Fiillerin Asl-i Maksadlar Üzerine Bina Edilmesi Hakkında

Fiillerin Asl-i Maksadlar Üzerine Bina Edilmesi

Kısaca diyebiliriz ki, amellerde ihlas, ancak nefsânî nazların atıl­ması ve onlardan tamamen arınılması ile mümkündür; ancak o ame­lin dinde sahih, sağlam ve Allah katında makbul ve kurtarıcı bir temel üzerine oturtulmuş olması şarttır. Fasit bir temel üzerine kurulmuş ise, tabiî ki bunun aksi olacaktır. Bu fasit temel üzerine kurulu hazlar-dan feragat edilmiş fiiller, çoğu kez âşıklarda bulunur. Âşıkların hal­lerini inceleyen kimse, sevgililer uğruna ne hazlardan vazgeçildiğini ve onlara karşı insanın gösterebileceği en mütekâmil anlamda ihlâs. örnekleri verildiğim görecektir.

Şu halde sonuç olarak diyebiliriz ki, fiillerin aslî maksatlar üzeri­ne bina edilmesi durumunda, bu ihiasa daha yakın olacaktır; tâbi maksatlar üzerine kurulması durumunda ise İhlasın yokluğuna daha yakın olunacaktır.



Fasıl:

Bu esastan çıkan kaidelerden biri de şudur:

Amellerin aslı maksatlar üzerine bina edilmesi, mükellefin bütün davranış­larını ibadet haline dönüştürür; bu davranışları ister ibadetler tü­ründen olsun ister âdetlerden bulunsun fark etmez. Günkü mükellef, Şâri'in dünya hayatının düzen ve bekâsındaki muradını anlayınca ve bu anlayışı doğrultusunda amellere girişince, o sadece kendisine yö­neltilen talep doğrultusunda amel edecek, terki istenilen şeyi de terk edecektir. Bu haliyle o, üzerinde bulundukları maslahatların gerçek­leşmesi konusunda eliyle, diliyle ve kalbiyle devamlı halkın yardımın­da olmaktadır.El ile yardım halinde olması, açıktır.

Dil ile yardım ise, Öğüt vermek, Allah'ı hatırlatmak, bulundukları hallerde itaat içerisinde bulunup, isyan üzere bulunmamalarını ten-bih etmek, niyetlerin ve amellerin ıslâhı gibi ihtiyaç duydukları konu­larda onları aydınlatmak, iyiliği emretmek ve kötülüğü yasaklamak, iyilerine iyilikte bulunulması, kötülerinin ise affedilmesi için duada bulunmak,,.gibi yollarla olur.

Kalp ile ise, onlar için kalbinde bir kötülük saklamaz; aksine on­lar için iyi niyet besler, İslâmlıklarından başka hiçbir meziyetleri ol­masa bile, onları en güzel nitelikleri ile bilir, onlara değer verir ve on­lar yanında kendi nefsini küçümser ve benzeri kalble yapılan davra­nışlarda bulunur.

Hatta bu konuda, sadece insan cinsine yönelik kalmaz; bütün canlılara karşı da şefkat duyar ve onlara karşı son derece yumuşak ve güzel davranır. Nitekim hadis-i şeriflerde: "Her canlıdan dolayı ecir vardır’’(1)buyrulmuş; hapsettiği bir kedinin ölümüne sebep olduğu için azap gören bir kadından bahsedilmiş’’(2)başka bir hadiste de: ''Al­lak, her müslüman üzerine iyi davranmayı yazmıştır. Dolayısıyla eğer öldürürseniz, güzel öldürünüz (işkence vb. çektirmeyiniz)" (3)buyrulmuştur. Benzeri daha pek çok nass vardır.

Aslî maksatlar doğrultusunda hareket eden bir kimse, kendi nef­si hakkında olan bu işlerde Rabbinin emrine uymak ve peygamberine tâbi olmak için amel etmektedir. Bütün davranışlarında böyle hareket eden bir kimsenin amelleri nasıl ibadet haline dönüş­mez? Hazları peşinde koşturan kimsenin amelleri ise böyle değildir. Çünkü o, bütün davranışlarında kendi nazlarına ya da kendi hazlarına ulaştıracak yollara bakmaktadır. Böyle bir insanın davranışları mutlak surette ibadet olamaz. Olsa olsa bunun davranışları, eğer Al­lah'a ya da başka bir kula ait hakkı ihlâl etmiyorsa mubah çerçevesin­de kalır. Mübâh birşeyle ise Allah'a kulluk gösterilip yaklaşılamaz. Hazzını, Sâri'in emri açısından gerçekleştirmiş olduğunu farzettiğmiz zaman ise, o amel sadece kendisine nisbetle ibadet şeklini alır. Böyle bir takdir durumunda, sözkonusu nisbete göre, hazîarın peşine düşmüş olma durumundan çıkmış olur.

Fasıl:

Fiillerin, aslî maksatlar doğrultusunda işlenmiş olması, genelde o amelleri vaciplik hükmüne doğru nakleder. Zira aslî maksatlar vaciplik hükmü etrafında dolaşmaktadır. Çünkü bun­lar dinde zaruri bulunan ve ittifakla dikkate alınması gereken esasla­rın korunmasına yönelik şeylerdir. Durum böyle olunca da, hazlardan arındırılmış ameller, genel vasıflı şeyler etrafında döneceklerdir. Da­ha önce de geçtiği gibi, cüzi olarak ele alındığında vacip olmayan bir şey, küllî olarak ele alındığında vacip olmaktadır. Burada kişi, cüzî açıdan mendup ya da mubah olan bir hususta, küllî bir yaklaşım­la amelde bulunmaktadır ve o şeyin ihlâli durumunda düzen de bozul­maktadır. Böyle bir durumda olan kişi, vacibi işliyor sayılır.

Tâbi maksatlar üzerine kurulması halinde ise amel, cüzî bir mas­lahat üzerine kurulmuş olmaktadır. Cüzî bir maslahat vâciplik hük­mü gerektirmez. Dolayısıyla tâbi maksatlar üzerine kurulu ameller, vaciplik hükmünü gerektirmezler. Bazen amel ya cüzî açıdan, ya da aynı anda hem külli hem de cüzî açıdan mubah olabilir; bazen de cüzî açıdan mubah, küiîî açıdan ise mekruh ya da haram olabilir. Bu konu­nun izahı "Hükümler bahsi"nde geçmişti.



Fasıl:

Aslî kasıt, mükellef tarafından gözönünde bulundurulması du­rumunda, Şâri'in amelde gözetmiş olduğu maslahatın celbi ya da mefsedetin defi gibi her türlü maksatları içerir. Çünkü aslî kasıt üzere amelde bulunan kimse, sadece Şâri'in emrine uymuş olmaktadır. Bu­nu da ya O'nun kasdinı anlaması sonucunda ya da sırf emre uymuş olmak için yapmaktadır. Her iki duruma göre de, Şâri'in kastetmiş olduğu şeyi gözetmektedir. Şâri'in kasdının; en kapsamlı, en öncelikli ve en uygun maksat olduğu; safî nur olup. ona herhangi bir garaz ya da haz karışmadığı sabit olduğuna göre, amellerini bu doğrultuda işleyen kimse, o ameli tam. eksiksiz, saf ve en uygun biçimde işlemiş olmakta; içerisine başka herhangi birşey karışmamakta ve Şâri'in muradından noksan da kalmamaktadır. Bu haliyle o, yaptığı bu amel karşılığında sevap almayı hak etmiştir

Tâbi kasıt üzerine işlenen amellerde ise, bu saydıklarımızdan hiçbiri yoktur. Çünkü emir ya da nehyin ya da amellerin şahsî hazlar güdüsüyle işlenmesi, onun niyetini mutlaklıktan ve bütün insanlığı kapsayacak genellikten çıkarmıştır; dolayısıyla birinci türden amel­ler gibi değerlendirilmesi mümkün değildir.

Bunun dayanağı ''Ameller ancak niyetlere göredir"(4)kaidesi ile Hz. Peygamber'in şu buyruğu olmaktadır: "Atlar üç kısım­dır; bir kısmı sahibi için yük; bir kısmı sahibi için örtü; bir kısmı da sa­hibi için ecirdir. Sahibine ecir olan ata gelince: Bir kimsenin Allah yo­lunda müslümanlar için çayır ve bahçede bağlayıp beslediği attır. At hu çayırdan veya bahçeden ne yerse, yediği şeyler adedince sahibine hasenat yazılır. Ona atın pislikleri ile bevileri sayısınca dahi hasenat (sevap) yazılır. At ipini koparır da bir veya iki tur atarsa, sahibine onun izleri ve pislikleri miktarınca hasenat yazılır. Yahut sahibi onu bir nehir kenarından geçirirken, sulamaya niyeti olmadığı halde, o ne­hirden- su içerse, Allah sahibine onun içtiği su yudumları miktarınca hasenat yazar."

Hadiste böyle bir atın, aslî kasıt sahibi için ecir olduğu belirtilmektedir. Çünkü o, atı beslemekle Allah'ın rızasını kastetmiş­tir. Bu kasıt ise genel olup özellik arzetmez. Dolayısıyla onun bu tasar­rufuyla ilgili olmak üzere ecri (sevabı) de genel olmuş; ecir, sadece atın belli bir şeyine hasredilmemiştir. Sonra Hz. Peygamber devamla şöyle buyurmuştur: "Sahibine örtü olan ata gelince: Bu., bir kimsenin baş­kalarına muhtaç olmamak ve ondan faydalanmak için bağlayıp besle­diği; sonra onun sırtında ve boynunda Allah'ın hakkı olduğunu unut­madığı attır. Bu at onun için bir örtüdür," Hadisin bu kısmı da, övgü­ye değer bulunan şahsî hazlar hakkındadır. Bu kişi. niyetini genel tut­mayıp   özelleştirince  ki  kendi meşru hazlarına  ulaşmak olu­yor hükmü de, sadece kastetmiş olduğu şeye yönelik olarak daraltıl­dı ki, o da örtü olması oluyor. Bu, tâbi kasıt sahibi kişinin durumunu temsil ediyor. Hz. Peygamber daha sonra da: '''Gelelim atı kendisine yük olan adama: Bir kimsenin öğünmek, gösteriş yapmak ve müslü-manlara düşmanlık için bağlayıp beslediği attır. Bu at ona bir yük­tür."(5) ise, heva ve hevese tâbi olmadan kaynaklanan yerilmiş haz­lar peşinde olan kimseyi temsil etmektedir. Burada, böyle biri hakkın­da söz edecek değiliz.

Hz. Peygamber'in fiillerine, ya da sahabenin veya tabiî­nin yaşantısına uymak ve onların izinden gitmek de aslî kasıt üzere amelde bulunma yerine geçer. Çünkü, bu durumda onun kasdı, uyma  konusunda onların kasdinı de kapsamış olacaktır. Bunun tanığı da. uyan kimsenin niyetini, kendisine uyulan kimsenin niyetine» havale etmesinin şahinliğidir. Nitekim sahabeden bazıları, hac için ihrama girme sırasında "Rasûlullah'ın ihrama girdiği hacca niyet ediyorum" diye kendi niyetini Rasûlullah'ın niyetine bağlamışlardır. Bu, diğer amellerde de hükmün aynı olduğu konusunda bir delil olur.



Fasıl:

Bir diğer husus da şudur: Amellerin aslî maksatlar doğrultu­sunda işlenmiş olması, tâati daha da yüceltir; muhalefet edil-mesi durumunda da, işlenen masiyet daha da büyük hal alır.

Birinci hükmün doğruluğunu şu şekilde ortaya koyabiliriz: Aslî maksatlar doğrultusunda amel eden kimse, bütün insanların ıslâhı ve onlara ulaşacak zararların uzaklaştırılması için çalışmış olmaktadır. Çünkü fullerinde, ya bunları bilfiil kastetmiş olmaktadır ya da nefsini sadece emre uyma altına sokmakla yetinmektedir. Emre uyma duru­munda da, kasdı altına Şâri'in o emirden kastettiği herşey girmiş ol­maktadır.Fiili bu durumda işlemesi halinde; ihya ettiği her nefis, kas­tettiği her kamu yararı karşılığında mükâfatlandırılmış olacaktır. Böyle bir amelin büyüklüğünde ise asla şüphe yoktur. Bu yüzdendir ki, bir insanın hayatını kurtaran, sanki bütün insanlığı hayata dön­dürmüş gibi kabul edilmiştir.(6)Âlim için herşeyin, hatta denizdeki ba­lıkların bile istiğfar ettikleri belirtilmiştir. Aslî maksatlar doğrultu­sunda amel etmemesi halinde ise durum böyle değildir. Çünkü o za­man bunların sevabı ancakkasdı ölçüsünde olacaktır. Zira ameller ni­yetlere göredir. Dolayısıyla himmeti ne kadar yüce, kasdı ne kadar ge­niş olursa, sevabı da o ölçüde büyük olacaktır. Kasdı genel olmadıkça da; alacağı sevap ancakkasdı Ölçüsünde bulunacaktır. Bu durum açıktır.

İkincisinin izahına gelince, amellerin genel maksatlara muhale­fetle işlenmesi durumunda fail, genel bir bozgunculuk doğrultusunda hareket ediyor demektir. Bu haliyle o, genel olarak halkın ıslahı için çalışan kimseye ters bir durum sergilemektedir. Genel ıslâh doğrultu­sunda gözetilen kasıt neticesinde sevabın büyüdüğü belirtilmişti. O zaman onun zıddı istikâmette faaliyet gösteren birinin de günahı bü­yüyecektir. Bu noktadan hareketledir ki, Âdem'in ilk kan döken oğlu­na, daha sonra meydana gelecek her haksız katil olaylarından bir pay (günah) ayrılacak ve üzerine yüklenecektir. Haksız yere bir insanı öl­dürmek bütün insanlığı öldürmekle eşit tutulmuştur. Kötü bir çığır açan kimsenin üzerine, o kötülüğün günahı yanında, o çığırdan yürü­yenlerin günahı da (onların günahları eksiltilmeksizin) yüklenecektir.



