürekliliğini sağlarlar.

Semboller, örgütün işareti olarak kullanılan objeler, desenler, slogan­lar, yazılar, şarkılar, ortak davranışlardır. Binaların mimarisi ve büro düzenlemesi de sembolik bir nitelik kazanabilir."(4)

Dış Avlu Cami Kapılarındaki Yazılar(5)

Dış avludan camiye geçişi sağlayan (kıbleye dönüldüğünde) sağ yan kapının üst bölümünde "...Selam olsun size! Rabbiniz kendi üzerine rahmeti (merhameti) yazdı." (En'am Suresi, 54); kapının üzerinde ise "Ey Rabbimiz! Bizimle kavmimiz arasında gerçekle hükmet Çünkü sen hükmedenlerin en hayırlısısın." (Araf Suresi, 89) ayetleri yazılıdır.

Dış avludan camiye geçişi sağlayan (kıbleye dönüldüğünde) sol yan kapının üst bölümünde "Sabretmenize karşılık size selam olsun, burası dünyanın ne güzel bir sonucudur" (Rad Suresi, 24) ayeti yer alırken kapının üzerinde de "Allah'a karşı gelmekten sakınanlar için elbette güzel bir dönüş yeri, kapılan kendilerine açılmış olarak Adn cennetleri vardır." (Sâd Suresi, 49, 50) ayetleri yer alır.

Ana kapı üzerinde ise şu ifade yer alır: "Ey kapıları açan Allah'ım! Bize hayırlı kapılar aç."

İç Avlu Kapılarındaki Yazılar

İç avlu sol kapıda, üstte:"Selam size, yaptıklarınıza karşılık haydi cen­nete girin/' (Nahl Suresi, 32); altta: “Namazlarına riayet edenler, işte onlar, cennetlerde ikram olunacak kimselerdir." (Mearic Suresi, 34/ 35) ayetleri yazılıdır.

İç avlu sağ yan kapıda; üstte: ". ..Selam size, hoş geldiniz! Temelli ola­rak buraya girin." (Zümer Suresi, 73); altta ise, Besmele ile birlikte "...O'ndan başka hiçbir ilah yoktur." (Al-i İmran Suresi, 6) ayetleri işlenmiştir.

Dış avludan iç avluya geçişi sağlayan Taç Kapı üzerinde, “Kelime-i Tevhid" ile "Namazlarına riayet edenler, işte onlar, cennetlerde ikram olunacak kimselerdir/' (Mearic Suresi, 34,35) ayetleri yer almaktadır.

Taç Kapının iç avluya giriş kısmı üzerinde: "Doğrusu size Allah'tan bir nur ve apaçık bir Kitap gelmiştir/' (Maide Suresi, 15) ve "Şüphesiz; Allah katında en değerliniz, O'na karşı gelmekten en çok sakınanınızdır." (Hucurat Suresi, 13) ayetleri işlenmiştir. Daha üst bölümde de: “Namaz şüphesiz, inananlara belirli vakitlerde farz kılınmıştır/' (Nisa Suresi, 103) ayeti ile Kelime-i Tevhid "Allah'tan başka ilah yoktur, Muhammed Allah'ın resulüdür" yazılıdır.

Son Cemaat Yeri

Son cemaat yerindeki 10 pencere üzerinde mor çini üzerine beyaz yazılı panolar yer almıştır. Bu panoların sağdakilerinde Besmele ve Ayetel-Kürsi soldakilerde ise Fetih Suresi'nin son ayetleri yazılıdır.

Ayetel-Kürsi (Bakara Suresi, 255. ayet):

"Rahman Rahim Allah'ın adıyla, Allah'tan başka hiçbir tanrı yoktur. O, daima yaşayan, daima duran, bütün varlıkları ayakta tutandır. O'nu ne gaflet basar, ne de uyku. Göklerdeki ve yerdeki her şey O'nundur. O'nun izni olmadan huzurunda şefaat etmek kimin haddine! Onların önlerinde ve arkalarında ne varsa hepsini bilir. Onlar ise, O'nun dilediği kadarından başka ilminden hiçbir şev kavrayamazlar. O'nun hükümdarlığı bütün gökleri ve yeri kucaklamıştır. Her ikisini görüp gözetmek, ona bir ağırlık da vermez. Ulu ve yüce, yalnızca kendisidir. "

Fetih Suresi, 28 ve 29. ayetler:

‘’Bütün dinlerden üstün kılmak üzere Resulünü hidayet (doğru inanç) ve hak din (İslam) ile gönderen O'dur. Şahit olarak Allah yeter.

Muhammed, Allah'ın Resulüdür. Onunla beraber olanlar, inkarcılara karşı çetin, birbirlerine karşı da merhamet­lidirler. Onların, rükû ve secde halinde, Allah'tan lütuf ve hoşnutluk istediklerini görürsün. Onların secde eseri olan alametleri yüzlerindedir. İşte bu, onların Tevrat'ta ve Incil'de anlatılan durumlarıdır: Onlar filizini çıkarmış, onu kuvvetlendirmiş, kalınlaşmış, gövdesi üzerine dikilmiş, ziraatçıların hoşuna giden bir ekin gibidirler. Allah kendileri sebebiyle inkârcıları öfkelendirmek için onları böyle sağlam ve dirençli kılar. Allah, içlerinden salih amel işleyenlere bir bağışlama ve büyük bir mükâfat vaat etmiştir."

Kubbe ve Kemerlerdeki Yazılar

Ana giriş kapısının üzerindeki küçük kubbelerin birinde: "Sana vahiy edilen Kur'an'ı oku, namaz kıl"; diğerinde: "Muhakkak ki namaz, hayâsızlıktan ve fenalıktan alıkoyar,ortadaki daha küçük kubbede ise: "Allah 'ı anmak ne güzel şeydir! Allah yaptıklarınızı bilir." (Ankebut Suresi, 45) ayeti üç bölüm halinde yazılmıştır.

Arkadaki yan kubbede, siyah zemin üzerine beyaz hatla: "Ey ina­nanlar! Sabredin, düşmanlarınızdan daha sabırlı olun, cihada hazır bulunun, Allah'a karşı gelmekten sakının ki başarıya erişebilesiniz." (Al-i İmran Suresi, 200) ayeti yazılmıştır.

Ana kubbenin merkezinde, altın yaldızlı oldukça güzel bir hatla ve büyük harflerle yeşil zemin üzerine: "Şüphesiz ki Allah gökleri ve yeri, yıkılıp yok olmaktan koruyup tutuyor. Şayet yıkılırlarsa and olsun ki ondan sonra kimse onları tutamaz. Hakikaten 0, acıyan ve bağışlayandır." (Fâtır Suresi, 4i) ayeti yazılıdır.

Ana kubbeyi taşıyan dört kubbe kemerinde, daire şekilleri oluştu­rularak siyah zemin üzerine yazılan yazılarla adeta cami, manevi mühürlerle mühürlenmiştir.

Kemerlerden birine:"0, her şeye vekildir." (En'am Suresi, 102); diğe­rine: "De ki herkes yaradılışına göre davranır." (îsra Suresi, 84) ayet­lerinden birer bölüm yazılmıştır.

Diğer kubbe kemerlerinde ise: “De ki, her şeyi yaratan Allah'tır." (Rad Suresi, 16); Başarım ancak Allah'tandır ." (Hud Suresi, 88) ayetleri yazılıdır.

Kemerleri taşıyan fil ayaklar üzerinde sırayla Hz. Muhammed'den sonraki dört devlet başkanının isimleri (Hz. Ebubekir, Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz. Ali) büyük levhalar şeklinde asılıdır.

Dört büyük granit sütunun taşıdığı kemerler üzerine; “Ey Muhammed! Allah 'a tövbe eden, kullukta bulunan, O'nu öven, O'nun uğrunda gezen, rükû ve secde eden, uygun olanı buyurup fenalığı yasak eden ve Allah 'ın yasalarını koruyan müminleri müjdele." (Tevbe Suresi, 112) ayeti dört bölüm halinde yazılmıştır.

Mihrap tarafındaki öndeki yarım kubbede: “Doğrusu ben yüzümü, gök­leri ve yeri yaratana, doğruya yönelerek çevirdim, ben puta tapanlardan değilim." (En'am Suresi, 79) ayeti yazılıdır.

Aynı yarım kubbenin sağındaki küçük yarım kubbede:"Doğu da batı da Allah'ındır, nereye dönerseniz Allah'ın yönü orasıdır." (Bakara Suresi, 115) ayeti yazılmıştır. Simetriğindeki solundaki küçük yarım kubbede ise: “De ki, Rabbim adaleti emretti, her secde yerinde yüzünüzü O'na doğru çevirin (kıbleye yönelin)." (Araf Suresi, 29) ayeti yazılıdır.

Mihrap ve Çevresindeki Yazılar

Mihrabın tam üstünde “Bunun üzerine Rabbi onu güzel bir şekilde kabul buyurdu ve onu güzel bir şekilde yetiştirdi. Zekeriya'yı da onun bakımıyla görevlendirdi. Zekeriya, onun bulunduğu mihraba her girişinde yanında bir yiyecek bulurdu. Meryem, 'Bu sana nereden geldi?' derdi. Oda 'Bu, Allah katından' diye cevap verirdi. Zira Allah, dilediğine hesapsız rızık verir." (Al-i imran Suresi, 37) ayetinin “Zekeriya, onun bulunduğu mihraba her girişinde" bölümü yazılıdır.

Mihrabın iki yanında, koyu mavi çini madalyonlar üzerine beyaz hatla Fatiha Suresi yazılmıştır:

‘’Rahman Rahim Allah'ın adıyla 2. 3. 4. Hamd, Âlemlerin Rabbi, Rahman, Rahim, hesap ve ceza gününün (ahiret gününün) maliki Allah'a mahsustur. 5. (Allah'ım!) Yalnız sana ibadet ederiz ve yalnız senden yardım dileriz. 6. 7. Bizi doğru yola, kendilerine nimet verdik­lerinin yoluna ilet; gazaba uğrayanlarınkine ve sapıklarınkine değil.