Fasıl:

Bu noktadan bir kaide daha ortaya çıkıyor: Tâat olarak ortaya ko­nulan ve onları bünyelerinde toplayan esasları araştırdığımız zaman, onların aslî maksatlara yönelik olduğunu göreceğiz. Büyük günahlar üzerinde düşündüğümüzde de, onların aslî maksatlara muhalefet içe­risinde oluştuklarını bulacağız. Bu sonuç, bizzat nasslarla belirtilmiş olan büyük günahlar ile kıyas yoluyla onlara katılan günahlar üzerin­de düşünüldüğünde —Allah'ın izniyle gayet açık ve bidüziyelik ar-zedecek şekilde görülecektir. (7)



------------------

(1)Hadisin lâfzı tercümesi: "Heryaş ciğer sahibi için ecir vardır" şeklindedir, (bkz. Buharı, Müsâkat, 9, Mezâlim, 23: Müslim, Selam, 153.

[2] bkz. Buhârî, Bud'u'1-haik, 16; Müslim, Tevbe, 25.

[3] Ebu Davud, Edâhî, 12; Tirmizî, Diyât, 14; Ahmed, 4/123.

[4] Buhârî, Bedu'1-vahy, 1; İman, 41; Müslim, İmâre, 155.

[5] Hadis için bkz. Buhârî, Cihad, 48; Müslim, Ze.kâl, 24.

[6] bkz. Mâide 5/32.

[7] Şatıbi el-Muvafakat İslami ilimler metodolojisi İz Yayıncılık 2/196-207

Devamını Oku »

Serdengeçti Osman Yüksel Neden Atatürkçü Değildi ?

Serdengeçti Osman Yüksel Neden Atatürkçü Değildi ?

Osman Yüksel'i, 1950 yılında, Serdengeçti dergisindeki "Yıkıl­dılar" başlıklı yazısıyla tanıdım. 27 yıllık CHP iktidarının devrilme­sini, yıkılıp gitmesini müthiş bir sevinçle, aynı zamanda anlatılmaz bir öfkeyle açıklıyordu. "Yıkıldılar" yazısını okuya okuya ezberle­dim. Sonra onun yazılarının tiryakisi oldum.

1950-1956 yılları arasında Serdengeçti dergisi 11 sayı çıkabil­di. O dergileri de su içer gibi gözden geçirdim.

Yüksek tahsil için Ankara'ya yol hazırlığı yaparken babam beni karşısına oturttu:

Fakülteye kaydını yaptırdıktan sonra gidip Serdengeçti'yi gö­receksin. Selâmlarımı söyleyeceksin. Seni, Türk Ocağına götürme­sini isteyeceksin. Yeni arkadaşlarını, oradaki yaşıtların arasından seçmeni, Osman Yüksel'in çevresinden ayrılmamanı istiyorum. An­ladın mı beni, dedi.

Babam çok otoriter bir adamdı. Emirlerinden kıl kadar ayrıl­mamı istemezdi. Söylediklerini yerine getirdim.

Üniversite öğrencisiydim ama yeteri kadar okumamıştım. Anka­ra'da dinlediklerim, okuduklarım, zaman zaman beni çok şaşırtıyor­du. Meselâ Osman Yüksel, coşkun duygularla bir Türk milliyetçisi idi. Vatansever adamdı. Tarihimize ve bütün mukaddesatımıza çok bağlı  kalemdi. Ama Atatürkçü değildi. Serdengeçti'de zaman zaman

Atatürk'ü ve Atatürkçüleri iğneleyen, onları hafife alan yazıları çıkı yordu. Bunu anlayamıyordum. Çünkü bana göre onun da Atatürkçü olması gerekiyordu. Bir gün merakımı gidermek için sordum:

-Osman Ağabey, neden Atatürkçü değilsiniz?

-Değilim!

-Ama niçin? Bunu sizden öğrenmek istiyorum!

-Öğrenemezsin! Çünkü ilkokulda, ortaokulda, lisede sana ve arkadaşlarına hep iki kere ikinin 22 ettiğini öğrettiler. Şimdi ben sana "İki kere iki 4 eder.” deyince öğrendiklerin üzerine yıkılacak. Belki de bana inanmayacaksın. O bakımdan konuyu karıştırma. Sen Atatürkçü müsün?

-Elbette!

-Peki, sen Atatürk'ün Nutuk isimli eserini okudun mu? Kâzım Karabekir Paşa’yı, Rauf Orbay'ı, Fahrettin Altay Paşa'yı, Hüsrev Ge­rede'yi, Falih Rıfkı Atay'ı okudun mu?

-Okumadım.

-Oldu mu şimdi? Okumadan Atatürkçülük olur mu Bülent? Senin Atatürkçülüğün fasa fiso Atatürkçülüğüdür, önce, bu kişile­ri okumadan, araştırmadan Atatürk'ü anlaman, Atatürkçü olman mümkün değildir. Sonra sen, bir zamanlar okullarımızda okutulan Vatandaş İçin Medenî Bilgiler kitabını gördün mü? 1931 tarihli Ta­rih Kitabı'mızın ikinci cildini inceledin mi?

-Görmedim, incelemedim Osman Ağabey! Bunları ilk defa siz­den duyuyorum. Ama size söz veriyorum. Bu kitapları ilk imkânda bulup okuyacağım.

-Bu kitaplar okunmadan, görülmeden senin soruna cevap ve­rilemez. Önce git, bul bu kitapları. Al, getir bana. Sonra oturup ko­nuşalım seninle!

-Bu kitapları nereden bulabilirim?

-Sahaflara bakacaksın. 25 yıl önce basılan kitapları başka yer­de bulamazsın.

-O gün Serdengeçti bürosundan ayrılır ayrılmaz istediği iki ki­tabı bulabilmek için Adliye binası karşısındaki sahafa gittim. Ara­dığım kitapları bulamadım. Tam üç ay gidip geldim. Sonra ilk defa Medenî Bilgiler kitabını, arkasından 1931 baskılı Tarih Kitabı'nın ikinci cildini bulabildim. 0 iki kitabı Serdengeçti'nin küçücük masa­sı üzerine koyduktan sonra dedim ki:

-İstediğiniz kitapları bulup getirdim Osman Ağabey! Konuyu artık konuşabiliriz. Kendisi de raflardan birkaç başka kitap çıkar­dı. Aradan 60 yıl geçmesine rağmen söylediklerini hiç unutma­dım-

-Önce söz ver bana. Burada benden dinlediklerini şurada bu­rada katiyen söylemeyeceksin. En az 50 yıl ağzına kilit vuracaksın. Çünkü Atatürk, Türkiye'de 20.000 wolt gücünde bir cereyandır. Türkiye'de kimse Atatürk'ü yeteri kadar okumuş değil. Ama herkes Atatürkçü. Herkes ağzını Atatürk diye açıyor. Bir kısım insanlar dal­kavukluktan, bir kısım insanlar da korkularından böyle davranıyor­lar. Benden sana ağabey nasihati: Eğer bulunduğun bir toplantıda, birisi şehadet parmağını sana uzatarak dese ki: "Atatürk diyor ki: İki kere iki 179 eder!" Sakın, sakın, sakın itiraz etme. Eğer cevap vermek mecburiyetinde kalırsan de ki:

Ben bugüne kadar, iki kere ikinin dört ettiğini sanıyordum. Madem ki Atatürk iki kere iki 179 eder diyor. Ben de bundan sonra böyle bilir, öyle söylerim!

Böyle söyle ve münakaşaya girme. Yoksa adam gider seni "Ata­türk düşmanı!" diye gammazlar. Bu suçlama da senin felaketin olur. Bitirirler seni!

Şimdi dikkat et: Tenkitsiz siyaset, tenkitsiz ilim, tenkitsiz fikir, tenkitsiz kişi... olmaz. Tenkit, medenî düşüncenin temel aşıdır. Ama bunun tek istisnası Türkiye ve Atatürk'tür. Türkiye'de, Atatürk'ü tenkit etmenin boğaları bile böğürtecek ismi Atatürk düşmanlığı­dır. Çok dikkatli ol. Kendine sakın kıyma. Atatürk'ü tenkide kalkış­ma. O işi bizim gibi kişilere bırak!

- Anladım Osman Ağabey!

-Önce şunu özellikle belirtmek istiyorum. Millî Mücadele'mizin lideri Atatürk'tür, Kahramanlığından, vatanseverliğinden, deha de­recesindeki zekâsından hiç şüphem yok. Rauf Orbay'ı okudum. Di­yor ki: "O olmasaydı biz bu işi başaramazdık. Ama biz olmasaydık o, bu mücadeleyi yine zafere ulaştırırdı." Benim bu değerlendirmeye hiçbir itirazım yok. Ama benim Atatürk’ün cumhuriyet anlayışıyla, dil, din, tarih... anlayışıyla bir beraberliğim de yok. Atatürk’ün kur­duğu rejime cumhuriyet diyenler var. Bunlar galiba cumhuriyetin ne demek olduğunu bilmeyenlerdir. Atatürk'ün kurduğu rejime, mutlakıyet, haydi bilemedin meşrutiyet diyebiliriz. Ama cumhuri­yet diyemeyiz. Çünkü bana göre muhalefetsiz cumhuriyet olmaz. Atatürk'ün de muhalefete katiyen tahammülü yoktu. Olur mu hiç, muhalefetsiz cumhuriyet olur mu?

Bak şimdi, Cumhuriyet'imiz ne zaman ilân edildi? 29 Ekim 1923'te. Pekâlâ! O Meclisteki milletvekillerini kim seçmişti? Halk mı? Hayır! Halk Partisinin büyük öncülerinden biri olan Falih Rıfkı Atay diyor kİ: "Adayları tespit eden heyet üç kişi idi: Cumhurbaşka­nı Atatürk, Başbakan İnönü ve Parti Umumi Kâtibi Recep Peker!" Başka? Başka kimse yok. Cumhuriyet rejiminde, halkımız, halk ta­rafından, halk için seçilen milletvekilleriyle idare edilecektir değil mi? Halk diyor ki ben: A/B/C isimli kişileri milletvekili seçmek is­tiyorum. Yetkili o üç kişi itiraz ediyor: "Hayır!" diyor, "Sen V/Y/Z isimli kişileri seçeceksin." Halkın başka tercihi yok. Sandığa gidip oy kullanıyor. Oyunu nasıl veriyor biliyor musun? "Açık oy, gizli tas- nif usulüyle!" Yani halkımız, oyunu herkesin gözü önünde açık açık kullanıyor, sıra oyların sayılmasına gelince oylar gizli gizli sayılıyor. Bu nasıl cumhuriyettir?

Atatürk, Meclis çatısı altında da, Meclisin dışında da bir mu­halefet grubunun faaliyetine katiyen izin vermedi. Birinci TBMM, Falih Rıfkı Atay'ın gösterdiği gibi seçildi. Zamanla Mecliste iki ayrı grup teşekkül etti. Birinci gruba mensup milletvekilleri 160 kişi kadardı. Bunlar doğrudan doğruya CHP fikriyatlı kişilerdi. Bir de ikinci grup milletvekilleri vardı. Sayıları 35-40 civarınday­dı. Bunlar muhalif milletvekilleriydi. Muhalif milletvekillerinin başında Trabzon Milletvekili Ali Şükrü Bey bulunuyordu. Müthiş bir adamdı. Denizci kurmay subaylardandı. TBMM açıldıktan bir gün sonra, arkadaşı Mehmet Akif Ersoy'la birlikte İstanbul’dan gelerek Atatürk'e katılmışlardı. Atatürk onu Trabzon, Mehmet Akif'i de Burdur milletvekili olarak Meclise almıştı. Sonra ne oldu biliyor musun? Bu Ali Şükrü Bey muhalif milletvekillerinden biri oldu. Olsun, ne var?” diyeceksin. Atatürk’ün muhalefete taham­mülü yoktu. O bakımdan Ali Şükrü Bey, Atatürk'ün Muhafız Alay Komutanı Topal Osman tarafından öldürüldü. Mecliste küçük kı­yamet koptu. Bu defa, silahlı kuvvetlerimiz Topal Osman'ı yakala­mak için harekete geçti. Topal Osman sandı ki Atatürk kendisine sahip çıkacaktır. Çıkmadı. Öfkeyle Köşk'ü basmak istedi. Başba­kan Rauf Orbay devreye girdi. Topal Osman'a dedi ki: “Bak Osman Ağa, Köşk'te kadınlar var. Bırak kadınlar çıksınlar. Sonra sen git, Gazi'yle ne işin varsa hallet. Kadınların bulunduğu yeri basmak sana yakışır mı?”

Topal Osman bu oyuna geldi. Atatürk’ün eşi Latife Hanım’ın kız kardeşinin çarşafını Atatürk'e giyindirdiler. Onu diğer kadın­larla birlikte Köşk'ten kaçırdılar. Topal Osman Köşk'e girdiği za­man Atatürk'ü bulamadı. Öfkesinden onun elbiselerini ve eşyala­rını kurşunladı. Silahlı kuvvetlerimiz, Topal Osman'ı yaralayarak teslim aldı. Sonra konuşmasın diyerek başına bir kurşun sıkarak onu öldürdüler. Eski TBMM önünde, Topal Osman'ı ayaklarından darağacına astılar da Meclis öyle sükûnet buldu. Şimdi sen, sözüm [ona bir cumhuriyet rejiminde, Atatürk’e veya onun partisine mu­halefette bulunmanın meydana getirdiği dehşetli neticeleri görü­yor musun? Bu arada, bir büyük, bir anlatılmaz, bir dehşetli facia­yı da sana hatırlatmak istiyorum. Benim Mehmet Akif Ersoy'u ne kadar çok sevdiğimi biliyorsun. O bir destan adamdır. Bir karakter abidesidir. Mehmet Akif İstanbul’dan Ankara’ya Ali Şükrü Bey’le birlikte gelmişti. Ali Şükrü Bey muhalif olduğu için öldürülmüştü. Mehmet Akif'i de Atatürk, muhalif milletvekillerinden biri olarak düşündü ve Meclisi feshedince onu yeniden milletvekili yapmadı. Bir milletin İstiklâl Marşı'nı yazan, Çanakkale Zaferi'ni destanlaş­an Akif gibi bir adam sokağa atılır mı? Attılar. Sonra ona hiçbir ev et dairesinde vazife vermediler. Emekli maaşı da bağlamadılar. Peki, yedi nüfuslu Akif ne yapacaktı? Mendil açıp dilenecek miydi? Bir de tutup arkasına iki polis taktılar. Onu bir vatan haini gibi gördüler. "Sen git de biraz kumda oyna!" diyerek alaya aldılar. Mehmet Âkif de bin parçaya bölünerek Mısır'a gitmek mecburiye­tinde kaldı. Edebiyatımızın, tarihimizin yüz karası hadiselerinden biridir bu. Unutma!

Şimdi gelelim Cumhuriyet’imizin muhalif partilerine:

İlk muhalefet partisini Cunıhuriyet’in ilânından bir yıl sonra Kâzım Karabekir Paşa ve arkadaşları kurdu. Nasıl adam bu Kâzım Karabekir Paşa? Bana göre büyük vatansever. Büyük kahraman! Ve yine samimi kanaatime göre, Karabekir Paşa olmasaydı Mustafa Kemal de Atatürk olmazdı. Karabekir ve arkadaşları 1925 yılın­da Terakkiperver Cumhuriyet Fırkasını kurdular. Atatürk onu ve arkadaşlarını analarından doğduklarına pişman etti. Hiçbir ilgisi olmadığı hâlde İzmir Suikastı dolayısıyla Karabekir Paşa az kalsın idam ediliyordu. Kurduğu partiye devrin iktidarı en çok beş buçuk ay tahammül edebildi. Sonra Vekiller Heyeti kararıyla Karabekir’in partisi kapatıldı. Neden? Muhalefet partisi olduğu için!

1925-1930 yılları arasında çok yanlışlar oldu. Yakamız bece­riksiz idarecilerin elinde kaldı. Kimse, yapılan yanlışların, görülen hırsızlıkların hesabını soramıyordu. Hadiseler yeni bir muhalefet partisinin kurulmasını zorluyordu. Atatürk de bunu gördü ve çok yakın arkadaşlarından Ali Fethi Bey’e Serbest Cumhuriyet Fırkası adıyla yeni bir parti kurdurdu. Ali Fethi Bey, Atatürk’ün özellikle­rini bildiği için önce bu işe yanaşmadı. Ama Atatürk çok ısrar etti. Böylece 1930 yılının ortalarında Serbest Fırka kuruldu. Atatürk sanıyordu ki Serbest Cumhuriyet Fırkasına rağmen halk kendisi­ne yani Cumhuriyet Halk Fırkasına oy verecektir. Düşündüğü gibi olmayınca, kuruluşundan 3,5 ay sonra Serbest Cumhuriyet Fırkası da kapatıldı. Düşün, şimdi tam 16 yıl yeniden tek parti dönemi ve bu rejimin adı da Cumhuriyet veya Atatürkçülük! Ben aklımı peynir ekmekle mi yedim? Yapılan baskılara, zulümlere, yanlışlıklara... ne­den arka çıkayım Bülent? Benim Atatürkçü olmamamın şahsî men­faatlerle hiçbir ilgisi yoktur.

Atatürk'ün Bazı Özellikleri: İnönü Başbakanlıktan Neden Atıldı ?

Falih Rıfkı Atay diyor ki: "Ben ömrümde Atatürk kadar tartış­maya katlanan adam görmedim!"

Adam milyon kere yalan yazıyor. Çünkü Atatürk tartışmaya açık bir devlet adamı değildi. İşte sana Falih Rıfkı'nın Çankaya isim­li kitabından müthiş bir bölüm. Çankaya'nın 575-576. sayfalarında şöyle bir açıklama var:

"Atatürk bir gün Tarım Bakanı Şakir Kesebir'e soruyor:

Orman Çiftliği’ndeki ağaçlar neden bakımsız?

Kesebir’den önce araya İnönü girip cevap veriyor:

Sebebini adamlarınıza sorun Paşa’m!

Atatürk'e hiç böyle cevap verilir mi? Atatürk, Kâzım Özalp'e dö­nerek soruyor:

Ne olmuş buna? Yoksa içmiş mi?

İnönü tekrar söze karışıyor ve diyor ki:

Ne oldu size Paşa’m? Eskiden böyle değildiniz. Artık emirleri­nizi hep sofradan mı alacağız?"

İnönü'nün "sofra" dediği Çankaya’da her akşam kurulan içki sofrası. Atatürk’ün 12 yıl hizmetinde bulunan Cemal Granda isimli biri şurada, karşımda oturup bana anlattı, dedi ki:

"...Atatürk, her akşam ama her akşam, tek başına yarım litre Bulgar rakısı içiyordu."

Yani İnönü demek istiyor ki: "Paşa'm, Meclisi açtık. Kararların orada alınması lâzım. Ama siz, Türkiye'yi bu içki masasının başın­dan idare etmek istiyorsunuz, yapmayın!"

Haksız mı İnönü? Çok haklı. Ama Atatürk'e böyle cevap verilir mi? Falih Rıfkı Çankaya’nın 575. sayfasında diyor ki:

-Ertesi gün Atatürk İstanbul’a hareket etti. Ben de yanında idim. Önce İnönü’yü çağırdı kompartımana. Kendisine:

Görev arkadaşlığımız bitmiştir, dedi.

İnönü iki eliyle yüzünü kapadı. Atatürk:

Dinlenmelisiniz, dedi."

Ne olmuş? Ne var bunda? İnönü, Atatürk'e:

Eskiden böyle değildiniz! Artık emirlerinizi hep bu sofradan mı alacağız, demiş. Bu soru, bir başbakanı makamından silip sü­pürecek bir gerekçe midir? Hani Atatürk kadar tartışmaya açık bir devlet adamı yoktu?

Prof. Dr. Sadri Maksudi Arsal ın Uğradığı Büyük Haksızlık

Prof. Dr. Sadri Maksudi Arsal Ankara Üniversitesinin kurulma­sında devletimize çok yardımcı oldu. Arsal, Kazan Türklerindendir biliyorsun. Atatürk de Sadri Maksudi’nin çalışmaları dolayısıyla onu Şebinkarahisar milletvekili olarak TBMM'ye aldı. Arsal’ın önüne bir gün bir kanun tasarısı geldi. Hükümet, denizcilik hizmetlerimizin gelişmesi için "Denizbank" diye bir banka kurmak istiyordu. Sadri Maksudi söz alarak dedi ki:

“Bu terkip, Türkçe bakımından yanlıştır. Türkçede Deniz­bank denilmez. Denizcilik Bankası veya Deniz Bankası dememiz lâzım."

Teklif Atatürk'ten geliyodu. Atatürk'ün dalkavukları durumu akşam sofrasında Atatürk'e bildirdiler. Atatürk çok öfkelendi. Etra­fındakilere emir verdi:

"Şimdi kalkıp Ankara Radyosu’na gideceksiniz. Yayım kestire­rek mikrofonu elinize alacaksınız. Bu Sadri Maksudi Arsal'ın ne ka­dar cahil bir adam olduğunu millete anlatacaksınız." dedi.

Atatürk'ün emri derhâl yerine getirildi. Üstelik Sadri Maksudi milletvekilliğinden de kovuldu. Hani hayatta en hakiki mürşit ilim­di? Bir ilim adamına böyle davranılır mı?

(Sadri Maksudi'nin Hariciyeci kızı Adile Ayda’nın hem İş Ban­kası Yayınları arasında çıkan Bir Demet Edebiyat kitabında hem de Kültür Bakanlığı Yayınları arasında yer alan Sadri Maksudi Arsal kitabında konu aynen böyle açıklanıyor.Meraklıları bakabilirler.(Y.B.B)

Atatürk Profesörü

Bir insan üniversite tahsili yapmadan, asistan olmadan, doktora alışmasına başlamadan, doktorasını belirli bir ilim kurulu önünde vermeden, belirli bir süre doçent olarak çalışmadan profesör olabilir mi? Olamaz. Bunun tek istisnası Türkiye'dir. Atatürk bu çalışmaların hiçbirinden geçmeyen Abdülkadir Inan'a "Seni Dil ve Tarih Coğraf­ya Fakültesine profesör yaptım. Git, orada ders ver." dedi. Abdülkadir İnan da Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesinde yıllarca profesör etiketiyle ders verdi. Sağlığında hiç kimse ama hiç kimse Atatürk'ün bu tasar­rufuna itiraz edemedi. Edemezdi. Kim "Atatürk düşmanı" olarak suç­lanmak ister? Yalnız herkes kendi arasında kısık bir sesle Abdülkadirİnan’dan "Atatürk Profesörü"diye bahsetmekle yetindi.

Atatürk, 1938 yılında ölünce kahramanlarımız ortaya çıktılar ve Abdülkadir İnan’ın sırtındaki profesörlük cübbesini çekip aldı­lar. Hani Atatürk bize demokrasiyi getirmişti. Hani saltanattan ve sultandan kurtularak Cumhuriyet'i kurmuştuk? Bir cumhurbaşkanı ulufe dağıtır gibi şuna buna profesörlük unvanını nasıl dağıtır?

Çankaya Köşkü'nün İkinci Katında Bir Kısrak İle Tay...

Cemal Granda burada bana anlatmıştı. Bir gün Atatürk'e de­mişler ki:

Paşa'm, kısrağınız bir tay kunladı (doğurdu),

Atatürk içki masasının başında emretmiş:

Kısrağı da, tayını da alın, getirin buraya, sevelim onları!

Cemal Granda dedi ki tayı bir iki asker kucakladı. Merdivenlere halılar serdik. 8-10 asker de kısrağı arkadan iteklediler. Hayvanı ve tayını kan ter içinde merdivenlerden çeke çeke Atatürk'ün huzuruna çıkardık. Köşk'ün şeref salonuna getirdik. Misafirler dağıldılar. Atatürk sabaha kadar o iki atın başında kaldı.

(Osman Yüksel’den bu hadiseyi dinledikten 28 yıl sonra, Cemal Granda’nın Hürriyet Yayınları arasında çıkan Atatürk'ün Uşağı İdim isimli kitabını bularak okudum. Kitabın 224-225. sayfalarında hadi­se, olduğu gibi anlatılıyordu. Y.B.B.)

-Osman Yüksel neden Atatürkçü olmadığının başka sebeplerini de açıkladı:

"Atatürk, musikimizde de, dinimizde de inkılap yapmak istedi. Onun bu tavrını çok garip buluyorum. Çünkü bu özel toplantıları­mızda bizim türkülerimizi, şarkılarımızı çaldırıp söyletiyordu. Za­man zaman coşuyor, ortaya çıkarak bizim oyunlarımızı oynuyordu. Ama beri yanda "Bu bizim tek sesli musikimiz can çekişmektedir. Bu musiki mutlaka ölecek, yerine Batı’nın çok sesli musikisi gele­cektir.” diyordu. Radyolarımızda bizim musikimizi yasaklamıştı. Birtakım yetkili kişiler, Ankara’daki yabancı büyükelçiliklerin kapı­larına dayanıyor, bizim radyolarımızda çalınmak üzere adamlardan plak dileniyorlardı. Biliyor musun dünyanın hiçbir yerinde böyle yanlış, böyle faydasız, böyle imkânsız bir yol için cumhurbaşkanları önayak olmamışlardır. Her milletin kendine has, farklı bir musikisi vardır. Bir ülke, tek sesli bir musiki dünyası içinde diye geri sayıl­maz. Geri kalmaz. Bir ülkenin yükselmesi de musikisinin çok sesli olmasından ileri gelmez.

Atatürk bir askerdir. Musikişinas değildir. Musikiden tabii ola­rak anlamaz. Ama sandı ki Batı musikisine döndük mü kalkınacağız. Israrı yani bizim musikimizi uzun yıllar reddetmesi, yasaklaması... hiçbir fayda sağlamadı. Sonunda şöyle bir kanaate vardı: "Musikide devrim olmaz!" Olmadı. Ama o yanlış görüşün ağırlığı hâlâ üzeri­mizde. Birtakım adamlar "Atatürk, dedi ki..." diye söze başlayarak bizim musikimizi kötülemeye çalışıyorlar.

Şimdi gelelim dananın kuyruğunun koptuğu noktaya. Yani "Ben niçin Atatürkçü değilim?" sorusunun cevabına. Atatürkçü olmak, Atatürk gibi düşünmek, Atatürk gibi yaşamak, Atatürk gibi inan­maktır. O zaman ortaya şöyle bir soru çıkıyor, çıkmalı: Herkes mecbur mu Atatürk gibi düşünmeye, inanmaya? Ve çok önemli bir soru daha: Acaba Atatürk, her konuda doğru düşünmüş müydü? Doğru kararlar almış mıydı? Sonra bırak bunları. Hani insanların çeşitli konulardaki hürriyetleri, din ve vicdan hürriyetleri? Birtakım ham kafalarda yok böyle bir şey. Adamlara göre Atatürk ne söylemişse ölçü olarak onu dikkate alacaksın. Atatürk'ün söylediklerine kayıt­sız şartsız uydun mu Atatürkçüsün, uymadın mı Atatürk düşmanı­sın. Olur mu böyle softalık, yobazlık?

İşte senin alıp getirdiğin Vatandaşlar İçin Medenî Bilgiler isim­li bu kitabı, Afet İnan'a bizzat Atatürk yazdırdı. Afet İnan önceleri bir lisemizde musiki öğretmeniydi. Atatürk'ün çok yakınında oldu. Kendisinin çok güzel bir kadın olduğu doğrudur. Ama onun çok güzel bir kadın olması, bu çok önemli eseri yazmasına yol açmadı. Bu kitaptaki bilgileri bizzat Atatürk söyledi, o da kaleme aldı. Bunu kendisi de itiraf ediyor. Şimdi bu kitabın 3. sayfasında Atatürk diyor ki: "Kuvvetler ayrılığı bizim için esas değildir. Türk milletinin idare şekli kuvvetler birliği esasına dayanmaktadır."