Mihrabın sağındaki renkli pencerede "Lailahe illallah (Allah'tan başka ilah yoktur)", solundakinde ise “Muhammedurrasulullah (Muhammed Allah 'ın peygamberidir)“ yazılıdır.

Mihrabın tam üstündeki orta pencerenin iç kısmına Allah, Muhammed, Ebu Bekir, Ömer, Osman ve Ali (Allah onlardan razı olsun) yazılmış­tır. Bu yazılan çevreleyecek şekilde Nur Suresi'nin otuz beşinci ayeti işlenmiştir: “Allah göklerin ve yerin nurudur. O'nun nuru, içinde lamba bulunan, penceresiz bir oyuğa benzer. Lamba cam içindedir. Cam sanki inciden bir yıldız...“ (Nur Suresi, 35)

Mihrabın üstündeki orta pencerenin sağındaki renkli pencereye: “Güneşi ışık ve ayı nur yapan O'dur." (Tunus Suresi, 5) ayeti; solundaki renkli pencere üzerine ise: “Yer, Rabbinin nuru ile parladı.“ (Zümer Suresi, 69) ayeti nakşedilmiştir.

Minberin sağındaki koyu çiniler üzerine: “Şüphesiz mescidler Allah'ındır. 0 halde Allah ile birlikte hiç kimseye kulluk etmeyin." (Cin Suresi, 18) ayeti yazılıdır. Mihrabın solundaki ikinci pencere üzeri­ne aynı tarz ve şekilde: “Ey Âdemoğulları! Her namazınızda güzel elbisenizi giyiniz. Yiyiniz, içiniz fakat israf etmeyiniz. Çünkü 0, israf edenleri sevmez.“ (Araf Suresi, 31) ayetinin ilk bölümü yazılmıştır.

İkinci katta hünkâr mahfili mihrabından başlayarak tüm camiyi kuşa­tacak şekilde pencerelerin üzerinde "Esma-i Hüsna (Allah'ın güzel isimleri)" yazılıdır.

 

Camiden Çıkış

Sağ kapıdan çıkışta, kapı üzerine Zümer Suresi, 53. ayetin ilk bölümü: “De ki, Ey kendilerine kötülük edip aşırı giden kullarım! Allah'ın rahmetinden umudunuzu kesmeyin simetriğindeki sol kapı üzerine de aynı ayetin diğer bölümü yazılmıştır: “Doğrusu Allah, günahların hepsini bağışlar. Çünkü 0, çok bağışlayan ve merhamet edendir.“

 

Dipnotlar:

(1)- "Bir adı da Şemseddin olan bu sanatçı Müstakimzâde'ye göre Karahisarlıdır. Genel görüş bunun Afyon Karahisan olduğu doğrultusundadır. Yaklaşık 873 (I468)'te doğduğu sanılan Ahmed Karahisarî'nin 90 yaşlarına doğru 963 (1556) yılında Süleymaniye Camii'nin hatlarını yazarken vefat ettiği ve mezarının Sütlüce'de Cafer Ağa Tekkesi civarında, Şeyhi Cemal Halife'nin kabri yakınlarında olduğu bilinir. Müstakimzâde nesih ve sülüs hattı Yahya Sofi'den meşk ettiğini, daha sonra Asadullah Kirmanî'den ders aldı­ğını belirtir. Günümüze gelen eserle­rinin ketebe kayıtlarından Asadullah Kirmanî'den (ölümü 892/1486) icazetli olduğu anlaşılır. Bu durumda Ahmed Karahisarî'nin 18 yaşından önce ica­zet aldığını varsayabiliriz. Kaynakların verdiği tarihler itibariyle Yahya Sofi'nin (ölümü 1477) öğrencisi olması uzak bir ihtimal gibi gözükmektedir. Belki de onun oğlu Ali Sufi'den meşk etmiş olabilir. Ahmed Karahisan II. Bayezid ve 1. Selim döneminde sanatını geliştirmekle uğraşmış olmalıdır. Saray ehl-i hiref teşkilâtı kâtipler bölüğüne hangi yıl girdiği bilinmiyor. Buna rağ­men onun Kanunî Sultan Süleyman döneminin başlarından itibaren bu teşkilâtta çalıştığını ileri sürmek mümkündür. Ehl-i hiref in kâtipler bölüğünü içeren en erken tarihli maaş defteri 952 Masar (1545 Mart-Mayıs) tarihlidir. Burada adı altına sırada, Ahmed Karahisan olarak geçer (Saray Arşivi D. 9706/4). Yevmiyesi 14 akçedir. Karahisan müsenna denilen celî sülüs ve muhakkak hatta haklı bir şöhrete ulaşmıştır. Bu yazı üslubunda devrin en büyüğü olarak kabul edilmiştir. Fakat hiç şüphesiz onun en başarılı tarafı sayfa düzenlemesindeki estetik yaklaşımıdır. Karahisan için sadece yazının kendi bünyesindeki orantılan değil, kitap sayfasının tümüyle ilişki­sinin önem taşıdığı imzalı eserinden de açıkça görülmektedir. Günümüze ulaşan imzalı ve tarihli eserlerinin en mükemmelleri 1545-1555 yılları ara­stadandır." www.kulturturizm.gov.tr.

(2)- "Eserlerinde Hasan b. Abdullah ya da Haşan b. Ahmed Karahisan olarak imza­sını atan sanatçı, Karahisarî'nin azadlı kölesi ve manevi evladıdır. Ehl-i hiref kâtipler bölüğünde yer alan sanatçının Ahmed Karahisarî'nin yolunda yazdığı bilinmektedir. 952 Masar (1545) yılındaki ehl-i hiref maaş defterinde adı yoktur. 965-966 Muharrem (1557 Ekim-1558 Ekim) tarihli bir yıllık def­terde Hasan gulam-ı Karahisarî ola­rak adı geçer ve yevmiyesi 13 akçedir (Saray Arşivi D.9612). 974 Masar (1566 Temmuz-Eylül) tarihli maaş defterinde adı Haşan b. Karahisari olarak kayıtlıdır (Başbakanlık Arşivi MM.6196, Sİ54). 1001 (1592-93) tarihli maaş defterinde ise adına artık rastlanmaz. Evliya Çelebi ve Müstakimzâde'de sanatçı hakkında bilgi varsa da ölüm tarihi kesin olarak bilinmemektedir. En geç 1000 yılında vefat etmiş olabilir. Evliya Çelebi, sanat­çının Edime Selimiye Camii'nin yazılarını yazarken kaza sonucu iki gözünün birden kör olduğunu belirtir. Bu bilgiyi biraz ihtiyatla karşılamak gerekir. Söz konusu kazada belki de bir gözü gör­mez olmuş, diğerinin de görme yeteneği zayıflamış olabilir. Öte yandan Hasan Çelebi'nin Selimiye Camii inşaatından sonra yazdığı imzalı bir eserini tanımıyoruz. Ancak Müstakimzâde, 1002 (1593) tarihinde yaşlılığında yazmış olduğu bir kıta'sını gördüğünü kayde­der. Bu ünlü hattatın mezarı Sütlüce'de öğretmeni olan kişinin yanındadır." www.kulturturizm.gov.tr.

(3)-Bayrak, a.g.e., s. 358.

(4)-Ali Rıza Terzi, Örgüt Kültürü, Ankara: Nobel Yayınlan, 2000, s. 54-56.

(5)-Mollaibrahimoğlu, a.g.e., s. 47-50

 

İbrahim Zeyd Gerçik – Bir Yönetim Modeli Süleymaniye(Yönetim,Pskiloloji ve Kurum Kültürü),syf:125-132
Devamını Oku »

(Süleymaniye Camii)Dış Mekan



 DIŞ AVLU, BAHÇE

 

Geleneksel Türk şehirlerinde evler, camiler ve kamu yapıları yeşili içlerinde saklarlardı. Yeşil, sokak ve meydanlarda değil, yapıların için de, yani gölgeli revakların çevrelediği kubbelerin altında, şadırvan seslerinin yankılandığı avlulardaydı."(1) Doğanın; bahçe, mezarlık ya da boş alan olarak şehirle bütünleşmesi İstanbul'un topografyası ve iklimi için doğal olsa da aynı zamanda bilinçli bir tercihti. Camilerin mezarlıkları simgesel anlamları olan ağaçlarla donatılmıştı. Medrese ya da revaklarla çevrili cami avluları bazen toprak bırakılıp yeşillendirilirdi.(2) Bu yeşillendirmenin bir medeniyet eğitimi olduğunu ve duygularımızı biçimlendirdiğini Tanpınar'ın Beş Şehir adlı eserinden aktaralım:


 

"İki ağaç Türk muhayyilesinde ve hayatında izini bırakmıştır: Servi ve çınar. İstanbul'un bilhassa dışardan görünen umumi manzarasını daha ziyade Karaca Ahmet, Edime Kapısı, eski Ayaz Paşa ve Tepebaşı gibi servilikler yapardı. Boğaziçi'ndeki o çok uhrevi köşelerle, bazı peyzajlar da çınarların etrafında toplanırdı. Eyüp servilikleri bütün Haliç manzarasına üslubunu verirdi. İstanbul peyzajındaki asil hüznü biz bu iki ağaçla çam ve fıstık çamlarına borçluyuz. Hissi terbiyemizde onların büyük payı vardır.

En çok sevdiğim ağaç çınardır. Geniş, pençe pençe yaprakları, munis dev gövdeleriyle onlar, bana Peçevi'nin anlattığı o sefer meşveretlerin­de söz alan, kumandanlara yol gösteren, akıl öğreten serhat gazilerini hatırlatırlar.

Gerçeği de bu ki, her çınarda bir dede edası vardır. Onlar toprağı­mızın hakiki gururudur; belki dedelerimiz o heybetli vakan, o dağ sükûnetini onlardan öğrendiler. Onun için Yahya Kemal'in Itri'yi eski çınarların mektebinden yetiştirmesini çok iyi anlıyorum.

0 deha öyle toplamış ki

bizi Yedi yüzyıl süren

hikâyemizi Dinlemiş

ihtiyar çınarlardan...

Büyük mimarlarımız ise daima eserlerinin yanı başında birkaç çınar veya serviyi eksik etmezlerdi; gür yaprağın tezadı onların en güzel terkiplerinden biriydi. Bazıları daha ileriye gider; cami veya medre­se avlusunun ortasında çınarın, servinin yetişmesi, gülün açması, sarmaşığın halkalanması için yer ayırırdı. Türk bahçe üslubu bu idi. Mimarlık ile ağacın bu işbirliğinin şimdi İstanbul'da en iyi, galiba biricik örneği, eski saray köşklerinin aralarına sıkışmış olanlar bir yana Süleymaniye'nin avlusudur."(3)

Süleymaniye Camii'nin dış avlusu olan bahçeye on ayrı kapıdan giri­lir. Bu kapılar açıldıkları yöndeki varlığı işaret ettiklerinden onların isimleriyle adlandırılmışlardır. Bu kapılar, kıble istikametinden tek­rar kıble istikametine doğru sırasıyla, Mera Kapısı, Eski Saray Kapısı, Mektep Kapısı, Çarşı Kapısı, Hekim Başı Kapısı, İmaret Kapısı, Kubbe Kapısı, Tabhane Kapısı, Ağa Kapısı ve Harem Kapısı'dır.

Süleymaniye Camii'ni çevreleyen bu geniş bahçe on dokuz dönümlük bir alanı kaplar. Evliya Çelebi bahçede çınar, servi, ıhlamur ve kuşdili ağaçlarının bulunduğunu kaydetmiştir.(4) Süleymaniye'nin ağaçlarla bezeli dış avlusunda özellikle iki ağaç dikkatimizi çeker: Osmanlı medeniyetinin ağaca yansıması olan çınar ve servi. Çınar; köklülüğün, sürekliliğin, kuşatıcılığın, sahiplenmenin ve şefkatin temsili anlatımıdır. Servi; dimdik duruşuyla birliğin, bütünlüğün, her dem yeşilliğiyle canlılığın, sürekli yenilenmenin simgesidir.

Anıtların koruyucuları, kuşların evi, insanların gölgeliği, toprağın çivileri, suyun havuzlan, havanın arıtıcısı ağaçlar. Suyu tutan, yağ­muru çağıran, toprağı koruyan, rüzgârı musikiye dönüştüren ağaçlar. Osmanlı için ağaç bir hayat biçimiydi. Medeniyetin, kurumsallaşmanın sembolüydü. Osmanlı'da ağaç, köklülüğün, bir beldeyi imar etmenin ifadesiydi.

REVAKLAR

Sinan'ın, Osmanlı cami kütlesine eklediği en önemli unsurlardan biri de, Süleymaniye Camii'nin yan cephelerine yerleştirdiği revaklardır. Tek veya iki katlı, narin sütunlarla desteklenmiş çıkıntılı ahşap örtülü yan açık mekânlar, cepheyi hareketlendirmekte, yapılara sivil mimari çağrışımları yüklemektedir.(5)



 

Çalışma Ortamı ve Motivasyon

İşletmeler, kişilerin makineyle yoğun ilişkisi sonucunda azalan doğal insan iletişimini ve artan stresi dikkate alarak dinlendirici mekânlar oluşturmalıdır.

Çalışanların iş ortamı onların duygusal yapılarında uyancı etkiler oluş­turacak, aile ortamının ve evin güvenilirliğini hissettirecek mekânlarla zenginleştirilmelidir. Kişinin çalıştığı alanda kendini duygusal olarak rahat hissetmesi, mekanın ona güven vermesi çalışma motivasyonu ve morali açısından önemlidir.

Çalışma düzenini ve uyumunu bozmayacak şekilde, çalışanın kendi çalıştığı mekânı kurumun rehberliğinde düzenlemesi, çalışma verim­liliğini arttırırken kurumsal aidiyeti de yükseltir.

Fabrika ortamında çalışanlar için yapılacak bahçe düzenlemesi, yürü­yüş yollan ve ağaçlandırma sadece stresi azaltmaya değil aynı zaman­da olumlu duyguların pekişmesine de yardımcı olur.

Bahçeye dikilecek çınar, servi, ıhlamur, erguvan, çam gibi belirli ağaçlar çalışanlarda azim, bütünlük, şefkat, birlik gibi bazı değer ve duygulan çağrıştırdıkları için çalışma isteklerini besler. Bahçe çalışılan mekâna bağlılığı artırır. Çalışanlarda çevre bilincini ve çevreye olan duyarlılığı geliştirir. Bu ise toplumsal sorumluluk duygusunu besleyerek gelecek nesillerin gelişimine, insana odaklı bir zihniyetin gelişimine katkı sağlar.

 

GÜNEŞ SAATİ

Sinan'ın tüm camilerinde bir güneş saati vardır. Süleymaniye'de iç avlu sağ kapısının avluya girmeden sol tarafında duvara yerleştiril­miş demir çubuklardan oluşan güneş saati bulunmaktadır. Güneşin geliş açısı, duvardaki demir çıkıntılara gölgeler yaptırmakta bu gölgelere bakarak, günün hangi saati olduğu anlaşılmaktadır. Bu basit gibi görünen düzeneğin ardında, konulduğu duvarın uyumundan, güneşin yaz-kış hareket eksenlerine kadar birçok hesaplama bilgisi ve ustahğı vardır.(6)

Kuramlarda Zaman Bilinci

İşletmelerin uzun süreli başarısında kurum kültüründe zaman bilin­cinin oluşması ve bu bilincin kurumsal yapı, ilişki ve çalışan davranışlarına yansıması çok önemlidir. Zaman bilinci kaynak israfının önüne geçmenin, kalite duyarlılığı oluşturmanın, kendini yenileyerek öne geçmenin en temel unsurlarından biridir.

Zaman bilinci hayatın farkında olmaktır. Artı değer üretmeden geçen sürecin, sermayeden yemek olduğunun farkında olmaktır. Hayata, insana ve kendine karşı sorumlu olmaktır. Zaman bilinci kişinin kendi davranış ve işlerini disiplin altına alması, kendini yönetmeyi öğrenmesidir.

Şirketler çalışanlarında zaman bilinci oluşturmak için iş süreçlerinin zaman sınırlarım belirlemeli, koyulan her hedefin zaman sınırlarını oluşturmalı, toplantılarda başlangıç ve bitiş sürelerini dikkate almalı, bu konularda personeli eğiterek alışkanlıkları kırmalıdır. Bu yapılanlardan soma zaman konusunda yüksek hassasiyet gösteren, iş süreç­lerinde zamanlama ölçütlerini yakalayan kişi ve gruplar bu davranışın yerleşmesi için belirsiz aralıklarla topluluk içinde ödüllendirilmelidir.

Zamanlamaya uymayan kişilere uygulanacak kural ve yaptırımlar belirlenmeli ve kurumsal yapıda herkese bildirilmelidir. Zamanlama konusunda gevşek davranmakta devam eden çalışanlar davranışları­nın sonuçlarıyla muhatap edilmeli, gerekirse uyan ve disiplin kuralları işletilmelidir.

 

KUŞA DOST DUVARLAR

Osmanlı inşam için kuş umudun ve talihin sembolü, mekânların şenlendiricisi, tabiatın bestekârıydı. Kuş evleri yapıların en çok güneş alan, rüzgârdan korunmalı yerlerine insanın, kedi ve köpeklerin uza­namayacağı yüksekliklere yapılırdı. Kuş evleri; cami, mescit, çeşme, kütüphane, köprü ve ev gibi her türlü yapıda yer alan, sevginin ve şefkatin minyatür evleriydi.(*)

Süleymaniye'deki kuş yuvalan cephe duvarları içinde bırakılmış birkaç küçük delik ve bu deliklerin uzantısı olarak kuşların konması için yapılan konsol biçimindeki sahanlıklardan oluşmaktadır.

Kuramlarda Çevre Düzenlemesi

Özellikle fabrika bahçelerinde oluşturulacak kuş evleri, hatta imkân varsa evcil bazı hayvanlar için kümes ve bahçe düzenlemeleri, fabrika ortamının daha insancıl ve duygulan besleyen bir ortama dönüşmesi­ne yardımcı olacaktır. Kuş sesleri insanları rahatlattığı gibi insanların kuş ve evcil hayvanlarla ilgilenmesi şefkat, yardımlaşma, sevgi, mer­hamet gibi önemli insani duyguların gelişmesini sağlar. (Sorumluluk ve şefkat duygusu düşük olan kişilerde bu duygulan geliştirmek için önce özel bir bakım isteyen bir çiçeğe bakmaları, bunda başarılı olurlarsa en az bir yıl evcil bir hayvanın bakımını üstlenmeleri psikologlar tarafından kullanılan bir yöntemdir.)

 

TAÇ KAPI

Camiye yaklaştıkça, girişler giderek daha çok önem kazanırlar. Süleymaniye'de dış duvarların üzerindeki kapılar sade bir üsluptayken iç avlunun kapısı anıtsal bir üsluptadır ve mihrabı işaret etmektedir.