Atatürk görüldüğü gibi kesinlikle kuvvetler birliği görüşüne taraftardır. Yani istiyordu ki yasama-yargı-yürütme aynı elde top­lansın. Atatürkçü görüş bu. Ben de bu görüşün yanlış olduğuna ina­nıyorum. Çünkü bu üç kuvvetin bir elde toplanması, bizi hep büyük haksızlıklara, keyfî idarelere alıp götürür. Nitekim bütün demokra­tik ülkeler, hep kuvvetler ayrılığı esasına göre kurulmuşlardır. Şim­di kuvvetler birliği esasına evet dedin mi Atatürkçüsün! Hayır dedin mi Atatürk düşmanısın! Olur mu bu? Sonra ben kuvvetler ayrılığını şahsî çıkarlarım için mi istiyorum. Milletin huzuru, güveni, geleceği için savunuyorum. Kimsenin bunu düşündüğü yok.

Atatürk'ün yazdırdığı bu Medenî Bilgiler kitabının 12. sayfasın­da, bizi dehşete düşüren bir büyük yanlış daha var. İşte açıklama burada. Atatürk diyor ki:

Din birliğinin de bir millet teşkilinde müessir olduğunu söyle- yenler vardır. Fakat biz, bizim gözümüz önündeki Türk milleti tab­losunda bunun aksini görmekteyiz. İslâmiyet, Türk milletinin millî hislerini, millî heyecanını uyuşturdu "

Atatürk katiyen doğru bir tespit içinde değil. İslâmiyet konu­sunda ben katiyen Atatürk gibi düşünmüyorum. Bizi millet hâline getiren temeller arasında İslâmiyet'in çok büyük yeri var. Atatürk daha önce İslâmiyet üzerine söylediği güzel sözlerin hepsini, bu 1931 yılı beyanıyla reddediyor.

Bizim milletimiz, Söğüt çevresinde kendisine verilen 1000 km2lik bir yurttan 23 milyon km2lik bir coğrafyaya yayıldığı za­man Müslüman'dı. 624 yıl hükümran olduğu zamanlarda da Müs­lüman'dı. Müslümanlık milletimizi uyuştursa idi Viyana önlerine kadar gidemezdik. Atatürk Müslümanlıkla Müslümanları birbirine karıştırıyor. Bizi uyuşturan Müslümanlık değil, bazı Müslümanlar- dır. Kemalist anlayışta İslâmiyet’in yeri yoktur. Çünkü Atatürk de tamamen pozitivist düşünceli bir kimsedir. Yani Atatürk naklî ilim­lere inanmaz, aklî ilimlere inanır. Onun için "Hayatta en hakiki mür­şit ilimdir’’diyor. Aklı başında bir Müslüman hem aklî ilimlere hem de naklî ilimlere inanır. Akıl elbette çok çok önemli. Ama akıl her meseleyi çözmeye muktedir mi? Meselâ sadece aklımıza dayana­rak; deneyleri, tecrübeleri, ilmî araştırmaları dikkate alarak hangi ilim adamı cenneti, cehennemi, öldükten sonra dirilmeyi, şeytanı ve meleği... ispat edebilir? Hz. Mevlana diyor ki: "Her konuyu, her  meseleyi sadece akılla çözmeye çalışanlar, dört ayaklarıyla bataklığa gömülen bir mandaya benzerler.’’

Resmî Tarih Kitabında İslâm Düşmanlığı

Kur'an'a ve Peygambere Bakış

Şimdi sırada, senin alıp getirdiğin, bizim 1931-1950 yılları ara­sında liselerimizde okuttuğumuz resmî tarih kitabımız var. Gel bu­rada bana bu tarih kitabının 89-90-91. sayfalarında işaretlediğim bölümleri oku bakalım yüksek sesle:

Muhammed'in Dâveti:

Muhammed 40 yaşına geldiği zaman, vatandaşlarını kendinin bulduğu ve doğru olduğuna inandığı bir dine davete başladı. Muham­med'in dâvet ettiği bu dine Islâm denilmiştir."

-Dikkat et! Kur’an, vahiy yoluyla gelmemiş de Hz. Peygamber İslâmiyet'i kendisi uydurmuştur, deniliyor. İnkârdır bu! Küfürdür. İslâmiyet’i hafife almaktır. "Kur'an ve Vahiy” başlığı altında ne var:

"Kur'an, Muhammed’in koyduğu esasların toplu olduğu kitaptır.O, Arapların ahlâk ve âdetlerinin pek fena ve pek iptidai ve ıslaha muhtaç olduğunu anlamış, bunları ıslah için tehna yerlere çekilerek senelerce düşünmüş ve yıllarca tefekkürden sonra kendisinde vahiy ve ilham fikri doğmuştur." İslâm Tarihi, s.90

-Dikkat et! Resmî tarihimiz Kur'an-ı Kerim'i doğrudan doğruya Hz. Peygamber'in bir uydurması olarak kabul ediyor. Hâlbuki bizim inancımıza göre, Kur’an baştan sona Allah kelamıdır. İçinde Pey- gamber'imize ait tek bir kelime yoktur. Şimdi bir de bana "İlk Vahiy" bölümünü oku bakayım! Kitabın 91. sayfasında neler yazıyor?

"Muhammed, uzun devirdeki tefekkürlerin mahsulü olan ayetle­ri, lüzum ve ihtiyaçlara göre takrir ediyordu. Bununla beraber, ken­disini tahrik eden kuvvetin, tabiat fevkinde bir mevcudiyet olduğuna samimi surette kani idi."

-Şimdi Yavuz Bülent, git İslâmiyet'i bir parçacık bilen kırk kişiy­le konuş. Bu bizim resmî tarihimizdeki yazılanlara inananlara kâfir denilir. Ben, şunun bunun inanmamasına katiyen karışmam. Benim inanmak hakkım kadar, başkalarının da inanmama hakkı vardır. Ve dinimizde katiyen zorlama yoktur. Ama şimdi ben mecbur muyum bu saçmalıklara inanarak gâvur olmaya?

-Kim yazdı Osman Ağabey bu Orta Zamanlar Tarihi'ni?

-İsimleri kitabın baş tarafında var. Bunlar Atatürk'ün en yakın arkadaşları. Oku oradan o isimleri birer birer. Bunların hepsi hem cHP milletvekili hem de Türk Tarih Kurumu üyesi.

Tevfik Bey Cumhurbaşkanı Genel Sekreteri, Samih Rıfat Bey,Prof. Akçuraoğlu Yusuf Bey, Dr. Reşid Galip Bey, Hasan Cemil Bey, Afet Hanımefendi, İsmail Hakkı Bey, Reşid Saffet Bey, Prof. Sad­ri Maksudi Bey, Prof. Şemsettin Günaltay, Prof. Yusuf Ziya Bey.

Atatürkçü olmak, Atatürk gibi düşünmek, Atatürk gibi inanmak demektir. Ben Atatürk gibi değil, bir Müslüman gibi düşünmek istiyorum.

Şimdi ben niçin bütün ahiretini inkâr ederek, küfre saplanarak Atatürkçülük ismi altında ileri sürülen bu küfür batağına düşeyim Bülent?

-Doğrusu bunların hiçbirini bilmiyordum Osman Ağabey. Bun­ları ilk defa bugün burada sizden dinliyor, öğreniyorum.

-Kemalist geçinenlerimizin en az %95'i bu gerçekleri bilmiyor­lar. Herkes uydum kalabalığa havasında.

Şimdi sana bir de Türk'ün Amentü'sünü okumak istiyorum. İs­lâm'ın Amentü'sünde imanın altı şartı sıralanmıştır. Bir Müslüman İslâm'ın Amentü'süyle bildiğin gibi "Allah'ın meleklerine, kitapları­na, peygamberlerine, ahiret gününe, hayrın ve şerrin Allah'tan gel­diğine ve Hz. Peygamber'in Allah'ın kulu ve elçisi olduğuna iman ettiğini" söyler. Bunları diliyle söyler, kalbiyle tasdik eder. Bu altı esastan bir tekini bile inkâr etmek, insanı küfre götürür. Bak şimdi, İslâm'ın Amentü'süne karşı 1928 yılında Hâkimiyet-i Millîye Mat­baasında bir de Türk’ün yeni Amentü'sü basıldı ve satıldı. Geliri Tayyare Cemiyetine bırakıldı. Türk'ün yeni Amentü'sü ise kelimesi kelimesine şöyle:

"Kahramanlığın örneği olan, vatanın istiklâlini yoktan var eden Mustafa Kemal'e / Onun cengâver ordusuna / Yüce kanunlarına / Mücahit analarına / Ve Türkiye için ahiret günü olmadığına iman ederim! / İyilikle fenalığın insanlardan geldiğine / Büyük milletimin medenî cihanda en büyük mevkii kazanacağına, hamaset dasitanla­rıyla tarihi dolduran kudretli Türk ordularının birliğine / Ve Gazi'nin Allah'ın en sevgili kulu olduğuna, bütün hulus-i kalbimleşehadet ede­rim, eylerim!"

“Nedir bunlar? Laiklik mi bu? Modern düşünce mi? İnsan uta­nır be böyle saçmalıklarla milletin kafasını bulandırmaya! Bu saç­malıklara inanmak Atatürkçülük ise ben milyon kere, milyar kere Atatürkçü değilim.

Görüyorsun Yavuz Bülent, Cumhuriyet'imizin ilânından sonra bazı imansız ve idraksiz kişiler Allah'ı inkâr ettiler. Peygamber'imizi uydurmacılıkla suçladılar. Kur'an'ı onun hayal dünyasından kopup gelen saçma sapan bir kitap olarak gösterdiler. Bazı kişiler Atatürk'ü Allah gibi, peygamber gibi gösterdiler. Bazı kişiler Atatürk’e hem Al­lah hem peygamber dediler. Kemalizmi İslâmiyet'in yerine koymaya çalıştılar. Bazı dalkavuklar, yeni Kâbe'mizin artık Çankaya olduğunu ileri sürdüler. O kadar ileri gittiler ki Sevgili Peygamber'imiz İçin Sü­leyman Çelebi'nin yazığı Mevlüd'ü Atatürk üzerine çevirdiler.

Bizim 624 yıllık bir Osmanlı İmparatorluğu devrimiz var. O süre içinde 36 padişah geldi, geçti. Aç, oku, araştır... göreceksin. Bazı şairlerimiz, o padişahlarımız için methiyeler yazdılar. Fakat o 624 yıllık dönemde, ilaç için bir tek şairimiz, edibimiz şu veya bu pa­dişahımız için "Sen bizim peygamberimizsin! Sen bizim Tanrı'mız- sın! Allah'ımızsın!" diyerek dalkavukluk yapmadı. Ama tarihimizin en utandırıcı dalkavukluk şairleri Cumhuriyet devrimizde yetişti. O dalkavuk ve küfür edebiyatı, bir koca cilt olacak kadar çeşitlidir. Şu herzeler onların kalemlerindendir:

İşte Kemalettin Kamu'nun şiiri:

"Ne örümcek ne yosun Ne mucize ne füsun Kabe Arab’ın olsun Çankaya bize yeter.”

İşte Behçet Kemal Çağlar ın çığlıkları.

“Atatürk dendi mi dolar gözümüz Atatürk... Atatürk bu baş sözümüz Yola düşer birden açtığın izde Adın besmeledir her işimizde Açar al gülümüz her son baharda Yarın bir iskelet olsak mezarda Atatürk çağrışır kemiklerimiz Nimetinle dolu iliklerimiz...”


İşte İlhami Bekir'in çığlığı:

"İlk adam Mavi gözlerle Baktı toprağa

Toprağın haritasını çizdi bayrağa Allah değil, o yazdı Alın yazımızı"

***

İşte Faruk Nafiz Çamlıbel’den şaşırtan bir iddia:

“On milyon bel iki kat olmuşken eğilmeden Onda on beş milyonun boyu birden uzadı. Tanrı, peygamber diye nedir, kimdir bilmeden Taptığımız ne varsa, hepsi onda şekil aldı."

Yusuf Ziya Ortaç da olaylardan geri kalmadı:

“Topladı avucunda yıldırımı, şimşeği Yoktan var ediyordu, Tanrı gibi her şeyi"

Nurettin Artam kendisine yeni bir Tanrı buldu:

"Her zaman ırkıma büyük başAta'm Tanrılaş gönlümde, Tanrılaş Ata'm"

Ömer Medrettin Uşaklı diyor ki:

"Bir güneş gibi yalnız Sensiz ülkü Tanrımız




Vasfı Mahir Kocatürk’e bak şimdi:

"Peygamber tanrısına duymadı bu hasreti Vermedi bu kudreti Tanrı peygamberine.

Benzedi ıstırabım Allah'ın kederine"

***

Edip Ayel, Ataütrk'e hem Allah hem de peygamber dedi:

"Cennetse bu yurt sen onu buldundu harabe Bir gün olacaktır anıtın Türklüğe Kâbe.

Zindan kesilen ruhlara bir nur gibi doldun.

Türk ırkının en son ulu peygamberi oldun.

Tutsak seni lâyık yüce Tanrı'yla müsavi Toprak olamaz kalp doğabilmişse semavi ölmez bize cennetlerin ufkundan inen ses İnsanlar ölür, Türklüğe Allah olan ölmez"

Bir ara Behçet Kemal Çağlar, katıldığı her toplantıda kürsüye çıkıyor, mahalle tellallarının rahatlığı içinde, Süleyman Çelebi’nin ruhunu tepeleyerek Atatürk için yazdığı yeni Mevlüd'ü okuyordu:

"0l Zübeyde Mustafa'nın ânesi Ol sedeften doğdu ol dür dânesi.

Gün gelip oldu Rıza'dan hâmile Vakt erişte hafta vü eyyam ile.