"Büyük bir camiye bir dizi kapıdan geçerek girmek, eski tapınaklar­da kutsal iç mekâna girmeye benzer. Dış ve iç alanları çevreleyen eş merkezli duvarların içindeki anıtsal odak noktasına giderek yaklaşmak, ziyaretçide sonunda ulaştığı büyük iç mekânda doruk noktasına ulaşacak bir beklenti gerilimi yaratır."(7)

Süleymaniye'nin iç avlusunun üç katlı kuzeybatı kapısı, ne kendinden önce ne de sonraki cami tasarımlarında olmayan bir uygulamadır. Odalarında kayyumların oturduğu bu büyük kapı, Sinan'ın her yapıda yenilikler deneyen sanatçı kimliğinin bir başka göstergesidir.(8) Taç kapı Hacı İsa Usta'nın eseridir.

Taç kapıdaki tonlarca kurşunun mahiyeti henüz tam olarak çözülmüş değildir. Amaç, eseri manyetik ve radyolojik etkilerden korumak olabilir. Mevcut elektromanyetik dalgaların bu çevrede ölçülüp haritası­nın çıkarılması, ardından bilgisayar ortamında taç kapıda kurşunlar olmasaydı bu dalgaların dağılımının nasıl olacağına bakılıp iki duru­mun mukayese edilmesi halinde bu gerçek daha iyi anlaşılabilir.(9)


(Taç Kapıdan İç Avluya Giriş)


 

Öğrenme ve Yenilenmenin Basamakları

Süleymaniye Külliyesi'nde, külliye binalarından cami mihrabına doğru dört mekânsal geçiş vardır: Külliye binalarıyla dış avlu arasındaki sokaklar, dış avlu, iç avlu ve cami iç mekânı. Kanaatimce bu yaradılışın dört öğesi olan su, hava, toprak ve ateşin, güney, kuzey, doğu ve batı olmak üzere dört yönün, cansızlar, bitkiler-hayvanlar, insanlar ve melekût âlemiyle dört varlık âleminin temsili anlatımıdır.

Aynı zamanda, dış avludan başlayıp cami iç mekânında tamamla­nan hat, içsel bir yolculuğun, öğrenme ve kendini keşfin mekânla tasviridir. Dış avlu, ilme'l-yakini yani okuma ve işitmeyle kazanılan bilgiyi temsil eder. İç avlu, ayne'l-yakini yani bilginin uygulama ve deneyimle kazanımını, bilgiyle hislerin birleşimini temsil eder. Cami iç mekânı ise hakke'l-yakini; yani öğrenilen bilginin yaşam biçimine dönüşmesini, kişinin kendi sınırlarını ve yeteneklerini tanımasını, olayların nedenlerine inebilmesini, yaşanılarak kazanılan basiret ve sezgi gücünü ifade eder.

Bu üç mekânsal geçiş, işletme eğitimlerinde bilginin davranışa dönüş­türülmesi sürecindeki üç temel basamak olarak da ele alınabilir. Firma içi veya dışı sınıf eğitimleriyle bilginin görsel ve işitsel aktarımı, zihin­sel farkındalığın oluşturulması ve öğrenmeye algısal hazırlıktır. İkinci adım elde edilen bilginin firma içinde bir yöneticinin rehberlik ve kontrolünde uygulamasının yapılmasıdır. Üçüncü basamak, koçluk, proje sorumluluğu ve yetki devri uygulamalarıyla, tecrübe edilen bilginin tekrar ederek alışkanlığa dönüşmesine yardımcı olmaktır.

Birinci basamakta eğitim ihtiyacı olan insanların eğitime alınması, katılımcının isteği ve eğitimcinin yetkinliği ön plana çıkar. İkinci ve üçüncü aşamaların başarısı ise şirketin kendi eğitim sistemini kurma­sı, iç eğitimcilerini oluşturması ve yöneticilerine rehberlik ve koçluk donanımını kazandırmasıyla etkin hale gelir.

 

Hedefi Görmenin Gücü ve Amaçla Motivasyon

Sokağı dış avluya bağlayan Kubbe Kapısı, dış avluyu iç avluya bağlayan Taç Kapı, iç avludan cami iç mekânına açılan Cümle Kapısı ve mihrap aynı hat üzerindedir. Cümle Kapısının perdesi olmadığında Kubbe Kapısından bakan bir kişi mihrabı görebilmektedir.

Sinan dıştan içe doğru yönelen bu bakışla kişiye ulaşılması gereken amacı, bu amaca ulaşma sürecinde geçeceği aşamaları, öğrenmenin bir yolculuk olduğunu anlatmaktadır. Kişi her aşamadan sonra merdivenlerle yükselmektedir. Yani yeni bir konuma terfi etmektedir. Merdivenlerden sonra kişi cümle kapışma doğru yürümektedir. Yani elde ettiği konumu ve bilgiyi hazmetmektedir.

Cümle Kapısından içeriye hafif bir basamakla girilir ve mihraba doğru yolculuk devam eder. Mihrap bölgesine hafif bir basamakla çıkılır. Sinan kişiye bütünü, bu bütün içinde ulaşabileceği noktayı ve noktaya gidişin kararlı bir yolculuk olması gerektiğini mimari dille anlatmaktadır. Varacağı noktayı göremeyen kişinin motivasyonu düşer. Hedefi görmek çalışma azmini harekete geçirir. Bitiş noktasını gören koşucu atağa kalkar. Sonucu görmek heyecanı canlı tutar.

 

Kariyer Planı

Şirketler yeni işe başlayan çalışanlarına şirketin temel amacım, bütün­lük içinde çalışanın yerini, şirket içinde kat edebileceği kariyer süre­cini ve süreçte kazanması gereken bilgi ve nitelikleri tanıtmalıdır.

|Sinan'ın kubbe kapısından mihraba giden yolu kişiye göstermesi, ulaşılacak sonuçla onu yolculuğa motive etmesi gibi şirketlerde çalı­şanlarına kariyer zirvesini ve bu zirveye çıkması için ne yaparsa hangi terfileri kazanabileceğini göstermelidirler.

Bir şirket çalışanları için adil, akıla ve kurumsal kültüre uygun bir kariyer sistemi kuramazsa yetenekli çalışanlar ulaşacakları bir zirve göremeyecekleri için şirketi terk edeceklerdir. Eğer şirket yönetimi bir kariyer sistemi kurmuş fakat aynı zamanda zirveye "helikopter turlarıyla yolcu taşıyorsa"; yani orta ve üst düzey yöneticileri dışardan almaya başlamışsa şirket içinde geleceğini görmeyen yöneticiler daha iyi kariyer imkânları bulduklarında yine şirketi terk edeceklerdir. Bu ise, şirketin kendi yetiştirdiği çalışanlarla başkasını beslerken kendi zemininden toprak çekmesi, kendi kültürünü uzun vadede yok etmesidir.

 

MİNARELER


Minare, ışık saçan, aydınlatan, nurlandıran yer anlamındadır. Minareler inancın, birliğin ifadesidir. Aydınlığın,ışığın, yaratıcının birliğinin, Hz. Muhammed'in Miraç'ının sembolüdür. Minareler bir sesleniş, uyan ve duadır. Tarih boyunca minareler Yaratıcı'nın birliğinin hatırlatıldığı yer olmasının dışında, yolcu, kervan ve gemilere sefere kalkış işareti verme, çölde kaybolanlara yol gösterme, yangınları gözetleme, şehri mahyalarla aydınlatma görevlerini de görmüşlerdir.



 

"Minarelerin ne zaman ortaya çıktığı kesin değildir. İlk mescitler son derece basit yapılar olup, haliyle minareleri de yoktur. Bilal-i Habeşi'nin ilk ezanı Mescid-i Nebevi yakınındaki yüksekçe bir evin damında okuduğu, Mekke fethedildiğinde de ezan okumak için yine Kabe'nin damına çıktığı bilinmektedir.

 

Minareye verilen adlar fonksiyonuna göre değişmektedir: Minare için "ezan okunan yer" anlamında "me'zene" (Mısır) ve "riyazat ehlinin oturduğu kule" anlamına gelen "savma'a" (Fas) kelimelerinin de kullanıldığı görülür. Ancak bu unsur, daha çok "menare" kelimesiyle ifade edilmektedir. Menare, "ateş, fener konularak aydınlatılan kule" demek olmakla birlikte, "sınır taşı, dikili taş, yol işareti ve nöbet kulesi" gibi anlamlarda da kullanılmıştır. Minarelerin kandil, fener ile aydınlatıldıkları düşünülürse, bu kulelere benzetilerek "menare" adını aldıkları anlaşılır. Minarenin ilk ortaya çıktığı Emevi devri Müslümanlarının, iç içe yaşadıkları Hıristiyanların kiliselerindeki kulelerden etkilendikleri de açıktır."(10)

 

 

Minareler aynı zamanda bir duruş ve aidiyetin mekânsal anlatımıdır. Bir şehre gelen kişi, o şehrin ruhsal iklimini yoğuran değerleri, minareleri gördüğünde kilometreler öncesinden anlayabilir. Minare, bir medeniyetin, bir inanç sisteminin, mekâna imzasını atmasıdır. Bir kimliğin mimari dille ifadesi, o kimliğin özündeki birlik ve bütünlüğün resmedilmesidir.

Diğer camilerden farklı olarak, Süleymaniye'nin dört minaresi avlunun dört köşesine yerleştirilmiştir. Minarelerin birbirleriyle ve kubbeyle olan orantıları, tam bir deha ürünüdür.(11) Kubbeye yakın olan iki minare daha uzun, diğerleri kısa olduğundan cami piramit biçimli bir hareketlilik kazanmıştır.İç avluya giriş kapısının sağ ve solunda ikişer şerefeli iki minare, son cemaat yerinin sağ ve solunda üçer şerefeli iki minare bulunmaktadır. Evliya Çelebi, doğudaki üç şerefeli mina­renin ünlü "cevahir minaresi" olduğunu yazmıştır. Cami minareleri, 76 metre yükseklikte üçer şerefeli, iç avlu minareleri ise 56 metre yükseklikte ve ikişer şerefelidir.(12)

Cami minarelerinin yapımına 17 Mart 1554'te başlanmış ve 25 Aralık 1556'da tamamlanmıştır. Bu minareler inşa edilirken Müslüman işçile­rin yanında Hıristiyan işçiler de çalışmıştır. Sağ minarenin yapımında çalışan Müslüman işçilerin başında Mustafa Üsküdari, Hıristiyan işçi­lerin başında da Monol adlı usta bulunmaktaydı. Sol minarede çalışan Müslüman işçilerin başında Hacı Ferruh ve Hıristiyan işçilerin başında ise Todor îstanbuli mevcuttu.

İç avlu minarelerinin inşaatına 31 Mart 1554'te başlanmış, 14 Kasım 1555'te tamamlanmıştır. Sağdaki minare, Mustafa Siyah Nebi isim- ü ustanın denetiminde, sol minare de Todor Subasiç isimli ustanın kontrol ve idaresinde yapılmıştır.(13)

Tuhfetü'l-mimarin, Süleymaniye Camii minarelerinin on şerefeli olma­sını, Kanuni'nin onuncu Osmanlı hükümdarı olması ile açıklamış­tır.(14) Nişana Celâlzâde Mustafa Çelebi avlunun köşelerinde yükselen dört minarenin dört halifeye, minarelerde yer alan on şerefenin de Cennetle müjdelenmiş Hz. Muhammed'in on yakın arkadaşına "işaret" olduğunu belirtmiştir.(15)

 

Kurumsal Kimlik

Maddi kültürün unsuru olan mimari, tarih boyunca kurumların güçlerini ve kültürlerini topluma yansıtma görevini de yüklenmiştir. Bu nedenle işletmeler kurumsal kültürlerini, mimari yapılanmalarıyla da ifade ederler. Bir şirketin mimari yapılanması, mekân planlaması ve iç dekorasyonu onun hayata, insana, iş ve üretime bakışının somutlaş­masıdır. Bir şirketin mimari görüntüsü aynı zamanda onun kendini topluma gösterme ve tanıtma araçlarından biridir.

Şirketlerin talkında olmaları gereken, kültürün maddi ifadesi olan mimari görüntünün toplumun zihninde kurumun kimliğine ilişkin Önemli bir yansımasının olduğudur.

Şirketler kendilerinin çevrelerindeki şirketlerden farklı bir duruşa sahip olduklarını mimari yapılanma ve dekorasyonlarıyla da ifade etmelidirler. Çünkü yaşanılan mekân insanı biçimlendirir. Yaşamları mekân aynı zamanda şirketin veya kurumun ne olduğunun ve nereye ulaşmak istediğinin anlatımıdır.

 

EZAN

Minarelerde bir hatırlatma, dua ve çağrıya dönüşen ezan,olan Tevhid'in ifadesidir. Minare kimliğin maddi ifadesiyken, ezan bu kimliğin sözlü ifadesidir. Ezan bir inanç sisteminin, özlü bir bildiri ve bir sözleşme olarak düzenli ifadesidir. Günde beş kez Yaratıcı'sıyla ilişkisindeki özün, insana hatırlatılmasıdır.

Ezan günün beş farklı diliminde beş kez ifade edilir. Ezanda mesajlar kısa, basit, anlaşılır ve nettir. Okunmaya başlandığında dikkat çeker. İlk duyanların dikkatinin daha fazla yoğunlaşmasını sağlar. Ezan musiki bir nitelik taşır, hem duygulara hem akla hitap eder ve insanları bir bütünlüğe ve uygulamaya davet eder. Dayatmaz, teklif eder. Korkutmaz, hatırlatır. İnsanları bir yarara, içsel arınma, dua ve kurtuluşa çağırır.

Önemi vurgulanmak istenen ana konulan bıktırmadan tekrar eder.Aktarılmak istenen ana vurgu, Allah'ın büyüklüğü, dört kez tekrar edilir. Allah'ın birliği üç kez vurgulanır. Hz. Muhammed'in onun elçisi olduğu iki kez, duaya ve kurtuluşa çağrı iki kez tekrar eder. Ezan Allah'ın büyüklüğüyle başlar ve onun birliği ondan başka yaratıcı olmadığı ile son bulur. Yukarıda aktardığımız özellikleri ile ezan iletişim sürecinde bir mesajın taşıması gereken tüm özellikleri bünyesinde toplamıştır.

 

Etkin Mesaj, Tanıtımda Süreklilik

"Etkin bir mesajın taşıması gereken yedi özellik vardır:

Dikkat çekmek: Yalnızca dikkat edilen ve hatırlanan mesajlar etkilidir.

Hem kalbe hem beyne hitap etmek: İnsanlar duyguları canlanınca daha iyi öğrendikleri için, duygu uyandıran mesajlar çok etkilidir.

Mesajı netleştirmek: Bir mesaj bir tek önemli noktayı iletmelidir.

Güven yaratmak: Söz saygın bir kaynaca dayanmıyorsa insanlar ona inanmazlar.

Bir yarar iletmek: En iyi güdülenme kaynağı, beklenen yarardır, insanlar kendileri için doğrudan bir yarar algılamadıkça bir urunu almazlar, bir öneriyi uygulamazlar.

Eyleme çağırmak: İkna edici bir mesajla karşılaman insanlar tam olarak ne yapmaları gerektiğini bilmelidirler. Önerilen yararın izlenmeye değer olduğuna inanan bireyler bu inançlarını gerçekleştirmek için nereye gideceklerini, kime başvuracaklarını bilmek isterler. Eyleme yönelik uygun bir uyarı olmadıkça, insanlar mesajlarla İlgili eylemde bulunmazlar.

Tutarlılık sağlamak: Süreklilik ve tutarlılık mesajların etkisi açısın­dan çok önemlidir. Bunun için destekleyici tekrarlar yapılmalıdır. Mesaj çeşitli tarzlarda birçok kez tekrar edilebilir, ancak temel özelliklerinde tutarlılık olmalıdır. Böylece insanlar bu mesajı tanırlar ve çokça düşünmeden algılayıp anlarlar. Mesaj tanındıkça daha geniş kitlelere, daha etkili biçimde ulaşabilir. İyi bir logo, slogan ya da mesajın içeriği bu amaçla kullanılabilir."(16)

Şirketler, kurumsal kültür, hizmet veya ürünlerini müşterilerine ve topluma tanıtma çalışmalarında mesajın etkinliğine ve sürekliliğine önem vermelidir. Bir kurumun bilinilirliği ürün ve hizmetlerinin kali­tesinden önce bu kalitenin bilinmesine bağlıdır. Zihinsel bir farkındalık ve algılama olmadan müşterilerin ürün veya kuruma yönelimi olmaz. Müşteriyle ilişki önce onun zihninde bir imaj oluşturmakla başlar.

Kurumlar tanıtım faaliyetlerinde günün farklı dilimlerinde farklı hedef kitlelere hitap ettiklerini bilerek mesajlarını verecekleri zaman dilimini iyi seçmeli veya mesajlarını günün bütününde düzenli aralıklarla tekrar etmelidirler.

 

SALÂ

Minarelerden topluma duyurulan diğer bir gerçeklik sosyal dayanış­madır. Toplumun bir üyesi vefat ettiğinde minarelerden "salâ" okunarak bu toplumun diğer üyelerine duyurulur. Toplumun üyeleri kendi

mensuplarıyla vedalaşmak, helalleşmek, kırgınlıklarını unutmak yo yakınlarına destek olmak için çağrılır. Kişiler bu davete katılmak la dayanışmayı, bütünlüğü idrak ederken hayatın akışına ve kendi geleceklerine tanıklık ederler.

Kurumsal Dayanışma

Şirketler ve yöneticiler kendi çalışanlarının hastalık, kaza, vefat gibi zor durumlarında onları sahiplenmeli, onların yanında olduklarını hissettirmelidirler. Bu sahiplenmeyi tüm çalışan ilişkilerine de yay­malıdırlar. Aidiyet karşılıklı bir ilişkidir. Bir kurumun gücü o kurum içindeki insanların birbirini sahiplendikleri kadardır. Çalışanını sahip­lenen kurum kriz süreçlerinde de çalışanı tarafından sahiplenilir.

 

ÎÇ AVLU

Avlunun zemini beyaz mermerlerle döşenmiş ve etrafı 28 kubbeli revaklarla çevrilmiştir. Kubbe kemerleri 24 sütuna dayanmakta olup, bunlardan 12 tanesi pembe renkli granit, 10 tanesi beyaz mermer ve 2 tanesi de somaki mermer sütunlardır.İç avluya, üç ayrı kapıdan girilir. Caminin ana giriş kapısının yer aldığı bu bölümün tam ortasına, Kâbe görünümünde bir şadırvan yerleştirilmiştir.(17)



 

Kişiyi Kültürel Geçişlere Hazırlamak

İşletmeler kurum kültürü için önemli alan bölümlere geçişleri daha iyi hissettirmek veya eğitim ve kültür etkinlikleri sonrasında doğal bir ortamda bilgi paylaşımını hızlandırmak için geçiş ve paylaşım mekânları oluşturmalıdırlar. Bu sayede elde edilen bilgi paylaşımı ve tanışıklık artırılırken diğer yandan kurum kültüründe önemli olan değer, yapı ve ilişkilere geçişlere kişiler mekânsal bir dille hazırlanırlar.

 

ŞADIRVAN

"Su, varlık âlemini oluşturan toprak, hava ve ateşin tamamlayıcısı,dördüncüsü. Su şehirlerin, insanların,hayatın başlangıcı, var olmayı fısıldayan ses.



Su doğumu, hayatı, ölümü kuşatan bir iz.Su medeniyetin kapısı değil, medeniyetin ta kendisi. Medeniyet suyun açılımı.Ondandır ilk çağlardan beri bütün şehirlerin su kenarına kurulmaları. Şehre getirilen su sistemlerinin yapısı, o yerin uygarlık düzeyini işaretler. Susuzluk ıssızlıktır, güçsüzlüktür.