Ger dilersiz bulasız od'dan necat Mustafa'yı bâ Kemal'e esselât"

Behçet Kemal Çağlar’m bu yeni Mevlüd’ü tam beş yüz mısra ile kamburlaşıyordu. Dinleyenler, içlerinden ona da, Atatürk’e de bırak saiavat getirmeyi, sövüyorlardı.

- Çok şaşırdım Osman Ağabey. Atatürk kendisi için böyle şiirler yazan o dalkavuklar sınıfına kızmıyor muydu?




Ne kızması yahu? Aksine çok memnun oluyordu. Bu adamlar el üstünde tutuluyordu. Kemalettin Kamu da, Behçet Kemal Çağlar da onun partisinin milletvekilleriydi. Atatürk, o dalkavuklar sınıfı­na kaşlarını çatarak "Kesin ulan bu zırıltıyı dırıltıyı!" deseydi bir tek kişi bile bu saçmalıklarla onun karşısında secdeye kapanamazdı. Aksine Atatürk böylesi şiirlerden çok memnun oluyordu. Çünkü o İslâmiyet'i kaldırmak, Kamalizmi yeni bir din olarak yerleştirmek istiyordu. Sen, Edirne Milletvekili Şeref Aykut'un 1936 yılında yazıp bastırdığı Kamalizm isimli kitabı okumadın mı?

Okumadım Osman Ağabey!

Şimdi sana kızmaya başlıyorum ha! Neyi sorsam okumadım diyorsun. Okumadım! Okumadım! Okumadım! Sen ne biçim Ata­türkçüsün? CHP Milletvekili Şeref Aykut o kitabında "Kamalizm bütün dinlerin üstünde bir yaşamak dinidir." diyor ve partinin altı okunu, Kamalizm dininin altı temeli olarak gösteriyor. Ve Türk Dil Kurumu tarafından hazırlanan yeni lügatlerde, Kamalizm, Türk ulu­sunun yeni dini olarak açıklanıyordu. Okumadın mı?

Yavuz Bülent Bakiler, Hatıralar Işığında Cumhuriyet Tarihi Okumaları 3
Devamını Oku »

Fetih

Fetih

Bu, Plutarhos'un rivayeti: Bir gün, Pyrrhus yer­yüzünü almak için düşler kuruyordu: "Önce Yunanistan'a baş eğdireceğiz" diyordu.

-Ya sonra? Diye Cineas sordu.

-Sonra Afrika'ya el atacağız.

-Afrika'dan sonra?

-Asya'ya geçeceğiz. Anadolu'yu, Arabistan'ı alacağız. -Sonra?

-Hindistan'a kadar gideceğiz.

-Peki, ondan sonra?

-Ah, dedi Pyrrhus, ondan sonra dinleneceğim!

-Niçin? Diye sordu Cineas. Niçin şimdiden dinlen­miyorsun?

(S. de Beauvoir, Denemeler, Payel Y. İst. 1976)

*

Bu anekdot, içi boş istila hevesiyle fetih olayının far­kını kavramamıza yardımcı oluyor.

Gayesiz ve maksatsız bir istila hevesiyle, bütün bir yer­yüzü işgal edilmiş olsa bile, insan, bu işi gerçekleştirene: "Peki sonra?" demekten kendini alamıyor.

İnsan, ne zaman başına bir bombanın düşeceği sıkın­tısını yaşarken, karşısında, böylesine başıboş bir işgal gü­cünü tahayyül ediyor olmalıdır. Faulkner, 1949 yılında, yaptığı Nobel ödülü konuşmasının bir yerinde böyle söy­lüyordu: Bu günün insanı, ne zaman bir bombayla havaya uçurulacağım kaygısıyla yaşıyor, diyordu. Çünkü İkin­ci Dünya Savaşı' nın şartları, böylesine serseri güçlerin bü­tün insanlığa musallat olduğu bir süreci içermişti ve sa­vaşın olumsuz etkileri baskısını eksiltmeden sürdürü­yordu. Kimin nereye çarpacağı, serseri bir mayının kimin ayağına takılacağı, kimin başına ne zaman bir bombanın düşeceği belli değildi. Ve insan korku altında tutuluyordu: böylesi bir korkuysa, insan haysiyetini rencide eden fi­illerin en şeni olanlarından biriydi.

Elinde serseri ve hoyrat bir güç bulundurabilen bir ma­ceraperestin sağa sola saldırdığı, elindeki gücü bilinçsizce, çılgınca kullandığı görülmemiş olaylardan değildir. Da­hası, aklı başında sayılan birinin bile, böyle bir gücü eli­ne geçirmiş olduğuna kani olduktan sonra, komşularına saldırabileceği, komşusunun malım mülkünü talan ede­bileceği insanların tanık olmadığı bir şey değildir. Cen­giz, zamanında, nerdeyse bilinen dünyanın tümünü iş­gal ve istila edebilmişti. Ama onun unvanları arasında "cengâver" kelimesine yer verilmiş olsa bile, kimse onun bir "fatih" olduğunu düşünmemiştir. Timur, or­dusuyla Ankara yaylasına kadar geldi ve orada Bayezid Han'ı yendi ve onu esir aldı. Sonra da, dönüp ülkesine gitti. Peki niçin? Basit bir kuvvet gösteri için, bir bilek gü­reşi için bunca insanın kanım heder etmenin anlamına akıl erdirebilmek mümkün görünüyor mu?

Kimilerine göre dünyanın gelmiş geçmiş en iyi askerlerinden biri sayılan Napolyon, Moskova'ya niçin girdi ve oradan niçin çık­tı? Bu soruyu, kimileri, Fransa'nın oralardaki hakimiye­tinin sağlanması için diye cevap verebilir. İyi de, sonra niçin ricat edildi? Çünkü Moskova'da ona karşı çıkan bir ordu bulunmuyordu. Napolyon, Moskova'ya kadar bü­tün Rusya'yı istila etti, ama Rusya'yı veya Moskova'yı fet­hetmeyi başaramadı. Ben burada, ileri sürülebilecek as­kerî gerekçelerin bizi ikna etmeye güç yetirebileceğine inanmıyorum. Bu istila olayı da Timur'unki gibi, bir kuv­vet gösterisinden ibaret kalmıştır. Bu kuvveti besleyecek manevî bir gücü içinde barındırmasını bilmeyen ve ner- deyse başıboş bir güç., bir heves.. Napolyon'a hayranlık duyanlar kabul etmekte zorlansalar bile, ortadaki ger­çeklik budur.

Demek ki, bir ülkeyi ele geçirmenin, bir başına fetih sayılamayacağına dair bir kanaatimiz açığa çıkıyor. Fa­tih, bir ülkeyi acaba niçin kendisine ve kendi insanına açar? Mesele, bu sorunun cevabını doğru vermekte te­merküz ediyor. Eğer ulaşılan ülkelerin zenginliklerini ta­lan etmek veya o ülkelerin zenginliklerini zaman içinde sömürmek fetih sayılsaydı, Avrupa'nın bütün emperyalist ülkelerini ve onların komutanlarını fatih diye adlandır­mamız gerekecekti. Oysa onlar zaptiye olabilir, sömür­geci olabilir, şâgil olabilir, müstevli olabilir, ama fatih., asla! Bir sömürgecinin, sömürge haline getirdiği bir ül­keyi sonuna kadar sömürebilmesi ve işgalini meşru gösterebilmesi için oraya kendi medeniyetinin manevî de­ğerlerini getirdiğini ileri sürmesi bile, bu bağlamda inandırıcılıktan uzak duruyor. Çünkü emperyalistin sö­mürülen bir yere girmesi, yalnızca sömürme amacına matuf bulunuyor: bundan ötesi, sömürme işleminin kolay­laştırılması niyetini taşıyor.

Bir kere daha, diyoruz ki, bir ülkeyi ele geçirmenin, ıstılah anlamıyla fetih sayılabilmesi için, oranın zengin­liklerini talan etmenin dışında bir amaca yönelmiş ol­masını esas alıyoruz. Medine, bu yüzden, Allah'ın Resulü (sav) tarafından fethedilmiştir, diyoruz. O'nun (sav), Me­dine'ye girişi savaşla değil ve fakat davetle ve sulh yo­luyla olmasına rağmen, burada bir fetih gerçekleştiril­miştir. Mekke'ye girilmesi ise savaş şartları içinde müm­kün olmuştur, ne var ki, bu savaşta kan dökülmemiştir. Ve Mekke, kansız bir savaşla fethedilmiştir. Her iki fet­hin özelliği de, bu sitelerin zenginliklerini talan etme ni­yetini gözetmemiş olmasıdır. O kadar ki, orada yaşayan insanların dinlerini değiştirmeleri hususunda bile bir zor­lama vaki olmamıştır. Ancak oralara, üstün tutulan, kut­sal bilinen manevî değerlerin taşınması esas alınmış, an­cak ve yalnız böyle bir hedef öne alınmıştır. Böylece bu kutsal değerlerle temas imkânı elinden alınmış olan o bel­delerin insanlarının söz konusu teması sağlamaları müm­kün kılınmıştır.

İstanbul'un fethi için de aynı mülahazalar söz konu­sudur. İstanbul, oranın zenginliklerini talan için ele ge­çirilmemiştir. Bilakis, orada yaşayan insanlar için oldu­ğu gibi, oranın hinterlandında bulunan ülkelerin de İs­lâm'la temas yolunun açılması önkabul olarak benim­senmişti. Niyet oralara İslâm'ı taşımak, orada bulunan yö­netimlerin, kendi insanlarının İslâm'la temasının önünü kesen engelleri bertaraf etmekti.

Bu bakımdan bir komutanın heva ve hevesini tatmin için gerçekleştirilen bir işgal ve istila eyleminin arkasından: "Peki sonra?" diye sorutabiliyor ve bu soru tekrar­landıkça, söz konusu eylemin saçmalığı ortaya çıkarı­labiliyor. Ama adına layık bir fatihin: "Peki sonra?" so­rusuna verebileceği cevaplar tüketilemez olarak duruyor. Çünkü onun dönüştürmeyi düşündüğü bir ülke, erişilen her amaçtan sonra, önünde gerçekleştirilmesi gereken baş­ka bir amaçla karşılaşıyor. Eğer fetih, insanlara "imanlarını bir imanla artırsınlar" (Kur'an/Fetih: 1-4) diye bahşe­dilmişse, böyle bir artırımın sonsuza kadar sonunu bul­mak imkân dışı kalır: bu da, fethin yalnız dışarıya dönük anlamına değil ve fakat onun insanın içine dönük anla­mına da işaret eder, delil olur.

 

Rasim Özdenören-Eşikte Duran İnsan
Devamını Oku »

Rüzgâr ve Tayfun: İtidal ve istikrar Üzerine

Rüzgâr ve Tayfun: İtidal ve istikrar Üzerine

Acelemiz olduğunu söylüyoruz. Acele ediyoruz.

İşlerin, insanların ardından koşmaya, yetişmeye çabalıyoruz. Ama içimiz gene de, tatminsiz, çünkü biliyoruz ki, yetişemediğimiz, yarım bıraktığımız, yarım bırakmak zorunda kaldığımız işlerimiz, tamam­layabildiklerimizden daima daha az görünüyor. Bir de, içinde yaşadığımız çağın "hızlı" diye nitelenmesi, bizi, baş döndürücü bir hız girdabının içine sürüklemeye yetiyor, işimizin daima biraz daha aceleyle ve biraz daha hızla ifa edilebilmesi için, birileri elinden geleni ardına koymuyor. Böylece, nerdeyse hiç bir şeye demlenme fırsatı tanınmıyor dense yeridir.

Bir yerde okumuştum. Bir baba, oğlunun devam et­tiği okulun müdürüne, oğlunun daha kısa zamanda me­zun olabilmesi için, derslerin basitleştirilmesinin müm­kün olup olmadığını sorunca, müdürden şu cevabı al­mış: "Şüphesiz ki, mümkündür. Yalnız bu, sizin, oğlu­nuzu ne olarak yetiştirmek istediğinize bağlı. Şöyle ki, Allah, bir meşe ağacını murat edince ona yüz yıllık mühlet tanır. Ama bir balkabağını murat ettiğinde iki ay kâfi gelir!"

Gerçekten de, tabiatın işleyişinde daima itidalin ya- nında istikran görüyoruz. Her ne kadar andığımız anek­dotta, meşe ağacına yüz yıl gerektiğini, balkabağına da iki ayın yettiğini söylüyorsak da, bir başka görüngüden bakıldığında, balkabağı için gerekli olan iki ay, kendi bağ­lamı içinde itidal üzere bulunan ve istikrarla işleyen iki aya tekabül etmektedir. Eğer balkabağının ihtiyacı olan iki ayı ondan esirgersek, ortaya, olması gerekli biçimde bir balkabağının meydana gelmesini de önlemiş oluruz. Bizim, yani insanların acelesi var, ama tabiatın acelesi yok. Tabiat, insan gibi hür iradeyle teçhiz edilmiş olmadı­ğından, o, daima, kendine tanınan mühletin içinde kalır. Bu yüzden de onun verimi daima olması gerektiği gibi­dir. Bizim, tabiatın aceleciliğine dair olan benzetmeleri­miz daima birer istiare değerinde kalır. Rüzgâr ve tayfun da bu türden bir istiaredir. Rüzgârın her zaman tek düze estiğini farz ederiz. Rüzgâr istikrarlı biçimde esiyor, iti­dalini bozmuyor, deriz. Rüzgâr kendi tabiatına uygun bi­çimde estiğinde, baharda, tohumların taşınmasına yar­dımcı olur. Rüzgâr itidalli estiğinde, zaman içinde, ka­yaları aşındırır. Rüzgârın itidalini bozması, onun fırtına­ya, poyraza, karayele çevirmesi, ondan beklenen fayda­nın hâsıl olmasını engeller. Tayfuna dönüşmüş olan bir rüzgârsa, artık, tümüyle tahrip edici bir nitelik kazanır.

Yangının ateşi de ateştir, fırının ateşi de ateş. Ama biri, çığırından ve kendi tabiatının gereğinden, denetimden çık­mıştır; ötekiyse denetim altında ve itidal üzere kendi ma­hiyetinin gereğini icra etmektedir. Birincisi tahripkârken, İkincisi yapıcıdır.