Bütün dini inançların anlamlı kutsallığı ve şükrüdür su. Kurân’da yaratılışın ana maddesi, yeniden dirilişin mecazi bir sembolüdür."(18)

Su, zıtların birliğinde hayat, zıtların birliğinde dengedir. Su en yanıcı elementle (hidrojen) en yakıcı elementin (oksijen) mucizevi bir dengeyle birleşmesidir. Su birliğin simgesi, su farklılıkların bütünleşmesi,su Yaratıcının rahmetinin ve şefkatinin işaretidir.

Osmanlı sanatında su; yaratılışın, hayatın, hareketin, tazeliğin, arınmanın sembolüdür. Bu nedenle "su gibi aziz ol" ifadesi yücelmenin ve arınmanın temennisidir.Osmanlı sanatı ve dehası İstanbul'u kemerlerle, şadırvanlarla, sebillerle, çeşmelerle, hamamlarla su gibi aziz kılmıştır. Su bir inançtır Osmanlı'da. Günde beş kez arınma ve duadır. İslam dininin temizliği inancın temeli olarak görmesi, temizliği sağlık ve ibadet için zorunlu tutması sebebiyle Osmanlı, şehri hamamlarla, camileri şadırvanlarla donatmıştır. Camilerin avlularına, evlerin bahçelerine, arınmanın, hareketin, rahmetin ve cennetteki Kevser Havuzu'nun sembolü olarak havuzlar inşa edilmiştir.

Mimar Sinan'ın bir müezzin mahfili(**) görünüşü ile cami avlusuna inşa ettiği beyaz mermer şadırvan, (***) benzeri olmayan bir mimari unsur olarak tasarlanmış, avluda bir serinlik ve ses kaynağı olarak yer almıştır. Süleymaniye vakfiyesinde, adı "Kevser havuzu" ile beraber anılmıştır.(19) Kabe'yi andıran şadırvan, 5x3-40 metre ebadında ve 2.80 metre yüksekliktedir.(20)

Şadırvanın, camiye gelen suyu havalandırmak ve dağılımını sağlamak üzere inşa edildiği anlaşılmaktadır.(21) Şadırvan, suyu, doğal kule prensibi ile hava akımı oluşturarak oksijenle arıtan, tarihin ilk içme suyu hazırlama istasyonudur.

Şadırvanın oluklu hava akımını sağlayan cepheleri ise hesap harikasıdır. Aynı zamanda şadırvanın tavanındaki fıskiyelerden akan su, bir su perdesi teşkil ederek havanın nemini düzenlemekte, havadaki parçacıktan alıp caminin içine geçen havayı temizlemektedir.(22)

 

Çalışma Ortamı Hijyeni

İşletmelerde çalışan sağlığını etkileyen hijyen faktörleri (ısı, ışık, nem, gürültü) iş tatminini de doğrudan etkilerler. Hijyen faktörlerinin istenilen nitelikte olmaması halinde çalışanın stres tepkisi yükselir.

Solunan havanın nemi ve temizliği de çalışan sağlığını, dolayısıyla iş verimini doğrudan etkilemektedir.

Nemin fazlalaşması aşın terleme ve strese sebebiyet verirken, nemin azalması baş ağrısı, dikkat kaybı ve çalışma veriminin düşmesine yol açmaktadır. Bu nedenle işletmeler çalışma ortamındaki nemin mevsimlere göre olması gereken nitelikte tutulmasına özen göstermelidirler.

 

SON CEMAAT YERİ

Son cemaat yeri pencereleri üzerinde yer alan ayet kitabeli çini alın­lıklar için İznik Çini Atölyelerine 548 çini levha ismarlanmıştır.(23) On pencere üzerinde mor çini üzerine beyaz yazılı panoların sağ dahilerin de Besmele ile Ayete'l-Kürsi soldakilerde ise Fetih Suresi'nin son ayetleri yazılıdır.

 

CÜMLE KAPISI

Caminin iç kısmına dış avlunun sağında ve solunda yer alan iki büyük kapıyla iç avluda yer alan Cümle Kapısı olmak üzere üç ayrı kapıdan girilir. Bu kapıların dışında, mihrabın sağında ve solunda birer kapı daha vardır. Evliya Çelebi, caminin bu yan kapılarından hünkâr mahfilinin altına açılan kapının "Vüzera (Vezirler) Kapısı", bu kapının karşısındaki kapının "İmam Kapısı" olarak anıldığını bildirir.

 



Evliya Çelebi'nin bir mutluluk kapısı olarak andığı ana giriş Cümle Kapısının mermer kısmı Sofi Salih'in, ahşap kapı kısmı ise baş marangoz Ahmed Usta'nın eseridir. Cümle Kapısı mimari özellikleri ve süslemelerinin yanı sıra, Haşan bin Ahmed el-Karahisari imzalı "inşa kitabesi" ile de önem kazanmaktadır.(24)

"Kitabe metni, Şeyhülislam Ebussuud Efendi tarafından hazırlanmış, yazısı ise ünlü hat üstatlarımızdan Ahmed Karahisari'nin talebesi Haşan Çelebi tarafından yazılmıştır.İslam mimarisinde, Kur'an'ın nazil olduğu dile uyularak kitabelerin Arapça yazılması bir gelenek olduğundan Süleymaniye Camii'nin kita­besi de Arapça olarak yazılmıştır.

 

Kitabe sağ-orta-sol olarak üç bölümdür. Birinci bölümde; camiyi inşa ettiren Sultan ve Halifenin vasıfları sayılmakta, ikinci bölümde Sultan Süleyman Han ve cedleri belirtilmekte, üçüncü bölümde saltanat sil­silesinin devamına ve seleflerinin ruhlarına duadan sonra caminin üstün nitelikleri ve ne niyetle ne zaman yapıldığı açıklanmaktadır:

1.Bölüm

Rabbani kudretle kudretli kulu, O'nun sübhani değeri ile değerli halifesi, "Mahfuz Kitap"ın emriyle ve bunun hükümlerini dünyanın her tarafında icra ile kaim / Aziz Allah'ın yardımı ve galib ordusu ile Maşrık ve Magrib ülkelerinin fatihi / Âlem ülkelerinin sahibi, bütün halklar üzerinde Allah'ın gölgesi, Arap ve Acemin Sultanı

2.Bölüm

Saltanat kanunlarının yayıcısı, Osmanlı Hakanlarının onuncu- su Sultanoğlu Sultan Süleyman Han / Bin es-Sultan Selim, Bin es-Sultan Bayazid, Bin es-Sultan Muhammed, Bin es-Sultan Murad, Bin es-Sultan Muhammed, Bin es-Sultan Bayazid, Bin es-Sultan Murad, Bin es-Sultan Orhan, Bin es-Sultan Osman.

3.Bölüm

Saltanat silsilesi devran silsilesinin sonuna kadar zincirleme gitsün ve seleflerinin ruhları cennetin bahçesinde daim mütenezzih bulunsun / Halkın kendini ibadete verenleri ile namaza duranları, rüku ve secde edenleri için, Allah'a ibadetlerinde, toplantı yeri olmak üzere / bu yüksek yapılı, eşsiz örnekli, olağan üstü nitelikli camii inşa ile Yücelik ve Kudret sahibine, mülk ve melekût âleminin yaratıcısına yaklaştı.

Binanın başlangıcı dokuz yüz elli yedi yılı Cümadelûlâsının sonlarında, tamamlanması ise dokuz yüz altmış dört yılı Zilhiccesinin sonla­rında idi. Bu yazıyı Haşan bin Ahmed el Karahisâri yazdı."(25)

 

Kurumun Varlık Amacı ve Tarihçesi

Kurumlar, çalışanların ve müşterilerin kurum bünyesine giriş yaptıkları alanlarda, kurumun varlık amacını, tarihçesini anlatan bölümler oluşturmalıdırlar. Kurumun gelişimine hizmet eden lider ve çalışanların hayatlarından önemli kesit ve hikâyelerin sunulduğu, kurumsal gelişim sürecini gösteren fotoğraflardan oluşan küçük bir tarihi seyir, kurumsal var oluşun anlaşılması ve kişilerin nereye ne için geldiklerini zihinlerinde canlı tutmaları açısından önemlidir.

Bu küçük fakat etkileyici mekân müşterilere kurumsal kültür ve güveni aktarırken, çalışanların sürekli varlık görevleriyle yüzleşerek bir içsel denetim sağlamalarına yardımcı olur.

 

Dipnotlar:

 

(1)-Kuban, Sinan'ın Sanatı ve Selimiye, s. 180.

 

(2)Erzen, a.g.e., s. 134.

 

(3)- Ahmet Hamdi Tanpınar, Beş Şehir, İstanbul: M.E.B. Yayınlan, 1992, s. 189,191.

 

(4)-Mollaibrahimoğlu, a.g.e., s. 39, 53.

 

(5)-Mülayim, Ters Lâle, s. 193.

 

(6)-A. R. Selim Suntur, İ. Birol Kılkış, Muhteşem Süleymaniye (Camii Şerifi ve Külliyesi), İstanbul: Boğaziçili Yöneticiler Vakfı, 2005, s. 20.

 

(*) önlerinde revakları, birbiri üstünde yükselen balkonlarıyla çok katlı sarayları; kubbeleri, minareleriyle kuşlar için yapılmış camileri andıran kuş yuvalarının en seçkin örnekleri Üsküdarda Yeni Valide, Ayazma ve Selimiye camilerindedir.

 

(7)-Kuban, İstanbul Bir Kent Tarihi, s. 246- 247.

 

(8)-Kuban, Sinan'ın Sanatı ve Selimiye, s. 88.

 

(9)-Prof. Dr. İbrahim Birol Kılkış ile bir Süleymaniye sohbeti', Boğaziçi Bülteni, s. 59.

 

(10)-Johs, Pedersen, 'Mescid' md, İslam Ansiklopedisi, İstanbul: M.E.B., 1972, 8. C, s. 25-27'den aktaran, Murat Sülün, Rüstempaşa Camii, İstanbul: İstanbul Büyükşehir Belediyesi Yay., 2007, s. 14.

 

(11)-Murat Belge, İstanbul Gezi Rehberi, İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yayınlan, 4. Baskı, 1995, s. 113.

 

(12)-Kuban, Sinan'ın Sanatı ve Selimiye, s. 88.

 

(13)-Barkan, a.g.e., C. 1, s.73'den aktaran, Mollaibrahimoğlu, a.g.e., s. 33.

 

(14)-Rıfkı Melul Meriç, Mimar Sinan: Hayatı, Eseri, Ankara, 1965, s. 51.

 

(15)-Celâlzade Mustafa Çelebi, Tabakatü'l- memalik ve derecatü'l-mesalik, Süleymaniye Kütüphanesi, y. 473b. Aktaran, Tanju Cantay, a.g.e., s. 29.

 

(16)-Ruhi Selçuk Tabak, Sağlık İletişimi, 3. Basım, İstanbul: Literatür Yayıncılık, 2006, S. 107-108.

 

(17)- Mollaibrahimoğlu, a.g.e., s. 34.

 

(18)-Süha Yıldız, İstanbul'da Suyun Serüveni, İstanbul: İSKİ Yay. No: 39, 2003, s. 17.

 

(**)Camilerde müezzinler için ayrılmış ve parmaklıkla çevrilmiş genellikle zeminden daha yüksekte olan bölümler.

 

(***)"Türk şehirciliğinin en önemli unsuru olan suyun, cami ve bağlı yapılara sağlanması, inşaatla birlikte yürütülen ayrı bir çalışma olmuş, Halkalı sulan yüksek bir debi ile yapılar topluluğuna ulaştırılmıştır. Cami, altı medrese, darülkurra, mektep, darüşşifa, imaret, hamam, çarşılar ve vakıf odalar, yaklaşık bin kişi olarak beliren çok sayıda insan bu suyu kullanmıştır." Tanju Cantay, Süleymaniye Camii, İstanbul: Eren Yayıncılık, 1989, s. 20.

 

(19)-Meriç, a.g.e., s. 51.

 

(20)-Mollaibrahimoğlu, a.g.e., s. 34.

 

(21)- Yılmaz Önge, "Mimar Koca Sinan'ın Türk Mimarisine Getirdiği Bazı Yenilikler", 8. Türk Tarih Kongresi,

3.cilt, Ankara, 1983, s. 1701-1703'den aktaran, Cantay, a.g.e., s. 28.

 

(22)- Prof. Dr. İbrahim Birol Kılkış ile bir Süleymaniye sohbeti", Boğaziçi Bülteni, s. 60.

 

(23)- Cantay, a.g.e., s. 30.

 

(24)-Cantay, a.g.e., s. 29.

 

(25)-Cevdet Çulpan, İstanbul Süleymaniye Camii Kitabesi, Ankara: Türk Tarih Kurumu Basımevi (Kanuni Armağanı 1970'denayn basım), 1970, s. 291-297.

 

 

İbrahim Zeyd Gerçik – Bir Yönetim Modeli Süleymaniye(Yönetim,Pskiloloji ve Kurum Kültürü),syf:70-87

 

 

 

 
Devamını Oku »

Sürekli Değerlendirme





İnsanlar çoğunlukla değerlendirişlerini ilk izle­nimlerine göre temellendirirler. İlk etkiye dayanır değer yargılan çoğu kez. Çok az insan kritik yetisine sahiptir. Ancak, bu azın azı kişiler, değer yargılarını kritik ede ede düzeltirler. Hatta kimi zaman bu dü­zeltmeyi temelden değiştirme biçiminde gerçekleş­tirmesini bilirler bu farklı yetenekler. Ama, çoğun­luk, kitle, ilk gördüğüyle kalır.

İlk izlenim ise, "izafet çerçevesi"yle oluşur. Baş­kasına göre değerlendirilir çoğu kez bir insan, bir eser, bir eylem. Orijinalliği görülmez, ya da nice za­man sonra, o azın azı kişilerin değerlendirişleri hâ­kim olmaya başladıktan sonra asıl özellik ortaya çı­kar. İnsanlar da o güne kadar bunu nasıl olup da gö­remediklerine şaşar kalırlar.

Konunun nabzını yoklamaksızın, onu şahdamarından yakalamadan, "başka" konulara göre, benze­tişler veya ayrılıklara dayanarak değerlendiriş hâkimdir ne yazık ki çağımızda. Bu değerlendirirce bir objektivite şansına sahiptir ama, eninde sonunda "dış" değerlendiriş, dıştan değerlendirmedir. Öz* bakışın, içten değerlendirişin ihmal edildiği bir bakış ve değerlendiriş türüdür bu. Bu sebeple de yüzeysel ve sınırlı olmaya mahkûmdur.

Peşin yargılardan arınmış olarak bakma gelene­ği, kaybolmuş gibi. Doküman enflâsyonu içinde in­san, hemeninden, ilk karşılaştığı olay veya olguyu, bir şeye irca ediveriyor. Oysa, yeni diye bir şey var­dır. Bu değerlendiriş ve şuna buna indirgemede kay­bolan en değerli şey veya yan.

Acele indirgemeler çağının sıkıntılarıyla boğulu­yor insan. Bu yüzden, neşesini yitiriyor, umutsuzla- şıyor, mutsuzlaşıyor. Giderek, yeniyi arama ateşi içinde kavrulurken hep "eski!" diye bağırdığı çerçe­velere sıkışıp kalıyor. Ondan kurtulmak için can atı­yor her seferinde, kurtulur kurtulmaz da aynı arayı­şın kısır döngüsüne yeniden düşmekten alıkoyamı­yor kendini.

Oysa, "yeni'' her zaman vardır, gözler önünde­dir. Ama onu görecek göz, ilk izlenim ve etkilerinin çerçevesinden, izafet çerçevesi yanılgılarından sıyrıl­mayı bilen insanın gözüdür. Yeni yorumlama ve an­lamlandırmalarla dünyayı tazeleyen gözlerin işi. Bu ise, sistem ve ideoloji tutsağı olmayla bağdaştırılamaz bir psikoloji istiyor. Elbet, düşüncelere ve sanat ibdalarına lâkayt kalmamayı da.

Dış görünüşleri aşma çabası içinde olanlar, gele­cek zamanı gerçekleştirecek asıl bunlardır. Ondan ötesi, günün adamları.

İnsanlığı yenileyecek erler, sürekli olarak yanılgı hafakanını yaşarlar. Değerlendirmelerini gözden ge­çirirler. Bu yönde en ileri ve en derine ulaşmaya ça­lışırlar. Her kanıtı tartarlar, ölçüp biçerler. Her tanı­ğı sükûnetle dinlerler. Çelişkiler, onlara ışık tutar, olayın öbür yüzünü görmek için. Böyle böyle sağlam görüşe ererler.

"Sağlam görüş", evet, insanın en muhtaç olduğu nîmet, ilâhı nîmet. Kimi insanlar bir seziyle kazanır­lar onu. Ama, öyle de olsa, sonradan o "sezilen"i her cepheden yoklamak gerektir. Sağlam bir temele oturtmak borcunu beraberinde getirmeyen sezgiler, yeni sezilerle çarçabuk silinirler.

Peygamberleri, düşünce ve sanat öncülerini de­ğerlendirememişlerdir çok defa çağdaşları. Onları hep eskiye irca ederek asıl yeni taraflarını göreme­mişlerdir. Ancak, sağduyu ve gerçek sezgi sahipleri ve uzun uzun araştırarak onların hakikatine varan­lar, önlerindeki peşin veya acele yargı ve değerlendi­riş engel ve uçurumlarını atlayabilmişler, arkaların­da bırakabilmişlerdir.

Günümüzde ise durum daha trajiktir. Peşin hü­küm ve değerlendirişler standart hale getirilmekte ve teknik imkânla âdeta salgın halinde insanlığa sü­rekli olarak enjekte edilmekte. Bulaşıcı hastalık gibi; ya da veba gibi. Bundan kendini kurtaran insan öy­lesine az ki.
Yeni bir kuşak beklese, yerden göğe kadar haklı olur insanlık. Bir kuşak ki, bir el itişiyle, peşin yargılar er ramını karton kutular gibi devirip, altından, sağ salim, gün ışığına çıksın. Geçmişi, aktüeli ve ge­lecek zamanı yeni bir perspektife çeksin. İncelenecek olanı yeniden incelesin, inşa edilecek olanı yeniden inşa etsin.

"Diriliş Kuşağı" diye adlandıralım gelin bu ku­şağı. İnsanlığın Dirilişi Kuşağı. İlk izlenim ve etkile­ri hesaba çeken kuşak. İzafet çerçevelerinin muhase­besini nefsiyle birlikte kritik etmesini bilen nesil. Sü­rekli değerlendirme,melekesini, omuzundaki melek­lerle aşina kılmış bir nesil.

Sezai Karakoç-Gündönümü,syf:99-102

 
Devamını Oku »

Tablodaki Bardak



Yalancı taşmalar, köpürmeler beklemeyin bizden. Çünkü bardağımız ağzına kadar dolu. Ne taşmaya ne köpürmeye ihtiyacı var bardağımızın! Ne de “bir bardak suda fırtına” cinsinden yapma dalgalanışlara. Dolu, dopdolu olmanın sessizliği, şamatasızlığı, derin barışı içinde olmak: amaç budur.