Aceleci olduğumuzu söylüyoruz, değil mi? Aceleci ol- mak, aslında sabrın ters yüz edilmiş halidir. Tabiatın ace­lesi yoktur. Tabiat, kendi fıtratına uygun olan her ne ise, o uyguluk ve o tamlık içinde durur. Tabiatın bir parçası olan hayvan da, kendi fıtratının gerektirdiği itidali ve is­tikrarı muhafaza eder. Elbette tabiatta, bu muhafaza edi­şin iradî bir tavırla icra edildiğini söylemiyoruz. Ancak tabiat (ve onun parçası olarak hayatını idame eden hay­van), kendine vahyedilene harfiyyen bağlı kalarak mis­yonunu ifa ediyor: o misyonun ifasında ne bir gecikme­ye, ne aceleye yer bulunuyor. İtidal ve istikrar üzere bir tavır geliştirmek, ancak, kendisine irade ve bilinç veril­miş olan insana özgüdür.

Rüzgâr ve tayfun benzetmesine bile, bu bakımdan ih­tiyatla bakılmasını tavsiye ediyorum. Çünkü rüzgârın ifa ettiği bir misyon bulunuyorsa, tayfunun ifa ettiği bir mis­yon da bulunmaktadır. Başka bir söyleyişle, tayfuna, as­lında, rüzgârın hızlandırılmış hali olarak bakmamamız ge­rekiyor. Bu bakımdan, tayfunun tahrip edici niteliği bir görüngüden doğruysa da, bir başka görüngüden bakıl­dığında, onun da kendine özgü bir işlevinin bulunduğunu kabul etmek mecburiyetinde kalıyoruz.

Ebu Abdillah Bin Hafifin tasavvufu şöyle anlattığı ak­tarılıyor: "Tasavvuf, kadere sabır, Hakk'ın atâsına rıza ve hakikatleri aramak için dere tepe dolaşmaktır." Eğer sabrı, elimizde olan veya elimizde olmayan bir işin olması veya olmaması hususunda ona bir mühlet tanımak olarak anlıyorsak, itidal ve istikrarın, tam da bu noktada, sabrın destekçisi, dayanağı ve yardımcısı olduğunu da söylemiş oluyoruz. Hakikat belki aramakla bulunmaz, ama onu bu­lanların arayanlar olduğu da her zaman söylenir. Demek ki, bu arayışın, itidal ve istikrar üzere ifa edilmesi gerekiyor.

Maruf Kerhî de, bir müride: "Sakın ameli terk etme, seni ancak o amel Allah'ın rızasına götürür." deyince, mü­rit de: "O amel hangisidir?" diye sorar ve şu cevabı alır: "Hakkın emirlerine itaate devam etmek, Müslümanların işine koşmak ve onlara daima nasihatte bulunmaktır." Bu cümlede yer alan "devam etmek" fiiliyle "daima" zarfı, bizce aynı zamanda itidali ve istikran tazammun ediyor.

İstiaredeki ihtiyat payını hesaba katarak biz gene de, insana, tayfun gibi değil, fakat rüzgâr gibi olmasını öne­riyoruz. Çünkü tayfun, her ne kadar rüzgârın azman hali olmasa da, tabiatın istisnaî vukuatındandır. Aynı biçim­de yangın ateşi olmayı değil, fakat fırın ateşi olmayı öne­riyoruz. Çünkü yangın ateşi itidalsiz ve istikrarsız oldu­ğu gibi ve işte tam da bu yüzden istisnaîdir de: yangın ate­şi pişirmez, yakar, tahrip eder. Ama fırın ateşi, belki yan­gın ateşinden daha yüksek bir ısıdadır ama o pişirir, çün­kü itidallidir ve istikrarlıdır ve acelesi yoktur, sabırlıdır. Nil ve Fırat ne kadar coşkun akarsa aksın, onlarda, bu coş­kunluk istikrarlı ve itidalli bir coşkunluk içindedir; bu ba­kımdan asla sellerin coşkunluğuyla bir tutulmazlar: bi­rinciler besleyici ve verimli olurken; itidalden ve istik­rardan mahrum bulunan sel suyu tahrip edicidir. Ben, ne­hir suyu olmayı öneriyorum, sel suyu olmayı değil...

Rasim Özdenören-Eşikte Duran İnsan
Devamını Oku »

Oruç

Oruç

Her şey değişiyor: su, ateş, toprak, hava. Hiç bir  şey bir an önce olduğu şey değildir. Bir an önce  ne ise, şimdi o değildir. Şimdi ortada yeni bir şey vardır ve o yeni denilen şey de, onun belirlendiği anda kendi mazisine karışıp gitmiştir. Nesnenin değişimi yal­nızca bir halden başka bir hale geçmek biçiminde olu­yorsa, insanın değişimi iyiden kötüye ve kötüden iyiye doğru yöneliyor, evriliyor. Ama hiç bir zaman aynı hal üzere kalmıyor: insan, iradesiyle devinmeden durduğunu sandığı zaman bile, bir halde ötekine, iyiden kötüye veya kötüden iyiye doğru evrilip duruyor.

Ateşli günlerden ve ateşin içinden geçen sınanmalarla da vuku buluyor bu değişim. Otuz günlük bir Ramazan ayının ilk on gününde rahmete ulaşmak için çabalayan mümin; ikinci on günde mağfirete ve üçüncü on günde de arınma ve dolayısıyla kurtuluşa erme çabası içinde bu­lunuyor. Çaba..elbette. Rahmet ve mağfiretle hafifleyen kişi, son safhada arınma sürecine giriyor. Oruç, ilkin göv­deyi arındırıyor. Gövde, kendi ağırlığından, kirinden, pa­sından kurtarılıyor; arkasından (bu, tarihsel sıralamayı ta- zammun etmiyor tabiî ki) ruhun arınması başlıyor ve bi­
tiyor.

Ramazanın bitmesiyle, onun hakkını verenler için gövdenin ve ruhun ağırlıklarından kurtulmuş olanlar için sürür (bayram) günleri başlıyor. Bunca çileden sonra me­serretin lezzetini tatmaya hak kazanılıyor. Oruç, yalnız­ca gövdeyi kirinden pasından arındırmakla kalmıyor; ru­hun arınma ihtiyacını da karşılıyor. Ruhun arınma ihti­yacı, onun şirke bulaşmışlığından arındırılması anlamı­na geliyor. İnsan, kendine dönüp diyebilir ki: "Ben hiç şirke düşmedim, ben sürekli Allah'ı zül celali her şeyden tenzih edip durdum." Bu söyleyişinde samimi de olabi­lir. Buna rağmen, nefsinin meylettiği şeyler, o, bazen far­kına varmasa, varamasa bile, gizli şirk oluşturmaktan hali kalmaz. Böylece durduk yerde kirlenen, paslanan, toz tu­tan nesneler gibi, nefs de kirlenir ve arınmaya muhtaç hale gelir. Oruç, gövdenin ve ruhun bu ihtiyacına cevap ve­rir. Ramazanın bitimiyle çileli sınanmaların her bir safhasını geride bırakan nefs böylece sürura kavuşur. Oruçla gerçekleştirilen başarılar nelerdir?

Oruç tutan kimse böylece ne yapmış olmaktadır? Oruç tutan kimse, bir bakıma yeni bir fiil işliyor: gövdesini yemek­ten içmekten kesiyor. Olaya başka bir görüngüden ba­kıldığında, oruç tutan kişinin fiilinden vazgeçtiğini, fiilini ifna ettiğini söyleyebiliriz. Arkasından oruç tutan kişi sıfatlarını da ifna ediyor, kötü sıfatlarım. Ve nihayet son safhada oruç tutan kişi zatından da vazgeçiyor, onu da ifna ediyor. Böylece oruçlu kimsenin fiilinden, sıfatından ve zatından vazgeçtiğini söylemiş oluyoruz. Peki, geri­ye ne kalıyor? Geriye elbette saf halde bir arınmışlık ka­lıyor. Kişi, Allah'ın izni ve inayetiyle bu arınmışlığı kut­luyor.

Ne var ki, insan olmanın şanı, hiçbir zaman aynı hal üzere kalmamayı gerektiriyor. Saflık (arınmışlık) asla ken-
di hali üzere kalmıyor: arınmışlık, insanın üzerinde ye­lden kirlenmeye dönüşüyor; kirlenmeyse yeniden arın­mayı talep ediyor, insan, nefsi varbulunan mahlûk ola­rak sürekli hata ve savap arasında gerili duruyor. Çünkü bir yandan insanın yasak ağaçları, öbür yandaysa mu­bahlar var kılınmıştır: insana da ihtiyar etme gücü ve­rilmiştir. İnsan, bu niteliğiyle insan olmaya hak kazanı­yor. Yanıyor ve dermanını yanmada bulduğunu söylü­yor. Fakirliğiyle iftihar ediyor, fakirliğini yok olup gitmede buluyor ve bu yok olup gidişte var oluşunu idrak ediyor, insanın yasak ağaçları (günahlar) bulunmasaydı, insan neyle insan olduğunu ayrımsayabilirdi?

Bütün bir Ra­mazan ayı boyunca, insan, yasak ağaçlara yaklaşmama­yı denedi. Hem de nasıl? Nefsinin, o yasak olanlara en çok meylettiği bir sırada. Böylece yasak ağaçlara yaklaş­maktan, Allah'ın rızası uğruna nefsini men etmeyi ba­şardıkça, Allah da onu rahmetle, mağfiretle ve arınmayla ödüllendirdi. Çünkü fiillerini, sıfatlarını ve en sonunda zatını ifna etmeyi başaran insan, böylece ödüllendirilmeye de hak kazanmış oldu. Kendi zatını ifna etmeyi "başaran" insan, son tahlilde, kendini ancak mutlak zatta yeniden bulabilir, yani, ancak mutlak zatın içinde yiter, yok olur, işte burada yeni bir gerilim uç verir: mutlakta yok olan, aynı zamanda, mutlakta beka bulmanın yolunu da açmış olur. Müminin bayramı da başka nedir ki? Hacı Bay- ram-ı Veli, o yanışlardan, yok oluşlardan, fakrdan geçen sürecin sonunda o sevinç çığlığım atıyor: "Bayramım imdi, Bayramım imdi/Bayram ederler yar ile şimdi?" Ve so­nunda o büyük niyaz: hamd: "Hamd-ü senâlar, Hamd- ü senâlar/Yâr ile bayram kıldı bu gönlüm!" Bayramın kal­bine tam da buradan nişan alınıyor: bayram, yâr ile vus­lat olarak ilân ediliyor!

 

Rasim Özdenören-Eşikte Duran İnsan
Devamını Oku »

Oruç Bir Yolculuktur

Oruç Bir Yolculuktur

Hayır, yemek yemeyi zemmedecek değilim. Her ne kadar orucun bir veçhesi yemek yememek olarak tecelli ediyor olsa da, her oruç eninde so­nunda bir yemeğe ulaşır. Fakat ifratla tefrit arasında ge­rili durduğunu söylediğimiz Batı kültürüne ait insan bu­rada da işi zıvanadan çıkartıyor ve bu kez yemek yemenin, dahası birlikte yemenin aleyhinde verip veriştiriyor. Gio­vanni Papini'den söz açtığım tahmin edilmiştir sanırım. Yemek yemeyi öylesine kötülüyor ve onu öylesine iğrenç hale getiriyor ki, insanın bir bakıma faniliğinin sembolü mesabesinde duran ağız onun için: "Bütün bu açılan bin­lerce ağız ve çiğneyen dişler kadar iğrenç bir şey olamaz. Dikkatli, aç, parlak gözler; kasılan ve telaş eden çeneler; yavaş yavaş kırmızılaşan yanaklar... Umumi lokantala­rın varlığı, insanın hayvanlık safhasından kurtulamadı­ğına delalet ediyor." haline geliyor. Bu yüzden de döşe­diği hayali evinin mimarisini herkesin bir başına yemek yiyeceği biçimde oluşturuyor: buraları dar, fakat aydın­lık, tek masa ve sandalyeli küçücük yerlerdir. Kim acıkırsa gider ve kapanır. Her yemek kabının yanıbaşında en son ve en mükemmel sıhhî vasıtalar olan ayakyolları vardır.

Ağız ve yemek insanın faniliğine delalet ediyor, evet fakat bu iş böylesine utandırıcı bir eylem sayılmamalı. İşi bu denli ileriye götürmek öteki uçta duran bir marazîliğin ifadesi olur. Yemek yemenin bir Müslüman için aynı zamanda bir şükür vesilesi olduğu hatırlanırsa nimet te­lakki edilmesindeki sır da anlaşılmış olur. Kaldı ki, oruç, mücerret bir yemek yememe halinden ibaret bir olay değildir. İnsan kendisini bir faaliyetten alıkoymaktadır, fakat bu durum ayrı bir eylemin adıdır, çünkü isteyerek, iradeyle ifa edilmektedir. Bu bakımdan, bir hayvanın veya bir insanın aç bırakılması hali ile onun oruç tutması hali birbiriyle ilgisiz, birbiriyle hiç bir temas noktası bulun­mayan iki farklı durumdur. Oruç tutan insan yemek ye­meyi onu sırf kötü bulduğu için terk etmiyor; yemek ye­memekle belki gündelik bir alışkanlığa karşı çıkılmış olu­yor: iradî bir eylem gerçekleştiriliyor. Oruç bütün olarak bakıldığında bir yolculuk olarak görünüyor. Bir ömür yol­culuğunun bir güne sıkıştırılmış hali demek de müm­kündür buna. Yemek yemek hayatımızın en sık başvur­duğumuz uğraklarından biridir ama boğaz sahibi olmak canlı varlığın esasıdır. Boğaz hem bir yandan bu canlı olma halini ayakta tutar, hem de onun bir gün yıkılıp gidece­ğini ihtar eder.

"Herkes herkese bir lokma bir şey verebilir, ama bo­ğaz bağışlamak ancak Allah'a mahsustur" diyor Hz. Mev- lânâ. Ve fikirlerini şöyle sürdürüyor: Allah cisme de bo­ğaz verir, ruha da. Her uzvuna ayrı ayrı boğaz bağışlar. Allah'ın lûtfu, su içsin de yüzlerce ot bitirsin diye top­rağa da boğaz ihsan eder. Sonra topraktan yaratılan mah­luklara boğaz verir, dudak verir., onlar da arayıp top­raktan biten otları otlarlar. Hayvan ot yedi de semirdi mi/ insana gıda olur, ortadan kalkar. Fakat toprak da, ruhu çıkıp insanı görüşten ayrılınca onu yeyip sömürür. Mevlânâ sözünü sürdürüyor:

Bil ki, diyor, âlem yiyen ve yenenden ibarettir:yiyenin de yenenin de boğazı, gırtlağı var,galiple mağlûbun aklı, reyi. Allah, adalet asâsına boğaz verince bunca sapı, ipi yedi; öyle olduğu halde o yemeden semirmedi, şişmedi: onun yeyişi hayvan yeyişi de­ğildi, kendisi de hayvan değildi. Allah, her doğana, ha­yali yesin diye yanma da asâya verdiği gibi boğaz ver­di. Balıktan aya kadar mahlûkattan hiç biri yoktur ki gı­dayı çekecek, yiyecek ağzı olmasın. Nefsin boğazı ves­veseden boşaldı mı, ululuk vahyine konuk olur: akılla gön­lün boğazında fikir kalmadı mı, midenin hazmına muh­taç olmayan bakir rızkı bulur. Ancak bunun şartı miza­cı tebdil etmektir. Çünkü kötülerin ölümü kötü mizaç­tandır. İnsan hastalanır, düşkün bir hale gelir. Fakat kötü mizacı değişirse kötülüğü gider, yüzü çerağ gibi parlar. Dadı, süt emen çocuğu türlü türlü nimetlerle gıdalandırır, ama çocuğu memeden kesti mi ona yüzlerce bahçe­lerin, bostanların yolunu açar. Çünkü meme, o zayıf ço­cuk için binlerce nimetlerin, binlerce yemeklerin, binlerce ekmeklerin örtüsüdür.

Hulâsa yaşamamız sütten kesil­memize bağlıdır. Bu noktada Hz. Mevlânâ şu öğüde ula­şıyor ve devam ediyor: Sen de yavaş yavaş kendini gı­dadan kesmeye çalış. İnsan ana karnındayken kan emer, varlığı kanladır, bedenin nesci kanla vücut bulur. Kan­dan kesilince gıdası süt olur, sütten kesilince lokma ye­meye başlar. Lokmadan kesildi mi Lokman kesilir, giz­li matluba talip olur. Ana karnındaki çocuğa birisi dese ki, dışarda pek düzgün, pek güzel bir âlem var, enine boyuna geniş bir yeryüzü, orada nice nimetler var, nice son­suz yiyecek şeyler, dağlar, denizler, ovalar, bostanlar, bağ­lar, çayırlar, ışıklı bir gökyüzü, güneş, ay ışıği/ yüzlerce süha yıldızı, yıldızdan, poyrazdan, doğudan, batıdan esen yeller, bütün bunlar var, o âlemdeki şaşılacak şeyler an­latmakla bitmez ki, sen neden bu kapkaranlık yerde mih­netler içindesin, bu daracık çarmıhta kan yemektesin, ha­pis içinde, pislik içinde, sıkıntılar içindesin? Çocuk ken­di haline bakıp bunları inkâr eder. İşte cihandaki halk da buna benzer. Abdâl, onlara öbür âlemden bahsetti mi, bu söz onların hiç birinin kulağına girmez. Çünkü bu dün­ya tamahı kuvvetli ve büyük yerdedir. Tamah, kulağa bir şey duyurmaz. Nitekim o ana karnındaki çocuk da kana tamah ettiğinden, o aşağılık yurtlarda kan onun gı­dası olduğundan, bedendeki kanı gönlüne sevdirir.

Hz. Mevlânâ, burada, ömür boyu süren ve bir ömre anlamını katan, ona anlam veren bir oruçtan ve bir yol­culuktan söz açıyor. Insanın gündelik orucuysa, bu ömürlük orucun bir güne sıkıştırılmış temsilî hali gibi gö­rünüyor. Ömür orucunu tutan nasıl ki başka bir âlemin nimetiyle ödüllendirilmiş oluyorsa, gündelik oruç da ye­mek nimetiyle ödüllendiriliyor. İnsan oruçlu durum­dayken, kendini yemek yeme faaliyetinden alıkoydu­ğunda da, iftara ulaştığında da, her gün ve sürekli biçimde bir halden başka bir hale doğru bir yolculuğun içine gir­miş oluyor.

Bu yüzden orucu bir yolculuk gibi düşünüyorum. Evinden, yurdundan ayrılmış insanın, günün birinde evi­ne, yurduna döndüğünde karşılaştığı değişiklik, tutulan her orucun sonunda insanın karşısına çıkıyor. İnsan, bu dönüşte bir şeylerin değişmiş olduğunu görüyor. Fakat değişmiş olan nedir? Değişmiş olanı görmesi, değişmiş olanın ne olduğunu teşhis etmesine her zaman yol aç­mayabiliyor. Değişmiş olan nedir? Yurduna dönen yol­cunun kendisi mi? Ev halkı ve evin kendisi mi? Yoksa her ikisi birden mi?

Oruç yolcusu için bu sorulara vereceği veya alacağı cevabın fazla bir değer taşımayacağını da söy­leyebiliriz. O farklı bir konumda başladığı yolculuğunun sonunda şimdi artık aynı noktada bulunmadığını gör­mekte, bu değişikliği bilincine sindirmektedir. Açlıkla tok­luk arasındaki yolculuk, bir bakıma artık hayatla ölüm ara­sında da vuku bulmuştur. Ölmeden önce ölmenin tadı­na birazcık olsun temas edilmiştir. İftara ulaşmak diri kal­mış olmanın tadını hissettirmiştir. Ama her şey bir yana, Hz. Mevlânâ'nın uyanlarına kulak veren insan, şimdi, bu­rada, bu dünyada mı diri olduğunu, yoksa öteye geçin­ce mi diri olmakla irtibat kuracağını kestirmekte zorluk çekecektir: bu yüzden oruçla olan irtibatım kopartmaması gerektiğine dikkat etmek zorunda bulunduğunu aklın­dan çıkartmamaya savaşacaktır. Böyle bir yolculuk, çünkü kesintisizliği de gerektirmektedir.

 

Rasim Özdenören-Eşikte Duran İnsan
Devamını Oku »

Din Kardeşliği

Din Kardeşliği

Hazreti Ömer anlatıyor: Bir defasında umre yapmak için Allah'ın Resulü (sav)nden izin istemiş, istediği izni kendisine: "Kardeşim duânda beni de unutma!" diye buyrularak verilmiş. Hazreti Ömer, Allah'ın Resulü (sav)nün: "Bu tarzda hitap buyurmaları benim için dünyaya be­deldir" diye ilave ediyor.(Riyazüs-Salihîn)

Buradaki değer, O'na ümmet olmaktan daha fazla bir anlam ifade ediyor: bir peygamberle ümmetinden bir fert pasında kurulmuş olan ilişkide, her şeye rağmen, belli bir sorumluluğa dayanan bir statü kurulmuş oluyor. Kar­deşler arasındaki statü ise kendiliğinden oluşuyor: kar­deşlik bağının kurulması aynı ana-babanın evladı olma­yı yeterli sayıyor. Kardeşler arasında bu bağdan kay­naklanan zorunluluklar doğmuyor ve meselâ kardeşler birbirlerini sevmek yükümlülüğü altında bırakılmıyor. Fa­kat buna rağmen kardeşler arasında bir sevgi bağı oluşuyor ve gelişiyorsa, işte bu olguya değer atfediliyor. Çünkü bu sevgide karşılık beklenmiyor, bu sevgi karşı taraftan hiç bir talepte bulunmuyor. Bu sevgi bir başına oluşuyor ve olgunlaşıyor. Karşı tarafa düşen şey, sadece ve sadece var olmasıdır. Fakat onun varlığından sevgi talep edilmiyor. Sevgi, kendiliğinden hâsıl olan kardeşlik bağının içinde, yine kendiliğinden boy atıyor. Bu yüzdendir ki, kimile­rinin dediği gibi kardeşçe olmaktan başka bir şey olmakta özgür değilsem, nerde kaldı özgürlük (D.H.Lawrence) di­yerek reddedilebilecek bir vakıa değildir karşımızda du­ran. Bu vakıa belki yalnızca Fransız İhtilalinden sonra veya o esnada ortaya atılan "liberté, fraternité, égalité" deyişin­deki gizİi zorbalığa atıfta bulunuyor. Böyle düşünenler için, buradaki özgürlük, kardeşlik, eşitlik, aslında özgürlüğe karşıt bir durum meydana getiriyor: canımın istediğince eşitliğe, kardeşliğe karşıt olabilmem gerekir, diye düşü­nenlere belki de hak verilmelidir.

Ama bir de, Ebu îdris el-Havlâni nin şu rivayetine ku­lak vermeliyiz. Anlatıyor:

"Bir gün Dımeşk mescidine gitmiştim, bu sırada gü­ler yüzlü bir genç vardı; halk onun başına toplanıyor, bir şeyde ihtilafa düştüklerinde meselenin halli için ondan soruyor ve fikrini kabul ediyorlardı. Bu zatın kim oldu­ğunu sordum:

  • Muaz b. Cebel'dir, diye cevap verdiler. Ertesi gün kuşluk vakti mescide koşmuştum. O zatı, benden evvel gelmiş ve namaz kılar buldum. Namazı bitirinceye kadar bekledim, sonra önüne gelerek selam verdim ve:

  • Vallahi ben seni seviyorum, dedim. Bunun üzerine:

  • Allah için mi seviyorsun? Dedi.

  • Evet, Allah için seviyorum, dedim.

  • Allah için seviyorsun, değil mi? Dedi.

  • Evet, Allah için seviyorum, dedim. Bunun üzerine beni elbisemin kenarından tutarak kendisine çekti ve şöy­le dedi:

  • Seni tebşir ederim. Ben Resulü Ekrem'in şöyle bu­yurduğunu işittim: 'Allahu Teala buyurdu ki, sırf benim için sevişen, benim için meclis kuran, benim uğrumda bir­birini ziyaret eden, benim uğrumda bezlü infak edenler, benim sevgime hak kazanmışlardır/"


Burada, insanların gövdesini aşan, onlar arasındaki mü­cerret bir din kardeşliğinden başka hiç bir şey bırakmayan, fakat böylesine bir "kardeşlik" statüsünü bile arkada bı­rakan bir sevginin ön aldığını görüyoruz: Allah sevgisi ve bu sevginin yol açtığı kardeşçe sevgi. Burada, hiç bir zor­balığın payı yoktur, hiç bir özgürlük kısıtlanmış değildir, insan kendi başına buyruk bırakılmış olduğu halde, bu ser­bestliğinin içinden sevgi üretmektedir. Buradaki kardeş­lik duygusu da sırf bu yüzden değerli olsa gerektir...

Rasim Özdenören-Eşikte Duran İnsan
Devamını Oku »

Dua

Dua

Dua, bir çocuğun babasından bir şeyler tırtıklamak istemesi türünden bir olgu değildir. Dua, Al­lah'a sığınmak ve Onun rızasını talep etmektir. Aslında dünyevî veya uhrevî taleplerin tümü, O'nun rızasında iç­kin bulunmaktadır. Onun rızasını talep eden ve O'nun rı­zasından başka bir niyeti içinde barındırmayan birisi için, somut ve özgül taleplerin her biri sefil, gülünç,'maska­ra şeyler olarak görünür. Dua, Allah'a sığınmak, onun rı­zasını talep etmek, daha da ileriye giderek Allah'la be­raber olmak ve O'nunla bütünleşmek ise, bu, aynı za­manda, kişinin Allah'ın rahmetine gark olma anlamım da tazammun eder, demeye gelir.

Rahmetin içinde yaşamayı istemekse, akla gelebilecek duaların en yücesi olmalıdır. Yunus Emre: "İsteyene ver sen onu (Cenneti), bana seni gerek, seni" derken, Cemalullahı talep ediyordu. Yani Cennetten daha fazlasına talipti: Cennet ve onun bütün makamları zaten Cemalullahta mündemiç değil miydi? Rahmet de içinde olarak... .

 

Rasim Özdenören-Eşikte Duran İnsan
Devamını Oku »

Teslimiyete Ulaşan Özgürlük

Teslimiyete Ulaşan Özgürlük

"Ey Âdem! Sen ve eşin cennette yerleşin, orada olan­dan istediğiniz şeyi bol bol yiyin, yalnız şu ağaca yak­laşmayın; yoksa zalimlerden olursunuz" dedik. (Kur'an, 2/35).

İnsanı başka canlılardan ayıran özelliklerden biri de, kendisinin ne olduğunu merak etmesidir. İnsan, kendi­sinin ne olduğunu, nerden gelip nereye gittiğini merak ediyor. Böylece kendisini çeşitli görüngülere göre çeşit­li biçimlerde sınıflıyor, kendini bir yerlere yerleştiriyor ve kendisine bir de o yerden bakmayı deniyor. Ama her seferinde, insan, kendini, son tahlilde eyleyen bir varlık olarak belirliyor. Kuşkusuz başka canlılar da hareket edi­yor, hayvan kısmı da, uçsuz bucaksız bozkırların ortasında bir o yana, bir bu yana koşup durur; otobur türünden olanlar otlanır, etobur olanlar avlanır ve böylece hayat­larını sürdürürler. Ama bir hayvan için yiyeceğini bilinçli biçimde seçmesi diye bir olay söz konusu değildir. Hayvan, fıtartının gerektirdiği şey her ne ise onu yemekten başka bir seçeneği kullanma yetisiyle donatılmış değildir. Kendisine zarar verecek bir yiyeceğe o kendiliğinden yaklaşmaz. Ama insan, yalnızca kendisine yaraya olanla değil, her şeyle ilgilenir, her şeyi merak eder.