Kavgacı değil, savaşçı olmak, savaş için savaşçı olmak değil, barış için savaşçı olmak; bardağın doluluğu bu anlama gelir. Toprağa basmak; toprağa gömülmek değil: dirilişçiliğin yolu yordamı bu nüansta saklı. Çağın “sarhoş gemi”sine, çizilecek rota, dirilişçiliktir. İnsanın kendi arayışından, ansızın görünecek bir fecir.

Dirilişçilik, kağıt yapraklarında değil, insan ruhunda ciltlenecek ve insan ruhunu ciltleyecek bir espri araştırıcılığıdır, bir esprinin araştırıcısıdır, araştıran bir espridir.

Kolayı ister, ama kolaya kaçmaz. Kolaya kaçmayı hep reddeder o. Güçlüğün aşığı değildir, ama güçlükten de kaçmaz. Güçlüğü kolaylığa çevirme sanatıdır o bir bakıma.

Bardak, öylesine hızla dolup boşalmakta ve hemen yine dolmakta ki, o sanki hiç dolmuyor, boşalmıyor, hep aynı dolu bardak olarak kalıyor. Kan dolaşımı ve değişiminin olağanüstü hızı: dirilişçiliğin yeniliğinin sırrı. Son bardak değil bu, belki ilk bardak. Daha doğrusu, bardak zinciri içinde bir halka. İlk ve son bardakları da içinde bulunduran bir gelişim bardağı.

İçtiği suyu ab-ı hayata, zemzeme veya kevsere çevirirken insanoğlu, bir maya gibi kullansın diye sunulan çağın samimilik bardağı; ya da bu niyeti taşıyan hiç olmazsa.

Kurtarma iddiasının değil, birlikte kurtulmaya çalışma çabasının bardağı. Ve bu çabayla o ağzına kadar doludur Allah’ın izniyle. Kimsenin su hazinelerinde gözü olmayan bir bardaktır bu. Ve kimselerin su hazinelerini hatta ırmaklarını, nehirlerini ve denizlerini yadsımayan ve yadsımaya hiç de yanaşmayacak olan.

Öyleyse, o, “saf bir onama” dan mı ibarettir? Hayır. O, bir vaftiz bardağı değildir. O, bir statükoculuk bardağı değil, bir özdeğişim bardağıdır.

Yitik Cennet’ten uzanan bir bardak, dolu bir bardak olmak: onun mutluluğu bu hedefe nişan almakta. “Temiz şarab” ın bardağı: aranan bardak, ayıklık bardağı.

Yoksa o, sarhoşluk gemisinin mahzen katını dolduran fıçılardan gelme bir bardak olma hevesinin meyvesi değil. Böyle bir meyve olmaktansa, çağın trajedisinde cayır cayır yanan kupkuru bir odun parçası olmayı yeğler o.

Olmak istediğini ne kadar olmuş ve oldurmuştur acaba? Bu ayrı konu. İlerde, başkalarınca tespit edilecek bir şey bu. Oluşumu bırakıp ta olanı değerlendirmeye vakti yoktur. Belki ancak, oluşum için gerekli, oluş içindeki, oluşumu kesmeyen, şimşeksi bir hız değerlendirmesiyle yetinmektedir ve yetinmek zorundadır, kendi kendine bakışta. Yani kepenklerini indirip envanterini yapmak yerine, envanterini, akışı, dolup boşalışı içinde doğal bir otokritik, sürekli bir otokritik biçiminde yürütür.

Bizden, hıçkırıklar, feryatlar, figanlar istemeyiniz. Çünkü: bardağımız ağzına kadar dopdolu. Fazladan bir hıçkırık ek bir “ah”, onun kırılıp parçalanmasına sebep olsun ister misiniz? Kötü niyetliler hariç, kim arzular bunu?

Onu kırıp un ufak etmeyi düşlemesin kara yürekliler. Sonra, onun tozlarından, bin yeni bardak fışkırıverir. Bırakınız, çağdaş sofrada, bu bardak ta, sizin süslü püslü kokulu ve renkli bardaklarınız arasında, sade ve sessiz, ait olduğu eli beklesin, o eli uzatacak konuğun çıkagelmesini beklesin. O çağrısız konuğun.

Evet, bütün çağrılılar masada yerini almış durumda. Ve eller uzanmış, bütün bardaklara. Yalnız, tablonun içindeyken dışında kalan, dopdolu sessiz bardak ve çağrılmadan gelmesine engel olunamayacak beklenen “konuk”…

Gündönümü,s.95-98/Sezai Karakoç
Devamını Oku »

Miraç Yakıtı



Miracın sahibi Peygamber’in izleyicileri de bu miraçtan sürekli olarak pay sahibi olmak hak ve vazifesi doğrultusunu hiç yitirmemek borcundadırlar.

Miraç mucizesi onlara bu bilinci vermek ve bu sorumluluğu aşılamak için bağışlanmıştır. “Miraç ruhu”nu taşımak: Müslüman, bu psikolojiyle ayrılır öbür inanç ve inançsızlık adamlarından.

“Bir günü öbür gününe eş geçen kişi ziyandadır” kutlu sözü miraç mucizesinin ruh içi gerçeğine, özbenliğine yapışık hakikatine dokunmaktadır.

Allah’a tapınmada, insanlarla ilişkide, düşüncede ve estetikte, sürekli “mirac”ı yaşamak, ilerleme güven ve niyetini yitirmemek kıvamında olmalıdır mü’min ruhu.

Miracın hışırtısı, ruhumuzun kulaklarında olmalıdır daima. Ve iç gözümüz, Burak’ın izinde…

Alev alev yanan ruh, Refref’in kanatlarıyla aşmalıdır kanatsızlık bölgelerini.

Aşksız, kupkuru, donmuş akıl kişisi, müslümanlığın en alt derecesinden ileri gidemez.

Aşk uçuşu… Miraç budur.

Yılda bir kere kandiller bu aşkı somutlandırır; ama içimizin kandilleri günde bin kere miracın yakıtıyla yanmak ödevindedir.

Miraç, Mutlak’ın aşk yüzünü görme yolculuğudur. İç hacdır her mü’minde. Hacda da her Müslüman, miracı, gönlünün öncüsü ve gözcüsü yapabildiği ölçüde manevi hedefe ulaşacaktır.

Namaz, günün dönüm noktalarında miracın bize konuk oluşudur. Vaktin yakasını bırakmamasıdır namaz miracın. Vaktin hamuruna ilahi aşk mayasını ve boyasını durmamacasına katan Peygamber armağanıdır o.

Miraçtır açıp kapayan Cennet ve Cehennem’in pencerelerini; onlarla eğiten ruhumuzu.

Kadir gecesinin tohumudur o. Kur’ân, bu Tûba’nın dallarına asılıdır, gören gözler için.

Alın yazımızın hiyeroglifidir miraç. Mucizeyi kanımıza işleyen Peygamber iğnesi ve kalemidir. Ruh susayışını gideren kevser, onun bardağıyla sunulur inanmış gönüllere.

Zamanı, metafiziğin sınırlarına götürüp orada ruhun solmayan çiçeği yapan odur.

Sonsuzluğun, ebediliğin pınarında onu yıkayıp kirlerinden arındıran âb-ı hayat zemzemidir miraç.

Ruh, nerede katranlaşmışsa, ondan miraç çekilmiştir. Nerede elmaslaşmışsa ona miracın ışıkları düşer ve bin yöne yansır.

Dünyayı küçülten büyüten gök aynasıdır o. Bir hardal tanesine çevirir onu, ama bu tanede bütün dünyalar ve kâinatlar gizlidir.

Miraç mucizesi, paslanmış ruhun diriliş kalayı, delinmiş, özbenliğin lehim madenidir. Kopan ruhu, Mutlak’a kaynak yapar durur yeniden boyuna.

“Gözlerin kaymaması”nın güvencesidir.

“İki yay aralığı kadar yaklaşma”nın metodu.

Ruhtaki zehri, biriken zehri alan panzehirdir Miraç ruhu. Bir mucize med ve ceziriyle çekip alır içimizdeki kuşkuları, red ve inkâr taslaklarını. Onları eritir ve ummanında boğar. Kadavralar gibi yüzerler bu mucize denizinde; bilinmezliğin bağrına gömülmek üzere alınıp götürülürler.

Bir tanık gibi durur hep yanı başımızda, bir tanıklık meleği gibi durur miraç; inanç gücümüzün , sağlamlığımızın ve dayanıklılığımızın tanığı olarak.

Ruhun diriliş özlerindendir miraç. Namazla, oruçla, hacla, zekâtla bağıntı iplikçiklerini korumasını bile özlerden. Ruhun bayatlamaması, taptaze kalması onun görevidir. Enerjisi tükenen ruha, diriliş yakıtıdır o. Sönen ruh ışığına yalım vermesini bilmenin ustasıdır.

Bir Mekke gününü içimizde ışıldatıp duran avizedir, asılı ruhumuza.

İmanın küfre zaferinin dönüm noktasıdır. Gün dönümü noktası. Ama bu gün dönümü günün batıya doğru değil, ruhun doğusuna ve doğuşuna doğru döndüğünün işareti olan bir gün dönümüdür.

“Sıdk”ın gün dönümü.

“Aşk”ın gün dönümü.

Ter ve zaferin gün dönümü.

Başlarında yeniden Kutsal Kitaba, Kur’ân’a döndüğü bir olağanüstülük gün dönümünden bir an.

Yücelişin anlamından bir yaprak.

Mutlak’tan açılan bir sayfa.

Şeytanı zincirleme yolculuğu, Rahman nefesine doğru uzamış yolculuğundan bir kitap.

Evet! Başlı başına bir diriliş kitabıdır Miraç.

Baştan başa mucize olan diriliş kitabı.

Demiri yumuşatan Davut eli gibi.

Ölüyü dirilten İsa parmağı gibi.

Zaman ve mekânı aşan bir inanç meşalesidir o.

Sezai Karakoç, Gündönümü, s.91-94
Devamını Oku »