Bir rivayete göre, Âdem aleyhisselam, Cennette bir uy­kudan sonra uyandığında Hz. Havva'yı görünce: "Sen kimsin? Niçin geldin?" diye sordu. Hz. Havva: "Ben sana zevce olarak yaratıldım." dedi. Âdem aleyhisselam, Hak Teala'ya: "Bu ne cinstir ki, onu sevdim ve ona bağ­landım?" diye sordu. Hak Teala şöyle buyurdu: "Sen be­nim kulumsun, seni topraktan yarattım. Adım Âdem koy­dum. O da benim kulumdur. Admı Havva koydum." Âdem aleyhisselam: "Ya Rabbim, kalbim ona meyletti, sanki ciğerimden bir parçadır." dedi. Hak Teala da: "Onu senin için yarattım. Benden onun için bir şey iste." dedi. Âdem aleyhisselam: "Ya Rabbi, ne isteyeyim?" dedi. Hak Teala: 'Takva ve salih amel iste." buyurdu. Hak Teala hazretleri, Adem aleyhisselam ile Hazreti Havva'nın nikâhlarını kıydı ve onlara: "Ey Âdem ve Havva! Cen­netimde oturun, meyvelerimden yiyin. Şu ağaca yak­laşmayın. İkinize de selam ve rahmetim olsun." dedi.

Allah'ın, insana yönelik "şu ağaca yaklaşmayın" tembihi, insanı tam da onun varlık yapısından kavrayan bir uyarıdır. İnsan, aslında, özgür olarak yaratılmıştır. Yak­laşılmaması istenen ağaç kendiliğinden kötü değildir. 0 ağacın buğday olduğu söyleniyor. Buğday, insanın bu dünyadaki başlıca gıdasıdır. O ağaca yaklaşılmamasıdaki hikmeti, insanın bazı şeylerden yasaklanabilmesi'nin sembolü olarak açıklamak gerekiyor. İnsanın özgür bir varlık yapısıyla donatılmış olması keyfiyeti de ancak bu suretle ortaya çıkıyor. O ağaca yaklaşılmaması hu­susundaki tembih, insanın, bilkuvve o ağaca yaklaşabi­lecek bir eğilim içinde bulunmasıyla anlam taşımaktadır. Yani insanın fıtratında zaten o ağaca yaklaşma hususunda bir eğilim bulunmasaydı, ona, o ağaca yaklaşmaması ge­rektiği yolundaki tembihin de anlamı kalmazdı.

Konu, aslında, insanın özgürlüğüyle, onun özgür ya­ratılmış fıtratıyla ilgilidir. İnsan, o ağaca yaklaşmaktan men edilmiş olmasaydı, kendisinin özgür olduğunu an­laması da mümkün bulunmayacaktı. Nitekim melekler ve hayvanlar, her ne yapacaklarsa onu ve yalnızca onu yapabilirler. İnsansa, başka şeyleri ve mesela o yasak ağa­ca yaklaşma imkânı ile de donatılmışken onu yapmak­tan men edilmektedir. Çünkü o özgür yaradılıştadır. Ger­çi hayvana da yemesi ve yememesi gereken şeyler vah- yedilmiştir: o da ancak yemesi gereken şeyleri yer. An­cak hayvan yememesi gereken yiyeceğe yönelme yeti­sinden mahrumdur. Hayvan yememesi gereken şeye za­ten meyletmez. İnsansa, yapması ve yapmaması gereken şeylerin tümüne meyillidir. Onu, bu meylinden alıkoyansa iradesidir. Yani bir şeyi isteme ve istememe hususundaki karar verme yetisi.

Bu durum, insanın maceracı tavrının da kökenini oluş­turuyor. Nitekim Kuran'dan insanın şu özelliğini de öğ­reniyoruz: "Bundan evvel biz, Âdem ile ahd etmiştik. O bunu unuttu. Biz onda bir azim bulamadık./Meleklere: 'Âdem'e secde edin' dediğimizde hepsi secde etti. Ancak İblis secdeden çekindi./Biz de: 'Ey Âdem! Bu, sana da, zevcene de düşmandır. Sakın sizi Cennetten çıkarmasın, sonra meşakkate düşersiniz' demiştik./Çünkü sana ora­da ne acıkma ne de çıplaklık vardır. /Ve sen orada susamazsın ve güneş sıcaklığı da çekmezsin./Şeytan ona vesvese verdi ve: 'Ey Âdem! Seni ebedîlik ağacına ve son bul­mayacak bir devlete delalet edeyim mi?' dedi./Bunun üzerine ikisi de ondan yediler..." (XX/115-121).

İnsanda bir azim bulunmaması, onun özgür varlık ya­pısıyla doğrudan ilişkilidir. Hayvan ve melek taifesi, ya­ratılmış oldukları günden bu yana, kendi varlık yapıla­rı üzerinde sabit biçimde duruyorlar. Çünkü onların bu yapılarının dışına çıkabilecek özellikleri yoktur. Onların yaptıkları amelin dışında başka bir ameli seçme imkân­ları da yoktur. Onlar her ne iseler öyle kalmaya ve her ne yapıyorlarsa onu yapmaya zorunludurlar. Böyle olduğu için onların sorgulanması da söz konusu değil. Sorgu­landıklarında ise (faraza) diyecekleri, onların, yaptıkla­rından başka bir şeyi yapmaya muktedir olmadıkları bi­çimindeki cevaplan olacaktır. Oysa insan için yaptığın­dan başka yapabileceği daha çok sayıda bir imkânlar spektrumu bulunmaktadır. İnsanın, şeytana karşı uya­rılmasının sebebi de, onun, bu husustaki eğiliminden baş­ka ne olabilir? Hayvan veya melek taifesinin varlık ya­pısında şeytana uymalarını sağlayacak bir yetileri ve ye­tenekleri mevcut değildir.

Hayvan ve melek için "her şey" mubahtır. Çünkü on­lar yalnızca kendilerine mubah olanları yapabilirler. Yapabileceklerinden başkasını yapmaya muktedir ol­madıkları için yaptıkları şeylerin tümü onlara mubahtır. Oysa insan, potansiyel olarak her şeyi yapabilir; her şeyi yapmaya muktedir olduğu için de, ona "yapmaması ge­rekenler" hususunda sınırlar belirlenmiştir. İnsanın insan olarak tecelli edebilmesi de, onun bu sınırlara uymasıyla ortaya çıkar, çıkıyor. Nitekim örtünmek de insana mah­sus bir eyleme türüdür ve şeytana uymakla çirkin yer' leri kendilerine açıldı ve onlar yeniden örtünmeleri ge­rektiği hissini duydular. Fakat bir imkân olarak düşü­nüldüğünde insan için örtünmemek de mümkün kılınmıştır. Fakat bütün bu kısıtlamalar, insanın özgür yara­tılmış olan varlık yapısının sonuçları olarak ortaya çık­maktadır. İnsanın, Cennette, Cennetin tanımı gereği, kaideten her şeyi yapabilme ve her zevki tadabilme imkâ­nı varken, onun şeytana ve yasak ağaca karşı uyarılmış olması (bunlarla sınırlanmış olması) anlam taşıyor. Dos- toyevski'nin Tanrı yoksa her şey mubahtır" sözü, bu bağ­lamda, aslında bir bakıma insanın varoluşsal (ontik) ya­pısıyla ilişkilidir. Tanrı demek, bu bağlamda, sınır koyucu demek olur. Sınır koyucu, insana, temel olarak iki belir­lemede bulunuyor: biri şeytan, öteki yasak ağaç.

Yasak ağaç sınırı, insanın bizzat nefsanî eğilimleriy­le ilintilidir. Şeytansa ruhanî sferdeki eğilimleri hususunda bir işarettir, insanın yasak ağaca doğru eğilimi bulunmasaydı şeytanın iğvası da saçma kalırdı. Öte yandan, in­sanın, şeytanın iğvasına kapılması, onun aynı zamanda ebedî kalmak, çökmez bir mülk ve saltanat sahibi olmak kabilinden ruhi eğilimlerinin de bir sonucu olarak orta­ya çıkıyor. Bunu böyle de söylememiz mümkündür: in­sanın özgürlük alam içinde yapabileceklerinin sınırı hem şeytanın, hem de kendi nefsinin taleplerini içine alı­yor. Öyleyse, insanın, insan olarak tecelli etmesini bu iki sınırla kısıtlamak ve bu kısıtlama içinde onun insan ola­rak tecelli edebileceğini söylemek de mümkün hale ge­liyor. Özgürlük de, bu çerçeve içinde kendi tanımını bu­labilir. Şöyle ki, özgürlüğü, yalnızca bir şeyi ifa etmekle mukayyet kılmayıp, onu aynı zamanda bir şeyi yap­maktan vazgeçme olarak da tanımlayabilmeliyiz. Bu du­rumda, özgürlük, insanın, bir imkân olarak yapmaya muktedir olduğuyla değil, bunu da içine alarak bir şeyi yapabilecekken ondan içtinap etmeyi de tanımına dâhil eder. Bu da, sınırlara riayeti, yasa (veya sınır) koyucunun getirdiği sınırlara insanın özgür iradesiyle teslim olabi­leceği hususundaki bir özelliğini belirler. Bu özellik, in­sandan başka mahlûkta bulunmuyor: teslimiyete öz­gürlükle ulaşmak veya teslimiyeti özgürlüğünü kulla­narak elde etmek yalnızca insana mahsus bir haslet ola­rak görünüyor.

Rasim Özdenören-Eşikte Duran İnsan
Devamını Oku »

Edep ve Ahlak

 

Edep ve AhlakEdep ile ahlâk arasındaki ilişkiye baktığımızda, bazen ahlaka aykırı sayılmayan bir durumun edebe uygun görülmediğine rastlanabilir. Belli bir davranış ahlaken ay' kırı telakki edilmeyebilir, fakat aynı hareket edep yönünden uygunsuz sayılabilir; bazen de bunun tersi bir du­rumla karşılaşılabilir: belli bir davranış ahlâkça uygun düş­meyebilir, fakat edeben uygun olabilir. Örnek: eve misafir gelmişken onun müsaadesini almadan, misafirin otur­duğu odayı süpürmeye kalkışmanın ahlaka aykırı bir yanı yoktur, fakat bu hareket edebe uygun görülmez. İkinci duruma örnek, gene tasavvufta, büyüklerin emrinin edep­ten üstün olduğuna dair telakki tarzı içinde verilebilir. Bü­yük sayılan kişinin öyle bir emri vaki olabilir ki, bu em­rin yerine getirilmesi zahiren edebe uygun görülmeye­bilir, buna rağmen gene aynı edep tavrı o emrin yerine getirilmesini gerektirir.

Faraza büyük sayılan kişi öğ­rencisine dese ki: "Gel başıma otur!" Bu emre uyulması öğrenci bakımından zahiren edebe aykırı görülür, fakat ortada, büyükten sadır olmuş bir emir bulunduğu için ona da uymak gerekir ve bu durumda edebe uygun olan ha­reket doğrudan emrin yerine getirilmesi olduğu için, em­rin muhtevasına bakılmayarak söylenen şeyin gereği ye­rine getirilir. Böylece, bir büyüğün tepesine çıkmak ka­bilinden zahiren edebe uygun görülmeyen bir davranış tarzı, bir başka bakımdan edepli tavrın kendisi haline ge­lir. Buradaki edep tavrı, belli bir disiplinin sağlanması amacına matuf olarak bazı emirlerin tartışmasız biçim­de yerine getirilmesini öngörüyor, diyebiliriz. Özellikle savaşta komutanın emirlerine tartışılmadan riayet edil­mesi, o belli durumun gerektirdiği edep tavrının içinde mündemiçtir. İnsanlar bazen akıl erdiremedikleri emir­lere de riayetkâr olma durumunda bulunurlar. Bunun böyle olmasını,bu özel durumun gerektirdiği edep tavrı belirler.

Milletinin başında bulunan bir lider için edep tavrı ken­di milletinin kalbindeki nuru keşfetmektir, diyoruz. Bi­zim kendi milletimizin özel gerçekliğinde bu nurun, ona kimliğini veren din olgusunda keşfedilebileceğini söy­leyebiliriz: din, yani İslâm. Islâm ıstılahında millet keli­mesinin aynı zamanda din anlamına da geldiğini hatır­larsak, bu bağlamda din ve millet kelimelerinin nasıl bir­birinin içinde mündemiç olduğu ve birbirini tamamla­dığı da anlaşılabilir olur. Bu anlamda, Islâm milletine li­der olma mesabesinde bulunan birinin, kendi önderliğini ancak milletinin arkasından giderek gerçekleştirebileceği ifade edilmiş oluyor. Ve burada aynı zamanda, kimin kim­den büyük telakki edilmesi gereği de öne çıkıyor: lider denilen kişi kendisini milletinin üstünde mi tutuyor, yok­sa milletini mi büyük sayıyor? Bu durum "el emri fevkal edeb" (emir edepten üstündür) düsturunun uygulanma istikametinin belirlenmesinde önem kazanacaktır. Batı­lı değer yargılarına ve düşünme biçimine göre ulaşıla­bilecek muhakeme tarzına çelişkili görünebilecek hu­suslar, Islâm milletinin gerçekliği ve onun kafa yapısı ba­kımından düşünüldüğünde, bu demektir ki, kim kimin hizmetinde bulunduğu noktasında (lider mi milletin hiz­metinde, millet mi liderin), durum, berraklık kazanır.

Millete lider olma pozisyonunda bulunanlardan, milletlerinin kalbindeki nuru arayacakları yerde, kendi önyargılarını millete telkin etmeye çalışanlar görüldü­ğünde, bu zevatın edebin neresinde durduğunu anlamak da böylece kolaylaşmış olur.

Rasim Özdenören-Eşikte Duran İnsan
Devamını Oku »